Fatih Yılmaz Adlı Üyenin Nedir Yazıları - Ant ...

  • neşter

    30.07.2010 - 22:33

    Akseli Gallen-Kallela (1865 - 7.3.1931) 'Boy with a Crow'

  • Satranç Dünyası

    30.07.2010 - 22:30

    Ambrose Bierce - 'Moxon’s Master' (1909)

  • zodiac

    30.07.2010 - 22:18

    Ignorance is Bliss...

  • persona

    30.07.2010 - 22:16

    Şair Nigâr Hanım (1856 - 1918)

    'Aks-i Sada' - 'Eylül Sabahı'

  • kendime not

    30.07.2010 - 22:14

    Mary Webb (25.3.1881 - 1927) 'Gone to Earth' (September 1917)

  • teraî

    29.07.2010 - 22:33

    'Castor and Pollux'

    Véronique Gens (1966)

  • vehmin saltanatı

    27.07.2010 - 22:10

    GÖLGELER

    Büyük şehirde beni sabit fikirler ısırdı... Canavar sürüsü halinde üzerime çullanan sabit fikirler... Biri bırakır, biri ısırır... Bir türlü ruhumun etlerini bu sabit fikir canavarlarının sivri dişlerinden kurtaramam... Çalıştığım dairenin yazı masasında kendimi işe vermeye çalışmamın da faydası yok... Yazdığım her cümlenin nokta yerinde, sıraladığım her rakam dizisinin toplam çizgisi altında aynı sabit fikir...

    Biraralık zaman fikri beni çıldırtacaktı... Bir musikî cümlesi dinleyecek olsam, onun her ân uçup giderek yerini başka bir notaya bırakan akışı karşısında ahenk bütününü muhafaza edemez ve bütün sesleri tek bir 'gık' halinde, birbiriyle irtibatsız bir darbe olarak işitir oldum... Her ân yaşadığımız mazi, hâl ve istikbal temposu içinde, lâstik bir topa bindirilmiş, muvazenesini arayan bir kedi yavrusuna döndü ruhum... Öyle ya; her ân yokluğa karışan bir mazi şeridi; ve her an var olup peşinden yok, bir istikbal zinciri; ve bunların, üzerinde aktığı çark... İşte, yuvarlanan topun tepesinde, yani tek ân içinde muvazenesini aramaktaki kedi yavrusu!

    Halbuki herkes, zamanın o lastik topu üzerinde ne kadar rahat ve muvazeneli!

    Halimi, bana deli derler diye kimseye açmadım ve tabiî insan rolünü oynamaya gayret ettim... Sokağa çıktığım zaman, insanları, sinema filmi kareleri gibi, birer anlık hareketleri içinde görüyor, meselâ bir adım atışı, her lâhzaya düşen sayısız basamaklar halinde takip etmek zorunda kalıyordum... Benim lâhza sandığım zaman parçası içinde bile istikbal ve maziden büyük paylar vardı ve o lâhzayı ölçebilecek dünyada hiçbir alet ve ölçü mevcut değildi... Öyleyse bütün ömürleri tek lâhzadan ibaret, fakat bu lâhzaların mevhum bağlantısı içinde yaşadıklarını hayâl eden insanlar, o tek lâhzanın bile sınırlanmasından uzak bir hayat vehmi içindeydiler, yani hakikatte yaşamıyorlardı...

    Hareket halinde ve yaşadıkları vehmi içinde gidip gelen, gülüp oynayan, konuşup halleşen ölüler...

    Bu son fikir beni öylesine ısırdı ki, dairemde evrak getirip götüren hademeye, bağırıp çağıran müdür beye, homurdanıp söylenen iş takipçilerine, kefen yerine elbise veya mini etek giymiş ölüler diye bakmaya başladım...

    Ölülerden en haşmetli biri de dairenin doktoruydu... Ona birtakım ruhî sıkıntılarım olduğunu söyleyince hemen meseleyi halletti:

    - Çok çalışmaktan, dedi; küçük bir (sürmenaj) . Size 20 günlük bir rapor vereyim; sakin bir köye çekilip dinleniniz!

    Köyde, canıma, hattâ derdime yakın bir arkadaş bulmayayım mı? Bu 'Hâfız' diye lâkaplandırdıkları, üstübaşı dökülen, harikulâde berrak yüzlü ve derin gözlü bir adamdı... Ona 7 yaşında Kur'ânı hıfzettirmişler, 10 yılda öğrenilecek şeyleri ruhuna yığmışlar, muvazenesini bozmuşlardı... Şimdi, elinde bir ibrik, abdest alabilmek için, evlerin kapısını çalarak, sarnıçlarında yağmur suyu olup olmadığını soruyor, başka sulara güvenemiyor, yağmur yağınca da bayram ediyor, eline kap-kacak ne geçerse yağmur suyu ile dolduruyordu... İşi gücü de, sabahtan akşama, bazen de geceden sabaha kadar mezarlıkta oturmak... Köylü onu, ilişilmez bir meczup tanıyor, her türlü nazını çekiyor, fakat o, köylüleri sevmiyordu... Nasıl olmuş, ne olmuştu bilmiyorum ama, benden hoşlandığını seziyordum...

    - Bırak şu ölüleri, diyordu bana; gel seninle mezarlığa gidelim de diriler arasında oturalım!

    Yoksa bu adam, ruhumdaki akrebi görecek kadar keskin gözlü bir ermiş miydi? Bazen öyle lâflar ediyordu ki, hiçbir okumuş, onun seviyesine varamazdı...

    Mezarlıktayız...

    Uzun zaman tek lâf etmeden oturduk... Hâfız, güneş altında berrak bir su gibi, yosunlu dibi görünen gözlerini bana dikmiş...

    - Beynini tırmalayan fikirlere aldırma, dedi; onlar, gelip geçici gölgeler... Her şey gölge...

    - Gölge mi dedin?

    Mezarlığın önünde alabildiğine bir düzlük... Hâfız başını o tarafa çevirdi...

    - Korkma! Senin zaman dediğin de bir gölge... Solucan gibi kısalıp uzayan bir gölge... Sen de bir gölgesin! Gözüne görünen, kulağına çarpan, kalbine düşen ne varsa hep gölge... Peki, nerede bu gölgelerin sahibi? Gölge var, kendisi yok, olur mu?

    - Hâfız, sus, aklımı berhava edeceksin!

    - Gölgelerle uğraşma; sahibine dön! Seninki hastalık değil, O'ndan gelen işaretin alâmeti... Seni O çağırıyor; O'na git! Ha köy, ha şehir, ha ev, ha sokak... O'na dön!

    Köyden şimşek hızıyla kaçtım...

    Hâfız beni kurtarmıştı... O'na dönememiştim ama, dönülecek yönü görmüştüm...

    (Şubat 1971)

  • ilham kaynağı olmak

    25.07.2010 - 22:14

    'Four Nights of a Dreamer' (1971)

    Robert Bresson

  • teraî

    23.07.2010 - 22:59

    Trans-Europe Express - 'The Hall of Mirrors' (1977)

  • karanlık enerji

    23.07.2010 - 22:28

    Akademik Festival Uvertürü, Do Minör Op.80

    ...

    4 Ocak 1881'de Breslau'da besteci yönetiminde ilk kez çalınan uvertürü Brahms, 'öğrenci şarkılarının Suppe stilinde, çok eğlenceli bir potpurisi' olarak tanımlamıştır... Ancak tüm neşesine karşın, eserde biraz da özlem sezilir: Bu belki de, olgun bir insanın geçmişine ve gençliğinin neşesine bir geri bakıştır... 'Ciddi bir Müzik Doktoru'nun bu bestesini öfkeyle eleştiren, ciddi temalar yerine, eğlenceli şarkıları işlemesine kızan müzik çevrelerine karşın uvertür, halkın ve gençliğin beğenisini kazanmıştır...

    Alışılmış orkestra çalgıları dışında pikolo flüt, kontrfagot, tuba, ziller, üçgen ve büyük davul da kullanan bu geniş kadro girişte sakindir: Yaylı çalgılar sanki uyuklar gibi 4/4'lük ölçüde, Do minör tonda açılış temasını, Rakoçi Marşı'nın bir uyarlamasını mırıldanır... Önce kornolar uyanır... Neşeli bir ferahlık doğar; timpani heyecanlanır ve bir esintiyle gelivermiş gibi 'Wir hatten gebauet ein stattliches Haus' (Esaslı bir ev yaptık) adlı, Türingen bölgesi şarkısının güzel ezgisini duyurur... Obua ve klarinetler de ezgiyi biraz geliştirip bu kez parlak Majör tondaki giriş temasına ulaşılır... Tema, tüm çalgıları eğlenceye çağırır gibidir... Önce kemanlar keyifle 'Dinleyin, şarkıların şarkısını söylüyorum' diye başlayan 'Landesvater' (Ülkenin babası) şarkısını çalar... Bunu, üfleme çalgıların pasajı izler... Sonra da fagotlar, keman ve viyolaların eşliğinde 'Yukarıdan ne geliyor' sözleriyle başlayan tilki şarkısına komik biçimde girilir... Bütün bu ezgiler değişerek, usta biçimde gelişip birbiriyle kaynaşır... Ancak, orkestranın stilize olarak çaldığı bu şarkılar 'ciddi' müzikal gelişime, Maestoso tempodaki coda'ya kadar zaman bulamaz... O anda da bakır üfleme çalgıların 3/4'lük ölçüde şenlikli duyurduğu, kökeni 13. yüzyıla dayanan, Latince başlıklı 'Gaudeamus igitur' (Artık neşemizi bulalım) şarkısı, genel sevince önayak olur... Orkestra tüm gücü ve parlaklığıyla - besteciye gurur verecek bir zafer biçiminde- uvertürü sona erdirir...

    ...

  • İllerin eski isimleri

    23.07.2010 - 22:24

    'Gölge Oyunu' (1992)

    Yavuz Turgul

  • Cusco

    22.07.2010 - 22:47

    The Fox And The Lady...

  • Sessiz kalmış çaresizlik

    21.07.2010 - 22:41

    'The Nun' (1966)

    Jacques Rivette

  • vehmin saltanatı

    21.07.2010 - 22:23

    Edward Burne-Jones - 'The Passing of Venus' (1875)

  • maziden biri

    21.07.2010 - 22:22

    Harold Bauer - The Complete recordings...

  • teraî

    21.07.2010 - 22:14

    'The Devil's Own - The Witches' (1966)

    Cyril Frankel

  • Sposa son disprezzata

    19.07.2010 - 22:14

    Aynı klişeyi Ernest Hemingway'in kaleminden Çanlar Kimin İçin Çalıyor'da (yüzyılı aşkın bir süre sonra) okumak oldukça şaşırtıcı: romanın başkişisi Robert Jordan'ın partizanların saklandıkları mağaraya vardığında ilk işi, cebindeki Rus malı sigaraları oradakilere dağıtmaktır... Ama kahraman, kara gözlü kıza açıkça seslenmekle pot kırdığını da kavrar... O anda 'İspanyolca konuşanlarla iyi geçinmenin iki kuralından ikincisini çiğnediğini ayırdetti: erkeklere tütün ver, kadınlara sakın ilişme.' Mérimée'nin anlatıcısı da İspanyol konukseverliğini tıpatıp aynı biçimde yorumluyor: tütün ille de paylaşılmalı ama kadınlar asla! (onların değiş tokuş değeri var) .

    Tütünün canavarı evcilleştirme, Fransız arkeologla kanlı katil arasında bir dostluk bağı kurma gücü var, anlatıya bir coşku da katıyor... Her türlü yardımdan, kendini koruyacağı bütün silahlardan yoksun, yalnızca bu insafsız adamın insafına kalmış anlatıcı, durduğu kıyıdan uçuruma bakarken (karşısındakinin kimliğini kılavuzun yüzündeki korkudan sezmiştir) en ufak bir korku duymuyor: 'Ya bir kaçakçıyla karşı karşıyaydım ya da bir soyguncuyla, orası kesindi: ama ne fark ederdi ki? İspanyolların yapısını yeterince tanıdığımdan benimle yemek ya da tütün paylaşmış birinden korkmama gerek yoktu... Üstelik onun haydut olmasına sevindim... Öyle her zaman karşınıza çıkmaz haydutlar...'

    'Ayrıca kişinin yanıbaşında tehlikeli bir yaratığın bulunduğunu bilmesi tatlı bir ürperti veriyor, özellikle size uysal ve evcil gibi geliyorsa.'

    Kant, 'Yüce'yi şöyle çözümler:

    'Fırtına bulutlarının kümelendiği, şimşekler ve yıldırımlarla yandığı göğe karşı gözdağı gibi yükselen kayalar, yakıp bitirici güçleriyle yanardağlar, silip süpürücü kasırgalar, kabaran hışmıyla engin okyanus, zorlu bir ırmağın fışkırttığı çavlanlar vb. hepsi onlara kıyasla bizim direncimizin ne kadar gülünesi olduğunu gösterir... Ne var ki, yeniden güvenceye kavuşunca, bu manzara korkutuculuğu ölçüsünde çekici gelir bize; işte insan ruhunun gücünü alışıldığın dışına taşıran, kendimizde keşfettiğimiz bambaşka bir dirençle bize doğanın mutlak gücüyle ölçüşmek cesaretini kazandıran bu nesnelere yüce deriz...'

    Mérimée'nin anlatıcısı da, Kant'ın gezgini gibi, en büyük tehlikeyle yüzyüze gelmeye hazırdır, daha önce hiç tanımadığı bir şiddeti tanımaya, ölümle karşılaşmaya, çünkü tütünün yatıştırıcı gücü, tılsımlı bir halka çekmiştir çevresine... Korkudan çok keyfi andıran bir duyguyla, silahsız ama güvence içinde karşısındaki uğursuz karaltıyla birdenbire rastlaşmanın yüceliğini yaşar... Mérimée'nin kendisinin bu tür bir ataklığı gösterip gösteremeyeceğini bilemeyiz; öyleyken, kendine yakıştırdığı 'öykünün anlatıcısı olma ayrıcalığı', uzattığı purodan çok daha ustaca koruyor onu... Ama belki de anlatıcı-dokunulmazlığını, bizim tütün dumanının düş yüklü halkalarına bağlamamız isteniyordur; duman halkası, tıpkı edebiyat uğraşısı gibi yazarı sıradan ölümlülüğün 'alışıldık alanının dışına taşan' bir yükseltiye çıkarıyor bir anlığına, onu yüceliğin anlatıcısı kılıyor...

    Carmen de hırsız ve katil olduğuna göre, o da yasa kaçağıdır... Guadalquivir kıyısındaki ilk karşılaşmalarında anlatıcı ona Faslı olup olmadığını sorar 'yoksa... Yahudi misin diyecekken dilimi tuttum.' Ama Carmen'in teni kapkaradır, gezginden çok daha büyük bir sürgünlüğe itilmiştir: 'Hadi hadi... Çingene olduğumu bal gibi biliyorsun; kâğıtlara bakıp baji'ni (falını) okumamı ister misin? La Carmencita adını hiç duydun mu? C'est moi! ' Anlatıcı, kendisinin de uslanmaz bir kâfir olduğunu, devletin ve kilisenin yasalarını çiğneyenlere duyduğu ateşli ilginin zamanla tutku boyutuna vardığını öylesine derinden duyar ki bir an 'bir cadının yanıbaşında oturduğunu görünce irkilerek geri çekilir.' İspanyol büyücüsü Carmen'in her özelliği, karşıt bir özellikle pekişmiştir: güzelliği çirkinliğinin bir parçasıdır; anlatıcıya göre, iticiliği oranında çekicidir...

    'Sizi uzun ayrıntılarla sıkmamak için kısaca şunu söyleyeyim, onun her kusuruna, belki karşıtlıktan ötürü daha da sivrilen çarpıcı bir erdem ekleme özelliği vardı... Garip, yırtıcı bir güzellikti bu, önce irkilten ama sonra kimsenin aklından çıkmayan bir yüz... Her şey bir yana sonraları hiçbir insan gözünde görmediğim o azgın, aç ve yırtıcı bakış... Bir İspanyol deyimi, 'ha çingene gözü, ha kurt gözü' gibi ustaca bir saptama yapar... Kurtun bakışını incelemek için Jardin des Plantes'e gidecek vaktiniz yoksa, serçeye sinsice yaklaşan kedinizi gözlerinizin önüne getirin.'

    Aşığı Don José gibi Carmen de hem vahşi, hem evcildir, hem kurttur, hem de ev kedisi: anlatıcı, onun yırtıcı, tutkulu kara Çingene gözlerinde, aşkın mantığını kavramanın verdiği şeytansı gücün ışıltılarını yakalar...

    Mérimée, Çingene anlamına gelen Calés sözcüğünün, o dilde 'kara' demek olduğunu belirtiyor, 'çoğu zaman kendilerini böyle tanımladıklarını' öne sürüyor... Ona göre Çingeneler, bu özelliklerini anayurtları Hindistan'a borçludurlar... Oysa Nietzsche, Carmen'i överken müziğin gücünü bambaşka bir kıtanın özelliklerine yoruyor: 'Müzik bir Afrika neşesi saçıyor; uğursuzluğun gölgesi yükseliyor arasıra, saçtığı mutluluksa anlık, çarpıcı ve kıyıcı... İşte Bizet'ye bugüne kadar uygar Avrupa'nın müziğinde asla dile getirilmemiş bu duyarlığı yansıtma cesaretinden ötürü hayranlık duyuyorum - güneye özgü, bakır çalığı, keskin duyarlılığı yani... O altın ikindiler ne büyük bir mutluluk yayıyorlar! ' (Torino'dan Mektup, Mayıs 1888) Nietszche, yirminci yüzyılda caz adıyla keşfedilecek, bütün keyfi 'anlık, çarpıcı ve kıyıcı' olmasından kaynaklanan bir müziğin ilk ipuçlarını keşfetmiş görünüyor... Onun Bizet'nin müziğinde duyduğu Afrika kökenli neşeden fışkıran trajik tınılar, metalsi karanlığıyla - iyinin de, kötünün de ötesinde - sinsice ışıldayan birşeyleri anımsatan 'güneye özgü, bakır çalığı, keskin duyarlılık'tır... Carmen'in ayartıcılığındaki gözükaralık, gözlerinde Don José'nin gördüğü derin, kopkoyu gizemle bağlantılıdır... Don José, Carmen'in kapana kıstırdığı subayın evine gittiğinde de gözlerini ondan ayırmaz: 'Pancur aralıktı, kocaman gözlerini bana diktiğini gördüm.' O iri göz, belleğine kazınmış gibidir, kendi bıçağının altında iri iri açıldığı son ana kadar: 'O kocaman kapkara gözü hâlâ üstümde duyuyorum; sonra bir an buğulandı ve kapandı.' Don José, Carmen'in gözünde, karanlığın yüreğine işleyebilecek bir güç olabileceğine inanır...

    Kara ten, Carmen'in ırkının temel özelliğidir... Ayrıca onun için de Mérimée için de uçsuz bucaksız bireysel özgürlük demektir: 'İşkence çekmek, özellikle de kimseden emir almak bana göre değil... Özgür olmak, canımın istediğini yapmak isterim.' Bir Calli olarak doğmuştur Carmen, Calli olarak ölecektir...

    Öykünün sonunda Don José, İspanya'yı terk edip kendisiyle birlikte Amerika'ya gelmezse, onu öldüreceğini söylediğinde, ölümünün aşığının elinden olacağını sezse bile boyun eğmez: 'Beni öldürmek istiyorsun, orası açık; yazgım buymuş demek ama bana asla boyun eğdirtemeyeceksin.' Onun uçsuz bucaksız özgürlük tutkusu, alabildiğine bir bağlılık duygusuyla içiçedir; sevecen katili, anlık, çarpıcı, acımasız sonucu bağlayana kadar... Carmen'in ölümündeki şiddet bile onurdan, ölümünden sonrayı da görebilme, yaşadığı şimdinin zorbalığından böylelikle kurtulacağını bilme yetisinden, belki de ölümcül saldırıdan önce intikamın kokusunu alma gücünden fışkıran pervasız bir neşeyle bağlantılıdır... O, içtiği sigara gibi kül-karalığında, kıvılcım kızıllığındadır; gözlerinde uçuşan parıltılar, her bakışında ölümlülüğe ve acımasız bir sona hazırlıklı olmanın getirdiği bilgece sevinçle kıpır kıpırdır...

    Don José fabrikanın önünde nöbetteyken bir burjuvanın 'İşte, gitanella' dediğini duyar; 'Günlerden cumaydı, hiç unutmam... Dediğin Carmen'i orada gördüm ilk.' İlk bakışta aşkın yıldırımı Don José'yi cuma günü çarpar - Petrarcha'nın Laura'nın bakışıyla çarpıldığı gün de cumadır tabii... Petrarcha'nın durumunda olduğu gibi bu innamorata anı da ters bir sonuç verir... Don José anında ruhunu karşısındaki Şeytan'a satar:

    'Kısacık bir kırmızı etek giymişti, etekliğin altından birkaç yerinden kaçmış beyaz ipek çorapları görünüyordu, güzelim kırmızı pabuçlarının bağcıkları ateş kırmızısıydı... Omuzlarını açmak için şalını sıyırdığında bluzunun oyuğundaki kırmızı çiçek demeti ortaya çıktı... Ağzının kıyısına da başka bir kırmızı çiçek iliştirmişti, Kordoba haralarında yetişmiş bir kısrak gibi kalçalarını kıvırarak yürüdü gitti sonra... Benim ülkemde böyle giyinmiş bir kadın, görenlere haç çıkarttırırdı...

    O sırada ağzındaki çiçeği çıkarıp başparmağıyla bir savuruşta bana doğru fırlattı, tam gözlerimin arasına... Kurşun yemiş gibi oldum efendim.'

    Carmen'in şeytansı kızıllığı - Latince'de adı 'kırmızı'yı çağrıştırıyor - kusursuz ayak parmaklarına kadar hiç aksamadan iner... Balayı sonrasında Şeytan olduğunu söylüyor, Don José'yi terk ederken: 'Boş ver oğlum, inan bana ucuz atlattın... Şeytan'la karşılaştın, evet Şeytan'la: o her zaman kara olmaz, üstelik senin boynunu kırmadı... Ben kuzu postu giyerim ama koyun falan değilim.' Carmen, bu öyküde hem kurt, hem kuzudur; aşığını kendine tutsak etmedeki gücü olağanüstüdür, onu yıkıma sürükleyeceği kesindir... Bu kurta işleyebilecek tek silah haçtır... Dişi kurt, gözlerinizin arasına kurşun gibi bir çiçek saplıyorsa, o da tıpkı Carmen'in çiçeği gibi 'kurumuş olsa bile sonsuza kadar kokacaktır.' Don José 'Cadı diye bir şey varsa' der anlatıcıya, 'bu kız cadının teki.' Mérimée, Lettres adressées d'Espagne'daki (İspanya'dan Mektuplar) dört mektubundan birini 'İspanyol Büyücüleri' konusuna ayırmıştır... İspanya'dan Yollanan Mektuplar'da bir başka Carmencita'yla yolculuk sırasında mola verdiği, uşağını bin güçlükle girmeye razı ettiği bir hanın sahibesiyle karşılaşmasını anlatır, 'aşçı Şeytan'ın ta kendisidir'; uşağı, kadını görür görmez korkunç öyküler sıralar ardarda, hepsi de aynı İspanyol özdeyişiyle ilintilidir: 'Önce orospudur, sonra hanımefendi olur, sonunda da cadı.'

    Mérimée, Carmen'in öyküsüne Yunanca bir alıntıyla girer; kaynağı Yunan Şiiri Antolojisi'dir...

    'Bütün kadınlar nalettir... Yalnızca iki gün güler yüzleri,

    Evlendiklerinde ve öldüklerinde...'

    Palladas'ın (beşinci yüzyılda yaşamış İskenderiyeli ünlü yergi ustasının) kadın düşmanı havasındaki bu taşlaması, Yunan Edebiyatı'nda nerdeyse saplantı denebilecek bir tema gözönünde tutulduğunda, bambaşka bir tını kazanıyor: kara yazgılı gelin teması... Düğün günlerinde ölen kızların mezar taşlarındaki dokunaklı yazıtlar edebiyat malzemesi olarak sık sık karşımıza çıkarken Euripides'in Medea'sında, Jason'un yeni, genç karısının kendisine aşağılanmış eski eş tarafından gönderilmiş gelinliği giymesiyle tiyatro malzemesi oluverir... Gelinlik giysisi, kıvrımları oturdukça, prensesin derisini dağlayıp bedeninden yırtacak güçte bir zehirde yıkanmıştır: Bu giysinin kefene dönüşmesi, Nietzsche'nin Carmen'den söz ederken 'aşkın özündeki trajik ruh' diye adlandırdığı değişimdir... Kefenle gelinlik arasındaki belli-belirsiz ayrım, Carmen'in Yunanca'daki yazıtında kulağa eş-sesli gelen thalamo/thanato sözcükleriyle açıklığa kavuşur... Evlenilen kadın, zaten ölüdür ve ölüm getirecektir... Mérimée'nin ve Bizet'in Carmen'inde aşkın ölümle özdeşleştiğini vurgulayan iki an vardır: Carmen'in düğünü ve öldürülme sahnesi... Palladas olsa, yüz güldüren iki gün, derdi...

    Gelini ölümle özdeşleştirmek, Freud'un 'Üç Tabut İzleği' adlı kısa denemesinin ana motifidir... Folklordan, halk hikayelerinden geniş ölçüde yararlandığı, her zamanki gibi klinik deneyimlerinden yola çıkmadığı için Freud'un oldukça tuhaf, alışıldığın dışında kalan bir metnidir... Bu malzeme, Freud'a erkeklerin yeni gelinlerini ölümle özdeşleştirdiklerini yansıtan erkek-bilinçsizliğinin bir tür mitini yazma olanağı sağlar... Shakespeare'in Venedik Taciri ile Kral Lear'inden iki sahne inceleyerek girer konuya... İkisinde de bir erkek, üç kadın - ya da temsil ettikleri şeyler - arasında bir seçme yapmak zorunluluğuyla karşı karşıyadır ve her iki durumda da, başlangıçta üçünün arasında en kusurlu görünen ama sonunda en çekicileri olduğunu kanıtlayanda karar kılar... Tacir'deki Bassanio, soylu gümüşü ya da altını değil de sıradan kurşunu seçerek, kurşun kutuda portresi bulunan Portia'nın gönlünü kazanır... Freud, Bassanio'nun en değersiz madenin erdemlerini övmek zorunda kaldığı anda yaptığı konuşmanın garip bir biçimde kulağa inandırıcı gelmediğinin altını çizer... Aynı şekilde, Kral Lear'in sonunda da kral, nedense en küçük, sevgisine en layık olduğunu kanıtlayan kızı Cordelia'nın cesediyle başbaşa kalır...

    Freud, bu noktada şöyle bir soru soruyor: bir erkek neden hep üç kadın arasında bir seçme yapmaya zorlanıyor ve neden her keresinde en alımsız görüneninde karar kılıyor? Çünkü üçüncü kadın, Freud'a göre, ölümle bağlantılı özellikleriyle öne çıkar: Cordelia'nın suskunluğuyla kurşunun boz durağanlığı, Freud için ölümlülüğün parlak simgeleridir... Shakespeare'in her iki oyununun da kendi ölümünü seçen bir erkeğin düşünü açığa vurdukları sonucuna varır böylelikle, anlaşılan kural bir kereliğine tersine işlediği için, yani ölüm insanı değil, insan ölümü seçtiği için daha çarpıcı, daha ayartıcıdır bu düş... 'Çift eşliliğin gereğinden bir fazla kadınla evlenmek' demek olduğu söylenmiştir... 'Hoş tek-kadınla evlilik de pek farklı değildir.' Bütün evlilikler çift eşli ya da çok eşlidir, diyor Freud, çünkü her erkeğin yaşamında üç kadın, üç ana vardır; ilki, sizi hayata getirendir; sonuncusu da ölümünüzde size kucak açan Toprak Ana; aradakiyse, birinciyle üçüncünün figürü olarak evlendiğiniz kadındır... Freud, her evli kadının aslında üç kadın - bir anlamda üç anne - yerini tuttuğunu, evlilik girişiminin bu yüzden erkek açısından kahramanca bir edim sayılması gerektiğini savunuyor, çünkü erkek, kalkıştığı bu serüven sonucunda kendi ölümünü kendi seçer, ona nikâhlanır ve yaşamını bu seçme üstüne kurar... Evlendiği kadın, hem geçmişi (onu doğuran anneyi) hem geleceği (Toprak Ana'nın kucağını) temsil eder ama aynı zamanda başlangıçla sonu kendinde birleştirir görünen özellikleriyle şimdiki zamanda vardır; yalnızca altın ya da gümüş değil, erkeğin kendi yazgısını okuyacağı aynanın sırıdır.'

    Freud yapısındaki adamların 'zevce' anlayışına oturan türden bir eş belki dünyaya hiç gelmemiştir... Ama böyle bir düşünce varsa, yani herhangi bir kadının (ya da erkeğin) göz diktiği ideal bir eş varsa, bu olsa olsa düşsel bir Çingene gelinidir... 'Sen benim rom'umsun, ben senin romi'nim.' diye haykırır Carmen Don José'yi, güveyi seçerken... Sen benim Çingenem, eşim, erkeğimsin; ben de senin Çingenen, eşin, kadınınım... Carmen'le evlilik, tiryaki ile sigara evliliği gibi eninde sonunda ölümcüldür yine de gerçekleşmesi olanaksız bir özleme en cesurca özgürlükleri alışıldık evcil tatların kopmaz bağıyla birleştiren bir ideal evlilik hayaline açıktır...

    ...

  • persona

    18.07.2010 - 18:42

    Robert Schumann (1810 - 1856)

  • zodiac

    18.07.2010 - 18:38

    Needle in a Haystack...

  • neşter

    17.07.2010 - 23:33

    Jelly d'Arányi (1893 - 1966)

  • yıldızlara uzanmak

    17.07.2010 - 22:19

    ...

    2. Bölüm Arietta (küçük arya) başlığını taşır... 9/16'lık ölçüde, 'Ağır tempoda, çok sade ve ezgisel' (Adagio molto semplice e cantabile) tanımıyla başlayan varyasyonlar bölümü, sakin havası, tanrısal sükuneti, tutkusuzca akıp giden melodik yapısıyla bir huzur harikası olarak nitelendirilir... Aydınlık Do Majördeki ezginin zarif gümüş gibi tınısı, baslardaki gölgeli ve dört sesli eşlikte yükselir: Önümüzde geniş ve mistik uzaklıklar açılmış, acılar dinmiştir... İki kez tekrar edilen bu sekiz mezürlük müziğin girişindeki motifin rolü, - tüm bölüm boyunca - önem kazanacak, ritmi egemen olacaktır... Ünlü yazar Thomas Mann'ın tanımıyla 'Kendi barışsever masumluğuyla hiçbir şekilde macera ve kadere hazır değilmiş gibi gözüken' tema ritmik, armonik, kontrpuan bakımından değişimlere uğrar... 1. Varyasyon bu motifi hemen temel olarak alır, tüm melodinin sona kadar duyulmasını sağlar; sol elde belirlenen armonik unsur ise diğer varyasyonlar için karakteristik olacaktır... 6/16'lık ölçüdeki 2. Varyasyonda ise tema 3/16'lık iki mezürde yer alır ve üçüncü mezürden itibaren melodi baslardan tizlere doğru işlenir... Müzik buraya kadar zarif ve sakindir... 3. Varyasyon ise, öncekilere karşıtlık oluşturucu güçlü (forte) tınıyla, keskin vurgularla, hareketin iki katı (12/32'lik ölçüde) hızlanmasıyla değişen başlangıç motifini her iki elin karşıt hareketiyle yorumlamak da büyük enerji gerektirir; melodi ise sağ elin figürlerinde ortaya çıkar... Avusturyalı müzik yazarı Heinrich Schenker'in (1868-1935) 'müzikli bir samanyolu' şeklinde şiirsel olarak tanımladığı 4. Varyasyon ise çifte varyasyondur: Temanın tekrarı yeni bir değişime yol açar... Yumuşak akorlarla baslarda - uzaktan duyulan çan sesleri gibi - başlar ve melodiyi, bir zincirin halkaları gibi gelişen 32'lik triolelerle süsleyerek aydınlık doruğa ulaştırır... 4. ve 5. Varyasyonlar arasında kadans biçiminde bir ara müziği yer alır: Önce ana motif belirir, sonra da uzun trillerle Mi bemol Majöre kaçan, birbirinden dört-beş oktav uzaktaki iki sesli partiyle, belki de yalnızlığı simgeler... Do Majör tonalitenin belirişiyle 5. Varyasyon başlar... Melodi berrak ve ışıklı şekilde, başıboş bırakılmış gibi ilahi yüksekliklerde süzülür; orkestral bir akorla bölümün zirvesine, zafer kazanmanın gönül rahatlığı içinde ulaşır... Bunu izleyen gizemli, hafif, trillerle gerçekleşen melodi bir veda havasındadır; aydınlık yükseklerden baslara - uzak bir çağrı gibi tınlayarak - düşer ve çözülen bir Do Majör akor içinde hafifçe yok olur... Ancak bunu izleyen sessizliğin, bu kaybolan tınıdan çok daha önemli olduğunu içimizde hissederiz...

    ...

  • İllerin eski isimleri

    14.07.2010 - 22:52

    'Trans-Europ-Express' (1966)

    Alain Robbe-Grillet

  • düş gibi

    14.07.2010 - 22:50

    Franz Shubert - Lieder (Elisabeth Swarzkopf - Edwin Fisher)

  • sistemi okumak

    13.07.2010 - 18:48

    Fortune My Foe - Music of Shakespeare's Time (Les Witches)

Toplam 3989 mesaj bulundu