Seu Kuyt Adlı Üyenin Nedir Yazıları - Antoloj ...

  • ibret verici hikayeler

    24.04.2003 - 04:48

    Sorunları askıya almak

    Bir süre öncesine kadar direktörüm Nermin Hanım oldukça otoriter bir yönetici profili çiziyordu. Hem benimle olan ilişkisi, hem de altındaki orta düzeydeki yöneticilerin birçoğu ile arası iyi değildi.

    Bir kısmı dışında, onun fikirlerini hep onaylayanlar ya da ne olursa olsun “evet, efendim” diyenlerle arası gayet iyi idi.

    Direktörümüz Nermin Hanım iyi bir insandı; ama kesinlikle dinlemesini bilmiyordu. İşe hakimdi ve aldığı kararların birçoğu da iyi kararlardı. Ne var ki, bu kararlar daha iyi şekilde alınabilirdi ya da daha iyi alternatifler tercih edilebilirdi. Fakat Nermin Hanım, tam bildiğini okuyan bir insandı. Nermin Hanım, toplantılara kendi fikirleriyle giriyor ve kendi kararlarıyla çıkıyordu. Açıkçası dikkate alınmamaktan, dinlenmemekten, müşteriler ve şirketim için daha iyi olabileceklerin önüne geçilmesinden mutsuzdum.

    Bir gün başka şirketimizden başka bir gruba iletişim semineri için gelen papyonlu bir danışmana durumu ayak üstü anlattım ve tavsiyesini istedim. Bana iki şey söyledi: “İletişim kuramadığınız birini önce açıkça onaylamanız gerekir. Onaylamak demek, iletişim kuramadığınız kişinin, sizin onunla aynı fikirleri paylaştığınızı samimi bir şekilde ifade ettiğinizi göstermeniz demektir. İnsanlar kendileriyle aynı fikirleri paylaşan insanları severler; farklı düşünenler ve bunu güçlü bir şekilde ifade edenlerse çoğunlukla “düşman” ibaresiyle bilinçaltına yazılır. Onun için önce onaylama metoduyla, iletişim kanalının içine girmelidir.

    İkinci olarak eğer bir çözümü denediniz ve işe yaramadıysa bu çözümü sürdürmeyin. Yeni bir şey deneyin. Hatta dikkat çekici ve sıra dışı bir şey deneyin.”

    Yaptığımız bu kısa konuşmayı not aldım ve iki söze özetledim; “onu onayla” ve “sıra dışı bir şey yap.”

    Nermin Hanım ve çalışma arkadaşlarımızla ilk girdiğimiz toplantıda Nermin Hanım’la yine görüşlerimiz uyuşmadığı halde onu açıkça onayladım. Hatta onun fikirlerinin neden doğru olduğunu değişik örneklerle arkadaşlara açıkladım. Hem Nermin Hanım, hem de arkadaşlar çok şaşırdılar. Ancak sonra odama gittim ve kapının arkasındaki ayaklı askıya, üçgen boş bir askı astım.

    Bir sonraki toplantıda bu sefer uyuşamadığımız iki fikir vardı; ama bunlar için de hiçbir şey söylemedim ve yine Nermin Hanım’ın fikirlerini açık ve güçlü bir şekilde onayladım. Ve odama gidip askıma, iki askı daha astım.

    Nermin Hanım’ın bu durum hoşuna gitmeye başladı. Bana bakışları bile daha bir olumlu olmuştu. Artık hiç itiraz etmiyordum; ama sadece baş sallayarak ya da “tamam efendim” diyerek onaylamıyordum. Onun fikirlerinin niçin doğru olduğunu ispatlayan zekice bir konuşma yaparak onaylıyordum. Bu arada uyuşmazlık içinde olduğumuz konuların her biri için odamdaki askıya askı asmaya devam ettim. Üç ay sonra askıda boş yer kalmadığı gibi, üçgen askılar yere kadar uzamıştı. Bir gün Nermin Hanım, bir evrak bırakmaya odama geldi ve askıları gördü. Dostça bir ses tonuyla bana bu askıların ne olduğunu sordu. Ben de kendisine oturmasını teklif edip karşına geçtim ve hikayeyi anlattım.

    Yaşama felsefemi, papyonlu danışmanı ve onaylama reçetesini ve uyuşamadığımız her bir sorunu askıya astığımı... Ha bu arada, onun fikirlerini savunmak için onun bakış açısından yaklaşmamı ve onu daha iyi anlamamı sağladığını da belirttim. Nermin Hanım, yere kadar uzanmış askılara baktı ve yüzünde bir tebessümle “Bu kadar konuda ayrı düşünüyorduk, ama sen bunları hiç söylemedin ha... Kendini bunca süre tuttun, bravo sana.” dedi. Aslında onu kandırmış olduğumu düşünerek kızmasından korkuyordum, ama daha iyi bir şey oldu. Dedi ki, “Cumartesi günü, eğer uygun olursan ofiste buluşalım ve uyuşamadığımız bu konularda seni dinlemek istiyorum.” dedi. Cumartesi sabahı ofiste birlikte kahvaltı ettik ve ardından işyerinin sorunlarını ele aldık. Nermin Hanım, izleyen her toplantıda bana görüşlerimi sordu ve çoğunlukla benim görüşlerimle kendi görüşlerini harmanlayarak karar almaya başladı. Bir de yeni bir adet edindi. Arada bir odama uğrayıp bakıyor, askımda boş askı var mı diye...

    06.04.2003 / Melih Arat / Zaman

  • lalenin anavatanı

    24.04.2003 - 03:38

    Lâle: Hollandalı değil, özbeöz Türk çiçeği

    Kazakistan’dan Anadolu’ya, Anadolu’dan da Hollanda’ya uzanan lâlenin bin yıllık öyküsünün anlatıldığı “Lâle: Doğunun Işığı” belgeseli, bugün Hollanda’da gösterime giriyor. “Lâlenin anavatanı neresidir? ” sorusuna cevap arayan belgeselde, bir çiçeğin ilginç öyküsüyle birlikte, yine bir milletin kültür tarihi de büyüteç altına alınıyor.

    Kimine göre bir çılgınlık, bir tutku, bir zenginlik alameti; kimine göre ‘tanrının seçilmiş çiçeği’, kimine göre ise boş bir heves... Ama hangisi olursa olsun renkleriyle, güzelliğiyle çekici, her insanın gönlünde apayrı bir yeri olan çiçek: Lâle. Hiçbir çiçekte olmayan lâlelerin insanı çılgına çeviren, varını yoğunu kaybetmesine yol açan büyüsü kadar; insanları kendisine tutsak eden öyküsü de etkileyici. Orta Asya’da başlayıp, Anadolu’da zirveye ulaşan ve bugün Avrupa’da devam eden lâlenin öyküsü, aslında bir milletin Doğu’dan Batı’ya uzanan macerasının en canlı kanıtı.

    Lâlenin renkli; ama bir o kadar da hüzünlü öyküsü, bugüne kadar hep Batı’dan yani şimdiki vatanı olarak kabul edilen Hollanda’dan başlatıldı. “Lâlenin anavatanı neresidir? ” sorusuna, hep “Hollanda” cevabı verildi. Botanikçiler, tarihçiler ve belgesel film yapımcıları bu çiçeğin serüvenini anlatırken Batı merkezli düşündü. Lâlenin serüvenine, bugünden yani Batı’dan, bir medeniyetin simgesi olmaktan çok maddenin sembolü haline geldiği Hollanda’dan başlamak; lâlenin tarihte oynadığı rolü anlamak için ne kadar doğru bir bakış açısı bilinmez. Ancak, bilinen o ki, bu tür araştırmalar hep yalın kaldı. Oysa Bizans İstanbul’unun bilmediği, tanımadığı lâle,16. yüzyılın başından 18. yüzyılın sonlarına kadar kent inceliğinin en değerli simgelerinden biri sayılır. Kaynaklar,16. yüzyılda sadece İstanbul’da, her biri birbirinden güzel 2 bine yakın lâle çeşidinin yetiştirildiğini yazar.

    Ne kadar etkili olur bilinmez; ancak lâleyle ilgili bilinenlerden çok bilinmeyenlere vurgu yapan Türk yapımı bir belgesel Hollanda’nın 1. kanalında bugün gösterime giriyor. Yapımcılığını İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür AŞ Genel Müdürü Cengiz Özdemir, yönetmenliğini Hikmet Yaşar Yenigün’ün yaptığı “Lâle: Doğunun Işığı” belgeselinin senaryosu da Prof. Dr. İlber Ortaylı, Prof. Dr. Turhan Baytop, Çelik Gülersoy ve Beşir Ayvazoğlu’nun danışmanlığında yazılmış. “Lâle: Doğunun Işığı” belgeseli,23 Mart’ta da CNN Türk’te gösterilecek.

    Lâlenin öyküsünün bir belgesele konu olması ilginç. Yönetmen Yenigün de bu ilginçliğin kendisini etkilediğini söylüyor. Konuyu araştırmaya başladığında lâlenin, bilinmeyen tarihiyle karşılaştığını belirten Yenigün, “Lâle, bir çiçek, deyip geçmemek lazım; her dönemde, yaşananlara adeta tanıklık etmiş. Araştırmalarımın sonunda o kadar çok malzeme ortaya çıktı ki, seçim yapmakta oldukça zorlandım. Doğrusunu söylemek gerekirse, son derece çarpıcı öyküler buldum. Bu belgeselle lâle üzerine bilinmeyen pek çok şeyi anlatmam mümkün oldu.” diyor.

    90 gün süren çekimler boyunca bu hüznü hep yaşadığını söyleyen yönetmen Hikmet Yaşar Yenigün, Hollanda’da yaşadığı bir anısını paylaşıyor: “Belgeselin Hollanda çekimlerini yaparken tanıştığım bir lâle yetiştiricisi, ‘Siz Türkler duygulu insanlarsınız. Lâleye bakar şiir yazarsınız, oysa biz Hollandalılar lâleye baktığımızda gulden görürüz.’ demişti. Şunu söylemek mümkün, ince gövdesi, rengarenk taç yapraklarıyla lâle olağanüstü güzellikte bir çiçek. Kısacık ömrüyle hayatın kırılganlığını, geçiciliğini sembolize ediyor. Böyle bakıldığında bir hüzün var elbette.”

    Lâle ile ilgili son bir not: Yazar Beşir Ayvazoğlu’nun uzun bir süreden beri üzerinde çalıştığı ‘Lâle’ kitabı, yakında Kültür Sanat AŞ etiketiyle çıkacak.

    Abdullah Kılıç / İstanbul

    16.03.2003/zaman

  • benzerlerimiz

    23.04.2003 - 14:18

    iletişim..iletişim kurmak..bunu gerçekleştirebilemk daha doğrusu gerçekleştirilmesini kolaylaştırmk benzerleri bulmakla sağlanabilir..kendime benzer biriyle konuştum, ne söylesem, aynı şeyleri ondan da duyuyordum..benzemek ve ortak noktalara sahip olmak..belki benzemek için ortak noktaya sahip olma şartı vardır; ama benzerlerimizi ben farklı olarak değerlendiriyorum.çünkü ortak nokta demek zaten olağandan bahsetmek..Allah ın kullarıyız, insanız ve nize ortak noktalar; ama benzerlerimiz demekle yakınlıktan genel ortak noktalar dışındaki noktalardan behsediyorum..konuştuğunuz zaman kaynaşmak, aynı kelimelerle aynı şeyi ifade etmek...insanın benzerlerini görmesi çok tatlı ve bir o kadar da boşluğa itici birşey.çünkü kendime gelmekte biraz zorlandım..benzerimle konuşmak beni biraz sarstı; ama yine de çok guzeldi..

  • ırk ayrımı

    23.04.2003 - 13:57

    Ayrım gözetmek, ayrım yapmak, sınıflandırmak, kategorilere ayırmak ve size yakın olana yakın uzak olana uzak olmak...
    tarafsızlığı ortadan kaldırmak...
    acımasız bir kelime...
    'ayırmak' zaten koparmak, bölmek, parçalamak gibi sözcükleri çağrıştırdığı için bu kelime bir yapım dan çok bir yıkım kelimesi...
    ırklar arasındaki bağı koparan, yıkan kelime: ırk ayrımı

  • 23 nisan

    23.04.2003 - 13:26

    23 Nisan Egemenlik ve Çocuk Bayramı...

    Bir teyzenin ölüm tarihi...

    Bir gencin doğum...

    Bir milletin temellerinden birinin tarihi...

    Bir ailenin başına gelen felaketin yıldönümü...

    Sevgililerin tanışma gunleri...
    ....
    tarihi sizin için önemli kılan sizin onda ne gorduunuz ve onda ne yaşadığınıızdır.

  • mahremiyet

    21.04.2003 - 15:34

    Ortak olanda mahremiyet olur mu?
    Gecekondular devlet toprağını işgal ederler(duygusuz bir yanım; ama şu anda bu tanıma ihtiyacım var) ve bu gecekondular bilmelermi ki bu topraklar tum halkın malıdır.
    İnsan bu fani dunyada bu toprak benim deyip orayı parselleyebilir mi? hayır, yalnız geçici olarak sahiplenir, emanetçi...
    kimisi vakıf malını, kimisi devlet malını hasır altı eder...
    ben bu mahremiyeti hiç sevmedim..bu kelime bile bunu karşılamadı; ama yine de giden yere gitsin, anlayan anlasın...

  • fırsat vermemek

    17.04.2003 - 18:13

    Fırsatlar...
    İnsan kendi fırsatını oluşturmada bşarılı olduğu kadar da başarısızdır...
    Eger fırsat verilmiyorsa fırsat edinin, kazanın, bulun...
    'Almak' için illa ki birilerinin vermesi gerekmez, insan 'verme' işnin 'alma' işinin içine katabilir, böylece 'alma' nın dieti ödenir, hem de 'verme' nin parasıyla.

  • denedim

    17.04.2003 - 18:10

    Denedim demenin iki sebebi vardır: Ya bir daha denemek(azmetmek) , ya da bir daha denememek(vazgeçmek) ...

    Ben ölene kadar yaşamayı denemeye devam edeceğim, çünkü denemek de hayat gibi süreklilik isteyen bir eylem, ir guç ya da bir guvence...

  • hoşçakal

    17.04.2003 - 18:07

    Gule gule...

  • için içi

    15.04.2003 - 14:17

    bu dizler çocukluğumdaki dunyaya karışma emellerimi seslendiriyor..

    demek ki istediğim dağların ardını görmek değil, için içine az biraz olsa da damlamakmış...
    fakat şimdi dağların ardında ne olduyğunu merak etmiyorum, çünkü artık karşımda çukurlar ve tumsekler var, dağları artık net bir şekilde göremiyorum.

  • nefis terbiyesi

    15.04.2003 - 13:58

    BENLİK-NEFİS-RUH MÜNASEBETİ ve KAMİL İNSAN ÜZERİNE BAZI DÜŞÜNCELER

    Dr. Selim Aydın

    Her insan, yaşadığı çağın birikimleri ve geçmişin mirası ışığında kâinatı ve hayatı anlamlandırır. Yirmi birinci yüzyılın bilim anlayışı, insan ve kâinatın içiçe geçmiş bir sistemler ağı kabullenmesi üzerinde gelişecektir. İnsan, kâinat ve hayat üçgenini; Kuran-ı Kerim'in mesajları doğrultusunda birbirine bağlamamızı ve bu üç hakikatin bütüncül bir resminin çizildiğini görmemizi mümkün kılacak bilgi parçaları, yeterli seviyede, ancak dağınık parçalar halinde üretilmiş bulunmaktadır. İhtiyaç duyulan şey, 'bütüncü-sistemci' düşünebilmeyi öğrenmek, muradımızı ve gayretimizi bu sentezi yapmaya yoğunlaştırmaktır.
    Kur'ân perspektifinden insan, kâinat, hayat üçgenini anlamaya çalıştığımızda, Kur'ân'ın, bu üç hakikatin çekirdeklerini içerdiğini ve 'insan, hayat, kâinat' üçlemesinin, kâinat kitabında, kudret kalemiyle detaylı şekilde resmedildiğini görürüz.

    İnsanın özünde var olan iyilik (hissî potansiyel) , güzellik (fizikî potansiyel) ve doğruluk (zihnî potansiyel): büluğ çağına girildiğinde aktif hale geçen nefis ve güçleri tarafından bencillik maskesiyle gizlenmeye başlar, insanın ruhu ile bedeni arasında bir perde oluşturan nefis güçlendikçe, kötülük yeşerir. Nefsanî isteklerin sınırsızca karşılanması ruhun kendi güzelliklerini sistemde ifade etmesine engel olur. İnsanın nefis-akıl-kalp üçgeninde cereyan eden imtihanında; nefis, kötülüğün ve negatif kuvvetlerin merkezi ve şeytanın kullanabileceği bir santraldır. Şeytanî özellikler nefis üzerinden insana hâkim olurken, melekî-insanî özellikler, kalp ve vicdan üzerinden insana yayılır. Akıl ise; iyilik ve kötülüğü, doğru ile yanlışı, faydalı ile zararlıyı ayırt eden bir âlettir. Dolayısıyla akıl; nefse de, kalbe de hizmet edebilir. İnsan nefsinde üç temel his olan; öfke, şehvet ve akıl, 'akleden kalbin' kontrolüne verilirse, insanın kötülüğe meyli azalır. Akleden kalbin kontrolündeki nefsin üç gücünden öfke gücü, yiğitliği; şehvet gücü, iffeti; akıl gücü de hikmeti üretir.

    Kur'an'da nefsin yedi mertebesinden bahsedilir. Nefs-i emmare, levvame, mülhime cismanî merkezli hayata hâkim olan nefis çeşitleri iken; nefs-i mutmainne, zekiyye, raziyye, safiyye ise, ruhî hayata hâkim nefis çeşitleridir. Bazı İslâm âlimleri nefsi, üçlü motif üzerinde de gruplamışlardır. Bu perspektiften insandaki nefis, nefs-i emmare (arka beynin ve limbik sistemin kumandasında olan nefis): nefs-i levvame (önbeynin devreye girdiği ve arka beyni ve limbik sistemi kontrol edebildiği ve şuurî farkındalığın oluştuğu nefis) ve nefs-i mutmainne (gelişimini tamamlamış, kendini kontrol edebilen ve hakka teslim olmuş nefis) şeklinde üçe ayrılır.

    İnsan; hayra, iyiliğe ve güzelliğe yatkın yaratılmıştır. Bediüzzaman, Kur'ân penceresinden bakıldığında, kâinatta hayır ve güzelliğin esas, şer ve çirkinliğin de zahiri olduğunu belirtir. Ancak insan, bu dünyaya imtihan için gönderildiğinden, insanın bu imtihanı kazanması ve fıtratındaki hayır ve güzellikleri temsil edip, kendini Yaratan'a ayinedârlık edebilmesi, nefsini terbiye edebilmesine bağlıdır. Bir başka deyişle, nefisteki şehvanî ve gadabî güçlerin isteklerinin, aklın kontrolünde, meşru çizgide karşılanmasına bağlıdır. Ancak kontrol altına alınmamış nefsin, O'na ayinedârlık etmesi mümkün olmadığından, İslâm'da nefis terbiyesi ve insanın kendini tanıması önemli yer tutar. Nefsin veya benliğin mahiyetini oluşturan zihnî (akıl) , hissî (his) ve fizikî (mide-beden) kapasitelerin; az yemek, az konuşmak, az uyumakla kontrol edilmesi, İslâm'ın önemli bir terbiye metodudur. Nefsin terbiyesine tefekkür ve okumakla da katkıda bulunarak, kalbin yolculuğunda denge gözetilmiş olur. Bediüzzaman'ın 'akleden kalp' ifadesinde buna işaret vardır. Nefsî güçlerin üç faziletinin (iffet, yiğitlik ve hikmet) ortaya çıkışını ve devamını sağlayan adaletin gerçekleşmesi de, akleden kalbin sisteme hâkim olmasına bağlıdır.

    Kâmil insan olma nefsin ve benliğin terbiyesiyle mümkündür. İnsan-ı kâmil olma yolculuğu, nefse hizmet eden aklı, nefsin kumandasından çıkarmaya; istekleri meşru daire ile sınırlandırıp, aklı kalbin kumandasına vermeye bağlıdır. Yolculuk esnasında da ifrat ve tefrite düşmemek için, kalbî hayatı; akıl, mantık ve adaletle dengelemek gerekir. Kişi, bu nefis terbiyesini, ya velâyet yolu ile (az konuşma, az yeme, az uyuma) ya da zikir, fikir ve şükürle veya ikisinin birleşimi olan 'akleden kalp -reşha' ile yapabilir. Şeytan, nefsin isteklerini kullanarak insanın kalbine fısıldar ve ona fesatlık eker.

  • nefis terbiyesi

    15.04.2003 - 13:57

    İnsanı bir gemiye benzetirsek, tayfa personeli, nefsi ve nefsin arzularını temsil eder, geminin tertip ve düzeninden sorumludur. Kaptan da ruhu ve onun tahtı olan kalbi temsil eder; gidilecek hedefe gemiyi götürmekten sorumludur. Akıl, hem tayfaya hem de kaptana hizmet eden, ihtiyaçları gideren ve hayatın sırlarını çözen bir unsurdur. İslâm'da nefis, terbiye edildikten sonra, benlik hapishanesinden çıkılır. Kâmil insan olmak için kalbin zümrüt tepelerine yolculuk başlar. Ruhî ve kalbî hayat yaşandığında, nefsin ihtiyaçları meşru dairede karşılanır. Ancak beden merkezli hayat sürdürüldüğünde de çoğu kez, kalp ve ruhun kendini ifade etmesi ve tekâmülü engellenir. İnsan, nefsini ıslah ettiğinde, kalp ve nefis arasındaki zıtlaşma da sona erer; kalp ilhama açık hale gelir. Kalpten beslenen akıl da, ilham ve sezgilerden beslenme imkânına kavuşur. İslâm'da nefis öldürülmez ancak ıslah edilip, ruhun inkişafına mani olmayacak seviyede arındırılır. Ve kendine özgü varlık mertebelerine doğru yükselir. Nefsin ölmesi demek, biyolojik sistemin çökmesi ve ruhun ahiret âlemine göç etmesi anlamına gelir. Vicdan, ruhun bir alt bileşeni olarak, insana doğruyu, iyiyi ve güzeli hatırlatır. Ruhun sözcülüğünü vicdan yaparken, nefsin sözcülüğünü, insî ve cinnî şeytanlar yapar.

    Kişi, dikkat ve enerjisini ön beyniyle kontrol edip şuurlu şekilde yönlendirmek isterse (nefs-i emmareden, nefs-i levvame derecesine) kendi üzerinde gözlem yapması, kişilik ve benlik hapishanesinin motiflerini keşfetmesi gerekmektedir. Normalde hayatını arka beynin kontrolünde sürdürmeye yatkın olan insanın asıl vazifesi, şuurlu bir hayat sürmek, ülfet-gaflet tuzağına düşmeden şükür ve tefekkür çizgisinde Allah'a ayinedârlık yapmaktır.

    Özetlersek, insanın kendini tanıması, her işin başlangıç kısmını oluşturur. Eski çağlarda filozofların kapısında 'Kendini bil! ' yazılı imiş. 'Kendini bilen, Rabbini bilir; kendini unutan, Rabbini de unutur.' sözü de bu açıdan çok anlamlıdır. Kur'ân'da tefekkürün enfüsî ve afakî olmak üzere iki tarzda gerçekleştiği belirtilir. Bediüzzaman, enfüsî tefekkürü tamamlamayan veya buna girmeyen bir insanın afakî tefekkürde muvaffak olamayacağı üzerinde durur. Enfüsî tefekkür; insanın kendi mahiyetini keşfetmesi, iç gözlem ve iç sorgulama yapması, üstün ve eksik taraflarının farkına varması ve bunları şuurlu bir şekilde kontrol edebilmesi gibi faaliyetleri kapsar.

  • ey kavmim

    15.04.2003 - 13:52

    Zulmün âkıbetini haber veren âyet ve hadîs-i şerifler

    Zulüm, eninde sonunda zalimi de önüne katıp götürecek bir âfettir. O, hiçbir zaman uzun ömürlü olamaz. Bu hususa işaret eden Allah Resûlü (sas) , 'Allah, zalime mühlet verir (hemen ceza vermez) , bir de onu yakaladı mı, artık iflâh etmez (bir daha salıvermez.) ' buyurmuştur. Hadîsin râvisi, Peygamber Efendimiz (sas) 'in bu sözü söyledikten sonra, 'İşte Rabb'inin yakalaması böyledir. O zalim ahâliyi böyle yakalar. Zirâ O'nun yakalaması çok can yakıcı, çok şiddetlidir.' (Hûd,11/102) âyetini okuduğunu nakleder. (Zebîdî, XI,113-114.) .

    Yüce Allah'ın Kur'ân-ı Kerim'de zalimler için yaptığı ikazlardan bazıları:

    '...yaptıkları zulmün günâhını yüklenenler ise perişan olmuşlardır.' (Tâhâ,20/111)

    'Sizden kim zulmederse ona büyük bir azâp tattırırız.' (Furkân,25/19)

    '... Zalimlerin yaptığından Allah'ın habersiz olduğunu sanma; O, sadece onları (yaptıklarının cezasını) , gözlerin dehşetten donup kalacağı güne erteliyor.' (İbrahim,13/24)

    Yeryüzünde büyüklük taslayarak başkalarına tuzak kurup zulmedenlerin, er geç başlarına felâketler geleceğini haber veren Yüce Allah, Kur'ân'da; '...Kötü tuzak, ancak sahibinin başına dolanır....' (Fâtır,22/43) buyurur. İbn Abbas bu âyeti, 'Kişi, kazdığı kuyuya kendi düşer.' şeklinde açıklamıştır.

    Allah Resûlü (sas) 'nun zalimin âkıbeti hakkında ifâde etmiş olduğu kutsî sözleri:

    'Mazlûmun bedduâsından sakının! Zirâ mazlûm ile Allah arasında (duânın kabulüne) hiçbir perde yoktur.' (Zebîdî, V,303-304.)

    'Zulümden kaçının, zirâ zulüm, kıyâmet gününde zalimin karanlıklı bir azaba atılmasının sebebidir...' (Zebîdî, VII,374) .

    'Yüce Allah: İzzetim ve celâlim hakkı için, sonunda zalimlerden mazlumun intikamını alırım. Bir mazlumun zulme uğradığını görüp, gücü yettiği halde ona yardım etmeyen katı yürekli kimseden de mazlumun intikamını alırım, buyurdu.' (Zebîdî, IV,203)

    'Bir kimse kardeşinin haysiyetine (nefsine) , yahut malına haksız olarak taarruz etmiş ise; altın ve gümüş (gibi maddî şeylerin) olmayacağı kıyamet gününden evvel onunla helâlleşsin! Aksi halde yaptığı zulüm nispetinde onun iyi amellerinden alınıp hak sahiplerine verilir. İyiliği yoksa hak sahibinin günahından alınıp haksızlık eden adama yüklenir.' (Zebîdî, VII,376) .

  • sihirli kristal küre

    15.04.2003 - 13:40

    baktım ve guzel..

  • ey kavmim

    15.04.2003 - 13:39

    inançtır bu söylenenler..ve inanç mukavemetin, dayanıklılığın kale kapısıdır..
    eger inanç giderse mudafaa gediklenir, ağır bir yara alır...
    hattı mudafaa yoktur, sathı mudafa vardır ve o satıh butun vatandır diyenin sozunu yalanlarcasına hat yalnız benliğinin hattı olur(her koyun olan bacağından asılır)
    vatan olan satıh parçalanmış hat lar olur ve parçalanmış hatlar(birleştirici olanlardan' inanç' zedelendiğinden) asla bir butun yani vatanı ihtiva edemez, vatana namzet olamaz...

    devir cemaat devridir diye boşuna söylenmemiştir..
    çünkü kurtarılması gereken hatlar değil vatandır...

  • müdafaa

    15.04.2003 - 13:33

    inancın olduğu yerde müdafaa da vardır...
    ve atalarım sırf bunun için şehit oldular..
    çünkü onlar inanıyorlardı ve mudafaa ları meşru idi...

    içi doldurulmuş saddamlar yoktu onların başında, onların başında gerçekten müdafaa için ölmeye gelenler vardı...
    ...
    ama ecdadımın torunları olan bizler mudafaa yı unuttuk. çünkü mudafaa nın en sağlam kalesi olan inancı inşa etmedik ya da ettiremedik...

    inanaç beraberinde mudafaa hurriyetimizi de göturdu..

  • evet

    15.04.2003 - 13:29

    dokunana parmaklar soğuksa, faso fiso denenler çok aranabilir ve o ağızdan şu lakırdının da dökülmesi muhtemel olabilir' keşke...

  • avarız vakıfları

    14.04.2003 - 17:40

    Osmanlı Mahallesinde Sosyal Dayanışma Örneği: AVARIZ VAKIFLARI

    Dr. Saim ARI

    Osmanlı'da yerel idarelerin en alt birimi olan mahalle; aile hayatında dine ve örfe uygun, komşuları ile uyumlu bir insan topluluğuydu. Dînî, örfî ve içtimâî düzene uymayanlar, mahallelinin şikâyeti üzerine kâdı tarafından oradan uzaklaştırılıyordu. İdârî yapı bakımından mahalle yapısında Tanzimat öncesi ve sonrası farklılık olduğu gibi, sosyal bakımdan da, değişmeler meydana gelmeye başlamıştı. Osmanlı'da uzun yıllar mahallenin sosyal dayanışma sandığı olarak hizmet veren 'Avârız Vakıfları', XIX. yüzyılın sonlarına doğru önce yapı değişikliğine uğramış, sonra da tarih sahnesinden kalkmıştır. Avârız Vakıfları hakkında bilgi vermeden önce, vakıfların kaynakları üzerinde durmak faydalı olacaktır. Bu vakıflar Osmanlı toplumunu ayakta tutan manevî dinamiklerdendir.
    Medeniyetleri bencil ve diğerkâm şeklinde iki guruba ayırabiliriz. İslâm medeniyetinin kaynağı olan Kur'ân-ı Kerîm ve ha-dîs-i şeriflerde, kardeşlik ve yardımlaşma anlamına gelen diğerkâmlığın cennete giden bir yol olduğu ön plâna çıkartılmıştır. Osmanlıdaki hayır müesseselerinin kaynağınının İslâm olduğunu ifade eden d'Ohsson: 'Kur'ân, Türkleri, dünyanın bütün milletlerinin en hayırlısı ve en insan severi haline getirmiştir.' demiştir. Böyle bir anlayış üzerine kurulan bir medeniyette; insana sevgi, saygı, yardımlaşma, çevresine zarar verecek davranışlardan kaçınma gibi ahlâkî değerler yeşerir. Orta Çağ Batı dünyasında, özlemi çekilen ideal topluma ait 'ideolocya' kitapları yazılırken, Cemil Meriç'in ifadesi ile, İslâm dünyasında bunlar yaşanmaktaydı. Toplumların en küçük yapısını oluşturan ailenin fertleri arasında yaşanan bu medenî hayat, toplumun her kesiminde yaşanıyordu. Kaynağı İslâm olan bu hayat, Osmanlı toplumunun her alanında geçerliydi. İslâm; kulluk borcunu yerine getirme, psikolojik olarak huzura erme gibi, fert ile Allah arasında ilişkileri düzenleyici ibadetleri emrederken, insanların birbirine bağlanarak daha barışçı ve üretici bir hale gelmesi için, zekâtı da emretmiştir. Kur'ân, ayrıca zekâtın ötesinde infâk ile yardıma muhtaç insanların elinden tutmanın, Cennet'i kazanmaya vesile olacağından bahseder. İnfâk yollarından biri olan vakıf, bizzat Peygamberimiz tarafından kurularak insanlığın hizmetine verilmiştir.

    Yöneticisi ve halkıyla birlikte Allah'ın rızasını kazanmaya yönelik bir hayatın yaşandığı, refah seviyesinin yüksek olduğu ve problemlerin en aza indirildiği dönemler, bütün insanlığın özlediği günlerdir. Komşuluk hakları ile ilgili Kur'ân âyetlerini ve 'Sizin en hayırlınız, insanlara faydalı olandır.', 'Bir insan kardeşine yardım ettikçe Allah da ona yardım eder.', 'Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.', 'İnsanların problemleri ile ilgilenmeyen bizden değildir.' gibi yüzlerce hadîsi şerifi göz önüne alan atalarımız, komşuluk ilişkilerinde örnek davranışlar sergilemişlerdir. Osmanlı'da mahalle fertleri arasındaki dayanışmanın sosyal bir müessese hâline gelmesinde, mahalle camisinin rolü büyüktü. Camilerin müştemilâtı içinde misâfirhâneler, hastahâneler, öğrencilerin kalabileceği odalar vardı. Osmanlı'da cami mahallenin merkezi idi. Dînî duygularla şekillenen Osmanlı toplumunda, imam; ilmiyle, örnek kişiliği ile mahallenin saygın bir büyüğü olduğu gibi; mahallenin yönetiminden de sorumluydu. Osmanlı'da görevleri sadece camide cemaate namaz kıldırmakla sınırlı kalmayan imamların, belirli bir seviyede eğitim almış olması gerekiyordu. Ülkemizde muhtarlık teşkilatının kuruluşuna (1829) kadar, Kadı'nın temsilcisi durumunda olan kişiler imamlardır. İmamlar tertip edilen imtihanlarda en yüksek puanı alanlar arasından seçilirdi. İmamlar, mahallenin düzeninden, âsâyişinden ve inzibât ile halk arasındaki âhenk ve barıştan da sorumlu idi. Mahalle halkının nüfus işleri, mahallenin temizlik işinin yürütülmesi, gıda kontrolü, ihtikârın önlenmesi gibi belediye hizmetleri ve mahalle halkının temel eğitimiyle de meşgul olan imamlar, Avârız Vakıfları'nın da başkanı idi.

    Osmanlı, uzun bir savaş devresine girmedikçe, kıtlık yılları birbirini takip etmedikçe, bolluk ve refah ülkesi idi. Diğer taraftan sosyal düzen, fazla para harcamaya müsait değildi. Başta Osmanlı padişahları ve hanımları olmak üzere her seviyedeki insan, servetinin bir kısmını hayır işlerinde harcamaktaydı. Bu konuda devlet adamlarıyla, zengin vatandaşlar birbirleriyle yarışmaktaydılar. Vakıflar kurarak mallarının bir kısmını insanların ve diğer canlıların hizmetinde harcamanın sevap olduğu inancı İslâm toplumlarında yaygındır.

    Osmanlı toplumunda yardımlaşma kurumlarından olan vakıfların, kuruluş, şekil ve hizmetler bakımından pek çok çeşidi bulunmaktaydı. Osmanlı'daki vakıflar genel anlamıyla; eğitim, belediye, sağlık, bayındırlık gibi hizmetleri karşılamaktaydı. Modern toplumlarda devletlerin eğitim, sağlık, bayındırlık gibi hizmetler için ayırdığı bütçeyi, Osmanlı'da vakıflar karşılıyordu. Osmanlı döneminde kurulan vakıflardan biri de; geliri köy veya mahalle sakinlerinin ihtiyaçlarına sarf edilmek üzere tesis edilmiş avârız vakıfları idi. Hastalık dolayısıyla, güç ve kazançtan âciz kalanların, giydirilip, yedirilip, içirilmesine, tedavilerinin sağlanmasına, sermaye bulamayanlara para verilmesine, fakirlerden ölenlerin kefenlenmesine, borcunu ödeyemeyenlerin borçlarının ödenmesine, fakir kızların çeyizlerine, köy ve mahallelerin, yol, kaldırım, kuyu, su yolu gibi yerlerinin tamirlerine sarf olunmak üzere tesis olunan vakıflar bu kabildendir. Bu gibi vakıflar, bir hayır sahibi tarafından tesis olunduğu gibi, zenginlerden veya esnaftan para toplanarak da kurulurdu. Avârız vakıflarının gelirlerinden mahalledeki ihtiyaç sahibi gayri müslimler de faydalanırdı.

    Günümüz devletlerinde, toplumun geleceğini güvence altına alabilmek için tesis edilen sosyal güvenlik kurumları, Osmanlı ve diğer İslâm ülkelerinde avârız vakıfları yoluyla devletin katkı ve koordinatörlüğü olmaksızın gerçekleştirilmiş, hattâ bugünkü seviyeden daha ileri noktalara ulaştırılmıştır.

    Kaynaklar
    1. Dilâver Cebeci, Tanzimat ve Türk Ailesi, Ötüken Yay., İst.,1993,100.
    2. Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, Ötüken Yay., İst.,1983, X,319.
    3. Emre Kongar, İmparatorluktan Günümüze Türkiye'nin Toplumsal Yapısı, Cem Yay., İst.,1976, s.37
    4. Ahmed Akgündüz, İslâm Hukukunda ve Osmanlı Tatbikatında Vakıf Müesseseleri, Türk Tarih Kurulu Yay., Ankara 1988, s.16-17.
    5. Ziya Kazıcı, İslâm Kültür ve Medeniyeti, Timaş Yay.,200-201.
    6. Kemal Beydilli, Osmanlı Devrinde İmamlık, T.D.V. İ.A., XXII,181-182.
    7. Nazif Öztürk, Menşe'i ve Tarihi Gelişimi Açısından Vakıflar, Vakıflar Gen. Md. Yay., Ankara 1983,85-86.

  • hacı kemâl erimez

    14.04.2003 - 17:14

    ÖTELERE MEKTUP

    M. Sacit ARVASİ

    Sevgili Hacı Kemâl Ağabey;
    Size nasıl hitap edeceğimi bilemediğimden, aklıma gelen ilk sözcüklere sığındım. Siz beni tanımıyorsunuz, bense sizi vefatınızdan sonra, tekrar tekrar seyrettiğim bir video kasetinden tanıyorum, o kadar. Bu kadarlıkla bir insan tanınır mı? Elbette tanınmaz. Bu yüzden siz benim gibi pek çok insanın meçhûlüsünüz. Meçhul ama kahraman! ..

    Bu satırları şehrin göbeğindeki ıssız bir tepede yazıyorum. Bir şubat akşamı, dışarıdayım ve üşümüyorum. Hava mı bahar havasında, yoksa, yâdınız mı baharı taşıdı bu tepeye bilemiyorum. Birkaç gün önce, dört yıldır beraber kaldığımız bir Rus delikanlısı Andrey; İnegöl'e taşınmış bir Rus kadını ve iki kızından bahsederek tanışmak için oraya gideceğini söyledi.

    Geri dönüşünde yanıma geldi. Dudağında tarifsiz bir tebessüm, mavi gözlerinde mutluluk vardı. Taşkın bir heyecanla: 'Bir Rus kadını, hem de tesettürlü. Böyle bir şey olacağı aklımın ucundan bile geçmezdi. Rus olan, Rusça konuşan Müslüman bir kadın... Annemi ve kız kardeşimi hayal ettim. Şimdi en büyük arzum; babam, annem ve kardeşimle hacca gitmek, ve orada Efendiler Efendisi'ni ziyaret etmek! Dua et ağebey, ne olur, dua et! ' dedi.

    Yüreğime ansızın yayılan bir sızıyla nemlenen bakışlarımı yere indirdim. Göremedim ama, biraz önce içlerinde mutluluk okuduğum mavi gözlerinin bulutlandığını hissettim.

    Kimmiş o Rus kadını, biliyor musunuz, Hacı Kemal Ağabey? Yüreklerine sevgiyle aktığınız yüzlerce insandan biri: İrina... Ona şimdi 'Meryem Ana' diyorlar. Küçük kızı Teresa'yı, Ozan Beyle; büyük kızı Aleksi'yi de, Yücel Beyle evlendirmiş ve İnegöl'e yerleşmişler. Onlar da artık Teresa ve Aleksi değil. Biri Elif, ötekisi Merve... 'Bizim Hacı Kemâl'in vefatından bir gün sonra Müslüman olduk.' demiş. Seyrettiğim kasette Tacikler sizin için; 'Bizim Hacı Ata' diyorlardı. Bunu yadırgamamıştım. Fakat bir Rus'un dudaklarında, sizin için çiçeklenen 'Bizim' kelimesi karşısında şaşırmaz mı insan? Rusların Hacı Kemâl'i! .. İrina'nın, yani Meryem Ana'nın bir torunu olmuş, adını Yusuf Kemâl koymuşlar. Kimbilir daha kaç tane Rus, Tacik ya da gönüllerine aktığınız ayrı coğrafyaların insanları torunlarına 'Kemâl' adını verecekler. Vermeliler de... Adınız yaşamalı, ruhunuz da adınızı taşıyan bedenlere hayat olmalı.

    Sonra bugün, yanıma, çok uzaklara gönderdiğimiz bir Abdullah geldi. Maraş'tan, Burma'ya gönderdiğimiz bir Abdullah...

    Abdullah, yedi sene önce dilini, dinini, havasını, suyunu bilmediği bu Budist diyarına gittiğini söyledi. Tek başına... Şimdi orada bir kolej yükseliyormuş Hacı Ağabey.

    'Yalnızlığınızdan, yapayalnızlığınızdan bir kolej nasıl yükseldi? ' diye sordum. 'Allah' dedi, mihnetle titreyen dudakları... Allah... Bir kutlunun gözyaşlarını coğrafyalarda filizlendiren Allah...

    Ve devam etti, bizi büyüleyen, uzak diyarlardan gelen Abdullah: 'Burma'ya gittiğimde, on beş gün boyunca bir otel odasında âdeta mahpus kaldım. Ne yapayım deyip duruyordum kendime. Sonra tıraş olur, berberle; alış-veriş yapar, bakkalla; et alır, kasapla dost olurum; ama önce -varsa- kardeş ülkelerin konsolosluklarıyla irtibata geçeyim dedim. Zira Burma'da bizim konsolosluğumuz yok. Ülkemiz adına yalnızız orada. Zaten bütün dünyadan ancak on yedi ülke konsolosluk açmış. İlk olarak gittiğim Pakistan Konsolosluğu'nda bir buçuk saat bekletildikten sonra kabul edildim. Konsolosa Türkiye'den geldiğimi, kıtalararası bir eğitim seferberliği başlattığımızı, bu niyetle burada bulunduğumu anlattım. Konsolosun gözleri bir-den parladı. Ayağa fırlayarak yanıma geldi, kırk yıllık dost hasretiyle bana sarıldı; ardından, 'Bizim Hacı Kemâl'i bilir misiniz? ' dedi. 'Ben Tacikistan'da çalışırken onunla tanıştım.' Bana bazı porselen tabaklar göstererek: 'Bu tabakları bana Hacı Kemâl Kütahya'dan getirip hediye etti.' dedikten sonra, beni arabasına bindirerek orada pek çok insanla tanıştırdı ve bana referans oldu. Böylece yalnızlığımızın hüzün tomurcuğundan Burma'daki kolej fışkırdı.'

    Kütahya'dan götürdüğün porselenler, fethettiğin bir kalpten; Burma'nın fakir coğrafyasına bir kolej olarak yansıdı Pakistanlıların Hacı Kemâl'i.

    Siz beni tanımıyorsunuz, doğrusu ben de sizi yeterince tanımıyorum. Ama gönlüm size karşı sevgiyle dopdolu. Babamın vefatından sonra ona hiç ağlayamadım. Fakat şu an sizin için ağlıyorum, gönlümün Hacı Kemal'i.

    Seksen arkadaşını Bizans İmparatoru'ndan kurtaran Abdullah bin Huzafe'yi, Medine'de karşılayan Hz. Ömer'in, yanındakilere: 'Şimdi hepiniz kalkacak Abdullah'ın başını öpeceksiniz, zira o baş, seksen arkadaşımızın kurtulmasına vesile oldu.' dediği gibi; inanıyorum ki siz de buradan göçtüğünüzde, Ömer'i, Hz. Ömer yapan Gönüller Sultanı; yanına Ebu Bekirlerini, Ömerlerini, Osmanlarını, Alilerini alarak, sizi karşılamış ve şöyle demiştir: Şimdi hepiniz kalkacak Hacı Kemâl'imi alnından öpeceksiniz. Zira o baş, yüzlerce insanın ebedî hayatının kurtulmasına vesile oldu.

    Saatler, bahar havasını yaşadığım bu şubat gecesinin ikisini vuruyor. Bugün, Sevgililer Günü... İnsanlar gönüllerine sevgili yaptıklarına bugün ne verecekler bilemiyorum. Ben yalnızca bir Fatiha'yla beraber, birkaç damla gözyaşıyla yazdığım bu iki satırlık mektubu buutlar arası bir sevgi 'Sızıntı'sına katacağım. Okursunuz değil mi, Hacı Ağabey?

  • birinci ahmed

    14.04.2003 - 17:07

    İlâhî
    Dil hânesi pür-nûr olur
    Envâr-ı zikrullah ile
    İklîm-i ten ma'mûr olur
    Mi'mâr-ı zikrullah ile

    Her müşkil iş âsân olur
    Derd-i dile dermân olur
    Cânun içinde cân olur
    Esrâr-ı zikrullah ile

    Gamgîn gönüller şâd olur
    Dembesteler âzâd olur
    Gümgeşteler irşâd olur
    Âsâr-ı zikrullah ile

    Zikreyle Hakk'ı her nefes
    Allah bes bâkî heves
    Bes gayrıdan ümmîdi kes
    Tekrâr-ı zikrullah ile

    Gör ehl-i hâlün fırkasın
    Çâk etdi ceyb-i hırkasın
    Devreyle zikrün halkasın
    Pergâr-ı zikrullah ile

    Terk et cihân ârâyişin
    Nefsün gider âlâyişin
    Bu cân ü dil âsâyişin
    Efkâr-ı zikrullah ile

    Bahtî sana ikrâr eder
    Tevhîdini tekrâr eder
    İhlâsını iş'âr eder
    Eş'âr-ı zikrullah ile

    Şiirinden Örnekler

    GAZEL

    İlâhî senden özge mesnedim yok
    Rızâdan özge yâ Râb hâcetim yok

    Zaîfim bî-kesim her demde yâ Rab
    Ki senden özge Rabb-i müşfikim yok

    Kapındır ehl-i derdin devâsı
    Kapından gayrı yerde hâcetim yok

    Müşerref et visâlinle İlâhî
    Visâlin gibi lezzet dünyâda yok

    Visâl-i Hakk'a kim ki erdi Bahtî
    Anın bu fâni mülke cünbüşü yok

    GAZEL

    On bir aydır gideli biz de çekerdik hicrân
    Merhabâ etdi bizimle yine şehr-i ramazan

    Gelmesi ola mübârek kademinden umarız
    Toylaya ni'met ile halk-ı cihânı Yezdân

    Şehr-i İslâm'ı kudûmiyle çü etdi teşrîf
    Hoş tutarlarsa n'ola hürmet ile pîr ü cüvân

    Ehl-i dil etse n'ola ismini dilde tesbîh
    Ki şühûr içre anı kıldı mu'azzez Sübhân

    Her minâre demidir ola kandîl ile zeyn
    Bahtiyâ kim verir ol vaz'-ı hüsün âleme şân

  • birinci ahmed

    14.04.2003 - 17:07

    BAHTİ (I. Ahmed)

    Dr.Selim HANCIOĞLU

    III. Mehmed'in oğlu I. Ahmed,28 Nisan 1590 tarihinde Manisa'da dünyaya gelmiştir. Sultan Ahmed, babasının vefâtı üzerine 22 Aralık 1603 tarihinde tahta çıkmıştır. Sultan Ahmed, tahta çok genç yaşta çıktığı için iyi bir eğitim görme fırsatı bulamamıştı. Ancak okumaya çok meraklı olduğu için Harem-i Hümâyun'da bir kütüphane yaptırdı.
    I. Ahmed, âbid, zâhid ve sanatkâr bir şahsiyet idi. Devrin mânâ erenlerinden Aziz Mahmud Hüdâyî'nin feyizlerinden istifade eden I. Ahmed, 'Bahtî' mahlâsıyla şiirler de yazmıştır. I. Ahmed'in, Bahtî mahlâsını almasıyla ilgili olarak Hasodalı Yusuf Ağa tarafından şu hâtıra nakledilmiştir: 'Sultan Ahmed abdest alırken suyunu ben dökerdim. Kışın en şiddetli günlerinde bile soğuk su isteyen padişah, bir gün: 'Ayaklarım hamal ayağı gibi' dedi. Bunun üzerine: 'Padişahım, meşhur meseldir, ayağı büyük olanın bahtı açık olurmuş...' diye karşılık verince, padişah: 'Belî, bilürüm, Bahtî mahlâsını ol sebepten aldım, dedi.' (Kayaalp 1999: 88)

    Bahtî'nin şiirlerinde dinî konular ön plândadır. Özellikle onun 'Kadem-i Şerîf' hakkında yazdığı şiirin hikâyesi dikkat çekicidir. Rivayete göre Sultan Ahmed, Hz. Peygamber'in mübarek ayak izi bulunan taşı Kayıtbay Türbesi'nden İstanbul'a getirtmiş ve önce Eyüp Camii'ne koydurtmuş, Sultan Ahmed Camii bitince de buraya naklettirmiştir. Bu sırada, rüyasında Peygamber Efendimiz'in divanında yargılandığını görür. Memlûk sultanlarından Kayıtbay, kendisini Peygamber Efendimiz'e şikâyet etmede ve 'Kadem-i Şerif' resmini geri istemektedir. Peygamber Efendimiz de bunun alındığı yere verilmesi gerektiğine hüküm verirler.

    Rüyasını Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretlerinin de bulunduğu bir ulemâ topluluğuna anlatan I. Ahmed, buradakilerin de tabiri neticesinde, 'emanetin geri gönderilmesi'ne karar vermiştir. Ancak padişah, Peygamber Efendimiz'e olan saygısından dolayı, 'Peygamberimiz'in mübarek kademi' şeklinde bir sorguç yaptırmış ve bunu cuma ve bayram günlerinde hilâfet sarığına takmıştır. Bahtî, bir tahta üzerinde nakşedilen Kadem-i Şerif'in kenarına şu meşhur kıt'ayı yazmıştır:

    'N'ola tâcum gibi başumda götürsem dâim
    Kadem-i nakşını ol hazret-i şâh-ı rusülün
    Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sahibidür
    Ahmedâ turma yüzün sür kademine o gülün'

    Ava ve silâh kullanmaya meraklı olan I. Ahmed, okçuluk talimine ve cirite de ilgi göstermiştir. Şeyhi Aziz Mahmud Hüdâyî'ye bağlılığı neticesinde özellikle Hüdâyî'nin şiirlerinin tesirinde, 'ilâhî' tarzında güzel örnekler vermiş olan Bahtî, şeyhinin bazı şiirlerine nazireler de yazmıştır. Rivayete göre, padişah Aziz Mahmud Hüdâyî'ye 'pederim' şeklinde hitap edermiş. Kaynaklarda, I. Ahmed ile Hüdâyî arasındaki samimi ilişkiyi gösteren pek çok anekdot yer almaktadır. Bunlardan biri şöyledir: 'Sultan Ahmed, henüz on beş yaşında iken, bir gün şeyh efendi sarayda abdest alıyormuş. Sultan Ahmed, bizzat gelip şeyhin eline su dökmüş ve annesine de havlu tutturmuştu. Bu sırada Sultan Ahmed, şeyhine: 'Efendim, bir keramet gösterir misiniz? ' der. Hüdâyî de: 'Şevketlü, abdest alırken padişah suyu döker ve Vâlide Sultan da havlu tutarsa, size bundan büyük keramet gösterilebilir mi? ' diye karşılık vermiş.'

    İstanbul'un önemli selâtin camilerinden biri olan Sultanahmet Camii'ni yaptıran I. Ahmed,31 Aralık 1609 tarihindeki temel kazısında, eline kürek alarak bizzat çalışmıştır. Sultanahmet Camii,1617 yılında tamamlanmıştır.

    I. Ahmed, çok merhametli ve feraset sahibi bir padişah idi. Özellikle kardeş katli gibi halkta nefret uyandıran bir geleneği kaldırması ve 'hanedanın en büyük mensubunun tahta geçmesi' kuralını getirmesi, önemli icraatlarındandır.

    Hattatlıkla da iştigal eden Bahtî, bir Divânçe sahibidir. Bahtî, şiirlerinde sâde ve bir dil kullanmıştır. Divânçe'nin tek nüshası Millet Kütüphanesi'nde (Ali Emiri Efendi, manzum nr.53) bulunmaktadır. Bu eser üzerinde bir inceleme yapan Dr. İsa Kayaalp; Divânçe'de, 'beş münâcât, üç na't, ramazan hakkında dört manzume, Ebû Eyyûbe'l-Ensârî ile Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hakkında birer methiye, babası III. Mehmed hakkında bir mersiye, on bir tarihî gazel, bir terci-i bend, on yedi gazel, Şeyhü'l-İslâm Yahyâ Efendi'nin bir gazelini tahmis, dört tarih, otuz altı murabba, üç şarkı ve dört beyit' tespit etmiştir.

    Bahtî'nin bazı şiirleri bestelenmiştir. Daha ziyade dinî ve tarihî muhtevalı şiirler yazmış olan Bahtî'nin; dil ve üslûp bakımından tekke şairlerinin tesirinde kaldığı söylenebilir. Onun şiirlerinde Allah'a iman, peygamber sevgisi, ramazan ve bayram övgüsü önemli bir yer tutmaktadır. Ebû Eyyübe'l-Ensârî ve Mevlânâ gibi din büyüklerini de metheden Bahtî; özellikle gazellerinde aşk, rintlik, bahar gibi türün genel özelliklerine uygun konulara yer vermiştir. Bahtî, otuz altı rubâî yazarak bu nazım şekline önem verdiğini de ortaya koymuştur. O, hacim olarak küçük sayılabilecek eserinde, kaside, gazel, ilâhî, terci-i bent, tahmîs, şarkı, müfred vb çeşitli nazım şekillerine yer vermiştir. Divânçe'de bulunan ilâhî ve şarkı türleri, Bahtî'nin Halk ve Tekke edebiyatına ilgisini de ortaya koymaktadır.

    Ne gariptir ki Osmanlı Hânedanı'nın on dördüncü padişahı olan I. Ahmed, tahta on dört yaşında çıkmış ve tam on dört yıl saltanat sürmüştür.

    I. Ahmed,22 Kasım 1617 tarihinde, henüz yirmi sekiz yaşında iken vefât etmiştir.

    Kaynaklar
    -Ak, Coşkun, Şair Padişahlar, Kültür Bak. Yay., Ankara,2001.
    -İsen, Mustafa; Bilkan, Ali Fuat, Sultan Şâirler, Akçağ Yay., Ankara,1997.
    -Kayaalp, İsa, Sultan Ahmed Divanı'nın Tahlili, Kitabevi, İst.1999.

  • çanakkale ağlar

    01.04.2003 - 17:22

    ÇANAKKALE AĞLAR! ...

    M. Sacit ARVASİ

    Çanakkale'ye her baktığımda, Gelibolu bir damla yaş gibi Ege'ye süzülür. Sanki memleketimin haritası ağlar. Gelibolu'ya her baktığımda, Boğaz'ın köpüklü suları içimin kıyılarına vurur, sonra kelimeler kanatlanır kalbimden. 'Hey Gelibolu derim, onca yiğit sende Hakk'a yürümüşken, neden göğe şahlanmıyorsun da hicranlı bir yaş gibi denize uzanıyorsun! ' Boğazın köpüklü suları kıyılarına vurur; 'İki yüz elli bin can.. iki yüz elli bin tane can...' yankıları hıçkırık olur, Gelibolu ağlar.
    Zaman, fırtınalara tutulduğumuz zamanlar... Rüzgârların yelelerimizi dağıttığı, aslan cesametimize 'hasta adam' dendiği zamanlar. Sonunda kara ağızlar ferman keser: 'Çanakkale'den... İstanbul'a varalım; hançerimizi tam kalbinden vuralım.' derler ve korkunç zırhlılarla yola çıkarlar. Hem kendilerinden o kadar emindirler ki, hesaplarına göre havalar müsait olursa iki hafta sonra Boğaz'a demirleyeceklerdir. İstanbul'u aldıklarında kullanacakları paraları bile beraberlerinde getirirler. Banknotlar gemilere dizilir, sandıklar ağlar. Bu hülyalarla İngiliz şilinglerine Osmanlıca 'gümüş kuruş' yazılır, hatt-ı sülüs ağlar. Havadisler yıldırım hızıyla yayılır, postanelerde telgraflar ağlar. Azınlıklar 'muzaffer haçlılar'ı karşılama heyecanına kapılırlar. Boğaz'a nazır balkonlar kiralanır, cumbalar ağlar.

    Zaman; cephelere savrulduğumuz zamanlar... Yemen, Kafkasya, Galiçya şimdi de Çanakkale... Ve her evden bir yiğit... Her evden bu kaçıncı yiğit. Ama yine de 'Git! Minareler ezansız, camiler Kur'ansız kalacaksa sen de git.' denerek, son yongalar uğurlanır, analar ağlar. Körpe yavrular koklanır, saçlarından bir tutam kesilir, hatıra için sarılır, mendiller ağlar. Nice genç kızın muradı Çanakkale'nin yollarına dizilir, kaç nişanlının elleri veda eder, kaçının kınası ağlar.

    Çanakkale içinde vurdular beni
    Ölmeden mezara koydular beni
    Ağıtlar yakılır, türküler ağlar.

    Ve yurdun dört bir yanından şehit namzetleri dökülür Çanakkale'ye. Düşmanın alnına değecek yalın bir pala, göğsüne inecek birer süngü gibi dizilirler siperlere. Artık geride ev bark, çoluk çocuk; ne ana, ne de yâr... Hepsinin hayali, dökerek oluk oluk kanlarını, ya şehit olmak ya da gazi; ama ille de karış karış toprağına yazarak, 'Çanakkale geçilmez, Çanakkale geçilmez! '

    Ve bir sabah Ege farklı bir tonda döver Gelibolu'yu, deniz hazin hazin kıyılara vurur, dalgalar ağlar.

    Sene; 1914 bir sonbahar günü... Gri renkli ölüm makineleri görünür, ufuklar ağlar. Korkunç zırhlılar menzilin dışında kalıp tabyalarımızı darmadağın ederken, Mehmetçik hayıflanır, imkân ağlar. Yine de birer birer Boğaz'ın serin sularına gömülürler. Gelibolu'nun kayalarına çarpmayan gemiler, Mehmetçiğin göğsüne çarpar ve paralanır. Boğaz'ın çılgın sularından kurtulanlar, şehitlerin kanında boğulurlar. Ve bir bahar sabahı, Mecidiye tabyası darmadağın edilir. On altı yiğit şehit olur, geride Koca Seyit ağlar. Sonra 'La havle ve la kuvvete' deyip mermiyi sırtlar, okkalar ağlar. Merdivenlerini üç kere inip çıkarken obüslerin, kemikleri çatırdar, basamaklar ağlar. Tarihler on sekiz martı gösterirken, Oşin serin suları boylar; denizin geçit vermeyeceğini anlarlar. Çıkarma yapmaya karar verilir, karalar ağlar.

    Ve kahramanlar geçer Çanakkale'nin topraklarından. İlk çıkarmanın Ertuğrul koyuna yapılacağı sezilir, Ezineli Yahya Çavuş gürler: 'Vatanımın toprakları namusum kadar kutsaldır. Düşman bu topraklara ayak basmamalıdır.' der ve altmış üç neferle akşama kadar üç bin düşman öldürülür, kahramanlar parmaklarını ısırır, Zal oğlu Rüstem ağlar.

    Mehtap deresinden, bir orduya bedel bir Teğmen Mehmet Selim geçer. Sabah namazıyla beraber takımını bir süngü savaşına kaldırır. Talihsiz bir kurşun benzin bidonlarına isabet eder, aynı anda Selim Teğmen tutuşur. Fakat kararmaz cesedi ışıl ışıldır, güneş ağlar. Daha kimler, daha kimler... Birer birer değil, yiğitler bölük bölük, alay alay şehit düşer. Sisli bir nisan sabahı 57. Alay komutanı araziye yayılmış beyazlıklar görür ve takım komutanına bu beyazların ne olduğunu sorar. Takım komutanı, sabahleyin düşmana hücum emrini almış 57. Alay'ın, Rablerinin huzuruna temiz çıkmak için çamaşırlarını yıkadıklarını söyler; bu beyazlıklar, onların ak niyetleridir, der. Ertesi gün bütün alay, Hakk'a pervaz eder, kuşlar ağlar.

    3. Tabur'da bir kınalı er, tabur komutanı Sabri Beyin dikkatini çeker. Kınanın sebebini sorar, Yozgatlı Murat mahcup olur, boynunu büker. Hemen annesine yazar; 'Kardeşlerimin başına kına yakma mahcup oldum, zabit efendi sorduğunda.' der, cevabını bekler. Ana cevap verir: 'Ey oğlum, gözümün nuru Murat'ım! Zabit efendiye selam söyle, biz kurbanlık koçları kınalar öyle kurban ederiz. Sen dört kardeşin arasında kurbansın. Sen İsmail'sin. Sen orada şehit olacaksın İnşaallah. Kurbanlık koçlar nasıl kınalanırsa, ben de onun için senin saçını kınalayıp gönderdim.' Kınalı Murat, mektubu almadan kurban olur, bıçaklar ağlar.

    Bir savaştır ki, Çanakkale içindeki her şey ağlar. Şehit olan sevinçten, gazi olan teessürden ağlar. İmkân zalim elde olduğuna, mavzer Mehmed'imin elinde patlamadığına ağlar. Düşmanın habis ayağıyla kirletildim der, Seddü'l-bahir ağlar; boğdum hepsini birer birer der, Boğaz ağlar. Hepsinin üstüne: 'Çanakkale geçilmez! Hani Çanakkale geçilmezdi.' der, toprağıyla dövünür, Çanakkale ağlar.

    Ağla Çanakkale! Yıllarca döktüğün hicranlı yaşlara bedel bir daha ağla Çanakkale. Karaya oturmuş gemiye gözyaşlarıyla yeniden rota tutturanlara ağla. Bir anlamsız tutkunun izinde diyar diyar dolaşan ruhların yeniden formunu yakalamasına ağla. Bir ideal uğruna Anadolu'ya gelip ölenlere mukabil, Anadolu'dan dünyanın dört bir tarafına giden ve ancak bir ideal uğruna yaşayan gençlerine ağla. Ağla sevinç gözyaşlarıyla ve kanatlan! Müjdeler götür toprağından Hakk'a uçanlara. Kanınız boşa akmadı de! Bir nesil filizleniyor, kanınızı akıttığınız yerlerde de. Dilin sussun, hatıraların konuşsun Çanakkale!

    Savaşlardaki kızıl hatıralarını okşayıp sevinç gözyaşları dökerken şehitler, sen de onlarla beraber bulut bulut ol. Yağmur yağmur in filizlenen altın neslin üzerine. Koca Seyit'in kudreti ol, Mülazım Mehmet Selim'in cesareti; Yahya Çavuş'un yüreği, Kınalı Murat'ın teslimiyeti... Yürü damarlarına, şahlansın her biri, aksın kıtalara, coğrafyalarda baştan başa bahar, sarsın her yeri.

    Şimdi bir kez daha ağla. Feryatların duyulmamış cinsten olsun. Muradı senin için yaşamak ve sende ölmek olanlarla, arana okyanusların girmesine ağla. Şimdi bir kez daha ağla Çanakkale! Ama aczden değil, yalnızca bir Mekke mahzuniyetiyle olsun. Ağla bir ulu divanda, ki gözyaşların Asa-yı Musa gibi yarsın okyanusları, yol olsun. Ve dönsün gurbet mahkumları, vatanın gerçek evlâtları. Dönsün! Şehitler aşkına bir kez daha ağla, feryadın tutuştursun bütün denizleri, okyanuslar buhar olsun. Gerçek sahiplerinle arandaki engeller kahrolsun, duman olsun, yok olsun.

  • yusuf islam

    23.03.2003 - 13:57

    Bu John TABLOR’un 1999 yılında Cat STEVENS’la - İslam’ı kabul ettikten sonraki ismiyle Yusuf İSLAM’la -yapmış olduğu bir söyleşidir.

    Yusuf İSLAM’ın Çocukluğu

    John TABLOR: Şarkılarınızın pek çoğu çocuklarla ilgili. Çocukluk anılarınızın bunda etkisi var mı? Çünkü çocukluğunuzu geçirdiğiniz yer oldukça özel bir yer.

    Yusuf İSLAM: Evet, çocukluğum şehrin batı kısmının merkezi diyebileceğimiz bir yerde geçti. British Museum’un da bulunduğu bu çevrede birçok tiyatro, cafe ve sinema bulunuyordu. Büyüdüğüm yerin yetişmemde önemli etkileri olduğunu düşünüyorum
    Sonra Drury Sokağı’nda bulunan okula gittim. Orası öğrenmenin tadını almaya başladığım ilk yerdi. Tabi ki bir Hıristiyan - Roma Katolik okuluydu. Fakat bu hayatımdaki ilk sıradışılıktı. Çünkü ben Yunan Ortadoksuydum. Dolayısıyla yaptıkları pek çok şeye katılamıyordum. Bana ahlaktan, cennet ve cehennemden bahsediyorlardı. Ayrıca İsa’yı da anlatıyorlardı. Fakat genelde sadece ahlaki şeyleri ve 'iyi' olmam gerektiğini vurguluyorlardı.

    Ancak dışarıdaki dünyaya baktığımda, o bulunduğum çevrede, 'iyi' olarak nitelendirebileceğim pek az şey vardı. Hayatın paradokslarıyla karşılaşmam ilk o zaman oldu. Tabi daha küçük bir çocuktum ve her çocuk gibi hayallerim ve umutlarım vardı. Ve sanıyorum bunlar benim sanatımı ve ifadelerimi etkiledi. Dünyayı algılayışımda, onu yorumlayışımda ve bunları kelimelere döküşümde çok etkisi oldu. Bu durum beni bizzat çocuklarla birlikte olma ve onlarla çalışma yoluna sevketti. Şu aralar eğitimle ilgileniyorum. Dört tane okul işletmekteyim. Çocukları çok seviyorum ve onlarla birlikte olmaktan çok zevk alıyorum.

    Yusuf İSLAM’ın Hayatındaki Dönüm Noktası

    John TABLOR: Popüler müzikteki kariyerinizin iki bölüme ayrıldığını görüyoruz. Ve tabi 'Matthew and Son ' o ilk bölümün en önemli albümü. Siz ayrıca bir pop yıldızı olarak 'I Love My Dog', 'The First Cut is the Deepest', 'Here’s Comes My Baby' gibi albümlere de imza attınız. Fakat daha sonra önemli bir engelle karşılaştınız ve tüberküloza yakalandınız. Bunda özel hayatınızın da etkisi var sanıyorum. Özellikle bu hastalık hayatınızı değiştiren fevkalade olaylardan biri gibi geliyor bana. Belki de onlardan ilki.

    Yusuf İSLAM: Çok doğru. Bana olanlarla ilgili çok dikkatsizdim. Sizinde söylediğiniz gibi bir pop yıldızı olarak çok hızlı yaşıyordum ve bir dereceye kadar eğlendiğim de söylenebilirdi.

    Fakat diğer taraftan çok çalışıyordum. Bir hayli yorucu oluyordu. Dolayısıyla pek düzenli bir hayatım yoktu. Gece geç saatlere kadar çalışıyordum, hatta bir gecede 2 - 3 programa katıldığım oluyordu. O zaman herkes gibi içki ve sigara da kullanıyordum.

    Fakat bunun hesabını bir şekilde ödemem gerekiyordu ve o da başıma gelen bu hastalık oldu galiba.20. yüzyılda bu hastalığı çoktan yendiğimizi düşünmeme rağmen tüberküloza yakalanmıştım. Bu hastalığa yakalanınca sahnelere ara verdim ve iyileşebilmek için istirahata çekildim.

    İşte o an, hayat ve anlamı hakkında tekrar düşünmeye başladım. Nereye gidiyordum. Bu düşünceler bende büyük değişikliklere sebep oldu. İstirahatta geçirdiğim süre bunları düşünmem için fevkalade bir olanak sağladı. Çok önemli aslında; maalesef hayatın akışı içerisinde durup düşünecek pek zaman bulamıyoruz.

    Yusuf İslam Amerika’da

    John TABLOR: 'Tea for the Tillerman' adlı albümü çıkardıktan sonra haklı bir ünü yakaladınız. Albümünüz milyonlar sattı. Bu durum sizi nasıl etkiledi?
    Daha sonra bir Amerika turunuz oldu. Amerika’yı nasıl buldunuz?

    Yusuf İSLAM: Bu tur aslında modern dünyayı anlamamda çok önemli bir etken oldu. O günlerde bir yıldız olabilmek için Amerika’da ses getirmeniz gerekiyordu. Ben de o dağa tırmanarak bunu başardım. Fakat genelde bunu takip eden eğlence ve heyecan ani bir depresyon yaratır. İşte o zaman, dönüp ' Dur bakalım, Hepsi bu mu? ' diye sorarsınız kendinize. Ve bir sona gelmişsinizdir. Bu sefer ya yaptıklarınızı tekrarlayacaksınızdır ya da farklı bir şey bulmak zorundasınızdır. Sanıyorum benim yaptığım ikincisiydi.

    Bir seferinde Rio’da da aynı şeyleri yaşamıştım. Aslında bir müzisyen için oldukça güzel bir yer. Herkes müzikle iç içe. Ama gene aynı soru 'İdeal olan ne? ' İşte bu nokta kendimi mutlu ve huzurlu hissedebileceğim yeri bulana kadar dönüp dolaşıp geldiğim nokta.

    Yusuf İslam Kur’an’ı keşfediyor.

    John TABLOR: 70 lerin başından ortalarına kadar oldukça büyük bir üne kavuştunuz. Daha sonra 'Back to the Earth' adında bir albüm yaptınız. Ama yeterince ilgi görmedi. O albümden sonra sanki popülaritenizin sonuna gelmiş gibiydiniz. Bu acaba yeni bir şey keşfetmenizin sonucu muydu?

    Yusuf İSLAM: Evet, hayatımdaki başlıca dönüm noktası o albümü yaptığım zamanlara denk gelmişti. Daha yeni yeni İslam’ı keşfetmeye başlamıştım. Bu da bana hediye edilen bir Kur’an sayesinde olmuştu. Daha önce üzerinde hiç düşünmemiştim ama hediye edilen Kur’an’ı okuyordum. Aynı zamanda bir pop yıldızı olarak normal hayatıma da devam ediyordum. Konserler için yolculuklara çıkıyordum, büyük stadyumlarda şarkılar söylüyordum ancak oteldeki odamda yalnız kaldığımda sessizce kendime sadece Kur’an okuyordum. Benim için iki hayat vardı artık. Hayatımdaki en güzel ses Kur’an’dan kopup gelen ses olmuştu. Yıllardır aradığım motivasyon işte buydu. Daha fazla zevk alamadığım şeylerle uğraşmaya son verdim. Bunun yanında hala müziği seviyorum. Ama güzel bir hayat için şarkı söylemeyi bırakıp güzel bir hayat yaşama yolunu seçtim. Bir idol olmak yerine otobüse binen, basit işler yapan normal bir insan olmaya karar verdim. Ve gerçekten ilk başladığım yere geri döndüm. Bir çocuğun, harikulâde umutlarla süslediği 'iyi' bir yaşamın yaşandığı 'iyi' bir dünyaya. Ama bu sefer nasıl elde edebileceğimi keşfederek.

    Boğulmaya çok yaklaşmıştınız.

    John TABLOR: Aslında bu daha öncede yazılmıştı. Siz bir gün boğulma tehlikesi geçirmiş ve kurtulmak için dua etmişsiniz. Bu olay siz Kur’an okumaya başlamadan önce miydi?

    Yusuf İSLAM: Evet bu kronolojik olarak ben Amerika’da, oldukça popülerken, başımdan geçen bir olaydı. Malibu’da bir arkadaşımın deniz kenarındaki evinde olmuştu. Bana kimse yüzmek için uygun bir zaman olmadığını söylemedi. Hani bilirsiniz insanlar bazen yapmamaları gereken şeyleri yaparlar. İşte bende yapmaman gereken bir şeyi yaptım ve daldım suya. Fakat bir müddet sonra akıntının çok kuvvetli olduğunu hissettim ve sahile doğru yüzmeye çalıştım ama bir türlü yapamıyordum İşte tam o anda, bilirsiniz insanın kim olduğunun tam olarak farkına vardığı ve kimden yardım isteyeceğini anladığı o anda, ' Allah’ım, eğer beni kurtarırsan bundan böyle hep senin için çalışacağım' diye dua ettim. Ve bir dalga geliverdi. Ben de dalganın yardımıyla var gücümle sahile doğru yüzdüm. Şüpheci bir insan bunun bir tesadüf olduğunu söyleyebilir. Ama eğer bu ölümle yaşam arasında bir tesadüfse o zaman çok önemli oluyor.

    Yeni bir İsim

    Yusuf İSLAM: Cat Stevens safhasını aştım ve Müslüman oldum. Dolayısıyla yeni bir isme ihtiyacım vardı. Sonunda Kur’an’ı okurken benim için yeni bir kapı açan Yusuf kıssasının olduğu bölüme geldim ve Yusuf ismini çok beğendim. Kendime de yeni isim olarak YUSUF’u seçtim.

    Yusuf İSLAM: İngiltere’de en popüler Müslüman.

    John TABLOR: İngiltere’deki en popüler Müslüman olmanız hakkında ne düşünüyorsunuz. Bu sizi endişelendiriyor mu? Durumunuzdan memnun musunuz?

    Yusuf İSLAM: Bu benim asıl maksadım falan değil aslında. Ben İslam’ı seçince, her ne kadar normal biri olmak istemiş olsam da, insanlar benim söylediklerime ilgi duyuyorlar. O açıdan söyleyecek bir şeyim olduğunda bunu dile getiriyorum, insanlar da dinliyorlar, bu da beni mutlu ediyor.

    John TABLOR: Peki İngiltere’den ayrılmayı düşünüyor musunuz?

    Yusuf İSLAM: Aslında her adalı sıcak ve rahat sahillere gitmek ister. Ama en sonunda yaşam insanlarla beraber güzeldir. Ben burada yapacak yeterince iş olduğuna inanıyorum.

  • solaklar

    23.03.2003 - 13:18

    Onların nekadar sıkıntı çektiklerinii yakın zaman kadar anlamamıştım; ama okuduğum bir yazıda onların bir fincana kahve doldururken bile cezveyle cebeleştiklerini anlatıyordu...

    ''Örneğin köpüklü kahve pişirmek. Neden köpüksüz oluyordu benim kahvelerim? Neden hep köpükleri mutfak tezgahında makus talihimi öngören kahve falları gibi yayılıyordu? Maalesef olay benim beceriksizliğimden değil, ‘sağak’ cezvelerden kaynaklanıyordu. Olaya anında müdahale ettim, evde kalma riskimi azaltmak için Çıkrıkçılar Yokuşu’na gittim ve bakır bir cezveyi sağak orijininden solak versiyonuna çevirttim. Oh be! Ne kadar kolaymış cezveden fincana, bardağa bir şeyler boşaltmak! O gün bu gündür mutfakta biraz olsun rahatladım ve biricik cezvem de çeyizimin en nadide parçası oldu! ” '

    Onlar için değildi yapılanlar sağlaklar herşeyi kendilerine göre yapıyorlardı...
    fakat onalr özel oldukalrını biliyorlar ve bunu düşünmekte de hiç haksız deiller..neden mi?
    A. Einstein, Picasso, Leonardo Da Vinci, Arif Sağ, Sergen Yalçın, Cengiz Çandar, Napoleon Bonaparte, Bill Clinton, George (baba) Bush, Charlie Chaplin... Amerika’nın son 10 başkanından 7 tanesi solak...
    işte buyuzden...
    biz sağ elimi kullanıyoruz, onalrsa sol ellerini ve her zaman ki gibi azınlık olan hatırlanmaycağı üzre onalrı unutuyoruz, çoğu şeyi unuttuğumuz gibi...

Toplam 1546 mesaj bulundu