'...bütün hayatlarınca birbiriyle en derin bir aşk ile kenetlenmiş nice eski sevdalılar; en sıkı fikir bağlarıyla bağlanmış nice eski dostlar vardır ki,bir an gelir,tekrar buluşmak için en kısa bir seyahate çıkmayı bile göze alamazlar; birbirlerine artık mektup bile yazamaz olurlar ve görüşmelerinin ahirete kaldığını hissederler...'
'...aşkın da hayat gibi kendi kendine yeten bir büluğu vardır...
...zira cidden kusursuz ve ince terbiye,güzel tavırlar kalpten ve şahsi haysiyete büyük bir emniyetten ileri gelir...
...insan madde ile ruhtan mürekkeptir: hayvan gelip kendisinde nihayet bulur ve melek onda başlar...Hissettiğimiz müstakbel bir hüviyetle tamamıyla uzaklaşmamış olan eski sevki tabiilerimizin hatıraları arasında duyduğumuz bu mücadele,adali bir aşkla ilahi bir aşk mücadelesi bundan ileri gelir...Filan adam bu iki aşkı tek bir aşk içinde tatmin eder,falan adam bundan çekinir; şu adam kendilerinde evvelki istekleri bulup tatmin etmek üzere bütün kadın nevi içinde aranıp dolaşır; bu adam nefsinde kainatın toplandığı tek bir kadında bu istekleri tatmin eder; bazıları madde ile ruhun zevkleri arasında kararsız gidip gelirler,diğer bir kısım da vermeye kadir bulunmadığı bir şeyi kendinden isteyerek ete bir ruh hüviyeti maleder...
...başkalarının bahtiyarlığı kendisi artık mesut olmayanların saadetidir...
...aşkın ancak kendisine aciz karışınca güzel ve coşkun olduğunu,o zaman her zevk önünde,son oyununun önündeki oyuncu gibi kaldığı için insanın hakiki ihtirasları ancak olgunluk çağında duyabildiğini...'
'...ben yüreğimde hâsıl olan herhangi bir kuvvetli heyecanı objektif unsurlara ayırarak tahlil etmek hassasından mahrum bulunduğumdan ve soğukkanla müşahade etmenin ne olduğunu asla bilmediğimden,o vakittenberi de öğrenemediğimden...'
'...müstebitçe memnuniyetler bir merak ve iptilayı büyük insanlardan ziyade çocuklarda arttırıp keskinleştirir...Çünkü çocukların büyük insanlara karşı,o memnu şeye bütün düşüncelerini hasredebilmek imtiyazları vardır ve bu takdirde,o memnu şeyin mukavemet edilemez cazibeleri olur...
...bir san'atta melekeleri olmamakla beraber ondaki ideali evvelinden tasavvur edenler gibiydim; tabiatın güzellikleri hakkında,bu güzelliklerin yabancısı bulunduğum halde müşkülpesenttim...
...yuvarlak bel bir kuvvet alametidir,fakat bu biçimdeki kadınlar mütehakkim,anut,müşfikten ziyade zevkperver olurlar...Düz belli kadınlar ise bilakis fedakar,inceliklerle dolu,hüzne meyyaldirler; ötekilerden daha kadındırlar...Düz bel kıvrak ve yumuşak,yuvarlak bel anut ve kıskançtır...
-Yeni tahsil ve terbiye tarzı çocuklar için müthiş...Kendilerini riyaziyat ile tıkabasa dolduruyor,ilmin darbeleri altında öldürüyor ve vaktinden evvel yıpratıyoruz...'
'O halde Lozan Konferansında son derece mütevazı Misak-ı Milli şartlarının dahi budanması nasıl açıklanabilir? Osmanlı İmparatorluğu'nun yaklaşık son yüzyılı, Avrupalı emperyalistlerden birine vaya diğerine yaslanıp, aralarındaki çelişkilerden yararlanarak ayakta kalma “ilkesine” dayanıyordu. Dönemin hegemonik emperyalist gücü olan İngiltere ve ikinci derecede emperyalist-sömürgeci bir güç olan Fransa, imparatorluğu doğrudan sömürge statüsüne indirgemek yerine - ki, bu diğer emperyalist güçlerle sorun yaratmak demekti- onu yarı-sömürge statüsünde muhafaza etmeyi yeğlediler. Bütün bu zaman zarfında Osmanlı yönetici elitinde emperyalist bir güce –tercihan Büyük Britanya’ya- dayanmadan varolamıyacaklarına dair bir “bilinç” oluştu. Fakat İngiltere 19. Yüzyılın sonuna doğru [1895] yukardaki yaklaşımdan uzaklaştı. Mondros Mütarekesi sonrası dönemde tüm kesimlere hakim olan bilinç emperyalistlerin insafına sığınmak şeklindeydi. İtilaf devletlerini incitecek, gücendirecek hiçbir söz söylememeye, hiçbir eylemde bulunmamaya büyük özen göstermeleri bu yüzdendir. Hepsinin kafasında az-çok su soru vardı: “Acaba başta ingiltere olmak üzere düvel- muazzama bize neyi münasip görüyordu...’ Anlamaya çalıştıkları o idi. Sivas Kongresi’nin manda tartışmalarıyla geçmesi bir tesadüf değildi. Kongreye katılan delegelerin sorunu, hangi devletin mandasına girmek ehven-i şerdir, ya da acaba bizi hangisi kabul eder sorularının tartışmasıyla geçmişti. Bir Amerikan mandasının ehven-i şer olduğu düşüncesi ağır basıyordu ama Amerika Birleşik Devletleri Anadolu’da bir manda rolü üstlenmeye yanaşmamıştı. Dönemin belgeleri, konuşmalar, emperyalistlerle temaslar süresince takınılan tavır, ‘Barış Konferanslarındaki’ Osmanlı delegasyonunun tavrı ve benimsenen üslûp, söylediğimizi doğrular niteliktedir. Durum böyle olduğu halde resmi tarih çok farklı bir söylem geliştirdi ki, bunların başında yedi düveli yenme safsatası geliyor. Fakat hepsi bu kadar da değil. Lozan, savaş meydanlarında kazanılan zaferin diplomatik alandaki taçlandırılması olarak sunuldu, hâlâ da sunulmaya devam ediyor. Oysa Lozanla ilgili gerçek tam da Tolga Ersoy’un kitabının başlığına uygun düşüyordu: “Lozan: Bir Antiemperyalizm Masalı Nasıl Yazıldı? ”. (6) Yedi düvel yenilmedi ama Lozan’da yedi düvelin her istediğine razı oldular. Oysa, mütareke’den sonra İtilaf devletlerine tek kurşun atılmadı. Bir tek Yunanlılarla savaşıldı ki, emperyalist güçler Yunanlılara desteği kesip 1920’den sonra Kuvayı Milliyecilerle uzlaşma tercihi yaptıkları andan itibaren Yunan ordusunun Anadolu’da tutunması imkânsızdı. Kaldı ki, Yunanlılarla savaş resmi tarihin ısrarla abarttığının aksine sınırlı bir savaştı. 15 Ekim 1921’de imzalanan Türk-Fransız İtilafnamesi emperyalistlerle uzlaşmanın başlangıcıydı ve söz konusu İtilafname Misak-ı Milli’nin açık ihlâli anlamına geliyordu.'
'...bugünün üstünden epeyce yıllar geçti...Babamın elinde tuttuğu şamdanın aksettiği merdiven duvar artık yoktur...Bende de her vakit devam edeceğini zannettiğim birçok şeyler yıkılıp gitmiştir ve bunların yerine bana birçok ıstıraplar,yeni sevinçler verenleri kaim olmuştur...Ben,şimdi,eski hislerimin,eski heyecanlarımın manasını anlamakta nasıl güçlük çekiyorsam; bu yenilerin de ne olabileceklerini,vaktiyle hiç tasavvur etmemiştim...Babamın da anneme: 'Küçükle beraber git! ' diyebildiği zamanlar artık geçmiştir...Buna benzer saatlerin tekrar geriye gelmesi imkanı artık kalmamıştır...Fakat pek yakın zamana kadar dikkatle kulak verecek olsam,babamın önünde tutmağa muvaffak olup da yatak odamda annemle yalnız kalınca bağrımdan boşanıveren hıçkırıkların sesini hala duyabiliyordum...Hakikatte bu hıçkırıklar hiç dinmemişti; şimdi,hayat,benim etrafımda her vakitten daha çok susmakta olduğu içindir ki,onların sesini daha iyi işitiyorum: gündüzleri,manastırın çan seslerini şehrin gürültüleri o derece boğar ki,insan bunları durmuş sanır ve ancak akşamın sessizliği içinde onların çalmakta devam ettiklerinin farkına varır...'
'...bizim kalbimiz pek acayiptir; zira, (bir gün Matmazel Swann'ın bana yaptığına hükmettiğim gibi) kah bir kadının bize hakaretle bakması ve bize elde edilmesinin imkansız olduğunu hissettirmesi,kah bunun aksine olarak Madam de Guermantes gibi tatlı tebessümleriyle bize elde edilmesinin kolay olduğu zannını vermesi zavallı kalbimizde aynı aşkın ateşini körükler...'
(oğlan)
-Where did we leave off? Ah,right,at Hobbes theory: Homo homini lupus,which means that man acts like a wolf towards other men...
(kız)
-And what about women?
-You disappoint me...Can you really be that narrow-minded? Women are incidental in philosophy...Remember what Thomas Aquinas said in his Summa Theologica...
aldım gazı, tekrar çıktım alplerin tepesine, girdim bir mağaraya,
daldım müşfik hayallere, göz kırptım scarlett o hara'ya
günlerce aç bi ilaç bekledim, bir deri bir kemik seyrettim alpleri,
kendimden geçmiş uyumuşum, rüyamda ağlarken gördüm charles baudelaire'i
hastanedeymişim iyileşmişim, çağırdım doktoru dedim 'gideyim beni bırak'!
olmaz dedi ziyaretçin var, bak kapıda bekliyor sayın jacques chirac.
laf uzun ömür kısa, tekrar düştüm yola vardım eve, baktım her şey aynı,
o kadar macera yaşadım, paylaşmalıyım deyip aradım david carradine'ı
dedim david baba! bık bık bık! nasıl film olur mu bu hikayeden?
elbette neden olmasın dedi, keşke yaşasaydı osman f seden
sekreter hatuna takılı kaldım, yine miniminiydi eteği,
başıma bela alacam, en iyisi açayım okuyayım aslanlar gibi johann wolfgang von goethe'yi
telgrafın telleri,
saygıyla anıyorum bi öztürk serengil olsun, bi yul brynner olsun, topluma mal olmuş bütün kelleri
hava soğuk dikkat et, üşüteceksin arkanı,
sakın ha örnek almayasın karda kışta donla gezen altarın oğlu tarkan'ı
çayın tadı güzel, rengi de maşallah koyu,
soğuttum tabi, dalıp gidince saatler boyu,
sorsan, desen ne var aklında
derim hatırlar mısın nasıl koymuştuk nöşetel'e boruyu,
o zamanlardı, matah bir şey sanırdık zeynep hanlarova denen karıyı,
bir de beyaz gömleğiyle özleyeyazdım sanki sakalına kurban olduğum atilla atasoy'u
murphy yasasıymış dert üstüne dert gelmesi başa
ne oldu lan bu arada dayaklık insan atilla taş'a
bahçe sana bağ bana,
elma sana eric bana
yedim mis gibi menemeni öptüm steve mcmanaman'i
arada kaaveye gel, açmayalım arayı,
lan ciguli de bir tuhaf olmuştu, ilk albümde bulunca parayı
içtim bozayı, öptüm boz ayı
içtim portakal suyu, öptüm ruhi su'yu
içtim frukoyu, optum asimoyu
içtim kolayi, optum kompelayi
attım formatı, öptüm hipokratı
ryu'yu hiç almazdım, hastaydım niyeyse ken'e,
lan nerden aklıma geldiyse acıdım yine bülent bey diyip kovulan geri zekalı mankene
beş çayını demledim, donattım masayı keklerle, böreklerle, petit beurrelerle;
çağırayım da çay keyfi yapalım, laflayalım azıcık mithat körler’le
çok özledim, görmüyorum hanidir
kızıl saçlı güzel tori amos duy istiyorum sesimi,
en iyi sen anlarsın, bi elle bakim olmuş mu bizim oğlanın kesimi
'adalet hissi mevcuttur insanda doğuştan' der cicero,
lakin ne zaman yapsam kapucino kendime, içer o
ne bilimsel kadınmış şu madam curie
pierre olmuş ona bir ömürlük eküri
üsttekilerin gürültüsü bitmedi, nedir bu tantana;
halbuki ne güzel komşumuzdun sen carlos santana
seyyah oldum dolandım, görmedim böyle bir beşer;
sendeki nasıl bir yetenektir ey maurits cornelis escher
yedim maymun beyni öptüm john wayne'i
içtim şerbeti, öptüm frank herberti
içtim espresso'yu, takdir ettim jean jacques rousseau'yu
içtim en şahane suları ben yan pınardan,selamlar getirdim ahmet hamdi tanpınar'dan
425 milyon su faturası gelince telefon açıp küfür ettim iski'ye,
sinirimi atmak için baleye gidip alkış tuttum vaslav fomich nijinski'ye
yedim çerezi, hayal ettim olivier martinez'i
geçen gün bi elemana rastladım; dedim ayakkabı yapmışşın, dedi baba ayıp ettin bak: gucci
neden bilmem sen aklıma geldin, ne yapıyorsun liv tyler'ı keşfeden güzel kardeşim bernardo bertolucci?
bigün yine havuzdayız; dediler zorunlu, verdik 10 milyon aldık sikindirik bir bone,
spagetti western bilmem, bir zamanlar amerika'nın hastasıyım canına yandığım sergio leone
klasik müzik aşkım depreşti yine ah,
20 çocuk yaptığını öğrenince biraz soğudum senden pek sevgili ve de ölü johann sebastian bach
6 yaşında senfoni besteledin, bugün bile müziğin state of the art,
karı kızın da hastasıydın, çapkın pezevenk wolfgang amadeus mozart
berlin müzesi müdürünün ahşap yelkenli teknesinin adıymış odin,
alemde adın pek geçmez ama garip gönlümde yerin başkadır alexander borodin
50 lerde müzik alemi geçilmiyordu kopuktan itten,
hatırlarım, güneş gibi doğmuştun ortama ingiliz besteci benjamin britten
polonya'dan adam çıkmaz diyeni notalarla döven,
alemlerin delisi, karı kız düşkünü frederic chopin
italyan olduğun soyadından belli,
neden kimse sikine sallamaz seni büyük besteci arcangelo corelli
aslan gibi hatundun yazık oldu sana özbek güzeli şahsenem,
sen de dolandırıcı çıktın, hayallerimi yıktın trt'cilerin deyimiyle arjantin eski başkanı temiz yüzlü carlos menem
ne güzelmiş bu böğürtlen çayı, yanılmıyorsam doğadan;
bununla kakaolu bisküvi ne güzel gider, hadi isteyelim ali riza binboğa'dan...vardır onda...
aldım elime haydarı,
dövdüm winona ryder'ı
yedim elmali turtayı, öptüm costacurtayı
yumuldum şerbetli tatlıya, selam söyledi leo busgaglia
tarlaya ektim darı
rüyamda fırın basarken gördüm sevgili ve de pek saygıdeğer uğur dündar'ı
İstenen ölçüde birbiri içinde dağılmayan sıvı ve hamur şeklinde bulunan maddelerin karışımını sağlayabilmek için Emülsiyon yapıcı katkı maddeleri kullanılır.
İki tip Emulsiyon vardır:
1 – Yağ içinde su Emulsiyonu: Tereyağı
2 – Su içinde yağ Emulsiyonu: Süt
Öyle malzemeler vardır ki bunlar bir Emulsiyon’ un oluşumunu kolaylaştırırlar veya karışımı önlerler.
Emulsiyonlar istikrarsız yapılardır, bu sebeple kendiliğinden oluşmazlar. Bir emulsiyonu oluşturmak için gerekli enerji girişinin çalkalama, karıştırma, püskürtme ve homojenleştiriciler ile sağlanması gerekir.
Bunlara Emulsiyon yapıcılar veya Emulgatörler denir. Bazı gıda maddeleri Emulsiyon formlarında hazırlanır. Mesela margarin, Mayonez gibi.
Genellikle yağlı ve balmumlu, tozumsu maddelerdir. Bunlar emülsiyon’ un oluşumunu temin ederler ve emulsiyonu dayanıklı hale getirirler.
Açık anlamıyla yüzeysel aktif bağlantıları sağlarlar (nemlendiricidirler) , bunlar karışmayan iki maddeyi (yağ/su) temas yüzeyinde koyulaştırırlar ve sınırlayıcı alanın gerginliğini indirgeyerek dağılma imkanını mümkün kılar.(Emulsiyonlar Suspansiyonlar ve köpükler) bu oluşumun meydana gelmesini sağlayan sebep, aynı molekülde buluşan Lipofil (yağlı maddeler) ve Hidrofil (sulu Maddeler) gruplarıdır.
Gıda Emulgatörleri için ana maddeler nebat ve hayvan yağlarından elde edilen yağ asidi ve bunların tuzları, ayrıca gliserin ve de diğer tabii yenilir yağ asitleri ve bunların tuzları, sodyum hidratlar ve poli-oksi bileşimleridir. E322 Lesitin, E470 Mono ve digliserid ve E495 e kadar isimleri geçen katkı maddeleri homojenleştirici, stabilizatör, emülsiyon yapıcı,yani Emülgatör olarak kullanılan katkı maddeleridir. (Homojenleştiriciler, Stabilizatörler)
Emulgatörler sadece gıda sektöründe kullanılmazlar. Krem, Losyon ve deterjan gibi kozmetik ürünlerin ve ilaçların üretiminde de kullanılmaktadırlar.
Çok sayıda hammaddeler, çok değişik Emulgatör’ün imalini sağlar. Ayrıca karıştırılarak, kullanılma gayesine en uygun şekilde uygulanabilir. Günümüzün, dondurma, margarin, çikolata ekmek, pasta ve benzeri gıdaların yapımında gerekli olan kalite standardı, ancak Emülgatörlerin kullanımıyla sağlanabilmektedir.Bunlar klasik fonksiyonları yanında pek çok yiyecek maddelerinin özellikleri açısından da etkendirler.
Hayvan köken’li olanlar için dikkatli olmamız gerekir. Genellikle bu katkı maddeleri, ülkemize ithal edilmektedir. Üretici ülkelerde ise üretimde kullanılan hammaddeler domuz ve dinimizce yenmesi haram olan hayvanlardan elde edilebilmektedir. En iyisi, gerek üretici firmaların, gerek ithalatçıların bitkisel olanını ithal etmeleridir.Tüketici kardeşlerimiz de bu hususa dikkat ederek, sorgulayarak seçimlerini yapmalıdırlar.
Bilinen Uygulama Alanları:
1 – Yağlar (yemek yağları) , pasta yapımında kullanılan özel yağlar.
2 - Mayonezler. Salata sosları. Krema yağları.
3 – Etler ve etle yapılan malzemeler. Hazır çorbalar
4 – Süt ürünleri.
5 – Dondurma.
6 – Ekmek, pasta ve bisküviler.
7 – Nişastalı yiyecekler. Krem şantiler, pudingler
8 – Tatlılar.
9 – Kozmetik ve ilaç üretimi
'...zira,ben ki bir gün bile Gilberte'i göremeden duramayacağımdan başka bir şey düşünmez olmuştum,(o kadar ki bir defa,büyük annem,akşam yemeği vakti eve dönmemişti de ben hemen,bir araba altında kalmışsa bir müddet Champ-Elysaes'ye gidemeyeceğimi düşünmekten nefsimi menedememiştim; insan aşık olunca artık başka bir kimseyi sevemiyor) ,halbuki Gilberte'le beraber bulunduğum ve bir gün önceden başlayarak sabırsızca beklediğim,beklerken tir tir titrediğim,kendilerine herşeyi fedaya hazır olduğum demler hiç de saadet demleri değildi; bunun böyle olduğunu da biliyordum,zira son derece,iptila halinda üzerlerine düştüğüm demler oldukları halde,hayatım kendilerinde zevkin zerresini bile keşfedemiyordu...
Gilberte'ten uzak bulunduğum müddetçe kendisini görmek ihtiyacında idim,çünkü yüzünü durmadan gözlerim önüne getirmeye çalıştığımdan gayretlerimin neticesi buna bir türlü muvaffak olamamak ve aşkının neye tekabül ettiğini bir türlü bilememek oluyordu...Sonra,sevdiğini de henüz hiç söylememişti...Tam tersine,bana tercih ettiği erkek dostları olduğunu,beni dalgın,kendini oyuna pek vermeyen,fakat isteyerek oynadığı iyi bir arkadaş saydığını ekseriya iddia etmişti; nihayet bana sık sık açıkça soğukluk alametleri de göstermişti; bu da kendisi için diğerlerinden başka türlü bir kimse olduğum hakkındaki kanaatimi sarsabillirdi,eğer bu kanaatin kaynağı Gilberte'in bana olan aşkında bulunsaydı da,vaki olduğu üzere,benim ona olan aşkımda bulunmasaydı; bu ise onu başkaca mukavim kılıyordu,çünkü bu onu,deruni bir zaruretle,Giberte'i düşünmeğe mecbur bulunduğum tarza tabi tutuyordu...Fakat,hakkında duyduğum hisleri bizzat ben de kendisine ilham etmemiştim...Gerçi,defterlerimin bütün sayfalarına ismiyle adresini durmadan yazıyordum,fakat bu sebeple o beni düşünmediği halde benim çizdiğim,ona da,hayatıma daha ziyade karışmaksızın,etrafımda bir hayli yer aldırtan -bu vüzuhsuz satırlara baktıkça cesaretimin kırıldığını hissediyordum,çünkü bunlar bana kendilerini hatta göremeyecek olan Gilberte'ten bahsetmiyorlardı,ama kendi arzumla bana sanki sırf şahsi,usandırıcı ve kudretsiz bir şey gösteriyorlardı...En acil cihet şu idi ki Gilberte ve ben görüşmeli ve aşkımızı birbirimize itiraf etmeli idik,yoksa bu aşk o vakte kadar adeta başlamamış sayılabilirdi...Şüphesiz,onu görmede beni bu kadar sabırsızlaştıran çeşitli sebepler olgun bir adam için bu derece zorlayıcı olmayabilirdi...Daha sonraları,zevklerimizi semerelendirmede daha ustalaşınca,benim Gilberte'i düşündüğüm gibi -fakat hayalin realiteye uyup uymadığına ehemmiyet vermeden- bir kadını düşünmek ve onun da bizi sevdiğinden emin olmaksızın sevmek zevkiyle iktifa ettiğimiz ve hatta daha güzel bir çiçek elde etmek için birçok çiçeği feda eden Japon bahçıvanlarını taklitle meylini daima canlı tutmak üzere kendisine olan meylimizi itiraf zevkinden vazgeçtiğimiz de vakidir...Fakat Gilberte'i sevdiğim devirde,aşkın kendi dışımızda gerçekten var olduğuna,olsa olsa engelleri yok etmemize müsaade ile,hiçbir şeyi değiştirmede serbest bulunmayan bir düzenle saadetlerimizi bezlettiğine inanıyordum; sanıyordum ki itirafın lezzeti yerine kendi kararımla,kayıtsızlık yapmacığını ikamet etmiş olsaydım en çok hayal etmiş olduğum zevklerin birinden kendimi mahrum etmekle kalmaz esrarlı ve önceden mevcut yollarını takipten vazgeçebilieceğim uydurma,değersiz,hakikatle ilgisiz bir aşk imal etmiş olurdum...'
'İki yıldır ne kadar yalnız olduğuma,neler çektiğime güç inanacaksın...Kulaklarımın kötü duyması beni bir hayalet gibi her yerde takip ediyor...Buna karşın fizik ve düşünce kudretim her zamankinden daha güçlü...Günbegün hissettiğim,ancak tasvir edemediğim hedefime yaklaşıyorum...Beethoven'ınız ancak böyle yaşayabiliyor...Hayır! Artık buna dayanamıyorum...Kaderin gırtlağına sarılmak istiyorum; tabii bana tümüyle boyun eğmeyecek...Ah,yaşam ne kadar güzel,hayatı bin kez yaşamak...'
Zaman olur ki anın hacle-i visalinde
Bir inziva ve o canan-ı bi-vefa bulurum
Zaman olur ki gözümden kaçan hayalinde
Hayat-ı ruhuma müşfik bir aşina bulurum
'...fakat Swann'a içtinap olunmaz gibi gelmiş olan şey vukubulmuş olandı ve Madam de Saint-Euverte'in suvaresine gitmeye karar vermiş olmasında da ilahi bir irade görmekten uzak değildi,çünkü hayatın icat kudretine hayranlık arzusu besleyen ve hangisinin temenniye daha layık olduğu gibi güç bir suali uzun zaman kendine tevcih edemeyecek kadar tembel olan zihni o akşam duymuş olduğu ıstıraplarla henüz tenebbüt etmekte bulunan umulmadık zevkler arasında -ki beyinlerinde bir muvazene tesisi çok güçtü- bir nevi zaruri teselsül farz etmekteydi...
Fakat,uyandıktan bir saat sonra,saçının vagonda bozulmaması için berbere talimat verirken gördüğü rüyayı yine düşündü; Odette'in soluk benzi,fazla zayıf yanakları,harap hatları,yorgun gözleri -Odette'e olan sürekli aşkını ondan almış olduğu ilk intibaın uzun nisyanı haline getirmiş olan- müteakip sevişmeler devamınca münasebetlerinin birinci günlerinden itibaren dikkat etmez olmuş olduğu ve uyurken hafızasının,gerçek duyuşu ne olduğunu şüphesiz araştırmış bulunduğu her şeyi,nasıl yanıbaşında hissetmiş idiyse,yine öylece,gözleri önüne geldi...Ve,bedbahtlıktan kurtulur kurtulmaz beliren ve aynı zamanda ahlaklılığı seviyesini düşüren kaba hisliliğiyle içinden feryat etti: 'Hoşuma gitmeyen,tipim olmayan bir kadın için hayatımın yıllarını israf etmiş,ölmek istemiş,en büyük aşkı duymuş olmama ne demeli! '
'...içimizdeki hislerin çoğunu,sözle tercüme ve ifade etmek isterken yaptığımız şey bunların hakiki mahiyetlerini bozmak,bunları üzerimizden silkip atarak kendi tarafımızdan bile anlaşılmaz bir şekle sokmaktır...Nitekim,benim için birtakım keşiflerin rastgele bir kadrosu veya zaruri bir ilham kaynağı olan Meseglise semtine borçlu olduğum hazların bir hesabını yapmağa kalkıştığım zaman hatırladım ki kalbimizin heyecanlarıyla bunları anlatmak için kullanmaya alıştığımız ifade vasıtaları arasındaki uzlaşmazlığı,ilk defa olarak,o sonbahar gezintilerimizin birinde,Montjouvain'in fundalıkları yanında,hayret verici bir vuzuh ile sezip anlamışımdır...
Bu,rüzgarla karışık bir sağanağa şetaretle karşı koyup da Montjouvain'in gölcüğünün kıyısında,Mösyö Vinteuil'in bahçıvanına birtakım bahçe aletleri deposu hizmetini gören kiremitle örtülü küçük kulübenin önüne vardığım anda vaki oldu...Güneş yeniden çıkmış ve biraz önce gür yağmur sularının yıkadığı altın yaldızları,gökyüzünde,ağaçların yaprakları arasında ve küçük kulübenin duvarlarıyla şimdi,tepesinde,bir tavuğun gezinmekte bulunduğu ıslak damı üstünde yeniden parıldıyordu...Esen rüzgar,duvarların bölmelerinde bitmiş olan yabani otları yana doğru çekiyor,dalgalandırıyordu...Damın tepesindeki tavuğun tüyleri de cansız ve hafif şeylere mahsus bir uysallıkla bu rüzgarın keyfine göre tersine çevriliyor,her biri ayrı ayrı,tel tel uzanıp dağılıyordu...Kiremitli dam,güneşin ışığında yeniden şeffaflaşmış gölün sularını pembe ebru nakışlarıyla işlemeğe başlamıştı...Ben,buna,şimdiye kadar hiç dikkat etmemiştim ve üzerindeki bu renkli halelerin,kulübe duvarına aksederek gökyüzünün tebessümlerine daha solgun bir tebessümle mukabelede bulunmak ister gibi oluşu birdenbire benim şevkimi o kadar taşırdı ki,kendimi tutamayıp kapalı şemsiyemi havada sallamaya ve avazım çıktığı kadar: 'Vay canına,vay canına,vay canına! ' diye bağırmağa başladım...Fakat,aynı zamanda hissediyordum ki,bu koyu ve kaba küfürleri savuracağım yerde,duymakta olduğum neşveyi tahlille ona lazım gelen vuzuhu vermek bu yüksek hayranlık anımda,kendi nefsime karşı ilk göreceğim vazifedir...
Tam bu sırada,yanımdan suratı asık bir köylü geçiyordu ve az kalsın elimde salladığım şemsiye ile kafasına çarpıp keyfimi büsbütün kaçıracaktım...Kendimi toparlayıp, 'Ne güzel hava değil mi? Yürümek için ne güzel hava! ' dedim...Köylü bana baştan savma,soğuk bir cevap verdi...O vakit şunu da öğrenmiş oldum ki,aynı çeşit heyecanların,evvelce tekerrür etmiş bir nizama göre,bütün insanlar arasında aynı zamanda husule gelmesinin imkanı yokur...Nitekim,bundan sonra,çok defa,okumaktan bıkıp da konuşmak istediğim bir anda,yanımdaki arkadaşımı konuşmaktan usanıp okumak arzusuyla kıvranır buldum...Gene bunun gibi annemle babamı şefkatle düşünür ve onları memnun edecek bir harekette bulunmak kararını verirken onlar,benim herhangi bir ihmalime agah olup tam konuşarak boyunlarına sarılacağım sırada sert bir tavırla kabahatimi yüzüme vururlar ve beni azarlardı...'
uzaktan aşk
20.01.2007 - 15:59'...bütün hayatlarınca birbiriyle en derin bir aşk ile kenetlenmiş nice eski sevdalılar; en sıkı fikir bağlarıyla bağlanmış nice eski dostlar vardır ki,bir an gelir,tekrar buluşmak için en kısa bir seyahate çıkmayı bile göze alamazlar; birbirlerine artık mektup bile yazamaz olurlar ve görüşmelerinin ahirete kaldığını hissederler...'
hungarian dance
20.01.2007 - 00:22'Eğer Brahms onları cilalamasaydı,bu Macar ametist ve topazları renkli çakıl taşları olarak kalırdı...'
Max Kalbeck
vadideki zambak
20.01.2007 - 00:04'...aşkın da hayat gibi kendi kendine yeten bir büluğu vardır...
...zira cidden kusursuz ve ince terbiye,güzel tavırlar kalpten ve şahsi haysiyete büyük bir emniyetten ileri gelir...
...insan madde ile ruhtan mürekkeptir: hayvan gelip kendisinde nihayet bulur ve melek onda başlar...Hissettiğimiz müstakbel bir hüviyetle tamamıyla uzaklaşmamış olan eski sevki tabiilerimizin hatıraları arasında duyduğumuz bu mücadele,adali bir aşkla ilahi bir aşk mücadelesi bundan ileri gelir...Filan adam bu iki aşkı tek bir aşk içinde tatmin eder,falan adam bundan çekinir; şu adam kendilerinde evvelki istekleri bulup tatmin etmek üzere bütün kadın nevi içinde aranıp dolaşır; bu adam nefsinde kainatın toplandığı tek bir kadında bu istekleri tatmin eder; bazıları madde ile ruhun zevkleri arasında kararsız gidip gelirler,diğer bir kısım da vermeye kadir bulunmadığı bir şeyi kendinden isteyerek ete bir ruh hüviyeti maleder...
...başkalarının bahtiyarlığı kendisi artık mesut olmayanların saadetidir...
...aşkın ancak kendisine aciz karışınca güzel ve coşkun olduğunu,o zaman her zevk önünde,son oyununun önündeki oyuncu gibi kaldığı için insanın hakiki ihtirasları ancak olgunluk çağında duyabildiğini...'
geç olgunlaşmak
18.01.2007 - 17:49'...ben yüreğimde hâsıl olan herhangi bir kuvvetli heyecanı objektif unsurlara ayırarak tahlil etmek hassasından mahrum bulunduğumdan ve soğukkanla müşahade etmenin ne olduğunu asla bilmediğimden,o vakittenberi de öğrenemediğimden...'
vadideki zambak
18.01.2007 - 16:56'...müstebitçe memnuniyetler bir merak ve iptilayı büyük insanlardan ziyade çocuklarda arttırıp keskinleştirir...Çünkü çocukların büyük insanlara karşı,o memnu şeye bütün düşüncelerini hasredebilmek imtiyazları vardır ve bu takdirde,o memnu şeyin mukavemet edilemez cazibeleri olur...
...bir san'atta melekeleri olmamakla beraber ondaki ideali evvelinden tasavvur edenler gibiydim; tabiatın güzellikleri hakkında,bu güzelliklerin yabancısı bulunduğum halde müşkülpesenttim...
...yuvarlak bel bir kuvvet alametidir,fakat bu biçimdeki kadınlar mütehakkim,anut,müşfikten ziyade zevkperver olurlar...Düz belli kadınlar ise bilakis fedakar,inceliklerle dolu,hüzne meyyaldirler; ötekilerden daha kadındırlar...Düz bel kıvrak ve yumuşak,yuvarlak bel anut ve kıskançtır...
-Yeni tahsil ve terbiye tarzı çocuklar için müthiş...Kendilerini riyaziyat ile tıkabasa dolduruyor,ilmin darbeleri altında öldürüyor ve vaktinden evvel yıpratıyoruz...'
misak-ı milli
18.01.2007 - 16:25'O halde Lozan Konferansında son derece mütevazı Misak-ı Milli şartlarının dahi budanması nasıl açıklanabilir? Osmanlı İmparatorluğu'nun yaklaşık son yüzyılı, Avrupalı emperyalistlerden birine vaya diğerine yaslanıp, aralarındaki çelişkilerden yararlanarak ayakta kalma “ilkesine” dayanıyordu. Dönemin hegemonik emperyalist gücü olan İngiltere ve ikinci derecede emperyalist-sömürgeci bir güç olan Fransa, imparatorluğu doğrudan sömürge statüsüne indirgemek yerine - ki, bu diğer emperyalist güçlerle sorun yaratmak demekti- onu yarı-sömürge statüsünde muhafaza etmeyi yeğlediler. Bütün bu zaman zarfında Osmanlı yönetici elitinde emperyalist bir güce –tercihan Büyük Britanya’ya- dayanmadan varolamıyacaklarına dair bir “bilinç” oluştu. Fakat İngiltere 19. Yüzyılın sonuna doğru [1895] yukardaki yaklaşımdan uzaklaştı. Mondros Mütarekesi sonrası dönemde tüm kesimlere hakim olan bilinç emperyalistlerin insafına sığınmak şeklindeydi. İtilaf devletlerini incitecek, gücendirecek hiçbir söz söylememeye, hiçbir eylemde bulunmamaya büyük özen göstermeleri bu yüzdendir. Hepsinin kafasında az-çok su soru vardı: “Acaba başta ingiltere olmak üzere düvel- muazzama bize neyi münasip görüyordu...’ Anlamaya çalıştıkları o idi. Sivas Kongresi’nin manda tartışmalarıyla geçmesi bir tesadüf değildi. Kongreye katılan delegelerin sorunu, hangi devletin mandasına girmek ehven-i şerdir, ya da acaba bizi hangisi kabul eder sorularının tartışmasıyla geçmişti. Bir Amerikan mandasının ehven-i şer olduğu düşüncesi ağır basıyordu ama Amerika Birleşik Devletleri Anadolu’da bir manda rolü üstlenmeye yanaşmamıştı. Dönemin belgeleri, konuşmalar, emperyalistlerle temaslar süresince takınılan tavır, ‘Barış Konferanslarındaki’ Osmanlı delegasyonunun tavrı ve benimsenen üslûp, söylediğimizi doğrular niteliktedir. Durum böyle olduğu halde resmi tarih çok farklı bir söylem geliştirdi ki, bunların başında yedi düveli yenme safsatası geliyor. Fakat hepsi bu kadar da değil. Lozan, savaş meydanlarında kazanılan zaferin diplomatik alandaki taçlandırılması olarak sunuldu, hâlâ da sunulmaya devam ediyor. Oysa Lozanla ilgili gerçek tam da Tolga Ersoy’un kitabının başlığına uygun düşüyordu: “Lozan: Bir Antiemperyalizm Masalı Nasıl Yazıldı? ”. (6) Yedi düvel yenilmedi ama Lozan’da yedi düvelin her istediğine razı oldular. Oysa, mütareke’den sonra İtilaf devletlerine tek kurşun atılmadı. Bir tek Yunanlılarla savaşıldı ki, emperyalist güçler Yunanlılara desteği kesip 1920’den sonra Kuvayı Milliyecilerle uzlaşma tercihi yaptıkları andan itibaren Yunan ordusunun Anadolu’da tutunması imkânsızdı. Kaldı ki, Yunanlılarla savaş resmi tarihin ısrarla abarttığının aksine sınırlı bir savaştı. 15 Ekim 1921’de imzalanan Türk-Fransız İtilafnamesi emperyalistlerle uzlaşmanın başlangıcıydı ve söz konusu İtilafname Misak-ı Milli’nin açık ihlâli anlamına geliyordu.'
(devam edecek)
Anne çocuk diyalogları
18.01.2007 - 16:11'...bugünün üstünden epeyce yıllar geçti...Babamın elinde tuttuğu şamdanın aksettiği merdiven duvar artık yoktur...Bende de her vakit devam edeceğini zannettiğim birçok şeyler yıkılıp gitmiştir ve bunların yerine bana birçok ıstıraplar,yeni sevinçler verenleri kaim olmuştur...Ben,şimdi,eski hislerimin,eski heyecanlarımın manasını anlamakta nasıl güçlük çekiyorsam; bu yenilerin de ne olabileceklerini,vaktiyle hiç tasavvur etmemiştim...Babamın da anneme: 'Küçükle beraber git! ' diyebildiği zamanlar artık geçmiştir...Buna benzer saatlerin tekrar geriye gelmesi imkanı artık kalmamıştır...Fakat pek yakın zamana kadar dikkatle kulak verecek olsam,babamın önünde tutmağa muvaffak olup da yatak odamda annemle yalnız kalınca bağrımdan boşanıveren hıçkırıkların sesini hala duyabiliyordum...Hakikatte bu hıçkırıklar hiç dinmemişti; şimdi,hayat,benim etrafımda her vakitten daha çok susmakta olduğu içindir ki,onların sesini daha iyi işitiyorum: gündüzleri,manastırın çan seslerini şehrin gürültüleri o derece boğar ki,insan bunları durmuş sanır ve ancak akşamın sessizliği içinde onların çalmakta devam ettiklerinin farkına varır...'
evli birine aşık olmak
18.01.2007 - 02:41'...bizim kalbimiz pek acayiptir; zira, (bir gün Matmazel Swann'ın bana yaptığına hükmettiğim gibi) kah bir kadının bize hakaretle bakması ve bize elde edilmesinin imkansız olduğunu hissettirmesi,kah bunun aksine olarak Madam de Guermantes gibi tatlı tebessümleriyle bize elde edilmesinin kolay olduğu zannını vermesi zavallı kalbimizde aynı aşkın ateşini körükler...'
kült film
18.01.2007 - 02:10'I Pugni in tasca' (1965)
Marco Bellocchio
film replikleri
18.01.2007 - 02:06(oğlan)
-Where did we leave off? Ah,right,at Hobbes theory: Homo homini lupus,which means that man acts like a wolf towards other men...
(kız)
-And what about women?
-You disappoint me...Can you really be that narrow-minded? Women are incidental in philosophy...Remember what Thomas Aquinas said in his Summa Theologica...
öpmek
18.01.2007 - 01:56aldım gazı, tekrar çıktım alplerin tepesine, girdim bir mağaraya,
daldım müşfik hayallere, göz kırptım scarlett o hara'ya
günlerce aç bi ilaç bekledim, bir deri bir kemik seyrettim alpleri,
kendimden geçmiş uyumuşum, rüyamda ağlarken gördüm charles baudelaire'i
hastanedeymişim iyileşmişim, çağırdım doktoru dedim 'gideyim beni bırak'!
olmaz dedi ziyaretçin var, bak kapıda bekliyor sayın jacques chirac.
laf uzun ömür kısa, tekrar düştüm yola vardım eve, baktım her şey aynı,
o kadar macera yaşadım, paylaşmalıyım deyip aradım david carradine'ı
dedim david baba! bık bık bık! nasıl film olur mu bu hikayeden?
elbette neden olmasın dedi, keşke yaşasaydı osman f seden
yedim patates tavayı, andım akira kurosawayı
aradım kayıp kıta muyu, unutmadım kemalettin kamu'yu
içtim bozayı, öptüm mercedes sosa'yı
sekreter hatuna takılı kaldım, yine miniminiydi eteği,
başıma bela alacam, en iyisi açayım okuyayım aslanlar gibi johann wolfgang von goethe'yi
telgrafın telleri,
saygıyla anıyorum bi öztürk serengil olsun, bi yul brynner olsun, topluma mal olmuş bütün kelleri
hava soğuk dikkat et, üşüteceksin arkanı,
sakın ha örnek almayasın karda kışta donla gezen altarın oğlu tarkan'ı
çayın tadı güzel, rengi de maşallah koyu,
soğuttum tabi, dalıp gidince saatler boyu,
sorsan, desen ne var aklında
derim hatırlar mısın nasıl koymuştuk nöşetel'e boruyu,
o zamanlardı, matah bir şey sanırdık zeynep hanlarova denen karıyı,
bir de beyaz gömleğiyle özleyeyazdım sanki sakalına kurban olduğum atilla atasoy'u
murphy yasasıymış dert üstüne dert gelmesi başa
ne oldu lan bu arada dayaklık insan atilla taş'a
bahçe sana bağ bana,
elma sana eric bana
yedim mis gibi menemeni öptüm steve mcmanaman'i
arada kaaveye gel, açmayalım arayı,
lan ciguli de bir tuhaf olmuştu, ilk albümde bulunca parayı
içtim bozayı, öptüm boz ayı
içtim portakal suyu, öptüm ruhi su'yu
içtim frukoyu, optum asimoyu
içtim kolayi, optum kompelayi
attım formatı, öptüm hipokratı
ryu'yu hiç almazdım, hastaydım niyeyse ken'e,
lan nerden aklıma geldiyse acıdım yine bülent bey diyip kovulan geri zekalı mankene
beş çayını demledim, donattım masayı keklerle, böreklerle, petit beurrelerle;
çağırayım da çay keyfi yapalım, laflayalım azıcık mithat körler’le
çok özledim, görmüyorum hanidir
kızıl saçlı güzel tori amos duy istiyorum sesimi,
en iyi sen anlarsın, bi elle bakim olmuş mu bizim oğlanın kesimi
'adalet hissi mevcuttur insanda doğuştan' der cicero,
lakin ne zaman yapsam kapucino kendime, içer o
ne bilimsel kadınmış şu madam curie
pierre olmuş ona bir ömürlük eküri
üsttekilerin gürültüsü bitmedi, nedir bu tantana;
halbuki ne güzel komşumuzdun sen carlos santana
seyyah oldum dolandım, görmedim böyle bir beşer;
sendeki nasıl bir yetenektir ey maurits cornelis escher
yedim maymun beyni öptüm john wayne'i
içtim şerbeti, öptüm frank herberti
içtim espresso'yu, takdir ettim jean jacques rousseau'yu
içtim en şahane suları ben yan pınardan,selamlar getirdim ahmet hamdi tanpınar'dan
425 milyon su faturası gelince telefon açıp küfür ettim iski'ye,
sinirimi atmak için baleye gidip alkış tuttum vaslav fomich nijinski'ye
yedim çerezi, hayal ettim olivier martinez'i
geçen gün bi elemana rastladım; dedim ayakkabı yapmışşın, dedi baba ayıp ettin bak: gucci
neden bilmem sen aklıma geldin, ne yapıyorsun liv tyler'ı keşfeden güzel kardeşim bernardo bertolucci?
bigün yine havuzdayız; dediler zorunlu, verdik 10 milyon aldık sikindirik bir bone,
spagetti western bilmem, bir zamanlar amerika'nın hastasıyım canına yandığım sergio leone
klasik müzik aşkım depreşti yine ah,
20 çocuk yaptığını öğrenince biraz soğudum senden pek sevgili ve de ölü johann sebastian bach
6 yaşında senfoni besteledin, bugün bile müziğin state of the art,
karı kızın da hastasıydın, çapkın pezevenk wolfgang amadeus mozart
berlin müzesi müdürünün ahşap yelkenli teknesinin adıymış odin,
alemde adın pek geçmez ama garip gönlümde yerin başkadır alexander borodin
50 lerde müzik alemi geçilmiyordu kopuktan itten,
hatırlarım, güneş gibi doğmuştun ortama ingiliz besteci benjamin britten
polonya'dan adam çıkmaz diyeni notalarla döven,
alemlerin delisi, karı kız düşkünü frederic chopin
italyan olduğun soyadından belli,
neden kimse sikine sallamaz seni büyük besteci arcangelo corelli
aslan gibi hatundun yazık oldu sana özbek güzeli şahsenem,
sen de dolandırıcı çıktın, hayallerimi yıktın trt'cilerin deyimiyle arjantin eski başkanı temiz yüzlü carlos menem
ne güzelmiş bu böğürtlen çayı, yanılmıyorsam doğadan;
bununla kakaolu bisküvi ne güzel gider, hadi isteyelim ali riza binboğa'dan...vardır onda...
aldım elime haydarı,
dövdüm winona ryder'ı
yedim elmali turtayı, öptüm costacurtayı
yumuldum şerbetli tatlıya, selam söyledi leo busgaglia
tarlaya ektim darı
rüyamda fırın basarken gördüm sevgili ve de pek saygıdeğer uğur dündar'ı
döktüm lavaboya por-çöz'ü
saygıyla andım sevgili petek dinçöz'ü
sabetayist
16.01.2007 - 08:24SANAT DÜNYASI
Abdülhak Hamit Tarhan
Altan Erbulak
Aziz Üstel
Ayşe Kulin
Ayten Gökçer
Aliye Berger
Azra Erhat
Ayten Alpman
Ayşe Gencer
Attila İlhan
Ajda Pekkan
Ali Rıfat Çağatay
Ali Uras
Arsen Gürzap
Aysel Gürel
Ahmet Adnan Saygun
Alpay
Arif Mardin
Ahmet Ertegün
Aziz Basmacı
Asuman Tuğberk
Ahmet Say
Bülent Ersoy
Bülent Fenmen
Bora Gencer
Barış Manço
Bülent Ortaçgil
Bülent Tarcan
Behzat Butak
Cüneyt Gökçer
Cem Davran
Celal Sahir Erozan
Cenk Eren
Cem Mansur
Can Gürzap
Cemil İpekçi
Cüneyt Tanman
Çolpan İlhan
Çetin Tekindor
Çiğdem Talu
Duygu Aykal
Doğa Rutkay
Derya Alabora
Deniz Gökçer
Erman Kunter
Enis Fosforoğlu
Erdem Buri
Emin Ongan
Engin Noyan
Eser Noyan
Erkan Özerman
Filiz Ali Lazlo
Fazıl Say
Füreyya Koral
Faiz Kapancı
Gönül Yazar
Günseli Başar
Gürer Aykal
Hüseyin Kutman
Haldun Dormen
Halikarnas Balıkçısı
Halit Ziya Uşaklıgil
Halit Refiğ
Hüseyin Saadettin Arel
Hande Ataizi
Hüseyin Baradan
Hulusi Kentmen
Işıl Yücesoy
İdil Biret
Kerem Alışık
Kenan Kalav
Köksal Engür
Levent Kırca
Leyla Saz
Leyla Gencer
Levent Yüksel
Müşfik Kenter
Mustafa Alabora
Mehmet Ali Alabora
Mehveş Emeç
Munis Faik Ozansoy
Mehmet Ali Erbil
Mete İnselel
Muazzez Tahsin Berkant
Müjde Ar
Mehtap Ar
Melih Kibar
Mısırlı İbrahim
Mahmud Celalettin Paşa
Mustafa Altıoklar
Meral Orhonsay
Mehmet Fehmi Tokay
Mükerrem Berk
Melike Demirağ
Mithat Fenmen
Metin Serezli
Metin Erksan
Muzaffer İlkar
Metin Bükey
Mustafa Denizli
Murat Özaydınlı
Meltem Hakarar
Muhip Arcıman
Neşe Erberk
Nevra Serezli
Nisa Serezli
Nermin Bezmen
Orhan Pamuk
Oya Başar
Orhan Gencebay
Osman Nihat Akın
Oya Küçümen
Okan Karacan
Okan Bayülgen
Oktay Rifat
Ömür Göksel
Özlem Savaş
Ömer Karacan
Peride Celal
Pakize Suda
Perran Kutman
Rutkay Aziz
Reşat Nuri Güntekin
Renan Fosforoğlu
Refik Kemal Arduman
Refik Talat Halman
Rakım Elkutlu
Rüçhan Çamay
Sevgi Soysal
Saltuk Kaplangı
Samim Değer
Semiramis Pekkan
Sibel Egemen
Selahattin Pınar
Selanikli Ahmet Efendi
Suna Kan
Semiha Berksoy
Sertap Erener
Selin Dilmen
Selin Toktay
Samih Rifat
Şinasi
Şerif İçli
Şekip Memduh
Şanar Yurdatapan
Şemsi İnkaya
Tarkan
Turgut Boralı
Turgut Demirağ
Tülay German
Talat Artemel
Tuncel Kurtiz
Tuğrul Dağcı
Uğur Akdora
Ulvi Cemal Erkin
Ümran Baradan
Ülkü Kuranel
Yıldız Kenter
Yusuf Atılgan
Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Yasemin Kozanoğlu
Yıldırım Gencer
Yesari Asım Arsoy
Yıldız Sertel
Yasemin Baradan
Yasemin Kumral
Zeki Müren
Zeki Alasya
Zeliha Berksoy
Zihni Küçümen
sağlık
16.01.2007 - 08:15Emulgatörler
İstenen ölçüde birbiri içinde dağılmayan sıvı ve hamur şeklinde bulunan maddelerin karışımını sağlayabilmek için Emülsiyon yapıcı katkı maddeleri kullanılır.
İki tip Emulsiyon vardır:
1 – Yağ içinde su Emulsiyonu: Tereyağı
2 – Su içinde yağ Emulsiyonu: Süt
Öyle malzemeler vardır ki bunlar bir Emulsiyon’ un oluşumunu kolaylaştırırlar veya karışımı önlerler.
Emulsiyonlar istikrarsız yapılardır, bu sebeple kendiliğinden oluşmazlar. Bir emulsiyonu oluşturmak için gerekli enerji girişinin çalkalama, karıştırma, püskürtme ve homojenleştiriciler ile sağlanması gerekir.
Bunlara Emulsiyon yapıcılar veya Emulgatörler denir. Bazı gıda maddeleri Emulsiyon formlarında hazırlanır. Mesela margarin, Mayonez gibi.
Genellikle yağlı ve balmumlu, tozumsu maddelerdir. Bunlar emülsiyon’ un oluşumunu temin ederler ve emulsiyonu dayanıklı hale getirirler.
Açık anlamıyla yüzeysel aktif bağlantıları sağlarlar (nemlendiricidirler) , bunlar karışmayan iki maddeyi (yağ/su) temas yüzeyinde koyulaştırırlar ve sınırlayıcı alanın gerginliğini indirgeyerek dağılma imkanını mümkün kılar.(Emulsiyonlar Suspansiyonlar ve köpükler) bu oluşumun meydana gelmesini sağlayan sebep, aynı molekülde buluşan Lipofil (yağlı maddeler) ve Hidrofil (sulu Maddeler) gruplarıdır.
Gıda Emulgatörleri için ana maddeler nebat ve hayvan yağlarından elde edilen yağ asidi ve bunların tuzları, ayrıca gliserin ve de diğer tabii yenilir yağ asitleri ve bunların tuzları, sodyum hidratlar ve poli-oksi bileşimleridir. E322 Lesitin, E470 Mono ve digliserid ve E495 e kadar isimleri geçen katkı maddeleri homojenleştirici, stabilizatör, emülsiyon yapıcı,yani Emülgatör olarak kullanılan katkı maddeleridir. (Homojenleştiriciler, Stabilizatörler)
Emulgatörler sadece gıda sektöründe kullanılmazlar. Krem, Losyon ve deterjan gibi kozmetik ürünlerin ve ilaçların üretiminde de kullanılmaktadırlar.
Çok sayıda hammaddeler, çok değişik Emulgatör’ün imalini sağlar. Ayrıca karıştırılarak, kullanılma gayesine en uygun şekilde uygulanabilir. Günümüzün, dondurma, margarin, çikolata ekmek, pasta ve benzeri gıdaların yapımında gerekli olan kalite standardı, ancak Emülgatörlerin kullanımıyla sağlanabilmektedir.Bunlar klasik fonksiyonları yanında pek çok yiyecek maddelerinin özellikleri açısından da etkendirler.
Hayvan köken’li olanlar için dikkatli olmamız gerekir. Genellikle bu katkı maddeleri, ülkemize ithal edilmektedir. Üretici ülkelerde ise üretimde kullanılan hammaddeler domuz ve dinimizce yenmesi haram olan hayvanlardan elde edilebilmektedir. En iyisi, gerek üretici firmaların, gerek ithalatçıların bitkisel olanını ithal etmeleridir.Tüketici kardeşlerimiz de bu hususa dikkat ederek, sorgulayarak seçimlerini yapmalıdırlar.
Bilinen Uygulama Alanları:
1 – Yağlar (yemek yağları) , pasta yapımında kullanılan özel yağlar.
2 - Mayonezler. Salata sosları. Krema yağları.
3 – Etler ve etle yapılan malzemeler. Hazır çorbalar
4 – Süt ürünleri.
5 – Dondurma.
6 – Ekmek, pasta ve bisküviler.
7 – Nişastalı yiyecekler. Krem şantiler, pudingler
8 – Tatlılar.
9 – Kozmetik ve ilaç üretimi
çiçek anlamları
16.01.2007 - 08:04'...zira,ben ki bir gün bile Gilberte'i göremeden duramayacağımdan başka bir şey düşünmez olmuştum,(o kadar ki bir defa,büyük annem,akşam yemeği vakti eve dönmemişti de ben hemen,bir araba altında kalmışsa bir müddet Champ-Elysaes'ye gidemeyeceğimi düşünmekten nefsimi menedememiştim; insan aşık olunca artık başka bir kimseyi sevemiyor) ,halbuki Gilberte'le beraber bulunduğum ve bir gün önceden başlayarak sabırsızca beklediğim,beklerken tir tir titrediğim,kendilerine herşeyi fedaya hazır olduğum demler hiç de saadet demleri değildi; bunun böyle olduğunu da biliyordum,zira son derece,iptila halinda üzerlerine düştüğüm demler oldukları halde,hayatım kendilerinde zevkin zerresini bile keşfedemiyordu...
Gilberte'ten uzak bulunduğum müddetçe kendisini görmek ihtiyacında idim,çünkü yüzünü durmadan gözlerim önüne getirmeye çalıştığımdan gayretlerimin neticesi buna bir türlü muvaffak olamamak ve aşkının neye tekabül ettiğini bir türlü bilememek oluyordu...Sonra,sevdiğini de henüz hiç söylememişti...Tam tersine,bana tercih ettiği erkek dostları olduğunu,beni dalgın,kendini oyuna pek vermeyen,fakat isteyerek oynadığı iyi bir arkadaş saydığını ekseriya iddia etmişti; nihayet bana sık sık açıkça soğukluk alametleri de göstermişti; bu da kendisi için diğerlerinden başka türlü bir kimse olduğum hakkındaki kanaatimi sarsabillirdi,eğer bu kanaatin kaynağı Gilberte'in bana olan aşkında bulunsaydı da,vaki olduğu üzere,benim ona olan aşkımda bulunmasaydı; bu ise onu başkaca mukavim kılıyordu,çünkü bu onu,deruni bir zaruretle,Giberte'i düşünmeğe mecbur bulunduğum tarza tabi tutuyordu...Fakat,hakkında duyduğum hisleri bizzat ben de kendisine ilham etmemiştim...Gerçi,defterlerimin bütün sayfalarına ismiyle adresini durmadan yazıyordum,fakat bu sebeple o beni düşünmediği halde benim çizdiğim,ona da,hayatıma daha ziyade karışmaksızın,etrafımda bir hayli yer aldırtan -bu vüzuhsuz satırlara baktıkça cesaretimin kırıldığını hissediyordum,çünkü bunlar bana kendilerini hatta göremeyecek olan Gilberte'ten bahsetmiyorlardı,ama kendi arzumla bana sanki sırf şahsi,usandırıcı ve kudretsiz bir şey gösteriyorlardı...En acil cihet şu idi ki Gilberte ve ben görüşmeli ve aşkımızı birbirimize itiraf etmeli idik,yoksa bu aşk o vakte kadar adeta başlamamış sayılabilirdi...Şüphesiz,onu görmede beni bu kadar sabırsızlaştıran çeşitli sebepler olgun bir adam için bu derece zorlayıcı olmayabilirdi...Daha sonraları,zevklerimizi semerelendirmede daha ustalaşınca,benim Gilberte'i düşündüğüm gibi -fakat hayalin realiteye uyup uymadığına ehemmiyet vermeden- bir kadını düşünmek ve onun da bizi sevdiğinden emin olmaksızın sevmek zevkiyle iktifa ettiğimiz ve hatta daha güzel bir çiçek elde etmek için birçok çiçeği feda eden Japon bahçıvanlarını taklitle meylini daima canlı tutmak üzere kendisine olan meylimizi itiraf zevkinden vazgeçtiğimiz de vakidir...Fakat Gilberte'i sevdiğim devirde,aşkın kendi dışımızda gerçekten var olduğuna,olsa olsa engelleri yok etmemize müsaade ile,hiçbir şeyi değiştirmede serbest bulunmayan bir düzenle saadetlerimizi bezlettiğine inanıyordum; sanıyordum ki itirafın lezzeti yerine kendi kararımla,kayıtsızlık yapmacığını ikamet etmiş olsaydım en çok hayal etmiş olduğum zevklerin birinden kendimi mahrum etmekle kalmaz esrarlı ve önceden mevcut yollarını takipten vazgeçebilieceğim uydurma,değersiz,hakikatle ilgisiz bir aşk imal etmiş olurdum...'
beethoven symphony no 5
15.01.2007 - 18:31adam müzikten bihaber arkadaşına der ki:
-bugün beethoven'ın 5. senfonisi var gidelim mi?
-ben daha ilk dördünü dinlemedim ki...
gunter grass
15.01.2007 - 06:02the tin drum...
andrew lloyd webber
15.01.2007 - 05:34Julian'ın abisi...
beethoven symphony no 5
15.01.2007 - 05:28'İki yıldır ne kadar yalnız olduğuma,neler çektiğime güç inanacaksın...Kulaklarımın kötü duyması beni bir hayalet gibi her yerde takip ediyor...Buna karşın fizik ve düşünce kudretim her zamankinden daha güçlü...Günbegün hissettiğim,ancak tasvir edemediğim hedefime yaklaşıyorum...Beethoven'ınız ancak böyle yaşayabiliyor...Hayır! Artık buna dayanamıyorum...Kaderin gırtlağına sarılmak istiyorum; tabii bana tümüyle boyun eğmeyecek...Ah,yaşam ne kadar güzel,hayatı bin kez yaşamak...'
le quattro stagioni / dört mevsim
15.01.2007 - 05:18'tasviri müziğin' ilk ünlü örneklerinden...
benim en sevdiğim bölümü 'kış'...
bu arada Rousseau eseri flüte uyarlamış...şu bizim yazar rousseau,can cak...
hüseyni
14.01.2007 - 18:07Zaman olur ki anın hacle-i visalinde
Bir inziva ve o canan-ı bi-vefa bulurum
Zaman olur ki gözümden kaçan hayalinde
Hayat-ı ruhuma müşfik bir aşina bulurum
beste: Lemi Atlı
kült film
14.01.2007 - 16:42'Sleuth' (1972)
Joseph L. Mankiewicz
Güzelliğin on para etmez
14.01.2007 - 08:46'...fakat Swann'a içtinap olunmaz gibi gelmiş olan şey vukubulmuş olandı ve Madam de Saint-Euverte'in suvaresine gitmeye karar vermiş olmasında da ilahi bir irade görmekten uzak değildi,çünkü hayatın icat kudretine hayranlık arzusu besleyen ve hangisinin temenniye daha layık olduğu gibi güç bir suali uzun zaman kendine tevcih edemeyecek kadar tembel olan zihni o akşam duymuş olduğu ıstıraplarla henüz tenebbüt etmekte bulunan umulmadık zevkler arasında -ki beyinlerinde bir muvazene tesisi çok güçtü- bir nevi zaruri teselsül farz etmekteydi...
Fakat,uyandıktan bir saat sonra,saçının vagonda bozulmaması için berbere talimat verirken gördüğü rüyayı yine düşündü; Odette'in soluk benzi,fazla zayıf yanakları,harap hatları,yorgun gözleri -Odette'e olan sürekli aşkını ondan almış olduğu ilk intibaın uzun nisyanı haline getirmiş olan- müteakip sevişmeler devamınca münasebetlerinin birinci günlerinden itibaren dikkat etmez olmuş olduğu ve uyurken hafızasının,gerçek duyuşu ne olduğunu şüphesiz araştırmış bulunduğu her şeyi,nasıl yanıbaşında hissetmiş idiyse,yine öylece,gözleri önüne geldi...Ve,bedbahtlıktan kurtulur kurtulmaz beliren ve aynı zamanda ahlaklılığı seviyesini düşüren kaba hisliliğiyle içinden feryat etti: 'Hoşuma gitmeyen,tipim olmayan bir kadın için hayatımın yıllarını israf etmiş,ölmek istemiş,en büyük aşkı duymuş olmama ne demeli! '
esra ceyhan
13.01.2007 - 03:50bir programında adamın biri şiir okumaktadır:
-bla bla...
yaktım sigaramı bla...
esra ceyhan (araya girerek) :
-sigara içmeyelim!
öpmek
13.01.2007 - 02:27'...içimizdeki hislerin çoğunu,sözle tercüme ve ifade etmek isterken yaptığımız şey bunların hakiki mahiyetlerini bozmak,bunları üzerimizden silkip atarak kendi tarafımızdan bile anlaşılmaz bir şekle sokmaktır...Nitekim,benim için birtakım keşiflerin rastgele bir kadrosu veya zaruri bir ilham kaynağı olan Meseglise semtine borçlu olduğum hazların bir hesabını yapmağa kalkıştığım zaman hatırladım ki kalbimizin heyecanlarıyla bunları anlatmak için kullanmaya alıştığımız ifade vasıtaları arasındaki uzlaşmazlığı,ilk defa olarak,o sonbahar gezintilerimizin birinde,Montjouvain'in fundalıkları yanında,hayret verici bir vuzuh ile sezip anlamışımdır...
Bu,rüzgarla karışık bir sağanağa şetaretle karşı koyup da Montjouvain'in gölcüğünün kıyısında,Mösyö Vinteuil'in bahçıvanına birtakım bahçe aletleri deposu hizmetini gören kiremitle örtülü küçük kulübenin önüne vardığım anda vaki oldu...Güneş yeniden çıkmış ve biraz önce gür yağmur sularının yıkadığı altın yaldızları,gökyüzünde,ağaçların yaprakları arasında ve küçük kulübenin duvarlarıyla şimdi,tepesinde,bir tavuğun gezinmekte bulunduğu ıslak damı üstünde yeniden parıldıyordu...Esen rüzgar,duvarların bölmelerinde bitmiş olan yabani otları yana doğru çekiyor,dalgalandırıyordu...Damın tepesindeki tavuğun tüyleri de cansız ve hafif şeylere mahsus bir uysallıkla bu rüzgarın keyfine göre tersine çevriliyor,her biri ayrı ayrı,tel tel uzanıp dağılıyordu...Kiremitli dam,güneşin ışığında yeniden şeffaflaşmış gölün sularını pembe ebru nakışlarıyla işlemeğe başlamıştı...Ben,buna,şimdiye kadar hiç dikkat etmemiştim ve üzerindeki bu renkli halelerin,kulübe duvarına aksederek gökyüzünün tebessümlerine daha solgun bir tebessümle mukabelede bulunmak ister gibi oluşu birdenbire benim şevkimi o kadar taşırdı ki,kendimi tutamayıp kapalı şemsiyemi havada sallamaya ve avazım çıktığı kadar: 'Vay canına,vay canına,vay canına! ' diye bağırmağa başladım...Fakat,aynı zamanda hissediyordum ki,bu koyu ve kaba küfürleri savuracağım yerde,duymakta olduğum neşveyi tahlille ona lazım gelen vuzuhu vermek bu yüksek hayranlık anımda,kendi nefsime karşı ilk göreceğim vazifedir...
Tam bu sırada,yanımdan suratı asık bir köylü geçiyordu ve az kalsın elimde salladığım şemsiye ile kafasına çarpıp keyfimi büsbütün kaçıracaktım...Kendimi toparlayıp, 'Ne güzel hava değil mi? Yürümek için ne güzel hava! ' dedim...Köylü bana baştan savma,soğuk bir cevap verdi...O vakit şunu da öğrenmiş oldum ki,aynı çeşit heyecanların,evvelce tekerrür etmiş bir nizama göre,bütün insanlar arasında aynı zamanda husule gelmesinin imkanı yokur...Nitekim,bundan sonra,çok defa,okumaktan bıkıp da konuşmak istediğim bir anda,yanımdaki arkadaşımı konuşmaktan usanıp okumak arzusuyla kıvranır buldum...Gene bunun gibi annemle babamı şefkatle düşünür ve onları memnun edecek bir harekette bulunmak kararını verirken onlar,benim herhangi bir ihmalime agah olup tam konuşarak boyunlarına sarılacağım sırada sert bir tavırla kabahatimi yüzüme vururlar ve beni azarlardı...'
(devam edecek)
Toplam 983 mesaj bulundu