Suna Özcanlı Adlı Antoloji.com Üyesinin Hakkı ...

  • Suna Özcanlı
    Suna Özcanlı

    02.04.2007 - 12:13

    İhanetin Kalmasaydı Bari

    Bakışların vardı;
    Beni alıp götüren,
    Baktıkça,derinliğinde yüzdüren.
    Bakışlarını severdim,
    Bakışların kalsaydı bari..

    Sözlerin vardı;
    Sessizliğimi bölen,
    Söyledikçe,sonsuzluğunda eriten.
    Sözlerini severdim,
    Sözlerin kalsaydı bari..

    Gülüşün vardı;
    Gönlüme giren,
    Gülümsedikçe,gölgesinde dinlendiren.
    Gülüşünü severdim,
    Gülüşün kalsaydı bari..

    İhanetin vardı;
    İnsanlıktan bezdiren,
    İhanet ettikçe,iliklerime işleyen,
    İhanetini hiç sevmedim ki,
    İhanetin kalmasaydı bari..

  • Suna Özcanlı
    Suna Özcanlı

    28.02.2007 - 17:56

    merhaba yedi tepeli şehrin ıyot kokan denız sana merhaba olsun...mavı derınlıgının adına bende sana karlı dağların ardından sana kardelen rengı ıle gelıyorum...ac sınenı ummanlar gıbı..sen karadenız ben ararat..sen mavılık ben gelınlıgını gıymıs bayazlık...ıstermısın sen gokyuzunde olan mavılık bende senın bulutun olayım..

  • Suna Özcanlı
    Suna Özcanlı

    28.02.2007 - 14:56

    Bir kuyuda unutulmuştum. Çoktan ölmüş olmalıydım. Üzerime yığılı taşlardan bir kilise korosu yankılanıyordu. Gökyüzünün gölgesi soluyabileceğim havayı sıvılaştırıyor, günün ilk saatlerini eziyordu. Uzaklarda, bir kadın idam ediliyordu. Güneş doğarken, henüz tam aydınlanmamış gri denize bir kova kan döküldü, peşi sıra sahipsiz, çıplak bir ceset yavaşça suya bırakıldı. Elimdeki bataklık orkidesini sıkarak sarı bir sütte boğuldum.

    Bedenini yok etmek ve yeniden yaratmak. Yitirdiklerini yeniden yitirmek. Unutmak. Müzikte yok olmak. Korkuyla terlemek, düşünmekten vazgeçmek, bir an bile gözünü ayıramadan, sabit bakışlarla duvarlara bakmak, artık geri gelmeyen bir ezgiyi boş yere beklemek. Bedenini parçalara ayırmaya devam etmek. Hiçbir şey ummamak, hiçbir şey beklememek. Bir taş, bir ağaç, bir toz zerresi olmayı öğrenmek. Acıyı kaslarında, karnında duyumsamak, dünyayı rahminde taşımak. Kırılan tırnaklarla çizmek. Kendi ellerinle konuşmak. Ölmek. Olmak.

    Bir ağacın köklerinden başlayıp doğan güneşe doğru bir yolculuk yapmak ve var oluşunun gerçek öyküsünü bir ağaçtan dinlemek.

    Çünkü kendimi arıyorum, kendi öykülerimi. Tahta sandalyenin üzerine asılı kementte, iki bin yaşındaki zeytin ağacının boğumlarında, uğursuzluktan korunmak için kulübenin kapısına diri diri çivilenmiş baykuşun son bakışlarında, ormanın derinliklerinden öldürülmek için çıkıp gelen ceylanda, avcıdan kaçan yaralı hayvanda – yarısı parçalanmış gövdesini güçlükle sürükleyen bir tilki. Giderek korkunçlaşan imgelerde, parçalanarak çoğalan tek öyküde. Yaşamın sesinin zayıfladığı öykülerde.

    Bu gece göğsünden siyah kan sızan bir adamım. Daireyi kesen Ay-adam.
    Tabut çivileriyle mıhlandığım bir yoldayım bu gece. Parçalanarak, kırarak, dağıtarak, yok ederek, küçük hayvancıkların ve midye kabuklarının üzerine basarak yürüyorum; adımlarım vahşi bir ritimde; sadece benim görüntümü yansıtan uzaklardaki bir aynaya doğru. Daha karanlığa ve daha derinlere, bedenin diplerinde saklı ölüme doğru. Bir ormanın kalbine yaklaşır gibi sessizlik artıyor, artıyor. Eski bir yolculuğun izlerinde kayboluyorum.

    Köşeye sıkıştırılan hayatın çığlığını duyar ve alayla gülümser ölüm. O herkese farklı bir yüzünü gösterir ve yüzü maske gözleri kadar sır doludur.

    Gözlerimi karanlığa açtığımda onu hatırladım. Onun bakışsız heykel gözlerini. Boşluk olmayı, yalnızca boşluk olmayı reddetseydi, tek bir an için gözleri bir bakış kazansaydı, giderek küçülen gözbebeklerinde kendi imgemi görebilseydim, hiçliğin yankısı yerine bir tını duyabilseydim.

    Kendinin Medea’sı olmak. Bedenini parçalamak, göğüslerini kesip açmak, gizledikleri acıyı çekip çıkarmak. Sahipsiz gözlere sunmak, bir avuntu bekleyemeden. Yüzünü maskesiz ve çırılçıplak gösterecek aynalar, kanından aynalar yaratmak. Ne kadar derinlere dalsan da bulamayacağın bir şeyi, hiç ulaşamayacağın dipleri aramak. Çirkin bir maskeyi yüzün sanmak. Her kopuşta parçalanmak. Bir parçanı geride bırakmak, her ayrılışta, her unutuşta. Sonra izlerinden, o çürümeye başlamış uzuvlarından ve kan pıhtılarından ve korkunç öykülerinden kendini yeniden kurmaya çalışmak. Geriye doğru yaşayan büyücü gibi ölümünü yaşamından önce öğrenmek. Hiçliğe feda olmak. Kendini bulmak ve yeniden yitirmek.

    Hayatın rasgele öfkesine karşı durabilen tek güzellikti. Neydi o benim için? Hiç gidemeyeceğim bir sekoya ormanı. Dudaklarda donup kalan bir gülümseyiş, söylenmek istenmiş de bir türlü söylenememiş, gırtlakta takılıp kalmış bir söz, postaya verilmemiş bir mektup. Görülemeyen kentler, doruklarına çıkılamayan dağlar, sırları keşfedilemeyen ormanlar. Hiç gidemeyeceğim bir okyanus. Başlamamış ilişkilerin acısı. Sonu getirilemeyen cümleler.

    İnsan karanlık, dipsiz bir kuyudur. Acısının derinliklerinde boğulur.

    Kendimi buldum ve yeniden yitirdim; sabah olmadan unutulan düşlerde, dalgaların sildiği kuma çizilmiş resimlerde, yaraların sessizce kabuk bağlayışında iyileşirken, yakılan kuru yapraklarda, çiçeklerin güneş batarken kendi içine kapanışında. Acıyla bağırırken şarkısı dinlenen bir güvercin oldum, yaralı gövdesindeki kurşunun anlamını çözmeye çalışan bir kurt, bir sekoya ağacı. Sekoyalar, sekoyalar, sekoyalar...

  • Suna Özcanlı
    Suna Özcanlı

    26.02.2007 - 20:38

    İNSANCA YAŞAYABİLECEĞİMİZ BİR DÜNYA DİLEĞİYLE........
    YAŞADIKLARIMDAN ÖĞRENDİĞİM BİRŞEY VAR
    Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi
    Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten

    Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiceği
    İnsan saatlerce bakabilir gökyüzüne
    Denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa
    Yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır
    Kopmaz kökler salmaktır oraya.

    Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını
    Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin
    Ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara
    Bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi
    dinleneceksin

    İnsan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğine
    Hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına
    İnsan balıklama dalmalı içine hayatın
    Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına

    Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar
    Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla
    yanmalısın
    Değişmemelisin hiç bir şeyle bir bardak su içmenin
    mutluluğunu
    Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın

    Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle
    Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı
    Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına
    Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı

    Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
    Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe,
    bütün evrene karışırcasına
    Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
    Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana.

    ATAOL BEHRAMOĞLU

    HER ŞEY SENDE GİZLİ

    Her şey sende gizli:
    Yerin seni çektiği kadar ağırsın
    Kanatların çırpındığı kadar hafif..
    Kalbinin attığı kadar canlısın
    Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç...

    Sevdiklerin kadar iyisin
    Nefret ettiklerin kadar kötü..
    Ne renk olursa olsun kaşın gözün
    Karşındakinin gördüğüdür rengin..

    Yasadıklarını kar sayma.
    Yaşadığın kadar yakınsın sonuna

    Ne kadar yaşarsan yaşa,
    Sevdiğin kadardır ömrün..
    Gülebildiğin kadar mutlusun
    Üzülme bil ki ağladığın kadar güleceksin

    Sakın bitti sanma her şeyi,
    Sevdiğin kadar sevileceksin.
    Güneşin doğuşundadır doğanın sana verdiği değer
    Ve karşındakine değer verdiğin kadar insansın


    Bir gün yalan söyleyeceksen eğer
    Bırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın.
    Ay ışığındadır sevgiliye duyulan hasret
    Ve sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın

    Unutma yağmurun yağdığı kadar ıslaksın
    Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak.
    Kendini yalnız hissetiğin kadar yalnızsın
    Ve güçlü hissettiğin kadar güçlü.
    Kendini güzel hissettigin kadar güzelsin...
    İşte budur
    Hayat!

    İşte budur yaşamak
    Bunu hatırladığın kadar yaşarsın
    Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün
    Ve karşındakini unuttuğun kadar çabuk unutulursun
    Çiçek sulandığı kadar güzeldir
    Kuşlar ötebildiği kadar sevimli
    Bebek ağladığı kadar bebektir
    Ve herşeyi öğrendiğin kadar bilirsin bunu da öğren,
    Sevdiğin kadar sevilirsin...

    Can YÜCEL

  • Suna Özcanlı
    Suna Özcanlı

    24.02.2007 - 17:02

    BU KADAR SEVEBİLİR MİSİNİZ?

    Bir otobüs durağında karşılaşmışlardı ilk kez.... Biri tıpta okuyordu,
    öbürü mimarlıkta. O ilk karşılaşmadan sonra, bir kere, bir kere, bir kere
    daha karşılaşabilmek için, hep aynı saatte, aynı duraktan, aynı otobüse
    bindiler. Gençtiler, çok genç... Birbirileriyle konuşacak cesareti bulmaları
    biraz zaman aldı ama sonunda başardılar. İkisi de her sabah otobüse
    bindikleri semtte oturmuyorlardı aslında. Delikanlı arkadaşında kaldığı için
    o duraktan binmişti otobüse, kız ise ablasında.... Sırf birbirilerini
    görebilmek için, her sabah erkenden evlerinden çıkıp, şehrin öbür ucundaki o
    durağa, onların durağına geldiklerini, gülerek itiraf ettiler bir süre
    sonra...

    Okullarını bitirince hemen evlendiler. Mutluydular hem de çok mutlu...
    Bazen işsiz, bazen parasız kaldılar ama öylesine sıkı kenetlenmişti ki
    yürekleri ve elleri hiçbir şeyi umursamadılar. Ayın sonunu zor getirdikleri
    günlerde de ünlü bir doktor ve ünlü bir mimar olduklarında da hep
    mutluydular. Zaman aşımına uğrayan, alışkanlıklara yenik düşen, banka
    hesabında para kalmadığı için ya da tam tersine o hesabı daha da kabarık
    hale getirmek uğuruna bitip-tükeniveren sevgilerden değildi onlarınki...
    Günler günleri, yıllar yılları kovaladıkça sevgileri de büyüdü, büyüdü...
    Tek eksikleri çocuklarının olmamasıydı. Zorlu bir tedavi sürecine rağman
    çocuk sahibi olmayınca, 'bütün mutlulukların bizim olmasını beklemek,
    bencillik olur' diyerek devam ettiler hayatlarına. Çocuk yerine, sevgilerini
    büyüttüler... 'Senin için ölürüm' derdi kadın, sımsıkı sarılıp adama ve adam
    'Hayır, ben senin için ölürüm' diye yanıt verirdi hep...

    Bazen eve geldiğinde, aynanın üzerinde bir not görürdü kadın, 'Bir tanem,
    kütüphanenin ikinci rafına bak....' Kütüphanenin ikinci rafında başka bir
    not olurdu, 'Mutfaktaki masanın üzerine bak ve seni çok sevdiğimi sakın
    unutma' Mutfaktaki masadan, salondaki dolaba sevgi dolu notları okuya okuya
    koşturan kadın, sonunda kimi zaman bir demet çiçek, kimi zaman en sevdiği
    çikolatalar, kimi zaman da pahalı armağanlarla karşılaşırdı... Aldığı
    hediyenin ne olduğu önemli değildi zaten....

    Hayat ne kadar hızlı akarsa aksın, işleri ne kadar yoğun olursa olsun hep
    birbirlerine ayıracak zaman buluyorlardı bulmasına ama kırklı yaşların
    ortalarına geldiklerinde, daha az çalışmaya karar verdiler. Adam, hastaneden
    ayrıldı ve muayenehanesinde hasta kabul etmeye başladı. Kadın da mimarlık
    bürosunu kapadı ve sadece özel projelerde görev aldı. Artık daha fazla
    beraber olabiliyorlardı. Bir gün sahilde dolaşırken, harap durumda bir ev
    gördü kadın, üzerinde 'satılık' levhası asılı olan. 'Ne dersin, bu evi
    alalım mı? ' dedi adama. 'Bu viraneyi yıktırır, harika bir ev yaparız.
    Projeyi kafamda çizdim bile. Kocaman terası olan, martıları kahvaltıya davet
    edeceğimiz bir deniz evi yapalım burayı...' 'Sen istersin de ben hiç hayır
    diyebilirmiyim? ' diye yanıt verdi adam. 'Amerika'daki tıp kongresinden döner
    dönmez ararım emlakçıyı... Kaç para olursa olsun, burası bizimdir artık....'

    Sadece bir hafta ayrı kalacaklarını bildikleri halde, ayrılmaları zor oldu
    adam Amerika'ya giderken. Her gün, her saat konuştular telefonla. Gözyaşları
    içinde kucaklaştılar havaalanında. Fakat birkaç gün sonra, kocasında bir
    tuhaflık olduğunu fark etti kadın. Eskisi kadar mutlu görünmüyor,
    konuşmaktan kaçınıyordu. Onu neşelendirmek için, sahildeki evi hatırlattı ve
    çizdiği projeyi verdi kadın ama hiç beklemediği bir cevap aldı: 'Canım, o ev
    bizim bütçemizi aşıyor. Sen en iyisi o evi unut...'

    Mutsuzluk, mutluluğun tadına alışmış insanlara daha da acı, daha da
    çekilmez gelir. Kadın, hiç sevmedi bu beklenmedik misafiri. Derdini
    söylemesi için yalvardı adama, 'Senin için ölürüm, biliyorsun, ne olur
    anlat' diye dil döktü boş yere... Yıllardır sevdiği adam, duyarsız ve
    sevgisiz biriyle yer değiştirmişti sanki. Ona ulaşmaya çalıştıkça, beton
    duvarlara çarpıyordu kadın, her çarpmada daha fazla kanıyordu yüreği...

    Bir gün, çocukluğunun, gençliğinin ve bütün hayatının birlikte geçtiği
    arkadaşına dert yanarken, 'Artık dayanamıyorum, sana söylemek zorundayım'
    diye sözünü kesti arkadaşı. 'O, seni aldatıyor. İş yerimin tam karşısındaki
    restoranda genç bir kadınla yemek yiyor her öğlen. Sonra sarmaş dolaş
    biniyorlar arabaya....'

    'Sus, sus çabuk, duymak istemiyorum bu yalanları' diye bağırdı kadın. Onca
    yıllık arkadaşını, kendisini kıskanmakla suçladı.... Ertesi gün, öğle vakti
    o restoranın hemen karşısında bir köşeye sindi sessizce ve peri masallarının
    sadece masal olduğunu anladı... Kocasının eskiden aynı hastanede çalıştığı
    genç çocuk doktorunu tanıdı hemen. Bazen evlerinde ağırladıkları kadına
    nasıl sarıldığını gördü adamın...

    Akşam kocası eve gelir gelmez, bazen bağırıp, bazen ağlayarak, bazen ona
    sımsıkı sarılıp bazen de yumruklayarak haykırdı suratına her şeyi. İnkar
    etmedi adam. Zamanla duyguların değişebildiği, insanların orta yaşa
    geldiklerinde farklılık aradığı gibi bir şeyler geveledi ağzında ve bavulunu
    alıp gitti evden. Kapıdan çıkarken, 'son bir kez kucaklamak isterim seni'
    diyecek oldu ama kadın, 'defol' dedi nefretle...

    İlk celsede boşandılar... Modern bir aşk hikayesinin böyle son bulmasına
    kimse inanamadı. Arkadaşlarının desteğiyle ayakta kalmaya çalıştı kadın.
    Adamın, sevgilisiyle birlikte Amerika'ya yerleştiğini öğrendi. Bazen yalnız
    kaldığında, onu hala sevdiğini hissedince, ağlama nöbetleri geçiriyor, aşkın
    yerini, en az onun kadar yoğun bir duygu olan nefretin alması için dua
    ediyordu.

    Aradan bir yıl geçti... Her şeyin ilacı olduğu söylenen zaman bile,
    kadının derdine çare olamamıştı. Bir sabah, ısrarla çalan zilin sesiyle
    uyandı. Kapıyı açtığında, karşısında o kadını gördü. 'Sen, buraya ne yüzle
    geliyorsun' diye bağırmak istedi ama sesi çıkmadı. 'Lütfen, içeri girmeme
    izin ver, mutlaka konuşmamız gerekiyor.' dedi genç kadın. Kanepeye ilişti ve
    zor duyulan bir sesle konuşmaya başladı: 'Hiçbir şey göründüğü gibi değil
    aslında. Çok üzgünüm ama o bir saat önce öldü. Geçen yıl Amerika'daki kongre
    sırasında öğrendi hastalığını ve yaklaşık bir senelik ömrü kaldığını. Buna
    dayanamayacağını, hep söylediğin gibi onunla birlikte ölmek isteyeceğini
    biliyordu. Seni kendinden uzaklaştırmak için, benden sevgilisi rolünü
    oynamamı istedi. Ailesine de haber vermedi. Birlikte Amerika'ya
    yerleştiğimiz yalanını yaydı. Oysa ilk karşılaştığınız otobüs durağının
    karşısında bir ev tutmuştu. Tedavi görüyor ve kurtulacağına inanıyordu ama
    olmadı. Gece fenalaşmış, bakıcısı beni aradı, son anda yetiştim. Sana bu
    kutuyu vermemi istedi...' Gözlerinden akan yaşları durduramayacağını
    biliyordu kadın. Hemen oracıkta ölmek istiyordu. Eline tutuşturulan kutuyu
    açmayı neden sonra akıl edebildi. İtinayla katlanmış bir sürü kağıt
    duruyordu kutuda. İlk kağıtta, 'Lütfen bütün notları sırayla oku bir tanem'
    diyordu... Sırayla okudu; 'Seni çok sevdim', 'Seni sevmekten hiç
    vazgeçmedim', 'Senin için ölürüm derdin hep, doğru söylediğini bilirdim.'
    'Fakat benim için ölmeni istemedim' 'Şimdi bana söz vermeni istiyorum.'
    'Benim için yaşayacaksın, anlaştık mı? ' son kağıdı eline alırken, kutuda bir
    anahtar olduğunu gördü kadın... Ve son kağıtta şunlar yazılıydı:

    'Sahildeki evimizi senin çizdiğin projeye göre yaptırdım. Kocaman terasta
    martılarla kahvaltı ederken, ben hep seni izliyor olacağım....'

  • Murat Kaya
    Murat Kaya

    23.02.2007 - 16:43

    çok iyi bir arkadaş,bir dost ALLAH yolunu açık etsin

Toplam 174 mesaj bulundu