Çin’de bilim adamları yılan çiftliklerine yerleştirdikleri kameralarla 24 saat gözlem yapıyor. Neden mi?
Çin’de bilim adamları depremleri önceden tahmin etmek için yeni bir yol keşfetti.
Nanning bölgesindeki deprem bürosunda çalışan uzmanlar bir depremi meydana gelmeden 5 gün önceden hissedebilme yeteneğine sahip olduklarını söyledikleri yılanları gözleyerek olası depremlere karşı önlem almaya başladı.
Bir yılan çiftliğine yerleştirdikleri kamerayla yılanların hareketlerini 24 saat izlediklerini belirten uzmanlar depremin yaklaştığını hisseden yılanların olağandışı davranışlar sergilediğini söyledi. Deprem Merkezi direktörü Jiang Weisong konuyla ilgili olarak şunları söyledi: ‘Tüm dünyadaki hayvanlar içinde depreme en duyarlı yaratık yılandır. Deprem olacağını hisseden yılanlar mevsim kış olsa da yuvalarından çıkar. Eğer gelen büyük bir depremse kaçmak için duvarlara çarparlar. Yılan yuvalarının üstüne kamera yerleştirerek deprem tahmin yetimizi geliştirdik. Bu sistem daha sonra ülkenin başka bölümlerinde de kullanılabilir’
'...anlattıklarına göre bir çeşit asil atlar varmış ki,bunlar pek fazla koşturularak son derece kızıştıkları zaman,rahat nefes alabilmek için,kendi içgüdüleriyle damarlarından birini ısırarak açarlarmış...'
Amerikan Kanser Araştırmaları Enstitüsü (AICR) , 2007’ye sağlıklı bir başlangıç yapmanız için, vücudu kanser, kalp krizi, Alzheimer ve diyabet gibi ciddi rahatsızlıklara karşı koruyan besinlerin listesini açıkladı. İşte Amerika’nın en iyi uzmanlarının hazırladığı besin reçetesi:
Kalbi koruyor
BADEM: Her gün, bir çay fincanın yarısını dolduracak miktarda, yani 30 gram badem yemeyi ihmal etmeyin. Omega-3 asitli yağları açısından oldukça zengin bir besin olan badem, kandaki kötü kolesterol (LDL) oranını yüzde 4.4 oranında düşürüyor. Badem böylece damar tıkanıklıklarını önleyerek, dolaşım sisteminin düzenli olarak çalışmasını sağlıyor; kalbi koruyor.
Diyabeti önlüyor
KAHVE: Günde iki fincan kahve, özellikle orta yaşlardan sonra görülen Parkinson ve Tip-2 diyabete karşı vücudu koruyor. Kahvede bulunan kafein maddesi, diyabete yakalanma riskini yüzde 35 azaltıyor. Ayrıca ağrı kesici özelliği de bulunuyor. Ancak kahveyi mutlaka kalsiyum deposu olan sütle için. Böylece kafeinin kemikleri zayıflatmasını engellemiş olursunuz.
Sinirleri rahatlatıyor
TARÇIN: Her yemekten sonra içinde bir miktar tarçın bulunan bir tatlı yemeyi unutmayın. Tatlı yemek istemiyorsanız, küçük bir çay kaşığı dolusu tarçını doğrudan suya ekleyerek içebilirsiniz. Tarçın kan şekerini düzenliyor, ayrıca sinir sistemini rahatlatıyor. Öte yandan köri baharatının içinde bulunan Tumerik adlı maddenin eklem iltihabını ve romatizmayı önlediğini unutmayın.
Patatesi haşlayın
PATATES: Antioksidanlar yönünden çok zengin. Amerikan Tarım Dairesi’ne göre en yararlı 100 besinler arasında 17’nci sırada yer alıyor. Akciğer kanseri, diyabet ve kalp krizine karşı koruyor. Ancak patatesi kızartmak yerine, yağsız bir şekilde haşladıktan veya fırında pişirdekten sonra yemeyi tercih edin.
Kaslar için faydalı
SEBZE ÇORBASI: Doyurucu ancak kalorisiz bir yiyecek olduğu için özellikle kilo vermek isteyenlerin bir numaralı tercihi. Ayrıca, özellike sebze çorbası sodyum bakımından zengin. Bir kase sebze çorbasında 500 miligram sodyum bulunuyor. Sodyum, sinir sistemi ve kasların düzenli olarak çalışmasını sağlıyor. Ayrıca vücuttaki sıvı miktarının dengesini düzenliyor. Ancak günde 1500 miligramdan fazla sodyum tansiyon ve kalp rahatsızlıkları konusunda tam bir ters etki yaratıyor.
Kansere karşı birebir
ZEYTİNYAĞI: Zeytinyağı kanser riskini azaltıyor. Günde 25 ml. zeytinyağı alanların idrarlarında, hücrelere zarar veren ’8oxodG’adlı maddenin seviyesinin azaldığını ortaya çıkardı. Zeytinyağı kanserin yanısıra iyi kolesterol (HDL) oranın artmasını sağlayarak kalbi koruyor. 1 çorba kaşığı zeytin yağında 120 kalori bulunuyor. Bu nedenle günde 6 çorba kaşığını geçmeyin.
Kanseri engelliyor
ÇAY: Siyah veya yeşil olsun, çayın her türü kanser riskinin azaltılmasında etkili bir rol oynuyor. Çay, kadınlarda rahim kanserine yakalanma riskini yüzde 50 azaltıyor. Göğüs kanseri içinse bu oran yüzde 60’a kadar çıkıyor. Çay ayrıca Alzheimer ve kalp krizine karşı vücudu koruyor.
Irak Türkleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği Ankara Şube Başkanı Mahmut Kasapoğlu, Halepçe’deki olaydan Mesut Barzani ve Celal Talabani’nin haberi olduğunu açıkladı. 16 Mart 1988’de yaşanan olayla ilgili olarak ilginç bilgiler veren Kasapoğlu, “Dönemin Irak yönetimi, ikisini de uyarmıştı” dedi.
SALDIRIYI BİLİYORLARDI
KasapoĞlu, şok açıklamalarına şöyle devam etti: Saldırı, bölgeye sızmış olan İranlı unsurlara karşı düzenlenmişti. Barzani ve Talabani’ye 48 saat içinde tahliye edin bilgisi verildi. İkisi de kasıtlı olarak bölgeyi boşaltmadı...
Güle oynaya katliam
Celal Talabani, 16 Mart 1988’deki Halepçe katlimanından hemen önce “Kimyasal Ali” lakaplı Ali Hasan El Mecid ve Saddam Hüseyin’in sağ kolu İzzeddin El Duri’ye birlikte halay çekmiş
* Ceyhun BOZKURT
ABD’nin Irak’a ilk müdahalesinin önünü açan ve tarihe “Halepçe Katliamı” olarak geçen ve 16 Mart 1988 tarihinde Irak Ordusu’nun kimyasal silahlarla saldırdığı söylenen olayla ilgili çok çarpıcı bir iddia ortaya atıldı. O tarihlerde çekildiği belirtilen fotoğraflarda ABD tarafından Irak Devlet Başkanı sıfatı verilen aşiret reisi Celal Talabani ile katliamın sorumluları olarak gösterilen İzzeddin El Duri ve Kimyasal Ali yan yana görülüyor. Fotoğraflarda Talabani olduğu belirtilen kişiyle Saddam’ın askerlerinden İzzeddin El Duri ve Kimyasal Ali lakaplı Ali Hasan El Mecid yan yana halay çekiyor. Samimi fotoğraflar, Halepçe katliamının arkasında başka bir planın olduğunu gösterir nitelikte.
Saldırıdan haberleri vardı
Bu iddiayı güçlendiren bir başka iddia da Irak Türkleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği Ankara Şube Başkanı Mahmut Kasapoğlu’ndan geldi. Kasapoğlu, Halepçe’deki olaydan Barzani ve Talabani’nin haberi olduğunu söyledi. O dönem Irak Yönetiminin Barzani ve Talabani’ye “İran askerleri, sivil unsurlar olarak o bölgeye sızdı. Bölgeye kimyasal göndereceğiz. 48 saat içinde bölgedeki Kürtleri tahliye edin” talimatı göndermiş ve bu ikisi de “olur” cevabını verdiğini kaydeden Kasapoğlu şunları söyledi:
Bölgeyi bilerek boşaltmadılar
“Halepçe’ye kimyasal silahla saldırı olacağını hem Mesud Barzani hem de Celal Talabani biliyordu. Bölgeyi bilerek boşaltmadılar. Zaten orada da belirtildiği gibi çok fazla insan hayatını kaybetmedi. 50-60 kişinin hayatını kaybettiğini söyleyebilirim.”
O tarihlerde çekildiği belirtilen fotoğraflarda ABD tarafından Irak Devlet Başkanı sıfatı verilen aşiret reisi Celal Talabani ile katliamın sorumluları olarak gösterilen İzzeddin El Duri ve Kimyasal Ali yan yana görülüyor.
Kimyasal gazlarla katlettiler
İran-Irak Savaşı’nın sekizinci yılında Enfal Operasyonu kapsamında gerçekleştirilen Halepçe Katliamı’nda, binlerce Kürt korkunç şekilde hayatını kaybetti. 16 Mart 1988’de gerçekleştirilen katliam sırasında İran sınırına yakın bir bölgede bulunan Halepçeliler, Irak ordusunun yaptığı hava bombardımanından sonra sığınaklara çekildilerse de bir süre sonra helikopter ve uçaklardan atılan kimyasal gazlardan kendilerini kurtaramadılar. Saldırılarda en az 5,000 sivil öldü, 10,000’den fazla sivil yaralandı.
A. Kozanoğlu
Ali Balkaner
Alp Yalman
Armatör Sadıkoğlu Ailesi
Ateş Ünal Erzin
Boronkay
Bezmen’ler
Cem Boyner
Çiftçiler Holding
Çapa Ailesi (Çapamarka)
Dinçkök
Demirağ Ailesi (Mehmet Nuri ve kardeşi Abdurrahman Naci)
Dilberler Mağazaları
Eczacıbaşı
Erdoğan Demirören
Erol Aksoy
Esenpen (Esen Özgener)
Erkut Yücaoğlu
Feyyaz Berker (Tekfen)
Feyzi Akkaya (STFA)
Gorbon
İbrahim Ethem Ulagay İlaç
İpar Ailesi
Kazım Taşkent (Yapı Kredi)
Koç Holding
Kutman Ailesi (Doluca Şarapları)
Mehmet Üstünkaya
Manisalı Elginkan Ailesi (ECA)
Mustafa Taviloğlu
Ömür Yoğurtları
Öngüt’ler
Öner Akgerman (Çimentaş)
Özgörkey Ailesi (İzmir Pepsi)
Refik Baydur
Rumeli Holding (Uzanlar)
Raşit Özsaruhan (Metaş, Betontaş)
Selim Edes
Sohtorik
Şarık Tara- Şadi Gülçelik (ENKA)
Uğur Mengenecioğlu (UM Denizcilik)
Ulusoy Ailesi (Ulusoy Taşımacılık)
Yaşar Holding
Zorlu Ailesi
Araştırmacı Yalçın Küçük, aralık ayında 'Sabetayizm ve Grup Seks' adlı kitabını piyasaya çıkaracak. Kitabı üzerine Tempo'ya konuşan Küçük, başta Hülya Avşar olmak üzere birçok ünlü hakkında iddialarda bulundu. İşte röportajdan satırbaşları:
Sabetayizmle, grup seks hep iç içe oldu. Buna 'Kuzu Festivali' denir. İki çift, Doğu dinlerinde olduğu gibi baharda süslenir, yemek yer. Sonradan da eşler değişir. İnanışa göre günah artınca Mesih gelecek, kurtuluş olacak. Günah işleyerek kurtulma Sabetayizm'in temel dinsel kurallarından birisi. Sabetayistlerin hiçbirinin aşık olduğunu göremezsiniz. Hiçbiri de birbirini kıskanmıyor. Daima birbirleriyle birlikteler. Tamamen sosyete içinde oluyor. Sonradan affediyorlar. Dolayısıyla evlilik müessesesini yıkıyorlar. Evlilik müessesesi yıkılabilir. Ama büyük bir ahlaki bozukluk da beraberinde geliyor.
Sabetay Sevi'nin getirdiği kural, Türk Müslüman'la evlenmeyi asla uygun görmez. Bu nedenle iç evlenmeler (endogami) başlıyor. Bununsa çok büyük sakıncaları var. Dolayısıyla ben bir insanın Sabetayist olup olmadığına bakarken evlendikleri kişilere dikkat ediyorum. Çoğu Hıristiyanlarla evleniyor.ÇOK KAZANANLAR SABETAYİST
Hülya Avşar, Sabetayların propagandasını yapıyor, aile kurumunu altüst ediyor. Medya sayesinde de yayıyor. Zavallı Kaya boşanmak istiyordu, oligarşi engel oluyordu. Çünkü evli görünmesi bazılarının işine geliyordu. Ali Güven tamemen kamuflaj. Avşar'ın cemaat içindeki ilişkisini gizliyor.
Aslında Hülya Avşar'ın İbrani ve Sabetayist olabileceğini hiç aklıma getirmezdim. Bir gün, 'Kaya usturuplu zina yapıyor' diye konuştu. Bu, tipik Sabetay emridir.
Hipotezimi, 'Bu ülkede çok para kazanan, ünlü olan herkes İbrani'dir' üzerine kuruyorum. Bunun üzerine araştırma yapıyorum. Şimdiye kadar hiç yanılmadım. İsimleri veriyorum. Kimse de yalanlamıyor.
Rantiye (banka faizi ya da hisse senedi geliriyle yaşayan kimse) olmayan hiç kimseyi incelemiyorum. Haldun Dormen'i incelemedim. Sonunda eski karısı Betül Mardin çok kızdırdı, o zaman yazdım. Mardin'in gelini Ayşe Arman buraya geldi, 'Biz de öyle değil miyiz? ' dedi. 'Bilmiyorum' dedim. Sonunda Ayşe, kızının adını Alya Mey koydu. Ben de kızının adının İbrani olduğunu yazdım. Hak ettiği yere gelenleri yazmıyorum. Yeteneksizliğine rağmen zirvedeMustafa ve Yılmaz Erdoğan kardeşlerin İbrani asıllı olabileceği hiç aklıma gelmezdi. Tiyatroya -en az kibar deyimle söyleyeyim- bu kadar az yatkın bir insanın, bu düzende, bu kadar para kazanıyor olması... Şeyh Sait torunuyla evlenmesi ise bir kaza. Ama ilk karısının adı Sanem, soyadı Oktar. Bu da benim kurallarımla tutarlı.Hiçbir zaman kuşkum yoktuGülben Ergen'in İbrani asıllı olduğuna kuşku yok. Zaten Mustafa Erdoğan'la evli. Başka bir dizide bütün bunların skandallarını yazacağım. Daha önce işaret ediyordum.Şimdi sistemli yazacağım. 'Tony Bey' ile anlaşıldıPInar Altuğ'un bu skandalı çıkınca, onunla ilgili bütün programların başında saatlerce durdum. Sonunda televizyonda da gördüm. İlk konuşmalar falan... Tony Bey diyordu. O zaman 'tamam' dedim...
'Mustafa Kemal’in de gözden geçirip onayladığı anlaşılan, Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti tarafından 1931 yılında yayınlalan Tarih IV de: “ Ferit Paşa’ya teklif olunan sulh şartları yalnız Osmanlı Devletini değil, Türk vatanını ve Türk Milletini de parçalamak mahiyetinde idi. Türkiye Büyük Millet Meclisi, buna derhal mukabele etti ve 18 Haziran celsesinde “Misak-ı Milliye” yemin ederek türk topraklarının parçalanmasına musaade etmeyeceğini cihana ilãn eyledi” deniyor. (1) Aynı eserin sonuna konulan kronoloji cetvelindeyse, 18 Temmuz 1920’de Büyük Millet Meclisinin Misak-ı Milli için yemin edildiği yazılı...Belli ki, bir rakam yanlışı var, zira TBMM’nin 18 Haziran 1920 de Misak-Milli gündemli bir oturumu yok, doğru tarih 10 Temmuz 1920 olabilir ama o gün de Misak-ı Milli gündemde yok. Nitekim o günkü oturumda milletvekili yemini edildiği anlaşılıyor ve yemin şöyle: “ Makam-ı Hilâfet ve Saltanatın ve Vatan ve milletin istiklâl ve istihlâsından [elde edilmesinden] başka bir gaye takip etmeyeceğime vallahi.”. Fakat, Misak-ı Milli’ye dair yazan ve konuşan herkes 18 Temmuz 1920 tarihini veriyor... Yeminde sözü edilen ‘vatan’ nedesiydi, millet kimdi, milletvekilleri yeminlerinin başına koydukları Hilafet ve Saltanı koruma sözünü neden tutmadılar? Neden yeminlerine ihanet ettiler? Altı maddeden oluşan Misak- ı Milli’nin tüm maddelerinin ihlâl edilmesi, arkasında durulmaması nasıl açıklanabilir? Bu ve benzer soruları ortaya atmak ve tartışmak soruna açıklık getirmek bakımından önemlidir. Her ne kadar resmi tarih, Misak-ı Milli Beyannamesi’ni kutsal bir metin mertebeseni çıkarmak için zorlansa da, aslında söz konusu olan gerçeklikten çok bir söylemdi. İlerleyen sayfalarda Misak-ı Milli söyleminin izini sürerek, gerçekler karşısındaki konumunu tahlil etmeyi deneyeceğim. Fakat, Misak-ı Milli Beyannamesini yüceltenler sadece yerli resmi tarihçiler değil. Yerli resmi tarihçilerin imdanına yabancı meslektaşları da yetişiyor.
30 Ekim 1918 de Osmanlı İmparatorluğuyla İtilaf devletleri arasında Mondros ateşkes anlaşması imzalandı ama başta İngilizler olmak üzere İtilaf devletleri bu anlaşmaya uymadılar. 1 Kasım 1918 de Musul İngiliz generali Marhall tarafından işgal edildi. 23 Kasımda da Fransız generali Franchet d’Esperay İtilaf devletleri adına İstanbulu işgal etti. Yunanlılar 15 Mayısta İzmire çıktı, 25 Temmuzda da Edirne’yi işgal ettiler. 16 Mart 1920’de de İstanbul İtilaf devletleri tarafından resmen işgal edildi ve böylesi bir ortamda 10 Ağustos 1920 de Sevre Antlaşması imzalandı. Metareke koşullarında yapılan seçimler sonucu oluşan son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı 12 Ocak 1920’de toplandı ve 28 Ocak 1920 de Misak-ı Milli’yi kabul etti. Misak-ı Milli Beyannamesi esas itibariyle mecliste oluşan sayıları 70 [kimilerine göre 88] olan Felah-ı Vatan grubunun eseriydi ve Meclis-i Mebusan’da yeterli çoğunluğun sağlanamadığı bir gizli oturumda toplantıya katılanların oy birliğiyle kabul edilip, 17 Şubat 1920’de de ilan edilmişti. Aslında söz konusu beyanname Edirne mebusu Şeref Bey’in gayretleriyle Meclis gündemine taşınmış ve yaptığı ‘duygusal’ konuşma etkili olmuştu. Altı maddeden oluşan beyannamenin birinci maddesinde: “ Osmanlı Devleti’nin 30 Ekim 1918 günlü mütarekenin yapıldığı sırada düşman ordularının işgali altında kalan ve Arap çoğunluğunun oturduğu kısımların kaderi halklarının özgürce verecekleri oylara göre belirlenmek gerektiğinden, sözü edilen mütareke hattı dahilinde ve haricinde, dinen, ırken ve emelen bir olan ve birbirlerine karşılıklı saygı ve fedakârlık duyguları taşıyan, sosyal bakımdan uyum içinde bulunan Osmanlı İslam çoğunluğunun oturduğu bölgelerin tümü fiilen ve hükmen ve hiçbir sebeple ayrılamaz bir bütündür.” deniyor. Dikkat edilirse bu madde çelişkiler içeriyor, dolayısıyla iç tutarlılıktan yoksun. Birincisi, ateşkes anında düşman ordularının işgali altında kalan Arabistan için bir halk oylaması hiçbir zaman gündeme getirilmiyor. Ateşkes anında Osmanlı İmparatorluğu sınırları dahilinde bulunan ve ateşkes ihlâl edilerek işgal edilen Musul Vilayeti Lozan Barış Antlaşmasıyla İngilizlere bırakılıyor. Metinde yer alan mütareke dahilinde ve haricinde ifadesi sınır sorununu bütünüyle belirsizleştiriyor. Böyle bir ifade söz konusu olduğunda, ülke sınırları belirsiz hale geliyor. Eğer bu ifade dikkate alınırsa ki, alınmak zorundadır, artık sınırların nereden geçtiği belirsizdir... Aynı şekilde Lozan’da çizilen sınırlar beyannamede sözü edilen: “ dinen, ırken ve emelen bir olan ve birbirlerine karşılıklı saygı ve fedakârlık duyguları taşıyan, sosyal bakımdan uyum içinde bulunan Osmanlı İslam çoğunluğunun oturduğu bölgelerin tümü fiilen ve hükmen hiçbir sebeple ayrılamaz” deniyor ama sadece dinen ve emelen, ırken ve sosyal bakımdan uyum içinde olanlar değil, insanlar ailelere varıncaya kadar parçalanıyor. Güney sınırında bölge halkınnın yaşadığı bu trajik durum bu gün de devam ediyor. Bunun için Suriye sınırında dinî bayramlarda yaşananları hatırlamak yeter...
Beyannamenin ikinci maddesi: “ Madde 2- Ahalisi ilk serbest kaldıkları zamanda aray-ı ammeleriyle [özgür iradeleriyle] anavatana ilhak etmiş olan elviye-i selase [Kars, Ardahan, Batum] için ledelicap [istenirse] arayı ammeye [halk oyuna] müracat edilmesini kabul ederiz” şeklinde. Bu madde de ihlâl ediliyor. Halk oylaması söz konusu olmuyor ve Batum Gürcistan’a bırakılıyor.
Üçüncü madde Batı Trakyanın statüsüyle ilgili. Batı Trakya’nın geleceğinin Wilson Prensipleri [self- determinasyon] gereği halk oylaması sonucu belirleneceğine dair ve Batı Trakya konusunda da aynı elviye-i selase de olduğu gibi halk oylaması konusu savsaklanıyor ve bu maddeye rağmen Batı Trakya denilen bölge Yunanistan’a bırakılıyor.
Dördüncü Madde yukarda sözünü ettiğimiz Milletvekili yemininde de yer alan “Hilafet ve Saltanat makamının korunmasıyla ilgili: “ Madde 4- “Makarr-ı Hilafet-i İslamiye ve Payitaht-ı Salatan-ı Seniyye ve Merkez-i Hükümet-i Osmaniye olan İstanbul şehri ile Marmaran-a Denizi’nin emniyeti her türlü halelden masun olmadır...” şeklinde. Hilafet ve Saltanat Makamı kurtarılmak bir yana, bizzat bu beyannameyi hazırlayanlar tarafından tasfiye ediliyor! O halde Hilafet ve Salatanatı kurtarma yemini edenlerin söz konusu makamı bizzat tasfiye etmelerinin sebeb- i hikmeti nedir? Bu önemli soruyu birazdan tarışma konusu yapacağım ama burada şunu hemen söylemek gerekiyor: Böyle bir tasfiye başta İngilizler ve Fransızlar olmak üzere, emperyalist devletlerin istediği bir şeydi ve bu işi yapmak da Kuvayı Milliyeci kemalistlere düşmüştü... Beyannamenin beşinci maddesi azınlıklar hukukuna karşılıklılık esasları dahilinde uyulacağıyla ilgili. Altıncı ve son maddenin bu günkü dildeki ifadesi şöyle: Madde 6- “Ulusal ekonomik gelişmemize olanak sağlamak ve daha çağdaş düzenli bir yönetimle işlerimizi yürütebilmemiz için her devlet gibi bizim de tam bağımsızlığa ve özgürlüğe ihtiyacımız vardır. Bu, yaşam ve geleceğimizin temelidir. Bu yüzden siyasal, hukuki ve mali, vs. gelişmemize mani sınırlamalara karşıyız. Borçlarımızı ödeme biçimi de bu esaslara aykırı olmayacaktır.” Lozanda sadece sınırlar konusunda değil, mali ve ekonomik konularla igili de Misak-Milli’nin ruhuna ve lafzına aykırı çok önemli tavizler verildi. Misak-ı Milli o alanda da by-pas edilmişti. Resmi tarih’in sansür ettiği Lozan Barış anlaşmasının asıl adı Yakındoğu işleri Hakkında Lozan Konferansı’dır ve bilinen anlamda bir antlaşmadan çok, tam bir emperyalist dayatmadır. Lozan’da emperyalisler istedikleri her şeyi dikte ettirmişlerdi...Eğer diplomatik dile ve ‘nezakete’ itibar edilmezse, konferansın adı” Ortadoğuyu bölüp parçalama konferansı da olabilirdi. İşte T.C. o parçalardan bir olarak varolmuştu. Dolayısıyla, tüm alanlarda olduğu gibi iktisadi, mali, siyasi konularda da dayatmalar içeriyordu.'
'...durmadan televizyonlarda salya akıtarak vajina ve göt hayali kuran bir dünya nasıl olur da fırsat bulduğunda değerlendirmez? çağımızın en banal numarası bu, bazısı da nasıl olur diye aval aval bakıyor... zengin, yakışıklı dokununca ayh oyh; fakir, çirkin dokununca taciz...
ay da taciz nasıl olurmuş fasa fiso, çoğu kadın tecavüz edilmek ister imajı çizip yeltenene namuzsuz diyor. kafanı çevir bakma diyemezsiniz, birey toplum içerisinde ay ben çıplak gezerim, bakmasın kardeşim diyemez. o bakılmayacak şekilde giyinmek durumundadır, yada bakılmasını istiyorsa ona göre...
oradaki tacizi önlemek isteyenler önce ama önce lopez'in avşar'ın kalçasından ayıracak dikkatini, tarkan penisinden karnına olan bölgedeki tüylerini göstermeyecek ulu orta, sonra aynı bölgeye el sokan pascal nouma'yı ülkeden postalama iki yüzlülüğünü göstermeyeceğiz; yada hepimiz sonsuza dek kör olacağız...'
Iraklı bir yetkili 'Korkuyor musun' diye sordu. 'Hayır korkmuyorum. Hayatımı cihadla geçirdim. Bu yolu seçenler korkmaz...' yanıtı verdi. Merdivenleri çıktı. O anda cellatlar, Şii Mukteda el Sadr lehine sloganlar atmaya başladı. Saddam alaycı sesle, 'Mukteda? ' diye sordu. Arkadan biri Sadr'ın babasını kast ederek 'Yaşasın Muhammed Bekir Sadr' diye bağırdı. Saddam, 'Cehenneme gidin' diye bağırdı. Saddam, sessizlikte Kelime-i Şahadet getirmeye başladı. İlkini bitirdi. Ancak ikincisinin ortasında altındaki kapağı açtılar.
İngiliz Sunday Times gazetesine konuşan ismini açıklamayan bir Iraklı, gardiyanların Saddam'ın başında dans ettiğini ve uyumasını engellediğini söyledi. 'Her 30 dakikada bir odasına girip dans ettiler. Uyumasını engellediler' diyen kaynak, 'Uyumasına izin vermeyip, kişiliğini yok etmeye çalıştılar' dedi.
Bir fotoğrafa kimin nasıl baktığı, bir tarihsel-toplumsal olayı kimin hikaye ettiği, “nereye değil nereden bakıldığı” büyük öneme sahiptir. Seksen altı yıldır Türk milliyetçilerinin ve egemen sınıf sözcülerinin dillerine pelesenk ettikleri şu Misak-ı Milli ne menem bir şeydi? Misak-ı Milli denilenin gerçek dünyada bir karşılığı var mıydı? Tevatür edilenle gerçek durum arasında nasıl bir uyumsuzluk söz konusuydu? İkinci adı ‘Ahd-ı Milli [ milli yemin] olan söz konusu beyanname için gerçekten yemin edilmiş miydi? Eğer yemin edilmişse yeminin sahipleri yeminlerine sadık kalmışlar mıydı? Resmi tarihin nerdeyse kutsal metin mertebesine çıkardığı Misak-ı Milli Beyannamesi somut bir gerçekliğe mi tekabül ediyordu yoksa bir retorik miydi? Bu yazıda Misak-Milliyle ilgili gerçeği anlatmayı, başka türlü söylemek gerekirse, ‘gerçeğin üstünü örten perdeyi’ kaldırmayı deneyeceğim. Türkiye’nin yakın tarihi esas itibariyle Mustafa Kemal’in Nutuk’ta anlattıklarının bir tekrarı veya ona uydurma çabasının ürünüdür, tam bir yalan çöplüğüdür, dolayısıyla daha baştan bir yöntem zaafıyla malûldür. Bir toplumun tarihinin bir kesitini bir tek şahsiyetin, üstelik o süreçte etkili olmuş bir şahsiyetin anlattıklarına dayandırmak, bilimsellik kriteri bakımından kabul edilebilir değildir. Elbette komprador egemen ittifakın, tarihi tahrif etmeye, olup bitenleri kendi çıkarları doğrultusunda hikaye etmeye, yalan üretmeye ve yalanı büyütmeye ihtiyacı vardı. Egemen olmak için gizlemek, gizlemek için de yalan, tahrifat, çarptırma, yok sayma, adıyla çağırmama, velhasıl hurafeler gereklidir. İşte bu amaçla ‘resmi tarihçiler taifesi’ canla başla çalıştı ve çalışmaya devam ediyorlar. Elbette misyonları olayları tahrif etmek, çarpıtmak, hurafe ve yalan üretmek, yalanı büyütmek olanların, rejim tarafından ödüllendirilmeleri de anlaşılır birşeydir. Üstelik söz konusu taifenin gerçeği gizlemedeki başarısı, bilimselliğin de gerçekleşmesi sayılıyor. Bu yüzden bilim ve bilimci kavramlarına ihtiyatla yaklaşmak her zaman gereklidir. Akademide yükselmenin yolu rejime dair yalanları üretmedeki ‘ sebat ve başarıya’ bağlı. Rejimin adamları olan bu taifenin sloganı az çok şöyledir: gizliyorum o halde rejim tarafından ödüllendirilmeye de hakkım vardır... Oysa yalanı üretmek için büyük çaba gerekmiyor. Asıl zor olan yalanı teşhir etmek, yalancıların ipliğini pazara çıkarmaktır. Yalanı teşhir etme kaygısı taşıyanların, gerçeğin peşine düşenlerin işi, yalan üreticilerinden elbette daha zordur ama, gerçeğin safında yer almaktan dolayı da yöntem üstünlüğüne sahip olduklarında şüphe yoktur. Zaten uzun vadede gerçek yalana galebe çalar ki, bu eşyanın tabiati gereğidir. Birincisi, gerçeği tam olarak gizlemek hiçbir zaman mümkün değildir; ikincisi, gizlemek yok etmek değildir ve vakti geldiğinde gerçek bütün ihtişamıyla arz-ı endâm eder.
Daha önce başka yerde yazdığım gibi, resmi tarih üreticileri, olayların hikayesini Mustafa Kemal’in Samsun’a çıktığı 1919’dan başlatıyor. Sanki bir emperyalistler arası savaş yaşanmamış ve Osmanlı İmparatorluğu söz konusu savaşın tarafı değilmiş izlenimi yaratılıyor. Velhasıl hikayenin başı sansür ediliyor. Yaratılan izlenim de kabaca şöyle: Ülke toprakları işgal ediliyor ve Milli Mücadeyle düşman defediliyor, bir ‘ulusal Kurtuluş Savaşı’ sonucu ülke kurtarılıyor... Osmanlı İmparatorluğunun Almanya-Avusturya safında, İngiliz, Fransız, Çarlık Rusyası’inin oluşturduğu İtilaf devleletlerine karşı emperyalist savaşa katıldığı tarih olan 1914 yılında imparatorluğun nüfûz alanındaki topraklar yaklaşık 5 milyon kilometre kare idi. Resmi tarih tarafından büyük bir başarı sayılan Lozan Barış Antlaşması imzalandığındaysa 770 bin kilometre kareydi. İmparatorluk topraklarının ve nüfûz alanlarının nerdeyse % 85’i kaybedilmişti. Sahip olduğunun %85’ini kaybeden birinin %15’i koruduğu için aşırı övünç duyması tuhaf değil midir? Demek ki, soruyu nasıl sorduğunuza bağlı olarak cevap da değişiyor. Gerçekten ulaşılan sonuç abartılalacak bir başarı mıydı, ya da kimin başarısıydı? Aslında T.C., Osmanlı İmparatorluğunun emperyalizm tarafından budanarak kuşa çevrilen versiyonunun yeni adıydı. Bu yüzden Osmanlı İmparatorluğundan Cumhuriyete geçiş, resmi tarihçilerin hikaye ettiğinden farklı anlamlar taşımak durumundaydı. Emperyalist güçlerin bir aracı olan, bu günün Birleşmiş Milletler Örgütü’ün ardılı Milletler Cemiyeti’nin [ Cemiyet- Akvâm] dayattığı ‘yeni dünya düzenine’ imparatorluğun merkezinin ve ondan koparılan kısımların uyumlandırılmasıydı. Esas itibariyle birinci emperyalistler arası savaş [Harb-i Umumi], odağında Osmanlı İmparatorluğunun bulunduğu ünlü “Şark Sorununu” çözmeyi amaçlayan bir savaştı. Osmanlı İmparatorluğu’nun bu savaşta bir taraf olarak yer alması, “çözümü kolaylaştırıcı” bir işlev görmüştü... Osmanlı İmparatorluğunun TC’ye dönüşmesi de dahil, emperyalist savaş sonrası ‘Orta Doğu’ denilen bölgenin bu günkü biçimini alması daha savaş devam ederken Çarlık Rusyası’nın da onayını alan‘Antant devletlerinin’ İtilaf Devletleri’nden ikisinin, [İngiltere ve Fransa’nın] imzaladıkları Skyes-Picot gizli anlaşmasıyla [veya mutabakıyla] belirlenmişti. Fakat 1917 Ekim devrimi bu anlaşmayı bazı bakımlardan ‘tadil etme gereğini’ ortaya çıkarmıştı. Haritanın oluşmasında etkili bir üçüncü unsur da, son anda [Nisan 1917] ABD’nin savaşa dahil olmasıdır. Sözünü ettiğimiz bu üç unsurun diyalektiği, Ortadoğu coğrafyasını biçimlendirdi ki, resmi tarih olaylara yön veren bu üç unsuru ısrarla yok saymayı, değilse geçiştirmeyi yeğledi.
samanlı defter
06.01.2007 - 00:15kara kalem çalışanlar bu renk kağıt kullanırsa göz yorulmaz...
deprem
05.01.2007 - 03:00Çin’de bilim adamları yılan çiftliklerine yerleştirdikleri kameralarla 24 saat gözlem yapıyor. Neden mi?
Çin’de bilim adamları depremleri önceden tahmin etmek için yeni bir yol keşfetti.
Nanning bölgesindeki deprem bürosunda çalışan uzmanlar bir depremi meydana gelmeden 5 gün önceden hissedebilme yeteneğine sahip olduklarını söyledikleri yılanları gözleyerek olası depremlere karşı önlem almaya başladı.
Bir yılan çiftliğine yerleştirdikleri kamerayla yılanların hareketlerini 24 saat izlediklerini belirten uzmanlar depremin yaklaştığını hisseden yılanların olağandışı davranışlar sergilediğini söyledi. Deprem Merkezi direktörü Jiang Weisong konuyla ilgili olarak şunları söyledi: ‘Tüm dünyadaki hayvanlar içinde depreme en duyarlı yaratık yılandır. Deprem olacağını hisseden yılanlar mevsim kış olsa da yuvalarından çıkar. Eğer gelen büyük bir depremse kaçmak için duvarlara çarparlar. Yılan yuvalarının üstüne kamera yerleştirerek deprem tahmin yetimizi geliştirdik. Bu sistem daha sonra ülkenin başka bölümlerinde de kullanılabilir’
genç werther
05.01.2007 - 01:48'...anlattıklarına göre bir çeşit asil atlar varmış ki,bunlar pek fazla koşturularak son derece kızıştıkları zaman,rahat nefes alabilmek için,kendi içgüdüleriyle damarlarından birini ısırarak açarlarmış...'
sabetayist
04.01.2007 - 21:13MEDYA-HALKLA İLİŞKİLER-REKLAM
Ali Kırca
Altan Öymen
A. Emin Yalman
Ali Sirmen
Ali Gevgili
Adnan Düvenci
Abdi İpekçi
Aydın Sevgel
Ali İhsan Göğüş
Alev Coşkun
Altan Erbulak
Ali Ulvi
Ali Baransel
Argun Berker
Ayla Selışık Tamar
Ayşe Arman
Aydın Boysan
Ali Canip Yöntem
Abdülkadir Yücelman
Ali Naci Karacan
Aladdin Baydar (Fenerbahçeli ilk milli futbolculardan, gazeteci)
Bilgin Ailesi (Sabah, ATV)
Bekir Coşkun
Bekir Kutmangil (Günaydın’ın öldürülen sahibi)
Bedii Faik
Cengiz Çandar
Cüneyt Ülsever
Coşkun Kırca
Can Ataklı
Cenk Koray
Canan Arıtman
Cüneyt Arcayürek
Cihat Baban
Cüneyt Koryürek
Cehdi Şahingiray
Çetin Emeç
Defne Samyeli
Doğan Koloğlu
Erkan Göksel
Ecvet Güresin
Emil Galip Sandalcı
Ebuziyyad Ziya
Ekrem Uşaklıgil
Emine Uşaklıgil
Erdal Atabek
Eşfak Aykaç
Enis Tahsin Til
Ercan Arıklı
Emre Kongar
Engin Baydar (Nazikioğlu, soyadını kullanmıyor- Türk Basın Birliği Başkanı idi)
Ertuğrul Soysal (Nail Keçili’nin üvey babası, eski İSO bşk,TİSK Kurucusu, Atlı Zincir'in sahibi)
Fikret Bila
Ferai Tınç
Faik Akın
Füsun Özbilgen
Fikret Otyam
Fazıl Ahmet Aykaç
Gülgün Feyman
Güngör Mengi
Güneri Cıvaoğlu
Gündüz Vassaf
Gündüz Kılıç (GS’li Baba Gündüz-Kılıç Ali’nin oğlu, Altemur Kılıç’ın kardeşi)
Gülçin Telci
Hüseyin Cahit
Hamdullah Suphi Tanrıöver
Hamdi Nüzhet Çançar
Halit Deringör
Hakkı Tarık Us (gazeteci)
Işıl Özgentürk
İsmet Berkan
İsmet Solak
İsmail Hüsrev Tökin
İsmet Binark: Yazar
Karacanlar
Kahraman Bapçum
Kamil Masaracı
Leyla Umar
M. A. Birand
Mehmet Ali Önel
Murat Sertoğlu
Murat Birsel
Mecbure Canan Barlas
Münir Berik
Mekki Sait Esen
Mahmut Ekrem Talu
Muvaffak Talu
Mükerrem Sarol
Mithat Perin
Murat Belge
Muammer Yaşar Bostancı
Mahmut Esat Bozkurt
Metin Yalman (A. N. Sezer’in Basın Danışmanı)
Naim Tirali
Nuri Çolakoğlu
Necmettin Sadak
Nezih Demirkent
Nasuh Mahruki
Necati Zincirkıran
Nail Güreli
Necmi Tanyolaç
Orhan Koloğlu
Okay Gönensin
Osman Kavala (İletişim’in sahibi)
Osman Kapani
Osman Saffet Arolat
Osman Ulagay
Oğuz Tongsir
Orhan Erinç
Oğuz Aral
Örsan Öymen
Özcan Ergüder
Ömer Madra
Piyale Madra
Pakize Suda
Reha Muhtar
Refik Erduran
Ruhat Biliktan Mengi
Recaizade Mahmut Ekrem
Rasih Nuri İleri
Rana Pirinççioğlu
Simaviler
Sedat Sertoğlu
Sedat Ergin
Seçkin Türesay
Suphi Nuri İleri
Sabiha Sertel
Selim Ragıp Emeç
Selçuk Erez
Semih Poroy
Semra Somersan
Semih Balcıoğlu
Şiar Yalçın
Tahsin Öztin
Talat Sait Halman
Talay Erker
Turhan Selçuk
Tekin Aral
Uzanlar
Uğur Dündar
Umur E. Talu
Vedat Nedim Tör
Yalçın Bayer
Yılmaz Çetiner
Yavuz Gökmen
Yalım Eralp
Zekeriya Sertel
Zeynep Göğüş
vuslat
04.01.2007 - 10:08'Vuslatından gayrı el çektim yeter ey bivefa
Dilfikar ettin beni şimden geru eyle sefa
Hicr-i suzanınla her an eyledin cevr-ü cefa
Dilfikar ettin beni şimden geru eyle sefa'
barok
04.01.2007 - 09:40sürekli bas...
sergi
04.01.2007 - 09:33bir resim sergisinden tablolar...
sağlık
04.01.2007 - 09:24Amerikan Kanser Araştırmaları Enstitüsü (AICR) , 2007’ye sağlıklı bir başlangıç yapmanız için, vücudu kanser, kalp krizi, Alzheimer ve diyabet gibi ciddi rahatsızlıklara karşı koruyan besinlerin listesini açıkladı. İşte Amerika’nın en iyi uzmanlarının hazırladığı besin reçetesi:
Kalbi koruyor
BADEM: Her gün, bir çay fincanın yarısını dolduracak miktarda, yani 30 gram badem yemeyi ihmal etmeyin. Omega-3 asitli yağları açısından oldukça zengin bir besin olan badem, kandaki kötü kolesterol (LDL) oranını yüzde 4.4 oranında düşürüyor. Badem böylece damar tıkanıklıklarını önleyerek, dolaşım sisteminin düzenli olarak çalışmasını sağlıyor; kalbi koruyor.
Diyabeti önlüyor
KAHVE: Günde iki fincan kahve, özellikle orta yaşlardan sonra görülen Parkinson ve Tip-2 diyabete karşı vücudu koruyor. Kahvede bulunan kafein maddesi, diyabete yakalanma riskini yüzde 35 azaltıyor. Ayrıca ağrı kesici özelliği de bulunuyor. Ancak kahveyi mutlaka kalsiyum deposu olan sütle için. Böylece kafeinin kemikleri zayıflatmasını engellemiş olursunuz.
Sinirleri rahatlatıyor
TARÇIN: Her yemekten sonra içinde bir miktar tarçın bulunan bir tatlı yemeyi unutmayın. Tatlı yemek istemiyorsanız, küçük bir çay kaşığı dolusu tarçını doğrudan suya ekleyerek içebilirsiniz. Tarçın kan şekerini düzenliyor, ayrıca sinir sistemini rahatlatıyor. Öte yandan köri baharatının içinde bulunan Tumerik adlı maddenin eklem iltihabını ve romatizmayı önlediğini unutmayın.
Patatesi haşlayın
PATATES: Antioksidanlar yönünden çok zengin. Amerikan Tarım Dairesi’ne göre en yararlı 100 besinler arasında 17’nci sırada yer alıyor. Akciğer kanseri, diyabet ve kalp krizine karşı koruyor. Ancak patatesi kızartmak yerine, yağsız bir şekilde haşladıktan veya fırında pişirdekten sonra yemeyi tercih edin.
Kaslar için faydalı
SEBZE ÇORBASI: Doyurucu ancak kalorisiz bir yiyecek olduğu için özellikle kilo vermek isteyenlerin bir numaralı tercihi. Ayrıca, özellike sebze çorbası sodyum bakımından zengin. Bir kase sebze çorbasında 500 miligram sodyum bulunuyor. Sodyum, sinir sistemi ve kasların düzenli olarak çalışmasını sağlıyor. Ayrıca vücuttaki sıvı miktarının dengesini düzenliyor. Ancak günde 1500 miligramdan fazla sodyum tansiyon ve kalp rahatsızlıkları konusunda tam bir ters etki yaratıyor.
Kansere karşı birebir
ZEYTİNYAĞI: Zeytinyağı kanser riskini azaltıyor. Günde 25 ml. zeytinyağı alanların idrarlarında, hücrelere zarar veren ’8oxodG’adlı maddenin seviyesinin azaldığını ortaya çıkardı. Zeytinyağı kanserin yanısıra iyi kolesterol (HDL) oranın artmasını sağlayarak kalbi koruyor. 1 çorba kaşığı zeytin yağında 120 kalori bulunuyor. Bu nedenle günde 6 çorba kaşığını geçmeyin.
Kanseri engelliyor
ÇAY: Siyah veya yeşil olsun, çayın her türü kanser riskinin azaltılmasında etkili bir rol oynuyor. Çay, kadınlarda rahim kanserine yakalanma riskini yüzde 50 azaltıyor. Göğüs kanseri içinse bu oran yüzde 60’a kadar çıkıyor. Çay ayrıca Alzheimer ve kalp krizine karşı vücudu koruyor.
halepçe katliamı
04.01.2007 - 08:37Irak Türkleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği Ankara Şube Başkanı Mahmut Kasapoğlu, Halepçe’deki olaydan Mesut Barzani ve Celal Talabani’nin haberi olduğunu açıkladı. 16 Mart 1988’de yaşanan olayla ilgili olarak ilginç bilgiler veren Kasapoğlu, “Dönemin Irak yönetimi, ikisini de uyarmıştı” dedi.
SALDIRIYI BİLİYORLARDI
KasapoĞlu, şok açıklamalarına şöyle devam etti: Saldırı, bölgeye sızmış olan İranlı unsurlara karşı düzenlenmişti. Barzani ve Talabani’ye 48 saat içinde tahliye edin bilgisi verildi. İkisi de kasıtlı olarak bölgeyi boşaltmadı...
Güle oynaya katliam
Celal Talabani, 16 Mart 1988’deki Halepçe katlimanından hemen önce “Kimyasal Ali” lakaplı Ali Hasan El Mecid ve Saddam Hüseyin’in sağ kolu İzzeddin El Duri’ye birlikte halay çekmiş
* Ceyhun BOZKURT
ABD’nin Irak’a ilk müdahalesinin önünü açan ve tarihe “Halepçe Katliamı” olarak geçen ve 16 Mart 1988 tarihinde Irak Ordusu’nun kimyasal silahlarla saldırdığı söylenen olayla ilgili çok çarpıcı bir iddia ortaya atıldı. O tarihlerde çekildiği belirtilen fotoğraflarda ABD tarafından Irak Devlet Başkanı sıfatı verilen aşiret reisi Celal Talabani ile katliamın sorumluları olarak gösterilen İzzeddin El Duri ve Kimyasal Ali yan yana görülüyor. Fotoğraflarda Talabani olduğu belirtilen kişiyle Saddam’ın askerlerinden İzzeddin El Duri ve Kimyasal Ali lakaplı Ali Hasan El Mecid yan yana halay çekiyor. Samimi fotoğraflar, Halepçe katliamının arkasında başka bir planın olduğunu gösterir nitelikte.
Saldırıdan haberleri vardı
Bu iddiayı güçlendiren bir başka iddia da Irak Türkleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği Ankara Şube Başkanı Mahmut Kasapoğlu’ndan geldi. Kasapoğlu, Halepçe’deki olaydan Barzani ve Talabani’nin haberi olduğunu söyledi. O dönem Irak Yönetiminin Barzani ve Talabani’ye “İran askerleri, sivil unsurlar olarak o bölgeye sızdı. Bölgeye kimyasal göndereceğiz. 48 saat içinde bölgedeki Kürtleri tahliye edin” talimatı göndermiş ve bu ikisi de “olur” cevabını verdiğini kaydeden Kasapoğlu şunları söyledi:
Bölgeyi bilerek boşaltmadılar
“Halepçe’ye kimyasal silahla saldırı olacağını hem Mesud Barzani hem de Celal Talabani biliyordu. Bölgeyi bilerek boşaltmadılar. Zaten orada da belirtildiği gibi çok fazla insan hayatını kaybetmedi. 50-60 kişinin hayatını kaybettiğini söyleyebilirim.”
O tarihlerde çekildiği belirtilen fotoğraflarda ABD tarafından Irak Devlet Başkanı sıfatı verilen aşiret reisi Celal Talabani ile katliamın sorumluları olarak gösterilen İzzeddin El Duri ve Kimyasal Ali yan yana görülüyor.
Kimyasal gazlarla katlettiler
İran-Irak Savaşı’nın sekizinci yılında Enfal Operasyonu kapsamında gerçekleştirilen Halepçe Katliamı’nda, binlerce Kürt korkunç şekilde hayatını kaybetti. 16 Mart 1988’de gerçekleştirilen katliam sırasında İran sınırına yakın bir bölgede bulunan Halepçeliler, Irak ordusunun yaptığı hava bombardımanından sonra sığınaklara çekildilerse de bir süre sonra helikopter ve uçaklardan atılan kimyasal gazlardan kendilerini kurtaramadılar. Saldırılarda en az 5,000 sivil öldü, 10,000’den fazla sivil yaralandı.
(Yeniçağ)
kerala
03.01.2007 - 21:41karelia süiti...sibelius...
otel
03.01.2007 - 21:37'Grand Hotel' (1932)
Edmund Goulding
ahmet adnan saygun
03.01.2007 - 21:26sabetayist...
piyano konçertolarını,sonatin ve viyola konçertosunu dinlemiştim...yine de...
yorum yapacak kadar dinlemişliğim ve bilgim yok...
sabetayist
03.01.2007 - 20:24İŞADAMLARI
A. Kozanoğlu
Ali Balkaner
Alp Yalman
Armatör Sadıkoğlu Ailesi
Ateş Ünal Erzin
Boronkay
Bezmen’ler
Cem Boyner
Çiftçiler Holding
Çapa Ailesi (Çapamarka)
Dinçkök
Demirağ Ailesi (Mehmet Nuri ve kardeşi Abdurrahman Naci)
Dilberler Mağazaları
Eczacıbaşı
Erdoğan Demirören
Erol Aksoy
Esenpen (Esen Özgener)
Erkut Yücaoğlu
Feyyaz Berker (Tekfen)
Feyzi Akkaya (STFA)
Gorbon
İbrahim Ethem Ulagay İlaç
İpar Ailesi
Kazım Taşkent (Yapı Kredi)
Koç Holding
Kutman Ailesi (Doluca Şarapları)
Mehmet Üstünkaya
Manisalı Elginkan Ailesi (ECA)
Mustafa Taviloğlu
Ömür Yoğurtları
Öngüt’ler
Öner Akgerman (Çimentaş)
Özgörkey Ailesi (İzmir Pepsi)
Refik Baydur
Rumeli Holding (Uzanlar)
Raşit Özsaruhan (Metaş, Betontaş)
Selim Edes
Sohtorik
Şarık Tara- Şadi Gülçelik (ENKA)
Uğur Mengenecioğlu (UM Denizcilik)
Ulusoy Ailesi (Ulusoy Taşımacılık)
Yaşar Holding
Zorlu Ailesi
sabetayist
03.01.2007 - 19:51Araştırmacı Yalçın Küçük, aralık ayında 'Sabetayizm ve Grup Seks' adlı kitabını piyasaya çıkaracak. Kitabı üzerine Tempo'ya konuşan Küçük, başta Hülya Avşar olmak üzere birçok ünlü hakkında iddialarda bulundu. İşte röportajdan satırbaşları:
Sabetayizmle, grup seks hep iç içe oldu. Buna 'Kuzu Festivali' denir. İki çift, Doğu dinlerinde olduğu gibi baharda süslenir, yemek yer. Sonradan da eşler değişir. İnanışa göre günah artınca Mesih gelecek, kurtuluş olacak. Günah işleyerek kurtulma Sabetayizm'in temel dinsel kurallarından birisi. Sabetayistlerin hiçbirinin aşık olduğunu göremezsiniz. Hiçbiri de birbirini kıskanmıyor. Daima birbirleriyle birlikteler. Tamamen sosyete içinde oluyor. Sonradan affediyorlar. Dolayısıyla evlilik müessesesini yıkıyorlar. Evlilik müessesesi yıkılabilir. Ama büyük bir ahlaki bozukluk da beraberinde geliyor.
Sabetay Sevi'nin getirdiği kural, Türk Müslüman'la evlenmeyi asla uygun görmez. Bu nedenle iç evlenmeler (endogami) başlıyor. Bununsa çok büyük sakıncaları var. Dolayısıyla ben bir insanın Sabetayist olup olmadığına bakarken evlendikleri kişilere dikkat ediyorum. Çoğu Hıristiyanlarla evleniyor.ÇOK KAZANANLAR SABETAYİST
Hülya Avşar, Sabetayların propagandasını yapıyor, aile kurumunu altüst ediyor. Medya sayesinde de yayıyor. Zavallı Kaya boşanmak istiyordu, oligarşi engel oluyordu. Çünkü evli görünmesi bazılarının işine geliyordu. Ali Güven tamemen kamuflaj. Avşar'ın cemaat içindeki ilişkisini gizliyor.
Aslında Hülya Avşar'ın İbrani ve Sabetayist olabileceğini hiç aklıma getirmezdim. Bir gün, 'Kaya usturuplu zina yapıyor' diye konuştu. Bu, tipik Sabetay emridir.
Hipotezimi, 'Bu ülkede çok para kazanan, ünlü olan herkes İbrani'dir' üzerine kuruyorum. Bunun üzerine araştırma yapıyorum. Şimdiye kadar hiç yanılmadım. İsimleri veriyorum. Kimse de yalanlamıyor.
Rantiye (banka faizi ya da hisse senedi geliriyle yaşayan kimse) olmayan hiç kimseyi incelemiyorum. Haldun Dormen'i incelemedim. Sonunda eski karısı Betül Mardin çok kızdırdı, o zaman yazdım. Mardin'in gelini Ayşe Arman buraya geldi, 'Biz de öyle değil miyiz? ' dedi. 'Bilmiyorum' dedim. Sonunda Ayşe, kızının adını Alya Mey koydu. Ben de kızının adının İbrani olduğunu yazdım. Hak ettiği yere gelenleri yazmıyorum. Yeteneksizliğine rağmen zirvedeMustafa ve Yılmaz Erdoğan kardeşlerin İbrani asıllı olabileceği hiç aklıma gelmezdi. Tiyatroya -en az kibar deyimle söyleyeyim- bu kadar az yatkın bir insanın, bu düzende, bu kadar para kazanıyor olması... Şeyh Sait torunuyla evlenmesi ise bir kaza. Ama ilk karısının adı Sanem, soyadı Oktar. Bu da benim kurallarımla tutarlı.Hiçbir zaman kuşkum yoktuGülben Ergen'in İbrani asıllı olduğuna kuşku yok. Zaten Mustafa Erdoğan'la evli. Başka bir dizide bütün bunların skandallarını yazacağım. Daha önce işaret ediyordum.Şimdi sistemli yazacağım. 'Tony Bey' ile anlaşıldıPInar Altuğ'un bu skandalı çıkınca, onunla ilgili bütün programların başında saatlerce durdum. Sonunda televizyonda da gördüm. İlk konuşmalar falan... Tony Bey diyordu. O zaman 'tamam' dedim...
misak-ı milli
03.01.2007 - 16:23'Mustafa Kemal’in de gözden geçirip onayladığı anlaşılan, Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti tarafından 1931 yılında yayınlalan Tarih IV de: “ Ferit Paşa’ya teklif olunan sulh şartları yalnız Osmanlı Devletini değil, Türk vatanını ve Türk Milletini de parçalamak mahiyetinde idi. Türkiye Büyük Millet Meclisi, buna derhal mukabele etti ve 18 Haziran celsesinde “Misak-ı Milliye” yemin ederek türk topraklarının parçalanmasına musaade etmeyeceğini cihana ilãn eyledi” deniyor. (1) Aynı eserin sonuna konulan kronoloji cetvelindeyse, 18 Temmuz 1920’de Büyük Millet Meclisinin Misak-ı Milli için yemin edildiği yazılı...Belli ki, bir rakam yanlışı var, zira TBMM’nin 18 Haziran 1920 de Misak-Milli gündemli bir oturumu yok, doğru tarih 10 Temmuz 1920 olabilir ama o gün de Misak-ı Milli gündemde yok. Nitekim o günkü oturumda milletvekili yemini edildiği anlaşılıyor ve yemin şöyle: “ Makam-ı Hilâfet ve Saltanatın ve Vatan ve milletin istiklâl ve istihlâsından [elde edilmesinden] başka bir gaye takip etmeyeceğime vallahi.”. Fakat, Misak-ı Milli’ye dair yazan ve konuşan herkes 18 Temmuz 1920 tarihini veriyor... Yeminde sözü edilen ‘vatan’ nedesiydi, millet kimdi, milletvekilleri yeminlerinin başına koydukları Hilafet ve Saltanı koruma sözünü neden tutmadılar? Neden yeminlerine ihanet ettiler? Altı maddeden oluşan Misak- ı Milli’nin tüm maddelerinin ihlâl edilmesi, arkasında durulmaması nasıl açıklanabilir? Bu ve benzer soruları ortaya atmak ve tartışmak soruna açıklık getirmek bakımından önemlidir. Her ne kadar resmi tarih, Misak-ı Milli Beyannamesi’ni kutsal bir metin mertebeseni çıkarmak için zorlansa da, aslında söz konusu olan gerçeklikten çok bir söylemdi. İlerleyen sayfalarda Misak-ı Milli söyleminin izini sürerek, gerçekler karşısındaki konumunu tahlil etmeyi deneyeceğim. Fakat, Misak-ı Milli Beyannamesini yüceltenler sadece yerli resmi tarihçiler değil. Yerli resmi tarihçilerin imdanına yabancı meslektaşları da yetişiyor.
30 Ekim 1918 de Osmanlı İmparatorluğuyla İtilaf devletleri arasında Mondros ateşkes anlaşması imzalandı ama başta İngilizler olmak üzere İtilaf devletleri bu anlaşmaya uymadılar. 1 Kasım 1918 de Musul İngiliz generali Marhall tarafından işgal edildi. 23 Kasımda da Fransız generali Franchet d’Esperay İtilaf devletleri adına İstanbulu işgal etti. Yunanlılar 15 Mayısta İzmire çıktı, 25 Temmuzda da Edirne’yi işgal ettiler. 16 Mart 1920’de de İstanbul İtilaf devletleri tarafından resmen işgal edildi ve böylesi bir ortamda 10 Ağustos 1920 de Sevre Antlaşması imzalandı. Metareke koşullarında yapılan seçimler sonucu oluşan son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı 12 Ocak 1920’de toplandı ve 28 Ocak 1920 de Misak-ı Milli’yi kabul etti. Misak-ı Milli Beyannamesi esas itibariyle mecliste oluşan sayıları 70 [kimilerine göre 88] olan Felah-ı Vatan grubunun eseriydi ve Meclis-i Mebusan’da yeterli çoğunluğun sağlanamadığı bir gizli oturumda toplantıya katılanların oy birliğiyle kabul edilip, 17 Şubat 1920’de de ilan edilmişti. Aslında söz konusu beyanname Edirne mebusu Şeref Bey’in gayretleriyle Meclis gündemine taşınmış ve yaptığı ‘duygusal’ konuşma etkili olmuştu. Altı maddeden oluşan beyannamenin birinci maddesinde: “ Osmanlı Devleti’nin 30 Ekim 1918 günlü mütarekenin yapıldığı sırada düşman ordularının işgali altında kalan ve Arap çoğunluğunun oturduğu kısımların kaderi halklarının özgürce verecekleri oylara göre belirlenmek gerektiğinden, sözü edilen mütareke hattı dahilinde ve haricinde, dinen, ırken ve emelen bir olan ve birbirlerine karşılıklı saygı ve fedakârlık duyguları taşıyan, sosyal bakımdan uyum içinde bulunan Osmanlı İslam çoğunluğunun oturduğu bölgelerin tümü fiilen ve hükmen ve hiçbir sebeple ayrılamaz bir bütündür.” deniyor. Dikkat edilirse bu madde çelişkiler içeriyor, dolayısıyla iç tutarlılıktan yoksun. Birincisi, ateşkes anında düşman ordularının işgali altında kalan Arabistan için bir halk oylaması hiçbir zaman gündeme getirilmiyor. Ateşkes anında Osmanlı İmparatorluğu sınırları dahilinde bulunan ve ateşkes ihlâl edilerek işgal edilen Musul Vilayeti Lozan Barış Antlaşmasıyla İngilizlere bırakılıyor. Metinde yer alan mütareke dahilinde ve haricinde ifadesi sınır sorununu bütünüyle belirsizleştiriyor. Böyle bir ifade söz konusu olduğunda, ülke sınırları belirsiz hale geliyor. Eğer bu ifade dikkate alınırsa ki, alınmak zorundadır, artık sınırların nereden geçtiği belirsizdir... Aynı şekilde Lozan’da çizilen sınırlar beyannamede sözü edilen: “ dinen, ırken ve emelen bir olan ve birbirlerine karşılıklı saygı ve fedakârlık duyguları taşıyan, sosyal bakımdan uyum içinde bulunan Osmanlı İslam çoğunluğunun oturduğu bölgelerin tümü fiilen ve hükmen hiçbir sebeple ayrılamaz” deniyor ama sadece dinen ve emelen, ırken ve sosyal bakımdan uyum içinde olanlar değil, insanlar ailelere varıncaya kadar parçalanıyor. Güney sınırında bölge halkınnın yaşadığı bu trajik durum bu gün de devam ediyor. Bunun için Suriye sınırında dinî bayramlarda yaşananları hatırlamak yeter...
Beyannamenin ikinci maddesi: “ Madde 2- Ahalisi ilk serbest kaldıkları zamanda aray-ı ammeleriyle [özgür iradeleriyle] anavatana ilhak etmiş olan elviye-i selase [Kars, Ardahan, Batum] için ledelicap [istenirse] arayı ammeye [halk oyuna] müracat edilmesini kabul ederiz” şeklinde. Bu madde de ihlâl ediliyor. Halk oylaması söz konusu olmuyor ve Batum Gürcistan’a bırakılıyor.
Üçüncü madde Batı Trakyanın statüsüyle ilgili. Batı Trakya’nın geleceğinin Wilson Prensipleri [self- determinasyon] gereği halk oylaması sonucu belirleneceğine dair ve Batı Trakya konusunda da aynı elviye-i selase de olduğu gibi halk oylaması konusu savsaklanıyor ve bu maddeye rağmen Batı Trakya denilen bölge Yunanistan’a bırakılıyor.
Dördüncü Madde yukarda sözünü ettiğimiz Milletvekili yemininde de yer alan “Hilafet ve Saltanat makamının korunmasıyla ilgili: “ Madde 4- “Makarr-ı Hilafet-i İslamiye ve Payitaht-ı Salatan-ı Seniyye ve Merkez-i Hükümet-i Osmaniye olan İstanbul şehri ile Marmaran-a Denizi’nin emniyeti her türlü halelden masun olmadır...” şeklinde. Hilafet ve Saltanat Makamı kurtarılmak bir yana, bizzat bu beyannameyi hazırlayanlar tarafından tasfiye ediliyor! O halde Hilafet ve Salatanatı kurtarma yemini edenlerin söz konusu makamı bizzat tasfiye etmelerinin sebeb- i hikmeti nedir? Bu önemli soruyu birazdan tarışma konusu yapacağım ama burada şunu hemen söylemek gerekiyor: Böyle bir tasfiye başta İngilizler ve Fransızlar olmak üzere, emperyalist devletlerin istediği bir şeydi ve bu işi yapmak da Kuvayı Milliyeci kemalistlere düşmüştü... Beyannamenin beşinci maddesi azınlıklar hukukuna karşılıklılık esasları dahilinde uyulacağıyla ilgili. Altıncı ve son maddenin bu günkü dildeki ifadesi şöyle: Madde 6- “Ulusal ekonomik gelişmemize olanak sağlamak ve daha çağdaş düzenli bir yönetimle işlerimizi yürütebilmemiz için her devlet gibi bizim de tam bağımsızlığa ve özgürlüğe ihtiyacımız vardır. Bu, yaşam ve geleceğimizin temelidir. Bu yüzden siyasal, hukuki ve mali, vs. gelişmemize mani sınırlamalara karşıyız. Borçlarımızı ödeme biçimi de bu esaslara aykırı olmayacaktır.” Lozanda sadece sınırlar konusunda değil, mali ve ekonomik konularla igili de Misak-Milli’nin ruhuna ve lafzına aykırı çok önemli tavizler verildi. Misak-ı Milli o alanda da by-pas edilmişti. Resmi tarih’in sansür ettiği Lozan Barış anlaşmasının asıl adı Yakındoğu işleri Hakkında Lozan Konferansı’dır ve bilinen anlamda bir antlaşmadan çok, tam bir emperyalist dayatmadır. Lozan’da emperyalisler istedikleri her şeyi dikte ettirmişlerdi...Eğer diplomatik dile ve ‘nezakete’ itibar edilmezse, konferansın adı” Ortadoğuyu bölüp parçalama konferansı da olabilirdi. İşte T.C. o parçalardan bir olarak varolmuştu. Dolayısıyla, tüm alanlarda olduğu gibi iktisadi, mali, siyasi konularda da dayatmalar içeriyordu.'
(devam edecek)
taksimde taciz
03.01.2007 - 16:01'...durmadan televizyonlarda salya akıtarak vajina ve göt hayali kuran bir dünya nasıl olur da fırsat bulduğunda değerlendirmez? çağımızın en banal numarası bu, bazısı da nasıl olur diye aval aval bakıyor... zengin, yakışıklı dokununca ayh oyh; fakir, çirkin dokununca taciz...
ay da taciz nasıl olurmuş fasa fiso, çoğu kadın tecavüz edilmek ister imajı çizip yeltenene namuzsuz diyor. kafanı çevir bakma diyemezsiniz, birey toplum içerisinde ay ben çıplak gezerim, bakmasın kardeşim diyemez. o bakılmayacak şekilde giyinmek durumundadır, yada bakılmasını istiyorsa ona göre...
oradaki tacizi önlemek isteyenler önce ama önce lopez'in avşar'ın kalçasından ayıracak dikkatini, tarkan penisinden karnına olan bölgedeki tüylerini göstermeyecek ulu orta, sonra aynı bölgeye el sokan pascal nouma'yı ülkeden postalama iki yüzlülüğünü göstermeyeceğiz; yada hepimiz sonsuza dek kör olacağız...'
film replikleri
03.01.2007 - 01:37-Bu kadar küçük bir yaşta beni hayatımın temel sorusunu cevaplamak zorunda bıraktığı için ne kadar üzgün olduğunu söyledi...
saddam hüseyin
02.01.2007 - 17:58'İran'a güvenmeyin...Birlik içinde kalın...'
saddam hüseyin
02.01.2007 - 17:55Iraklı bir yetkili 'Korkuyor musun' diye sordu. 'Hayır korkmuyorum. Hayatımı cihadla geçirdim. Bu yolu seçenler korkmaz...' yanıtı verdi. Merdivenleri çıktı. O anda cellatlar, Şii Mukteda el Sadr lehine sloganlar atmaya başladı. Saddam alaycı sesle, 'Mukteda? ' diye sordu. Arkadan biri Sadr'ın babasını kast ederek 'Yaşasın Muhammed Bekir Sadr' diye bağırdı. Saddam, 'Cehenneme gidin' diye bağırdı. Saddam, sessizlikte Kelime-i Şahadet getirmeye başladı. İlkini bitirdi. Ancak ikincisinin ortasında altındaki kapağı açtılar.
İngiliz Sunday Times gazetesine konuşan ismini açıklamayan bir Iraklı, gardiyanların Saddam'ın başında dans ettiğini ve uyumasını engellediğini söyledi. 'Her 30 dakikada bir odasına girip dans ettiler. Uyumasını engellediler' diyen kaynak, 'Uyumasına izin vermeyip, kişiliğini yok etmeye çalıştılar' dedi.
sergei rachmaninoff
02.01.2007 - 16:28rus müziği...bol kepçe duygusallık...nota yağmuru...shine...iri eller...horowitz...gieseking...vatan hasreti...melankoli...
film replikleri
02.01.2007 - 02:42-Bu olay küçük bir özürle hallolacak kadar
küçük bir şey olsaydı sözünü etmek aptallık olurdu...
durulmak
02.01.2007 - 02:34yorgun demokrat...
michael caine
02.01.2007 - 02:32-Now,what would you like?
-Everything...
misak-ı milli
01.01.2007 - 08:05MİSAK-I MİLLİ: BİR EFSANEYİ SORGULAMAK
Fikret Başkaya
Bir fotoğrafa kimin nasıl baktığı, bir tarihsel-toplumsal olayı kimin hikaye ettiği, “nereye değil nereden bakıldığı” büyük öneme sahiptir. Seksen altı yıldır Türk milliyetçilerinin ve egemen sınıf sözcülerinin dillerine pelesenk ettikleri şu Misak-ı Milli ne menem bir şeydi? Misak-ı Milli denilenin gerçek dünyada bir karşılığı var mıydı? Tevatür edilenle gerçek durum arasında nasıl bir uyumsuzluk söz konusuydu? İkinci adı ‘Ahd-ı Milli [ milli yemin] olan söz konusu beyanname için gerçekten yemin edilmiş miydi? Eğer yemin edilmişse yeminin sahipleri yeminlerine sadık kalmışlar mıydı? Resmi tarihin nerdeyse kutsal metin mertebesine çıkardığı Misak-ı Milli Beyannamesi somut bir gerçekliğe mi tekabül ediyordu yoksa bir retorik miydi? Bu yazıda Misak-Milliyle ilgili gerçeği anlatmayı, başka türlü söylemek gerekirse, ‘gerçeğin üstünü örten perdeyi’ kaldırmayı deneyeceğim. Türkiye’nin yakın tarihi esas itibariyle Mustafa Kemal’in Nutuk’ta anlattıklarının bir tekrarı veya ona uydurma çabasının ürünüdür, tam bir yalan çöplüğüdür, dolayısıyla daha baştan bir yöntem zaafıyla malûldür. Bir toplumun tarihinin bir kesitini bir tek şahsiyetin, üstelik o süreçte etkili olmuş bir şahsiyetin anlattıklarına dayandırmak, bilimsellik kriteri bakımından kabul edilebilir değildir. Elbette komprador egemen ittifakın, tarihi tahrif etmeye, olup bitenleri kendi çıkarları doğrultusunda hikaye etmeye, yalan üretmeye ve yalanı büyütmeye ihtiyacı vardı. Egemen olmak için gizlemek, gizlemek için de yalan, tahrifat, çarptırma, yok sayma, adıyla çağırmama, velhasıl hurafeler gereklidir. İşte bu amaçla ‘resmi tarihçiler taifesi’ canla başla çalıştı ve çalışmaya devam ediyorlar. Elbette misyonları olayları tahrif etmek, çarpıtmak, hurafe ve yalan üretmek, yalanı büyütmek olanların, rejim tarafından ödüllendirilmeleri de anlaşılır birşeydir. Üstelik söz konusu taifenin gerçeği gizlemedeki başarısı, bilimselliğin de gerçekleşmesi sayılıyor. Bu yüzden bilim ve bilimci kavramlarına ihtiyatla yaklaşmak her zaman gereklidir. Akademide yükselmenin yolu rejime dair yalanları üretmedeki ‘ sebat ve başarıya’ bağlı. Rejimin adamları olan bu taifenin sloganı az çok şöyledir: gizliyorum o halde rejim tarafından ödüllendirilmeye de hakkım vardır... Oysa yalanı üretmek için büyük çaba gerekmiyor. Asıl zor olan yalanı teşhir etmek, yalancıların ipliğini pazara çıkarmaktır. Yalanı teşhir etme kaygısı taşıyanların, gerçeğin peşine düşenlerin işi, yalan üreticilerinden elbette daha zordur ama, gerçeğin safında yer almaktan dolayı da yöntem üstünlüğüne sahip olduklarında şüphe yoktur. Zaten uzun vadede gerçek yalana galebe çalar ki, bu eşyanın tabiati gereğidir. Birincisi, gerçeği tam olarak gizlemek hiçbir zaman mümkün değildir; ikincisi, gizlemek yok etmek değildir ve vakti geldiğinde gerçek bütün ihtişamıyla arz-ı endâm eder.
Daha önce başka yerde yazdığım gibi, resmi tarih üreticileri, olayların hikayesini Mustafa Kemal’in Samsun’a çıktığı 1919’dan başlatıyor. Sanki bir emperyalistler arası savaş yaşanmamış ve Osmanlı İmparatorluğu söz konusu savaşın tarafı değilmiş izlenimi yaratılıyor. Velhasıl hikayenin başı sansür ediliyor. Yaratılan izlenim de kabaca şöyle: Ülke toprakları işgal ediliyor ve Milli Mücadeyle düşman defediliyor, bir ‘ulusal Kurtuluş Savaşı’ sonucu ülke kurtarılıyor... Osmanlı İmparatorluğunun Almanya-Avusturya safında, İngiliz, Fransız, Çarlık Rusyası’inin oluşturduğu İtilaf devleletlerine karşı emperyalist savaşa katıldığı tarih olan 1914 yılında imparatorluğun nüfûz alanındaki topraklar yaklaşık 5 milyon kilometre kare idi. Resmi tarih tarafından büyük bir başarı sayılan Lozan Barış Antlaşması imzalandığındaysa 770 bin kilometre kareydi. İmparatorluk topraklarının ve nüfûz alanlarının nerdeyse % 85’i kaybedilmişti. Sahip olduğunun %85’ini kaybeden birinin %15’i koruduğu için aşırı övünç duyması tuhaf değil midir? Demek ki, soruyu nasıl sorduğunuza bağlı olarak cevap da değişiyor. Gerçekten ulaşılan sonuç abartılalacak bir başarı mıydı, ya da kimin başarısıydı? Aslında T.C., Osmanlı İmparatorluğunun emperyalizm tarafından budanarak kuşa çevrilen versiyonunun yeni adıydı. Bu yüzden Osmanlı İmparatorluğundan Cumhuriyete geçiş, resmi tarihçilerin hikaye ettiğinden farklı anlamlar taşımak durumundaydı. Emperyalist güçlerin bir aracı olan, bu günün Birleşmiş Milletler Örgütü’ün ardılı Milletler Cemiyeti’nin [ Cemiyet- Akvâm] dayattığı ‘yeni dünya düzenine’ imparatorluğun merkezinin ve ondan koparılan kısımların uyumlandırılmasıydı. Esas itibariyle birinci emperyalistler arası savaş [Harb-i Umumi], odağında Osmanlı İmparatorluğunun bulunduğu ünlü “Şark Sorununu” çözmeyi amaçlayan bir savaştı. Osmanlı İmparatorluğu’nun bu savaşta bir taraf olarak yer alması, “çözümü kolaylaştırıcı” bir işlev görmüştü... Osmanlı İmparatorluğunun TC’ye dönüşmesi de dahil, emperyalist savaş sonrası ‘Orta Doğu’ denilen bölgenin bu günkü biçimini alması daha savaş devam ederken Çarlık Rusyası’nın da onayını alan‘Antant devletlerinin’ İtilaf Devletleri’nden ikisinin, [İngiltere ve Fransa’nın] imzaladıkları Skyes-Picot gizli anlaşmasıyla [veya mutabakıyla] belirlenmişti. Fakat 1917 Ekim devrimi bu anlaşmayı bazı bakımlardan ‘tadil etme gereğini’ ortaya çıkarmıştı. Haritanın oluşmasında etkili bir üçüncü unsur da, son anda [Nisan 1917] ABD’nin savaşa dahil olmasıdır. Sözünü ettiğimiz bu üç unsurun diyalektiği, Ortadoğu coğrafyasını biçimlendirdi ki, resmi tarih olaylara yön veren bu üç unsuru ısrarla yok saymayı, değilse geçiştirmeyi yeğledi.
(devam edecek)
Toplam 983 mesaj bulundu