Kayseri' nin Tomarza ilçesinin Travşın köyünde, bugünkü adıyla İncili köyünde doğduğu rivayet edilir. Bu bakımdan incili çavuşa hemşerim diyebilirim. Asıl adı Mustafa'dır.
Hazır cevaplığı ve zekâsını yansıtan esprileri ile tarihe geçmiş, Osmanlı sarayında da meddahlık yapmıştır. Bir rivayete göre de İran'a elçi olarak da gönderilmiştir. 1630 yıında ebediyete yolculuk etmiştir.
İncili Çavuş, incili lakabını kavuğundaki inciden almaktadır. İncili çavuştan söz edip de onun esprilerinden örnek vermeden geçmek olmaz sanırım;
Bir yabancı elçiyi padişah kabul edecekti. Bu elçi, ülkesinin çok varlıklı olduğunu göstermek İçin,.ne kadar altın, inci, elmas gibi süs eşyası varsa, bunları üstüne başına takıp takıştırıp huzura çıkmak istedi. Saray görevlileri bu adamın yaptığı garipliğin önüne geçmek istiyorlardı ama ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Hemen akıllarına İncili çavuş geldi:
-Aman çavuş, şu adamı sen yola getirirsin Ne yapacaksan yap şu haline engel ol
İncili, 'Çaresini buluruz' dedi. Bir süre düşündü. Sonra atın- inci karışımı sedef kakmalı bir çift takunyayı onun gireceği tuvalete koydu. Adam tuvalete girip bunları görünce şaşırdı. Çıkınca İncili Çavuş 'a sormadan edemedi:
Bütün canlılarda süt çiğ olarak içildiği halde, bu deyim sadece insanoğlu için söylenir. Bunun altındaki gerçek şu ki, diğer canlılar her zaman belli bir nedenle çevrelerindeki canlılara zarar verirler. Örneğin aslanlar, acıkması halinde fıtratları gereği, başka bir canlıyı öldürür ve yerler. Bunun dışında başka bir canlıyı nedensizce öldürdükleri ya da zarar verdikleri pek de rastlanan bir olay değildir.
Halbuki insanoğlu zevk için bile canlıları öldürebiliyor. Bu yüzdendir ki çiğ süt emmek deyimi insanoğlu için en fazla kullanılan, ve en çok yakışan bir terimdir.
^^Kim bir canı, bir can karşılığında veya yeryüzünde bir bozgunculuğu olmaksızın öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur.
Kim bir insanın hayatını kurtarırsa, bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.^^ (Maide 5/32)
İslâm dini, insan hayatına büyük değer ve dokunulmazlık atfetmiştir. ^^İnsan hayatı^^, bizzat insanın kendisine ^^ilahi emanet^^ olarak verilmiştir. Böylece her müslüman, başta, kendi hayatına ve hayatın devamını sağlayan sağlık konusuna büyük önem verecek, halka halka bütün insanlığın varlığı ve sağlığı ile yakından alâkadar olacaktır.
İslâm'ın telkin ettiği bu anlayış, asırlar boyunca müslümanlara rehberlik etmiş, dinin, aklın, neslin, malın ve sağlığın korunması esas alınmıştır.
^^Bir insanın hayatını; kurtarma ve yoketme açısından insanlığın hayatıyla aynileştiren^^ ilahi mesaj doğrultusunda, müslümanlar,insan ve toplum sağlığına hizmet etmeyi en büyük hayır vesilesi olarak kabul etmişlerdir. Bu konuda müslüman hanımlar da,asırlardır sağlık hizmetleri alanında büyük gayretler göstermişlerdir. Ve İslâm tarihinde, hiçbir hizmet alanı, sağlık hizmetlerinde ve hasta bakımında olduğu kadar, dinin gücünden ve motivasyonundan faydalanmamıştır.
Müslüman hanımların sağlık hizmetleri alanındaki fonksiyonları, Hz.Peygamber döneminden başlayarak günümüze kadar gelmiştir. Hz. Peygamber döneminde özellikle savaş zamanlarında hasta ve yaralılara bakım ve tedavi konularında hanımlar etkin bir rol oynamışlardır.
Uhud savaşında, Hz. Ayşe'nin de aralarında bulunduğu hanımlar, cephe gerisinde ve bazen de bilfiil cephede savaşa katılmıştır.Hasta ve yaralıların bakım ve tedavileriyle gönüllü olarak meşgul olmuşlar, şehitlerin savaş alanı dışına taşınması, kırbalarla su taşınması gibi hizmetlerde bulunmuşlardır. Hz. Peygamber, hasta ve yaralıları bakım ve tedavide; bilgi ve beceri sahibi olan hanımları bizzat görevlendirmiştir.
Hendek ve Hayber savaşlarında yaralıları tedavi, askerlere hizmet ve yardım için ilk kadın heyeti oluşturulmuştur. Bu heyetin başkanlığını Refidetü'l Ensariyye ve Ümmüyetü'l Gaffariye adlı, tedavi konusunda bilgili ve hünerli iki hanım yapmışlardır. İlk müslüman hemşire olarak tarihe geçen bu hanımlardan ^^Refidet'ül Ensariyye^^, Hz. Peygamber'in Hendek savaşında mescid-i Nebevi'nin içine kurdurttuğu çadır hastanede, bizzat Hz. Peygamber efendimiz tarafından (hasta ve yaralı bakım ve tedavisiyle) görevlendirilmişti. Ok isabetiyle yaralanan Sa'd İbn Muaz adlı sahabe de, onun tarafından bu çadırda tedavi görmüş, Hz.
Peygamber kendisini her gün ziyaret etmişti. ^^Ümmüyet'ül Gaffariye^^, yaralı tedavisi konusuna vakıf bir grup hanım ile birlikte, orduya hizmet ve yaralıları tedavi etmek için, Hz. Peygamber efendimizden izin alarak Hayber savaşında yararlı hizmetlerde bulunmuşlardır. Hz.Peygamber efendimizin sık sık ziyaretine gittiği cilt hastalıklarının tedavisinde meşhur ^^Şifa binti Abdullah el-Kuraşşiye^^ ile göz^hastalıklarında bilgili ve göz ameliyatlarına girmiş, yaralıları tedavi etmede meşhur olan Evdoğulları tabibesi Zeynep hanım,yararlı hizmetlerde bulunmuş hanımlarıdır.
Hz.Muhammed (sav) döneminden itibaren, özellikle savaşlarda tedavi ve bakım konularında hizmetler yapan hanımlara, ^^yaraları saran, merhem sürerek tedavi eden^^ anlamında ^^Asiye^^ denilmiştir. Kendilerini müslümanlara hizmete adayan bu hanımlar,katıldıkları savaşlarda, askerlere moral desteğinde de bulunmuşlardır.Müslüman hanımların savaşlardaki hizmetleri, Hz.Muhammed (sav) 'den sonra da devam etmiş, görevlerini yaparlarken bazıları şehit olmuşlardır. Bunlardan birisi de tıp tarihine geçen büyük hemşirelerden ^^Ümmü'l Haram bin Milhan Ensari'dir^^. Kendisi Hz. Peygamber'in halası olduğundan ^^Hala Sultan^^ diye anılmaktadır. 647 yılında Hz. Osman zamanında Kıbrıs fethine giden orduya gönüllü hemşire olarak katılmış, şehit olduğu yere (Larnaka civarında) cami ve türbesi yapılmış, hayatı ve ölümü
efsaneleşmiştir.
Dört Halife döneminde hanımların, savaşlarda hasta ve yaralı tedavi hizmetleri o derece yaygınlaşmış ve benimsenmiştir ki, Hz.Ömer zamanında, Kadisiye savaşına Sa'd bin Ebi Vakkas'ın komutanlığında katılan kırkbeş bin kişilik ordusunun yaralı tedavisi ve bakımında yeterli sayıda hanım görev almıştır.Yermük harbinde sayıca fazla olan Rum askeri bir baskın yaparak, İslâm ordugâhının içine kadar inmişler, bu sırada cengâver müslüman hanımlar kılıçlarını çekip mücadele etmişler, yaralılarla ilgilenmişlerdir. Asr-ı Saadet döneminde, bunun gibi pek çok savaşta hanımlar, cephede ve cephe gerisinde savaşa katılmış, hasta ve yaralıların bakım ve tedavileriyle meşgûl olmuşlardır. Bu hanımlar arasında, Ümmü Atiyye Nüseybe gibi cerrahi ve tedavi usûllerine vakıf hanımlar da vardı.
Emeviler, Abbasiler ve Selçuklulara kadar olan Türk-İslam devletlerinde, hanımların sağlık alanındaki hizmetleri ile ilgili kaynaklarda bilgiye rastlanılmamaktadır.
Selçuklular döneminde, yoğun olarak açılan darüşşifalara (=hastanelere) , ihtisas sahibi hekimler, cerrahlar, göz mütehassısları ile birlikte hemşire ve hastabakıcıların tayin edildiği tıp tarihçilerince belirtilmektedir.Dönemin önemli hekimlerinden Sabuncuoğlu Şerafeddin bin Ali'nin, 1560 yılında İlhanlılara izafe ettiği ^^Kitabü'l Cerrahiyyetü'l Haniyye^^ adlı eserinde, hemşire figürü ilk defa tıp tarihimizde resmedilmiştir.
Hunat Hatun Külliyesi Kayseri Kalesi'nin hemen yakınında bugün de hâlâ ayakta olan değerli eserlerdendir. Kayseri'ye gidipte bu eserleri görmemek mümkün değildir. hamamı, camisi ve medresesiyle Kayserimizin güzelliğine ayrı bir güzellik katmaktadır.
Bu arada Kayseri Belediyesi'nin tarihi eserleri koruma ve onlara gereken değerlerini erme konusundaki değerli katkılarını da anmadan geçmek büyük haksızlık olur kanâatindeyim. Belediyemizin katkılarıyla, geceleri Kayseri ışıl ışıl ve tarihi eserlerden oluşmuş modern bir görüntüyle kavuşmuştur.
Alaaddin Keykubad 'dan Gıyaseddin Keyhüsrev isminde bir oğlu olan Hunat Hâtun 1236 yılında kocasının Kayseri'de vefatı üzerine oğlunun tahta çıkması ile valide Sultan olmuş ve hemen Hunat Camiinin inşaatını başlatıp 1238 yılında bu büyük mâbeti tamamlatmıştır. Camiinin bir köşesine de kendi türbesini yaptırmıştır.
Bundan sonra uzun sürecek hayatını mütedeyyin bir hanım olarak hayır eserleri yapmakla geçiren Hunat Hatun, Tokat, Çekerek (Yozgat) arasına, yol emniyetini sağlamak ve ticaret yapan tüccarları ücretsiz olarak konaklatmak için altı büyük kervansaray yaptırmıştır ki bunlardan Tokatın Pazar ilçesinde olanı halen ayaktadır. Câmisine ve hanlarına aynı zamanda büyük gelir kaynaklan olan vakıflar bağlamıştır.
Nevşehir'in Ürgüp ilçesi Hunat Hatun'un kendisine tahsisli malikânesi idi. İşte oğlunun saltanatı zamanında (1237-1245) bu çevrede dini faaliyetlerini sürdüren ve kendisinin de takdir ve saygısını kazanmış bulunan kerametleri ile mâruf Şeyh Turesan Velî Hazretlerine İncesu-Ürgüp arasında kuş uçmaz, kervan geçmez Tekke dağında, kervansaray gibi olan tekkesini inşa ettirmiş ve buraya geniş vakıflar bağlamıştır. O zamanki imkanlarla buraya gerekli malzemeyi taşıyıp bu binayı yaptırmak gerçekten büyük bir kadirşinaslık olup, Hatunun Allah yolundaki cehd vasfını ortaya koymaktadır.
Kendisinin adı Huand'dır. Sonradan Hunat diye yaygınlaşır. Esas ismi ise Mahperi Hatundur. Hunat Hatun, Müslüman olduktan sonra 1. Alaeddin Keykubat'la evlenmiştir.
Mahperi Hatun'un hayatı oldukça hareketlidir. Kocasının İmkanlarından faydalanarak o dönemin en önemli külliyesini yaptırır. 13.Asırda yaşayan Mahperi Hatun, Selçukluların o dönemdeki iç mücadeleleri yanında, dış baskılara karşı da büyük mücadele vermiştir. Kaynaklara göre, o yıllarda şehrin Moğol istilasına uğraması üzerine, kendisi gelini ve kızıyla Adana'daki Ermeni Krallığına sığınır. Sonra Moğollar, bunları Ermenilerden alırlar.
Cami Medrese, Türbe ve Hamam'dan meydana gelen büyük bir külliye İnşa ederek adını veren bu Selçuklu Hamamı için bir olay nakledilir. Derler ki; Mahperi Hatun, inşasına başlattığı camiyi hemen her gün ziyarete gelir ve inşaatın nasıl seyrettiğini kontrol eder. Kendi isteklerine uygun bir şekilde yapımı için de hassasiyet gösterir. Bir gün, yine böyle bir ziyareti sırasında, Caminin baş ustasının isteksiz çalıştığını görür. Sebebini yakınlarına sorar. Aldığı cevap dikkat çekicidir: ^^Usta boy abdesti alamadığı için isteksizdir^^ Bunun üzerine, camii inşaatını yarıda bırakır ve hemen hamamı başlatır. Hamam bittikten sonra da, burada çalışanların her gün sabah akşam yıkanmalarını sağlar. Böylece de adına yaptırdığı site tamamlanır.
Servetini böyle hayırlı bir hizmete adadığı için, günümüzde bile yaşayan Mahperi hatun, Türk kadınının yalnızca evde kalmadığını ve cemiyetimizde önemli görevler üstlendiğini ve servetiyle de hayır kurumları inşa etmek suretiyle insanımıza yardımcı olduğunun simgesi olan türbesine defnedilir.
Türbe 1249 yılında inşa edildiğine göre, Mahperi Hatunun yaşadığı devirde 13. Asrın ortalarına rastlamaktadır.
Tarih boyunca Selçuklu ve Osmanlı Devleti şifahaneler, bimarhaneler kurmuş bunları tüm insanlığın hizmetine sunmuştur. Öyleki tedavi ve insana yardım konusunda Müslüman ve gayri müslim farkı gözetmeksizin tüm insanlığa hizmet etmişler bunun karşılığında ise hiçbir maddi bedel beklememişler yalnızca Allah rızasını ilke edinmişlerdir. Tarihte yaşanan şu örnek tablo çok ibret vericidir: Türk-İslâm dünyası üzerine düzenlenen Haçlı Seferlerinde Haçlılar çok insan katletmişler çok kan dökmüşler ve her tarafı yakıp yıkmışlar çok fazla zararlar vermişlerdir. Buna rağmen seferler ve savaşlar sonrası yaralı düşen ve ağır durumda olan haçlı askerleri Müslüman hekimlerce savaş alanlarından toplanmış şifahanelerde itina ile tedavi edildikten, iyileştirildikten sonra serbest bırakılmıştır. Bu durum karşısında hayretler içerisinde kalan haçlı askerleri mahcubiyetlerini bildirirken tekrar ülkelerine dönmedikleri gibi bir bölümü İslâm dini ile şereflenmişlerdir.
Selçuklu ve Osmanlı döneminde çok sayıda şifahane ve bimarhane yaptırılmıştır. Vakıf yoluyla yapılan bu kurumların işletilmesi ve denetlenmesi de vakıf yoluyla olmuştur. Özellikle şifahanelerin yanında kurulan Vakıflar hastalarla ilgilenip tedavilerini yaptırmışlardır. Hastayken çok ilgilenildiği gibi iyi olduktan sonra da hemen hasta taburcu edilmez Vakıf yetkilileri tarafından misafir edilir, bir ihtiyacı olup olmadığı araştırılır, eğer çalışacak durumda değilse bir süre yetecek kadar harçlık tahsis edilir, hatta yol parası dahi verilirdi. Böylece insanlar sosyal hayata kazandırılırken güven ve inanç duygularıda pekiştirilmiş olurdu.
İslâmiyet insana, insan hayatına ve insan sağlığına çok büyük önem vermiştir. Öyleki tarihte tıp alanındaki ilk karantina sistemi Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından Tebük seferi sırasında Şam’daki veba salgını üzerine konulmuştur. Amaç; hastalığın diğer insan ve coğrafyalara yayılmasını önlemektir.
İslâm tarihinde sağlık hizmetleri alanındaki ilk hareket Hz. Peygamber (s.a.v) döneminde başlamıştır. Öyleki ilk sağlık merkezi (sağlık çadırı, ocağı) Hendek savaşı sırasında oluşturulmuştur. Yaralıları tedavi etmek için ve askerlere hizmet amaçlı olarak kurulmuştur. Hz. Peygamber (s.a.v) ’in emriyle Rafidetü’l – Ensariye ve Ümmüyetü’l - Caffariye isimli iki hanım tarafından kurulmuştur. Burada hasta ve yaralılar tedavi edilirken ilk tedavi gören ise ok isabetiyle yaralanan Sa’d bin Muaz adlı sahabe olmuştur. İşte bu şekilde İslâm tarihindeki ilk sağlık merkezi oluşturulmuş oldu. Bundan sonra da tarihte yaşayan diğer İslâm ümmetine örnek teşkil etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v) ’i örnek alan çok sayıda hükümdar, vezir, paşa, veli, şeyh, derviş ve fertler şifahaneler ve bimarhaneler kurmuş buraları insanlığın hizmetine açmışlardır.
Eski Türk hekimlerinden Şuuri’nin ’Tadil-i Emzice’ adlı eserinde müzik ile tedavi hakkında geniş bilgi vardır. Şuuri, ’Tadil-i Emzice’de belirli makamların günün belirli zamanlarında etkili olduğunu belirtmektedir. Ona göre:
Rast ve Rehavi makamları: Seher zamanları etkilidir.
Hüseyni makamı: Sabahleyin etkilidir.
Irak makamı: Kuşlukta etkilidir.
Nihavend makamı: Öğleyin etkilidir.
Hicaz makamı: İki ezan arası etkilidir.
Buselik makamı: İkindi zamanı etkilidir.
Uşşak makamı: Gün batarken etkilidir.
Zengüle makamı: Gurubdan sonra etkilidir.
Muhalif makamları: Yatsıdan sonra etkilidir.
Rast makamı: Gece yarısı etkilidir.
Zirefkend makamı: Gece yarısından sonra etkilidir.
Şuuri’ye göre musikinin meclis adamlarına olan etkileri de birbirlerinden farklıdır.
Ulema (Alimler) Meclisine: Rast ve Tevabii makamları
Ümera (Emirler) Meclisine: Isfahan ve Tevabii makamları
Dervişler Meclisine: Hicaz ve Tevabii makamları
Sufiler Meclisine: Rehavi ve Tevabii makamları etkilidir.
Anadolu’nun en eski kentlerinden biri olan Kayseri’nin, Selçuklular döneminde de önemli bir yerleşim merkezi olduğu bilinmektedir. Buralara yerleşen Selçuklular zamanla birçok kervansaray, medrese, şifahane ve cami yaptırmışlardır. Dönemlerinde yapılan bu medreselerin çoğu külliye niteliğinde olduğundan, bu külliye içinde medresenin yanı sıra cami, hamam, vb gibi birimlere de rastlanmaktadır. Genellikle, medreseler de dini eğitim yapılmakta ve bu eğitime destek verecek matematik ve mantık gibi derslere de yer verilmektedir. Ancak tıp medreseleri bunlardan ayrı olarak düşünülmüş ve hastane ve tıp eğitimi ile birlikte ele alınmıştır.
Anadolu’da yapılmış tıp medreseleri içinde en seçkini ve en erken tarihli olanı ise Gevher Nesibe Sultan adını taşıyan Tıp Medresesi ve Şifahanesi’dir. Gevher Nesibe, sadece tıp okulu şeklinde değil, hamamı ve diğer üniteleri ile birlikte bir tıp külliyesi şeklinde planlanmıştır. Dolayısıyla, Selçuklular zamanında Anadolu’da başka şifahaneler yapılmışsa da, Gevher Nesibe, onlara nispeten daha büyük olması ve bir bayanın vasiyeti üzerine yaptırılması açısından da farklılıklar göstermektedir.
Bu tıp medresesi, II. Kılıçaslan’ın kızı ve Gıyaseddin Keyhüsrev’in kız kardeşi olan Gevher Nesibe Sultan adına, babası ve erkek kardeşi tarafından inşa ettirilmiştir. Bu da Türklerin kadınlara ve ailelerine ne kadar büyük önem verdiğini göstermesi açısından önem taşımaktadır.Bu şifahanenin ayrı bir özelliği de kitabesinde 1206 tarihinde yaptırılmış olduğunun belirtilmesidir. Bu durum ise bazı tarihi belli olmayan eserlere göre, onu üstün kılmaktadır.
Yine kitabesinden Gevher Nesibe Sultan Şifahanesinin, ilk kadrosunda, biri başhekim olmak üzere 2 hekim, 1 cerrah, 1 göz hekimi, 1 eczacı ve 1 idareci bulunduğu öğrenilmektedir.
Bu tıp medresesinin, Anadolu Selçuklularının ilk tıp okulu olması açısından da büyük önem arz ettiği görülmektedir. Burada on dokuzuncu yüzyıl da bile, zaman zaman ara verilmesine rağmen, öğretime devam edildiğini gösteren belgelere rastlanmaktadır. Bu belgelerden Rauf ve Hilmi adlı 2 öğrencinin, 1889 yılında bu kurumdan mezun oldukları ve icazet aldıkları öğrenilmektedir. Bu da okulun o dönemde de faaliyetini devam ettirdiğini göstermektedir.
Bütün bu açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, Gevher Nesibe Şifahanesi, gerek tıp eğitimi ve mesleki eğitim açısından, gerekse sağlık kurumlarının yapılanması ve genel anlamda kurumlaşması açısından, aynı zamanda bu yapılanmanın seviyesini göstermesi açısından büyük önem taşımaktadır. Ayrıca, hastaların su ve müzikle tedavi edildiği yapılan araştırmalarda ortaya konan yapının bir diğer önemli özelliği de, dünyadaki ilk merkezi ısıtma sistemine sahip oluşudur. Sadece kapalı birimlerin ısıtılmasını amaçlamakla kalmayan bu sistem daha 8. yüzyılda eyvanların ısısını muhafaza etmeyi de amaçlamıştır.
Kutbuddin Şirâzi: Ebubekir Sadrettin Konevi’nin talebesidir. Selçuklu Hastanesi’nde yetişmiştir. Anadolu’da uzun yıllar çalışmış meşhur bir hekimdir. Musiki ile de uğraşmıştır ve rebâb çaldığı söylenir. Kayseri’de Gevher Nesibe’de hizmet vermiş ve burada ^^gözün kanalık odasını keşfetmiştir.^^
Optik üzerinde yıllarca araştırma yapan bir göz hekimi (kehhal) ’dir. Felsefe, Astronomi, Coğrafya konularında eserleri mevcuttur.
Hekim Abdüllatif Bağdadî: Bağdadî, Nizamiye medresesinde tıp ve diğer ilimleri tahsil etmiştir. Kahire’ye de gitmiştir. O esnada Kahire’deki veba salgını sırasında 2000 adet iskelet üzerinde çalışmış ve ^^Galen^^’in ^^Osteolojiye ait^^ yanlışlarını düzeltmiştir. Çok ciddi bir alim ve hekimdir.
Tefsir, Hadis, Akaid, Kelam, Fıkıh, Matematik, Havass, Tarih, Felsefe, Mantık, Tıp, Botanik, Gramer, Edebiyat, Lûgat ve Siyaset konularında toplam yüzellidört eser yazmıştır.
Kısa da olsa ömrünün son yıllarında Gevher Nesibe’de çalışmış olması Kayseri için bir lütuf olmuştur.
Hekim Zeki oğlu Ebubekir Sadrettin Konevi (Başhekim) : Kendisi Hekim-i Edibdir ^^Ravzatül-Küttab ve Hadikatül-Elbab^^ isimli bir eseri vardır. Sadrettin Konevi hakkında ^^Kalemini nesteri gibi büyük maharetle kullanan yüce bir ediptir.^^ şeklinde bahsedilmektedir. Bu ifadelere göre Sadrettin Konevi hem edip hem de usta bir cerrahtır.
^^Saltanat, azamet, servet hep boş şeyler
Ölüm gelince onların hepsi kaçıp giderler^^
Gevher Nesibe Külliyesinin Mimari Yapısı ve zamanında topluma verdiği hizmetler;
Selçuklu yadigarı bu görkemli eserin ön cephesinin solunda şifahane bulunmaktadır. Bu kısmın, üzerinde Selçuklu sanatını simgeleyen işlemeler mevcut olan görkemli bir kapısı vardır. Kapıda yılan ambleminin altında 2.5 metre boyunda ve 75 cm. genişliğinde mermer üzerine yazılmış iki satırlık arapça kitabe bulunmaktadır. Bu kitabenin Türkçesi şu şekildedir: Bu bimaristan (=farsça hastane) Kılıç Arslan oğlu büyük sultan Gıyasettin Keyhüsrev’in (ona Allah’ın ittifası devam etsin) zamanında Kılıç Arslan kızı İsmetuddin Gevher Nesibe’nin vasiyyeti üzerine Allah rızası için H. 602 senesinde inşa edilmiştir
Ayrıca şifaiye ve tıphane arasında mevcut olan koridor her iki binanın birlikte kulanıldığını, birisinde tatbiki tıp uygulamalanırken diğerinde tıp ilminin okutulduğunu kanıtlamaktadır. Bunun için de ikinci kısmına son zamanlara kadar medrese denilmiştir.
Gevher Nesibe Tıp Sitesi yapısı ve tıp eğitimi açısından dünyadaki ilk ciddi tıp kuruluşudur. Dünyanın ilk Tıp Fakültesi kabul edilmektedir.
Bugüne kadar 785 yılından beri, eser Kayseri’de birçok istilalar görmüş, yağma edilmiş, tabii etkilerle de çürümüş, aşınmış, yıkılmış, kullanılmadığı dönemlerde de şuursuz kişilerce yıpratılmıştır. Bu sebeplerle çok kere dış duvarlar, kemerler yıkılmış otlarla, yabani ağaçlarla istilaya uğramış ve tamir edilme ihtiyacı doğmuştur.
Gevher Nesibe Tıp Sitesi’nin çevresine Türkiye’nin tanınmış peyzaj mimarı Doç. Dr. Selami Sözer tarafından “Mimar Sinan Parkı” projesi yapılmış ve içine ismini aldığı Mimar Sinan’ın anıtını dikilmiş ve Büyük Selçuklu hükümdarlarından Alaaddin Keykubat’ın anıtını dikmek amacı ile de ayrıca bir kaide hazırlanmıştır. Gevher Nesibe Tıp Sitesi merkez alınarak çevresinde düzenlenen Mimar Sinan Parkı, Kayseri’ye bir akciğer kazandıracak niteliktedir. Bugünkü yerel yönetimler tarafından da proje süratle ve başarı ile devam ettirilmektedir.
XIII. asırda, Gevher Nesibe Şifahanesi’nde, tıp eğitiminin, kışlık dersanede teorik, ve şifahanede de hasta başında pratik olarak yapıldığını biliyoruz. Revaklara açılan küçük odalarda ise talebelerin kaldığı düşünülmektedir. Büyük Eyvanlar Mısır’daki Kalayun hastanesinde olduğu gibi dışarıdan müracaat eden hastaların muayeneleri için poliklinik olarak da kullanılmıştır. Polikilinikteki hastaların yataklarının bir tarafında bir çıngırak, diğer tarafında ise aydınlatmak için bir kandil bulundurulmuştur.
Kayseri Daruşşifası kadrosunda en az iki dahiliyeci, iki cerrah, bir eczacı, başhekim ve başhekim yardımcıları, danışmendler, asistanlar bulundurulmuş, akıl hastaları da kabul edilip, ayakta veya onsekiz odalı Bimarhane’de musiki, telkin ve sıcak su ile tedavi edilmişlerdir.
Gerçekten de odalar arasında ses koridorları bulunmuş ve ayrıca da Bimarhane’nin içinde bir de Selçuklu hamamı bulunmuştur. Türklerde akıl hastalıklarının, ilk defa müzikle tedavilerinin Selçuklular devrinde, Gevher Nesibe Bimarhanesi’nde başlatıldığı gerçeği ortaya çıkarılmıştır.
Bu tarihi yapıların kışın nasıl ısıtıldığı bir sırdır. Ve hâlâ açıklığa kavuşmamıştır. Ancak diğer Selçuklu sağlık tesislerinde olduğu gibi künklerle merkezi bir sistemden getirilen sıcak su buharları ile ısı sağlandığı tahmin edilmektedir.
^^El çek tabip el çek benim yaramdan
Ölürüm kurtulmam ben bu veremden^^
Halk Türküsü
Söze güzel bir Anadolu türküsü ile başlamak istiyorum. Çünkü Gevher Nesibe'yi anlatmak, efsanevi bir aşkı da anlatmayı gerektiriyor.
Gevher Nesibe Selçuklu Hükümdarlarından II.Kılıçaslan’ın kızıdır.
Selçuklu soyundan gelen kara kaşlı, kara gözlü, kara saçlı, ak yüzlü Türk kızı, Selçuklu ordusunun komutanlarından bir sipahiye gönlünü kaptırır. Lakin, Nesibe’nin ağabeyi 1. Gıyaseddin Keyhüsrev bu aşka karşı çıkmıştır. Sipahiyi, Kayseri’den uzak tutmanın yollarını arar ve onu muharebeden muharebeye gönderir. Nihayet böyle kanlı savaşların birinde sipahi şehit olur.
Bunu öğrenen Nesibe Hatun, üzüntüsünden vereme yakalanır ve hasta yatağına mahkum olur. Kız kardeşinin derdine doktorların çare bulamadığını öğrenen Gıyaseddin, onu ölüm döşeğinde ziyaret eder. Artık ne söylese bir anlamı yoktur. Ondan son dileğinin ne olduğunu sorar.
Gevher Nesibe:
- Benim derdimin çaresi yok, ben son yolculuğuma çıkıyorum. Benim mal varlığımla benim adıma bir şifahane (hastane) yaptırır mısın? Der.
Gıyaseddin, derin acılar içinde bu sözleri dinler, ona söz verir ve kardeşinin ölümünü çaresizce seyreder.
Onun bu dileğini gerçekleştirmek için canla başla çalışmaya başlar. 1204 yılında hastanenin yapımına başlanır ve iki yılda bitirilir. Gıyaseddin, kız kardeşinin türbesini de hastanenin içine inşa ettirir. Gıyaseddin’den sonra Gevher Nesibe’nin diğer kardeşi İzzeddin de hastanenin doğusuna bir tıp okulu yaptırır. Bu okulun yapımına, 1210 yılında başlanmış ve dört yılda tamamlanmıştır. Ve dile kolay, bu hastane ve okul 1890 yılına kadar kullanılmış ve insanların dertlerine deva olmuş. Hatta burada akıl hastalarını müzikle tedavi eden ya da ruhlarına dinginlik veren hekimler görev yapmışlar.
Bu güzel Selçuklu kızının acıklı hikayesi, böyle bir muhteşem bir binanın yapılmasına vesile olurken Kayseri şehri de bugün Tıp Tarihi Müzesi olarak kullanılan büyük bir Selçuklu eserine kavuşmuştur.
1206 yılında tamamlanan hastanenin bu yıl yapılışının 800. yılıdır.
Düşünebiliyor musunuz, tam 800 yıl öncedir bu anlatılan şeyler.Öyleyse bu 800 yıllık hikayeyi, Gevher Nesibe’nin aşkını herkes öğrenmelidir. Öğrenmeli ki aşkın nelere kadir olduğunu anlamalı.
Ayrıca bu eserde ilgi çeken bir taraf vardır ki o da atalarımızın mimaride ne kadar ileride olduklarıdır. Çünkü Gevher Nesibe külliyesine güneş vurduğu zaman külliyede Gevher Nesibe Hatun'un silueti belirmektedir. Hatta bu siluet bir ara Deniz Akkaya'nın siluetine benzetilse de daha sonra uzmanlarca yapılan inceleme ile Deniz Akkaya'ya sadece benzerlik olduğu, aslında bu siluetteki bayanın Gevher Nesibe Sultan'ın resimleri ile birebir örtüştüğüdür....
Her kıpırtı kanserli bir hayal ‘
Bir hastane odasındaydın.
Küvezde! Nefes almakta zorluk çekiyormuşsun.
Adını sordum. Bilmiyorlarmış.
Belki de adın yok. Konmadı henüz!
Leyla olsun mu? Ya da Mecnun?
Isolde olsun, hani şu bıkıp usanmadan sevdiğinin yolunu gözleyen Isolde!
Ya da Isolde'nin sevgilisi Tristan.
Romeo ya da! Ya da Juliet.
Kerem, Aslı, Şirin, Demirdağ'ı delen Ferhat!
En iyisi ‘‘Güzellik’’ diyelim sana, Şeyh Galib'in dediği gibi.
Ya da aşk.
Evet, Aşk olsun senin adın.
Güzellik'e aşık olan Aşk.
Merhaba Aşk.
Hoşgeldin Aşk.
Kanlı bir şafağa doğan ve henüz açmaya fırsat bulamadan küveze konan gül goncası.
Sana kim olduğunu anlatmaya gerek yok. Nasıl bir dünyaya doğduğunu bilmen yeterli.
Sanki cehennemden ödünç alınmış bir gün var dışarda. Duman karası bulutlar öylesine alçalmış ki, yerle bir olmuş gökyüzü.
Gün ışığı donmuş...
Her görüntü; her kıpırtı kanserli bir hayal. Her ses; bir inilti, bir yakarış, bir yanış...
Bir keman alev almış, çığlıklar atıyor. Kulaklarsa anlayıştan yoksun.
Can yakan müzik, alevlerin hışırtısı içinde erimiş
Yitip gitmiş söz. Söze can veren sanat susmuş.
Matem rengine bürünmüş bütün aynalar.
Aynadaki bütün suretler kör ve sağır. Bütün suretler birbirine uydurulmuş...
Yağmalanmış gül bahçesi... Feryat figan örselemiş kendini bülbül,
gagası kanlı. Gül yaprakları ile birlikte savrulurken rüzgarda, son çırpınışlarında hala aşkı söylüyor.
Bütün kuşlar kuytulara sığınmış; ne ses, ne nefes!
Uzak siren sesleri yalnızca...
Birazdan tiner kokusu karışacak seslere ve sesler çıldıracak... Öfkelere, öçlere, ölümlere açılacak bütün kapılar.
Sen kal orda güzel bebek. Sen kal ve nefes almaya bak. Açılsın ciğerlerin, daha da açılsın.
Sen yaşamalısın, güzel bebek! Daha yolun başındasın, masumsun.
Aşk en çok yolun başında masumdur; saftır.
Dayan Aşk.
Bir gül yaratacaksın yeniden. Bir gül bahçesi. Bir bülbül, Aşk'ı anlatan bir ötüş...
Bir keman yaratacaksın yeniden.
Yeni bir güneş sunacaksın dünyaya.
Mavi bir gökyüzü sunacaksın.
Göçmen kuşları sunacaksın, göçmen kuşların uyumlu kanat vuruşlarını.
Ay'ı sunacaksın yeniden. Işığını sevdalılara armağan etsin diye...
Dayan Aşk!
Dayan ki, aşkı anlatan sözler yeniden kavuşsun eski şiirine.
Siyah göze dair; elma yanağa, kiraz dudağa, yasemin kokulu göğüslere, sırma saça, ipek tene; yakuta, firuzeye, inci tanelerine, elmas kırıklarına; güle, bülbüle dair.
Kavuşmaya, ayrılığa, hasrete dair.
Dumanlı Ah'a!
Ah! Aşk...
Aşk...
2000 yılının sonunda; yeni bir yüzyılın henüz başlangıcında ölme ne olur!
Yarını yeniden inşa edecek olan sensin! Umudu, yaşama sevincini...
Dayan Aşk, ölme.
Aşk adına ölme Aşk.
Ölmek daha kolaydır sevmekten...
Yaman Dede bir dönem ^^sevgi^^ kavramını kullanan Mason teşkilatına üye olur. Kendisinden herhangi bir konuda ilmi rapor hazırlaması istenir. O da safça tutar İslamiyet’in üstünlüklerini anlatan bir rapor yazar. Ertesi gün dedeyi locadan ihraç ederler....!
İşte bu kadar temiz yüreklidir Yaman Dede. Aynı zamanda Kayserilidir ve sonradan islamiyeti seçerek müslüman olanlardandır.
En sevdiğim şiirlerinden birini sizlerle paylaşmak isterim;
Yaşlar akarak belki uçar zerresi aşkın
Ateşle yaşar, yaşla değil yaresi aşkın
Yanmaktır efendim biricik çaresi aşkın
Ağlatma da yak, hal-i perişanıma bakma! ..^^^
Ve özdeyişlerinden beni en fazla etkileyenini de sizlerle paylaşmak istiyorum.
^^Kur’an’ı o kadar çok sev o kadar çok sev ki; sevgi kavramı bile bu sevgine gıpta etsin! ..^^^
Selçuklu dönemi darüşşifalarının vakfiyelerinde, tayin edilen kadınlarda, kadın hastalarla ilgilenen kadın hastabakıcılardan (Nigehban-ı Hastegan) sözedildiği görülmektedir. Yine bu dönemle ilgili kaynaklarda, darüşşifa yöneticiliği yapan hanımların da varlığından sözedilmektedir.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde de, hanımlar sağlık alanıyla yakından ilgilenmişler, özellikle toplum sağlığı konusunda yararlı hizmetlerde bulunmuşlardır. Bu hizmetlerin başında özellikle, padişah yakınları olan birçok hanım, darüşşifa yapılmasını teşvik ve finanse etmiştir. Bunlardan 1539'da Hafsa Sultan ve 1550'de Hürrem Sultan adına kurulan Manisa ve Haseki darüşşifaları ile 1583'de Nurbanu Sultan'ın kurduğu Topbaşı Bimarhanesi, 1843'de Bezm-i Alem Valide Sultan'ın yaptırdığı Gureba
hastanesi, 1862'de Sadrazam Kamil Paşa'nın eşi Zeynep Hanım için kurulan Zeynep Kamil Hastanesi padişah yakını olan bu hanımların şefkat eserleridir.Osmanlı hanımlarının sağlık alanına ilgisi, görüldüğü gibi, darüşşifa yaptırmak şeklinde yoğunlaşmış, vakıf yoluyla yapılan bu kurumların işletilmesi de vakıf yoluyla kontrol edilmiştir.
Osmanlı dönemine ait kaynaklarda; Osmanlı saraylarında, haremlerde, hasta hekimlerine yardımcı olarak alınmış hanımlardan söz edilmektedir. Ayrıca Anadolu'da aşıcı kadınların yer yer dolaşarak küçük çocuklara çiçek aşısı yaptıkları, geleneksel olarak devam ettirilen ebelik hizmetlerinin de varlığından söz edilmektedir. II. Beyazıt devrinde (1481-1512) Galatasaray'da kurulan Enderun mektebi, hastanesinde hasta gençlere bakmak üzere ^^Ana^^ adıyla üç ihtiyar kadın görevlendirilmişti ve bunların başına da ^^Hastalar Ustası^^ denirdi. Osmanlı İmparatorluğu'nda, hanımların sağlık alanında eğitime tabi tutuldukları ilk alan ebeliktir.Görenek olarak yapılan ebelik uygulamalarının kötü sonuçlarının ortadan kaldırılması düşüncesiyle başlatılan ebelik eğitimi, devamında hastabakıcılık eğitimini ve mücadeleli bir sürecin sonunda da tıp eğitiminin kapılarını hanımlara açmıştır.Uzun süren savaş yılları, imparatorluğun iyice yıpranmasına sebep olmuş, savaşta kaybedilen sağlık personelinin yerini doldurmak üzere talep yeterli olmamış, bu durum üzerine hanımların sağlık hizmetlerinin bütün alanlarında çalışmaları ve eğitilmeleri zorunluluk haline gelmiştir. Bunun hayata geçirilmesinde ve başarılı olunması yolunda; Dr. Asaf Derviş, Dr. Rasim Ferit Talay, Dr. Adnan Adıvar, Dr. Besim Ömer Akalın gibi birçok hekim gayret göstermiştir. Bu hekimlerden Dr. B. Ömer Akalın (1861-1940) 'ın ebelik eğitiminde, hanımların tıp tahsili yapmalarında ve özellikle de Türk hemşirelik tarihinde önemli bir yeri vardır. Hemşirelik eğitiminin sistemli bir şekilde başlamasını (1912) temin etmiştir. Hilal-i Ahmer Cemiyetinin kurucuları arasındadır.
Hilal-i Ahmer Cemiyeti, kadınlar kolunun kurulmasından sonra, az zaman içinde, bütün ümitlerin üstünde parlak başarılar göstermiştir. 1914'te üye sayısı onbini aşan dernek üyeleri; sadece cephe gerisinde kurulan seyyar hastanelerde değil, İstanbul'da değişik mahallelerde hanımlar tarafından kurulan ve yönetilen çok sayıda hastanelerde hemşirelik yapmışlardır. Hanımların bu faaliyetleri toplumda olumlu bir etki yaratmış, hanımları mesleğe özendirmek adına çalışmalara girişilmiş, hanımları cephede ve hastanede resmeden suluboya tablo çalışmaları yaptırılmış, pullar bastırılmıştır.Osmanlı İmparatorluğu'nun bu zor dönemlerinin sağlık hizmetleri açısından en büyük özelliği,hanımların dini ve milli hislerle motive edilerek vatan hizmetine çağrılması idi.
Özellikle Milli Mücadele yıllarında hasta bakımında ve tedavisinde gönüllü olan hanımlar, gayretleri ve fedakarlıkları ile faziletin, inancın ve çalışkanlığın sembolleri olmuşlardır. Dr. B. Ömer Akalın'ın ifadesi ile; merhamet ve kalp hassasiyetinin temsilcisi olan hanımlar bu dönemin ümit ışığı olmuşlar ve onlarla birlikte hastanelerin çehresi aydınlanmıştı. Dönemin şairlerine de ilham kaynağı olan bu hanımlara duyulan saygı ve içtenlik dolu duyguları Mehmet Emin Yurdakul şu dizelerle ifade etmiştir:
^^Sizler veda eylediniz her sevimli güzel yere;
Gülü feda eylediniz o zehirli dikenlere
Kardeşlerin acıları sizin yaslı gönlünüzde;
Yaraların sancıları sanki sizin göğsünüzde
Siz feryatlar dinlersiniz dünya gülüp haykırırken;
Ölümlerin önünde sargıları bağlayan siz;
Cenazeler üzerinde matemlerde ağlayan siz
Yara sarmak, can kurtarmak... Bu ne iyi ve güzel iş,
Kullarına Cenabı Hak bundan büyük aşk vermemiş. ^^
Şu ana kadar hangi insanoğlunun her hangi bir yerinde oluşan bir şey, o insanın hayatını kolaylaştırıp onu daha mükemmel hale getirmiştir ki, insanoğlu evrimleşerek mükemmelleştiğini savunabilsin... ^^Allah, yeryüzünü sizin için bir karar, gökyüzünü ...
incili çavuş
14.02.2007 - 00:08Kayseri' nin Tomarza ilçesinin Travşın köyünde, bugünkü adıyla İncili köyünde doğduğu rivayet edilir. Bu bakımdan incili çavuşa hemşerim diyebilirim. Asıl adı Mustafa'dır.
Hazır cevaplığı ve zekâsını yansıtan esprileri ile tarihe geçmiş, Osmanlı sarayında da meddahlık yapmıştır. Bir rivayete göre de İran'a elçi olarak da gönderilmiştir. 1630 yıında ebediyete yolculuk etmiştir.
İncili Çavuş, incili lakabını kavuğundaki inciden almaktadır. İncili çavuştan söz edip de onun esprilerinden örnek vermeden geçmek olmaz sanırım;
Bir yabancı elçiyi padişah kabul edecekti. Bu elçi, ülkesinin çok varlıklı olduğunu göstermek İçin,.ne kadar altın, inci, elmas gibi süs eşyası varsa, bunları üstüne başına takıp takıştırıp huzura çıkmak istedi. Saray görevlileri bu adamın yaptığı garipliğin önüne geçmek istiyorlardı ama ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Hemen akıllarına İncili çavuş geldi:
-Aman çavuş, şu adamı sen yola getirirsin Ne yapacaksan yap şu haline engel ol
İncili, 'Çaresini buluruz' dedi. Bir süre düşündü. Sonra atın- inci karışımı sedef kakmalı bir çift takunyayı onun gireceği tuvalete koydu. Adam tuvalete girip bunları görünce şaşırdı. Çıkınca İncili Çavuş 'a sormadan edemedi:
-Altın, inci, sedef kakmalı nalın tuvalete konulur mu? Yazık değil mi? '
İncili, taşı gediğine koyacağı zamanı bulmuştu. Hemen cevabını yapıştırdı:
- Bizim padişahımız böyle süs eşyasına değer vermezler.Elçi, verilen cevabı duyunca, üzerine bakındı, sonra sessizce bunları çıkarıp, huzura girdi...
kitre
11.02.2007 - 21:10Ebru yapmada kullanılan ^^astar^^ diye tabir edilen, suyun kıvamını arttırıcı madde.
Geven bitkisinin köklerinden elde edilir.
çiğ süt emmek
11.02.2007 - 20:57Bütün canlılarda süt çiğ olarak içildiği halde, bu deyim sadece insanoğlu için söylenir. Bunun altındaki gerçek şu ki, diğer canlılar her zaman belli bir nedenle çevrelerindeki canlılara zarar verirler. Örneğin aslanlar, acıkması halinde fıtratları gereği, başka bir canlıyı öldürür ve yerler. Bunun dışında başka bir canlıyı nedensizce öldürdükleri ya da zarar verdikleri pek de rastlanan bir olay değildir.
Halbuki insanoğlu zevk için bile canlıları öldürebiliyor. Bu yüzdendir ki çiğ süt emmek deyimi insanoğlu için en fazla kullanılan, ve en çok yakışan bir terimdir.
çiğ süt emmek
11.02.2007 - 20:50Ne zaman, ne yapacağı belli olmamak.
çiğ süt emmek
11.02.2007 - 20:36Soyu temiz olmayan, ya da beklenen insani davranışı sergilemeyen insanlar için kullanılan deyim.
islam
11.02.2007 - 19:14^^Kim bir canı, bir can karşılığında veya yeryüzünde bir bozgunculuğu olmaksızın öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur.
Kim bir insanın hayatını kurtarırsa, bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.^^ (Maide 5/32)
İslâm dini, insan hayatına büyük değer ve dokunulmazlık atfetmiştir. ^^İnsan hayatı^^, bizzat insanın kendisine ^^ilahi emanet^^ olarak verilmiştir. Böylece her müslüman, başta, kendi hayatına ve hayatın devamını sağlayan sağlık konusuna büyük önem verecek, halka halka bütün insanlığın varlığı ve sağlığı ile yakından alâkadar olacaktır.
İslâm'ın telkin ettiği bu anlayış, asırlar boyunca müslümanlara rehberlik etmiş, dinin, aklın, neslin, malın ve sağlığın korunması esas alınmıştır.
^^Bir insanın hayatını; kurtarma ve yoketme açısından insanlığın hayatıyla aynileştiren^^ ilahi mesaj doğrultusunda, müslümanlar,insan ve toplum sağlığına hizmet etmeyi en büyük hayır vesilesi olarak kabul etmişlerdir. Bu konuda müslüman hanımlar da,asırlardır sağlık hizmetleri alanında büyük gayretler göstermişlerdir. Ve İslâm tarihinde, hiçbir hizmet alanı, sağlık hizmetlerinde ve hasta bakımında olduğu kadar, dinin gücünden ve motivasyonundan faydalanmamıştır.
Müslüman hanımların sağlık hizmetleri alanındaki fonksiyonları, Hz.Peygamber döneminden başlayarak günümüze kadar gelmiştir. Hz. Peygamber döneminde özellikle savaş zamanlarında hasta ve yaralılara bakım ve tedavi konularında hanımlar etkin bir rol oynamışlardır.
Uhud savaşında, Hz. Ayşe'nin de aralarında bulunduğu hanımlar, cephe gerisinde ve bazen de bilfiil cephede savaşa katılmıştır.Hasta ve yaralıların bakım ve tedavileriyle gönüllü olarak meşgul olmuşlar, şehitlerin savaş alanı dışına taşınması, kırbalarla su taşınması gibi hizmetlerde bulunmuşlardır. Hz. Peygamber, hasta ve yaralıları bakım ve tedavide; bilgi ve beceri sahibi olan hanımları bizzat görevlendirmiştir.
Hendek ve Hayber savaşlarında yaralıları tedavi, askerlere hizmet ve yardım için ilk kadın heyeti oluşturulmuştur. Bu heyetin başkanlığını Refidetü'l Ensariyye ve Ümmüyetü'l Gaffariye adlı, tedavi konusunda bilgili ve hünerli iki hanım yapmışlardır. İlk müslüman hemşire olarak tarihe geçen bu hanımlardan ^^Refidet'ül Ensariyye^^, Hz. Peygamber'in Hendek savaşında mescid-i Nebevi'nin içine kurdurttuğu çadır hastanede, bizzat Hz. Peygamber efendimiz tarafından (hasta ve yaralı bakım ve tedavisiyle) görevlendirilmişti. Ok isabetiyle yaralanan Sa'd İbn Muaz adlı sahabe de, onun tarafından bu çadırda tedavi görmüş, Hz.
Peygamber kendisini her gün ziyaret etmişti. ^^Ümmüyet'ül Gaffariye^^, yaralı tedavisi konusuna vakıf bir grup hanım ile birlikte, orduya hizmet ve yaralıları tedavi etmek için, Hz. Peygamber efendimizden izin alarak Hayber savaşında yararlı hizmetlerde bulunmuşlardır. Hz.Peygamber efendimizin sık sık ziyaretine gittiği cilt hastalıklarının tedavisinde meşhur ^^Şifa binti Abdullah el-Kuraşşiye^^ ile göz^hastalıklarında bilgili ve göz ameliyatlarına girmiş, yaralıları tedavi etmede meşhur olan Evdoğulları tabibesi Zeynep hanım,yararlı hizmetlerde bulunmuş hanımlarıdır.
Hz.Muhammed (sav) döneminden itibaren, özellikle savaşlarda tedavi ve bakım konularında hizmetler yapan hanımlara, ^^yaraları saran, merhem sürerek tedavi eden^^ anlamında ^^Asiye^^ denilmiştir. Kendilerini müslümanlara hizmete adayan bu hanımlar,katıldıkları savaşlarda, askerlere moral desteğinde de bulunmuşlardır.Müslüman hanımların savaşlardaki hizmetleri, Hz.Muhammed (sav) 'den sonra da devam etmiş, görevlerini yaparlarken bazıları şehit olmuşlardır. Bunlardan birisi de tıp tarihine geçen büyük hemşirelerden ^^Ümmü'l Haram bin Milhan Ensari'dir^^. Kendisi Hz. Peygamber'in halası olduğundan ^^Hala Sultan^^ diye anılmaktadır. 647 yılında Hz. Osman zamanında Kıbrıs fethine giden orduya gönüllü hemşire olarak katılmış, şehit olduğu yere (Larnaka civarında) cami ve türbesi yapılmış, hayatı ve ölümü
efsaneleşmiştir.
Dört Halife döneminde hanımların, savaşlarda hasta ve yaralı tedavi hizmetleri o derece yaygınlaşmış ve benimsenmiştir ki, Hz.Ömer zamanında, Kadisiye savaşına Sa'd bin Ebi Vakkas'ın komutanlığında katılan kırkbeş bin kişilik ordusunun yaralı tedavisi ve bakımında yeterli sayıda hanım görev almıştır.Yermük harbinde sayıca fazla olan Rum askeri bir baskın yaparak, İslâm ordugâhının içine kadar inmişler, bu sırada cengâver müslüman hanımlar kılıçlarını çekip mücadele etmişler, yaralılarla ilgilenmişlerdir. Asr-ı Saadet döneminde, bunun gibi pek çok savaşta hanımlar, cephede ve cephe gerisinde savaşa katılmış, hasta ve yaralıların bakım ve tedavileriyle meşgûl olmuşlardır. Bu hanımlar arasında, Ümmü Atiyye Nüseybe gibi cerrahi ve tedavi usûllerine vakıf hanımlar da vardı.
Emeviler, Abbasiler ve Selçuklulara kadar olan Türk-İslam devletlerinde, hanımların sağlık alanındaki hizmetleri ile ilgili kaynaklarda bilgiye rastlanılmamaktadır.
Selçuklular döneminde, yoğun olarak açılan darüşşifalara (=hastanelere) , ihtisas sahibi hekimler, cerrahlar, göz mütehassısları ile birlikte hemşire ve hastabakıcıların tayin edildiği tıp tarihçilerince belirtilmektedir.Dönemin önemli hekimlerinden Sabuncuoğlu Şerafeddin bin Ali'nin, 1560 yılında İlhanlılara izafe ettiği ^^Kitabü'l Cerrahiyyetü'l Haniyye^^ adlı eserinde, hemşire figürü ilk defa tıp tarihimizde resmedilmiştir.
Hunat Hatun
11.02.2007 - 18:46Hunat Hatun Külliyesi Kayseri Kalesi'nin hemen yakınında bugün de hâlâ ayakta olan değerli eserlerdendir. Kayseri'ye gidipte bu eserleri görmemek mümkün değildir. hamamı, camisi ve medresesiyle Kayserimizin güzelliğine ayrı bir güzellik katmaktadır.
Bu arada Kayseri Belediyesi'nin tarihi eserleri koruma ve onlara gereken değerlerini erme konusundaki değerli katkılarını da anmadan geçmek büyük haksızlık olur kanâatindeyim. Belediyemizin katkılarıyla, geceleri Kayseri ışıl ışıl ve tarihi eserlerden oluşmuş modern bir görüntüyle kavuşmuştur.
Hunat Hatun
11.02.2007 - 18:37Alaaddin Keykubad 'dan Gıyaseddin Keyhüsrev isminde bir oğlu olan Hunat Hâtun 1236 yılında kocasının Kayseri'de vefatı üzerine oğlunun tahta çıkması ile valide Sultan olmuş ve hemen Hunat Camiinin inşaatını başlatıp 1238 yılında bu büyük mâbeti tamamlatmıştır. Camiinin bir köşesine de kendi türbesini yaptırmıştır.
Bundan sonra uzun sürecek hayatını mütedeyyin bir hanım olarak hayır eserleri yapmakla geçiren Hunat Hatun, Tokat, Çekerek (Yozgat) arasına, yol emniyetini sağlamak ve ticaret yapan tüccarları ücretsiz olarak konaklatmak için altı büyük kervansaray yaptırmıştır ki bunlardan Tokatın Pazar ilçesinde olanı halen ayaktadır. Câmisine ve hanlarına aynı zamanda büyük gelir kaynaklan olan vakıflar bağlamıştır.
Nevşehir'in Ürgüp ilçesi Hunat Hatun'un kendisine tahsisli malikânesi idi. İşte oğlunun saltanatı zamanında (1237-1245) bu çevrede dini faaliyetlerini sürdüren ve kendisinin de takdir ve saygısını kazanmış bulunan kerametleri ile mâruf Şeyh Turesan Velî Hazretlerine İncesu-Ürgüp arasında kuş uçmaz, kervan geçmez Tekke dağında, kervansaray gibi olan tekkesini inşa ettirmiş ve buraya geniş vakıflar bağlamıştır. O zamanki imkanlarla buraya gerekli malzemeyi taşıyıp bu binayı yaptırmak gerçekten büyük bir kadirşinaslık olup, Hatunun Allah yolundaki cehd vasfını ortaya koymaktadır.
Hunat Hatun
11.02.2007 - 18:32Kendisinin adı Huand'dır. Sonradan Hunat diye yaygınlaşır. Esas ismi ise Mahperi Hatundur. Hunat Hatun, Müslüman olduktan sonra 1. Alaeddin Keykubat'la evlenmiştir.
Mahperi Hatun'un hayatı oldukça hareketlidir. Kocasının İmkanlarından faydalanarak o dönemin en önemli külliyesini yaptırır. 13.Asırda yaşayan Mahperi Hatun, Selçukluların o dönemdeki iç mücadeleleri yanında, dış baskılara karşı da büyük mücadele vermiştir. Kaynaklara göre, o yıllarda şehrin Moğol istilasına uğraması üzerine, kendisi gelini ve kızıyla Adana'daki Ermeni Krallığına sığınır. Sonra Moğollar, bunları Ermenilerden alırlar.
Cami Medrese, Türbe ve Hamam'dan meydana gelen büyük bir külliye İnşa ederek adını veren bu Selçuklu Hamamı için bir olay nakledilir. Derler ki; Mahperi Hatun, inşasına başlattığı camiyi hemen her gün ziyarete gelir ve inşaatın nasıl seyrettiğini kontrol eder. Kendi isteklerine uygun bir şekilde yapımı için de hassasiyet gösterir. Bir gün, yine böyle bir ziyareti sırasında, Caminin baş ustasının isteksiz çalıştığını görür. Sebebini yakınlarına sorar. Aldığı cevap dikkat çekicidir: ^^Usta boy abdesti alamadığı için isteksizdir^^ Bunun üzerine, camii inşaatını yarıda bırakır ve hemen hamamı başlatır. Hamam bittikten sonra da, burada çalışanların her gün sabah akşam yıkanmalarını sağlar. Böylece de adına yaptırdığı site tamamlanır.
Servetini böyle hayırlı bir hizmete adadığı için, günümüzde bile yaşayan Mahperi hatun, Türk kadınının yalnızca evde kalmadığını ve cemiyetimizde önemli görevler üstlendiğini ve servetiyle de hayır kurumları inşa etmek suretiyle insanımıza yardımcı olduğunun simgesi olan türbesine defnedilir.
Türbe 1249 yılında inşa edildiğine göre, Mahperi Hatunun yaşadığı devirde 13. Asrın ortalarına rastlamaktadır.
sağlık
11.02.2007 - 18:13Tarih boyunca Selçuklu ve Osmanlı Devleti şifahaneler, bimarhaneler kurmuş bunları tüm insanlığın hizmetine sunmuştur. Öyleki tedavi ve insana yardım konusunda Müslüman ve gayri müslim farkı gözetmeksizin tüm insanlığa hizmet etmişler bunun karşılığında ise hiçbir maddi bedel beklememişler yalnızca Allah rızasını ilke edinmişlerdir. Tarihte yaşanan şu örnek tablo çok ibret vericidir: Türk-İslâm dünyası üzerine düzenlenen Haçlı Seferlerinde Haçlılar çok insan katletmişler çok kan dökmüşler ve her tarafı yakıp yıkmışlar çok fazla zararlar vermişlerdir. Buna rağmen seferler ve savaşlar sonrası yaralı düşen ve ağır durumda olan haçlı askerleri Müslüman hekimlerce savaş alanlarından toplanmış şifahanelerde itina ile tedavi edildikten, iyileştirildikten sonra serbest bırakılmıştır. Bu durum karşısında hayretler içerisinde kalan haçlı askerleri mahcubiyetlerini bildirirken tekrar ülkelerine dönmedikleri gibi bir bölümü İslâm dini ile şereflenmişlerdir.
Selçuklu ve Osmanlı döneminde çok sayıda şifahane ve bimarhane yaptırılmıştır. Vakıf yoluyla yapılan bu kurumların işletilmesi ve denetlenmesi de vakıf yoluyla olmuştur. Özellikle şifahanelerin yanında kurulan Vakıflar hastalarla ilgilenip tedavilerini yaptırmışlardır. Hastayken çok ilgilenildiği gibi iyi olduktan sonra da hemen hasta taburcu edilmez Vakıf yetkilileri tarafından misafir edilir, bir ihtiyacı olup olmadığı araştırılır, eğer çalışacak durumda değilse bir süre yetecek kadar harçlık tahsis edilir, hatta yol parası dahi verilirdi. Böylece insanlar sosyal hayata kazandırılırken güven ve inanç duygularıda pekiştirilmiş olurdu.
sağlık
11.02.2007 - 18:07İslâmiyet insana, insan hayatına ve insan sağlığına çok büyük önem vermiştir. Öyleki tarihte tıp alanındaki ilk karantina sistemi Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından Tebük seferi sırasında Şam’daki veba salgını üzerine konulmuştur. Amaç; hastalığın diğer insan ve coğrafyalara yayılmasını önlemektir.
İslâm tarihinde sağlık hizmetleri alanındaki ilk hareket Hz. Peygamber (s.a.v) döneminde başlamıştır. Öyleki ilk sağlık merkezi (sağlık çadırı, ocağı) Hendek savaşı sırasında oluşturulmuştur. Yaralıları tedavi etmek için ve askerlere hizmet amaçlı olarak kurulmuştur. Hz. Peygamber (s.a.v) ’in emriyle Rafidetü’l – Ensariye ve Ümmüyetü’l - Caffariye isimli iki hanım tarafından kurulmuştur. Burada hasta ve yaralılar tedavi edilirken ilk tedavi gören ise ok isabetiyle yaralanan Sa’d bin Muaz adlı sahabe olmuştur. İşte bu şekilde İslâm tarihindeki ilk sağlık merkezi oluşturulmuş oldu. Bundan sonra da tarihte yaşayan diğer İslâm ümmetine örnek teşkil etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v) ’i örnek alan çok sayıda hükümdar, vezir, paşa, veli, şeyh, derviş ve fertler şifahaneler ve bimarhaneler kurmuş buraları insanlığın hizmetine açmışlardır.
makam
11.02.2007 - 17:59Eski Türk hekimlerinden Şuuri’nin ’Tadil-i Emzice’ adlı eserinde müzik ile tedavi hakkında geniş bilgi vardır. Şuuri, ’Tadil-i Emzice’de belirli makamların günün belirli zamanlarında etkili olduğunu belirtmektedir. Ona göre:
Rast ve Rehavi makamları: Seher zamanları etkilidir.
Hüseyni makamı: Sabahleyin etkilidir.
Irak makamı: Kuşlukta etkilidir.
Nihavend makamı: Öğleyin etkilidir.
Hicaz makamı: İki ezan arası etkilidir.
Buselik makamı: İkindi zamanı etkilidir.
Uşşak makamı: Gün batarken etkilidir.
Zengüle makamı: Gurubdan sonra etkilidir.
Muhalif makamları: Yatsıdan sonra etkilidir.
Rast makamı: Gece yarısı etkilidir.
Zirefkend makamı: Gece yarısından sonra etkilidir.
Şuuri’ye göre musikinin meclis adamlarına olan etkileri de birbirlerinden farklıdır.
Ulema (Alimler) Meclisine: Rast ve Tevabii makamları
Ümera (Emirler) Meclisine: Isfahan ve Tevabii makamları
Dervişler Meclisine: Hicaz ve Tevabii makamları
Sufiler Meclisine: Rehavi ve Tevabii makamları etkilidir.
Gevher Nesibe
11.02.2007 - 17:54Anadolu’nun en eski kentlerinden biri olan Kayseri’nin, Selçuklular döneminde de önemli bir yerleşim merkezi olduğu bilinmektedir. Buralara yerleşen Selçuklular zamanla birçok kervansaray, medrese, şifahane ve cami yaptırmışlardır. Dönemlerinde yapılan bu medreselerin çoğu külliye niteliğinde olduğundan, bu külliye içinde medresenin yanı sıra cami, hamam, vb gibi birimlere de rastlanmaktadır. Genellikle, medreseler de dini eğitim yapılmakta ve bu eğitime destek verecek matematik ve mantık gibi derslere de yer verilmektedir. Ancak tıp medreseleri bunlardan ayrı olarak düşünülmüş ve hastane ve tıp eğitimi ile birlikte ele alınmıştır.
Anadolu’da yapılmış tıp medreseleri içinde en seçkini ve en erken tarihli olanı ise Gevher Nesibe Sultan adını taşıyan Tıp Medresesi ve Şifahanesi’dir. Gevher Nesibe, sadece tıp okulu şeklinde değil, hamamı ve diğer üniteleri ile birlikte bir tıp külliyesi şeklinde planlanmıştır. Dolayısıyla, Selçuklular zamanında Anadolu’da başka şifahaneler yapılmışsa da, Gevher Nesibe, onlara nispeten daha büyük olması ve bir bayanın vasiyeti üzerine yaptırılması açısından da farklılıklar göstermektedir.
Bu tıp medresesi, II. Kılıçaslan’ın kızı ve Gıyaseddin Keyhüsrev’in kız kardeşi olan Gevher Nesibe Sultan adına, babası ve erkek kardeşi tarafından inşa ettirilmiştir. Bu da Türklerin kadınlara ve ailelerine ne kadar büyük önem verdiğini göstermesi açısından önem taşımaktadır.Bu şifahanenin ayrı bir özelliği de kitabesinde 1206 tarihinde yaptırılmış olduğunun belirtilmesidir. Bu durum ise bazı tarihi belli olmayan eserlere göre, onu üstün kılmaktadır.
Yine kitabesinden Gevher Nesibe Sultan Şifahanesinin, ilk kadrosunda, biri başhekim olmak üzere 2 hekim, 1 cerrah, 1 göz hekimi, 1 eczacı ve 1 idareci bulunduğu öğrenilmektedir.
Bu tıp medresesinin, Anadolu Selçuklularının ilk tıp okulu olması açısından da büyük önem arz ettiği görülmektedir. Burada on dokuzuncu yüzyıl da bile, zaman zaman ara verilmesine rağmen, öğretime devam edildiğini gösteren belgelere rastlanmaktadır. Bu belgelerden Rauf ve Hilmi adlı 2 öğrencinin, 1889 yılında bu kurumdan mezun oldukları ve icazet aldıkları öğrenilmektedir. Bu da okulun o dönemde de faaliyetini devam ettirdiğini göstermektedir.
Bütün bu açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, Gevher Nesibe Şifahanesi, gerek tıp eğitimi ve mesleki eğitim açısından, gerekse sağlık kurumlarının yapılanması ve genel anlamda kurumlaşması açısından, aynı zamanda bu yapılanmanın seviyesini göstermesi açısından büyük önem taşımaktadır. Ayrıca, hastaların su ve müzikle tedavi edildiği yapılan araştırmalarda ortaya konan yapının bir diğer önemli özelliği de, dünyadaki ilk merkezi ısıtma sistemine sahip oluşudur. Sadece kapalı birimlerin ısıtılmasını amaçlamakla kalmayan bu sistem daha 8. yüzyılda eyvanların ısısını muhafaza etmeyi de amaçlamıştır.
söz
11.02.2007 - 17:39Yeryüzünde hiçbir toplum kendi özünde olanı yakalayıp, tanıyıp, kavramadan yücelmez.
müslüman bilginler
11.02.2007 - 17:36Kutbuddin Şirâzi: Ebubekir Sadrettin Konevi’nin talebesidir. Selçuklu Hastanesi’nde yetişmiştir. Anadolu’da uzun yıllar çalışmış meşhur bir hekimdir. Musiki ile de uğraşmıştır ve rebâb çaldığı söylenir. Kayseri’de Gevher Nesibe’de hizmet vermiş ve burada ^^gözün kanalık odasını keşfetmiştir.^^
Optik üzerinde yıllarca araştırma yapan bir göz hekimi (kehhal) ’dir. Felsefe, Astronomi, Coğrafya konularında eserleri mevcuttur.
müslüman bilginler
11.02.2007 - 17:32Hekim Abdüllatif Bağdadî: Bağdadî, Nizamiye medresesinde tıp ve diğer ilimleri tahsil etmiştir. Kahire’ye de gitmiştir. O esnada Kahire’deki veba salgını sırasında 2000 adet iskelet üzerinde çalışmış ve ^^Galen^^’in ^^Osteolojiye ait^^ yanlışlarını düzeltmiştir. Çok ciddi bir alim ve hekimdir.
Tefsir, Hadis, Akaid, Kelam, Fıkıh, Matematik, Havass, Tarih, Felsefe, Mantık, Tıp, Botanik, Gramer, Edebiyat, Lûgat ve Siyaset konularında toplam yüzellidört eser yazmıştır.
Kısa da olsa ömrünün son yıllarında Gevher Nesibe’de çalışmış olması Kayseri için bir lütuf olmuştur.
müslüman bilginler
11.02.2007 - 17:30Hekim Zeki oğlu Ebubekir Sadrettin Konevi (Başhekim) : Kendisi Hekim-i Edibdir ^^Ravzatül-Küttab ve Hadikatül-Elbab^^ isimli bir eseri vardır. Sadrettin Konevi hakkında ^^Kalemini nesteri gibi büyük maharetle kullanan yüce bir ediptir.^^ şeklinde bahsedilmektedir. Bu ifadelere göre Sadrettin Konevi hem edip hem de usta bir cerrahtır.
^^Saltanat, azamet, servet hep boş şeyler
Ölüm gelince onların hepsi kaçıp giderler^^
beyti de ona aittir.
Gevher Nesibe
11.02.2007 - 17:23Gevher Nesibe Külliyesinin Mimari Yapısı ve zamanında topluma verdiği hizmetler;
Selçuklu yadigarı bu görkemli eserin ön cephesinin solunda şifahane bulunmaktadır. Bu kısmın, üzerinde Selçuklu sanatını simgeleyen işlemeler mevcut olan görkemli bir kapısı vardır. Kapıda yılan ambleminin altında 2.5 metre boyunda ve 75 cm. genişliğinde mermer üzerine yazılmış iki satırlık arapça kitabe bulunmaktadır. Bu kitabenin Türkçesi şu şekildedir: Bu bimaristan (=farsça hastane) Kılıç Arslan oğlu büyük sultan Gıyasettin Keyhüsrev’in (ona Allah’ın ittifası devam etsin) zamanında Kılıç Arslan kızı İsmetuddin Gevher Nesibe’nin vasiyyeti üzerine Allah rızası için H. 602 senesinde inşa edilmiştir
Ayrıca şifaiye ve tıphane arasında mevcut olan koridor her iki binanın birlikte kulanıldığını, birisinde tatbiki tıp uygulamalanırken diğerinde tıp ilminin okutulduğunu kanıtlamaktadır. Bunun için de ikinci kısmına son zamanlara kadar medrese denilmiştir.
Gevher Nesibe Tıp Sitesi yapısı ve tıp eğitimi açısından dünyadaki ilk ciddi tıp kuruluşudur. Dünyanın ilk Tıp Fakültesi kabul edilmektedir.
Bugüne kadar 785 yılından beri, eser Kayseri’de birçok istilalar görmüş, yağma edilmiş, tabii etkilerle de çürümüş, aşınmış, yıkılmış, kullanılmadığı dönemlerde de şuursuz kişilerce yıpratılmıştır. Bu sebeplerle çok kere dış duvarlar, kemerler yıkılmış otlarla, yabani ağaçlarla istilaya uğramış ve tamir edilme ihtiyacı doğmuştur.
Gevher Nesibe Tıp Sitesi’nin çevresine Türkiye’nin tanınmış peyzaj mimarı Doç. Dr. Selami Sözer tarafından “Mimar Sinan Parkı” projesi yapılmış ve içine ismini aldığı Mimar Sinan’ın anıtını dikilmiş ve Büyük Selçuklu hükümdarlarından Alaaddin Keykubat’ın anıtını dikmek amacı ile de ayrıca bir kaide hazırlanmıştır. Gevher Nesibe Tıp Sitesi merkez alınarak çevresinde düzenlenen Mimar Sinan Parkı, Kayseri’ye bir akciğer kazandıracak niteliktedir. Bugünkü yerel yönetimler tarafından da proje süratle ve başarı ile devam ettirilmektedir.
XIII. asırda, Gevher Nesibe Şifahanesi’nde, tıp eğitiminin, kışlık dersanede teorik, ve şifahanede de hasta başında pratik olarak yapıldığını biliyoruz. Revaklara açılan küçük odalarda ise talebelerin kaldığı düşünülmektedir. Büyük Eyvanlar Mısır’daki Kalayun hastanesinde olduğu gibi dışarıdan müracaat eden hastaların muayeneleri için poliklinik olarak da kullanılmıştır. Polikilinikteki hastaların yataklarının bir tarafında bir çıngırak, diğer tarafında ise aydınlatmak için bir kandil bulundurulmuştur.
Kayseri Daruşşifası kadrosunda en az iki dahiliyeci, iki cerrah, bir eczacı, başhekim ve başhekim yardımcıları, danışmendler, asistanlar bulundurulmuş, akıl hastaları da kabul edilip, ayakta veya onsekiz odalı Bimarhane’de musiki, telkin ve sıcak su ile tedavi edilmişlerdir.
Gerçekten de odalar arasında ses koridorları bulunmuş ve ayrıca da Bimarhane’nin içinde bir de Selçuklu hamamı bulunmuştur. Türklerde akıl hastalıklarının, ilk defa müzikle tedavilerinin Selçuklular devrinde, Gevher Nesibe Bimarhanesi’nde başlatıldığı gerçeği ortaya çıkarılmıştır.
Bu tarihi yapıların kışın nasıl ısıtıldığı bir sırdır. Ve hâlâ açıklığa kavuşmamıştır. Ancak diğer Selçuklu sağlık tesislerinde olduğu gibi künklerle merkezi bir sistemden getirilen sıcak su buharları ile ısı sağlandığı tahmin edilmektedir.
Gevher Nesibe
11.02.2007 - 17:10^^El çek tabip el çek benim yaramdan
Ölürüm kurtulmam ben bu veremden^^
Halk Türküsü
Söze güzel bir Anadolu türküsü ile başlamak istiyorum. Çünkü Gevher Nesibe'yi anlatmak, efsanevi bir aşkı da anlatmayı gerektiriyor.
Gevher Nesibe Selçuklu Hükümdarlarından II.Kılıçaslan’ın kızıdır.
Selçuklu soyundan gelen kara kaşlı, kara gözlü, kara saçlı, ak yüzlü Türk kızı, Selçuklu ordusunun komutanlarından bir sipahiye gönlünü kaptırır. Lakin, Nesibe’nin ağabeyi 1. Gıyaseddin Keyhüsrev bu aşka karşı çıkmıştır. Sipahiyi, Kayseri’den uzak tutmanın yollarını arar ve onu muharebeden muharebeye gönderir. Nihayet böyle kanlı savaşların birinde sipahi şehit olur.
Bunu öğrenen Nesibe Hatun, üzüntüsünden vereme yakalanır ve hasta yatağına mahkum olur. Kız kardeşinin derdine doktorların çare bulamadığını öğrenen Gıyaseddin, onu ölüm döşeğinde ziyaret eder. Artık ne söylese bir anlamı yoktur. Ondan son dileğinin ne olduğunu sorar.
Gevher Nesibe:
- Benim derdimin çaresi yok, ben son yolculuğuma çıkıyorum. Benim mal varlığımla benim adıma bir şifahane (hastane) yaptırır mısın? Der.
Gıyaseddin, derin acılar içinde bu sözleri dinler, ona söz verir ve kardeşinin ölümünü çaresizce seyreder.
Onun bu dileğini gerçekleştirmek için canla başla çalışmaya başlar. 1204 yılında hastanenin yapımına başlanır ve iki yılda bitirilir. Gıyaseddin, kız kardeşinin türbesini de hastanenin içine inşa ettirir. Gıyaseddin’den sonra Gevher Nesibe’nin diğer kardeşi İzzeddin de hastanenin doğusuna bir tıp okulu yaptırır. Bu okulun yapımına, 1210 yılında başlanmış ve dört yılda tamamlanmıştır. Ve dile kolay, bu hastane ve okul 1890 yılına kadar kullanılmış ve insanların dertlerine deva olmuş. Hatta burada akıl hastalarını müzikle tedavi eden ya da ruhlarına dinginlik veren hekimler görev yapmışlar.
Bu güzel Selçuklu kızının acıklı hikayesi, böyle bir muhteşem bir binanın yapılmasına vesile olurken Kayseri şehri de bugün Tıp Tarihi Müzesi olarak kullanılan büyük bir Selçuklu eserine kavuşmuştur.
1206 yılında tamamlanan hastanenin bu yıl yapılışının 800. yılıdır.
Düşünebiliyor musunuz, tam 800 yıl öncedir bu anlatılan şeyler.Öyleyse bu 800 yıllık hikayeyi, Gevher Nesibe’nin aşkını herkes öğrenmelidir. Öğrenmeli ki aşkın nelere kadir olduğunu anlamalı.
Ayrıca bu eserde ilgi çeken bir taraf vardır ki o da atalarımızın mimaride ne kadar ileride olduklarıdır. Çünkü Gevher Nesibe külliyesine güneş vurduğu zaman külliyede Gevher Nesibe Hatun'un silueti belirmektedir. Hatta bu siluet bir ara Deniz Akkaya'nın siluetine benzetilse de daha sonra uzmanlarca yapılan inceleme ile Deniz Akkaya'ya sadece benzerlik olduğu, aslında bu siluetteki bayanın Gevher Nesibe Sultan'ın resimleri ile birebir örtüştüğüdür....
kenan ışık
10.02.2007 - 23:34Her kıpırtı kanserli bir hayal ‘
Bir hastane odasındaydın.
Küvezde! Nefes almakta zorluk çekiyormuşsun.
Adını sordum. Bilmiyorlarmış.
Belki de adın yok. Konmadı henüz!
Leyla olsun mu? Ya da Mecnun?
Isolde olsun, hani şu bıkıp usanmadan sevdiğinin yolunu gözleyen Isolde!
Ya da Isolde'nin sevgilisi Tristan.
Romeo ya da! Ya da Juliet.
Kerem, Aslı, Şirin, Demirdağ'ı delen Ferhat!
En iyisi ‘‘Güzellik’’ diyelim sana, Şeyh Galib'in dediği gibi.
Ya da aşk.
Evet, Aşk olsun senin adın.
Güzellik'e aşık olan Aşk.
Merhaba Aşk.
Hoşgeldin Aşk.
Kanlı bir şafağa doğan ve henüz açmaya fırsat bulamadan küveze konan gül goncası.
Sana kim olduğunu anlatmaya gerek yok. Nasıl bir dünyaya doğduğunu bilmen yeterli.
Sanki cehennemden ödünç alınmış bir gün var dışarda. Duman karası bulutlar öylesine alçalmış ki, yerle bir olmuş gökyüzü.
Gün ışığı donmuş...
Her görüntü; her kıpırtı kanserli bir hayal. Her ses; bir inilti, bir yakarış, bir yanış...
Bir keman alev almış, çığlıklar atıyor. Kulaklarsa anlayıştan yoksun.
Can yakan müzik, alevlerin hışırtısı içinde erimiş
Yitip gitmiş söz. Söze can veren sanat susmuş.
Matem rengine bürünmüş bütün aynalar.
Aynadaki bütün suretler kör ve sağır. Bütün suretler birbirine uydurulmuş...
Yağmalanmış gül bahçesi... Feryat figan örselemiş kendini bülbül,
gagası kanlı. Gül yaprakları ile birlikte savrulurken rüzgarda, son çırpınışlarında hala aşkı söylüyor.
Bütün kuşlar kuytulara sığınmış; ne ses, ne nefes!
Uzak siren sesleri yalnızca...
Birazdan tiner kokusu karışacak seslere ve sesler çıldıracak... Öfkelere, öçlere, ölümlere açılacak bütün kapılar.
Sen kal orda güzel bebek. Sen kal ve nefes almaya bak. Açılsın ciğerlerin, daha da açılsın.
Sen yaşamalısın, güzel bebek! Daha yolun başındasın, masumsun.
Aşk en çok yolun başında masumdur; saftır.
Dayan Aşk.
Bir gül yaratacaksın yeniden. Bir gül bahçesi. Bir bülbül, Aşk'ı anlatan bir ötüş...
Bir keman yaratacaksın yeniden.
Yeni bir güneş sunacaksın dünyaya.
Mavi bir gökyüzü sunacaksın.
Göçmen kuşları sunacaksın, göçmen kuşların uyumlu kanat vuruşlarını.
Ay'ı sunacaksın yeniden. Işığını sevdalılara armağan etsin diye...
Dayan Aşk!
Dayan ki, aşkı anlatan sözler yeniden kavuşsun eski şiirine.
Siyah göze dair; elma yanağa, kiraz dudağa, yasemin kokulu göğüslere, sırma saça, ipek tene; yakuta, firuzeye, inci tanelerine, elmas kırıklarına; güle, bülbüle dair.
Kavuşmaya, ayrılığa, hasrete dair.
Dumanlı Ah'a!
Ah! Aşk...
Aşk...
2000 yılının sonunda; yeni bir yüzyılın henüz başlangıcında ölme ne olur!
Yarını yeniden inşa edecek olan sensin! Umudu, yaşama sevincini...
Dayan Aşk, ölme.
Aşk adına ölme Aşk.
Ölmek daha kolaydır sevmekten...
Kenan Işık..
sonradan müslüman olanlar
10.02.2007 - 23:19Yaman Dede
Hunat Hatun (Mahperi Hunat Hatun)
Cat Stevens
Muhammed Ali Clay
Bunlar ilk aklıma gelen isimlerden. Vefat etmiş olanlarına Allah rahmet etsin, nur içinde yatsınlar.
mevlana
10.02.2007 - 23:13Istırapta nice nimetler gizli.
Istırap vermişse,
Bil ki nimeti gelecektir.
Gökyüzü ağlamayınca
Çimenler gülmez...
Hz. Mevlâna
Yaman Dede
10.02.2007 - 23:10Yaman Dede bir dönem ^^sevgi^^ kavramını kullanan Mason teşkilatına üye olur. Kendisinden herhangi bir konuda ilmi rapor hazırlaması istenir. O da safça tutar İslamiyet’in üstünlüklerini anlatan bir rapor yazar. Ertesi gün dedeyi locadan ihraç ederler....!
İşte bu kadar temiz yüreklidir Yaman Dede. Aynı zamanda Kayserilidir ve sonradan islamiyeti seçerek müslüman olanlardandır.
En sevdiğim şiirlerinden birini sizlerle paylaşmak isterim;
^^Yak sinemi ateşlere, efgânıma bakma
Ruhumda yanan ateşe nîrânıma bakma
Hiç sönmeyecek aşkıma imanıma bakma
Ağlatma da yak, hal-i perişanıma bakma! ...
Yaşlar akarak belki uçar zerresi aşkın
Ateşle yaşar, yaşla değil yaresi aşkın
Yanmaktır efendim biricik çaresi aşkın
Ağlatma da yak, hal-i perişanıma bakma! ..^^^
Ve özdeyişlerinden beni en fazla etkileyenini de sizlerle paylaşmak istiyorum.
^^Kur’an’ı o kadar çok sev o kadar çok sev ki; sevgi kavramı bile bu sevgine gıpta etsin! ..^^^
Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın.
sağlık
10.02.2007 - 22:45Tarihimizde Kadın ve Sağlık
Selçuklu dönemi darüşşifalarının vakfiyelerinde, tayin edilen kadınlarda, kadın hastalarla ilgilenen kadın hastabakıcılardan (Nigehban-ı Hastegan) sözedildiği görülmektedir. Yine bu dönemle ilgili kaynaklarda, darüşşifa yöneticiliği yapan hanımların da varlığından sözedilmektedir.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde de, hanımlar sağlık alanıyla yakından ilgilenmişler, özellikle toplum sağlığı konusunda yararlı hizmetlerde bulunmuşlardır. Bu hizmetlerin başında özellikle, padişah yakınları olan birçok hanım, darüşşifa yapılmasını teşvik ve finanse etmiştir. Bunlardan 1539'da Hafsa Sultan ve 1550'de Hürrem Sultan adına kurulan Manisa ve Haseki darüşşifaları ile 1583'de Nurbanu Sultan'ın kurduğu Topbaşı Bimarhanesi, 1843'de Bezm-i Alem Valide Sultan'ın yaptırdığı Gureba
hastanesi, 1862'de Sadrazam Kamil Paşa'nın eşi Zeynep Hanım için kurulan Zeynep Kamil Hastanesi padişah yakını olan bu hanımların şefkat eserleridir.Osmanlı hanımlarının sağlık alanına ilgisi, görüldüğü gibi, darüşşifa yaptırmak şeklinde yoğunlaşmış, vakıf yoluyla yapılan bu kurumların işletilmesi de vakıf yoluyla kontrol edilmiştir.
Osmanlı dönemine ait kaynaklarda; Osmanlı saraylarında, haremlerde, hasta hekimlerine yardımcı olarak alınmış hanımlardan söz edilmektedir. Ayrıca Anadolu'da aşıcı kadınların yer yer dolaşarak küçük çocuklara çiçek aşısı yaptıkları, geleneksel olarak devam ettirilen ebelik hizmetlerinin de varlığından söz edilmektedir. II. Beyazıt devrinde (1481-1512) Galatasaray'da kurulan Enderun mektebi, hastanesinde hasta gençlere bakmak üzere ^^Ana^^ adıyla üç ihtiyar kadın görevlendirilmişti ve bunların başına da ^^Hastalar Ustası^^ denirdi. Osmanlı İmparatorluğu'nda, hanımların sağlık alanında eğitime tabi tutuldukları ilk alan ebeliktir.Görenek olarak yapılan ebelik uygulamalarının kötü sonuçlarının ortadan kaldırılması düşüncesiyle başlatılan ebelik eğitimi, devamında hastabakıcılık eğitimini ve mücadeleli bir sürecin sonunda da tıp eğitiminin kapılarını hanımlara açmıştır.Uzun süren savaş yılları, imparatorluğun iyice yıpranmasına sebep olmuş, savaşta kaybedilen sağlık personelinin yerini doldurmak üzere talep yeterli olmamış, bu durum üzerine hanımların sağlık hizmetlerinin bütün alanlarında çalışmaları ve eğitilmeleri zorunluluk haline gelmiştir. Bunun hayata geçirilmesinde ve başarılı olunması yolunda; Dr. Asaf Derviş, Dr. Rasim Ferit Talay, Dr. Adnan Adıvar, Dr. Besim Ömer Akalın gibi birçok hekim gayret göstermiştir. Bu hekimlerden Dr. B. Ömer Akalın (1861-1940) 'ın ebelik eğitiminde, hanımların tıp tahsili yapmalarında ve özellikle de Türk hemşirelik tarihinde önemli bir yeri vardır. Hemşirelik eğitiminin sistemli bir şekilde başlamasını (1912) temin etmiştir. Hilal-i Ahmer Cemiyetinin kurucuları arasındadır.
Hilal-i Ahmer Cemiyeti, kadınlar kolunun kurulmasından sonra, az zaman içinde, bütün ümitlerin üstünde parlak başarılar göstermiştir. 1914'te üye sayısı onbini aşan dernek üyeleri; sadece cephe gerisinde kurulan seyyar hastanelerde değil, İstanbul'da değişik mahallelerde hanımlar tarafından kurulan ve yönetilen çok sayıda hastanelerde hemşirelik yapmışlardır. Hanımların bu faaliyetleri toplumda olumlu bir etki yaratmış, hanımları mesleğe özendirmek adına çalışmalara girişilmiş, hanımları cephede ve hastanede resmeden suluboya tablo çalışmaları yaptırılmış, pullar bastırılmıştır.Osmanlı İmparatorluğu'nun bu zor dönemlerinin sağlık hizmetleri açısından en büyük özelliği,hanımların dini ve milli hislerle motive edilerek vatan hizmetine çağrılması idi.
Özellikle Milli Mücadele yıllarında hasta bakımında ve tedavisinde gönüllü olan hanımlar, gayretleri ve fedakarlıkları ile faziletin, inancın ve çalışkanlığın sembolleri olmuşlardır. Dr. B. Ömer Akalın'ın ifadesi ile; merhamet ve kalp hassasiyetinin temsilcisi olan hanımlar bu dönemin ümit ışığı olmuşlar ve onlarla birlikte hastanelerin çehresi aydınlanmıştı. Dönemin şairlerine de ilham kaynağı olan bu hanımlara duyulan saygı ve içtenlik dolu duyguları Mehmet Emin Yurdakul şu dizelerle ifade etmiştir:
^^Sizler veda eylediniz her sevimli güzel yere;
Gülü feda eylediniz o zehirli dikenlere
Kardeşlerin acıları sizin yaslı gönlünüzde;
Yaraların sancıları sanki sizin göğsünüzde
Siz feryatlar dinlersiniz dünya gülüp haykırırken;
Ölümlerin önünde sargıları bağlayan siz;
Cenazeler üzerinde matemlerde ağlayan siz
Yara sarmak, can kurtarmak... Bu ne iyi ve güzel iş,
Kullarına Cenabı Hak bundan büyük aşk vermemiş. ^^
Toplam 443 mesaj bulundu