Gülmek, ^^SAF^^ denme riskini göze almaktır.
Ağlamak ise, ^^DUYGUSAL^^ görünme riskini...
Birine yakınlaşmak, ^^KENDİNİ KAPTIRMA^^ riskini,
Duygularını açmak, ^^KENDİNİ ORTAYA KOYMA^^ riskini,
Hayalleri ve düşünceleri sergilemek ise, ^^ONLARI BAŞKASINA KAPTIRMA^^ riskini göze almaktır.
Sevmek, ^^KARŞILIK GÖREMEME^^ riskini...
Yaşamak ise, ^^ÖLME^^ riskini göze almaktır.
Umutlanmak, ^^HAYAL KIRIKLIĞINA UĞRAMA^^ riskini
Çabalamak ise, ^^BAŞARISIZ OLMA^^ riskini göze almaktır...
Ama riskler yaşanmalıdır,
Çünkü; hayatımızın en büyük riski hiç risk almamaktır.
Hiç risk almayan kişi, belki acı ve üzüntülerden konunabilir
ama büyüyemez, sevemez, değişemez, hissedemez, öğrenemez.
Garanti arayışlarıyla zincirlenmiş bir köle olarak yaşarken,
bedelini; özgürlüğünü kaybederek öder.
Bir insanın okuyup öğrendikleri ne kadar çok olursa olsun, bunlar hiçbir zaman onu okuyup öğrenmekten alıkoymamalıdır. Gerçek bilim adamları, ekseriyetle sürekli araştırmalarının yanında bildiklerini yetersiz bulan kimseler arasından çıkmıştır.
Ey İnsan!
Ne sen ölümden kaçabilirsin nede ölüm senin peşini bırakır.
Öyle ise bu gaflet çukurları içinde kıvranman niye?
Diyelim ki bu dünyada her şeyin var, peki ya öbür dünyan?
Orası için hazır mısın?
Yoksa damarına işleyen ibadetlerinde göstermiş olduğun tembellik, umursamama hastalığından ölüm meleği gırtlağına çöktüğü zaman mı kurtulmak istiyorsun?
Yoksa cebindeki üç beş kuruş para ile ebedi bir hayatı satın almayı mı düşünüyorsun........? ? ?
En iyisimi sen ölüme hazırlan.....! ! !
Ölüm sana gelmeden.....
Takvimler 7 Kasim 1877’yi gosteriyordu.
Nene Hatun uc yil once evlenmisti. Henuz yirmisindeydi ve uc aylik bebegi vardi. On bes gun once, koyleri Rus askerleri tarafindan isgal edilince, ailesiyle Erzurum’a gelmisti.
Turk ordusu uzunca bir zamandir bircok cephede carpisiyordu. Dogu cephesinde de savas butun hiziyla devam ediyordu. Aslinda Gazi Ahmet Muhtar Pasa simdiye kadar dusmanin isini coktan bitirecekti; ama hesapta olmayan bir dusman daha vardi.
Yillarca bu topraklarda birlikte yasadigimiz Ermenilerden bir kismi simdi ceteler hâlinde geziyor, baskinlar yapiyor, mâsum insanlari -hem de coluk cocuk demeden- katlediyordu. Daha dun sabah, yakinlardaki bir koyde ceteler tarafindan agaca civilenen bebegin hikâyesini dinlemisti.
Allah’im bu nasil bir vahsetti, bunu yapanlarin hic mi vicdani yoktu! Nene Hatun, asirlarca birlik ve beraberlik icinde yasadiklari bu insanlardan bazilarinin bugun nicin bu derece canavarlastiklarini zaman zaman dusunuyor; fakat ikna edici bir cevap bulamiyordu......
Bu ceteler yuzunden eli silâh tutan herkes cepheye gidemiyor, mâsumlar katledilmesin diye koylerde nobet tutuluyordu.
Kerpicten yapilma iki odali evlerinin kucuk odasinda safagin sokmesini bekleyen Nene Hatun, bir yandan sobanin yani basindaki besiginde uyuyan bebegini salliyor, diger yandan da mum isiginda sag elindeki Mushaf’i okumaya devam ediyordu.
Bircok yakini cephedeydi. Uzun zamandir hic birinden haber alamamisti. Dun kusluk vakti agabeyini getirmislerdi. Vucudunda bogaz bogaza carpismanin sebep oldugu cok derin sungu yaralari vardi. Âdeta damarlarinda kan kalmamisti. Ve bir-iki saat sonra Nene Hatun’un kollarinda ruhunu teslim etti.
Nene Hatun, kutlu bir yolda canini veren ve sehadet serbetini icerek sonsuzluga ucan agabeyinin vucuduna sarilip agladi, agladi, agladi... Sehitlerin ardindan aglanmaz diye engel olmaya calistilar; ama Nene Hatun sadece agabeyi icin degil, vatan icin de agliyordu.
Cepheden gelen son haberlere gore dusman cok kalabalikti, ondan da onemlisi iyi silâhlari vardi. Bunlari dusunurken, dilinden hic dusurmedigi duasini bir kez daha tekrarladi: “Allah’im, dusmanlari Sen’in azamet ve kudretine havale ediyor ve serlerinden Sana siginiyoruz.”
Sabah ezaninin okunmasina az bir zaman vardi. Disaridan gelen bagrismalar ve silâh sesleriyle irkildiler. Esinin disari cikmasiyla iceri girmesi bir oldu ve kararli bir sekilde sunlari soyledi: “Ermeni ceteleri ve Rus askerleri tabyalara saldirmislar, karsi koymaya gidiyoruz.
Eger donemezsem ve dusman buraya kadar gelirse sakin teslim olmayin, alacaklarsa cesetlerinizi alsinlar. Allah’a emanet olun! ” Ve sobanin yaninda duran baltayi kaptigi gibi kapidan yildirim hiziyla tabyalara dogru kosmaya basladi.
Nene Hatun’un cesaretli ve sogukkanli bir yapisi vardi. Kocasinin kolay kolay geri donmeyecegini biliyordu. Arkasindan “Allah yardimciniz olsun! ” diye dua etti.
Zaman hayli ilerlemisti. Silâh seslerinin ardi arkasi kesilmiyordu. Abdestini tazeledi. Yuregi cephede, kulagi ezandaydi. Fakat minarelerden ezandan hemen once farkli bir ses duyuldu. Aziziye Tabyalari’nin dusman eline gectigi, askerlerin cogunun sehit oldugu ilân ediliyordu.
Cok dinleyemedi Nene Hatun. Cocugunu optu, kokladi; “Nâzim’im seni bana Allah verdi, ben de seni yine O’na emanet ediyorum” dedi. Eline satirini ve sehit agabeyinin tufegini aldigi gibi tabyalara dogru kosmaya basladi.
Tabyalarda mevzilenmis ceteler ve dusman askerleri, kendilerine dogru akmakta olan iman ordusu karsisinda sanki butun Anadolu uzerlerine geliyormus gibi hissettiler. Baslarindaki subayin “Ates serbest! ” emriyle namlular birbiri ardina patlamaya basladi. Ilk siralarda olanlar birer birer yere yigiliyordu; ama gelenlerin ardi arkasi kesilecek gibi degildi. Dusman, hic boyle bir direnis beklemiyordu.
Yediden yetmise butun Erzurumlular, tabyalarin demir kapilarini bir kâgit gibi cigneyerek dusmanin icerisine dalmisti. Ceteler ve dusman askerleri sel sularinda eriyen kar gibi eridi. Carpisma kisa surmustu. Nene Hatun, cetelerin olanca kinleriyle sokerek yere attiklari sanli bayragi dustugu yerden aldi, alnina goturdu ve gozlerinden yaslar bosanirken ait oldugu yere asti.
Nene Hatun ve kahraman Anadolu insaninin o sabah baslattiklari mucadele, dusman, vatan topraklarini terk edinceye kadar devam etti. Iyi donanimli dusman askerlerinden tabyalar geri alindi. Uc bin dusman askeri oldurulmustu. Buna karsilik bin kadar sehit vardi. Varsin olsundu, vatan olmadiktan sonra yasamanin ne mânâsi vardi? ! ..
Nene Hatun da omzundan yaralanmisti. Ama o âdeta kendini unutmus, yarasi daha agir olanlarin yardimina kosuyordu. Birkac dakika oncesine kadar cephede mermi tasiyan, askerlere su dagitan ve siper kazan kahraman kadin, simdi yerini askerlerin yaralarini saran bir hastabakiciya birakmisti.
O gun Aziziye Tabyalari’nda, Musluman-Turk tarihinde Nene Hatun’la sembollesen altin bir sayfa daha acildi. Allah icin can siperâne mucadele veren Safiyye ve Nesibe Hatunlarin, Ûmm-û Hiramlarin, cepheye cephane tasirken donarak sehit olan Serife Analarin, cephane arabasinin boyundurugunun bir tarafina elde kalan tek hayvanini, diger tarafina da kendisini kosarak cepheye mermi tasiyan Ayse Analarin olusturdugu altin halkaya bir kahraman kadin daha eklendi.
Nene Hatun’un vatan icin kahramanca verdigi mucadele bu kadarla da bitmemisti. O gun evde uc aylikken biraktigi oglu Nâzim ve daha sonra dogan uc oglundan ikisi, Birinci Dunya Harbi’nde canlarini vatana feda ettiler.
Ne mutlu sana Kahraman Ana. Kendin gazi, ogullarin sehit...
Aziziye Tabyasi’na diktigin bayrak, bugun dalgalanmaya devam ediyor.
Kendisi, Kuvva-i Milliye devresindeki hizmet ve faaliyetlerini bir gazeteciye aşağıdaki şekilde hulâsa etmiştir:
-İzmit, Adapazarı, Düzce ve civarına Yunanlılar sık sık baskınlar yapıyordu. Bir gün kumandan Halid Bey beni çağırdı ve şunu söyledi:
–Fatma Hanım, senin bugüne kadar yaptıklarından çok memnunum, sana kaymakamlık vereceğim.
Halid Bey’in bu sözlerinden anlamıştım ki; bana gene mühim bir iş verecek.
Şu emri verdi. “–Şimdi adamlarını alıp İznik’e gideceksin! ”
“–Ama ben on beş gün önce orada idim.”
“–Gene gideceksin, orada bulun, işlerin var.”
Öyle günler yaşıyorduk ki; kimseye inanmak caiz de değildi hani. Bu, düşmanın bir oyunu olabilirdi, nitekim bu gibi hadiselerle çok karşılaşmıştık.
“–Hangi köydensiniz? ”
“–Elmacık Köyü’nden.”
Hemen atlardan indik, kıyafetlerimizi değiştirdik. Ben eski püskü bir elbise giymiştim.
Köye girdiğimiz zaman manzara tüyler ürpertici idi.
Meydanda bir papaz oturuyordu. Etrafında onbeş, onaltı kadar silâhlı vardı. Türkleri bir araya getirmişlerdi. Papaz, Hıristiyan kadınlara sordu:
“–Nasıl ceza verelim? ”
Kadınlardan biri:
“–Onları iyice bağladıktan sonra bize teslim ediniz, intikamımızı biz alırız” dediler.
Benden şüphe edilmediği için yanlarına kadar yaklaşmıştım.
Papaz, üç Türk’ün bir ağaca bağlanmasını emretti.
Kardeşime yaklaştım:
“–Hali görüyor musunuz? ” dedim. “İyi ki gelmişiz, şimdi tabancamı adamların üzerine boşaltacağım.”
Kardeşim sert sert yüzüme baktı ve yavaş sesle:
“–Acele etme, sonra işi bozarız” cevabını kulağıma fısıldadı. Ben bekleyecek halde değildim. Heyecanımdan tir tir titriyordum. Oğlum da benim halimden şüphelenmişti. Yanıma yaklaştı O da fısıldadı:
“–Acele etme ana! ”
Düşmanın rengi küle döndü...
Ağaçlara bağlananların az sonra can vereceklerini anlayan köylüler ağlaşmaya, feryad etmeye başlamışlardı.
Ne olursa olsun fazla sabredemeyecektim. Tabancamı çektim ve:
“–Teslim olun! ” diye haykırdım.
Tabiî adamlarım da silahlarını çekmişlerdi. Bu beklenmeyen hâl, düşmanı öylesine şaşırtmıştı ki... Hemen ağaçlara bağlananların iplerini çözdürdüm ve silahlı düşmanların silahlarını aldırdıktan sonra onları bağlattım.
Papaza dönerek:
“–Haydi” dedim, “şimdi siz ölümlerden ölüm beğenin.”
Hepsinin de rengi kül gibi olmuştu. Titriyorlardı. Oracıkta düşüp öleceklerdi.
Adamlarıma döndüm:
“–Hepsini Halid Bey’e götürünüz” dedim, “cezalarını o verecektir.”
İzmit’e döndüğümüz zaman Süvari Livası Hacı Arif Bey bu muvaffakiyetimizden dolayı bizim için büyük bir merasim hazırlamıştı. Köylüler, coşkun tezahürat yapıyordu. Fakat bu muvaffakiyet ile birlikte beni sükûtu hayale garkeden bir mesele hasıl oldu. Meğer “Kara Fatma tehlikeden sakınmıyor, başımıza bir iş açar” diye beni, geri hizmetlere almaya karar vermişler.
Kıyameti kopardım.
Halid Bey:
“–Bilmiyorum Fatma Hanım” dedi, “ölümden korkmuyorsun, fakat ya şehid olmaz da esir düşersen ne olur? .. Bizimkilerin maneviyatı bozulur, düşmanın maneviyatı kuvvetlenir. Sen hiçbir tehlikeden kaçmıyorsun. Ya, Elmacık Köyü’ndeki düşman kuvvetli olsaydı da sizi esir etseydi? ..”
O zaman kim tehlikeyi düşünüyordu... Bundan sonra ihtiyatlı olacağımı vadederek vazifeme devam ettim.”
Karafatma'nın Anılarından......
Bu ülke böyle yürekli insanlar tarafından kazanıldı. Şimdi bazı zibidileri görünce insanın içinin sızlamaması elde değil...; /(
Beş altı gün sonra geldi
Kara Fatma–i gazi
Nisâlar kahramanı, şeref–razı
Beş altı yüz kişiyle geldi o an,
Kamusu hep süvâri–i namdarân.
Onların nâmı var Türkmen ilinde
Kılıç belinde, kargı yollarında.
Onlar çok kırdı düşman, döktü kanın
Şehid oldu karındaşı nisânun.
O hâtun kendi dahi yaralandı
Onuldu yarası hoş varlandı.
Ömer paşa olup Şumnûda kâim
Onlara gönderir cephâne dâim.
Kara Fatma bu harpte yüz bin kişilik düşman ordusunun karşısında geceli gündüzlü harbederek Türk ordusunun en ileri hatlarına kadar giderek askere cesaret aşılamıştı. Bu harpte bir ara yaralanmış ve kardeşini kaybetmişti. Kahramanlığı yabancı eserlere de geçmiştir. Allah şefaatinden mahrum eylemesin
Asıl adı Fatma Seher Erden olup, karafatma lakabıyla ünlenmiş kadın kahramanlarımızdandır. 1888 - 1955 yılları arasında yaşamıştır.
Erzurum'da doğmuştur. Subay Derviş Bey'le evlenipBalkan Savaşına katıldı. I. Dünya Savaşı'nda 9-10 kadınla Kafkas cephesine gitti. Eşleri Ermeniler tarafından şehit edilmiş kadınlarımızla birlikte Ermenilerle çarpıştı.
Milli mücadele döneminde oğlu, kızı ve kardeşleriyle beraber Bursa ve İzmit'in düşman işgalinden kurtarılması için çalıştı. 300'ü aşkın müfrezesiyle Sakarya ve Başkomutan Meydan Muharebeleri'ne katıldı. Üsteğmen rütbesiyle emekli oldu. Emekli maaşını Kızılaya bağışladı. 1954 yılında TBMM tarafından kendisine yeniden aylık bağlandı. Ertesi yıl da doğduğu yer olan Erzurumda hayata gözlerini kapadı.
Bu satırları yazarken aklıma ^^ Heimiz Ermeniyiz ^^ diyen insanlar geldi birden. Ve eğer hâlâ ^^hepiniz Ermeni^^ iseniz, Kara Fatma lakaplı Sultanımız sizden daha erkekmiş demek geldi içimden...
Gece üstümüze mi düştü anne?
Karanlığa sıkıştım...
Karanlık beton kokuyor anne,
Karanık taştan ağır.
Göğsüm eziliyor.
Yakmayacak mısın ışıkları?
Duymuyor musun beni?
Uyuyor musun?
Korkuyorum anne.
Karanlığa sıkıştım anne,
Korkuyorum,
Bu karanlık, benim gecelerimden değil.
Benim karanlığımda;
Yıldızlar olurdu, ay olurdu.
Ufukta mavi bir aydınlık olurdu.
Sabah olurdu uyandığımda.
Ağlasam yanardı ışıklar.
Ağlasam sen olurdun yanımda.
Bu karanlık benim gecelerimden değil.
Bu karanlık beton kokuyor anne.
Korkuyorum.
Duymuyor musun beni?
Uyuyor musun...?
Sabah olmayacak mı anne?
Rüya mıı bu?
Yalan mı bu karanlık?
Yalan mı beton kokusu?
Duymayışın yalancıktan mı?
Cehennem bu mu anne? ! !
Hani çocuklar cennete giderdi?
Hani ışıkları cennetin?
Göğsümü acıtan ne?
Uyandırmayacak mısın anne?
Yakmayacak mısın ışıkları?
Duymuyor musun beni?
Karanlığa sıkıştım,
Korkuyorum!
Bu amcalar kim anne?
Bu ablalar kim?
Bu alkışlar niye?
Mavi bir ışık dönüyor ambulansın üstünde.
Evler nerede anne?
Evimiz nerede?
Sen.. Neredesin?
Dışarıdayım anne,
Depremin orta yerinde,
Yıkıntılar üstünde,
Yıkılmışların yanındayım.
Sessizliği dinliyorum anne.
Bir amca bağırıyor:
^^Duyuyorsan duvara vur! ! ! ^^
Biliyorum, duvar yok orada.
Karanlığa vur anne!
Karanlığa vur..........
Sessizliği dinliyorum,
Seni dinliyorum.
Yağmur yağıyor anne.
Uyuma,
Üşüyeceksin.
Karanlığa vur anne.
Karanlığın gözlerine.
Vur anne.......vur.......vur.! ! ! !
Duyuyorum seni
Bekliyorum...
Yavuz Sultan Selim, birçok Osmanlı Padişahı gibi sefer hazırlıklarını gizli tutarmış. Bir sefer hazırlığında veziri ısrarla seferin yapılacağı ülkeyi sorunca, Yavuz ona:
= Sen sır saklamasını bilir misin? diye sormuş.
=Vezir, Yavuz'dan cevap alacağı ümidiyle:
=Evet, Hünkarım bilirim, dediğinde; Yavuz cevabı yapıştırmış:
=Ben de bilirim.
Her zaman az ama öz konuşan verdiği cevaplarıyla herkese ders veren bir padişahımızdı.
Haver craftlar hem karada hem de suda çok hızlı gidebilen bir vasıtadır. Su yüzeyinde uçarcasına hareket ettiğinden dolayı radara yakalanmaması da bu aracı askeri açıdan önemli kılıyor. Ayrıca su mayınlarına takılma riski de bulunmayan ender araçlardandır.
Seyyi-i Burhaneddin Hazretlerinin türbesi özellikle cuma günleri Kayseri halkının ziyaret akınına uğrar.
Bu muhterem kişinin türbesine gidilir ve dualar edilir. Kendisi için bir dilekte bulunan insanların dileğini dileyip elleriyle gözlerini kapattıktan sonra eğer ki dileği gerçekleşecekse sağ omzuna doğru bir güç tarafından döndürüldüğü bizzat yaptığım duadan sonra yaşadığım bir olaydır ki ben buna hiç ihtimal vermiyordum. Çok şaşırtıcıydı, beni çok etkiledi.
Kayseride yaşayan herkes bu yüce kişiye çok büyük bir sevgi, saygı ve hürmet gösterirler..
Allah'ın rahmet eylesin..
Kayseri’nin Güneydoğusunda Seyyid-i Burhaneddin adıyla anılan Türbe-i Şerifesi’nde defnedilmiş bulunan Mevlana Celâleddin Hazretleri’nin hocası, Üstad-ı Azam Seyyid-i Burhaneddin Muhakkık-i Tirmizi Hazretleri mutasavvıfların dilinde, Seyyid-i Sırdan, halk arasında da Seyyid-i Burhaneddin ünvanı ile meşhurdur ve Hz. Hüseyin Efendimiz’in soyundan gelmektedir.
Aslen Tirmizli olup, Mevlâna Hazretlerinin babası Sultan-ul Ulema Bahauddin Veled Hazretleri’nden feyiz almış ve Mevlâna Hazreterine dokuz sene hocalık ve eğiticilik yapmıştır.
Seyyid-i Burhaneddin Hazretleri’nin sohbetlerinden derlenen “MA’ARİF” isimli eserinden başka, bir mirası ve sünneti olarak, bundan birkaç yıl evveline kadar Kayserililerce, alimlerin vefatlarında minare ve çarşılarda ilanlar yapılırdı. Şimdi bu kaide kısmen çarşılardan kaldırılmış olup, minarelerde müezzinler vesilesiyle Sala olarak söylenmektedir.
Seyyid-i Burhaneddin Hazretleri'nin türbesinin giriş kapısının üzerinde eski Kayseri mutasarrıfı Nazım Paşa tarafından yazılan şu kıt’alar yer alır;
^^ Fartı adab ile gir zair muhlis ki budur
Merkad-ı Muhterem Hazreti Burhaneddin
Çeşmi irfanına kühul ister ola isen
Cebne sayi kademi Hz. Burhaneddin budur ^^
^^ Ey ihlas sahibi ziyaretçi..! Burası, Hz. Burhaneddin’in hürmete layık türbesidir. Büyük bir saygıyla gir. Eğer irfanın gözüne sürme çekmek istiyorsan Burhaneddin Hazretleri’nin ayağına alnını sürmelisin.^^
Allah (c.c) cümlemizi şefaatine nail eylesin. AMİN
Günümüzde en çok konuşulan konulardan birisi de kuşkusuz islamda kadın hakları.
Söylenenler bizi aydınlatmaktan ziyade kafalarımız karıştıryor.Galiba unutulan şu;
İnsanları yaratan hak ve sorumluluklarını yaratılışlarına uygun olarak bildiren bir sahipleri var..
Tek yol yaratıcımızın tayin ettiği bu hak ve sorumluluklarımızı öğrenip, gereğini yerine getirmek, farklılık ve üstünlük değildir.
Erkekelr ve kadınlar insan olarak birbirlerine eşittirler ama cinsiyet olarak birbirlerinden farklı ve kendilerine has özelliklere sahipler.
bu farklılıklar kişilerin isteğine bırakılmamış, tamamen Allah'ın dilemesi ve yaratması ile meydana gelmiştir. Hiç birimizcinsiyetimiz konusunda bir tercihte bulunmadık.
Yüce rabbimiz bu gerçeği Hucurat suresi / 13' te şöyle açıklamaktadır;
^^ Ey insanlar...!
doğrusu biz, sizi bir erkekle bir kadından yaratıp, birbirinizi tanıyıp bilesiniz diye kavimlere ve kabilelere ayırdık. Bilmelisiniz ki, Allah katında en şerefliniz, takvaca en ileride olanınızdır.^^
Evet bizleri kadın - erkek ayrı ayrı soy sop olarak yaratan Allah, hak ve sorumluluklarımızı yaradılış özeliklerimize göre düzenledi.Hiçbir erkek veya kadın, Allah'ın kendisine yüklemiş olduğu sorumlulukları ve hakları kulanarak kendini üstün göremez, eşine ve çocuklarına eziyet edemez..
Böyle birşey Allah'ın razı olamayacağı kötü bir davranıştır.Eşlerden herbirinin fıtratlarının gereği yerine getirdiği birliktelikler, dünya hayatında huzur, ahiret hayatında da ebedi saadet olarak devam eder.
Dinimizin hükümleri, insanın fıtratı ile kesinlik çelişmez.Zira yüce Allah islam ve fıtrat kelimelerini aynı anlamda kullanmıştır.
Dolayısıyla islamın hiçbir hükmü, insanlar arasında eşitsizliğe yol açmak ya da kimilerini daha üstün kılmaya yönelik değildir. Üstünlük her şeyiyle muhtaç bir varık olan (hem erkek hem kadın) insanın değil, sadece yoktan var eden hiç birşeye muhtaç olmayan Allah'a aittir.
İnsanların üstünlüğüne gelince, Ayet-i Kerimeyi tekrar hatırlatayım, ^^ Bilmelisiniz ki Allah katında en şerefliniz, takvaca en ileride olanınızdır ^^ buyurmaktadır.
Gitmeden çönce sevdiğimiz kişiyi dualarla allaha emanet etmek en güzeli.
Türkçe bu konuda engin bir islami kültürle harmanlanmış olduğundan dilimizde de veda sözü olarak ^^Allah'a ısmarladık^^ kullanılır.
Böylece çok sevdiklerimizi en büyük koruyucuya, yani yüce Allah'a dularla emanet ederiz.
Türkçe ve Latince bazı sözcükler arasında yakınlıklar vardır. Her iki dilde ortak biçimde ve ortak anlamda kullanılan sözcüklerden bazıları şunlardır:
Türkçe: ata............................Latince: atta;
Türkçe: amrak = sevgili, âşık....Latince: amare = sevmek;
Türkçe: dam.......................... Latince: domus = ev, çatı;
Türkçe: kedi.......................... Latince: cattus;
Türkçe: tepe......................... Hint-Avrupa dillerinde: top;
Türkçe: bal........................... Latince: mel
vb.
Protonların içinde daha küçük parçacıklar olduğunun ispatından önce bile, fizikçiler bulunan 300 küsur parçacığı sınıflandırabilmek için bir çok teori ürettiler. Bu teorilerin çoğunda aralarındaki benzerlikleri açıklamak için bu parçacıkların daha temel daha küçük parçacıkların bileşiminden oluştuklarını belirtiyorlardı.
Bu teorilerden en başarılısı Gell - Mann ve Zweig'in birlikte açıkladıkları ^^quark^^ modeliydi. Bu modelde Gell - Mann ve Zweig tüm maddelerin down (d) , up (u) ve strange (s) adlı üç değişik quarktan oluştuğunu ve bu üç değişik quarkın çeşitli şekillerde birleşerek tüm atomaltı parçacıkları oluşturduklarını belirttiler.
Quarkları parçacıklar içinde hapseden gücün ne olduğu konusunda detaylı bir bilgiye sahip olmamamıza rağmen, görünen o ki tüm quarklar parçacıklar içinde değeri çok büyük bir kuvvetle tutuluyor. Bu kuvvete ^^color^^ yani ^^quarkın rengi^^ adı veriliyor. Bu kuvvetin quarkları parçacık içinde hapsettiği ve ne zaman bir çarpışma sonucu quarklardan bir tanesi uzaklaşsa hemen geri yerine çektiği düşünülüyor. Daha doğrusu quarklar parçacıkların içinde sanki bir yayla bağlı gibiler. Siz yayı ne kadar gererseniz gerin sonuçta bıraktıktan sonra tekrar eski halini alıyor. Işte bu yüzden quarklar tek başına gözlemlenemiyor..
Şu ana kadar hangi insanoğlunun her hangi bir yerinde oluşan bir şey, o insanın hayatını kolaylaştırıp onu daha mükemmel hale getirmiştir ki, insanoğlu evrimleşerek mükemmelleştiğini savunabilsin... ^^Allah, yeryüzünü sizin için bir karar, gökyüzünü ...
risk
05.02.2007 - 00:20Gülmek, ^^SAF^^ denme riskini göze almaktır.
Ağlamak ise, ^^DUYGUSAL^^ görünme riskini...
Birine yakınlaşmak, ^^KENDİNİ KAPTIRMA^^ riskini,
Duygularını açmak, ^^KENDİNİ ORTAYA KOYMA^^ riskini,
Hayalleri ve düşünceleri sergilemek ise, ^^ONLARI BAŞKASINA KAPTIRMA^^ riskini göze almaktır.
Sevmek, ^^KARŞILIK GÖREMEME^^ riskini...
Yaşamak ise, ^^ÖLME^^ riskini göze almaktır.
Umutlanmak, ^^HAYAL KIRIKLIĞINA UĞRAMA^^ riskini
Çabalamak ise, ^^BAŞARISIZ OLMA^^ riskini göze almaktır...
Ama riskler yaşanmalıdır,
Çünkü; hayatımızın en büyük riski hiç risk almamaktır.
Hiç risk almayan kişi, belki acı ve üzüntülerden konunabilir
ama büyüyemez, sevemez, değişemez, hissedemez, öğrenemez.
Garanti arayışlarıyla zincirlenmiş bir köle olarak yaşarken,
bedelini; özgürlüğünü kaybederek öder.
okumak
05.02.2007 - 00:02Bir insanın okuyup öğrendikleri ne kadar çok olursa olsun, bunlar hiçbir zaman onu okuyup öğrenmekten alıkoymamalıdır. Gerçek bilim adamları, ekseriyetle sürekli araştırmalarının yanında bildiklerini yetersiz bulan kimseler arasından çıkmıştır.
git
03.02.2007 - 00:46Gözyaşlarıma şemsiye tutarak git ama bulutlarıma sakın dokunma.
ölüm
03.02.2007 - 00:22Ey İnsan!
Ne sen ölümden kaçabilirsin nede ölüm senin peşini bırakır.
Öyle ise bu gaflet çukurları içinde kıvranman niye?
Diyelim ki bu dünyada her şeyin var, peki ya öbür dünyan?
Orası için hazır mısın?
Yoksa damarına işleyen ibadetlerinde göstermiş olduğun tembellik, umursamama hastalığından ölüm meleği gırtlağına çöktüğü zaman mı kurtulmak istiyorsun?
Yoksa cebindeki üç beş kuruş para ile ebedi bir hayatı satın almayı mı düşünüyorsun........? ? ?
En iyisimi sen ölüme hazırlan.....! ! !
Ölüm sana gelmeden.....
fatih sultan mehmet
03.02.2007 - 00:15Fatih’e sorarlar:
=İstanbul’u niçin fethettiniz?
Cevap verir:
=Önce o benim gönlümü fethettiği için...!
nene hatun
02.02.2007 - 23:55Takvimler 7 Kasim 1877’yi gosteriyordu.
Nene Hatun uc yil once evlenmisti. Henuz yirmisindeydi ve uc aylik bebegi vardi. On bes gun once, koyleri Rus askerleri tarafindan isgal edilince, ailesiyle Erzurum’a gelmisti.
Turk ordusu uzunca bir zamandir bircok cephede carpisiyordu. Dogu cephesinde de savas butun hiziyla devam ediyordu. Aslinda Gazi Ahmet Muhtar Pasa simdiye kadar dusmanin isini coktan bitirecekti; ama hesapta olmayan bir dusman daha vardi.
Yillarca bu topraklarda birlikte yasadigimiz Ermenilerden bir kismi simdi ceteler hâlinde geziyor, baskinlar yapiyor, mâsum insanlari -hem de coluk cocuk demeden- katlediyordu. Daha dun sabah, yakinlardaki bir koyde ceteler tarafindan agaca civilenen bebegin hikâyesini dinlemisti.
Allah’im bu nasil bir vahsetti, bunu yapanlarin hic mi vicdani yoktu! Nene Hatun, asirlarca birlik ve beraberlik icinde yasadiklari bu insanlardan bazilarinin bugun nicin bu derece canavarlastiklarini zaman zaman dusunuyor; fakat ikna edici bir cevap bulamiyordu......
Bu ceteler yuzunden eli silâh tutan herkes cepheye gidemiyor, mâsumlar katledilmesin diye koylerde nobet tutuluyordu.
Kerpicten yapilma iki odali evlerinin kucuk odasinda safagin sokmesini bekleyen Nene Hatun, bir yandan sobanin yani basindaki besiginde uyuyan bebegini salliyor, diger yandan da mum isiginda sag elindeki Mushaf’i okumaya devam ediyordu.
Bircok yakini cephedeydi. Uzun zamandir hic birinden haber alamamisti. Dun kusluk vakti agabeyini getirmislerdi. Vucudunda bogaz bogaza carpismanin sebep oldugu cok derin sungu yaralari vardi. Âdeta damarlarinda kan kalmamisti. Ve bir-iki saat sonra Nene Hatun’un kollarinda ruhunu teslim etti.
Nene Hatun, kutlu bir yolda canini veren ve sehadet serbetini icerek sonsuzluga ucan agabeyinin vucuduna sarilip agladi, agladi, agladi... Sehitlerin ardindan aglanmaz diye engel olmaya calistilar; ama Nene Hatun sadece agabeyi icin degil, vatan icin de agliyordu.
Cepheden gelen son haberlere gore dusman cok kalabalikti, ondan da onemlisi iyi silâhlari vardi. Bunlari dusunurken, dilinden hic dusurmedigi duasini bir kez daha tekrarladi: “Allah’im, dusmanlari Sen’in azamet ve kudretine havale ediyor ve serlerinden Sana siginiyoruz.”
Sabah ezaninin okunmasina az bir zaman vardi. Disaridan gelen bagrismalar ve silâh sesleriyle irkildiler. Esinin disari cikmasiyla iceri girmesi bir oldu ve kararli bir sekilde sunlari soyledi: “Ermeni ceteleri ve Rus askerleri tabyalara saldirmislar, karsi koymaya gidiyoruz.
Eger donemezsem ve dusman buraya kadar gelirse sakin teslim olmayin, alacaklarsa cesetlerinizi alsinlar. Allah’a emanet olun! ” Ve sobanin yaninda duran baltayi kaptigi gibi kapidan yildirim hiziyla tabyalara dogru kosmaya basladi.
Nene Hatun’un cesaretli ve sogukkanli bir yapisi vardi. Kocasinin kolay kolay geri donmeyecegini biliyordu. Arkasindan “Allah yardimciniz olsun! ” diye dua etti.
Zaman hayli ilerlemisti. Silâh seslerinin ardi arkasi kesilmiyordu. Abdestini tazeledi. Yuregi cephede, kulagi ezandaydi. Fakat minarelerden ezandan hemen once farkli bir ses duyuldu. Aziziye Tabyalari’nin dusman eline gectigi, askerlerin cogunun sehit oldugu ilân ediliyordu.
Cok dinleyemedi Nene Hatun. Cocugunu optu, kokladi; “Nâzim’im seni bana Allah verdi, ben de seni yine O’na emanet ediyorum” dedi. Eline satirini ve sehit agabeyinin tufegini aldigi gibi tabyalara dogru kosmaya basladi.
Tabyalarda mevzilenmis ceteler ve dusman askerleri, kendilerine dogru akmakta olan iman ordusu karsisinda sanki butun Anadolu uzerlerine geliyormus gibi hissettiler. Baslarindaki subayin “Ates serbest! ” emriyle namlular birbiri ardina patlamaya basladi. Ilk siralarda olanlar birer birer yere yigiliyordu; ama gelenlerin ardi arkasi kesilecek gibi degildi. Dusman, hic boyle bir direnis beklemiyordu.
Yediden yetmise butun Erzurumlular, tabyalarin demir kapilarini bir kâgit gibi cigneyerek dusmanin icerisine dalmisti. Ceteler ve dusman askerleri sel sularinda eriyen kar gibi eridi. Carpisma kisa surmustu. Nene Hatun, cetelerin olanca kinleriyle sokerek yere attiklari sanli bayragi dustugu yerden aldi, alnina goturdu ve gozlerinden yaslar bosanirken ait oldugu yere asti.
Nene Hatun ve kahraman Anadolu insaninin o sabah baslattiklari mucadele, dusman, vatan topraklarini terk edinceye kadar devam etti. Iyi donanimli dusman askerlerinden tabyalar geri alindi. Uc bin dusman askeri oldurulmustu. Buna karsilik bin kadar sehit vardi. Varsin olsundu, vatan olmadiktan sonra yasamanin ne mânâsi vardi? ! ..
Nene Hatun da omzundan yaralanmisti. Ama o âdeta kendini unutmus, yarasi daha agir olanlarin yardimina kosuyordu. Birkac dakika oncesine kadar cephede mermi tasiyan, askerlere su dagitan ve siper kazan kahraman kadin, simdi yerini askerlerin yaralarini saran bir hastabakiciya birakmisti.
O gun Aziziye Tabyalari’nda, Musluman-Turk tarihinde Nene Hatun’la sembollesen altin bir sayfa daha acildi. Allah icin can siperâne mucadele veren Safiyye ve Nesibe Hatunlarin, Ûmm-û Hiramlarin, cepheye cephane tasirken donarak sehit olan Serife Analarin, cephane arabasinin boyundurugunun bir tarafina elde kalan tek hayvanini, diger tarafina da kendisini kosarak cepheye mermi tasiyan Ayse Analarin olusturdugu altin halkaya bir kahraman kadin daha eklendi.
Nene Hatun’un vatan icin kahramanca verdigi mucadele bu kadarla da bitmemisti. O gun evde uc aylikken biraktigi oglu Nâzim ve daha sonra dogan uc oglundan ikisi, Birinci Dunya Harbi’nde canlarini vatana feda ettiler.
Ne mutlu sana Kahraman Ana. Kendin gazi, ogullarin sehit...
Aziziye Tabyasi’na diktigin bayrak, bugun dalgalanmaya devam ediyor.
Yahya KUREKCI'nin kaleminden.
karafatma
02.02.2007 - 23:45Kendisi, Kuvva-i Milliye devresindeki hizmet ve faaliyetlerini bir gazeteciye aşağıdaki şekilde hulâsa etmiştir:
-İzmit, Adapazarı, Düzce ve civarına Yunanlılar sık sık baskınlar yapıyordu. Bir gün kumandan Halid Bey beni çağırdı ve şunu söyledi:
–Fatma Hanım, senin bugüne kadar yaptıklarından çok memnunum, sana kaymakamlık vereceğim.
Halid Bey’in bu sözlerinden anlamıştım ki; bana gene mühim bir iş verecek.
Şu emri verdi. “–Şimdi adamlarını alıp İznik’e gideceksin! ”
“–Ama ben on beş gün önce orada idim.”
“–Gene gideceksin, orada bulun, işlerin var.”
Emir, emirdi. Derhal hazırlandım, atlarımıza atladık, dağlardan bayırlardan dolu dizgin koşturuyorduk.
Yolda nefes nefese iki köylüye rastladık.
Bizi görünce:
“–Aman” dediler, “imdada gelin, köyümüzü bastılar, hepimizi öldürecekler.”
“–Kimler bastı, köyünüzü? ”
“–Kimler olacak, gâvurlar.”
Öyle günler yaşıyorduk ki; kimseye inanmak caiz de değildi hani. Bu, düşmanın bir oyunu olabilirdi, nitekim bu gibi hadiselerle çok karşılaşmıştık.
“–Hangi köydensiniz? ”
“–Elmacık Köyü’nden.”
Hemen atlardan indik, kıyafetlerimizi değiştirdik. Ben eski püskü bir elbise giymiştim.
Köye girdiğimiz zaman manzara tüyler ürpertici idi.
Meydanda bir papaz oturuyordu. Etrafında onbeş, onaltı kadar silâhlı vardı. Türkleri bir araya getirmişlerdi. Papaz, Hıristiyan kadınlara sordu:
“–Nasıl ceza verelim? ”
Kadınlardan biri:
“–Onları iyice bağladıktan sonra bize teslim ediniz, intikamımızı biz alırız” dediler.
Benden şüphe edilmediği için yanlarına kadar yaklaşmıştım.
Papaz, üç Türk’ün bir ağaca bağlanmasını emretti.
Kardeşime yaklaştım:
“–Hali görüyor musunuz? ” dedim. “İyi ki gelmişiz, şimdi tabancamı adamların üzerine boşaltacağım.”
Kardeşim sert sert yüzüme baktı ve yavaş sesle:
“–Acele etme, sonra işi bozarız” cevabını kulağıma fısıldadı. Ben bekleyecek halde değildim. Heyecanımdan tir tir titriyordum. Oğlum da benim halimden şüphelenmişti. Yanıma yaklaştı O da fısıldadı:
“–Acele etme ana! ”
Düşmanın rengi küle döndü...
Ağaçlara bağlananların az sonra can vereceklerini anlayan köylüler ağlaşmaya, feryad etmeye başlamışlardı.
Ne olursa olsun fazla sabredemeyecektim. Tabancamı çektim ve:
“–Teslim olun! ” diye haykırdım.
Tabiî adamlarım da silahlarını çekmişlerdi. Bu beklenmeyen hâl, düşmanı öylesine şaşırtmıştı ki... Hemen ağaçlara bağlananların iplerini çözdürdüm ve silahlı düşmanların silahlarını aldırdıktan sonra onları bağlattım.
Papaza dönerek:
“–Haydi” dedim, “şimdi siz ölümlerden ölüm beğenin.”
Hepsinin de rengi kül gibi olmuştu. Titriyorlardı. Oracıkta düşüp öleceklerdi.
Adamlarıma döndüm:
“–Hepsini Halid Bey’e götürünüz” dedim, “cezalarını o verecektir.”
İzmit’e döndüğümüz zaman Süvari Livası Hacı Arif Bey bu muvaffakiyetimizden dolayı bizim için büyük bir merasim hazırlamıştı. Köylüler, coşkun tezahürat yapıyordu. Fakat bu muvaffakiyet ile birlikte beni sükûtu hayale garkeden bir mesele hasıl oldu. Meğer “Kara Fatma tehlikeden sakınmıyor, başımıza bir iş açar” diye beni, geri hizmetlere almaya karar vermişler.
Kıyameti kopardım.
Halid Bey:
“–Bilmiyorum Fatma Hanım” dedi, “ölümden korkmuyorsun, fakat ya şehid olmaz da esir düşersen ne olur? .. Bizimkilerin maneviyatı bozulur, düşmanın maneviyatı kuvvetlenir. Sen hiçbir tehlikeden kaçmıyorsun. Ya, Elmacık Köyü’ndeki düşman kuvvetli olsaydı da sizi esir etseydi? ..”
O zaman kim tehlikeyi düşünüyordu... Bundan sonra ihtiyatlı olacağımı vadederek vazifeme devam ettim.”
Karafatma'nın Anılarından......
Bu ülke böyle yürekli insanlar tarafından kazanıldı. Şimdi bazı zibidileri görünce insanın içinin sızlamaması elde değil...; /(
karafatma
02.02.2007 - 23:34Sivastopol Destanı’nda Kara Fatma
Beş altı gün sonra geldi
Kara Fatma–i gazi
Nisâlar kahramanı, şeref–razı
Beş altı yüz kişiyle geldi o an,
Kamusu hep süvâri–i namdarân.
Onların nâmı var Türkmen ilinde
Kılıç belinde, kargı yollarında.
Onlar çok kırdı düşman, döktü kanın
Şehid oldu karındaşı nisânun.
O hâtun kendi dahi yaralandı
Onuldu yarası hoş varlandı.
Ömer paşa olup Şumnûda kâim
Onlara gönderir cephâne dâim.
Kara Fatma bu harpte yüz bin kişilik düşman ordusunun karşısında geceli gündüzlü harbederek Türk ordusunun en ileri hatlarına kadar giderek askere cesaret aşılamıştı. Bu harpte bir ara yaralanmış ve kardeşini kaybetmişti. Kahramanlığı yabancı eserlere de geçmiştir. Allah şefaatinden mahrum eylemesin
karafatma
02.02.2007 - 23:27Asıl adı Fatma Seher Erden olup, karafatma lakabıyla ünlenmiş kadın kahramanlarımızdandır. 1888 - 1955 yılları arasında yaşamıştır.
Erzurum'da doğmuştur. Subay Derviş Bey'le evlenipBalkan Savaşına katıldı. I. Dünya Savaşı'nda 9-10 kadınla Kafkas cephesine gitti. Eşleri Ermeniler tarafından şehit edilmiş kadınlarımızla birlikte Ermenilerle çarpıştı.
Milli mücadele döneminde oğlu, kızı ve kardeşleriyle beraber Bursa ve İzmit'in düşman işgalinden kurtarılması için çalıştı. 300'ü aşkın müfrezesiyle Sakarya ve Başkomutan Meydan Muharebeleri'ne katıldı. Üsteğmen rütbesiyle emekli oldu. Emekli maaşını Kızılaya bağışladı. 1954 yılında TBMM tarafından kendisine yeniden aylık bağlandı. Ertesi yıl da doğduğu yer olan Erzurumda hayata gözlerini kapadı.
Bu satırları yazarken aklıma ^^ Heimiz Ermeniyiz ^^ diyen insanlar geldi birden. Ve eğer hâlâ ^^hepiniz Ermeni^^ iseniz, Kara Fatma lakaplı Sultanımız sizden daha erkekmiş demek geldi içimden...
mevlana
02.02.2007 - 23:11Hz mevlana ^^ Kim olursan ol gel ^^ diyebilecek kadar engin hoşgörüye sahip muhterem bir insandır.
Ama ben bu güne kadar mevlana olduğumu hiç söylemedim. Böyle olduğumu da hiç düşünmedim.
Ben ancak, ^^ ÖNCE İNSAN OL, SONRA GEL ^^ diyorum. Ve insan olmayanlarla muhatap bile olmam.
deprem
02.02.2007 - 22:56Gece üstümüze mi düştü anne?
Karanlığa sıkıştım...
Karanlık beton kokuyor anne,
Karanık taştan ağır.
Göğsüm eziliyor.
Yakmayacak mısın ışıkları?
Duymuyor musun beni?
Uyuyor musun?
Korkuyorum anne.
Karanlığa sıkıştım anne,
Korkuyorum,
Bu karanlık, benim gecelerimden değil.
Benim karanlığımda;
Yıldızlar olurdu, ay olurdu.
Ufukta mavi bir aydınlık olurdu.
Sabah olurdu uyandığımda.
Ağlasam yanardı ışıklar.
Ağlasam sen olurdun yanımda.
Bu karanlık benim gecelerimden değil.
Bu karanlık beton kokuyor anne.
Korkuyorum.
Duymuyor musun beni?
Uyuyor musun...?
Sabah olmayacak mı anne?
Rüya mıı bu?
Yalan mı bu karanlık?
Yalan mı beton kokusu?
Duymayışın yalancıktan mı?
Cehennem bu mu anne? ! !
Hani çocuklar cennete giderdi?
Hani ışıkları cennetin?
Göğsümü acıtan ne?
Uyandırmayacak mısın anne?
Yakmayacak mısın ışıkları?
Duymuyor musun beni?
Karanlığa sıkıştım,
Korkuyorum!
Bu amcalar kim anne?
Bu ablalar kim?
Bu alkışlar niye?
Mavi bir ışık dönüyor ambulansın üstünde.
Evler nerede anne?
Evimiz nerede?
Sen.. Neredesin?
Dışarıdayım anne,
Depremin orta yerinde,
Yıkıntılar üstünde,
Yıkılmışların yanındayım.
Sessizliği dinliyorum anne.
Bir amca bağırıyor:
^^Duyuyorsan duvara vur! ! ! ^^
Biliyorum, duvar yok orada.
Karanlığa vur anne!
Karanlığa vur..........
Sessizliği dinliyorum,
Seni dinliyorum.
Yağmur yağıyor anne.
Uyuma,
Üşüyeceksin.
Karanlığa vur anne.
Karanlığın gözlerine.
Vur anne.......vur.......vur.! ! ! !
Duyuyorum seni
Bekliyorum...
Yaşar TÜRKOĞLU
ağzı olan konuşuyor
02.02.2007 - 22:43Biliyorsan konuş örnek alsınlar bilmiyorsan sus adam sansınlar.
yavuz sultan selim
02.02.2007 - 22:34Yavuz Sultan Selim, birçok Osmanlı Padişahı gibi sefer hazırlıklarını gizli tutarmış. Bir sefer hazırlığında veziri ısrarla seferin yapılacağı ülkeyi sorunca, Yavuz ona:
= Sen sır saklamasını bilir misin? diye sormuş.
=Vezir, Yavuz'dan cevap alacağı ümidiyle:
=Evet, Hünkarım bilirim, dediğinde; Yavuz cevabı yapıştırmış:
=Ben de bilirim.
Her zaman az ama öz konuşan verdiği cevaplarıyla herkese ders veren bir padişahımızdı.
haver craft
02.02.2007 - 22:25Haver craftlar hem karada hem de suda çok hızlı gidebilen bir vasıtadır. Su yüzeyinde uçarcasına hareket ettiğinden dolayı radara yakalanmaması da bu aracı askeri açıdan önemli kılıyor. Ayrıca su mayınlarına takılma riski de bulunmayan ender araçlardandır.
Seyyid i Burhaneddin Hazretleri
02.02.2007 - 22:03Seyyi-i Burhaneddin Hazretlerinin türbesi özellikle cuma günleri Kayseri halkının ziyaret akınına uğrar.
Bu muhterem kişinin türbesine gidilir ve dualar edilir. Kendisi için bir dilekte bulunan insanların dileğini dileyip elleriyle gözlerini kapattıktan sonra eğer ki dileği gerçekleşecekse sağ omzuna doğru bir güç tarafından döndürüldüğü bizzat yaptığım duadan sonra yaşadığım bir olaydır ki ben buna hiç ihtimal vermiyordum. Çok şaşırtıcıydı, beni çok etkiledi.
Kayseride yaşayan herkes bu yüce kişiye çok büyük bir sevgi, saygı ve hürmet gösterirler..
Allah'ın rahmet eylesin..
Seyyid i Burhaneddin Hazretleri
02.02.2007 - 21:37Kayseri’nin Güneydoğusunda Seyyid-i Burhaneddin adıyla anılan Türbe-i Şerifesi’nde defnedilmiş bulunan Mevlana Celâleddin Hazretleri’nin hocası, Üstad-ı Azam Seyyid-i Burhaneddin Muhakkık-i Tirmizi Hazretleri mutasavvıfların dilinde, Seyyid-i Sırdan, halk arasında da Seyyid-i Burhaneddin ünvanı ile meşhurdur ve Hz. Hüseyin Efendimiz’in soyundan gelmektedir.
Aslen Tirmizli olup, Mevlâna Hazretlerinin babası Sultan-ul Ulema Bahauddin Veled Hazretleri’nden feyiz almış ve Mevlâna Hazreterine dokuz sene hocalık ve eğiticilik yapmıştır.
Seyyid-i Burhaneddin Hazretleri’nin sohbetlerinden derlenen “MA’ARİF” isimli eserinden başka, bir mirası ve sünneti olarak, bundan birkaç yıl evveline kadar Kayserililerce, alimlerin vefatlarında minare ve çarşılarda ilanlar yapılırdı. Şimdi bu kaide kısmen çarşılardan kaldırılmış olup, minarelerde müezzinler vesilesiyle Sala olarak söylenmektedir.
Seyyid-i Burhaneddin Hazretleri'nin türbesinin giriş kapısının üzerinde eski Kayseri mutasarrıfı Nazım Paşa tarafından yazılan şu kıt’alar yer alır;
^^ Fartı adab ile gir zair muhlis ki budur
Merkad-ı Muhterem Hazreti Burhaneddin
Çeşmi irfanına kühul ister ola isen
Cebne sayi kademi Hz. Burhaneddin budur ^^
^^ Ey ihlas sahibi ziyaretçi..! Burası, Hz. Burhaneddin’in hürmete layık türbesidir. Büyük bir saygıyla gir. Eğer irfanın gözüne sürme çekmek istiyorsan Burhaneddin Hazretleri’nin ayağına alnını sürmelisin.^^
Allah (c.c) cümlemizi şefaatine nail eylesin. AMİN
islamda kadın hakları
02.02.2007 - 00:14Günümüzde en çok konuşulan konulardan birisi de kuşkusuz islamda kadın hakları.
Söylenenler bizi aydınlatmaktan ziyade kafalarımız karıştıryor.Galiba unutulan şu;
İnsanları yaratan hak ve sorumluluklarını yaratılışlarına uygun olarak bildiren bir sahipleri var..
Tek yol yaratıcımızın tayin ettiği bu hak ve sorumluluklarımızı öğrenip, gereğini yerine getirmek, farklılık ve üstünlük değildir.
Erkekelr ve kadınlar insan olarak birbirlerine eşittirler ama cinsiyet olarak birbirlerinden farklı ve kendilerine has özelliklere sahipler.
bu farklılıklar kişilerin isteğine bırakılmamış, tamamen Allah'ın dilemesi ve yaratması ile meydana gelmiştir. Hiç birimizcinsiyetimiz konusunda bir tercihte bulunmadık.
Yüce rabbimiz bu gerçeği Hucurat suresi / 13' te şöyle açıklamaktadır;
^^ Ey insanlar...!
doğrusu biz, sizi bir erkekle bir kadından yaratıp, birbirinizi tanıyıp bilesiniz diye kavimlere ve kabilelere ayırdık. Bilmelisiniz ki, Allah katında en şerefliniz, takvaca en ileride olanınızdır.^^
Evet bizleri kadın - erkek ayrı ayrı soy sop olarak yaratan Allah, hak ve sorumluluklarımızı yaradılış özeliklerimize göre düzenledi.Hiçbir erkek veya kadın, Allah'ın kendisine yüklemiş olduğu sorumlulukları ve hakları kulanarak kendini üstün göremez, eşine ve çocuklarına eziyet edemez..
Böyle birşey Allah'ın razı olamayacağı kötü bir davranıştır.Eşlerden herbirinin fıtratlarının gereği yerine getirdiği birliktelikler, dünya hayatında huzur, ahiret hayatında da ebedi saadet olarak devam eder.
Dinimizin hükümleri, insanın fıtratı ile kesinlik çelişmez.Zira yüce Allah islam ve fıtrat kelimelerini aynı anlamda kullanmıştır.
Dolayısıyla islamın hiçbir hükmü, insanlar arasında eşitsizliğe yol açmak ya da kimilerini daha üstün kılmaya yönelik değildir. Üstünlük her şeyiyle muhtaç bir varık olan (hem erkek hem kadın) insanın değil, sadece yoktan var eden hiç birşeye muhtaç olmayan Allah'a aittir.
İnsanların üstünlüğüne gelince, Ayet-i Kerimeyi tekrar hatırlatayım, ^^ Bilmelisiniz ki Allah katında en şerefliniz, takvaca en ileride olanınızdır ^^ buyurmaktadır.
dua
01.02.2007 - 23:45Lütfen, ettiğimiz dualarda ezilen, sömürülen, işgal altındaki bütün Müslümanları da unutmayalım.
seyyid ahmet arvasi
01.02.2007 - 23:00Öğrenci;
^^Hocam,diye sormuş.İnsan,maymunun gelişmiş şeklidir^^ diyorlar.
^^Ne dersiniz? ^^
Seyid Ahmet Arvasi cevap vermiş.
^^O mantığa göre çınar ağacı da, maydanozun gelişmiş şeklidir.^^
necip fazıl kısakürek
01.02.2007 - 22:54Necip Fazıl Kısakürek, vapurla Kadıköy'e geçerken, yanına biri yaklaşıp;
^^Üstad, peygamberlere ne diye gerek duyuldu? Biz yolumuzu bulabilirdik ^^ demiş.
Necip Fazıl, okuduğu kitaptan başını bile kaldırmadan:
^^Ne diye vapura bindin ki? yüzerek geçsene karşıya.^^ cevabını vermiş.
necip fazıl kısakürek
01.02.2007 - 22:45Necip Fazıl'a, ^^Allah, deveyi iğnenin deliğinden geçirebilir mi? ^^ diye sormuşlar.
^^Evet geçirir^^ demiş.
Bunun üzerine ^^deveyi mi küçültür, yoksa iğneyi mi büyültür? ^^ demişler.
Necip Fazıl, İlahi kudretin sonsuzluğunu ifade babında, şu cevabı vermiş:
- ^^Ne deveyi küçültür, ne iğneyi büyültür. Gökteki yıldızları senin gözbebeğine sığdırdığı gibi, vızır vızır geçirir.''
demiş.
gitmeden söylenilecek son söz
01.02.2007 - 22:28Gitmeden çönce sevdiğimiz kişiyi dualarla allaha emanet etmek en güzeli.
Türkçe bu konuda engin bir islami kültürle harmanlanmış olduğundan dilimizde de veda sözü olarak ^^Allah'a ısmarladık^^ kullanılır.
Böylece çok sevdiklerimizi en büyük koruyucuya, yani yüce Allah'a dularla emanet ederiz.
latince
01.02.2007 - 22:11Türkçe ve Latince bazı sözcükler arasında yakınlıklar vardır. Her iki dilde ortak biçimde ve ortak anlamda kullanılan sözcüklerden bazıları şunlardır:
Türkçe: ata............................Latince: atta;
Türkçe: amrak = sevgili, âşık....Latince: amare = sevmek;
Türkçe: dam.......................... Latince: domus = ev, çatı;
Türkçe: kedi.......................... Latince: cattus;
Türkçe: tepe......................... Hint-Avrupa dillerinde: top;
Türkçe: bal........................... Latince: mel
vb.
quark
01.02.2007 - 21:49Quarklar atom altı parçacıklar olarak da bilinir.
Protonların içinde daha küçük parçacıklar olduğunun ispatından önce bile, fizikçiler bulunan 300 küsur parçacığı sınıflandırabilmek için bir çok teori ürettiler. Bu teorilerin çoğunda aralarındaki benzerlikleri açıklamak için bu parçacıkların daha temel daha küçük parçacıkların bileşiminden oluştuklarını belirtiyorlardı.
Bu teorilerden en başarılısı Gell - Mann ve Zweig'in birlikte açıkladıkları ^^quark^^ modeliydi. Bu modelde Gell - Mann ve Zweig tüm maddelerin down (d) , up (u) ve strange (s) adlı üç değişik quarktan oluştuğunu ve bu üç değişik quarkın çeşitli şekillerde birleşerek tüm atomaltı parçacıkları oluşturduklarını belirttiler.
Quarkları parçacıklar içinde hapseden gücün ne olduğu konusunda detaylı bir bilgiye sahip olmamamıza rağmen, görünen o ki tüm quarklar parçacıklar içinde değeri çok büyük bir kuvvetle tutuluyor. Bu kuvvete ^^color^^ yani ^^quarkın rengi^^ adı veriliyor. Bu kuvvetin quarkları parçacık içinde hapsettiği ve ne zaman bir çarpışma sonucu quarklardan bir tanesi uzaklaşsa hemen geri yerine çektiği düşünülüyor. Daha doğrusu quarklar parçacıkların içinde sanki bir yayla bağlı gibiler. Siz yayı ne kadar gererseniz gerin sonuçta bıraktıktan sonra tekrar eski halini alıyor. Işte bu yüzden quarklar tek başına gözlemlenemiyor..
Toplam 443 mesaj bulundu