Ş.1312 yılında dindar, takvalı ve çalışkan bir ailenin bir çocuğu oldu. Babası Muhammed Taki Ehlibeyte olan sevgisinden dolayı çocuğuna Ali adını verdi. Ali ilkokulu bitirdikten sonra, Firdevsi lisesine girdi ve daha sonra öğretmen lisesinden mezun oldu. Ali'yi yakından tanıyan herkes, onun 19 yaşındayken diğer yaşıtlarına nazaran çok farklı olduğunu itiraf ederler. Bilgisi sadece klasik bilgilerle sınırlı değildi. Gerçek ilmi, dindar babasının yanında elde ediyordu ve elde ettikleri klasik bilgilerden çok farklıydı.
Öğretmen lisesini bitirdikten sonra, öğretmenliğe başlayan Ali bu işi severek yapıyordu ve tüm gücüyle buna devam etmek istiyordu. 1334 yılında, Meied üniversitesi edebiyat ve sosyal bilimler fakültesini kazandı ve Fars dili edebiyatına başladı. 1335 yılı onun yaşamında bambaşka bir anlam taşıyor. Çünkü Ali, sınıf arkadaşı olan Puran Rezavi adlı bir kızla evlendi ve o tarihten itibaren onun yaşamı yeni bir boyut kazandı. Şeriati öğrenim gördüğü yıllar süresince, özel bir ilgiyle tüm sahalarda araştırmaya başladı. Bunun sonucu Ebuzer Gıfari ve Aleksiskarl'ın dua kitabını tercüme etmesiydi. Ayrıca birçok makale yayınladı.
Batıya yolculuk
Şeriati 1337 yılında, Fars dili ve edebiyatını birincilikle bitirdikden sonra, Fransa'ya gönderildi. Bu onun için iyi bir fırsat oldu. Çünkü, milli ve islami kültürünü iyi bilen, deneyimli bir insan gibi batı, batı kültürüne eleştri gözüyle bakabilen bir insan olarak, bilmediği şeyleri öğrenmeye başladı. O, bu yolculukta, sahip olduğu sosyoloji, tarih ilminin kaynakları ve islami kültür ve tarihi ile ilgili temel bilgilerini zenginleştirdi. Şeriati batıda olduğu sürece çok iyi hocaların yanında bir çok şeyler öğrendi ve bilgilerini olabildiğince artırdı ve düiüncesini yüceltdi.
Vatana dönüş
Şeriati İran'a döner dönmez, tutuklanarak hapse konuldu ve bir kaç ay sonra doğduğu yere yani Meşed'e gitti. Burada onu bekleyen birçok dostları ve hemfikirleri vardı. Dr. Şeriati kısa süre sonra, Meşed üniversitesinde hoca olarak istihdam edildi ve öğrenciler arasında benzeri görülmeyen bir sevinç yarattı.
Huseyniye'yi irşad yılları
Ş. 1348 Dr. Şeriati'nin hayatında çok önemli bir tarihtir. Ayrıca, İran'ın son yıllardaki hadiseleri açısındanda önem arzetmektedir. Çünkü islami kültür merkezi olarak Huseyniye'yi İrşad bu sene gençlere ve tüm halka açıldı. Yıllarca sessiz bir şekilde devam eden toplum, bu kültür ve ilim merkezine akın etmeğe başladı. Dr. Ali Şeriati bütün gücüyle burada hergün saatlerce bilimsel ve fikri konuları enine boyuna gençlerle tartışıyodu. O meraklı ve ileriye dönük bir bakış açısıyla ülkesi ve dünya tarihini inceliyordu. Şslamın ünlü şahsiyetlerini halka tanıtıyordu ve anlatırken ülkesinde yönetimi zaafları ve olması gerekenleri çok ince bir şekilde anlatmaya çalışıyordu. Şeriati büyük bir cesaretle halkı, özellikle genç nesli vatanında olan biten olaylardan haberdar ederek onları aydınlatmaya çalışıyordu. O toplumdaki kimlik arayışına dikkat çekerek, tekrar islam kültürüne geri dönüşün yollarını anlatıyorduç.
Sessizlik ve hapis yılları
Yorgunluk, gece, gündüz demeden, okumaya, yazmaya ve anlatmaya devam eden Şeriati, yazdıkları ve anlattıklarıyla, halkın sevgisini kazanarak ilgi toplarken, bir yandanda din düşmanlarının kalbine korku saçıyordu. Bu nedenle bir süre sonra, istenmeyen unsur olarak nitelenerek Meşed üniversitesinden atıldı ve Huseyniyeyi İrşad'daki araştırma ve tartışmaları engellendi. Kısa süre sonrada Hüseyniye tatil edilerek halkın ümitleri tamamen boşa çıkarıldı. Halktan ayrı kalmayı hiç i.ine sindiremeyen Drç Şeriati bütün bu zor şartlara dayandı ancak din ve vatan hainleri onu bu şekilde de rahat bırakmadı ve 1353 yılında tutuklanarak 18 tek kişilik bir hücrede hapsedildi. Hapisten çıktıktan sonra, 1356 yılında, İran'ı terkederek Avrupa'ya gitti.
Hayatının geride kalanını Avrupa'da ailesiyle birlikte araştırma ve kitap yazmayı planlayan Dr. Şeriati kendisinden bir ay sonra Londra'ya gelmesi gereken ailesini almak için dostlarıyla birlikte Londra havaalanına gitti. Arkadaşlarının anlattığına göre o gün çok sevinçliydi ve devamlı bir tebessüm vardı yüzünde. Uçağın geldiği anons edilince onun heyecanı
daha da artdı. Herkes dört gözle bekliyordu, beklentiler bitti ve kısa süre sonra Şeriati'nin 13 ve 14 yaşındaki iki kızı salonda görüldü, gözleri, eşi ve küçük oğlunu aradı ancak onlardan bir haber yoktu. Rejim eşini ve oğlunu rehin almıştı, belki bu vesileyle onun geri dönmesini sağlar.
O, kızlarının yanaklarını öperken hala ponların yanaklarındaki göz yaşlarının rutubeti hissetti ve sonunda 29 Hordad 1356 yılında yani Londra'ya gelişinden iki ay sonra, asrarengiz bir şekilde vefat etti ve ilimin ta zirvesine ulaştığı ve vatanına hizmet vereceği bir dönemde sevenlerine veda etti. O söndü ancak fikirleri ve öğretileri hiçbir zaman sönmeyecek.
Arkadaşım tarih hakkında ki bilgimden sorduğunda meseleyi kapatmak için de olsa 'evet' dedim, oysa içerirnde diyordum ki 'tarihin içi fitne, kin ve çelişkilerle dolu olduğunu ve okumasının bir yaran olmadığını biliyorum',
Abdul Kadir Geylani'nin ne zaman dünyaya geldiğini biliyormusun? diye sordu. 'Galiba altı yahut yedinci asırda dünyaya gelmiş' dedim. 'Onunla Resulullah'm arasında ne kadar fasıla vardır? ' dedi.
Ben 'en azından altı asır vardır 'dedim. Eğer her asırda iki nesil gelirse Abdul Kadir Geylani Peygamberin onikinci torunu olur', dedi. Ben de evet öyledir dedim. 'Ama İmam Musa Kazım sadece dört babayla Resulullah'a ulaşır. İmam Musa kazım Cafer Sadık'ın, O da Muhammed Bakır'ın, O da Zeynelabidin'in, O da Hz. Hüseyn'in O da Hz. Fatıma'nın ve O da Resulullah'ın evladıdır. Bir başka tabirle İmam Musa Kazım hicretin ikinci asrında dünyaya gelmiş; o halde sen hesab et bunların hangisi Peygambere daha yakındır dedi.
Hiç beklemeden muhakkak ki bu daha fazla yakındır ama neden biz şimdiye kadar onu tanımayıp ismini dahi duymadık? ' dedim. 'İşte asıl dert buradadır, bu yüzden sizden özür dileyerek biraz önce dediğim sözü tekrarlıyorum ki, sizler çekirdeğin özünü bırakıp kabuğuna sanlmışsınız'.
Böylece bazen durup ve bazen de yürüyerek konuşuyorduk. Bir ilmi merkeze yetiştik Orada talebeler ve öğretmenler tartışıp ilmi konularda birbirleriyle bahsediyorlardı. Orada biraz durduk, arkadaşım bunların biri ile randevusu varmışcasına oradakileri gözden geçirdi. Onlardan biri kalkıp bizim yanımıza geldi. Selam verdi, arkadaşım ondan bir şahısı sordu ve ben onun verdiği cevaptan sorulan kişinin profosör olduğunu ve biraz sonra geleceğini anladım. O arada arkadaşım bana dedi: 'Seni buraya getirmekten amacım, seni Bağdat üniversitesinin profosörlerinden olan bir tarih uzmanı ile tanıştırmaktır. O doktora risalesi tezini Abdul Kadir Geylani'nin hakkında yazmıştır, Allah izniyle onunla görüşmek senin için yararlı olur. Çünkü ben tarih uzmanı değilim', Bizler bir soğuk şerbet içinceye dek beklediğimiz adam da geldi. Selamlaştıktan sonra arkadaşım beni ona tanıttı ve ondan Abdul Kadir Geylani'nin hayatını kısaca bana anlatmasını rica etti ve kendisi başka bir işine yetişebilmesi için musade alıp bizden ayrıldı. Tarih hocası ikimize meşrubat ısmarladıktan sonra benim ismimi, ülkemi ve mesleğimi ve Tunus'da Abdul Kadir Geylani'yi nasıl tanıdıklarını sordu. Ben de her şeyi anlattım ve dedim ki bizim halkımız hatta şöyle inanıyor, Resulüllah(S.A.V) miraca gittiğinde Abdul Kadir Geylani'nin omuzunda gitmiştir ve Cebrailin yanmaktan korkup artık yükseklere çıkamadığında Resulullah(S.A.V) Abdul Kadir'e dönüp dedi 'Benim ayaklarım senin omuzunda senin ayakların ise Kıyamet gününe kadar tüm evliyaların omuzundadır.
Tarih hocası benim bu sözümü duyunca çok güldü, ama neye güldüğünü bilmedim. Acaba benim anlattığım sözlere mi güldü yoksa önünde oturan Tunus'lu hocaya mı?
Hoca Allah'ın evliya ve layık kullarının hakkında biraz konuştuktan sonra şöyle dedi: Yedi yıl süren bir çalışma boyunca Pakistan'a, Türkiye'ye, Mısır'a, İngiltere'ye ve Abdul Kadir Geylani'ye ait yazılı eserler olan her yere gittim ve onların hepsini inceleyip fotokopi aldım. Ama bunların hiç birisinde Abdul Kadir Geylani'nin Peygamberin neslinden geldiğini isbat eden bir delile rastlamadım; sadece onun torunlarından birisine ait olan bir şiirde şöyle bir kıt'a yeralmıştır: 'Benim ceddim Resulullah (S.A.V) dır.'
Bu sözü ise bazı bilginlerin söylediği gibi Resulullah'tan nakledilen 'Ben her takvalının ceddiyim' hadisine işare olabileceği büyük bir ihtimaldır. Sonra sözlerine şöyle devam etti: Doğru ve sahih tarihler Abdul Kadir Geylani'nin fars asıllı olduğunu ve İran'ın Geylan isimli şehrinde dünyaya geldiğini ve o yüzden Geylani lakabını aldığını ve daha sonra Bağdat'a gelip orada tahsil gördüğünü açıklıyor ve Abdul Kadir Geylani, toplumda ahlaki bir çöküşün yaşandığı bir dönemde ders halkaları oluşturarak görevini ifa etmeye çalıştığını, onun takvalı ve zahid birisi olduğu için halk tarafından beğenildiğini bildiriyor. O öldükten sonra diğer sofuların muridlerinin yaptığı gibi, müritleri Kadiriyye tarikatını onun adına kurmuşlardır'.
Sözlerini şu cümleyle bitirdi: 'Gerçekten de Arapların bu bakımdan durumu çok üzücü ve taassuf vericidir'.
O zaman Vahhabilikle ilgili fikirler zihnimde canlandı ve şöyle dedim. 'O zaman siz de Vahhabisiniz, çünkü onlar da sizin gibi evliyaların olduğuna inanmıyorlar.
'Hayır' dedi. 'Ben asla Vahhabi değilim, müslümanların te'essuf edilecek bir yönleri de hep ifrat veya tefrite düşmeleridir. Ya tüm hurafelere ve boş inançlara-akıl ve şeriattan hiç bir delil olmadan-inanır ve onları tastik ederler yahut da hiç bir şeye inanmayıp temelsiz bazı inançlar uğruna Hz. Muhammed (S.A.V) in bir çok hadislerini ve mucizelerini bile inkar ediyorlar. Böylece birbirleriyle ortak noktaları olmayan biri doğuya diğeri batıya yönelmiş iki zıt kutup haline gelirler. Mesela Abdul Kadir Geylani bir anda hem Bağdat'ta hem Tunus'ta olabilir, bir anda hem Tunus'daki hastaya şifa verip hem de Dicle nehrinde boğulmak ta olan birini kurtarabilir demek aşırı gitmektir. Sofuların bu inançları karşısında, Vahhabiler hatta Hz. Resulullah(S.A.V) a tevessül eden birini dahi müşrik biliyorlar. İşte bu da tefrittir.
Hayır benim kardeşim, biz Kur'an-ı Kerim'in buyurduğu gibi olmalıyız. Allahü Teala buyuruyor ki: 'İşte böylece tüm insanlara şahit(ve örnek) olmanız için vasat(aşırılığı olmayan adil) bir ümmet kıldık' (1)
Sözlerinden hoşlanıp teşekkür ettim, çok memnun olduğumu bildirdim. O da çantasını açıp Abdul Kadir Geylani hakkında yazmış olduğu kitabı çıkarıp bana hediye etti ve beni evine davet etti. Ama ben mazeretim olduğunu ve davetini kabul edemeyeceğimi bildirerek teşekkür ettim.
Sonra da sohbetimizi Tunus ve Kuzey Afrika hususuna çevirdik. Bu sırada da arkadaşım geldi, ondan ayrılıp beraber eve döndük. O günün hepsini konuşma, tartışma ve ziyaretle geçirdiğim için çok yorgun idim. Hemen uykuya daldım. Sabah erken kalkıp namaz kıldıktan sonra Abdul Kadir Geylani hakkında hocanın verdiği kitabı okumaya başladım. Arkadaşım uyanıncaya kadar yarısını okudum. Kahvaltıya davet ettiğinde bile kitabı bitirmeden yerimden kalkmayacağımı söyledim ve kitabı okumaya devam ettim.
Gerçekten dikkate değer ve çok ilgi çekici bir eserdi.
Bu eserin bende vücuda getirdiği şüphe ve tereddütlerin yerini henüz Irak'tan ayrılmadan yakin ve kesin kanaat almıştı.
Hz. Ali, İslam Peygamberi ya da son peygamber olan Hz. Muhammed’in (sav) amcasının oğlu, damadı ve peygamberin kendi ifadesiyle ”velisi ve vasisi”dir. İslam peygamberinin babası Abdullah ile Hz. Ali’nin babası Ebu Talip kardeştir. Hz. Ebu Talib’in geçim sıkıntısını hafifletmek için Hz. Peygamber daha çocuk yaşlarındayken Hz. Ali’yi yanına almış, onun bakım ve yetiştirilmesini üstlenmişti. Hz. Ali de bütün yaşamı boyunca peygambere yardım etmiş ve onun ilkelerini, herkesten önce kabul etmiş; hayatı boyunca gözünü kırpmadan savunmuştu. Nitekim Hz. Peygamber, kızı Hz. Fatıma’yı Allah’ın emriyle Hz. Ali ile evlendirmiş ve peygamberin zürriyeti bu evlilikten doğan çocuklarla devam etmiştir.
Doğru kaynaklarda, Hz. Ali ile ilgili yüzlerce hadis bulunmaktadır ki, birkaçını buraya alıyoruz:
-“Ben ilmin şehriyim Ali kapısıdır. Kim o şehre girmek isterse, kapıya müracat etsin.”
-“Ey Ali, sen ve senin Şia’n (taraftarın) kurtuluşa erenlerdir.”
-“Ey Ali, benden sonra ümmetimin ihtilaf ettikleri şeyleri sen açıklayacaksın.”
-“Ali benden ve ben Ali’denim. Benim adıma kendim ve Ali’den başkası konuşamaz.”
-“Allah’ım, Ali’yi seveni sev, O’na düşman olana düşman ol.”
Pir Sultan gibi bir kisi daha cikmaz. Adam, ozamanki bozuk sisteme karsi gelebilen biri, öyle her babayigitin harci degildir. Helal olsun, kendisi Caferidir.
Pir Sultan Abdal’ım ölürüm deme
KIL BES VAKIT NAMAZ kazaya koma
Sakın bu dünyada kalırım deme
Tenim teneşirde, özüm sagdadır
Hicte komik degil bence, hatta cok gicik bi' dizi. Ayrica, böyle bir diziyi Amerikalilar yapti. Bizimkilerde herzamanki gibi özendiler ve ayni diziyi yaptilar.
Dadi dizisinide amerikalilar yaptiydi.
Timur, Osmanli Sultani Yildirim Bayezid'i yendikten sonra Anadolu'dan aldigi otuz bin kadar esiri Iran'a götürmüstü. Orda bu esirler ders gördü ve Sii oldular. Serbest birakilmasi emredildi, bazilari Iranda kaldi ve bazilarida Anadoluya geri döndü.
Daha fazla bilgi icin www.alevisesi.com
iranlılar
21.05.2006 - 20:40Adaletli ve onurlu bir millet
iran
21.05.2006 - 20:39WWW.IRANKULTUREVI.COM
ali şeriati
21.05.2006 - 19:01Dr. Ali Şeriati
Ş.1312 yılında dindar, takvalı ve çalışkan bir ailenin bir çocuğu oldu. Babası Muhammed Taki Ehlibeyte olan sevgisinden dolayı çocuğuna Ali adını verdi. Ali ilkokulu bitirdikten sonra, Firdevsi lisesine girdi ve daha sonra öğretmen lisesinden mezun oldu. Ali'yi yakından tanıyan herkes, onun 19 yaşındayken diğer yaşıtlarına nazaran çok farklı olduğunu itiraf ederler. Bilgisi sadece klasik bilgilerle sınırlı değildi. Gerçek ilmi, dindar babasının yanında elde ediyordu ve elde ettikleri klasik bilgilerden çok farklıydı.
Öğretmen lisesini bitirdikten sonra, öğretmenliğe başlayan Ali bu işi severek yapıyordu ve tüm gücüyle buna devam etmek istiyordu. 1334 yılında, Meied üniversitesi edebiyat ve sosyal bilimler fakültesini kazandı ve Fars dili edebiyatına başladı. 1335 yılı onun yaşamında bambaşka bir anlam taşıyor. Çünkü Ali, sınıf arkadaşı olan Puran Rezavi adlı bir kızla evlendi ve o tarihten itibaren onun yaşamı yeni bir boyut kazandı. Şeriati öğrenim gördüğü yıllar süresince, özel bir ilgiyle tüm sahalarda araştırmaya başladı. Bunun sonucu Ebuzer Gıfari ve Aleksiskarl'ın dua kitabını tercüme etmesiydi. Ayrıca birçok makale yayınladı.
Batıya yolculuk
Şeriati 1337 yılında, Fars dili ve edebiyatını birincilikle bitirdikden sonra, Fransa'ya gönderildi. Bu onun için iyi bir fırsat oldu. Çünkü, milli ve islami kültürünü iyi bilen, deneyimli bir insan gibi batı, batı kültürüne eleştri gözüyle bakabilen bir insan olarak, bilmediği şeyleri öğrenmeye başladı. O, bu yolculukta, sahip olduğu sosyoloji, tarih ilminin kaynakları ve islami kültür ve tarihi ile ilgili temel bilgilerini zenginleştirdi. Şeriati batıda olduğu sürece çok iyi hocaların yanında bir çok şeyler öğrendi ve bilgilerini olabildiğince artırdı ve düiüncesini yüceltdi.
Vatana dönüş
Şeriati İran'a döner dönmez, tutuklanarak hapse konuldu ve bir kaç ay sonra doğduğu yere yani Meşed'e gitti. Burada onu bekleyen birçok dostları ve hemfikirleri vardı. Dr. Şeriati kısa süre sonra, Meşed üniversitesinde hoca olarak istihdam edildi ve öğrenciler arasında benzeri görülmeyen bir sevinç yarattı.
Huseyniye'yi irşad yılları
Ş. 1348 Dr. Şeriati'nin hayatında çok önemli bir tarihtir. Ayrıca, İran'ın son yıllardaki hadiseleri açısındanda önem arzetmektedir. Çünkü islami kültür merkezi olarak Huseyniye'yi İrşad bu sene gençlere ve tüm halka açıldı. Yıllarca sessiz bir şekilde devam eden toplum, bu kültür ve ilim merkezine akın etmeğe başladı. Dr. Ali Şeriati bütün gücüyle burada hergün saatlerce bilimsel ve fikri konuları enine boyuna gençlerle tartışıyodu. O meraklı ve ileriye dönük bir bakış açısıyla ülkesi ve dünya tarihini inceliyordu. Şslamın ünlü şahsiyetlerini halka tanıtıyordu ve anlatırken ülkesinde yönetimi zaafları ve olması gerekenleri çok ince bir şekilde anlatmaya çalışıyordu. Şeriati büyük bir cesaretle halkı, özellikle genç nesli vatanında olan biten olaylardan haberdar ederek onları aydınlatmaya çalışıyordu. O toplumdaki kimlik arayışına dikkat çekerek, tekrar islam kültürüne geri dönüşün yollarını anlatıyorduç.
Sessizlik ve hapis yılları
Yorgunluk, gece, gündüz demeden, okumaya, yazmaya ve anlatmaya devam eden Şeriati, yazdıkları ve anlattıklarıyla, halkın sevgisini kazanarak ilgi toplarken, bir yandanda din düşmanlarının kalbine korku saçıyordu. Bu nedenle bir süre sonra, istenmeyen unsur olarak nitelenerek Meşed üniversitesinden atıldı ve Huseyniyeyi İrşad'daki araştırma ve tartışmaları engellendi. Kısa süre sonrada Hüseyniye tatil edilerek halkın ümitleri tamamen boşa çıkarıldı. Halktan ayrı kalmayı hiç i.ine sindiremeyen Drç Şeriati bütün bu zor şartlara dayandı ancak din ve vatan hainleri onu bu şekilde de rahat bırakmadı ve 1353 yılında tutuklanarak 18 tek kişilik bir hücrede hapsedildi. Hapisten çıktıktan sonra, 1356 yılında, İran'ı terkederek Avrupa'ya gitti.
Hayatının geride kalanını Avrupa'da ailesiyle birlikte araştırma ve kitap yazmayı planlayan Dr. Şeriati kendisinden bir ay sonra Londra'ya gelmesi gereken ailesini almak için dostlarıyla birlikte Londra havaalanına gitti. Arkadaşlarının anlattığına göre o gün çok sevinçliydi ve devamlı bir tebessüm vardı yüzünde. Uçağın geldiği anons edilince onun heyecanı
daha da artdı. Herkes dört gözle bekliyordu, beklentiler bitti ve kısa süre sonra Şeriati'nin 13 ve 14 yaşındaki iki kızı salonda görüldü, gözleri, eşi ve küçük oğlunu aradı ancak onlardan bir haber yoktu. Rejim eşini ve oğlunu rehin almıştı, belki bu vesileyle onun geri dönmesini sağlar.
O, kızlarının yanaklarını öperken hala ponların yanaklarındaki göz yaşlarının rutubeti hissetti ve sonunda 29 Hordad 1356 yılında yani Londra'ya gelişinden iki ay sonra, asrarengiz bir şekilde vefat etti ve ilimin ta zirvesine ulaştığı ve vatanına hizmet vereceği bir dönemde sevenlerine veda etti. O söndü ancak fikirleri ve öğretileri hiçbir zaman sönmeyecek.
http://www.irankulturevi.com/turkce/simalar/sharaiati.htm
ayetullah
14.05.2006 - 00:46Ayetullahlara kurban olalim. Ayetullah Humeyni seni seviyoruz.
abdülkadir geylani
06.05.2006 - 22:43SIZLERE GERCEK BIR OLAY:
Arkadaşım tarih hakkında ki bilgimden sorduğunda meseleyi kapatmak için de olsa 'evet' dedim, oysa içerirnde diyordum ki 'tarihin içi fitne, kin ve çelişkilerle dolu olduğunu ve okumasının bir yaran olmadığını biliyorum',
Abdul Kadir Geylani'nin ne zaman dünyaya geldiğini biliyormusun? diye sordu. 'Galiba altı yahut yedinci asırda dünyaya gelmiş' dedim. 'Onunla Resulullah'm arasında ne kadar fasıla vardır? ' dedi.
Ben 'en azından altı asır vardır 'dedim. Eğer her asırda iki nesil gelirse Abdul Kadir Geylani Peygamberin onikinci torunu olur', dedi. Ben de evet öyledir dedim. 'Ama İmam Musa Kazım sadece dört babayla Resulullah'a ulaşır. İmam Musa kazım Cafer Sadık'ın, O da Muhammed Bakır'ın, O da Zeynelabidin'in, O da Hz. Hüseyn'in O da Hz. Fatıma'nın ve O da Resulullah'ın evladıdır. Bir başka tabirle İmam Musa Kazım hicretin ikinci asrında dünyaya gelmiş; o halde sen hesab et bunların hangisi Peygambere daha yakındır dedi.
Hiç beklemeden muhakkak ki bu daha fazla yakındır ama neden biz şimdiye kadar onu tanımayıp ismini dahi duymadık? ' dedim. 'İşte asıl dert buradadır, bu yüzden sizden özür dileyerek biraz önce dediğim sözü tekrarlıyorum ki, sizler çekirdeğin özünü bırakıp kabuğuna sanlmışsınız'.
Böylece bazen durup ve bazen de yürüyerek konuşuyorduk. Bir ilmi merkeze yetiştik Orada talebeler ve öğretmenler tartışıp ilmi konularda birbirleriyle bahsediyorlardı. Orada biraz durduk, arkadaşım bunların biri ile randevusu varmışcasına oradakileri gözden geçirdi. Onlardan biri kalkıp bizim yanımıza geldi. Selam verdi, arkadaşım ondan bir şahısı sordu ve ben onun verdiği cevaptan sorulan kişinin profosör olduğunu ve biraz sonra geleceğini anladım. O arada arkadaşım bana dedi: 'Seni buraya getirmekten amacım, seni Bağdat üniversitesinin profosörlerinden olan bir tarih uzmanı ile tanıştırmaktır. O doktora risalesi tezini Abdul Kadir Geylani'nin hakkında yazmıştır, Allah izniyle onunla görüşmek senin için yararlı olur. Çünkü ben tarih uzmanı değilim', Bizler bir soğuk şerbet içinceye dek beklediğimiz adam da geldi. Selamlaştıktan sonra arkadaşım beni ona tanıttı ve ondan Abdul Kadir Geylani'nin hayatını kısaca bana anlatmasını rica etti ve kendisi başka bir işine yetişebilmesi için musade alıp bizden ayrıldı. Tarih hocası ikimize meşrubat ısmarladıktan sonra benim ismimi, ülkemi ve mesleğimi ve Tunus'da Abdul Kadir Geylani'yi nasıl tanıdıklarını sordu. Ben de her şeyi anlattım ve dedim ki bizim halkımız hatta şöyle inanıyor, Resulüllah(S.A.V) miraca gittiğinde Abdul Kadir Geylani'nin omuzunda gitmiştir ve Cebrailin yanmaktan korkup artık yükseklere çıkamadığında Resulullah(S.A.V) Abdul Kadir'e dönüp dedi 'Benim ayaklarım senin omuzunda senin ayakların ise Kıyamet gününe kadar tüm evliyaların omuzundadır.
Tarih hocası benim bu sözümü duyunca çok güldü, ama neye güldüğünü bilmedim. Acaba benim anlattığım sözlere mi güldü yoksa önünde oturan Tunus'lu hocaya mı?
Hoca Allah'ın evliya ve layık kullarının hakkında biraz konuştuktan sonra şöyle dedi: Yedi yıl süren bir çalışma boyunca Pakistan'a, Türkiye'ye, Mısır'a, İngiltere'ye ve Abdul Kadir Geylani'ye ait yazılı eserler olan her yere gittim ve onların hepsini inceleyip fotokopi aldım. Ama bunların hiç birisinde Abdul Kadir Geylani'nin Peygamberin neslinden geldiğini isbat eden bir delile rastlamadım; sadece onun torunlarından birisine ait olan bir şiirde şöyle bir kıt'a yeralmıştır: 'Benim ceddim Resulullah (S.A.V) dır.'
Bu sözü ise bazı bilginlerin söylediği gibi Resulullah'tan nakledilen 'Ben her takvalının ceddiyim' hadisine işare olabileceği büyük bir ihtimaldır. Sonra sözlerine şöyle devam etti: Doğru ve sahih tarihler Abdul Kadir Geylani'nin fars asıllı olduğunu ve İran'ın Geylan isimli şehrinde dünyaya geldiğini ve o yüzden Geylani lakabını aldığını ve daha sonra Bağdat'a gelip orada tahsil gördüğünü açıklıyor ve Abdul Kadir Geylani, toplumda ahlaki bir çöküşün yaşandığı bir dönemde ders halkaları oluşturarak görevini ifa etmeye çalıştığını, onun takvalı ve zahid birisi olduğu için halk tarafından beğenildiğini bildiriyor. O öldükten sonra diğer sofuların muridlerinin yaptığı gibi, müritleri Kadiriyye tarikatını onun adına kurmuşlardır'.
Sözlerini şu cümleyle bitirdi: 'Gerçekten de Arapların bu bakımdan durumu çok üzücü ve taassuf vericidir'.
O zaman Vahhabilikle ilgili fikirler zihnimde canlandı ve şöyle dedim. 'O zaman siz de Vahhabisiniz, çünkü onlar da sizin gibi evliyaların olduğuna inanmıyorlar.
'Hayır' dedi. 'Ben asla Vahhabi değilim, müslümanların te'essuf edilecek bir yönleri de hep ifrat veya tefrite düşmeleridir. Ya tüm hurafelere ve boş inançlara-akıl ve şeriattan hiç bir delil olmadan-inanır ve onları tastik ederler yahut da hiç bir şeye inanmayıp temelsiz bazı inançlar uğruna Hz. Muhammed (S.A.V) in bir çok hadislerini ve mucizelerini bile inkar ediyorlar. Böylece birbirleriyle ortak noktaları olmayan biri doğuya diğeri batıya yönelmiş iki zıt kutup haline gelirler. Mesela Abdul Kadir Geylani bir anda hem Bağdat'ta hem Tunus'ta olabilir, bir anda hem Tunus'daki hastaya şifa verip hem de Dicle nehrinde boğulmak ta olan birini kurtarabilir demek aşırı gitmektir. Sofuların bu inançları karşısında, Vahhabiler hatta Hz. Resulullah(S.A.V) a tevessül eden birini dahi müşrik biliyorlar. İşte bu da tefrittir.
Hayır benim kardeşim, biz Kur'an-ı Kerim'in buyurduğu gibi olmalıyız. Allahü Teala buyuruyor ki: 'İşte böylece tüm insanlara şahit(ve örnek) olmanız için vasat(aşırılığı olmayan adil) bir ümmet kıldık' (1)
Sözlerinden hoşlanıp teşekkür ettim, çok memnun olduğumu bildirdim. O da çantasını açıp Abdul Kadir Geylani hakkında yazmış olduğu kitabı çıkarıp bana hediye etti ve beni evine davet etti. Ama ben mazeretim olduğunu ve davetini kabul edemeyeceğimi bildirerek teşekkür ettim.
Sonra da sohbetimizi Tunus ve Kuzey Afrika hususuna çevirdik. Bu sırada da arkadaşım geldi, ondan ayrılıp beraber eve döndük. O günün hepsini konuşma, tartışma ve ziyaretle geçirdiğim için çok yorgun idim. Hemen uykuya daldım. Sabah erken kalkıp namaz kıldıktan sonra Abdul Kadir Geylani hakkında hocanın verdiği kitabı okumaya başladım. Arkadaşım uyanıncaya kadar yarısını okudum. Kahvaltıya davet ettiğinde bile kitabı bitirmeden yerimden kalkmayacağımı söyledim ve kitabı okumaya devam ettim.
Gerçekten dikkate değer ve çok ilgi çekici bir eserdi.
Bu eserin bende vücuda getirdiği şüphe ve tereddütlerin yerini henüz Irak'tan ayrılmadan yakin ve kesin kanaat almıştı.
Kaynak: http://members.tripod.com/satilikdomains/nasil_hidayete_kavustum/icindekiler.htm
sivas
09.04.2006 - 20:19Sahte müslümanlarin insanlari yaktigi yer.
hz.ali
09.04.2006 - 04:12Hz. Ali, İslam Peygamberi ya da son peygamber olan Hz. Muhammed’in (sav) amcasının oğlu, damadı ve peygamberin kendi ifadesiyle ”velisi ve vasisi”dir. İslam peygamberinin babası Abdullah ile Hz. Ali’nin babası Ebu Talip kardeştir. Hz. Ebu Talib’in geçim sıkıntısını hafifletmek için Hz. Peygamber daha çocuk yaşlarındayken Hz. Ali’yi yanına almış, onun bakım ve yetiştirilmesini üstlenmişti. Hz. Ali de bütün yaşamı boyunca peygambere yardım etmiş ve onun ilkelerini, herkesten önce kabul etmiş; hayatı boyunca gözünü kırpmadan savunmuştu. Nitekim Hz. Peygamber, kızı Hz. Fatıma’yı Allah’ın emriyle Hz. Ali ile evlendirmiş ve peygamberin zürriyeti bu evlilikten doğan çocuklarla devam etmiştir.
Doğru kaynaklarda, Hz. Ali ile ilgili yüzlerce hadis bulunmaktadır ki, birkaçını buraya alıyoruz:
-“Ben ilmin şehriyim Ali kapısıdır. Kim o şehre girmek isterse, kapıya müracat etsin.”
-“Ey Ali, sen ve senin Şia’n (taraftarın) kurtuluşa erenlerdir.”
-“Ey Ali, benden sonra ümmetimin ihtilaf ettikleri şeyleri sen açıklayacaksın.”
-“Ali benden ve ben Ali’denim. Benim adıma kendim ve Ali’den başkası konuşamaz.”
-“Allah’ım, Ali’yi seveni sev, O’na düşman olana düşman ol.”
-“Ben kimin mevlasıysam, Ali onun mevlasıdır.”
caferilik
08.04.2006 - 01:24Caferiler hanefiye uymaz, Imam Cafer-i Sadik(as) 'a uyarlar. Sunu belirteyim Imam Cafer-i Sadik, Imam Hanife'nin hocasiydi. Yani hanefi'lerin imaminin hocasiydi.
pir sultan abdal
07.04.2006 - 21:00Pir Sultan gibi bir kisi daha cikmaz. Adam, ozamanki bozuk sisteme karsi gelebilen biri, öyle her babayigitin harci degildir. Helal olsun, kendisi Caferidir.
Pir Sultan Abdal’ım ölürüm deme
KIL BES VAKIT NAMAZ kazaya koma
Sakın bu dünyada kalırım deme
Tenim teneşirde, özüm sagdadır
Daha genis bilgi icin www.alevisesi.com
Belalı Baldız
07.04.2006 - 20:49Hicte komik degil bence, hatta cok gicik bi' dizi. Ayrica, böyle bir diziyi Amerikalilar yapti. Bizimkilerde herzamanki gibi özendiler ve ayni diziyi yaptilar.
Dadi dizisinide amerikalilar yaptiydi.
aleviler
07.04.2006 - 16:47Timur, Osmanli Sultani Yildirim Bayezid'i yendikten sonra Anadolu'dan aldigi otuz bin kadar esiri Iran'a götürmüstü. Orda bu esirler ders gördü ve Sii oldular. Serbest birakilmasi emredildi, bazilari Iranda kaldi ve bazilarida Anadoluya geri döndü.
Daha fazla bilgi icin www.alevisesi.com
Hacı Bektaşı Veli
07.04.2006 - 16:24Haci Bektasi Veli sünnidir. Daha detayli bilgi icin www.alevisesi.com
Yabancı Damat
07.04.2006 - 04:37Nazli ile Niko'dan haric hepsi cok iyi. Acayip gicik kapiyorum bu ikisine.
Toplam 13 mesaj bulundu