Ağlayan bir çocuktur; güzel gözlerinden damlalalar ardı ardına akar...
Hatırlayan onu işte bu haliyle hatırlar, kapağındaki ağlayan çocuk resmiyle...
Oldukça düzeyli ve kaliteli bir dergi..
Elimden geldiğince buraya dergiden alıntılar yapmaya çalışacağım...
Dedikleri gibi, kitabı okumadan, sırf duyduklarından onun ne anlattığını bilemezsin..
İsmet Özel, İslamcılarla bağını kopardığını açıkladı. Daha sonra görüşlerine başvurulan, Özel'i eskiden, solcu olduğu yıllardan tanıyan kimileri bunun beklenen, hatta geç kalmış bir çıkış olduğunu söyledi. 'İsmet'in' diyordu bu kişilerin bazısı 'solculuğa gelirken de İslamcı olurken de gerekçeleri aynıydı.' Özel'in kendisi de buna benzer şeyler söylüyor. Anlaşılan meseleyi bir ahlak meselesi olarak koyuyor.
Fakat, şairin, Milliyet'te, Ahmet Tulgar'a yaptığı açıklamaları biraz daha dikkatle okuyunca işin başka boyutları olduğu da göze çarpıyor. O açıklamalarda bir öfke görülebiliyor. Özel, kendisinin önemsenen fakat kenarda tutulan birisi olduğunu vurguluyor. Buna da bir tepkisi var. O zaman akla şu geliyor: Özel belli ki, bir iktidar aramış. Onun yerine kendisine saygı sunulmuş sadece. Şimdi, buna sinirleniyor.
Bu çıkışını Özel kimi 'somut' gerekçelere dayamaktan da uzak durmuyor. Onların içinde bir tanesi çok çarpıcı. Özel, toplumun kültürünün İslam olduğunu, o nedenle Müslümanların siyaset yapmasının ve kendilerini tanımlamasının daha kolay göründüğünü belirttikten sonra, solun çok daha içten ve namuslu olduğunu dile getiriyor.
O zaman ilk soru insanın kafasında düğümleniyor: bir zamanların 'militan' solcusu İsmet Özel o kampı neden terk etti?
Özel, bu nedenleri, 'Waldo Sen Neden Burada Değilsin' başlıklı otobiyografisinde çok 'masumane' açıklamıştı. Daha kitap çıktığında yazdığım bir yazıda söylediğim üzere gerekçesi bütünüyle varoluşsaldı. Özel, dünyayı değiştirmek düşüncesinden vazgeçiyor veya geçmiyordu, o yeterince açık değildi ama, kendi varoluşuna önce solun dogmatizmi ve kurulu düzeni içinde bir yer aramış,12 Mart darbesiyle oradan savrulup bu defa İslam'a sığınmıştı. Anlaşılan tek başına, birey olarak, özgür ve bağımsız kalamıyordu. Kendi varlığının anlamını ancak bir üst kimliğin tanımında bulabiliyordu.
Bu, sadece onda görülmeyen, birçok insanda karşılaşılan bir durumdu. Fakat, başka bir 'özel'liği vardı onun: İsmet Özel, solculuğunda da İslamcılığında da bir 'dava adamı' olarak sivriliyordu. Dergi çıkarıyor, bir hayli iddialı ve yüksek sesli şiir yayımlıyor, kitap çıkarıyor, kısacası bir 'eylemci' olarak hareket ediyordu. İnsanları bulunduğu ideolojiye çağırıyordu. Sonuç olarak ona inananlar, onun yoluna baş koyanlar vardı. Fakat bir süre sonra Özel şu ya da bu gerekçeyle sırtını dönüp gidiyordu. Bir sorumluluk duygusu ve hesabı yoktu.
O kadar yoktu ki, Özel, her iki durumda da yazdığı şiirin söylemini, tarzını, gönderisini değiştirmiyordu. Kısacası sorumluluk duymuyordu Özel ama kesin bir haklılık duyuyordu. Nerede olursa olsun, ne söylerse söylesin, hangi ideolojiye bulaşırsa bulaşsın Özel daima haklıydı. Epeyce şişkin ve katı bir egonun yarattığı o kişilik algılamaları zaten insanın kendisinde 'hata' aramasına engeldir. O kişilik sadece onanmak ve izlenilmek ister.
İsmet Özel, kendisini daima bir aydın olarak tanımladı ve tanımlattı. Bir zamanlar çok kullanılan o tabirle söylemek gerekirse 'döneklik' bu bağlamda bir meziyet ve bir erdem olarak da sunuldu. Oysa bu kesin bir kolaycılıktı. Çünkü, aydın olmanın göstergesi dönmek değil. Önce eleştirel olmak. Sonra mesafeli olmak. Nihayet sorumlu olmaktır. Üstelik, bunlar bir ideolojiyle iç içe olmaya engel değil. Tersine, ancak bu nitelikleri taşıdığınız zaman aydın olmanın gereğini yerine getirebilir, tavır alır, 'muhalif' olabilirsiniz.
Bir ideolojiden diğerine savrulmaksızın ve haklılığınızın, öyle bir beklentiniz varsa, hem de tarihsel olarak onaylandığını görerek!
İmar Bankası'nın portföyünde olmayan devlet iç borçlanma senetlerini (DİBS) müşterilerine sattığı biliniyor. Peki imar Bankası kaç paralık bono sattı? Bu konuda rivayet muhtelif. Bir BDDK yetkilisine göre şu ana kadar hesaplanan miktar 600 trilyon. Bu, yeterince korkutucu bir rakam. Ama dünkü Hürriyet gazetesinde rakamın katrilyona kadar vardığını öne süren bir haber vardı.
Büyük soru şu: 600 trilyon ya da 1 küsur katrilyon, bu kadar parayı devletine borç olarak verdiğini sananlara geri ödenecek mi ödenmeyecek mi?
Geçen hafta bu köşede DİBS konusunu ele almaya çalışmış, meselenin çözümsüz kalmasının ciddi bir güven krizine yol açabileceğini söylemiştim. Hâlâ da öyle düşünüyorum. Düşünün, piyasanın elindeki DİBS'lerin yarıdan fazlası vatandaşın elinde. Ve vatandaşlar bu DİBS'leri direkt Hazine'den almadılar, çoğunlukla bu alışverişe bankalar aracılık etti.
Güven krizinin iki boyutu var:
Birincisi, acaba DİBS'leri aldığımız bankanın portföyünde gerçekten o DİBS'ler var mı? İmar Bankası olayında gördüğümüz gibi banka bize DİBS sattığı halde kendi portföyünde bunlardan olmayabiliyor. İmar Bankası için geçerli olan bu örneğin başka bankalarda geçerli olmadığının güvencesi var mı?
İkinci boyut, DİBS'leri almamıza aracılık eden bankanın başına bir şey gelmesi halinde biz devlete verdiğimiz bu borcu geri alabilecek miyiz?
1994'te el konulan TYT Bank ve Marmara Bank'ta DİBS sahipleri paralarını alamadı.
Ama buna karşılık son birkaç yılda el konulan bankalarda (Egebank dahil) bir DİBS sıkıntısı yaşanmadı; herkes parasını aldı.
İmar Bankası ise gerçekten özel ve tekil bir örnek. Bu banka, DİBS sattığını söyleyerek vatandaştan 600 trilyon ya da 1 katrilyon lirayı almış, ama gerçekte bu parayı alıp iç etmiş.
Şöyle de yapabilirlerdi: Kendi matbaalarında kalp para basabilir, vatandaş gerçek parasını bankaya yatırır, sonra çekmek istediğinde ona bu sahte parayı da verebilirlerdi.
DİBS sahtekârlığını ancak buna benzetebilirim. Olmayan bir DİBS'i vatandaşa satmanın sahte para basmaktan pek bir farkını göremiyorum. Ama sahte para basmak çok ağır bir suç; buna karşılık olmayan DİBS'leri pazarlamak herhalde o kadar büyük bir suç değil.
Neyse, Uzanlar ve bankadaki suç ortakları herhalde yaptıklarını hesabını mahkemelere verecekler. Şimdi önemli olan İmar'dan DİBS aldığını sanan ve 600 trilyonla 1 katrilyon arasında parasını kaptıranların durumu.
Doğal olarak iki seçenek var: 1. Bir yasa çıkarılıp bu paralar o 'zede'lere
ödenecek; 2. Ödenmeyecek.
Kolay olanı parayı ödememek. Öyle ya, Hazine hesabına bir para girmediğine göre bu parayı Hazine'nin ödemesi de söz konusu olamaz. Vatandaş kimden ne aldığını iyi takip etmeli. Güvenilmez adamdan DİBS alırsanız başınıza böyle şeylerin gelebileceğini de varsaymalısınız; dolayısıyla başınıza bir şey gelecek olursa da hesabınızı doğrudan Uzanlar ve suç ortaklarıyla görürsünüz.
Zor olanı ise parayı ödemek. Sonuçta bu DİBS'leri alan toplumun geri kalanıyla kıyaslanınca küçük bir azınlık. Büyük çoğunluğun cebinden para alıp azınlığa aktarmak da kolay değil. Ama öte yandan bu aktarma yapılmazsa
Hazine'nin bundan sonra borçlanması o kadar kolay da olmayabilir; daha doğrusu vatandaş parasını doğrudan Hazine'ye vermek yerine başka yerlerde değerlendirmeyi düşünmeye başlayabilir.
O yüzden, yazının başında söylediğim güven mekanizmalarını kurmak zaten şart. Yani vatandaş bir bankadan DİBS almak istediğinde bilecek ki,
hem o bankada o DİBS'ten gerçekten var, hem de bankanın başına bir şey gelse bile kendi DİBS'si hep onun olarak kalacak, banka hesaplarına aktarılmayacak.
Zor işler bunlar...
İsmet Berkan Radikal 18.08.2003
Son birkaç gündür İmar Bankası'nda olup bitenler ve Uzan ailesinin yaptıklarıyla ilgili gerçekten inanılmaz hikâyeler dinliyorum, inanılması güç bazı belgeler görüyorum.
Her şey aslında heyecanlı bir polisiye film gibi gözükmeye başladı bana. Çünkü olup bitenler, yapılanlar, kurulan planlar, hazırlanan tuzaklar vs. hepsi bana gerçek hayatta olmayacak şeyler gibi gözüküyor. Bütün bunları ancak hayal gücü çok kuvvetli biri uydurabilir sanki.
Ama hayır. Her şey olmuş. Üstelik bildiklerimiz, bütün gerçeğin onda biri bile değil belki.
Diyelim 100 lira yatırmak isteyen insanın parasını alıp resmi hesaba bunun sadece 10 lirasını yazmak, kalan 90 lirayı kayıt dışında bırakmak. Sonra ama o insanın her gelişinde ona sanki 100 lirası varmış gibi hesap vermek... Bu arada vergiden ve diğer yasal karşılıkları ayırmaktan kurtulmak...
Bu, akla gelse bile öyle herkesin cesaret edebileceği bir şey değil. Ama burada da bitmiyor...
Haziran ayının 21'inde aile bankayı elinde tutamayacağını anlıyor ve BDDK'ya çağrı yapıyor: 'Ya bankayı alın ya da bize kredi verin; çünkü her gün bankamızdan 20 trilyon lira çekiliyor, likidite sıkıntısına düştük.'
BDDK'dan olumsuz yanıt gelince aile 25 Haziran akşamı bankadaki yönetim görevlerinden istifa ediyor, durumu BDDK ancak bir gün sonra öğreniyor. O ara dönem, ailenin BDDK'dan ve daha çok da AKP hükümetinden intikam almak için yaptığı planlarını uygulamaya koyduğu dönem aynı zamanda.
BDDK,7 üyeli olması gerekirken sadece 4 üyeli. Hükümet aylardır boş koltukları doldurmuyor, o yüzden kurul karar alamıyor. Uzanlar da bunu biliyor herkes gibi.
Ve o dönemde, başka kimsenin aklına hayaline gelmeyecek başka bir şeye cesaret ediyorlar: Bankaya gerçekte olmayan kişilerin adına hesaplar açıyorlar, bu hesaplara olmayan paraları konmuş gösteriyorlar. Banka kayıtları şişiriliyor da şişiriliyor.
Ama gerçekte banka kayıtları bir yandan yok ediliyor, bilgisayar kartuşları siliniyor ya da bazı bölümleri şifreleniyor. Amaç belli: Bankaya el konulduğunda hesap sahiplerine para ödenememesini sağlamak.
Nitekim Uzanlar ilk partiyi kazandılar. Banka mudilerine hâlâ para ödenemedi. Çünkü kimin bankada kaç parası olduğundan kimse emin değil.
Uzanlar ile hükümet arasındaki satranç maçının ikinci partisi, BDDK'nın hesapları ortaya çıkarmasını daha da geciktirmek üzerine kurulu. Bu amaçla ailenin suç ortakları bankadan ayrılıyor. Bugüne kadar İmar Bankası'ndan 170 kişi istifa etmiş durumda. Bunlar şube müdürleri ve genel müdürlükteki her düzeydeki yönetici ve imza yetkisine sahip konumdaki insanlar.
Hayali hesapları yaratanlar da bu insanlar, vatandaşın parasını bankanın resmi kayıtlarına geçirmeyenler de onlar.25 Haziran'la 3 Temmuz arasında banka kayıtlarını yok eden, bilgisayar disklerini silen, tahrif eden ve şifreleyenler de onlar.
Yani ortada örgütlü bir soygun var. Ama burada da bitmiyor. İşin bir de yargı cephesi var.
3 Temmuz'da bankaya yeni yönetim atanmış ve göreve başlayacak. BDDK tarafından atanan yeni yöneticiler bankaya giremiyor. Çünkü yanlarında polis yok, savcı desteği yok. Neden sonra Mali Polis onlara yardımcı oluyor ve bankaya girilebiliyor.
Yargıda işler nedense hep çok ama çok uzun sürüyor. En basit yazışmalar istanbul Adliyesinden Şişli'ye beş günde ulaşabiliyor.
Suç duyurularının soruşturması yavaş ilerliyor. Gözaltına alınan ya da sorgulanmak istenen eski İmar Bankası çalışanları ya da Uzan çalışanları
'Benim bilgim yok' deyince hemen salıveriliyor.
Kısacası, hükümetle Uzanlar arasındaki satrançta, Uzanlara vakit kazandırmaya çalışan çok... Bakalım maçın sonu nasıl bitecek?
Göçen bir imparatorluk; işte onun kuruluşlarından biri;
Uzanlar için deniz bitiyor
İmar Bankası'nın bankacılık yapma izni kaldırılalı ve banka yönetimi BDDK tarafından devralınalı neredeyse 45 gün oldu. Başka bankalarda, bankanın devralındığı günün akşamı çıkan kamu zararı bilançosu İmar Bankası'nda hâlâ çıkarılabilmiş değil. Başka bankalara el konulduğunda vatandaşın mevduatını çekmesi ya da başka bankaya aktarmasında da hiçbir sorun yaşanmamıştı;
İmar Bankası'nda daha bir tek kişi bile parasını alabilmiş değil.
Neden böyle oldu? Daha önce 21 bankaya el koyan ve burada yaşadığı sorunların hiçbirini yaşamayan BDDK bu kez neden beceriksiz çıktı? Sahiden beceriksiz mi BDDK yoksa, ortada başkalarına hiç benzemeyen bir başka örnek mi var?
Sorunun en azından İmar Bankası'nda hesabı bulunan ve paralarına ulaşmak isteyenleri ilgilendiren bir boyutu bu. Ama bir de İmar Bankası ile hiç ilgisi olmadığı halde bu bankadan doğan zararı üstlenecek olan, vergileri ve diğer katkılarıyla Uzan ailesi ve bankanın bir kısım çalışanları tarafından bankadan alınan parayı ödeyecek olan bizler, yani sade vatandaşlar açısından yaşananlar var.
Vatandaş, devleti karşısında bir bütün olarak görür. 'Devlet' bir bankaya el koyduğuna göre, bu bankayı hortumlayanlardan da hesap sorar diye düşünür. Böyle düşünürken sonuna kadar haklıdır da... Çünkü 'normal' ülkelerde işler böyle yürür, özellikle adalet duygusunun incinmesine izin verilmez. Bir bankanın içinden milyarlarca doları çalanların eski hayat tarzlarına aynen devam etmesine ve vatandaşla alay etmesine izin verilmez.
Ama gelin görün ki burası Türkiye. Devletin her bakanlığı ve her kurumu kendine göre bağımsız biçimde çalışır. Devlet pek az defa gerçekten koordineli hareket eder, yasaların gereği pek az seferde bu koordineli hareketler sayesinde yerine getirilebilir. İmar Bankası'nda da durum bu. Şu an, Uzan ailesinin mal kaçırmasını önlemek için top Şişli Cumhuriyet Başsavcılığı'nda. Ama nedense burası konunun gerektirdiği hızda hareket etmiyor. Savcılıkta şimdiden çok sayıda suç duyurusu birikmiş durumda. Bunların büyük bir bölümü BDDK'dan geliyor. Ama sadece BDDK da değil,
konuya karapara açısından yaklaşan MASAK da Şişli Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulunmuş durumda.
Savcılık yavaş davranmakla suçlanıyor ama bu arada Uzan ailesi çok hızlı. Zaten başından beri devlet kurumlarının yavaşlığından çok iyi yararlanıyorlar. Bu yararlanma taa haziran ayında başladı, hâlâ devam ediyor. Son olarak bu ailenin elindeki cep telefonu operatörü Telsim de bu mal kaçırma operasyonlarının konusu edilmek istendi ama bu alanda başarılı olunması pek kolay değil; çünkü 'mal' ortada, öylece duruyor. Zaten yasalardaki boşlukları, hukuk sisteminin açıklarını ve yargıdaki insanların
zaaflarını kendi lehine kullanmada bu ailenin üstüne yok.
İmar Bankası'nda yok yok... Çifte kayıt var, çifte hesap var, sahte
isimlere hesap var, bakiyesiz hesap var, vergi kaçırma var, mevduat munzam karşılığı ve disponibilite kaçağı var, karapara aklama şüphesi var, sahte para basmakla eşdeğer tutulabilecek nitelikte bir suç olan hayali Hazine bonosu satışı var... Yani var oğlu var.
Buna karşılık BDDK ağır bir dille eleştiriliyor, 'Göz göre göre soyguna göz yumuldu' deniyor. Oysa durum bu kadar basit değil. Kayıtlarda gözükmeyen hesapların gerçekte olup olmadığını denetlemesi imkânsız BDDK'nın... Ve aslında Çukurova Elektrik ve Kepez'e el konulmasa, yani Uzan ailesi açısından saadet zinciri kırılmasa belki İmar Bankası'na hiçbir zaman bu operasyon da düzenlenmeyecekti; çünkü banka bütün denetimlerden başarıyla geçiyordu aslında. Değil BDDK, Uzanlar ve suç
ortakları dışında kimse hayali hesapların varlığını bilemezdi.
ÇEAŞ ve Kepez'e el konulduğunda, BDDK İmar Bankası'na durumunu sordu. Aylardan hazirandı. Uzanlar, biraz etkileneceklerini ama sağlam olduklarını söylediler. Oysa durum o kadar da iyi değildi. Bankadan her gün 20 trilyon liralık mevduat çekiliyordu, işler giderek kötüye gidiyordu.
21 Haziran'da Uzanlar, BDDK'ya başvurarak likidite sıkıntısına düştüklerini
söylediler, 'Ya bize kredi verin ya da bankayı devralın' dediler. Bankaya kredi verilmesi söz konusu olamazdı, çünkü krediye teminat teşkil edecek Hazine bonosu yoktu bankada. Öte yandan BDDK bankaya el de koyamıyordu, çünkü kuruldaki üye sayısı karar sayısının altına düşmüştü. Neden sonra hükümet kurula beşinci üyeyi atadı, ancak ondan sonra İmar Bankası'yla ilgili karar alınabilir hale geldi. Ama bu arada Uzanlar 25 Haziran günü bankanın yönetimini terk etmişti bile...
İşte, ÇEAŞ'a el konulan 12 Haziran tarihiyle İmar Bankası'nın bankacılık yapma izninin BDDK'ca kaldırıldığı 3 Temmuz arasında ne olduysa oldu. Bankanın kayıtları yok edildi, karartıldı. BDDK hâlâ bankanın 'defteri kebiri'ni bulabilmiş değil. Bankada kimin kaç parasının olduğu çözülemeyen bir muamma gibi. Bankadaki toplam mevduat miktarı hakkında hâlâ sadece spekülasyon yapılabiliyor, kimi 5 katrilyon diyor, kimi 8.5... Oysa BDDK'daki son denetim raporlarında bankada toplam 750 trilyon mevduat gözüküyor, bankanın toplam riski ise 1.3 katrilyon seviyesinde gibi duruyordu.
İşte bu yüzden BDDK hükümetten yardım istedi ve şu an sadece Uzan ailesi için gibi duran ama aslında gelecekte bu çeşit şeylere kalkışacakları caydırmayı da amaçlayan bir yasa çıkarıldı. Yasanın ikinci fıkrası şöyle:
'.... banka tarafından yetkili mercilere beyan edilen sigortaya tabi tasarruf mevduatı tutarı ile Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu tarafından tespit edilen tasarruf mevduatı arasında bir fark bulunması halinde, bu fark nispetince, bankanın yönetim kurulu ve kredi komitesi başkan ve üyeleri ile genel müdür, genel müdür yardımcıları, imzaları bankayı ilzam eden memurları ve şube müdürleri ile yönetim ve denetimini doğrudan veya dolaylı olarak tek başına veya birlikte elinde bulunduran ortaklarının, kendilerine, eşlerine ve çocuklarına ait bankalar ve banka dışı mali kurumlar ile diğer gerçek ve tüzel kişiler nezdindeki, kiralık kasa mevcutları da dahil olmak üzere, hak ve alacakların dondurulmasına, her türlü mal, hak ve alacakları üzerindeki tasarruf yetkisinin tamamen veya kısmen kaldırılmasına, mal, kıymetli evrak, nakit ve diğer değerlerin zaptına, bunların bir tevdi mahalline yatırılmasına ve hak ve alacakların üzerine diğer tedbirlerin konulmasına, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu'nun talebi üzerine ilgili bankanın merkezinin bulunduğu yerdeki Sulh Ceza Hâkimi, yargılama sırasında ise mahkeme tarafından karar verilebilir.'
Şimdi bu uzun fıkrayı TMSF yasalaşır yasalaşmaz harekete geçirmek istedi ve bu amaçla üç gün önce, yani çarşamba akşamı bir karar aldı. Karar, çarşamba akşamı saat 23.00'te, yani hiç geciktirilmeksizin Şişli Adliyesi'ne götürüldü ama adliyede nöbetçi savcı ve hâkim yerine sadece güvenlik görevlileri vardı.
Bunun üzerine TMSF ve BDDK yetkilileri perşembe sabahı 08.30'da yeniden adliyeye gittiler. Gün boyunca uğraşılmasına rağmen bürokratik işlemlerin uzunluğu ve karmaşıklığı yüzünden ancak cuma sabahı ilgili mahkemeden tedbir kararı çıkarılabildi.
Ancak kararı çıkarmak yeterli değildi, bunu bir de uygulamak lazımdı ve kim uygulayacaktı? TMSF, dün bütün gün bu sorunu çözmeye uğraştı ve nihayet akşam saatlerinde, binbir güçlükten sonra kararın İcra Dairesi tarafından infaz edilmesini sağlayabildi.
Yani, Uzanlar bir günde şirketlerin içini boşaltırken devletin yasaların gereğini yerine getirmek üzere altyapı oluşturması bile iki günden fazla zaman alabiliyordu.
İmar Bankası'nın öyküsü anlatmakla bitecek gibi değil.
O yüzden konuya önümüzdeki hafta da devam edeceğim...
İsmet Berkan/ 16.08.2003/Radikal
Dili iyi kullanamama; hayatımızın her alanında kişi gözetmeksizin karşılaşabileceğiniz bir durum/bozukluk...
Yaşıyorsanız hata yapmamanız kaçınılmazdır, ister işinizde, ister konuşmanızda, ister davranışlarınızda...
İşte onlardan biri: Anlatım bozukluğu..
Zaten doğru anlatsanız da kaç kişi tarafından hakkınca anlaşılaşacaksınız ki? :))
Geçenlerde Okan Bayulgen cnn turk teki bir programda turk sinemasının yılda ancak 3-5 film çevirdiğinden ve eskiye nazaran bu sayının ne kadar düşük olduğundan ve bu sebeple ulkemizde bir sinema sektoru olduğunun şüpheli olduğundan bahsettmişti.Buraya ekleyeceğim yazıda hem bu konuya değiniliyor hem de birkaç gun önce kaybettiğimiz Kazım Kartal a;
Hayal perdemiz kararırken...
Kâzım Kartal ölmüş; Türk sinemasının kötü adamları birer birer aramızdan ayrılırken Yeşilçam’ın beyaz perdesini de karartıyorlar.
Garip olan şu: Eski filmlerde Erol Taş, Hüseyin Baradan, Danyal Topatan, Ahmet Tarık Tekçe, Bilal İnci gibi kötü adamların “kötülük olsun” diye giriştiği icraatları şimdiki nesle komedi gibi görünüyor; demek ki nesiller arasında dramatik olanı algılama bakımından bir kırılma meydana gelmiş. Bu önemli; önemli çünkü kötü adamların seyircide uyandırmakla görevli olduğu dehşet, iğrenti, vahşet veya zulme uğramışlık hissi nitelik değiştirmiş; şimdiki nesil iyilik kadar kötülük unsurlarını da Amerikan sinemasından öğreniyor. Düşünün bir kere, “Kuzuların Sessizliği” filmindeki kurbanlarının boğazını dişleriyle parçalayarak öldüren manyak doktorun yarattığı gerilimle, sözgelişi Cüneyt Arkın’ın Battal Gazi filmlerinden birinde ehl–i küfürün kılıçla kafasını koparması aynı şey midir? İlkinde kanınız donar, önlenemez bir intikam hissiyle dolarsınız; ikincisi oyun gibi, seyirlik, zararsız, hatta gereğinden fazla abartıldığı için insana dehşeti unutturan eğlenceli bir şeydir. Nitekim yeni neslin afacanları, bizim ayıla bayıla seyrettiğimiz eski yerli filimlerin bazı repliklerini mizah sitelerinde yayınlayarak dalgalarını geçiyorlar. Buyrun birkaç klasik Cüneyt Arkın repliğinden örnekler size:
“Eğer bunun cevabını doğru vermezsen seni hayatının sonuna kadar sakat bırakırım..., Eski polisler buna Azrail’in sesi derler..., Oğlumun tedavisi için patronlardan alacağım her kuruş rüşvet, ülkemde doğan her yavrunun gelecek güzel günlerini karartan bir lekedir! .., Ooo, Bizans kargası Pelamon da burda demek? .., Ben buraya soylu amcan Polemon’la soylu babanı öldürmeye geldim..., Leon gibi bi iblisten senin gibi bir melek nasıl türemiş hayrettir! ..., Yarın sabah güneş doğana kadar şu kollarımın ucuna iki tane aslan pençesi takacaksın! ”
Tamam hepimiz gülüyoruz ama altın çağlarına rahmetli Kâzım Kartal’ın ucu ucuna yetiştiği dönemin sinemasını hâlâ yerli yerine koyamamış olmanın eksikliği bellidir; entel sinemacıların “sinema tüccarları, sanattan anlamayan hırbolar” diye aşağıladığı yapımcılar, yöneticiler, senaryo yazarları yeni öğrenmeye başladıkları sinema diliyle aslında halk hikâyesi anlatıyorlardı ve bu işi entel sinemacı kuşağından daha iyi yaptıkları bence su götürmez gerçektir. Türk sinemasını televizyon değil, sosyal gerçekçilik batırdı ve adeta kendiliğinden oluşan o cânım sinema dili kaybolup gitti. Şimdi gişe yapan yerli yapımların tek ortak özelliği var; Hollywood kalıplarını ve modern sinema tekniklerini kullanırken oyuncuları Türklerden seçmek ve Türkçe konuşturmak.
Avrupa Birliği’ne girmek konusunda bir anket yapılmış; miktarını tam duyamadım ama katılanların mühimce bir kısmı (yarıya yakını galiba) kendilerini Avrupalı hissetmediklerini söylemişler. Birkaç medya maydanozu yana yakıla, onlara çok garip görünen bu sonucu televizyonda tahlil ederlerken kulak misafiri oldum; sonucu şaşırtıcı değil gayet tabii buluyorum. Bütün ömrümce kendimi hiç Avrupalı hissetmedim. Konuyla alâkası şu; kendini Avrupalı hissetmeyenler kimlikleri hakkında tabii düşünenler insanlar; yemeğin tiridine ekmek banan, yerli film seyretmekten haz eden, semaver çayından hoşlanan, yaşayan Türkçe’yi yaşatmaya çalışan ve masal kadrini bilen insanlar. Böyle bir kategori ne derece sağlıklıdır bilemem ama kendini Avrupalı zannedenler, galiba yerli filmlerimizi çekilmez bulanların çoğunlukta olduğu bir kitle olsalar gerektir.
Hayâl perdemiz çöküyor; Türkler, yirminci yüzyıl boyunca yaptıkları en tabii ve en fazla kendilerine dair sanat ürünlerinin insan kadrosunu birer birer kaybediyorlar. Onların, beyaz perdenin dışında gündelik hayatın gailesi içinde debelenirken şikâyetlenmelerini dinlemek de hep aynı duyguyu uyandırıyor; emeklerinin karşılığını alamadıklarından, ahde vefa diye bir şeyin kalmadığından, unutulmaktan yakınırken onlar da vaktiyle emek verdikleri büyülü sinema ikliminden gerçek hayata dönüş mecburiyetinin acılarından şekvâ ederler hep.
Sinema perdesinde de olsa bir dünya kurmak azımsanacak iş değildir ve vaktiyle bizimkiler, o Hulusi Kentmen’ler, Mualla Sürer’ler, Efkan Efekan’lar, Eşref Kolçak’lar, Neriman Köksal’lar derme çatma imkânlarla böyle bir dünya kurabilmişlerdi; ağızdan dolma tüfek gibi senede ancak üç beş film çeken yeni Türk sineması, bize batılı dünyanın dram üslûbunu dikte etmeye çalışırken artık “kendisi” olamadığının farkında mıdır?
İsmet Özel ile 1960’ların ortalarında Mülkiye’de okurken tanıştık. Sanırım toplumda adalet arayışı bizi Türkiye İşçi Partisi saflarında buluşturmuştu.
Sonra sosyalizmin TİP’in temsil ettiğinden daha katı yorumlarının peşinden gittik. Ama 1970’lerde sosyalist teori ve pratiğinin uyandırdığı hayal kırıklığıyla İsmet, İslamcı görüşlere yöneldi; ben de sosyal liberalizme. Geçen hafta İsmet’in Milli Gazete’de yayımlanan bir yazısıyla “İslami hareketle bağlarını fiili ve ideolojik olarak” kopardığını okudum. Şu gerekçeyle: “İslami kesim AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte kelimenin tam anlamıyla yozlaştı; öncelik çıkar oldu.” (Milliyet,10 Ağustos)
İsmet Özel’in İslamcılığı neden terkettiğini anlamakta güçlük çekmiyorum, ama gerekçesi bana mantıklı gelmedi. Eğer Özel İslamcılığın yozlaşmamış bir yorumuna bağlı ise, AKP’nin yol açtığı “yozlaşma” karşısında, kendi yorumunu daha da büyük bir kararlılıkla savunması beklenmez miydi? Ya da: AKP artık “Muhafazakar Demokrat” olduğunu ilan ettiğine göre, İslamcılığın yozlaşmamış bir yorumunu benimseyen biri olarak bundan memnuniyet duyması gerekmez miydi?
Belki olan şu: İsmet Özel İslamcılık’ta da hayal kırıklığına uğradı, AKP’nin “yozlaştırması” bahane. Yine de eğer AKP’liler, kendileriyle birlikte Özel’i de İslamcılık’tan (ya da onun şiddetli olmasa da hayli katı bir yorumundan) vazgeçmeye yöneltmişlerse, ne isabet. Ve ne mutlu ki fikir değiştirmeye imkan tanıyacak ölçüde açık bir rejimde yaşıyoruz. Ve nihayet Özel, Türk sosyalizmi ya da İslamcılığı’na değil şiirine hatırı sayılır katkı yapmış bir yazar.
Kişilerin hangi siyasi görüşü benimseyecekleri, görüşlerini değiştirip değiştirmeyecekleri tamamen kendilerini ilgilendiren ve tümüyle temel hak ve özgürlükler alanına giren bir konu. Evet, bunun gerekçelerini açıklamak aydın sorumluluğunun bir parçası olarak görülebilir. Ama Özel’in açıklamalarında hepimizi ilgilendiren, görüşlerini değiştirmesinin nedenlerinden ziyade, şu “çıkar” ya da eski biçimiyle “menfaat” üzerine söyledikleri: AKP’nin başarısının İslami kesimi yozlaştırdığı, bu kesimde artık herkesin çıkar peşinde koştuğu iddiası.
Mesele şu: Herkesin çıkarının peşinden gitmesi bir yozlaşma belirtisi olarak yorumlanabilir mi? Eğer herkesin peşinde koştuğu haksız çıkar ise, herkes kanunlara ve ahlaka aykırı davranarak kendine ve yakınlarına maddi veya sair avantajlar sağlıyorsa, evet bu bir ahlaki çöküntü ve yozlaşma belirtisidir. Evet, herkesin kendi çıkarını düşünmesi halinde toplumun ortak çıkarının gerçekleşeceğine dair kökten liberal düşünceye katılmak da mümkün değildir. Zira herkes toplumun ortak çıkarlarını hiçe sayıyor ve sadece kendi çıkarını düşünüyorsa, bu ahlaki bakımdan tasvip edilemeyecek ve uzun vadede dönüp dolaşıp herkese zarar verecek bir durumdur. Ahlak ve hukuk kuralları da zaten bunun için vardır.
Geleneksel bir toplumda ferdin topluluktan ayrı bir kişiliği ve çıkarı olmayabilir. Ama modern bir toplumda kişilerin maddi veya sair çıkarlarının peşinden gitmeleri “normal” değil midir? Çıkarlarını korumasını bilmeyenler kusurlu (ağır bir nitelemeyle, enayi) sayılmaz mı? Yalnızca ortak çıkarı düşünen kimselerden oluşan toplumun bir kuruntu olduğu görülmedi mi? Demokratik toplumun temel üstünlüklerinden biri de çatışan çıkarların barışçı yollardan uzlaştırılması değil midir? İnsanların çıkarlarının ne olduğuna, başkalarının (örneğin bir diktatörün, bir partinin, bir ideolojinin) değil kendilerinin karar vermeleri, özgürlükçü bir toplumun temel vasıflarından değil midir?
AKP’nin herkesin kendi çıkarı peşinde gitmesine yol açarak İslami kesimi yozlaştırdığı iddiasını doğru bulmuyorum. Aksine bana öyle geliyor ki AKP, İslami kesimi yozlaşmaya değil, modern (ve demokratik) yaşamın gereklerine uygun davranmaya götürüyor. Daha önemlisi: AKP, İslami kesimi ve başkalarını, maddi ve sair çıkarlarına hizmet edeceğine inandırabildiği ölçüde başarılı olmuştur. AKP iktidarı bunu yapamadığı takdirde, tıpkı ötekiler gibi, geldiği gibi gider.
Uzanlar’ın kendisi Uzanlar olayının sosyolojik, adli ve giderek magazinel kısmını oluşturmakta. Sonuçta bu ‘münferit’ bir durum denebilir.
İşadamları arasında yer alan bir ailenin, sistemi kendi güç ve rant maksimizasyonu amacıyla bilinçli olarak kullandığı söylenebilir. Bu arada milliyetçi bir dil geliştirip, bu kimlikle bir siyasi parti kurmalarını da bu bağlama oturtabilir ve Uzanlar’ın milliyetçiliği kendilerini korumak üzere bir zırh gibi kullanmakta olduklarını öne sürebiliriz. Ne de olsa orada burada konuşan mafya üyelerinin de benzer bir dile sahip olduğunu hep duymuşuzdur… Oportünist zihniyetteki kişilerin resmi ideolojiyi emellerine kılıf yapmasının, bu resmi ideolojinin ‘kötü’lüğünü göstermediğini savunabiliriz...
Yukarıdaki gibi bir bakış tarzı gerçekten de epeyce rahatlatıcı. Ne var ki gerçekliğin sadece bir yüzünü, yani Uzanlar’ın eyleminin ahlaki temelini, o eylemi barındıran sistemden ayrımlaştırarak sorgulamakta. Oysa bu ülkede yaşamakta olan bizler için önemli olan Uzanlar’ın ne yapmış olduğundan ziyade, resmi ideolojinin Uzanlar’ı barındırmakta niçin bu denli uygun olduğu... Çünkü gelecekte yeni Uzanlar’ın çıkıp çıkmaması veya kendisini devlete yakın konumlandıran bazı ‘girişimcilerin’ Uzanca davranıp davranmaması buna bağlı.
Burada karşımızda farklı nitelikte bir soru var: Acaba bütün ideolojiler oportünizme aynı derecede açık mıdırlar, yoksa bazı ideolojiler oportünizmi barındırmaya daha müsait bir atmosfer mi oluşturmakta? Örneğin katılıma, iknaya, şeffaflığa, delegasyona ve yetki/sorumluluk bütünleşmesine dayanan demokrat bir çerçeve içinde oportünizmin barınması kolay olabilir mi? Tarih ve sosyoloji aksini ima ediyor. Ama nerede gizlilik, hiyerarşi, otorite temerküzü, hamilik ve hamaset varsa, orada oportünistlerin kendilerine yer bulmasının kolaylaştığını gözlemliyoruz.
Ancak siyasi tercihlerin salt çıkar modeli içinde şekillendiğini düşünmek belki de fazla basit bir varsayım... Belki de oportünizme eğilimli kişiler ‘doğal olarak’ da gizliliğe, hiyerarşiye, otorite temerküzüne, hamiliğe ve hamasete dayanan ideolojileri ‘doğru’ bulmaktalar. Belki de bize ‘doğru’ gelen ideolojiler, aslında sosyopsikolojik ihtiyaçlarımızın uzantısı... Çünkü unutmayalım ki biz eylemlerimizi bir ideolojiye uygun yaptığımızı zannederken; belki de aslında yaşanmakta olan, bize ‘doğru’ gelen ideolojinin eylemlerimizi kendi gözümüzde meşru kılmasıdır.
Dolayısıyla Uzanlar’ın samimi olarak otoriter zihniyete sahip birer milliyetçi olma ihtimallerini açık tutmak gerek. Nitekim Genç Parti’nin nasıl bir Türkiye istediğini anlatan tam sayfa reklamlarında şu ibare yer almaktaydı: “Devletinin ve milletinin menfaatlerini doğru tespit eden, bu menfaatlerin kaybedilmesi, ertelenmesi ve zedelenmesine tahammülsüz bir Türkiye.” Bu apaçık milliyetçi bir istek... Devlet ve milletten söz ediyor, toplumdan değil; devleti ve milleti belirgin bir menfaati olan bir özne olarak tanımlıyor; üstelik bu menfaatin doğru tespit edilebileceğini savunuyor... Dolayısıyla zihni temeliyle tutarlı bir milliyetçi tezle karşı karşıyayız. Aynı ilan şu ilkeye de yer vermekteydi: “Kendini, daima mutlak doğruyu bulmaya ve bilmeye mecbur tutan bir Türkiye.” Mutlak doğruların var olmakla kalmayıp, bilinebileceğini de savunan bir bakış... Bu ise otoriter zihniyetin gerçeklik ve bilgiye yönelik en temel önermesi...
Sonuç olarak Uzanlar’ın gerçek birer milliyetçi olmadıklarını söylememiz zor. ‘Milliyetçiler ahlaklı olur’ cinsli normatif tanımlamalarla da bu yükten kurtulmak mümkün değil. Çünkü asıl soru nasıl olup da milliyetçiliğin ‘bu tür insanları’ kuşatıp taşıdığı olmalı...
'uzancılık' yeni bir ideoloji, bir inanç, bir fikir, bir değer, bir sistem ya da bir din?
uzanlar ve onların milliyetçilik kavramı üzerine yoğunlaşması üzerine bir kaç yazı
Uzanlar niçin milliyetçi?
Olayın gündeme taşınması Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın Çukurova ve Kepez’e el koyması ile olmuştu.
Uzanlar’ın devletle yapmış oldukları sözleşmeye uymadıkları, ellerindeki imtiyazın yükümlülüklerini yerine getirmedikleri, durumu kendi tekelci konumları lehine kullandıkları, kamu mallarının tapularını üzerlerine geçirdikleri, kamu kuruluşlarından satın aldıkları enerjinin bedelini eksik ödedikleri ve bu arada da muhtemel müşteriler üzerinde şantaja kadar varan baskılar uyguladıkları ortaya çıkmıştı. Bugünlerde de Motorola ve Nokia’yı dolandırmalarının sonucu olan devasa tazminat miktarlarını okumaktayız. Anlaşılan Uzanlar dolandırma konusunda içle dışı birbirinden ayıran ‘millici’ bir tavra sahip değiller. Oysa seçimler sırasında ortaya çıkan Motorola dolandırıcılığı, birçok kişinin ‘helal olsun adamlara ABD’yi bile dize getirdiler’ demesine neden olmuş ve bu ihtilafın Genç Parti’nin oy oranını olumlu etkilediği bile öne sürülmüştü.
Uzanlar’ı kendilerine benzer birçok ‘iş’ adamından ayıran nokta, taşınması ve hazmedilmesi zor bir müdanaasızlık içinde davranmaları. Çünkü onlar yapmakla kalmıyor, yaptıklarıyla böbürleniyorlar da... Bu durum yolsuzluk denen olayın bile cılkının çıktığını göstermekte. Uzanlar Türkiye’deki yozlaşmanın kendi ‘rasyoneli’ doğrultusunda ‘gelişerek’ mantıksal sonucuna ulaşmasını simgelemekte. Muhtemelen Uzanlar iş hayatında ancak oportünist bir tavırla başarılı olunacağını; iş ahlakı denen şeyin bir yutturmaca olduğunu; genel ahlaki kodların enayiler için üretildiğini düşünmekteler. Hayatın sunduğu güç ilişkilerinin ahlaksızlığı ima ettiği bir dünyada, akıllı kişinin herkesten daha da ahlaksız olmaya çalışmasında bir gariplik yok...
Buradaki kritik nokta ahlaksızlığın meşru gösterilebileceği bir dünya algılamasının varlığıdır. Hiçbir dolandırıcı kendisini ‘iyi’leri suiistimal eden bir ‘kötü’ olarak algılamaz. Yaptıklarının rasyoneli zaten dünyada herkesin eline fırsat geçerse bu işleri yapacağı; yapmayanların kişisel zayıflık ya da korku nedeniyle bu işlerden uzak durduğudur. Somuta indirgersek, Motorola gibi şirketler çok mu ahlaki bir misyona sahiptirler ki, onları iş ortamında punduna getirerek zarara sokan bizler suçlanalım?
Dolayısıyla oportünist zihniyet açısından dünya, başkalarının kuyruğundan giden kişiliksiz takipçiler ile kendi fırsatlarını yaratan başarılı girişimciler olarak ikiye ayrılabilir. Bu noktadan hareket edersek, kişinin kendi başarısı için genel ahlakı zorlamasından daha doğal bir şey olamaz... Çünkü bu ahlak esas olarak o kişiliksiz takipçiler açısından işlevseldir; yeterince gücü olanlar ise söz konusu ahlakın dışında kalırlar ve (biraz felsefi olma pahasına diyebiliriz ki) gerçekten ‘özgür’ olurlar...
Böylece özgürlükle güç arayışını bir araya getiren bir anlayışa ulaşmaktayız. Bunun anlamı oportünistlerin kendilerini gücü kutsallaştıran ideolojilerin içinde gizlemelerinin kolaylığıdır. Çünkü güce dayanmanın ideolojik temeli ne kadar sağlamsa, sistem içindeki irili ufaklı fırsatçıların güce ulaşarak kendilerine çıkar sağlama çabası da o derece meşru gözükür. Öte yandan oportünist bakış kendisini meşrulaştırma yolunun güç elde etmekten geçtiğini bildiği için, gücü temel alan ideolojilerin destekçisi olur.
Uzanlar bu güce ulaşmak için gazete ve siyasi parti kurdular... Gücü temel alan bir ideolojinin kendi çıkarlarına olduğunu bildikleri için de milliyetçi oldular... Ama işin asıl püf noktası şuydu: Milliyetçiler de Uzanlar’a arka çıktılar... Bu milliyetçiliği herhalde biraz daha tartışmak gerekiyor.
gecenlerde kaybettiğimiz turk sinemamızın vazgeçilmez kotu tiplerinden biri, iki yuz elli den fazla filmde rol almış bir sanatçımız.
www.sinematurk.com/kisi.php3? kkodu=1626 - 35k linkinden hangi filmlerde rol aldığını görebilirsiniz
Coca-Cola firmasının Kolombiya'da bağlantılı olduğu yerel üretim firmalarına karşı yürütülen sendikal direniş dolayısıyla, bu ülkede bazı sendikacıların öldürüldüğü iddiasıyla başlayan protesto hareketi sonucu Dünya Sosyal Forumu 22 Temmuz 2003 tarihini Coca-Cola'ya karşı eylem günü ilan etti. Bu protestoların bir uzantısı olarak Türkiye'de de bazı kuruluşlar, başta eylül ayında yapılacak olan Rock'n Coke festivali etkinliği olmak üzere Coca-Cola'yı protesto çağrısı yapıyorlar.
Bu kuruluşlardan olan, BEKSAV'ın bana ulaştırdığı metinlerde, Coca-Cola firmasının Kolombiya bağlantısına ilişkin suçlamalarla birlikte, Coca-Cola'nın Irak petrolleriyle bağlantısından ve McDonald's ve Nestle gibi diğer bazı büyük firmalarında bu türden bağlantılarından söz ediliyor. Sonuçta, Coca-Cola protestosu, savaşa karşı duruş ile bağlantılandırılıyor.
O nedenle, kampanyanın adı 'Kan'a Kan'a Coca-Cola'. Ben Irak savaşı tartışmasının başından beri, ne Irak işgalinin, ne de genelde saldırgan ABD dış politikasının, tesadüfi veya arizi bir şey olmadığını düşünüyorum.
Yine, işgalin, ne sadece Bush ve etrafındaki aşırı görüşlülerle ve hatta ne de, bazılarının iddia ettiği gibi silah sanayii etrafında kümelenen bir lobinin işi olmadığı görüşünde olan biriyim.
ABD silah sanayii de, savaş lobisi de, ABD sanayiinin yan kolları. Yoksa, biskivü piyasasında kendine yer bulamayanlar, silah sanayiine yönelmiş ve mallarına pazar aramak için savaş çıkarıyor değiller. Savaşa silah sanayiinin olduğu kadar bisküvi sanayiinin de ihtiyacı var. Bunu görmek için Marx'ın 'Kapital'ini yeniden okumaya gerek yok, piyasa ekonomisi denen şeyin dünya ölçeğinde nasıl çalıştığından biraz haberdar olmak yeterli. Bu bakımdan, Nestle veya Coca-Cola veya başka bir dev şirketin Irak petrolleri bağlantısı olduğunu öğrenmek şaşırtıcı değil. Tam tersine, dünya çapındaki firmaların tanındıkları ürünleri ne olursa olsun, dünya çapında büyük kaldıkları sürece, petrolden de, dünyada olan biten savaştan da, barıştan da uzak kalmaları şaşırtıcı olurdu.
Bu koşullar altında, tek tek firmaların 'suç' künyesini çıkarmak da bir şey, ama siyasi bir duruş açısından daha genel bir değerlendirmeye ihtiyacımız var. Küresel kapitalizmin geldiği noktada, dünya hâlâ savaştan ve sefaletten kırılıyorsa bu, şu demek: kapitalizm iddia edildiği gibi, henüz vahşi dönemini geride bırakmış ve ehilleşmiş falan değil. Zira, belli ki, merkez ülkelerdeki kurallı kapitalizmin bedeli, çevre ülkelerdeki
kuralsız kapitalizm. Geçtiğimiz pazar Radikal İki'de, konuya ilişkin yazısında, Fatma Ülkü Selçuk, Coca-Cola firmasının, diğer ülkelerdeki bayi fabrikalarındaki çalışma koşullarını umursamadığını ileri sürüyordu. Doğru, ama neredeyse kaçınılmaz, çünkü, liberallerin iddia ettiği gibi, çevre ülkelerdeki kuralsız kapitalizm ve bunun siyasi karşılığı olan baskıcı rejimler, merkez sisteme ayak uyduramadıkları için değil, tam tersine merkezin ayakta kalması çevrede bu bedelin ödenmesine bağlı. Ve nihayet, yine liberallerin iddia ettiği gibi serbest piyasa savaşı önlemiyor, tam aksine hâlâ savaşa ihtiyaç duyuyor. Irak savaşı yeni emperyalist savaşların en dikkat çekici olanı.
Gelinen noktada, kapitalizme karşı, savunucularının da, muhaliflerinin de dikkate alması gereken büyük bir öfkenin birikmekte olduğu söylenebilir. Savunucuları, insanlık için en iyisi olduğunu iddia ettikleri düzenin, hiç olmazsa, şu aralar tüm vahşetini sergilemekte olduğunu görmeli ve ehlileştirilmesi lüzumuna kafa yormalılar. Muhalifleri ise, itiraz ettikleri tekil uygulamaların arkasındaki tüm işleyişi yeniden derin bir sorgulamaya tabi tutmak durumundalar. Yoksa, işi pişkinliğe vuran savunucuları karşısında, part-time muhalefetten öteye gidemeyen mızıkçı çocuklar olmak durumuna düşmeleri işten bile değil.
ben bir turkum ve turkiye denen bu memlekette yaşıyorum,
o bir kurt ve gerçekten benim sahip olduğum çoğu hakka sahip değil(di) , (uyum yasaları sağ olsun)
ah bu ayrımcılık!
ileriye doğru atılmak isteyen bir topluluğu yolundan etmenin en kolay yolu çok başlılık oluşturmaktır,
aynı bize yapılan ya da yaptığımız gibi...
umarım bu ayrım sona erer
radikal in cumartesi eki olan 'iki' de 'coco cola savaşları' başlıklı bir yazı çıktı, bu yazı da kısaca şu anlatılıyor: bu şirketin(coco cola comp.) daha faza kar elde edebilmek için sendikaya uye olarak haklarını arayan işçileri nasıl öldürdüğü....
kureselleşen(emperyalizmin bir başka versiyonu) bu koca dunya tek bir kultur olma yolunda, sorulması gerekeken kimin ve neyin kulturu?
coco cola da bir kultur, amerikan olanlarından..
ırak ta amerika piyasaya bir dergi surdu' Hi' adında, ilk önce bunu ucretsiz dağıtmayı düşünmüşler; ama daha sonra bunun sakıncalı olduğunu kanaatıne varmışlar ve dergiyi 2 dolardan piyasa sürme kararı hasıl olmuş.yetklili bir ağız derginin amacının amerikan kulturunu tanıtmak olduğunu söylemiş..eee bşka ne beklenebilir! .
ben coco cola yı gördüğümde onu bir içecek olarak göremiyorum, o benim gözümde küçük bir amerika.amerika kendi kulturunu bu değerlerle oluşturduguna göre o kulturun her uzvunda birazcık da olsa işgalci olan amerikanın tadı vardır, ister buzlu olsun, isterse limonlu...
coco cola tadlandırılmış bir kultur empozecisi, tatlıyı severim; ama içinde kan olan ve onunla yağrulan tatlıyı değil..
Müzik içinde farklı sesleri barıdırabilen; onlara bir 'ses hakkı' veren, onlara birlikte guzeli, daha guzel olmayı oğreten ve onları evrenselliğe taşıyabilendir.
Müzik zaten her notasinda, her tınısında, her sozunda evrenselliği barındırır...
İlk açılan özel tv kanalı interstar dı ve ilk yayın doneminde baya bir cizgi film, film vs. yayınladığı için onu çok sevmiştim; çünkü yıllarca tek kanala mahkum olmak epey sıkıcıydı...
o zamanlar cizgi film seyredebildiim için bu kanalı seviyordum; ama şimdi nerde bir'star' ibaresi gorsem aklıma hemen o tanıdık, bildik, aşina yuzler geliyor: uzanlar..
buyuzden artık 'star'ları sevmiyorum, çizgi film seyrettirseler bile de
hızlı gitmek manasinda, annemden başka kimseden duymadiğim bir kelime, ama çok hoşuma gidiyor.
kelimeyi soylerken bile ağzinizdan kayıveriyor,
soylenmesi kolay, tadi da guzel..
bu da su cola turca anketine benzedi(tadı guzel, içimi kolay demiş %80 nin uzerinde bir cogunluk)
Süleymaniye Camii’nde turistlere namaz nasıl anlatıldı?
1961’lerde maymunculuğun iyice alevlendirildiği günlerdeydi. Rahmetli Hacı Nazif Çelebi, Süleymaniye Camii’nde bir öğle namazı kıldırmış, turistler de etrafını alarak imam kıyafeti içinde iken kendisine sualler sormuşlardı. Bunlar itirazcı suallerdi.
Kimi, insanın maymundan türediğini iddia etmek istiyor, kimi de, ‘Seyrettiğimiz namazınızda niçin ayakta duruyor, eğiliyor, başınızı yere koyuyorsunuz. Bunun ne manası var? Bizim gibi sandalyeye oturun, papazın duasını dinleyin yeter.’ diyordu.
Rahmetli Hacı Nazif’in bunlara verdiği cevaplar hiç aklımdan çıkmaz. Ruhunu şad etmek niyetiyle size de arz edeyim seneler sonrasında.
Maymuncu turiste dönerek konuşan Çelebi şöyle dedi:
– Biz namazımızda önce ayakta, sonra rükuda, sonra da secdede oluyoruz. Bunun bir hikmet ve manası şudur: Ayakta iken ilk insan ilk babamız Âdem’in (elif) ini yazarız. Bunun için (elif) harfi gibi dimdik, upuzun dururuz.
Sonra rükûa eğiliriz. Bununla da Âdem’in (dal) ını yazmış oluruz. Geriye (mim) kalır. Onu da yere başımızı koyar (mim) gibi olur, öyle yazarız. Böylece her namazda babamız Âdem’in adını yazar, maymundan geldiğimizi iddia edenleri fiilen tekzip etmiş oluruz. Bunun için maymunculuk bizde tutunamaz.
İkincisine gelince:
Namazımıza ilk başladığımızda ayakta iken Rabbimizin üzerimizde tecelli eden sayısız nimetlerini düşünür, sonra bu nimetleri verenin huzurunda minnet ve şükranla eğiliriz. Ancak bu eğilmeyi de kâfi bulmayız, sonra kalkıp başımızı yere koyar, başımızla da minnetimizi dile getirmiş oluruz. Başımızı şunun için yere koyarız: Baş, bedenin tümünü de idare eden en yüce varlığımız, en kıymetli organımızdır.
Bununla demiş oluruz ki:
– Ey Rabbimiz, varlığımızın en kıymetli kısmı başımızdır. İşte huzurunda başımızı dahi yerlere sürüyor, sana olan minnet ve şükrümüzü en kıymetli varlığımızı yerlere koymakla ifade ediyoruz. Şayet başımızdan daha kıymetli bir organımız olsaydı onu da huzurunda iftiharla yerlere serer, minnet ve şükrümüzü onunla da ifade etmek isterdik. Bu açıklamalardan sonra rehber turistin cevabı şöyle oldu:
– Tamam tamam. Biraz daha anlatırsan grubumuza burada namaz kıldıracaksın.
Bu endişe yersiz değilmiş.
Bu sırada turistin biri Çelebi’ye yaklaşıp sordu:
– Bundan sonraki namazınız saat kaçta olacak? Anlattığınız manada bir namazı ben de aranıza karışıp kılmak istiyorum. Bana uygun geldi bu anlayış içinde ayakta durmak, eğilmek, başı yerlere koyup yaradana minnettarlığını ifade etmek. Bence de ibadet budur.
sızıntı
18.08.2003 - 14:46Ağlayan bir çocuktur; güzel gözlerinden damlalalar ardı ardına akar...
Hatırlayan onu işte bu haliyle hatırlar, kapağındaki ağlayan çocuk resmiyle...
Oldukça düzeyli ve kaliteli bir dergi..
Elimden geldiğince buraya dergiden alıntılar yapmaya çalışacağım...
Dedikleri gibi, kitabı okumadan, sırf duyduklarından onun ne anlattığını bilemezsin..
ismet özel
18.08.2003 - 14:24Yok hükmündedir
İsmet Özel, İslamcılarla bağını kopardığını açıkladı. Daha sonra görüşlerine başvurulan, Özel'i eskiden, solcu olduğu yıllardan tanıyan kimileri bunun beklenen, hatta geç kalmış bir çıkış olduğunu söyledi. 'İsmet'in' diyordu bu kişilerin bazısı 'solculuğa gelirken de İslamcı olurken de gerekçeleri aynıydı.' Özel'in kendisi de buna benzer şeyler söylüyor. Anlaşılan meseleyi bir ahlak meselesi olarak koyuyor.
Fakat, şairin, Milliyet'te, Ahmet Tulgar'a yaptığı açıklamaları biraz daha dikkatle okuyunca işin başka boyutları olduğu da göze çarpıyor. O açıklamalarda bir öfke görülebiliyor. Özel, kendisinin önemsenen fakat kenarda tutulan birisi olduğunu vurguluyor. Buna da bir tepkisi var. O zaman akla şu geliyor: Özel belli ki, bir iktidar aramış. Onun yerine kendisine saygı sunulmuş sadece. Şimdi, buna sinirleniyor.
Bu çıkışını Özel kimi 'somut' gerekçelere dayamaktan da uzak durmuyor. Onların içinde bir tanesi çok çarpıcı. Özel, toplumun kültürünün İslam olduğunu, o nedenle Müslümanların siyaset yapmasının ve kendilerini tanımlamasının daha kolay göründüğünü belirttikten sonra, solun çok daha içten ve namuslu olduğunu dile getiriyor.
O zaman ilk soru insanın kafasında düğümleniyor: bir zamanların 'militan' solcusu İsmet Özel o kampı neden terk etti?
Özel, bu nedenleri, 'Waldo Sen Neden Burada Değilsin' başlıklı otobiyografisinde çok 'masumane' açıklamıştı. Daha kitap çıktığında yazdığım bir yazıda söylediğim üzere gerekçesi bütünüyle varoluşsaldı. Özel, dünyayı değiştirmek düşüncesinden vazgeçiyor veya geçmiyordu, o yeterince açık değildi ama, kendi varoluşuna önce solun dogmatizmi ve kurulu düzeni içinde bir yer aramış,12 Mart darbesiyle oradan savrulup bu defa İslam'a sığınmıştı. Anlaşılan tek başına, birey olarak, özgür ve bağımsız kalamıyordu. Kendi varlığının anlamını ancak bir üst kimliğin tanımında bulabiliyordu.
Bu, sadece onda görülmeyen, birçok insanda karşılaşılan bir durumdu. Fakat, başka bir 'özel'liği vardı onun: İsmet Özel, solculuğunda da İslamcılığında da bir 'dava adamı' olarak sivriliyordu. Dergi çıkarıyor, bir hayli iddialı ve yüksek sesli şiir yayımlıyor, kitap çıkarıyor, kısacası bir 'eylemci' olarak hareket ediyordu. İnsanları bulunduğu ideolojiye çağırıyordu. Sonuç olarak ona inananlar, onun yoluna baş koyanlar vardı. Fakat bir süre sonra Özel şu ya da bu gerekçeyle sırtını dönüp gidiyordu. Bir sorumluluk duygusu ve hesabı yoktu.
O kadar yoktu ki, Özel, her iki durumda da yazdığı şiirin söylemini, tarzını, gönderisini değiştirmiyordu. Kısacası sorumluluk duymuyordu Özel ama kesin bir haklılık duyuyordu. Nerede olursa olsun, ne söylerse söylesin, hangi ideolojiye bulaşırsa bulaşsın Özel daima haklıydı. Epeyce şişkin ve katı bir egonun yarattığı o kişilik algılamaları zaten insanın kendisinde 'hata' aramasına engeldir. O kişilik sadece onanmak ve izlenilmek ister.
İsmet Özel, kendisini daima bir aydın olarak tanımladı ve tanımlattı. Bir zamanlar çok kullanılan o tabirle söylemek gerekirse 'döneklik' bu bağlamda bir meziyet ve bir erdem olarak da sunuldu. Oysa bu kesin bir kolaycılıktı. Çünkü, aydın olmanın göstergesi dönmek değil. Önce eleştirel olmak. Sonra mesafeli olmak. Nihayet sorumlu olmaktır. Üstelik, bunlar bir ideolojiyle iç içe olmaya engel değil. Tersine, ancak bu nitelikleri taşıdığınız zaman aydın olmanın gereğini yerine getirebilir, tavır alır, 'muhalif' olabilirsiniz.
Bir ideolojiden diğerine savrulmaksızın ve haklılığınızın, öyle bir beklentiniz varsa, hem de tarihsel olarak onaylandığını görerek!
H.Bülent Kahraman 18/08/2003 Radikal
cem uzan
18.08.2003 - 14:18Bu skandalın üstü örtülemez
İmar Bankası'nın portföyünde olmayan devlet iç borçlanma senetlerini (DİBS) müşterilerine sattığı biliniyor. Peki imar Bankası kaç paralık bono sattı? Bu konuda rivayet muhtelif. Bir BDDK yetkilisine göre şu ana kadar hesaplanan miktar 600 trilyon. Bu, yeterince korkutucu bir rakam. Ama dünkü Hürriyet gazetesinde rakamın katrilyona kadar vardığını öne süren bir haber vardı.
Büyük soru şu: 600 trilyon ya da 1 küsur katrilyon, bu kadar parayı devletine borç olarak verdiğini sananlara geri ödenecek mi ödenmeyecek mi?
Geçen hafta bu köşede DİBS konusunu ele almaya çalışmış, meselenin çözümsüz kalmasının ciddi bir güven krizine yol açabileceğini söylemiştim. Hâlâ da öyle düşünüyorum. Düşünün, piyasanın elindeki DİBS'lerin yarıdan fazlası vatandaşın elinde. Ve vatandaşlar bu DİBS'leri direkt Hazine'den almadılar, çoğunlukla bu alışverişe bankalar aracılık etti.
Güven krizinin iki boyutu var:
Birincisi, acaba DİBS'leri aldığımız bankanın portföyünde gerçekten o DİBS'ler var mı? İmar Bankası olayında gördüğümüz gibi banka bize DİBS sattığı halde kendi portföyünde bunlardan olmayabiliyor. İmar Bankası için geçerli olan bu örneğin başka bankalarda geçerli olmadığının güvencesi var mı?
İkinci boyut, DİBS'leri almamıza aracılık eden bankanın başına bir şey gelmesi halinde biz devlete verdiğimiz bu borcu geri alabilecek miyiz?
1994'te el konulan TYT Bank ve Marmara Bank'ta DİBS sahipleri paralarını alamadı.
Ama buna karşılık son birkaç yılda el konulan bankalarda (Egebank dahil) bir DİBS sıkıntısı yaşanmadı; herkes parasını aldı.
İmar Bankası ise gerçekten özel ve tekil bir örnek. Bu banka, DİBS sattığını söyleyerek vatandaştan 600 trilyon ya da 1 katrilyon lirayı almış, ama gerçekte bu parayı alıp iç etmiş.
Şöyle de yapabilirlerdi: Kendi matbaalarında kalp para basabilir, vatandaş gerçek parasını bankaya yatırır, sonra çekmek istediğinde ona bu sahte parayı da verebilirlerdi.
DİBS sahtekârlığını ancak buna benzetebilirim. Olmayan bir DİBS'i vatandaşa satmanın sahte para basmaktan pek bir farkını göremiyorum. Ama sahte para basmak çok ağır bir suç; buna karşılık olmayan DİBS'leri pazarlamak herhalde o kadar büyük bir suç değil.
Neyse, Uzanlar ve bankadaki suç ortakları herhalde yaptıklarını hesabını mahkemelere verecekler. Şimdi önemli olan İmar'dan DİBS aldığını sanan ve 600 trilyonla 1 katrilyon arasında parasını kaptıranların durumu.
Doğal olarak iki seçenek var: 1. Bir yasa çıkarılıp bu paralar o 'zede'lere
ödenecek; 2. Ödenmeyecek.
Kolay olanı parayı ödememek. Öyle ya, Hazine hesabına bir para girmediğine göre bu parayı Hazine'nin ödemesi de söz konusu olamaz. Vatandaş kimden ne aldığını iyi takip etmeli. Güvenilmez adamdan DİBS alırsanız başınıza böyle şeylerin gelebileceğini de varsaymalısınız; dolayısıyla başınıza bir şey gelecek olursa da hesabınızı doğrudan Uzanlar ve suç ortaklarıyla görürsünüz.
Zor olanı ise parayı ödemek. Sonuçta bu DİBS'leri alan toplumun geri kalanıyla kıyaslanınca küçük bir azınlık. Büyük çoğunluğun cebinden para alıp azınlığa aktarmak da kolay değil. Ama öte yandan bu aktarma yapılmazsa
Hazine'nin bundan sonra borçlanması o kadar kolay da olmayabilir; daha doğrusu vatandaş parasını doğrudan Hazine'ye vermek yerine başka yerlerde değerlendirmeyi düşünmeye başlayabilir.
O yüzden, yazının başında söylediğim güven mekanizmalarını kurmak zaten şart. Yani vatandaş bir bankadan DİBS almak istediğinde bilecek ki,
hem o bankada o DİBS'ten gerçekten var, hem de bankanın başına bir şey gelse bile kendi DİBS'si hep onun olarak kalacak, banka hesaplarına aktarılmayacak.
Zor işler bunlar...
İsmet Berkan Radikal 18.08.2003
cem uzan
18.08.2003 - 14:16Uzanlardan film çıkar mı?
Son birkaç gündür İmar Bankası'nda olup bitenler ve Uzan ailesinin yaptıklarıyla ilgili gerçekten inanılmaz hikâyeler dinliyorum, inanılması güç bazı belgeler görüyorum.
Her şey aslında heyecanlı bir polisiye film gibi gözükmeye başladı bana. Çünkü olup bitenler, yapılanlar, kurulan planlar, hazırlanan tuzaklar vs. hepsi bana gerçek hayatta olmayacak şeyler gibi gözüküyor. Bütün bunları ancak hayal gücü çok kuvvetli biri uydurabilir sanki.
Ama hayır. Her şey olmuş. Üstelik bildiklerimiz, bütün gerçeğin onda biri bile değil belki.
Diyelim 100 lira yatırmak isteyen insanın parasını alıp resmi hesaba bunun sadece 10 lirasını yazmak, kalan 90 lirayı kayıt dışında bırakmak. Sonra ama o insanın her gelişinde ona sanki 100 lirası varmış gibi hesap vermek... Bu arada vergiden ve diğer yasal karşılıkları ayırmaktan kurtulmak...
Bu, akla gelse bile öyle herkesin cesaret edebileceği bir şey değil. Ama burada da bitmiyor...
Haziran ayının 21'inde aile bankayı elinde tutamayacağını anlıyor ve BDDK'ya çağrı yapıyor: 'Ya bankayı alın ya da bize kredi verin; çünkü her gün bankamızdan 20 trilyon lira çekiliyor, likidite sıkıntısına düştük.'
BDDK'dan olumsuz yanıt gelince aile 25 Haziran akşamı bankadaki yönetim görevlerinden istifa ediyor, durumu BDDK ancak bir gün sonra öğreniyor. O ara dönem, ailenin BDDK'dan ve daha çok da AKP hükümetinden intikam almak için yaptığı planlarını uygulamaya koyduğu dönem aynı zamanda.
BDDK,7 üyeli olması gerekirken sadece 4 üyeli. Hükümet aylardır boş koltukları doldurmuyor, o yüzden kurul karar alamıyor. Uzanlar da bunu biliyor herkes gibi.
Ve o dönemde, başka kimsenin aklına hayaline gelmeyecek başka bir şeye cesaret ediyorlar: Bankaya gerçekte olmayan kişilerin adına hesaplar açıyorlar, bu hesaplara olmayan paraları konmuş gösteriyorlar. Banka kayıtları şişiriliyor da şişiriliyor.
Ama gerçekte banka kayıtları bir yandan yok ediliyor, bilgisayar kartuşları siliniyor ya da bazı bölümleri şifreleniyor. Amaç belli: Bankaya el konulduğunda hesap sahiplerine para ödenememesini sağlamak.
Nitekim Uzanlar ilk partiyi kazandılar. Banka mudilerine hâlâ para ödenemedi. Çünkü kimin bankada kaç parası olduğundan kimse emin değil.
Uzanlar ile hükümet arasındaki satranç maçının ikinci partisi, BDDK'nın hesapları ortaya çıkarmasını daha da geciktirmek üzerine kurulu. Bu amaçla ailenin suç ortakları bankadan ayrılıyor. Bugüne kadar İmar Bankası'ndan 170 kişi istifa etmiş durumda. Bunlar şube müdürleri ve genel müdürlükteki her düzeydeki yönetici ve imza yetkisine sahip konumdaki insanlar.
Hayali hesapları yaratanlar da bu insanlar, vatandaşın parasını bankanın resmi kayıtlarına geçirmeyenler de onlar.25 Haziran'la 3 Temmuz arasında banka kayıtlarını yok eden, bilgisayar disklerini silen, tahrif eden ve şifreleyenler de onlar.
Yani ortada örgütlü bir soygun var. Ama burada da bitmiyor. İşin bir de yargı cephesi var.
3 Temmuz'da bankaya yeni yönetim atanmış ve göreve başlayacak. BDDK tarafından atanan yeni yöneticiler bankaya giremiyor. Çünkü yanlarında polis yok, savcı desteği yok. Neden sonra Mali Polis onlara yardımcı oluyor ve bankaya girilebiliyor.
Yargıda işler nedense hep çok ama çok uzun sürüyor. En basit yazışmalar istanbul Adliyesinden Şişli'ye beş günde ulaşabiliyor.
Suç duyurularının soruşturması yavaş ilerliyor. Gözaltına alınan ya da sorgulanmak istenen eski İmar Bankası çalışanları ya da Uzan çalışanları
'Benim bilgim yok' deyince hemen salıveriliyor.
Kısacası, hükümetle Uzanlar arasındaki satrançta, Uzanlara vakit kazandırmaya çalışan çok... Bakalım maçın sonu nasıl bitecek?
İsmet Berkan Radikal 17.08.2003
cem uzan
16.08.2003 - 15:57Göçen bir imparatorluk; işte onun kuruluşlarından biri;
Uzanlar için deniz bitiyor
İmar Bankası'nın bankacılık yapma izni kaldırılalı ve banka yönetimi BDDK tarafından devralınalı neredeyse 45 gün oldu. Başka bankalarda, bankanın devralındığı günün akşamı çıkan kamu zararı bilançosu İmar Bankası'nda hâlâ çıkarılabilmiş değil. Başka bankalara el konulduğunda vatandaşın mevduatını çekmesi ya da başka bankaya aktarmasında da hiçbir sorun yaşanmamıştı;
İmar Bankası'nda daha bir tek kişi bile parasını alabilmiş değil.
Neden böyle oldu? Daha önce 21 bankaya el koyan ve burada yaşadığı sorunların hiçbirini yaşamayan BDDK bu kez neden beceriksiz çıktı? Sahiden beceriksiz mi BDDK yoksa, ortada başkalarına hiç benzemeyen bir başka örnek mi var?
Sorunun en azından İmar Bankası'nda hesabı bulunan ve paralarına ulaşmak isteyenleri ilgilendiren bir boyutu bu. Ama bir de İmar Bankası ile hiç ilgisi olmadığı halde bu bankadan doğan zararı üstlenecek olan, vergileri ve diğer katkılarıyla Uzan ailesi ve bankanın bir kısım çalışanları tarafından bankadan alınan parayı ödeyecek olan bizler, yani sade vatandaşlar açısından yaşananlar var.
Vatandaş, devleti karşısında bir bütün olarak görür. 'Devlet' bir bankaya el koyduğuna göre, bu bankayı hortumlayanlardan da hesap sorar diye düşünür. Böyle düşünürken sonuna kadar haklıdır da... Çünkü 'normal' ülkelerde işler böyle yürür, özellikle adalet duygusunun incinmesine izin verilmez. Bir bankanın içinden milyarlarca doları çalanların eski hayat tarzlarına aynen devam etmesine ve vatandaşla alay etmesine izin verilmez.
Ama gelin görün ki burası Türkiye. Devletin her bakanlığı ve her kurumu kendine göre bağımsız biçimde çalışır. Devlet pek az defa gerçekten koordineli hareket eder, yasaların gereği pek az seferde bu koordineli hareketler sayesinde yerine getirilebilir. İmar Bankası'nda da durum bu. Şu an, Uzan ailesinin mal kaçırmasını önlemek için top Şişli Cumhuriyet Başsavcılığı'nda. Ama nedense burası konunun gerektirdiği hızda hareket etmiyor. Savcılıkta şimdiden çok sayıda suç duyurusu birikmiş durumda. Bunların büyük bir bölümü BDDK'dan geliyor. Ama sadece BDDK da değil,
konuya karapara açısından yaklaşan MASAK da Şişli Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulunmuş durumda.
Savcılık yavaş davranmakla suçlanıyor ama bu arada Uzan ailesi çok hızlı. Zaten başından beri devlet kurumlarının yavaşlığından çok iyi yararlanıyorlar. Bu yararlanma taa haziran ayında başladı, hâlâ devam ediyor. Son olarak bu ailenin elindeki cep telefonu operatörü Telsim de bu mal kaçırma operasyonlarının konusu edilmek istendi ama bu alanda başarılı olunması pek kolay değil; çünkü 'mal' ortada, öylece duruyor. Zaten yasalardaki boşlukları, hukuk sisteminin açıklarını ve yargıdaki insanların
zaaflarını kendi lehine kullanmada bu ailenin üstüne yok.
İmar Bankası'nda yok yok... Çifte kayıt var, çifte hesap var, sahte
isimlere hesap var, bakiyesiz hesap var, vergi kaçırma var, mevduat munzam karşılığı ve disponibilite kaçağı var, karapara aklama şüphesi var, sahte para basmakla eşdeğer tutulabilecek nitelikte bir suç olan hayali Hazine bonosu satışı var... Yani var oğlu var.
Buna karşılık BDDK ağır bir dille eleştiriliyor, 'Göz göre göre soyguna göz yumuldu' deniyor. Oysa durum bu kadar basit değil. Kayıtlarda gözükmeyen hesapların gerçekte olup olmadığını denetlemesi imkânsız BDDK'nın... Ve aslında Çukurova Elektrik ve Kepez'e el konulmasa, yani Uzan ailesi açısından saadet zinciri kırılmasa belki İmar Bankası'na hiçbir zaman bu operasyon da düzenlenmeyecekti; çünkü banka bütün denetimlerden başarıyla geçiyordu aslında. Değil BDDK, Uzanlar ve suç
ortakları dışında kimse hayali hesapların varlığını bilemezdi.
ÇEAŞ ve Kepez'e el konulduğunda, BDDK İmar Bankası'na durumunu sordu. Aylardan hazirandı. Uzanlar, biraz etkileneceklerini ama sağlam olduklarını söylediler. Oysa durum o kadar da iyi değildi. Bankadan her gün 20 trilyon liralık mevduat çekiliyordu, işler giderek kötüye gidiyordu.
21 Haziran'da Uzanlar, BDDK'ya başvurarak likidite sıkıntısına düştüklerini
söylediler, 'Ya bize kredi verin ya da bankayı devralın' dediler. Bankaya kredi verilmesi söz konusu olamazdı, çünkü krediye teminat teşkil edecek Hazine bonosu yoktu bankada. Öte yandan BDDK bankaya el de koyamıyordu, çünkü kuruldaki üye sayısı karar sayısının altına düşmüştü. Neden sonra hükümet kurula beşinci üyeyi atadı, ancak ondan sonra İmar Bankası'yla ilgili karar alınabilir hale geldi. Ama bu arada Uzanlar 25 Haziran günü bankanın yönetimini terk etmişti bile...
İşte, ÇEAŞ'a el konulan 12 Haziran tarihiyle İmar Bankası'nın bankacılık yapma izninin BDDK'ca kaldırıldığı 3 Temmuz arasında ne olduysa oldu. Bankanın kayıtları yok edildi, karartıldı. BDDK hâlâ bankanın 'defteri kebiri'ni bulabilmiş değil. Bankada kimin kaç parasının olduğu çözülemeyen bir muamma gibi. Bankadaki toplam mevduat miktarı hakkında hâlâ sadece spekülasyon yapılabiliyor, kimi 5 katrilyon diyor, kimi 8.5... Oysa BDDK'daki son denetim raporlarında bankada toplam 750 trilyon mevduat gözüküyor, bankanın toplam riski ise 1.3 katrilyon seviyesinde gibi duruyordu.
İşte bu yüzden BDDK hükümetten yardım istedi ve şu an sadece Uzan ailesi için gibi duran ama aslında gelecekte bu çeşit şeylere kalkışacakları caydırmayı da amaçlayan bir yasa çıkarıldı. Yasanın ikinci fıkrası şöyle:
'.... banka tarafından yetkili mercilere beyan edilen sigortaya tabi tasarruf mevduatı tutarı ile Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu tarafından tespit edilen tasarruf mevduatı arasında bir fark bulunması halinde, bu fark nispetince, bankanın yönetim kurulu ve kredi komitesi başkan ve üyeleri ile genel müdür, genel müdür yardımcıları, imzaları bankayı ilzam eden memurları ve şube müdürleri ile yönetim ve denetimini doğrudan veya dolaylı olarak tek başına veya birlikte elinde bulunduran ortaklarının, kendilerine, eşlerine ve çocuklarına ait bankalar ve banka dışı mali kurumlar ile diğer gerçek ve tüzel kişiler nezdindeki, kiralık kasa mevcutları da dahil olmak üzere, hak ve alacakların dondurulmasına, her türlü mal, hak ve alacakları üzerindeki tasarruf yetkisinin tamamen veya kısmen kaldırılmasına, mal, kıymetli evrak, nakit ve diğer değerlerin zaptına, bunların bir tevdi mahalline yatırılmasına ve hak ve alacakların üzerine diğer tedbirlerin konulmasına, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu'nun talebi üzerine ilgili bankanın merkezinin bulunduğu yerdeki Sulh Ceza Hâkimi, yargılama sırasında ise mahkeme tarafından karar verilebilir.'
Şimdi bu uzun fıkrayı TMSF yasalaşır yasalaşmaz harekete geçirmek istedi ve bu amaçla üç gün önce, yani çarşamba akşamı bir karar aldı. Karar, çarşamba akşamı saat 23.00'te, yani hiç geciktirilmeksizin Şişli Adliyesi'ne götürüldü ama adliyede nöbetçi savcı ve hâkim yerine sadece güvenlik görevlileri vardı.
Bunun üzerine TMSF ve BDDK yetkilileri perşembe sabahı 08.30'da yeniden adliyeye gittiler. Gün boyunca uğraşılmasına rağmen bürokratik işlemlerin uzunluğu ve karmaşıklığı yüzünden ancak cuma sabahı ilgili mahkemeden tedbir kararı çıkarılabildi.
Ancak kararı çıkarmak yeterli değildi, bunu bir de uygulamak lazımdı ve kim uygulayacaktı? TMSF, dün bütün gün bu sorunu çözmeye uğraştı ve nihayet akşam saatlerinde, binbir güçlükten sonra kararın İcra Dairesi tarafından infaz edilmesini sağlayabildi.
Yani, Uzanlar bir günde şirketlerin içini boşaltırken devletin yasaların gereğini yerine getirmek üzere altyapı oluşturması bile iki günden fazla zaman alabiliyordu.
İmar Bankası'nın öyküsü anlatmakla bitecek gibi değil.
O yüzden konuya önümüzdeki hafta da devam edeceğim...
İsmet Berkan/ 16.08.2003/Radikal
anlatım bozukluğu
16.08.2003 - 15:37Dili iyi kullanamama; hayatımızın her alanında kişi gözetmeksizin karşılaşabileceğiniz bir durum/bozukluk...
Yaşıyorsanız hata yapmamanız kaçınılmazdır, ister işinizde, ister konuşmanızda, ister davranışlarınızda...
İşte onlardan biri: Anlatım bozukluğu..
Zaten doğru anlatsanız da kaç kişi tarafından hakkınca anlaşılaşacaksınız ki? :))
matematik
16.08.2003 - 15:33Gerçek bilim; o ne bir biyoloji ne bir sosyoloji ne de herhangi bir -oloji; o başlıbaşına bir bilim; gerçek bilim.
kazım kartal
16.08.2003 - 15:31Geçenlerde Okan Bayulgen cnn turk teki bir programda turk sinemasının yılda ancak 3-5 film çevirdiğinden ve eskiye nazaran bu sayının ne kadar düşük olduğundan ve bu sebeple ulkemizde bir sinema sektoru olduğunun şüpheli olduğundan bahsettmişti.Buraya ekleyeceğim yazıda hem bu konuya değiniliyor hem de birkaç gun önce kaybettiğimiz Kazım Kartal a;
Hayal perdemiz kararırken...
Kâzım Kartal ölmüş; Türk sinemasının kötü adamları birer birer aramızdan ayrılırken Yeşilçam’ın beyaz perdesini de karartıyorlar.
Garip olan şu: Eski filmlerde Erol Taş, Hüseyin Baradan, Danyal Topatan, Ahmet Tarık Tekçe, Bilal İnci gibi kötü adamların “kötülük olsun” diye giriştiği icraatları şimdiki nesle komedi gibi görünüyor; demek ki nesiller arasında dramatik olanı algılama bakımından bir kırılma meydana gelmiş. Bu önemli; önemli çünkü kötü adamların seyircide uyandırmakla görevli olduğu dehşet, iğrenti, vahşet veya zulme uğramışlık hissi nitelik değiştirmiş; şimdiki nesil iyilik kadar kötülük unsurlarını da Amerikan sinemasından öğreniyor. Düşünün bir kere, “Kuzuların Sessizliği” filmindeki kurbanlarının boğazını dişleriyle parçalayarak öldüren manyak doktorun yarattığı gerilimle, sözgelişi Cüneyt Arkın’ın Battal Gazi filmlerinden birinde ehl–i küfürün kılıçla kafasını koparması aynı şey midir? İlkinde kanınız donar, önlenemez bir intikam hissiyle dolarsınız; ikincisi oyun gibi, seyirlik, zararsız, hatta gereğinden fazla abartıldığı için insana dehşeti unutturan eğlenceli bir şeydir. Nitekim yeni neslin afacanları, bizim ayıla bayıla seyrettiğimiz eski yerli filimlerin bazı repliklerini mizah sitelerinde yayınlayarak dalgalarını geçiyorlar. Buyrun birkaç klasik Cüneyt Arkın repliğinden örnekler size:
“Eğer bunun cevabını doğru vermezsen seni hayatının sonuna kadar sakat bırakırım..., Eski polisler buna Azrail’in sesi derler..., Oğlumun tedavisi için patronlardan alacağım her kuruş rüşvet, ülkemde doğan her yavrunun gelecek güzel günlerini karartan bir lekedir! .., Ooo, Bizans kargası Pelamon da burda demek? .., Ben buraya soylu amcan Polemon’la soylu babanı öldürmeye geldim..., Leon gibi bi iblisten senin gibi bir melek nasıl türemiş hayrettir! ..., Yarın sabah güneş doğana kadar şu kollarımın ucuna iki tane aslan pençesi takacaksın! ”
Tamam hepimiz gülüyoruz ama altın çağlarına rahmetli Kâzım Kartal’ın ucu ucuna yetiştiği dönemin sinemasını hâlâ yerli yerine koyamamış olmanın eksikliği bellidir; entel sinemacıların “sinema tüccarları, sanattan anlamayan hırbolar” diye aşağıladığı yapımcılar, yöneticiler, senaryo yazarları yeni öğrenmeye başladıkları sinema diliyle aslında halk hikâyesi anlatıyorlardı ve bu işi entel sinemacı kuşağından daha iyi yaptıkları bence su götürmez gerçektir. Türk sinemasını televizyon değil, sosyal gerçekçilik batırdı ve adeta kendiliğinden oluşan o cânım sinema dili kaybolup gitti. Şimdi gişe yapan yerli yapımların tek ortak özelliği var; Hollywood kalıplarını ve modern sinema tekniklerini kullanırken oyuncuları Türklerden seçmek ve Türkçe konuşturmak.
Avrupa Birliği’ne girmek konusunda bir anket yapılmış; miktarını tam duyamadım ama katılanların mühimce bir kısmı (yarıya yakını galiba) kendilerini Avrupalı hissetmediklerini söylemişler. Birkaç medya maydanozu yana yakıla, onlara çok garip görünen bu sonucu televizyonda tahlil ederlerken kulak misafiri oldum; sonucu şaşırtıcı değil gayet tabii buluyorum. Bütün ömrümce kendimi hiç Avrupalı hissetmedim. Konuyla alâkası şu; kendini Avrupalı hissetmeyenler kimlikleri hakkında tabii düşünenler insanlar; yemeğin tiridine ekmek banan, yerli film seyretmekten haz eden, semaver çayından hoşlanan, yaşayan Türkçe’yi yaşatmaya çalışan ve masal kadrini bilen insanlar. Böyle bir kategori ne derece sağlıklıdır bilemem ama kendini Avrupalı zannedenler, galiba yerli filmlerimizi çekilmez bulanların çoğunlukta olduğu bir kitle olsalar gerektir.
Hayâl perdemiz çöküyor; Türkler, yirminci yüzyıl boyunca yaptıkları en tabii ve en fazla kendilerine dair sanat ürünlerinin insan kadrosunu birer birer kaybediyorlar. Onların, beyaz perdenin dışında gündelik hayatın gailesi içinde debelenirken şikâyetlenmelerini dinlemek de hep aynı duyguyu uyandırıyor; emeklerinin karşılığını alamadıklarından, ahde vefa diye bir şeyin kalmadığından, unutulmaktan yakınırken onlar da vaktiyle emek verdikleri büyülü sinema ikliminden gerçek hayata dönüş mecburiyetinin acılarından şekvâ ederler hep.
Sinema perdesinde de olsa bir dünya kurmak azımsanacak iş değildir ve vaktiyle bizimkiler, o Hulusi Kentmen’ler, Mualla Sürer’ler, Efkan Efekan’lar, Eşref Kolçak’lar, Neriman Köksal’lar derme çatma imkânlarla böyle bir dünya kurabilmişlerdi; ağızdan dolma tüfek gibi senede ancak üç beş film çeken yeni Türk sineması, bize batılı dünyanın dram üslûbunu dikte etmeye çalışırken artık “kendisi” olamadığının farkında mıdır?
Yaşayanlara selâm ve hürmet; göçenlere rahmet!
16.08.2003 Ahmet Turan Alkan/ Zaman
ismet özel
16.08.2003 - 15:27‘Menfaat’ meselesi
İsmet Özel ile 1960’ların ortalarında Mülkiye’de okurken tanıştık. Sanırım toplumda adalet arayışı bizi Türkiye İşçi Partisi saflarında buluşturmuştu.
Sonra sosyalizmin TİP’in temsil ettiğinden daha katı yorumlarının peşinden gittik. Ama 1970’lerde sosyalist teori ve pratiğinin uyandırdığı hayal kırıklığıyla İsmet, İslamcı görüşlere yöneldi; ben de sosyal liberalizme. Geçen hafta İsmet’in Milli Gazete’de yayımlanan bir yazısıyla “İslami hareketle bağlarını fiili ve ideolojik olarak” kopardığını okudum. Şu gerekçeyle: “İslami kesim AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte kelimenin tam anlamıyla yozlaştı; öncelik çıkar oldu.” (Milliyet,10 Ağustos)
İsmet Özel’in İslamcılığı neden terkettiğini anlamakta güçlük çekmiyorum, ama gerekçesi bana mantıklı gelmedi. Eğer Özel İslamcılığın yozlaşmamış bir yorumuna bağlı ise, AKP’nin yol açtığı “yozlaşma” karşısında, kendi yorumunu daha da büyük bir kararlılıkla savunması beklenmez miydi? Ya da: AKP artık “Muhafazakar Demokrat” olduğunu ilan ettiğine göre, İslamcılığın yozlaşmamış bir yorumunu benimseyen biri olarak bundan memnuniyet duyması gerekmez miydi?
Belki olan şu: İsmet Özel İslamcılık’ta da hayal kırıklığına uğradı, AKP’nin “yozlaştırması” bahane. Yine de eğer AKP’liler, kendileriyle birlikte Özel’i de İslamcılık’tan (ya da onun şiddetli olmasa da hayli katı bir yorumundan) vazgeçmeye yöneltmişlerse, ne isabet. Ve ne mutlu ki fikir değiştirmeye imkan tanıyacak ölçüde açık bir rejimde yaşıyoruz. Ve nihayet Özel, Türk sosyalizmi ya da İslamcılığı’na değil şiirine hatırı sayılır katkı yapmış bir yazar.
Kişilerin hangi siyasi görüşü benimseyecekleri, görüşlerini değiştirip değiştirmeyecekleri tamamen kendilerini ilgilendiren ve tümüyle temel hak ve özgürlükler alanına giren bir konu. Evet, bunun gerekçelerini açıklamak aydın sorumluluğunun bir parçası olarak görülebilir. Ama Özel’in açıklamalarında hepimizi ilgilendiren, görüşlerini değiştirmesinin nedenlerinden ziyade, şu “çıkar” ya da eski biçimiyle “menfaat” üzerine söyledikleri: AKP’nin başarısının İslami kesimi yozlaştırdığı, bu kesimde artık herkesin çıkar peşinde koştuğu iddiası.
Mesele şu: Herkesin çıkarının peşinden gitmesi bir yozlaşma belirtisi olarak yorumlanabilir mi? Eğer herkesin peşinde koştuğu haksız çıkar ise, herkes kanunlara ve ahlaka aykırı davranarak kendine ve yakınlarına maddi veya sair avantajlar sağlıyorsa, evet bu bir ahlaki çöküntü ve yozlaşma belirtisidir. Evet, herkesin kendi çıkarını düşünmesi halinde toplumun ortak çıkarının gerçekleşeceğine dair kökten liberal düşünceye katılmak da mümkün değildir. Zira herkes toplumun ortak çıkarlarını hiçe sayıyor ve sadece kendi çıkarını düşünüyorsa, bu ahlaki bakımdan tasvip edilemeyecek ve uzun vadede dönüp dolaşıp herkese zarar verecek bir durumdur. Ahlak ve hukuk kuralları da zaten bunun için vardır.
Geleneksel bir toplumda ferdin topluluktan ayrı bir kişiliği ve çıkarı olmayabilir. Ama modern bir toplumda kişilerin maddi veya sair çıkarlarının peşinden gitmeleri “normal” değil midir? Çıkarlarını korumasını bilmeyenler kusurlu (ağır bir nitelemeyle, enayi) sayılmaz mı? Yalnızca ortak çıkarı düşünen kimselerden oluşan toplumun bir kuruntu olduğu görülmedi mi? Demokratik toplumun temel üstünlüklerinden biri de çatışan çıkarların barışçı yollardan uzlaştırılması değil midir? İnsanların çıkarlarının ne olduğuna, başkalarının (örneğin bir diktatörün, bir partinin, bir ideolojinin) değil kendilerinin karar vermeleri, özgürlükçü bir toplumun temel vasıflarından değil midir?
AKP’nin herkesin kendi çıkarı peşinde gitmesine yol açarak İslami kesimi yozlaştırdığı iddiasını doğru bulmuyorum. Aksine bana öyle geliyor ki AKP, İslami kesimi yozlaşmaya değil, modern (ve demokratik) yaşamın gereklerine uygun davranmaya götürüyor. Daha önemlisi: AKP, İslami kesimi ve başkalarını, maddi ve sair çıkarlarına hizmet edeceğine inandırabildiği ölçüde başarılı olmuştur. AKP iktidarı bunu yapamadığı takdirde, tıpkı ötekiler gibi, geldiği gibi gider.
16.08.2003 Şahin Alpay/ Zaman
cem uzan
15.08.2003 - 15:51Uzanlar’ın ideolojisi ne?
Uzanlar’ın kendisi Uzanlar olayının sosyolojik, adli ve giderek magazinel kısmını oluşturmakta. Sonuçta bu ‘münferit’ bir durum denebilir.
İşadamları arasında yer alan bir ailenin, sistemi kendi güç ve rant maksimizasyonu amacıyla bilinçli olarak kullandığı söylenebilir. Bu arada milliyetçi bir dil geliştirip, bu kimlikle bir siyasi parti kurmalarını da bu bağlama oturtabilir ve Uzanlar’ın milliyetçiliği kendilerini korumak üzere bir zırh gibi kullanmakta olduklarını öne sürebiliriz. Ne de olsa orada burada konuşan mafya üyelerinin de benzer bir dile sahip olduğunu hep duymuşuzdur… Oportünist zihniyetteki kişilerin resmi ideolojiyi emellerine kılıf yapmasının, bu resmi ideolojinin ‘kötü’lüğünü göstermediğini savunabiliriz...
Yukarıdaki gibi bir bakış tarzı gerçekten de epeyce rahatlatıcı. Ne var ki gerçekliğin sadece bir yüzünü, yani Uzanlar’ın eyleminin ahlaki temelini, o eylemi barındıran sistemden ayrımlaştırarak sorgulamakta. Oysa bu ülkede yaşamakta olan bizler için önemli olan Uzanlar’ın ne yapmış olduğundan ziyade, resmi ideolojinin Uzanlar’ı barındırmakta niçin bu denli uygun olduğu... Çünkü gelecekte yeni Uzanlar’ın çıkıp çıkmaması veya kendisini devlete yakın konumlandıran bazı ‘girişimcilerin’ Uzanca davranıp davranmaması buna bağlı.
Burada karşımızda farklı nitelikte bir soru var: Acaba bütün ideolojiler oportünizme aynı derecede açık mıdırlar, yoksa bazı ideolojiler oportünizmi barındırmaya daha müsait bir atmosfer mi oluşturmakta? Örneğin katılıma, iknaya, şeffaflığa, delegasyona ve yetki/sorumluluk bütünleşmesine dayanan demokrat bir çerçeve içinde oportünizmin barınması kolay olabilir mi? Tarih ve sosyoloji aksini ima ediyor. Ama nerede gizlilik, hiyerarşi, otorite temerküzü, hamilik ve hamaset varsa, orada oportünistlerin kendilerine yer bulmasının kolaylaştığını gözlemliyoruz.
Ancak siyasi tercihlerin salt çıkar modeli içinde şekillendiğini düşünmek belki de fazla basit bir varsayım... Belki de oportünizme eğilimli kişiler ‘doğal olarak’ da gizliliğe, hiyerarşiye, otorite temerküzüne, hamiliğe ve hamasete dayanan ideolojileri ‘doğru’ bulmaktalar. Belki de bize ‘doğru’ gelen ideolojiler, aslında sosyopsikolojik ihtiyaçlarımızın uzantısı... Çünkü unutmayalım ki biz eylemlerimizi bir ideolojiye uygun yaptığımızı zannederken; belki de aslında yaşanmakta olan, bize ‘doğru’ gelen ideolojinin eylemlerimizi kendi gözümüzde meşru kılmasıdır.
Dolayısıyla Uzanlar’ın samimi olarak otoriter zihniyete sahip birer milliyetçi olma ihtimallerini açık tutmak gerek. Nitekim Genç Parti’nin nasıl bir Türkiye istediğini anlatan tam sayfa reklamlarında şu ibare yer almaktaydı: “Devletinin ve milletinin menfaatlerini doğru tespit eden, bu menfaatlerin kaybedilmesi, ertelenmesi ve zedelenmesine tahammülsüz bir Türkiye.” Bu apaçık milliyetçi bir istek... Devlet ve milletten söz ediyor, toplumdan değil; devleti ve milleti belirgin bir menfaati olan bir özne olarak tanımlıyor; üstelik bu menfaatin doğru tespit edilebileceğini savunuyor... Dolayısıyla zihni temeliyle tutarlı bir milliyetçi tezle karşı karşıyayız. Aynı ilan şu ilkeye de yer vermekteydi: “Kendini, daima mutlak doğruyu bulmaya ve bilmeye mecbur tutan bir Türkiye.” Mutlak doğruların var olmakla kalmayıp, bilinebileceğini de savunan bir bakış... Bu ise otoriter zihniyetin gerçeklik ve bilgiye yönelik en temel önermesi...
Sonuç olarak Uzanlar’ın gerçek birer milliyetçi olmadıklarını söylememiz zor. ‘Milliyetçiler ahlaklı olur’ cinsli normatif tanımlamalarla da bu yükten kurtulmak mümkün değil. Çünkü asıl soru nasıl olup da milliyetçiliğin ‘bu tür insanları’ kuşatıp taşıdığı olmalı...
15.08.2003/Zaman/Etyen Mahçupyan
cem uzan
15.08.2003 - 15:48'uzancılık' yeni bir ideoloji, bir inanç, bir fikir, bir değer, bir sistem ya da bir din?
uzanlar ve onların milliyetçilik kavramı üzerine yoğunlaşması üzerine bir kaç yazı
Uzanlar niçin milliyetçi?
Olayın gündeme taşınması Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın Çukurova ve Kepez’e el koyması ile olmuştu.
Uzanlar’ın devletle yapmış oldukları sözleşmeye uymadıkları, ellerindeki imtiyazın yükümlülüklerini yerine getirmedikleri, durumu kendi tekelci konumları lehine kullandıkları, kamu mallarının tapularını üzerlerine geçirdikleri, kamu kuruluşlarından satın aldıkları enerjinin bedelini eksik ödedikleri ve bu arada da muhtemel müşteriler üzerinde şantaja kadar varan baskılar uyguladıkları ortaya çıkmıştı. Bugünlerde de Motorola ve Nokia’yı dolandırmalarının sonucu olan devasa tazminat miktarlarını okumaktayız. Anlaşılan Uzanlar dolandırma konusunda içle dışı birbirinden ayıran ‘millici’ bir tavra sahip değiller. Oysa seçimler sırasında ortaya çıkan Motorola dolandırıcılığı, birçok kişinin ‘helal olsun adamlara ABD’yi bile dize getirdiler’ demesine neden olmuş ve bu ihtilafın Genç Parti’nin oy oranını olumlu etkilediği bile öne sürülmüştü.
Uzanlar’ı kendilerine benzer birçok ‘iş’ adamından ayıran nokta, taşınması ve hazmedilmesi zor bir müdanaasızlık içinde davranmaları. Çünkü onlar yapmakla kalmıyor, yaptıklarıyla böbürleniyorlar da... Bu durum yolsuzluk denen olayın bile cılkının çıktığını göstermekte. Uzanlar Türkiye’deki yozlaşmanın kendi ‘rasyoneli’ doğrultusunda ‘gelişerek’ mantıksal sonucuna ulaşmasını simgelemekte. Muhtemelen Uzanlar iş hayatında ancak oportünist bir tavırla başarılı olunacağını; iş ahlakı denen şeyin bir yutturmaca olduğunu; genel ahlaki kodların enayiler için üretildiğini düşünmekteler. Hayatın sunduğu güç ilişkilerinin ahlaksızlığı ima ettiği bir dünyada, akıllı kişinin herkesten daha da ahlaksız olmaya çalışmasında bir gariplik yok...
Buradaki kritik nokta ahlaksızlığın meşru gösterilebileceği bir dünya algılamasının varlığıdır. Hiçbir dolandırıcı kendisini ‘iyi’leri suiistimal eden bir ‘kötü’ olarak algılamaz. Yaptıklarının rasyoneli zaten dünyada herkesin eline fırsat geçerse bu işleri yapacağı; yapmayanların kişisel zayıflık ya da korku nedeniyle bu işlerden uzak durduğudur. Somuta indirgersek, Motorola gibi şirketler çok mu ahlaki bir misyona sahiptirler ki, onları iş ortamında punduna getirerek zarara sokan bizler suçlanalım?
Dolayısıyla oportünist zihniyet açısından dünya, başkalarının kuyruğundan giden kişiliksiz takipçiler ile kendi fırsatlarını yaratan başarılı girişimciler olarak ikiye ayrılabilir. Bu noktadan hareket edersek, kişinin kendi başarısı için genel ahlakı zorlamasından daha doğal bir şey olamaz... Çünkü bu ahlak esas olarak o kişiliksiz takipçiler açısından işlevseldir; yeterince gücü olanlar ise söz konusu ahlakın dışında kalırlar ve (biraz felsefi olma pahasına diyebiliriz ki) gerçekten ‘özgür’ olurlar...
Böylece özgürlükle güç arayışını bir araya getiren bir anlayışa ulaşmaktayız. Bunun anlamı oportünistlerin kendilerini gücü kutsallaştıran ideolojilerin içinde gizlemelerinin kolaylığıdır. Çünkü güce dayanmanın ideolojik temeli ne kadar sağlamsa, sistem içindeki irili ufaklı fırsatçıların güce ulaşarak kendilerine çıkar sağlama çabası da o derece meşru gözükür. Öte yandan oportünist bakış kendisini meşrulaştırma yolunun güç elde etmekten geçtiğini bildiği için, gücü temel alan ideolojilerin destekçisi olur.
Uzanlar bu güce ulaşmak için gazete ve siyasi parti kurdular... Gücü temel alan bir ideolojinin kendi çıkarlarına olduğunu bildikleri için de milliyetçi oldular... Ama işin asıl püf noktası şuydu: Milliyetçiler de Uzanlar’a arka çıktılar... Bu milliyetçiliği herhalde biraz daha tartışmak gerekiyor.
11.08.2003 /Zaman/Etyen Mahçupyan
kazım kartal
15.08.2003 - 15:07gecenlerde kaybettiğimiz turk sinemamızın vazgeçilmez kotu tiplerinden biri, iki yuz elli den fazla filmde rol almış bir sanatçımız.
www.sinematurk.com/kisi.php3? kkodu=1626 - 35k linkinden hangi filmlerde rol aldığını görebilirsiniz
coca cola
14.08.2003 - 14:00'Kan'a Kan'a Coca-Cola'
Nuray Mert
14/08/2003 (1045 defa okundu)
Coca-Cola firmasının Kolombiya'da bağlantılı olduğu yerel üretim firmalarına karşı yürütülen sendikal direniş dolayısıyla, bu ülkede bazı sendikacıların öldürüldüğü iddiasıyla başlayan protesto hareketi sonucu Dünya Sosyal Forumu 22 Temmuz 2003 tarihini Coca-Cola'ya karşı eylem günü ilan etti. Bu protestoların bir uzantısı olarak Türkiye'de de bazı kuruluşlar, başta eylül ayında yapılacak olan Rock'n Coke festivali etkinliği olmak üzere Coca-Cola'yı protesto çağrısı yapıyorlar.
Bu kuruluşlardan olan, BEKSAV'ın bana ulaştırdığı metinlerde, Coca-Cola firmasının Kolombiya bağlantısına ilişkin suçlamalarla birlikte, Coca-Cola'nın Irak petrolleriyle bağlantısından ve McDonald's ve Nestle gibi diğer bazı büyük firmalarında bu türden bağlantılarından söz ediliyor. Sonuçta, Coca-Cola protestosu, savaşa karşı duruş ile bağlantılandırılıyor.
O nedenle, kampanyanın adı 'Kan'a Kan'a Coca-Cola'. Ben Irak savaşı tartışmasının başından beri, ne Irak işgalinin, ne de genelde saldırgan ABD dış politikasının, tesadüfi veya arizi bir şey olmadığını düşünüyorum.
Yine, işgalin, ne sadece Bush ve etrafındaki aşırı görüşlülerle ve hatta ne de, bazılarının iddia ettiği gibi silah sanayii etrafında kümelenen bir lobinin işi olmadığı görüşünde olan biriyim.
ABD silah sanayii de, savaş lobisi de, ABD sanayiinin yan kolları. Yoksa, biskivü piyasasında kendine yer bulamayanlar, silah sanayiine yönelmiş ve mallarına pazar aramak için savaş çıkarıyor değiller. Savaşa silah sanayiinin olduğu kadar bisküvi sanayiinin de ihtiyacı var. Bunu görmek için Marx'ın 'Kapital'ini yeniden okumaya gerek yok, piyasa ekonomisi denen şeyin dünya ölçeğinde nasıl çalıştığından biraz haberdar olmak yeterli. Bu bakımdan, Nestle veya Coca-Cola veya başka bir dev şirketin Irak petrolleri bağlantısı olduğunu öğrenmek şaşırtıcı değil. Tam tersine, dünya çapındaki firmaların tanındıkları ürünleri ne olursa olsun, dünya çapında büyük kaldıkları sürece, petrolden de, dünyada olan biten savaştan da, barıştan da uzak kalmaları şaşırtıcı olurdu.
Bu koşullar altında, tek tek firmaların 'suç' künyesini çıkarmak da bir şey, ama siyasi bir duruş açısından daha genel bir değerlendirmeye ihtiyacımız var. Küresel kapitalizmin geldiği noktada, dünya hâlâ savaştan ve sefaletten kırılıyorsa bu, şu demek: kapitalizm iddia edildiği gibi, henüz vahşi dönemini geride bırakmış ve ehilleşmiş falan değil. Zira, belli ki, merkez ülkelerdeki kurallı kapitalizmin bedeli, çevre ülkelerdeki
kuralsız kapitalizm. Geçtiğimiz pazar Radikal İki'de, konuya ilişkin yazısında, Fatma Ülkü Selçuk, Coca-Cola firmasının, diğer ülkelerdeki bayi fabrikalarındaki çalışma koşullarını umursamadığını ileri sürüyordu. Doğru, ama neredeyse kaçınılmaz, çünkü, liberallerin iddia ettiği gibi, çevre ülkelerdeki kuralsız kapitalizm ve bunun siyasi karşılığı olan baskıcı rejimler, merkez sisteme ayak uyduramadıkları için değil, tam tersine merkezin ayakta kalması çevrede bu bedelin ödenmesine bağlı. Ve nihayet, yine liberallerin iddia ettiği gibi serbest piyasa savaşı önlemiyor, tam aksine hâlâ savaşa ihtiyaç duyuyor. Irak savaşı yeni emperyalist savaşların en dikkat çekici olanı.
Gelinen noktada, kapitalizme karşı, savunucularının da, muhaliflerinin de dikkate alması gereken büyük bir öfkenin birikmekte olduğu söylenebilir. Savunucuları, insanlık için en iyisi olduğunu iddia ettikleri düzenin, hiç olmazsa, şu aralar tüm vahşetini sergilemekte olduğunu görmeli ve ehlileştirilmesi lüzumuna kafa yormalılar. Muhalifleri ise, itiraz ettikleri tekil uygulamaların arkasındaki tüm işleyişi yeniden derin bir sorgulamaya tabi tutmak durumundalar. Yoksa, işi pişkinliğe vuran savunucuları karşısında, part-time muhalefetten öteye gidemeyen mızıkçı çocuklar olmak durumuna düşmeleri işten bile değil.
kürt
12.08.2003 - 19:59ben bir turkum ve turkiye denen bu memlekette yaşıyorum,
o bir kurt ve gerçekten benim sahip olduğum çoğu hakka sahip değil(di) , (uyum yasaları sağ olsun)
ah bu ayrımcılık!
ileriye doğru atılmak isteyen bir topluluğu yolundan etmenin en kolay yolu çok başlılık oluşturmaktır,
aynı bize yapılan ya da yaptığımız gibi...
umarım bu ayrım sona erer
coca cola
11.08.2003 - 14:28radikal in cumartesi eki olan 'iki' de 'coco cola savaşları' başlıklı bir yazı çıktı, bu yazı da kısaca şu anlatılıyor: bu şirketin(coco cola comp.) daha faza kar elde edebilmek için sendikaya uye olarak haklarını arayan işçileri nasıl öldürdüğü....
kureselleşen(emperyalizmin bir başka versiyonu) bu koca dunya tek bir kultur olma yolunda, sorulması gerekeken kimin ve neyin kulturu?
coco cola da bir kultur, amerikan olanlarından..
ırak ta amerika piyasaya bir dergi surdu' Hi' adında, ilk önce bunu ucretsiz dağıtmayı düşünmüşler; ama daha sonra bunun sakıncalı olduğunu kanaatıne varmışlar ve dergiyi 2 dolardan piyasa sürme kararı hasıl olmuş.yetklili bir ağız derginin amacının amerikan kulturunu tanıtmak olduğunu söylemiş..eee bşka ne beklenebilir! .
ben coco cola yı gördüğümde onu bir içecek olarak göremiyorum, o benim gözümde küçük bir amerika.amerika kendi kulturunu bu değerlerle oluşturduguna göre o kulturun her uzvunda birazcık da olsa işgalci olan amerikanın tadı vardır, ister buzlu olsun, isterse limonlu...
coco cola tadlandırılmış bir kultur empozecisi, tatlıyı severim; ama içinde kan olan ve onunla yağrulan tatlıyı değil..
evrensel müzik
14.07.2003 - 15:18Müzik içinde farklı sesleri barıdırabilen; onlara bir 'ses hakkı' veren, onlara birlikte guzeli, daha guzel olmayı oğreten ve onları evrenselliğe taşıyabilendir.
Müzik zaten her notasinda, her tınısında, her sozunda evrenselliği barındırır...
star gazetesi
14.07.2003 - 15:14İlk açılan özel tv kanalı interstar dı ve ilk yayın doneminde baya bir cizgi film, film vs. yayınladığı için onu çok sevmiştim; çünkü yıllarca tek kanala mahkum olmak epey sıkıcıydı...
o zamanlar cizgi film seyredebildiim için bu kanalı seviyordum; ama şimdi nerde bir'star' ibaresi gorsem aklıma hemen o tanıdık, bildik, aşina yuzler geliyor: uzanlar..
buyuzden artık 'star'ları sevmiyorum, çizgi film seyrettirseler bile de
star gazetesi
14.07.2003 - 15:11gazeteler arasinda onlarin 'resim' deki basarisi bir baska yere konmali: kocaman, kocaman resimler; buyuzden baya bir sayfa; ama hala baya iyi satiyor
star gazetesi
14.07.2003 - 15:09asparagazın en iyi temsilcileri...
yüz büyük türk yalanı
13.07.2003 - 22:59turkler asla yalan soylemez :))
fucumak gibi
13.07.2003 - 22:48hızlı gitmek manasinda, annemden başka kimseden duymadiğim bir kelime, ama çok hoşuma gidiyor.
kelimeyi soylerken bile ağzinizdan kayıveriyor,
soylenmesi kolay, tadi da guzel..
bu da su cola turca anketine benzedi(tadı guzel, içimi kolay demiş %80 nin uzerinde bir cogunluk)
zaman
13.07.2003 - 22:32gazete, kelime de mavi oldugu icin ilk aklima gelen bu oldu
namazın lisan-ı hali
13.07.2003 - 22:31Süleymaniye Camii’nde turistlere namaz nasıl anlatıldı?
1961’lerde maymunculuğun iyice alevlendirildiği günlerdeydi. Rahmetli Hacı Nazif Çelebi, Süleymaniye Camii’nde bir öğle namazı kıldırmış, turistler de etrafını alarak imam kıyafeti içinde iken kendisine sualler sormuşlardı. Bunlar itirazcı suallerdi.
Kimi, insanın maymundan türediğini iddia etmek istiyor, kimi de, ‘Seyrettiğimiz namazınızda niçin ayakta duruyor, eğiliyor, başınızı yere koyuyorsunuz. Bunun ne manası var? Bizim gibi sandalyeye oturun, papazın duasını dinleyin yeter.’ diyordu.
Rahmetli Hacı Nazif’in bunlara verdiği cevaplar hiç aklımdan çıkmaz. Ruhunu şad etmek niyetiyle size de arz edeyim seneler sonrasında.
Maymuncu turiste dönerek konuşan Çelebi şöyle dedi:
– Biz namazımızda önce ayakta, sonra rükuda, sonra da secdede oluyoruz. Bunun bir hikmet ve manası şudur: Ayakta iken ilk insan ilk babamız Âdem’in (elif) ini yazarız. Bunun için (elif) harfi gibi dimdik, upuzun dururuz.
Sonra rükûa eğiliriz. Bununla da Âdem’in (dal) ını yazmış oluruz. Geriye (mim) kalır. Onu da yere başımızı koyar (mim) gibi olur, öyle yazarız. Böylece her namazda babamız Âdem’in adını yazar, maymundan geldiğimizi iddia edenleri fiilen tekzip etmiş oluruz. Bunun için maymunculuk bizde tutunamaz.
İkincisine gelince:
Namazımıza ilk başladığımızda ayakta iken Rabbimizin üzerimizde tecelli eden sayısız nimetlerini düşünür, sonra bu nimetleri verenin huzurunda minnet ve şükranla eğiliriz. Ancak bu eğilmeyi de kâfi bulmayız, sonra kalkıp başımızı yere koyar, başımızla da minnetimizi dile getirmiş oluruz. Başımızı şunun için yere koyarız: Baş, bedenin tümünü de idare eden en yüce varlığımız, en kıymetli organımızdır.
Bununla demiş oluruz ki:
– Ey Rabbimiz, varlığımızın en kıymetli kısmı başımızdır. İşte huzurunda başımızı dahi yerlere sürüyor, sana olan minnet ve şükrümüzü en kıymetli varlığımızı yerlere koymakla ifade ediyoruz. Şayet başımızdan daha kıymetli bir organımız olsaydı onu da huzurunda iftiharla yerlere serer, minnet ve şükrümüzü onunla da ifade etmek isterdik. Bu açıklamalardan sonra rehber turistin cevabı şöyle oldu:
– Tamam tamam. Biraz daha anlatırsan grubumuza burada namaz kıldıracaksın.
Bu endişe yersiz değilmiş.
Bu sırada turistin biri Çelebi’ye yaklaşıp sordu:
– Bundan sonraki namazınız saat kaçta olacak? Anlattığınız manada bir namazı ben de aranıza karışıp kılmak istiyorum. Bana uygun geldi bu anlayış içinde ayakta durmak, eğilmek, başı yerlere koyup yaradana minnettarlığını ifade etmek. Bence de ibadet budur.
01/07/2003 Ahmed Sahin/ Zaman
sevip de sevilmemek
13.07.2003 - 22:26oldukça zor bir durum..
Toplam 1546 mesaj bulundu