As I was goin' over the Cork and Kerry Mountains
I saw Captain Farrell, and his money he was countin'
I first produced my pistol; I then produced my rapier
I said 'Stand and deliver, or the devil he may take you'
I took all of his money, and it was a pretty penny
I took all of his money, and I brought it home to Molly
She swore that she loved me, never would she leave me
For the devil take that woman, for you know she tricked me easy
Mosh-a-da rain dum-a-do dum-a-da
Whack fo' my daddy-o
Whack fo' my daddy-o
There's whiskey in the jar-o
Bein' drunk and weary, I went to Molly's chamber
Takin' my Molly with me, and I never knew the danger
For about six or maybe seven, in walked Captain Farrell
I jumped up, fired my pistols, and I shot him with both barrels
Mosh-a-da rain dum-a-do dum-a-da
Whack fo' my daddy-o
Whack fo' my daddy-o
There's whiskey in the jar-o
Now some men like a-fishin', and some men like a-fowlin'(?)
And some men like to hear, to hear the cannonball a-roarin'
But me, I like sleepin', 'specially in my Molly's chamber
But here I am in prison, here I am with a ball and chain, yeah
Mosh-a-da rain dum-a-do dum-a-da
Whack fo' my daddy-o
Whack fo' my daddy-o
There's whiskey in the jar-o
On a long and lonesome highway east of Omaha
You can hear the engine moanin' out his one long one note song
You think about the woman or the girl you knew the night before
But your thoughts will still be wandering, the way they always do
When you're ridin' sixteen hours, there's nothin' much to do
And you don't feel much like ridin', you just wish the trip was through
CHORUS:
Here I am, on the road again
There I am, up on stage
Here I go, playin' star again
There I go, turn the page
Well you walk into this restaurant, strung out from the road
And you feel the eyes upon you, as you're shakin' off the cold
You pretend it doesn't bother you, but you just want to explode
Most times you can't hear 'em talk, other times you can
All the same old clichs: Is it woman, is it man?
And you always seem outnumbered, you don't dare make a stand
Make your stand
CHORUS.
Out there in the spotlight, you're a million miles away
Every ounce of energy you try to give away
Sweat pours out your body, like the music that you play
Later in the evening as you lie awake in bed
With the echoes of the amplifiers ringin' in your head
You smoke the day's last cigarette, rememberin' what she said
Metallica ve unforgiven; notin else matter; bu şarkılar onlarla özdeşleşmiştir.Müzikle içli dışlı olan herkes metallica ve onların öncüsü olduğu metal müziği dinlemeseler de bu parçaların ismini duyunca akıllarına gelen: Metallica dır...
Bunların dışında benim en sevdiğim parçalarından biri:
I dissapear
Hey, hey, hey Here I go now Here I go in to new days
Hey, hey, hey Here I go now Here I go into new days
I'm pain, I'm hope, I'm suffer Yeah, hey, hey, hey, yeah Here I go into new days
Hey, hey, hey Ain't no mercy, ain't mercy left for me,
Hey, hey, hey Ain't no mercy, ain't mercy left for me, I'm pain, I'm hope, I'm
suffer
Yeah, hey, hey, hey Ain't no mercy, ain't no mercy left for me....
Do you bury me when I'm gone
Do you teach me while I'm here...
just as soon as I belong,
then it's time I disappear
Hey, hey, hey, and I went, and I went on down that road
Hey, hey, hey And I went on, and I went on down that road
I'm pain, I'm hope, I'm suffer
Hey, hey, hey Yeah and went on, and I went on down that road.....
Do you bury me when I'm gone
Do you teach me while I'm here...
just as soon as I belong,
then it's time I disappear
Do you bury me when I'm gone
Do you teach me while I'm here
...just as soon as I belong,
then it's time I disappear
Do you bury me when I'm gone
Do you teach me while I'm here
...just as soon as I belong, then it's time I disappear
Do you bury me when I'm gone
Do you teach me while I'm here
...just as soon as I belong, then it's time I disappear
...disappear
Clocks
Lights go out and I can't be saved
Tides that I tried to swim against
You've put me down upon my knees
Oh I beg, I beg and plead (singing)
Come out of things unsaid, shoot an apple of my head (and a)
Trouble that can't be named, tigers waiting to be tamed (singing)
You are, you are
Confusion never stops, closing walls and ticking clocks (gonna)
Come back and take you home, I could not stop, that you now know (singing)
Come out upon my seas, curse missed opportunities (am I)
A part of the cure, or am I part of the disease (singing)
You are [x6]
And nothing else compares
Oh no nothing else compares
And nothing else compares
You are [continues in background]
Home, home, where I wanted to go [x4]
Bu adamın filmlerini izledim, onun ölü mü diri mi olduğunu pek merak etmiyordum; ama yine de bir kaç öncesine kadar yaşadığını bilmek ve tabii bunu da onun ölüm haberiyle öğrenmek, biraz garip..bir yıldız daha kaydı..zaten yıldızların da işi bu değil mi!
LOS ANGELES - Aksiyon filmlerinin 'sert adamı' Amerikalı ünlü aktör Charles Bronson cumartesi günü zatürreeden yaşamını yitirdi. Haftalardan beri tedavi görmekte olduğu Cedars-Sinai Tıp Merkezi'nde ölen Charles Bronson 81 yaşındaydı.
Clint Eastwood ve Steve McQueen ile birlikte 1960 ve 70'lerin en büyük aksiyon yıldızlarından biri olan Charles Bronson, özellikle 1960'ta çevirdiği 'The Magnificent Seven' (Muhteşem Yedili) ,1963'te çevirdiği
'The Great Escape' (Büyük Kaçış) ve 1967 yapımı 'Dirty Dozen' (Kirli Düzine) adlı filmleriyle sinema tutkunlarının büyük be-ğenisini kazanmıştı.
Bronson 'The Magnificent Seven'da Yul Brynner ve McQueen ile birlikte kamera karşısına geçmişti.
Annesi ve babası Litvanya asıllı olan Bronson,3 Kasım 1921'de Charles Bunchinsky adıyla Ehrenfeld Pa. kentinde,15 çocuklu bir madencinin 11. çocuğu olarak dünyaya geldi. Kariyerinin doruğundayken özellikle Avrupa'da çok popüler olan Bronson'a, Fransızlarca 'kutsal dev' (le sacre monstre) ,
İtalyanlarca 'hayvani' (the brute) gibi ilginç lakaplar takılmıştı.
İtalyan yönetmen Sergio Leone'un 1968 yapımı 'spaghetti western'i 'Once Upon a Time in the West'te (Bir Zamanlar Batıda) canlandırdığı kiralık katil rolüyle Avrupa'da büyük ün kazanmıştı.
1971 yılında dünyadaki en popüler aktör seçilen Charles Bronson, Altın Küre ödülüne layık görülmüştü.1979'da Hollywood film sanayinin en büyük uluslararası yıldızı seçilen Broson, Altın Yıldız Ödülü'nü (Gold Star Award) almıştı.
Özellikle Avrupa yapımı filmlerde oynadığı başrollerle büyük beğeni toplayan Charles Bronson, kaba saba, hoyrat tavırları, güçlü vücut yapısı ve seyredenlerde tehlike hissi uyandıran havasıyla özellikle Fransa,
İtalya ve İspanya'da çok popüler olmuştu.
(afp, aa)
Evet, bu adamlar Nirvana kadar olmasalar da bu şarkıları gerçekten iyi;
it's times like these
am a one way motorway
I'm the one that drives away
then follows you back home
I am a street light shining
I'm a wild light blinding bright
burning off alone
it's times like these you learn to live again
it's times like these you give and give again
it's times like these you learn to love again
it's times like these time and time again
I am a new day rising
I'm a brand new sky
to hang the stars upon tonight
I am a little divided
do I stay or run away
and leave it all behind?
it's times like these you learn to live again
it's times like these you give and give again
it's times like these you learn to love again
it's times like these time and time again
Bu da gruba yabancı olmayanların bileceği parçaları;
Grubu dinlemenizi tavsiye ederim
Every You Every Me'
Sucker love is heaven sent.
You pucker up, our passion's spent.
My hearts a tart, your body's rent.
My body's broken, yours is spent.
Carve your name into my arm.
Instead of stressed, I lie here charmed.
Cuz there's nothing else to do,
Every me and every you.
Sucker love, a box I choose.
No other box I choose to use.
Another love I would abuse,
No circumstances could excuse.
In the shape of things to come.
Too much poison come undone.
Cuz there's nothing else to do,
Every me and every you.
Every me and every you,
Every Me...he
Sucker love is known to swing.
Prone to cling and waste these things.
Pucker up for heavens sake.
There's never been so much at stake.
I serve my head up on a plate.
It's only comfort, calling late.
Cuz there's nothing else to do,
Every me and every you.
Every me and every you,
Every Me...he
Every me and every you,
Every Me...he
Like the naked leads the blind.
I know I'm selfish, I'm unkind.
Sucker love I always find,
Someone to bruise and leave behind.
All alone in space and time.
There's nothing here but what here's here's mine.
Something borrowed, something blue.
Every me and every you.
Every me and every you,
Every Me...he
ilk antolojiye kaza eseri düştüğümde(kötü anlamda düşmek deil) onu da görmüştüm, sonra yazılarını okudum, gerçekten zeka ürünü iğneleyici yazılardı...
virgilius, bir de o...ikis de gerçekten iyi hicivciydi(laf sokucu) (affınıza sığınarak)
..
unutulumaya yüz tutmuş cin ali nin serirsi vardı ve insnaın yazmak için bir yerlerden beslenmesi gerektiği gibi o da eskide kalmış; ama insanın hayatında mühim roller oynamış artistleri(cin ali) okumayı seviyordu..
...
onunla çay içtim, yemek ve tatlı yedim..
benim tabirimle, yine affınıza sığınarak söylüyorum, çok taşaklı (kaliteli, hamuru iyi gibi manalara geliyor) biri..
..
ismi barış...
JFK...
ekşi sözlüğü seven, belki burayı da o seviyeye çıkartmaya uğraşan biri..
..
bir de serbest kursu de nerdeyse her yazılanı okuyan biriydi..
bunu nasıl yaptığını sorduğumda, insanlar kendi aralarında konuşurken kendileri hakkında ipucu verirler demişti, ben de bir süre denedim; ama sonra olmadı...
...
belki de nikahında şahit olacağım biri; ama daha çağrılmadım bu görev için..
görüşmek üzre barış :))
zamanın olmadığı yer..
yaşlanmaktan korkanlar için :)) asla yaşlanma yok; ama küçük bir nokta var:ayak ve başınız arasındaki basınç farkı o kadar fazla olacak ki, bir anda ikiye bölüneceksiniz; yani birazcık basınçlı bir ortam :))
..
ışığın hapsolduğu yer
Aleksandr Puşkin'in dedesi, Rus Çarı'na zamanın Osmanlı padişahı tarafından çocukken armağan edilen ve 'Büyük Petro'nun zencisi' olarak ünlenen İbrahim Hannibal'dı. İşte bu yüzden, en büyük Rus ozanı Puşkin, iri dudaklı, kıvırcık saçlı ve gözleri ateş saçan bir melezdi. Puşkin'in hayatını yazan Henri Troyat'dan öğrendim ben de.
Troyat'nın 'Kanda kırma, kültürde Fransız ve ruhta Rus' diye tanımladığı Puşkin, eğitimini aldığı Çarskoy Selo Lisesi'nde ilk şiirini Fransızca yazacak kadar Fransa hayranı olup, arkadaşları arasındaki lakabı
'Fransız'dı. Kaderin cilvesine bakın ki ölümü, kıskandığı genç bir Fransız'ın elinden oldu.
1837 yılının ocak karlarıyla kaplı, puslu bir sabah ayazında iki adam birbirlerine arkalarını dönüp yürüdüler. Yüz yüze döndüklerinde iki silahtan biri daha önce patladı ve Rusların 'ölümsüz' sandıkları büyük ozan ölümcül bir yarayla devrilirken kanıyla kızaran beyaz karlara... Yalnızca 37 yaşındaydı.
Neden? Tabii ki bir kadın yüzünden. Kuş beyinli, ama kuğu boyunlu Natalia'nın mülkiyeti, dünya şiirini en büyük ozanından öksüz bıraktı.
Puşkin, yalnız şiir yazarken değil, yaşarken de bir fırtınaydı. Zamansız ölümünü bilircesine ağız dolusu lokmalar koparta koparta, hızla kemirdi ömrünü. Elini attığı her işi başarıyor, yazdığı her dize olay oluyor, kalemi bırakıp kumara, kumarı bırakıp kadınlara sarılıyordu. Deve gibi içiyor, dev gibi seviyor, iktidarla dövüşüyor, sürgüne gönderiliyor,
çok büyük şair olduğu için bağışlanıp geri dönüyor, kumarda borçlanıyor, tabii şiir yazıyor ve ödüyordu. Kadınların biri girip biri çıkıyordu hayatından.
Zaten hepsi âşıktı Puşkin'e, ya da.. şiirine. Elini sallasa, ellisi tellisi kapısında yatmaya hazırdı.
Ama işte, kuş beyinli kuğu boyunlu Natalia var ya, Natalia... Bu kez sırılsıklam, evlenecek kadar vurulmuştu ona. Düğün oldu. Puşkin muradına ermişti, ama kerevete çıkanlar rahat bırakmadılar. Aşırı güzeldi Natalia, aşırı. Ve Rus sosyetesinin toplandığı salonlarda boy gösterdiği zaman, tüm erkeklerin yüreğini hoplatıyordu. İşin kötüsü, Natalia da hoşlanıyordu göz süzüp gerdan kırmaktan. Çar Birinci Nikolay bile asılıyordu Puşkin'in karısına!
Ama aralarında biri vardı ki, Natalia'nın da gözlerini kamaştırıyordu. Puşkin'in karısı kadar aptal ve değersiz Georges de Heeckeren d'Anthes, Rus ordusuna kabul edilen bir Fransız subayı olup, ne yazık ki çok yakışıklıydı.
1836 yılı kasım ayı başında Petersburg kenti sosyetisinin başlıca eğlencesi, Puşkin'e 'Boynuz Nişanı' verileceğini ilan eden anonim mektubun elden ele dolaşan kopyasıydı. Aslı, büyük şaire gönderilmişti tabii.
Puşkin, çıldırdı. Mektubu yazan, Fransız rakibi George d'Anthes'ten başkası olamazdı. Genç ve yakışıklı rakibini düelloya davet etti. Ama Fransız subayı, kendisini evlat edinen Rus babasının öğüdünü dinleyerek, bir özür mektubu yazdı ve şaire bir yanlış anlama olduğunu, kendisinin Natalia'ya değil, kız kardeşine âşık olduğunu, hatta evlenmek istediğini belirtti.
Çok geçmeden de Puşkin'in baldızıyla başgöz edildi zaten. Ama Fransız subay, aslında bal gibi Natalia'ya vurgun, hatta delicesine tutkundu ve kardeşiyle evliliğine rağmen, ışığa yönelen kelebek gibi Puşkin'in karısı çevresinde dönmekten alamıyordu kendisini.
Puşkin'in şiirleriyle iğnelediği, eleştirdiği kim varsa, ozandan intikamlarını alay ederek almaya başladılar.
Onuru yaralanan şair, George d'Anthes'i ikinci kez düelloya çağırdı.
Ölüm, onun göğüs kafesine vurdu. Hem de kuşkusuz, tek bir dizesini okumamış cahil ve züppe bir Fransız'ın kurşunuyla. Yüzyıl sonra, katilin torunu tarafından Henri Troyat'ya teslim edilen bir mektubundan, güzel Natalia'nın vücudunu George d'Anthes'e asla teslim ve Puşkin'e ihanet etmediği anlaşılacaktı. Ama ruhen aldatmıştı ve ozanlar, bedenden çok ruhlarıyla kıskanırlar.
New York’ta elektrikler kesilince tüm dünyanın dikkati bu kente yöneldi. Fakat Amerika’nın göbeğinde,200 yıldır teknolojinin tüm nimetlerini reddeden Amishler zaten karanlıkta yaşıyorlar. Elektrik kullanmayan bu insanlar, kendi ekip biçtikleri ile geçimlerini sağlıyor
ABD’nin kuzeydoğusu bir—iki gün elektriksiz kalınca, tüm dünyanın ilgisi buraya toplandı. New York’tan canlı yayınlar yapıldı, dünya gazetelerinin birinci sayfalarını karanlık gökdelenlerin fotoğrafları süsledi. Halbuki Kuzey Amerika’da toplam 170 bin insan, yüzyıllardır elektrik nedir bilmiyor, at arabası ile seyahat edip, tarlalarını sabanla sürüyor.
Teknolojiyi tümüyle reddeden bir Hıristiyan tarikatının mensupları olan Amishler’e bugün Pennslyvania, Ohio, İndiana başta olmak üzere ABD’nin birçok eyaletinde rastlamak mümkün. Sayılarının 170 bin civarında olduğu tahmin ediliyor.1800’lü yılları anlatan film sahnelerinden fırlamış gibi giyinen Amishler, hâlâ Avrupa’dan Amerika kıtasına göç ettikleri günkü şartlarda yaşıyorlar.
Amishler’in ilk hali olan Mennocular,16. yüzyılın başında İsviçre’de, reform hareketleri sırasında vaftizmi reddeden ve yeniden takdis olmaya inanan gruplar arasında ortaya çıkmış. “Yeniden Takdis” hareketini savunanlar, Hıristiyan anne babadan doğmuş olanların bile Hıristiyan kabul edilemeyeceğini iddia ediyor ve herkesin 18 yaşına gelince kendi rızası ile dine kabul törenine katılması, yani takdis edilmesi gerektiğine inanıyorlardı. Çünkü olgunlaşmamış bir insanın dinin gereklerini anlamasına imkân yoktu. Gerçek bir Hıristiyanın kendi rızası ile bu yolu seçmesi gerekiyordu. Bu akımın önderi ise 1530’lu yılların tanınmış gezici rahibi Menno Simons. Katolik papazken, ‘Yeniden Takdis’e inanmaya başlayan Menno’nun çevresinde insanlar toplanmaya başlar. Ancak kilisenin yoğun baskısı ile karşılaşırlar. Katolik kilisesi, Mennocular’a karşı acımasız bir savaş başlatır. Yüzlercesi öldürülür. Bu arada kendi içlerinde de ayrılıklar başlar. Amishler, Mennocular ve Bretenler olarak üç gruba bölünürler. Bugün dünyanın birçok ülkesinde milyonlarca Mennocu var. ABD’de ise sayıları 1 milyon civarında. Amishler ise sadece ABD’de var ve sayıları yaklaşık 170 bin. Bretenler’in sayısı ise birkaç bin civarında.
Amishler’in hikayesi,1693 yılında İsviçreli Jacob Amman ile başlıyor. Amman’ın adına izafeten Amishler olarak adlandırılan grup, temelde ‘Yeniden Takdisçiler’le benzer görüşleri savunsa da, teknolojiyi kullanma konusunda farklı düşünüyor. Gerçek Hıristiyanlığın Hz. İsa gibi yaşamak olduğuna inanan Amishler, İncil’de yer alan “Dağdaki Vaiz”in ilkeleri doğrultusunda yaşama taraftarıdırlar. Toplumdan uzak bir hayat sürmeyi savunurlar. Dünya ile ilişkiler en az seviyede olmalı, teknolojiden uzak kalmalıdır. Çünkü teknolojinin insana dünyayı sevdireceğine inanırlar. Bugün hâlâ at arabasına binmelerinin, elektrik yerine gaz lambası kullanmalarının temelinde bu inanış yatıyor.
Avrupa’daki baskılar hayatı iyice yaşanmaz hale getirince, Mennocular dini özgürlük vadeden ‘Yeni Dünya’ya göç etmeye karar verirler. Ellerinde ne varsa satarak, soluğu New York limanında alırlar. Pennsilvanya’nın efsanevi valisi William Penn, kavga gürültü bilmeyen, el emeği ile kazanan ve oldukça çalışkan olan bu gruba kucak açar. Ailelere topraklar tahsis edilir, onlar da en iyi bildikleri iş olan tarıma başlar.
Temel felsefelerini alçak gönüllülük ve aileye sadakat olarak açıklayan Amishler’i diğer Yeniden Takdisçiler’den ayıran en büyük özellik teknolojiyi tamamen reddetmeleri. Bütün Yeniden Takdisçi gruplar aynı dini inanışa sahip olsalar da, Mennocular tarımda traktör kullanırken, Amishler hâlâ sabanı tercih ediyor. Mennocular çok sade olmak şartıyla birkaç renkli kıyafet giyerken, Amishler tek renkli ve baskısız kumaştan kıyafetlerde ısrar ediyor. Bir anlamda Amishler, Yeniden Takdisçilerin en tutucu grubu.
Mennocu gruplar, savaş karşıtı olarak biliniyor. Nereden gelirse gelsin kendilerine yapılan saldırılara karşılık vermiyorlar. Avrupa’da din savaşlarına katılmayıp Amerika’ya kaçmalarının gerekçelerinden biri de bu. Kavga etmemeyi Hz. İsa’nın temel öğretileri arasında görüyorlar. Bu nedenle askere de gitmiyorlar.
Yeni Dünya’ya göç eden Amishler’in torunları ülkenin 22 eyaletinde ve Kanada’da hâlâ aynı şartlarda yaşıyorlar. En kalabalık ve toplu oldukları yer, New York’a 2 saat mesafedeki Pennsilvanya’nın Lancaster bölgesi. Son dönemde artan nüfus nedeni ile, özellikle kendilerine kolaylıklar sağlayan Wisconsin eyaletine de yoğun bir göç var.
Giyimleri ile dikkat çekiyorlar
Amishler, yazılı olmayan kurallar zinciri “Ordung” doğrultusunda hareket ediyorlar. Erkekler koyu renkli, uzun, düz, yakasız pardösüleri ile tanınıyor. Sade renkli, uzun kollu, yakasız gömlekler giyiyorlar. Kışın siyah fötr, yazın hasır şapka takıyorlar. Ayakkabı ve çorapları da siyah. Erkekler bıyık bırakmıyor. Evlendikten sonra da genellikle bıyıksız sakal bırakıyor. Amish kadınları da erkekleri gibi sade ve düz elbiseler giyiyor. Uzun kollu, uzun etekli tek parça elbise, küçük büyük tüm hanımların üniforması. Saçlar hiç kesilmiyor, topuz yapılarak arkada toplanıyor. İbadet ederken saçların kapalı olmasına özen gösteriliyor. Evleninceye kadar başlar siyah örtü ile kapatılıyor, evlendikten sonra beyaz başörtüsü kullanılıyor. Mücevher takmaları ve makyaj yapmaları tümüyle yasak. Baskılı ve renkli kumaşları da reddeden hanımların en büyük süsleri ise çok özel zamanlarda başlarına taktıkları çiçekler. Amish kadınlarının en önemli görevi erkeklerine hizmet etmek ve çocuk yetiştirmektir. Pek çoğu 7—8 çocuk annesi kadınların hobilerinin başında ise “kırkpare” olarak bilinen, parça kumaşlardan üretilen ev eşyaları yapmak geliyor.
Çocuklara 8 yıllık kilise okulu
Çok çalışkan olan Amishler, boş kalmanın aklı şeytani duygularla meşgul edeceğine inanırlar. Amish sözlüğünde “teknoloji” ve “ilerleme” kelimeleri bulunmuyor. Elektrik, araba, telefon, traktör gibi yeniliklerin kendileri için değil, “dış dünya” için olduğuna inanan Amishler, teknolojinin aile bağlarını zayıflatacağını düşünüyorlar. Amish çocukları sadece 8 yıl okuyor. Kendi kiliseleri tarafından işletilen, tek odalı dini okullara giden çocuklar burada okuma—yazma öğreniyorlar. İncil derslerine, İngilizce’ye ve Almanca’ya çalışıyorlar. İlahi okumak için müzik dersleri alıyorlar. Öğretmenler genelde bu okuldan mezun olmuş 17—18 yaşındaki bekar kızlar.1972 yılında Amerikan Yüksek Mahkemesi, açılan bir davada Amish çocuklarının 8 yıllık okuldan sonra eğitimlerine devam etmeleri için baskı yapılmasını dini özgürlüğe aykırı bulmuş. Bazı modernist Amish ve Mennocu aileler ise çocuklarını liseye ve üniversiteye gönderebiliyor.
İbadetler evde yapılıyor
Kendi aralarında Almanca’nın bir lehçesi ile konuşan Amishler, uzun zamandır Amerika’da yaşamalarına rağmen çok aksanlı İngilizceleri ile dikkat çekiyorlar. Çocuklar okulda İngilizce öğrenseler bile ibadetlerini Almanca yaptıkları için, günlük hayatta da bu dil ağır basıyor. Amishler’in ibadetleri de diğer Hıristiyanlarınkinden farklı. Pazar ayinlerini kiliselerde yapıyorlar. Üç saati bulan ayinden sonra her hafta birinin evinde yemekli toplantı düzenliyorlar. Dönüşümlü olarak devam eden ayinlerde İncil okunuyor. Çok ciddi bir ortamda gerçekleşen ibadetler sırasında kısık sesle ve yavaş bir tonda ilahiler okunuyor. Müzik olmadan, Almanca gerçekleştirilen ayin sırasında kadınlar ve erkekler ayrı bölümlerde, arkalıksız tahta sehpalarda oturuyor.
Kendilerini “özel insanlar” olarak kabul eden Amishler, Tanrı’nın insanı basit ve sade bir yaşam için yarattığına inanıyor. Disipline büyük önem veren, kendilerini inançları doğrultusunda yaşamak için adayan, alçakgönüllü olmayı temel felsefeleri sayan Amishler, Tanrı’nın kendilerini dış dünyadan özel olarak koruduğuna inanıyorlar. İbadetlerini bıraktıkları zaman Tanrı’nın da kendilerini terk edeceğini ve bozulacaklarını düşünen Amishler, aile bağlarına da çok önem veriyorlar.
Vergi vermeden yaşıyorlar
Devletin Amishler’den vergi alma girişimleri bugüne kadar başarısızlıkla sonuçlanmış. Kendi halinde yaşayan, birkaç atı ve ineği olan, tarımla uğraşan bu insanlara vergi memurlarının haciz girişimleri, kamuoyu baskısı ile geri tepmiş. Bir kuruşluk gelirden bile vergi alan devlet de, Amishler’e göz yummuş. Kendi halinde geçinen vatandaşların ne bankada hesabı var, ne sosyal güvenlik numarası, ne de sağlık ve emeklilik sigortası. Sadece, ürettiklerini “normal” insanlara satanlar yerel gelir vergisi ödüyor belediyelere. Bir de sahip oldukları tarla ve evler için emlak vergisi veriyorlar. Büyük şehirlerin lüks marketlerinde, Amishler tarafından üretilen kekler, reçeller, ekmekler tamamen doğal olduğu için yüksek fiyatlarla tüketicilere sunuluyor. Tarım dışında marangozluk ve demircilik gibi işlerle de uğraşan Amish ustalarından “dış dünya”ya iş yapanların arasında milyoner olanlar da var. Bazıları kazandıklarını cemaat için harcıyor. Amishler, mallarını değerinden fazlaya satmanın büyük günah olduğuna inanıyor. Bu nedenle birçok doğal ürün, oldukça ucuz ve cazip fiyatlarla toptancılar tarafından toplanıyor.
Yabancı ile evlilik yok
18 yaşını dolduran Amish kızları ile 20’li yaşlarının başındaki erkekler artık evlenmenin arifesindedir. Gençler, kendi aralarında gizlice görüşerek evlenmeye karar veriyorlar. Pazar toplantıları veya hasat törenlerinde birbirini görerek beğenen gençler, çok kısıtlı olan boş zamanlarında buluşarak, birbirlerini tanımaya çalışıyorlar. En popüler buluşma mekanları ise, minik derelerin üzerindeki kapalı köprüler. Gençler buralarda gözlerden uzak bir ortamda konuşma imkanı buluyorlar. Ailelerin rızası ile yapılan evlenme teklifi, hasat mevsiminden önce başkalarına açıklanıyor. Kasım ayı ise evlilik ayı.
Amishler’in diğer Hıristiyan grupları gibi misyonerlik amaçları bulunmuyor. İnanışlarını yaymak için çaba içinde değiller. İçlerine katılmak isteyenlere şaşırıyorlar. Normal hayata alışmış birinin aralarında dayanamayacağına inanıyorlar. Bir yabancı, uzun süren bir denemeden sonra tamamen Amish olduğuna diğerlerini ikna ederse, yaşlıların huzurunda bilgilerini sergileyip cemaate katılabiliyor. Ama bugüne kadar bu yolla Amish olanların sayısı 3’ü 5’i geçmiyor. Büyük oranda mısır eken Amishler’in kavun, kabak ve domatesleri de çok meşhur. İneklerinden aldıkları sütlerle yaptıkları tereyağı da oldukça talep görüyor. Amishler’in teknolojiyi kullandıkları tek yer de, mazotlu jeneratörlerin çalıştırdığı süt sağma makineleri. Jeneratörler bir de çok sıcak havalarda pervaneleri çalıştırma amacıyla kullanılıyor. Her köyde bir tane telefon var ve açık havada bulunuyor. Acil durumlarda kullanılıyor.
Doktor nedir ki?
Genelde doktora gitmeyen ve geleneksel metodlarla tedavi olan Amishler, çok gerekmedikçe hastaneye uğramıyor. Gidenlerin masrafları ise, cemaat tarafından toplanan paralarla ödeniyor. İmece usulünün çok yaygın olduğu Amishler’de evlenen gençler bir süre anne babaları ile birlikte oturuyor. Genelde 7—8 çocukları olan aileler iyice kalabalıklaşınca, cemaat yeni bir ev yapımı için destek veriyor.
Amishler fotoğraflarının çekilmesini istemiyorlar. Bu bilgi bölgeye giden herkese bir şekilde anlatılıyor. Fotoğraflarının çekildiğini görürlerse arkalarını dönüyorlar. İncil’deki bazı ifadelerin ‘görüntü’yü yasakladığını düşünüyorlar. Bu nedenle küçük çocukların oynamaları için yapılan “kız bebekler”in yüzleri boş. Erkek bebeklerin ise yüzü var. Kız—erkek arasındaki farkı ise eski bir gelenek olarak ifade ediyorlar.
beraberinde milliyetçiliğe yeni bir akım getiren kola: pozitif milliyetçilik..
bu içeceğin yan etkileri de var: eger turk değilseniz ya da gelenek ve göreneklerinizi unuttuysanız ve yahut size öğretilmediyse, bu sıvıyı içince birden içinizde saklı kalmış turkluğunuz ortaya çıkıyor; eger turk değilseniz ve kazara bu sıvıyı içtiyseniz çat pat turkçe konuşmaya, kiss çoluk çocuk demeye, turkiya turkiya diye bağırmaya, pencereden sepet sallayıp bakkalıcıya koy cola turca demeye başlıyorsunuz..
yani turklerin kureselleştirme politikasının bir parçası..
amerika bunu her turlu kulutri uzvuyla yapıyor; mc donaldslar, coca cola lar, burger king ler, amerikan tarzı yaşam, ingilizce...vs..ama biz turkler kurelleşme ve kurellştirme akımına yeni bir soluk getirdik, hem de hiç ilgimiz olmayan bir dalda: bilim...
evet öyle bir formul yaptık ki ve bu formule kola tadı verdik ki; atrık bunu içen bizden biri oluyor; böylece tum cihan a hakim olma ümitlerimiz de gerçeğe dönüşme yolunda ilerliyor..
Hadi hayırlısı... :))
Bugün yedi dörtlük Marmara depreminin yıldönümü. Kandilli Rasathanesi 17 Ağustos 1999’dan bu yana ülke çapında 2,5 büyüklüğünün üzerinde 11 bin 351 deprem kaydetmiş.
O kâbus gece hâlâ unutulmadı, on yıllarca da unutulacak değil. Başbakan Erdoğan’ın 17 Ağustos depreminin yıldönümünde Bakanlar Kurulu’nu yarın Sakarya’da toplayacak olması bu açıdan önemli.4 yıl önceki depremde Gölcük ve Adapazarı ile birlikte çevredeki yerleşim yerleri yıkılmış, binlerce insanımız enkaz yığınlarının altında kalmıştı.
Türkiye için ne büyük acıydı. Bugün acılar küllenmeye yüz tuttu, hayat yeniden yeşerdi. Çoluk çocuk, yaşlı genç göçüp gidenlere rahmet okumak için gelin o günleri bir daha hatırlayalım. Deprem gerçeğinin acı yüzüyle bir daha yüzleşelim. Dün gibi hatırlıyorum, depremin hemen ardından Gölcük’e gitmiş ve izlenimleri şöyle yazmıştım:
Sabah. Güneşin ışıkları henüz dünyamıza düşmüş değil. Gün henüz ağarıyor. Yıkıntıların arasında 60 yaşlarında bir amca. Donanma Komutanlığı ana girişinin tam karşısında. Önündeki moloz yığınını elleriyle eşeliyor. Belli ki yaralı kurtulmuş; başı sargılar içinde. Ayakta zor duruyor. Deprem felaketini bu amcanın görüntüsünden okumak mümkün. Evi, ailesi, akıl ve ruh muvazenesi perişan. ‘Ben balkonda yatıyordum. Bina yan yatınca kurtulmam kolay oldu.’ diyor. Kurtulduğuna sevinemiyor. Enkaz yığınını işaret ederek, ‘Burada eşim, çocuklarım ve torunlarım var.’ diyebiliyor titreyen sesiyle. Geceyi yıkıntının hemen karşısında geçirmiş. Artık tükenmekte olsa da umutla bekliyor, bekliyor...
Karelerin sayısını artırmak mümkün.60 yaşlarındaki Nevzat Yılmaz depremi duyar duymaz, taa Erzincan’dan ablası için gelmiş. Ellerini gösteriyor balyoz sallamaktan şişen. ‘Ölü de olsa henüz ulaşamadık.’ diyor ve ekliyor: Enkazın içinde ablamın katını buldum. Mutfağı, salonu beton ve demir engelleri aşarak ortaya çıkardık. Yatak odasını bulamadık. Muhtemelen oradadır. Yıkımın odayı nereye savurduğu belli değil.
Makine mi, ona yeni kavuşmuşlar. Öyküsü ilginç: “Yolda bir iş makinesiyle karşılaştık. ‘Bize yardım eder misiniz? ’ dedik. ‘Evet’ dediler. İzmir’den geliyormuş. Makinenin de yardımıyla herhalde ablamı ölü ya da diri bulabilirim...
Bir başka yıkıntının önü. Abidin Zenger ayakta güçlükle duruyor. Kastamonu’dan daha yeni gelmiş. ‘Yollar doluydu, Adapazarı üzerinden geldiğimiz için geciktik.’ diyor. Moloz yığınını göstererek ‘Burası eviydi, şurası da dükkanı.’ diyor. Gözleri sulanıyor. Henüz geldiklerinden oğlunun torunlarının akıbetinden haberi yok. Komşularından biri yanına yaklaşarak, ‘Amca gelininle kızı yaralı kurtuldu. Dün oğlunla, erkek torununun cesedini çıkardılar ve defnedildi.’ demiş. Ne kadarı doğru bilmiyor.
Fotoğraflar aynı. Hikayeler aynı. Sadece isimler değişiyor. Koca moloz dağlarının önlerinde insanlar geceyi karşılıyor. Ne büyük dram ya Rabbi. Kelimelerin kifayetsiz olduğu fotoğraflar. Dilce susulup görüntünün konuştuğu manzaralar. Sözün bittiği anlar.
Bir yıkıntının üzerine çıkıyorum. Bir karnenin ucu görünüyor. Adı: Burçin Beyazıt. Piri Reis ikinci sınıf öğrencisi. Sonuç bölümünde, ‘geçti’ yazıyor. Akıbetini bilen yok. Belki de enkazın altında...
Biraz ileride bir resim defteri. ‘Bunlar bir aile’ diye altına not düşerek ana–baba ve iki kardeşten oluşan insan bedenleri kare biçiminde resim çiziktirmiş. Belli ki kendi ailesi... Diğer sayfalarda dağlar ve bu dağların ardından doğan güneşi resmetmiş... Tekrar üzerine dağların arasından güneş doğan hayatı çizebilecek mi?
Askerliğimi Gölcük’te yaptığım için buraları az çok biliyorum. Defalarca geçtiğim Donanma Komutanlığı’na bitişik sokağa giriyorum. Ayakta kalan bina yok. Depremin etkilerini görmek için sahile doğru indiğimizde inanılmaz manzarayla karşılaşıyorum. Değirmendere’de çay içtiğimiz yer vardı, deniz yutmuş. Değirmendere’nin gediklisi Mehmet Hoca’nın anlattıkları tüyler ürpertiyor. Afet üstüne afet:
Depremin oluşturduğu 20–30 metreyi bulan dev dalgalar denizin dibindeki binaları alıp götürmüş. Geriye sadece çamurunu vermiş. Donanma Komutanlığı’na bağlı tesisler de farklı değil. Subay Orduevi dev dalganın gazabına uğrayan yerlerden... Mehmet Hoca öyle bir tasvir ediyor ki, ortaya kıyamet sahneleri çıkıyor...
Onca acı içinde bütün dolaşmalarımıza rağmen devleti göremedik. O yok. Her yerde millet var. Derinliğini değil âliliğini gösteriyor. Sincan Belediyesi’nin yardım kamyonu Donanma Komutanlığı’ndan içeri giriyor. Millet sağ olsun...
Yirminci yüzyılın teknolojik nimetlerini reddediyor, otomobil, elektrikle çalışan aletler, haberleşme sistemleri gibi yeni saydıkları icatlardan uzak duruyorlar.
Kuantum fiziği ile alakalı bir yazı yapıştırdım(astım, kulakların çınlasın barış :))) Daha önce okuduğum ve evren ve kuantum fiziğiyle alakalı bir yazıyı da asmak istiyorum..
Röportaj
Nuriye Akman
23.02.2003/Zaman
Evren, gördüğümüz gibi değil, gerisinde farklı bir dünya var
İki hafta önce, sabah zihnimde “Hologram” diye bir kelime ile uyandım. Bütün gün, beynime kıymık batmış gibi dolaştıktan sonra, anlamını bilmediğim bu kelimenin mecburen peşine düştüm.
İyi ki internet var. Hologramın, lazer yardımı ile oluşturulmuş üç boyutlu bir görüntü olduğunu çabucak öğrendim. Sönmeyen merakım beni Michael Talbot’un yazdığı, Holografik Evren adlı bir kitaba götürdü. Kitabı üç günde bitirebildim. Okuduklarımın hiç değilse bir bölümünü bir fizikçi ile tartışma ihtiyacı hissettim. Kuantum fiziğini iyi bilen, metafiziğe “öcü” diye bakmayan; ama bilimsel soğukkanlılığını da daima koruyan, bilim dilini popüler dile aktarmada becerikli, her şeyden önemlisi bu kitabı okumuş ve lise dışında fizik eğitimi almayan bir gazetecinin soruları doğrultusunda yürüme alçakgönüllülüğünü gösterecek biri olmalıydı.
Belki on fizikçi ile telefonda konuştum, hiçbiri bu konuyu konuşmaya yanaşmadı. Sonunda, TÜBİTAK Başkanı Namık Kemal Pak’ı aradım. Bu röportajı aslında Türkiye’nin yetiştirdiği en parlak bilim adamlarından biri olan Pak’la gerçekleştirmek isterdim. Ama vakti yoktu. Kendisi de kuantum fizikçisi olduğu için, vereceği isimler benim için çok önemliydi. Ali Kaya, Pak’ın verdiği isimlerden biriydi.
Kaya, aradığım bütün niteliklere sahipti. Onu tanıdığıma, sizlerle tanıştırdığıma çok seviniyorum.
Ali Bey, teşekkür ederim ricamı kırmadınız, bu röportaj için kitabı okudunuz; ama okurlarımıza konuyu özetlemek amacıyla şöyle bir girizgah yapacağım: Londra Üniversitesi öğretim üyelerinden Fizik Profesörü David Bohm ve Stanford Üniversitesi’nden Nörofizyoloji Profesörü Karl Pribram 1950’li yıllarda, birbirlerinden bağımsız olarak, evreni yeni bir algılama modeli sunuyorlar bize. Dünyada gözümüzün gördüğü her şeyin, tüm fenomenlerin, uzay ve zaman ötesindeki bir gerçeklik düzeyinden yansıtılan hayaletimsi imgeler olabileceğini söylüyorlar. Bu, zihnin fiziksel gerçeklikle psişik yolla etkileşebildiği anlamına da geliyor. Talbot’un kitabında, bu iki bilim adamından etkilenerek özellikle kuantum fiziğinin olanaklarıyla araştırmalarını sürdüren pek çok bilim adamının,80’li ve 90’lı yıllarda ulaştıkları sonuçlara da yer veriliyor. Şimdi, söz sizin.
Pribram’ın beyinle alakalı görüşlerini bilmiyordum. Ben de onun gibi, ruh ve beyin arasında bir ilişki olmadığı, her şeyin tamamen beynin içinde elektriksel olarak olup bittiği düşüncesine çok sıcak bakamıyorum. David Bohm’la ilgili kısımlar ise, uzun süreden beri bu işin içinde olduğumdan, kolay anladığımdan belki, çok etkilemedi. Ama beynin çalışma yapısının bir şekilde holografik olabileceği, elektrik dalgalarının, “girişim desenleri” oluşturması bana çok ilginç geldi.
Okurlarımıza açıklayalım. Pribram, anıların beyinde nasıl ve nerede depolandığı sorusuna cevap ararken bu noktaya geldi. Ona göre beyin hücreleri tek tek, mini hologramlar gibiler ve gelen uyaranları frekanslarına ayırarak algılıyorlar. Hücrelerin dalga boyları birbirleri ile kesişerek, “girişim” yapıyor. Yani birbirinin içinden geçen çapraz çizgili desenler meydana getiriyorlar. Oluşan holografik model, bizim beş duyumuzla algıladığımız görüntüydü. Yani fiziksel gerçeklik, bir hayalden ibaretti.
Beynin gerçeğinde hem bu girişimsel olayın hem de nöronların, elektriksel etkilerinin bir anlamı olabilir. Bilimsel gelişmede “Tamam, bu holografik modeli bulduk. Eskilerin hepsini çöpe atalım” gibi bir mantık yürütemezsiniz. İşte Newton, bir şeyler bulur, ondan sonra Einstein gelir, yeni şeyler üzerine koyar. Hiçbir zaman “Newton tamamen geçersizdir” demez. Newton’un yaptığı şeyler belli olayları anlatmak için geçerlidir. Böyle iç içe büyüyen halkalar şeklinde bir gelişme var bilimde. Bu beynin hologram olması meselesi de öyle. Pribram’ın teorisi, ne kadar kabul görüyor, hangi fenomenleri ne kadar açıklayabiliyor bilmiyorum.
Hiçbir teori, tek başına, evrenin bütününü, eksiksiz bir biçimde anlatmaya yetmez. En azından bunu biliyoruz.
Katılıyorum. Ama bu kitap, “holografik evren” diye bir kavramla her şeyin açıklanabileceğini söylüyor. Kitabın arkasında, Dr. Fred Alan Wolf’un bir sözü var: “Evrenin, hem madde hem de şuuru tek bir alan halinde içeren dev bir hologram olduğu kavramı; ‘Gerçeklik nedir? ’ sorusunu soran herkesi heyecanlandıracaktır. Bu kitap bu soruyu bir daha sorulmamak üzere cevaplıyor.”
Bu Wolf’un yorumu. Kitabın yazarına haksızlık yapmayalım. Birçok yerde söylüyor ki: “Bu, hâlâ tartışmaya açıktır. Bütün bilim adamları buna katılmamaktadır.”
Diyelim, bütün bilim adamları bu kitapta söylenen görüşe katıldılar ve bağımsız olarak teorinin deneylerle uyumlu olduğu görüldü. Buna rağmen, bu yine son nokta değildir.
Gelelim, Bohm’a. O da evrenin, tek ve dev bir hologram olduğunu, yani gördüğümüzü zannettiğimiz şeyin aslında bir hayal olduğunu ve ayrı ayrı parçalar değil de, sadece bütünün olduğunu söylüyor.
Kuantum dersini almaya başladığınız zaman üniversitede, iki farklı görüşten bahsedilir. Biri Bohr Felsefesi’dir diğeri de Bohm’dur. Bohm’un yorumu aslında Newton felsefesine daha yakındır. Bohm’a göre gördüğümüz dünyanın arkasında başka bir fiziksel gerçeklik var. Fakat bu gerçeklik tam olarak klasik fizik kavramlarıyla anlaşılabilir. Bohr’a göre ise, fiziksel gerçeklik biraz da gözlem yapana bağlı bir durum. Mesela “Kimse elektrona bakmazsa, onun nerede olduğu fiziksel bir gerçeklik değildir.” Bohr’a göre.
Belki de bunlar aynı denklemlere getirilen farklı yorumlardır.
Tabii. Bir yorumu diğerinden şu an için üstün kılan bir ayırım yok. Kuantum teorisinde maddenin yapı taşları, gözlemlenemeyen dalgaların farklı frekansları şeklinde düşünülüyor. Bunda herkes hemfikir. Bunlar bilinen dalgalar gibi girişim desenleri de meydana getiriyorlar ve bu desenlerde farklı parçacıklar gibi ortaya çıkıyorlar. Einstein’ın uzay–zaman fikrini teorik düzeyde de olsa kuantum teorisiyle birleştirdiğinizde, aslında üç boyutlu mekanın iki boyut üzerine kodlanabileceği sonucuna ulaşmak da mümkün. Tabii bu fikir şu an yalnızca teoride geçerli. Deneylerle desteklenen bir durum değil. Bütün bunlar bize belki holografi fikrini çağrıştırıyor. Fakat başka isimler de koymak mümkün tabii. Bir de bütün bu yorumlarımızı teorilerimiz doğruymus gibi yapıyoruz. Yani ileride bilimsel anlayışımız geliştiğinde bu yorumlarımız da değişebilir.
Elektronların gözlemlendikleri zaman var, gözlemlenmedikleri zaman yok olduğuna herkes inanıyor mu?
Hayır. Dediğim gibi yoruma bağlı. Kuantum fiziğinde bir elektronun fiziksel durumunu inceliyorsunuz diyelim. Bunu yaparken fiziksel dünyada var olmayan fakat elektronun hareketlerini yönlendiren bir dalgadan bahsetmek zorundasınız. Elektronla ilgili öğrenmek istediğiniz şeyler, bu fiziksel olmayan dalgada saklı. Sanki elektronun kendisi teoride görünmüyor. Teorinize çok güveniyorsanız bunu “Elektron aslında yoktur.” diyerek yorumlayabilirsiniz. Ya da bu teorinin bir eksikliği var şeklinde de yorumlayabilirsiniz. Mesela Einstein kuantum teorisine karşıydı ve onun eksik bir kuram olduğunu düşünüyordu. Fakat bütün bu felsefi yorumları, kuantum fiziği doğruymuş gibi yapıyoruz.
Bu, “Bakarsan var, bakmazsan yok” fikri eğer doğruysa, bir şey hem var, hem yok demektir. Bu düaliteyi felsefi olarak nasıl yorumlarsınız?
Aslında bu insanı merkeze oturtan bir düşünce. Bence bunun doğru ifadesi, “Bakarsan var, bakmazsan ne olduğunu bilemezsin” olmalı. İşte felsefi olarak kuantum mekaniğini çok ileri götüren bazı insanlar, şu tip sorular sormuşlar: “Hiç kimse Ay’a bakmıyorsa, acaba Ay orada mıdır? ” Yani bu birazcık, tasavvufta, Vahdet–i Vücutçuların fikrini anımsatıyor. Onlar da bütün varlığı bir olarak görüyorlardı. Bence iki grup da biraz iç dünyalarının coşkunluğu içinde yorum yapmışlar.
Bütün bunların bizi cevaplamaya zorladığı soru şu: Demek ki zihin fiziksel gerçeklikle psişik yolla etkilenebiliyor. Öyle değil mi?
Zihin bence de fiziksel dünya ile etkileşebilir. Belki buna ruh demek de mümkün. Bunun örneklerini görmek mümkün. Belki de insanlar zamanla bunu bir kabiliyet olarak da geliştirecekler. Fakat etrafımızda gördüğümüz her şeyi zihnin bir yansıması şeklinde görmek, ya da biz zihinsel olarak onları düşlediğimizde, mesela Ay’a baktığımızda, onların gerçeğe dönüştüğünü düşünmek bence doğru değil.
Oysa bana çok sevimli gelmişti bu düşünce. Peki, bir parçacık okyanus içinde yüzüyoruz ve parçalardan her biri, diğer sonsuz parçacığın ne yapacağını biliyormuş gibi davranıyor; değil mi?
Evet. Evren içinde her şey birbiriyle ilgili. Aslında bu kuantum teorisi için geçerli değil sadece. Mesela şu kitabı düşünün, Newton fiziğine göre evrendeki her parçacık bu kitaba çekim kuvveti uygular. Kitabın hareketinde bu kuvvetlerin hepsi bir rol oynar.
Klasik bilim, tüm sistemin durumunu, parçaları arasındaki ilişkinin sonucu olarak görmüyor muydu? Kuantum potansiyeli de bu görüşü tam tersine döndürüp, parçaların davranışlarının gerçekte bütün tarafından örgütlenmekte olduğuna işaret etmiyor muydu?
Bu da biraz yoruma bağlı. Klasik fizik de evreni bir bütün kabul edip parçacıkların hareketlerinin bu bütüne göre şekillendiğini söylüyor. Bununla birlikte kuantum teorisinde de birbirinden bağımsız hareket eden parçacıklar düşünmek mümkün. Şimdi bizim klasik mekanikte kafamızda geliştirdiğimiz fiziksel kavramlar var. İşte hız, konum, boyut. Kuantum mekaniği aslında bunları bayağı sarsmış. O yüzden, bence kuantum mekaniği sanki bize şu an, yani şu gördüğümüz evrenin gerisinde başka bir şey var izlenimini veriyor.
Her şeyin gördüğümüz kadar olmaması ne anlama geliyor?
Gerçekten gördüğümüzün dışında, yani çok farklı bir dünya işliyor arkada. Biz algılarımızla anlamaya, düşünmeye alışmışız. Algılayabildiğimiz şeylerin varlığını daha kolay kabul ediyoruz. Algılarımız üzerine kavramlar geliştirmişiz. Fakat modern fizik algılarımız üzerine inşa ettiğimiz bu evren anlayışının tamamen doğru olmadığını söylüyor.
Yani, bir rüyada mı yaşıyoruz?
Yani bir kere gördüğümüz evrenin böyle olmadığı kesin. Gördüğümüz evren fiziksel bir evren. Rüyada yaşıyor olsak bile, bu çok gerçek bir rüya.
Evren, bir rüya düzeninin bir yansıması olabilir mi? Tıpkı lazerle yaratılan birtakım görüntüler gibi, biz de birtakım ışınlardan gelen, girişim desenleri miyiz aslında?
Ben bu tip tanımlamalara biraz mesafeliyim. Bunun böyle olup olmadığını bilemeyiz.
Ama “Asla böyle bir şey olamaz.” da diyemiyoruz değil mi?
Evet, bu ispatın dışında, insanın kendi iç dünyası ile alakalı bir şey. Bazen benim kendime de öyle şeyler oluyor. Yani böyle durup, ben nerdeyim diyorum. Gerçeklik duygusunu sorguluyorsun. O zaman belki her şeyin holografik bir yansımadan ibaret olduğu izlenimine de kapılıyor olabilir insan. Fakat bu o hali açıklamanın tek yolu da olmayabilir. Dediğim gibi evren büyük bir hologram mı değil mi belki bunu hiçbir zaman anlayamayacağız.
Hologram, bir nesneyi orada olmadığı halde, oradaymış gibi gösteren bir illüzyon yarattığına göre, bu bir düşmanı yanıltmak için savaşta kullanılabilir mi? Hani, eski zaman hikayelerinde geçer, savaşlarda birtakım hayali yardım kuvvetleri gelir yardıma.
Bu biraz teknolojik gelişmeyle alakalı. Hologram teknik olarak, gayet iyi bilinir. İşte, lazerlere yansıtıyorsunuz, orada bir şekil görünüyor. Ve bu şekil görüntü olarak gerçeğe çok yakın. Uzaktan baktığınız zaman gerçeği ile ayırt edemezsiniz. Böyle silahlar yapılabilir. Eskiden, dediğiniz şekilde, böyle bir teknik çok daha yararlı olabilirdi. Mesela iki ordu karşılıklı savaşacaklar, siz sayıca azsınız. Elinizde hologram makinesi var. Sayınızı on kat artırıp şaşırtıyorsunuz düşmanınızı!
Şimdi de yapılabilir farklı şeyler...
Şimdiki savaşlar, Amerika’nın biraz havadan bombalaması şeklinde gelişiyor. Belki küçük operasyonlarda kullanılabilir. Teröristler gelmişler, içeriyi basmışlar, içeriye adam göndermeden önce, holograflarını gönderip adamları korkutmak, ya da bir yerlere ateş ettirip, kurşunlarını bitirmek şeklinde yapılabilir. Schwarzenegger’in eski bir filminde vardı böyle bir şey.
ALİ KAYA KİMDİR?
1972 Bursa doğumlu.1993’te Boğaziçi Üniversitesi Fizik Bölümü’nden mezun oldu.1995’te aynı üniversiteden master derecesini aldı.2002 yılında Texas A&M Üniversitesi Fizik Bölümü’nden doktorasını aldı. Bu tarihten itibaren TÜBİTAK ve Boğaziçi Üniversitesi’ne bağlı Feza Gürsey Enstitüsü’nde uzman araştırmacı olarak çalışıyor. Çalışma alanları; “Sicim teorisi, Kuantum alanlar teorisi, Genel görecelik kuramı”. Evli ve 3,5 yaşında bir oğlu var. Çalışmaları nedeniyle 2002 yılında Türkiye Gazeteciler Vakfı, Sedat Simavi Ödülü’ne layık görüldü.
Bu kelimeyi girerken kelimenin dahil olduğu üç kategoriyi: bilim, din, edebiyat olarak seçmiştim.
Bilimsel bir yazı, özellikle de fizikle ilgilenenler ve kuantum fiziğini merak edenler için..
KUANTUM-İZAFİYET TEORİSİNE DOĞRU
Fizik tarihinin çalkantılı dönemine girildiğinde Einstein, kuantum mekaniğinin temelinde bulunan Heisenberg'in 'belirsizlik' prensibini kabul etmiyordu. O: 'Yaratıcı zar atmaz! ' diyerek, Yaratıcı'nın tabiatta yarattığı olayların tesadüfen meydana gelemeyeceğine, deterministik bir şekilde, önceden belirlenen bir plân dahilinde gerçekleşmesi gerektiğine inanıyordu.
Einstein; Podolsky ve Rosen'la beraber geliştirdikleri EPR çifti (Einstein-Podolsky-Rosen pair) teorisiyle aslında kuantum fiziğinin bir yanılgı olduğunu göstermeye çalışmıştı. Halbuki ondan yaklaşık 30 sene sonra Bell tarafından oluşturulan eşitsizlikle tabiattaki hadiselerin bir plân, program ve düzen içinde, nasıl gerçekleştiğinin cevabı aranmaya başlandı. Ancak bu eşitsizliğin ortaya konmasından sonra yapılan bir deney, bu eşitsizliği doğrulamadı. Belki de en değerli bir fizik yanlışıydı Bell Eşitsizliği. Bu yanlışlıkla çok şey öğrenildi. Yapılan deneyin sonuçlarıyla, Bell Eşitsizliği tutarlılık göstermiyordu. Ayrıca bu eşitsizliği oluşturan varsayımlar, maalesef tabiatta gözlenmiyor, sadece akla uygun bir tutarlılık gösteriyordu.
Bu eşitsizlikte kullanılan iki varsayımdan birincisi (lokalite): kâinatın farklı iki noktasında aynı anda meydana gelen iki olay birbirinden fizikî olarak bağımsızdır. İkincisi (realizm) ise, tabiatta bulunan mikro-âleme ait bir parçacığın birtakım özelliklerini, (meselâ, momentum, konum gibi) öğrenmek istediğimizde o parçacığın bu özelliklerinin değerinin mutlak olduğuna inanmamızdır.(1) Bu iki varsayım birlikte yerel gerçeklik (local realism) hipotezi olarak da bilinmektedir.
Fiziğin en uç noktalarından sicim teorisine (string theory) bu iki varsayım açısından bakabiliriz. Elimizde belli uzunlukta bir sicim olsun. Bu sicim tek başına hiçbir mânâ ifade etmez. Fakat bundan yapılan gitar veya bağlama telini düşünelim. Bu sicimin farklı titreşimlerinden (vibrasyon) değişik notalar elde edilir. Titreşim olmadığı sürece, o sicimin hangi notayı ifade ettiği anlamsızdır; fakat bizim belirlediğimiz bir titreşim şekline göre, değişik notalar çıkartılabilmektedir. Veya kuantum mekanik ifadesiyle, biz bir şeyi ölçmek istediğimizde, aslında bir şekilde onunla temas kurup bu etkileşimin sonucu olarak ortaya bir şeyler çıkarır ve bu ölçtüğümüz değeri, o parçacığa atfederiz. Bu yüzden aynı teli kullanarak birçok notayı çıkartabiliriz; kuantum mekanik ifadesiyle, aynı parçacık için her ölçümde muhtemel sonuçlar kümesinden bir değer elde ederiz. Bu ise mikro ve makro âlemi anlamaya çalışan insanın niyet ve nazarının önemine işaret eder. Çünkü araştırma yapan insanın niyeti ve bakış açısı, ölçümlere ve gözlemlere tesir eder. Buna algıda seçicilik teorisi denir. Kuantum mekaniğindeki ölçüm ile sicim örneğinin ayrıldığı nokta ise şudur: Sicimden çıkaracağımız notaları biz niyet ve algılarımız ışığında belirleyebiliriz; ama kuantum seviyesindeki parçacıklardan (daha çok mümkünatı vücut mertebesinde) alacağımız sonuç ise, nisbeten belirsizdir. Sicimden herhangi bir nota çıkarmasak da o hâlâ bizim boyutumuzdadır (haricî vücut giymiş) , ama kuantum parçacıkla onun varlık seviyesinde doğrudan temas kurmadıkça onun ne olduğu, nerede olduğu, hangi boyut ve belki de zamanda olduğu konusunda kesin bir fikrimiz yoktur. Zira her şey O'nun plânı ve programı dahilindedir. Biz bilmesek de, her şeyin doğrusunu ancak Allah bilir.
Bell Eşitsizliği'ndeki birinci varsayım derinden düşünülüp arka plâna inilirse, aslında Einstein'ın özel izafiyet teorisiyle bu varsayımın bağdaştığını görürüz. Çünkü, özel izafiyet teorisine göre tabiatta hiçbir şey ışık hızından daha hızlı değildir. Dolayısıyla kâinatın birbirinden çok uzakta bulunan iki noktasında meydana gelen iki farklı olayın birbiriyle alâkası olamayacağı akla yakın gözükmektedir. Yani, iki olayın birbirine bağımlı olabilmesi için mutlaka bir şekilde aralarında bir haberleşme olması gerekir. Bu haberleşme de ışık hızından daha hızlı gerçekleşemeyeceğinden bu iki noktada aynı anda gerçekleşen iki farklı olay birbirinden tamamen bağımsızdır. Aralarında haberleşmenin olmadığı birbirinden bağımsız sonsuz parçacık nasıl olur da 15 milyar senedir aralarında mükemmel bir haberleşme sistemi geliştirmiş olabilir?
Atomlar (zerreler) arasındaki bu haberleşme sistemi, İslâm'ın ontolojik kâinat görüşündeki Levh-i Mahfuz'la bağlantılı olabilecek bir mahiyettedir. Kriptoloji ile ilgilenenlerin çok iyi bildiği gibi iletişimde güvenilirlik ve gizlilik esastır. Bilim adamları bunu sağlayabilmek için çok kompleks şifreleme usulleri geliştirip, birtakım protokoller tanımlamışlardır. Meselâ bu şifreleme metotlarından biri RSA kripto sistemidir. RSA birçok bankacılık sisteminde kullanılmakta olup, çok basamaklı bir sayıyı asal çarpanlarına ayırmaktaki zorluğa dayanmaktadır. Meselâ,1000 basamaklı bir sayıyı asal çarpanlarına ayırmak göründüğü gibi kolay değildir. Bu işlem günümüzün en hızlı bilgisayarları ile dahi kâinatın tahmini yaşından fazla zaman gerektirmektedir.(2)
Bunun yanında ayrıca ilâve protokoller de tanımlanmıştır. Meselâ mesajlar herkesçe ortak mesajı gönderme anahtarı ile şifrelenip alıcıya gönderilir, alıcı da sadece kendisinde bulunan özel şifre anahtarıyla mesajı çözer. Peki anahtar dağıtımı nasıl yapılmalı ki, güvenlik ve gizlilik prensipleri sağlanabilsin? Cevap: Önceden tanımlanma...
Parçacıkların birbirleriyle devamlı olarak haberleşmelerini sağlayabilmek için iki ihtimal vardır: Birincisi, parçacıkların aralarında geliştirmiş oldukları bir tür haberleşme (telepati gibi) metodu ile iletişim kurmalı ve bu iletişim sonsuz hızlı olmalı ki, aynı anda meydana gelen iki olay birbirleri ile gelecekte asla çelişki meydana getirmesin, uyum içerisinde olsun. Bir an için bu haberleşmenin sağlanamadığını düşünelim. Bu durumda kâinatın 15 milyar yıldır mükemmel bir uyum içinde, âdeta bütün parçacıkların birbirlerinden ve yaptıklarından haberi varmış gibi hareket etmeleri mümkün olabilir mi? Meselâ kâinatın yaratılışına ait ileri sürülen teorilerden biri olan Big Bang'ı düşünelim. Bu patlama teorisine göre, zamanın çok kısa bir anında, çok miktarda enerji maddeye dönüşüyor ve bugünkü gezegenimizi, galaksileri meydana getiriyor. Bugünkü uzayın içinde ne varsa tamamı bu patlamanın sonrasında meydana geliyor. Bu patlamayla içinde bulunduğumuz kâinat yaratılıyor, genişliyor, genişledikçe oluşuyor, oluştukça genişliyor. Hattâ artan bir hızla genişliyor. Peki nereye doğru gidiyoruz? Başı boş muyuz? Bizi ne gibi sürprizler bekliyor? Parçacıklar, başlangıçtan beri, kâinatın bu genişlemesi veya Kur'an'ın ifadesiyle 'göklerin yükseltilmesi' sırasında birbirleri ile haberleşme içindeler miydi?
Kur'an: 'Allah, O Zât-ı Akdestir ki, gökleri görüyorsunuz, dayanak olmaksızın yükseltilmiştir; Sonra arş üzerine istivada bulunmuştur ve Güneş'i de, Ay'ı da musahhar kılmıştır ki, her biri adı konulmuş bir süreye kadar akıp gitmektedir. Her işi evirip düzenler, âyetleri birer birer açıklar. Tâ ki Rabb'inize kavuşacağınızı yakinen bilesiniz.'(3) diyor.
Bu durumda, eğer parçacıklar iletişim içindelerse, belirlenmiş bir gâyelerinin olması gerekir. Bu da, hiçbir şey tesadüfe bırakılmıyor, demektir. Zaten Kur'an'ın başka bir âyetinde de: 'Semayı yükseltti ve mizanı vaz'etti.'(4) denerek, gökyüzünün genişletilmesinin de nice hesap ve ölçüye dayandığına işaret edilmektedir.
Bir an için bütün parçacıkların tesadüfen hareket ettiğini ve mizanın olmadığını düşünelim. Bu durum, bu parçacıkların birbirini dinlemediği ve aralarında haberleşme olmadığı mânâsına gelir. Yani hiçbir parçacık birbirinin durumunu ne biliyor, ne bilmek istiyor, ne de tedbir alıyor. Peki nasıl bir netice beklenir? Anne karnında nasıl dünyaya geldiğimizi, dokuların birbirinden habersiz gelişip farklılaşması ve kâinatın en şerefli varlığının nasıl ahsen-i takvimde yaratıldığını düşünelim. Bunu Kur'an şu âyetlerle ifade etmektedir: 'O Allah ki, yaratandır, en güzel bir biçimde kusursuzca var edendir, 'şekil ve suret' verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların hepsi O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz ve Hakîmdir.'(5)
Bütün bunların yanında bir de kâinatın nasıl bu hali aldığını, yağmur bulutlarının nasıl zamanı geldiğinde, olması gereken yerde olduklarına bakalım: 'Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün art arda gelişinde, insanlara yararlı şeylerle denizde yüzen gemilerde, Allah'ın yağdırdığı ve kendisiyle yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her canlıyı orada üretip-yaymasında, rüzgarları estirmesinde, gökle yer arasında boyun eğdirilmiş bulutları evirip çevirmesinde düşünen bir topluluk için gerçekten âyetler vardır.'(6)
Kâinattaki atomlar arasındaki bu haberleşmenin kurulabilmesi, bilinen fizik kaidelerine aykırı gözükmektedir. Bu durumda ancak ikinci ihtimal söz konusu olabilir. Yani parçacıklar ve hareketlerinin, gelecekteki davranışları harici vücut giymeden önce İlm-i İlâhî'nin bir defteri olan Levh-i Mahfuz'da takdir edilmiş olmalıdır. İşte biz bu önceden tanımlanmış müthiş protokole 'İmam-ı Mübin Defteri' diyoruz. Bu protokol öyle gizli ve güvenlidir ki, Allah'tan başka hiçbir güç, düzen ve âhengi oluşturan bu haberleşmenin bozulmasına sebep olamaz. Yaratıcı'dan başka hiçbir güç, kâinatta parçacıklar arasında müthiş bir haberleşme ile gerçekleştirilen 'göğün genişletilmesini' durduramaz. Allah (cc) halife olarak yarattığı insana bu şifreleri, bizce meçhul ama Levh-i Mahfuz'da takdir edilmiş sınırlar dahilinde çözme ve böylece eşyaya şekil verme istidadı ve izni vermiştir. Yeter ki O dilesin, O istesin. İnsanın yapamayacağı hiçbir şey yoktur.
Fizikte yapılan pek çok çalışma, uzayın herhangi iki ayrı noktasında aynı anda meydana gelen iki olayın bağlantılı olabilmesinin, gâyet makûl, hattâ gerekli olduğunu göstermiştir. İslâm'ın ontolojik kâinat görüşü zaviyesinden kuantum fiziğinin geldiği nokta, varlığın henüz tam harici vücut giymemiş (mümkünat seviyesinde) varlık mertebesi olan mikro-âlemi ve/veya âlem-i misali açıklayan mevcut en iyi modeldir. Dolayısıyla kuantum fiziği, sadece hakikatin bir kısmını gösterir. Hâlihazırda kuantum teorisiyle izafiyet teorisini birleştiren yeni bir teori geliştirilebilmiş değildir. Kuantum ve izafiyet teorilerinin tedâileri, bazı bilim adamlarının hayal güçlerini geliştirmelerine vesile olmuştur. Meselâ günümüz fiziğiyle neredeyse imkânsız gibi gözüken zaman yolculuğu ve cisimlerin ışınlanması gibi fizikçilerin rüyası haline gelmiş buluşlar, belki de geliştirilecek olan kuantum-izafiyet teorisi ile hayat bulacaktır.
ismet özel
14.09.2003 - 11:56bugun Zaman da Nuriye Akman ın röportaj yaptığı şahsiyet; okumak isteyenlere yaptığı
josefk
05.09.2003 - 16:03pek gerçekten gittiğine inanmamıştım; ama gerçekmiş..
bu site gerçekten çok kaliteli birini kaybetti...
ve ayrılma sebebleri de mantıklı...
metallica
05.09.2003 - 15:47Ve en sevdiğim
Whiskey In The Jar
As I was goin' over the Cork and Kerry Mountains
I saw Captain Farrell, and his money he was countin'
I first produced my pistol; I then produced my rapier
I said 'Stand and deliver, or the devil he may take you'
I took all of his money, and it was a pretty penny
I took all of his money, and I brought it home to Molly
She swore that she loved me, never would she leave me
For the devil take that woman, for you know she tricked me easy
Mosh-a-da rain dum-a-do dum-a-da
Whack fo' my daddy-o
Whack fo' my daddy-o
There's whiskey in the jar-o
Bein' drunk and weary, I went to Molly's chamber
Takin' my Molly with me, and I never knew the danger
For about six or maybe seven, in walked Captain Farrell
I jumped up, fired my pistols, and I shot him with both barrels
Mosh-a-da rain dum-a-do dum-a-da
Whack fo' my daddy-o
Whack fo' my daddy-o
There's whiskey in the jar-o
Now some men like a-fishin', and some men like a-fowlin'(?)
And some men like to hear, to hear the cannonball a-roarin'
But me, I like sleepin', 'specially in my Molly's chamber
But here I am in prison, here I am with a ball and chain, yeah
Mosh-a-da rain dum-a-do dum-a-da
Whack fo' my daddy-o
Whack fo' my daddy-o
There's whiskey in the jar-o
Mosh-a rain dum-a-do dum-a-da(4x)
metallica
05.09.2003 - 15:46Diğeri; Turn the page:
Turn The Page
On a long and lonesome highway east of Omaha
You can hear the engine moanin' out his one long one note song
You think about the woman or the girl you knew the night before
But your thoughts will still be wandering, the way they always do
When you're ridin' sixteen hours, there's nothin' much to do
And you don't feel much like ridin', you just wish the trip was through
CHORUS:
Here I am, on the road again
There I am, up on stage
Here I go, playin' star again
There I go, turn the page
Well you walk into this restaurant, strung out from the road
And you feel the eyes upon you, as you're shakin' off the cold
You pretend it doesn't bother you, but you just want to explode
Most times you can't hear 'em talk, other times you can
All the same old clichs: Is it woman, is it man?
And you always seem outnumbered, you don't dare make a stand
Make your stand
CHORUS.
Out there in the spotlight, you're a million miles away
Every ounce of energy you try to give away
Sweat pours out your body, like the music that you play
Later in the evening as you lie awake in bed
With the echoes of the amplifiers ringin' in your head
You smoke the day's last cigarette, rememberin' what she said
CHORUS
metallica
05.09.2003 - 15:45Metallica ve unforgiven; notin else matter; bu şarkılar onlarla özdeşleşmiştir.Müzikle içli dışlı olan herkes metallica ve onların öncüsü olduğu metal müziği dinlemeseler de bu parçaların ismini duyunca akıllarına gelen: Metallica dır...
Bunların dışında benim en sevdiğim parçalarından biri:
I dissapear
Hey, hey, hey Here I go now Here I go in to new days
Hey, hey, hey Here I go now Here I go into new days
I'm pain, I'm hope, I'm suffer Yeah, hey, hey, hey, yeah Here I go into new days
Hey, hey, hey Ain't no mercy, ain't mercy left for me,
Hey, hey, hey Ain't no mercy, ain't mercy left for me, I'm pain, I'm hope, I'm
suffer
Yeah, hey, hey, hey Ain't no mercy, ain't no mercy left for me....
Do you bury me when I'm gone
Do you teach me while I'm here...
just as soon as I belong,
then it's time I disappear
Hey, hey, hey, and I went, and I went on down that road
Hey, hey, hey And I went on, and I went on down that road
I'm pain, I'm hope, I'm suffer
Hey, hey, hey Yeah and went on, and I went on down that road.....
Do you bury me when I'm gone
Do you teach me while I'm here...
just as soon as I belong,
then it's time I disappear
Do you bury me when I'm gone
Do you teach me while I'm here
...just as soon as I belong,
then it's time I disappear
Do you bury me when I'm gone
Do you teach me while I'm here
...just as soon as I belong, then it's time I disappear
Do you bury me when I'm gone
Do you teach me while I'm here
...just as soon as I belong, then it's time I disappear
...disappear
coldplays
05.09.2003 - 15:41Bu adamları bu şarkılarıyla sevdim:
İn my place
In my place, in my place,
were lines that I couldn't change,
I was lost, oh yeah.
and I was lost, I was lost,
Crossed lines I shouldn't have crossed,
I was lost, oh yeah.
Yeah, how long must she wait for it?
Yeah, how long must she pay for it?
Yeah, how long must she wait for it?
Oh for it
I was scared, I was scared,
tired and under prepared,
but I´ll wait for it.
And if you go, if you go,
and leave me down here on my own,
then I'll wait for you, yeah.
Yeah, how long must she wait for it?
Yeah, how long must she pay for it?
Yeah, how long must she wait for it?
Oh for it, yeah
Sing it please, please, please,
come back and sing to me,
to me, me.
Come on and sing it out, now, now.
Come on and sing it out, to me, me
come back and sing.
In my place, in my place,
were lines that I couldn't change,
I was lost, oh yeah.
Oh yeah
coldplays
05.09.2003 - 15:40Clocks
Lights go out and I can't be saved
Tides that I tried to swim against
You've put me down upon my knees
Oh I beg, I beg and plead (singing)
Come out of things unsaid, shoot an apple of my head (and a)
Trouble that can't be named, tigers waiting to be tamed (singing)
You are, you are
Confusion never stops, closing walls and ticking clocks (gonna)
Come back and take you home, I could not stop, that you now know (singing)
Come out upon my seas, curse missed opportunities (am I)
A part of the cure, or am I part of the disease (singing)
You are [x6]
And nothing else compares
Oh no nothing else compares
And nothing else compares
You are [continues in background]
Home, home, where I wanted to go [x4]
charles bronson
03.09.2003 - 14:24Bu adamın filmlerini izledim, onun ölü mü diri mi olduğunu pek merak etmiyordum; ama yine de bir kaç öncesine kadar yaşadığını bilmek ve tabii bunu da onun ölüm haberiyle öğrenmek, biraz garip..bir yıldız daha kaydı..zaten yıldızların da işi bu değil mi!
charles bronson
03.09.2003 - 14:21LOS ANGELES - Aksiyon filmlerinin 'sert adamı' Amerikalı ünlü aktör Charles Bronson cumartesi günü zatürreeden yaşamını yitirdi. Haftalardan beri tedavi görmekte olduğu Cedars-Sinai Tıp Merkezi'nde ölen Charles Bronson 81 yaşındaydı.
Clint Eastwood ve Steve McQueen ile birlikte 1960 ve 70'lerin en büyük aksiyon yıldızlarından biri olan Charles Bronson, özellikle 1960'ta çevirdiği 'The Magnificent Seven' (Muhteşem Yedili) ,1963'te çevirdiği
'The Great Escape' (Büyük Kaçış) ve 1967 yapımı 'Dirty Dozen' (Kirli Düzine) adlı filmleriyle sinema tutkunlarının büyük be-ğenisini kazanmıştı.
Bronson 'The Magnificent Seven'da Yul Brynner ve McQueen ile birlikte kamera karşısına geçmişti.
Annesi ve babası Litvanya asıllı olan Bronson,3 Kasım 1921'de Charles Bunchinsky adıyla Ehrenfeld Pa. kentinde,15 çocuklu bir madencinin 11. çocuğu olarak dünyaya geldi. Kariyerinin doruğundayken özellikle Avrupa'da çok popüler olan Bronson'a, Fransızlarca 'kutsal dev' (le sacre monstre) ,
İtalyanlarca 'hayvani' (the brute) gibi ilginç lakaplar takılmıştı.
İtalyan yönetmen Sergio Leone'un 1968 yapımı 'spaghetti western'i 'Once Upon a Time in the West'te (Bir Zamanlar Batıda) canlandırdığı kiralık katil rolüyle Avrupa'da büyük ün kazanmıştı.
1971 yılında dünyadaki en popüler aktör seçilen Charles Bronson, Altın Küre ödülüne layık görülmüştü.1979'da Hollywood film sanayinin en büyük uluslararası yıldızı seçilen Broson, Altın Yıldız Ödülü'nü (Gold Star Award) almıştı.
Özellikle Avrupa yapımı filmlerde oynadığı başrollerle büyük beğeni toplayan Charles Bronson, kaba saba, hoyrat tavırları, güçlü vücut yapısı ve seyredenlerde tehlike hissi uyandıran havasıyla özellikle Fransa,
İtalya ve İspanya'da çok popüler olmuştu.
(afp, aa)
aysel
03.09.2003 - 14:16kendileri annem olur
foo fighters
03.09.2003 - 13:25Evet, bu adamlar Nirvana kadar olmasalar da bu şarkıları gerçekten iyi;
it's times like these
am a one way motorway
I'm the one that drives away
then follows you back home
I am a street light shining
I'm a wild light blinding bright
burning off alone
it's times like these you learn to live again
it's times like these you give and give again
it's times like these you learn to love again
it's times like these time and time again
I am a new day rising
I'm a brand new sky
to hang the stars upon tonight
I am a little divided
do I stay or run away
and leave it all behind?
it's times like these you learn to live again
it's times like these you give and give again
it's times like these you learn to love again
it's times like these time and time again
placebo
03.09.2003 - 13:23Bu da gruba yabancı olmayanların bileceği parçaları;
Grubu dinlemenizi tavsiye ederim
Every You Every Me'
Sucker love is heaven sent.
You pucker up, our passion's spent.
My hearts a tart, your body's rent.
My body's broken, yours is spent.
Carve your name into my arm.
Instead of stressed, I lie here charmed.
Cuz there's nothing else to do,
Every me and every you.
Sucker love, a box I choose.
No other box I choose to use.
Another love I would abuse,
No circumstances could excuse.
In the shape of things to come.
Too much poison come undone.
Cuz there's nothing else to do,
Every me and every you.
Every me and every you,
Every Me...he
Sucker love is known to swing.
Prone to cling and waste these things.
Pucker up for heavens sake.
There's never been so much at stake.
I serve my head up on a plate.
It's only comfort, calling late.
Cuz there's nothing else to do,
Every me and every you.
Every me and every you,
Every Me...he
Every me and every you,
Every Me...he
Like the naked leads the blind.
I know I'm selfish, I'm unkind.
Sucker love I always find,
Someone to bruise and leave behind.
All alone in space and time.
There's nothing here but what here's here's mine.
Something borrowed, something blue.
Every me and every you.
Every me and every you,
Every Me...he
Every me and every you,
Every Me...he {x4}
placebo
03.09.2003 - 13:22Bu favori parçalarından biri, gerçekten iyi söylüyorlar
Bitter End
Since we're feeling so anesthetised
In our comfort zone
Reminds me of the second time
That I followed you home
We're running out of alibis
From the second of May
Reminds me of the summer time
On this winter's day
See you at the bitter end
See you at the bitter end
Every step we take that's synchronized
Every broken bone
Reminds me of the second time
That I followed you home
You shower me with lullabies
As you're walking away
Reminds me that it's killing time
On this fateful day
See you at the bitter end
See you at the bitter end
See you at the bitter end
See you at the bitter end
From the time we intercepted
Feels more like suicide...
See you at the bitter end
denizli
03.09.2003 - 13:16şu anda bulunduğum memleket
josefk
01.09.2003 - 12:50ilk antolojiye kaza eseri düştüğümde(kötü anlamda düşmek deil) onu da görmüştüm, sonra yazılarını okudum, gerçekten zeka ürünü iğneleyici yazılardı...
virgilius, bir de o...ikis de gerçekten iyi hicivciydi(laf sokucu) (affınıza sığınarak)
..
unutulumaya yüz tutmuş cin ali nin serirsi vardı ve insnaın yazmak için bir yerlerden beslenmesi gerektiği gibi o da eskide kalmış; ama insanın hayatında mühim roller oynamış artistleri(cin ali) okumayı seviyordu..
...
onunla çay içtim, yemek ve tatlı yedim..
benim tabirimle, yine affınıza sığınarak söylüyorum, çok taşaklı (kaliteli, hamuru iyi gibi manalara geliyor) biri..
..
ismi barış...
JFK...
ekşi sözlüğü seven, belki burayı da o seviyeye çıkartmaya uğraşan biri..
..
bir de serbest kursu de nerdeyse her yazılanı okuyan biriydi..
bunu nasıl yaptığını sorduğumda, insanlar kendi aralarında konuşurken kendileri hakkında ipucu verirler demişti, ben de bir süre denedim; ama sonra olmadı...
...
belki de nikahında şahit olacağım biri; ama daha çağrılmadım bu görev için..
görüşmek üzre barış :))
kara delik
30.08.2003 - 12:52zamanın olmadığı yer..
yaşlanmaktan korkanlar için :)) asla yaşlanma yok; ama küçük bir nokta var:ayak ve başınız arasındaki basınç farkı o kadar fazla olacak ki, bir anda ikiye bölüneceksiniz; yani birazcık basınçlı bir ortam :))
..
ışığın hapsolduğu yer
alexandr sergeyeviç puşkin
30.08.2003 - 12:49Şiiriin Ölümü
Aleksandr Puşkin'in dedesi, Rus Çarı'na zamanın Osmanlı padişahı tarafından çocukken armağan edilen ve 'Büyük Petro'nun zencisi' olarak ünlenen İbrahim Hannibal'dı. İşte bu yüzden, en büyük Rus ozanı Puşkin, iri dudaklı, kıvırcık saçlı ve gözleri ateş saçan bir melezdi. Puşkin'in hayatını yazan Henri Troyat'dan öğrendim ben de.
Troyat'nın 'Kanda kırma, kültürde Fransız ve ruhta Rus' diye tanımladığı Puşkin, eğitimini aldığı Çarskoy Selo Lisesi'nde ilk şiirini Fransızca yazacak kadar Fransa hayranı olup, arkadaşları arasındaki lakabı
'Fransız'dı. Kaderin cilvesine bakın ki ölümü, kıskandığı genç bir Fransız'ın elinden oldu.
1837 yılının ocak karlarıyla kaplı, puslu bir sabah ayazında iki adam birbirlerine arkalarını dönüp yürüdüler. Yüz yüze döndüklerinde iki silahtan biri daha önce patladı ve Rusların 'ölümsüz' sandıkları büyük ozan ölümcül bir yarayla devrilirken kanıyla kızaran beyaz karlara... Yalnızca 37 yaşındaydı.
Neden? Tabii ki bir kadın yüzünden. Kuş beyinli, ama kuğu boyunlu Natalia'nın mülkiyeti, dünya şiirini en büyük ozanından öksüz bıraktı.
Puşkin, yalnız şiir yazarken değil, yaşarken de bir fırtınaydı. Zamansız ölümünü bilircesine ağız dolusu lokmalar koparta koparta, hızla kemirdi ömrünü. Elini attığı her işi başarıyor, yazdığı her dize olay oluyor, kalemi bırakıp kumara, kumarı bırakıp kadınlara sarılıyordu. Deve gibi içiyor, dev gibi seviyor, iktidarla dövüşüyor, sürgüne gönderiliyor,
çok büyük şair olduğu için bağışlanıp geri dönüyor, kumarda borçlanıyor, tabii şiir yazıyor ve ödüyordu. Kadınların biri girip biri çıkıyordu hayatından.
Zaten hepsi âşıktı Puşkin'e, ya da.. şiirine. Elini sallasa, ellisi tellisi kapısında yatmaya hazırdı.
Ama işte, kuş beyinli kuğu boyunlu Natalia var ya, Natalia... Bu kez sırılsıklam, evlenecek kadar vurulmuştu ona. Düğün oldu. Puşkin muradına ermişti, ama kerevete çıkanlar rahat bırakmadılar. Aşırı güzeldi Natalia, aşırı. Ve Rus sosyetesinin toplandığı salonlarda boy gösterdiği zaman, tüm erkeklerin yüreğini hoplatıyordu. İşin kötüsü, Natalia da hoşlanıyordu göz süzüp gerdan kırmaktan. Çar Birinci Nikolay bile asılıyordu Puşkin'in karısına!
Ama aralarında biri vardı ki, Natalia'nın da gözlerini kamaştırıyordu. Puşkin'in karısı kadar aptal ve değersiz Georges de Heeckeren d'Anthes, Rus ordusuna kabul edilen bir Fransız subayı olup, ne yazık ki çok yakışıklıydı.
1836 yılı kasım ayı başında Petersburg kenti sosyetisinin başlıca eğlencesi, Puşkin'e 'Boynuz Nişanı' verileceğini ilan eden anonim mektubun elden ele dolaşan kopyasıydı. Aslı, büyük şaire gönderilmişti tabii.
Puşkin, çıldırdı. Mektubu yazan, Fransız rakibi George d'Anthes'ten başkası olamazdı. Genç ve yakışıklı rakibini düelloya davet etti. Ama Fransız subayı, kendisini evlat edinen Rus babasının öğüdünü dinleyerek, bir özür mektubu yazdı ve şaire bir yanlış anlama olduğunu, kendisinin Natalia'ya değil, kız kardeşine âşık olduğunu, hatta evlenmek istediğini belirtti.
Çok geçmeden de Puşkin'in baldızıyla başgöz edildi zaten. Ama Fransız subay, aslında bal gibi Natalia'ya vurgun, hatta delicesine tutkundu ve kardeşiyle evliliğine rağmen, ışığa yönelen kelebek gibi Puşkin'in karısı çevresinde dönmekten alamıyordu kendisini.
Puşkin'in şiirleriyle iğnelediği, eleştirdiği kim varsa, ozandan intikamlarını alay ederek almaya başladılar.
Onuru yaralanan şair, George d'Anthes'i ikinci kez düelloya çağırdı.
Ölüm, onun göğüs kafesine vurdu. Hem de kuşkusuz, tek bir dizesini okumamış cahil ve züppe bir Fransız'ın kurşunuyla. Yüzyıl sonra, katilin torunu tarafından Henri Troyat'ya teslim edilen bir mektubundan, güzel Natalia'nın vücudunu George d'Anthes'e asla teslim ve Puşkin'e ihanet etmediği anlaşılacaktı. Ama ruhen aldatmıştı ve ozanlar, bedenden çok ruhlarıyla kıskanırlar.
Mine G. Kırıkkanat/Radikal/20.08.2003
amishler
30.08.2003 - 12:29İlerleme yasak teknoloji haram
New York’ta elektrikler kesilince tüm dünyanın dikkati bu kente yöneldi. Fakat Amerika’nın göbeğinde,200 yıldır teknolojinin tüm nimetlerini reddeden Amishler zaten karanlıkta yaşıyorlar. Elektrik kullanmayan bu insanlar, kendi ekip biçtikleri ile geçimlerini sağlıyor
ABD’nin kuzeydoğusu bir—iki gün elektriksiz kalınca, tüm dünyanın ilgisi buraya toplandı. New York’tan canlı yayınlar yapıldı, dünya gazetelerinin birinci sayfalarını karanlık gökdelenlerin fotoğrafları süsledi. Halbuki Kuzey Amerika’da toplam 170 bin insan, yüzyıllardır elektrik nedir bilmiyor, at arabası ile seyahat edip, tarlalarını sabanla sürüyor.
Teknolojiyi tümüyle reddeden bir Hıristiyan tarikatının mensupları olan Amishler’e bugün Pennslyvania, Ohio, İndiana başta olmak üzere ABD’nin birçok eyaletinde rastlamak mümkün. Sayılarının 170 bin civarında olduğu tahmin ediliyor.1800’lü yılları anlatan film sahnelerinden fırlamış gibi giyinen Amishler, hâlâ Avrupa’dan Amerika kıtasına göç ettikleri günkü şartlarda yaşıyorlar.
Amishler’in ilk hali olan Mennocular,16. yüzyılın başında İsviçre’de, reform hareketleri sırasında vaftizmi reddeden ve yeniden takdis olmaya inanan gruplar arasında ortaya çıkmış. “Yeniden Takdis” hareketini savunanlar, Hıristiyan anne babadan doğmuş olanların bile Hıristiyan kabul edilemeyeceğini iddia ediyor ve herkesin 18 yaşına gelince kendi rızası ile dine kabul törenine katılması, yani takdis edilmesi gerektiğine inanıyorlardı. Çünkü olgunlaşmamış bir insanın dinin gereklerini anlamasına imkân yoktu. Gerçek bir Hıristiyanın kendi rızası ile bu yolu seçmesi gerekiyordu. Bu akımın önderi ise 1530’lu yılların tanınmış gezici rahibi Menno Simons. Katolik papazken, ‘Yeniden Takdis’e inanmaya başlayan Menno’nun çevresinde insanlar toplanmaya başlar. Ancak kilisenin yoğun baskısı ile karşılaşırlar. Katolik kilisesi, Mennocular’a karşı acımasız bir savaş başlatır. Yüzlercesi öldürülür. Bu arada kendi içlerinde de ayrılıklar başlar. Amishler, Mennocular ve Bretenler olarak üç gruba bölünürler. Bugün dünyanın birçok ülkesinde milyonlarca Mennocu var. ABD’de ise sayıları 1 milyon civarında. Amishler ise sadece ABD’de var ve sayıları yaklaşık 170 bin. Bretenler’in sayısı ise birkaç bin civarında.
Amishler’in hikayesi,1693 yılında İsviçreli Jacob Amman ile başlıyor. Amman’ın adına izafeten Amishler olarak adlandırılan grup, temelde ‘Yeniden Takdisçiler’le benzer görüşleri savunsa da, teknolojiyi kullanma konusunda farklı düşünüyor. Gerçek Hıristiyanlığın Hz. İsa gibi yaşamak olduğuna inanan Amishler, İncil’de yer alan “Dağdaki Vaiz”in ilkeleri doğrultusunda yaşama taraftarıdırlar. Toplumdan uzak bir hayat sürmeyi savunurlar. Dünya ile ilişkiler en az seviyede olmalı, teknolojiden uzak kalmalıdır. Çünkü teknolojinin insana dünyayı sevdireceğine inanırlar. Bugün hâlâ at arabasına binmelerinin, elektrik yerine gaz lambası kullanmalarının temelinde bu inanış yatıyor.
Avrupa’daki baskılar hayatı iyice yaşanmaz hale getirince, Mennocular dini özgürlük vadeden ‘Yeni Dünya’ya göç etmeye karar verirler. Ellerinde ne varsa satarak, soluğu New York limanında alırlar. Pennsilvanya’nın efsanevi valisi William Penn, kavga gürültü bilmeyen, el emeği ile kazanan ve oldukça çalışkan olan bu gruba kucak açar. Ailelere topraklar tahsis edilir, onlar da en iyi bildikleri iş olan tarıma başlar.
Temel felsefelerini alçak gönüllülük ve aileye sadakat olarak açıklayan Amishler’i diğer Yeniden Takdisçiler’den ayıran en büyük özellik teknolojiyi tamamen reddetmeleri. Bütün Yeniden Takdisçi gruplar aynı dini inanışa sahip olsalar da, Mennocular tarımda traktör kullanırken, Amishler hâlâ sabanı tercih ediyor. Mennocular çok sade olmak şartıyla birkaç renkli kıyafet giyerken, Amishler tek renkli ve baskısız kumaştan kıyafetlerde ısrar ediyor. Bir anlamda Amishler, Yeniden Takdisçilerin en tutucu grubu.
Mennocu gruplar, savaş karşıtı olarak biliniyor. Nereden gelirse gelsin kendilerine yapılan saldırılara karşılık vermiyorlar. Avrupa’da din savaşlarına katılmayıp Amerika’ya kaçmalarının gerekçelerinden biri de bu. Kavga etmemeyi Hz. İsa’nın temel öğretileri arasında görüyorlar. Bu nedenle askere de gitmiyorlar.
Yeni Dünya’ya göç eden Amishler’in torunları ülkenin 22 eyaletinde ve Kanada’da hâlâ aynı şartlarda yaşıyorlar. En kalabalık ve toplu oldukları yer, New York’a 2 saat mesafedeki Pennsilvanya’nın Lancaster bölgesi. Son dönemde artan nüfus nedeni ile, özellikle kendilerine kolaylıklar sağlayan Wisconsin eyaletine de yoğun bir göç var.
Giyimleri ile dikkat çekiyorlar
Amishler, yazılı olmayan kurallar zinciri “Ordung” doğrultusunda hareket ediyorlar. Erkekler koyu renkli, uzun, düz, yakasız pardösüleri ile tanınıyor. Sade renkli, uzun kollu, yakasız gömlekler giyiyorlar. Kışın siyah fötr, yazın hasır şapka takıyorlar. Ayakkabı ve çorapları da siyah. Erkekler bıyık bırakmıyor. Evlendikten sonra da genellikle bıyıksız sakal bırakıyor. Amish kadınları da erkekleri gibi sade ve düz elbiseler giyiyor. Uzun kollu, uzun etekli tek parça elbise, küçük büyük tüm hanımların üniforması. Saçlar hiç kesilmiyor, topuz yapılarak arkada toplanıyor. İbadet ederken saçların kapalı olmasına özen gösteriliyor. Evleninceye kadar başlar siyah örtü ile kapatılıyor, evlendikten sonra beyaz başörtüsü kullanılıyor. Mücevher takmaları ve makyaj yapmaları tümüyle yasak. Baskılı ve renkli kumaşları da reddeden hanımların en büyük süsleri ise çok özel zamanlarda başlarına taktıkları çiçekler. Amish kadınlarının en önemli görevi erkeklerine hizmet etmek ve çocuk yetiştirmektir. Pek çoğu 7—8 çocuk annesi kadınların hobilerinin başında ise “kırkpare” olarak bilinen, parça kumaşlardan üretilen ev eşyaları yapmak geliyor.
Çocuklara 8 yıllık kilise okulu
Çok çalışkan olan Amishler, boş kalmanın aklı şeytani duygularla meşgul edeceğine inanırlar. Amish sözlüğünde “teknoloji” ve “ilerleme” kelimeleri bulunmuyor. Elektrik, araba, telefon, traktör gibi yeniliklerin kendileri için değil, “dış dünya” için olduğuna inanan Amishler, teknolojinin aile bağlarını zayıflatacağını düşünüyorlar. Amish çocukları sadece 8 yıl okuyor. Kendi kiliseleri tarafından işletilen, tek odalı dini okullara giden çocuklar burada okuma—yazma öğreniyorlar. İncil derslerine, İngilizce’ye ve Almanca’ya çalışıyorlar. İlahi okumak için müzik dersleri alıyorlar. Öğretmenler genelde bu okuldan mezun olmuş 17—18 yaşındaki bekar kızlar.1972 yılında Amerikan Yüksek Mahkemesi, açılan bir davada Amish çocuklarının 8 yıllık okuldan sonra eğitimlerine devam etmeleri için baskı yapılmasını dini özgürlüğe aykırı bulmuş. Bazı modernist Amish ve Mennocu aileler ise çocuklarını liseye ve üniversiteye gönderebiliyor.
İbadetler evde yapılıyor
Kendi aralarında Almanca’nın bir lehçesi ile konuşan Amishler, uzun zamandır Amerika’da yaşamalarına rağmen çok aksanlı İngilizceleri ile dikkat çekiyorlar. Çocuklar okulda İngilizce öğrenseler bile ibadetlerini Almanca yaptıkları için, günlük hayatta da bu dil ağır basıyor. Amishler’in ibadetleri de diğer Hıristiyanlarınkinden farklı. Pazar ayinlerini kiliselerde yapıyorlar. Üç saati bulan ayinden sonra her hafta birinin evinde yemekli toplantı düzenliyorlar. Dönüşümlü olarak devam eden ayinlerde İncil okunuyor. Çok ciddi bir ortamda gerçekleşen ibadetler sırasında kısık sesle ve yavaş bir tonda ilahiler okunuyor. Müzik olmadan, Almanca gerçekleştirilen ayin sırasında kadınlar ve erkekler ayrı bölümlerde, arkalıksız tahta sehpalarda oturuyor.
Kendilerini “özel insanlar” olarak kabul eden Amishler, Tanrı’nın insanı basit ve sade bir yaşam için yarattığına inanıyor. Disipline büyük önem veren, kendilerini inançları doğrultusunda yaşamak için adayan, alçakgönüllü olmayı temel felsefeleri sayan Amishler, Tanrı’nın kendilerini dış dünyadan özel olarak koruduğuna inanıyorlar. İbadetlerini bıraktıkları zaman Tanrı’nın da kendilerini terk edeceğini ve bozulacaklarını düşünen Amishler, aile bağlarına da çok önem veriyorlar.
Vergi vermeden yaşıyorlar
Devletin Amishler’den vergi alma girişimleri bugüne kadar başarısızlıkla sonuçlanmış. Kendi halinde yaşayan, birkaç atı ve ineği olan, tarımla uğraşan bu insanlara vergi memurlarının haciz girişimleri, kamuoyu baskısı ile geri tepmiş. Bir kuruşluk gelirden bile vergi alan devlet de, Amishler’e göz yummuş. Kendi halinde geçinen vatandaşların ne bankada hesabı var, ne sosyal güvenlik numarası, ne de sağlık ve emeklilik sigortası. Sadece, ürettiklerini “normal” insanlara satanlar yerel gelir vergisi ödüyor belediyelere. Bir de sahip oldukları tarla ve evler için emlak vergisi veriyorlar. Büyük şehirlerin lüks marketlerinde, Amishler tarafından üretilen kekler, reçeller, ekmekler tamamen doğal olduğu için yüksek fiyatlarla tüketicilere sunuluyor. Tarım dışında marangozluk ve demircilik gibi işlerle de uğraşan Amish ustalarından “dış dünya”ya iş yapanların arasında milyoner olanlar da var. Bazıları kazandıklarını cemaat için harcıyor. Amishler, mallarını değerinden fazlaya satmanın büyük günah olduğuna inanıyor. Bu nedenle birçok doğal ürün, oldukça ucuz ve cazip fiyatlarla toptancılar tarafından toplanıyor.
Yabancı ile evlilik yok
18 yaşını dolduran Amish kızları ile 20’li yaşlarının başındaki erkekler artık evlenmenin arifesindedir. Gençler, kendi aralarında gizlice görüşerek evlenmeye karar veriyorlar. Pazar toplantıları veya hasat törenlerinde birbirini görerek beğenen gençler, çok kısıtlı olan boş zamanlarında buluşarak, birbirlerini tanımaya çalışıyorlar. En popüler buluşma mekanları ise, minik derelerin üzerindeki kapalı köprüler. Gençler buralarda gözlerden uzak bir ortamda konuşma imkanı buluyorlar. Ailelerin rızası ile yapılan evlenme teklifi, hasat mevsiminden önce başkalarına açıklanıyor. Kasım ayı ise evlilik ayı.
Amishler’in diğer Hıristiyan grupları gibi misyonerlik amaçları bulunmuyor. İnanışlarını yaymak için çaba içinde değiller. İçlerine katılmak isteyenlere şaşırıyorlar. Normal hayata alışmış birinin aralarında dayanamayacağına inanıyorlar. Bir yabancı, uzun süren bir denemeden sonra tamamen Amish olduğuna diğerlerini ikna ederse, yaşlıların huzurunda bilgilerini sergileyip cemaate katılabiliyor. Ama bugüne kadar bu yolla Amish olanların sayısı 3’ü 5’i geçmiyor. Büyük oranda mısır eken Amishler’in kavun, kabak ve domatesleri de çok meşhur. İneklerinden aldıkları sütlerle yaptıkları tereyağı da oldukça talep görüyor. Amishler’in teknolojiyi kullandıkları tek yer de, mazotlu jeneratörlerin çalıştırdığı süt sağma makineleri. Jeneratörler bir de çok sıcak havalarda pervaneleri çalıştırma amacıyla kullanılıyor. Her köyde bir tane telefon var ve açık havada bulunuyor. Acil durumlarda kullanılıyor.
Doktor nedir ki?
Genelde doktora gitmeyen ve geleneksel metodlarla tedavi olan Amishler, çok gerekmedikçe hastaneye uğramıyor. Gidenlerin masrafları ise, cemaat tarafından toplanan paralarla ödeniyor. İmece usulünün çok yaygın olduğu Amishler’de evlenen gençler bir süre anne babaları ile birlikte oturuyor. Genelde 7—8 çocukları olan aileler iyice kalabalıklaşınca, cemaat yeni bir ev yapımı için destek veriyor.
Amishler fotoğraflarının çekilmesini istemiyorlar. Bu bilgi bölgeye giden herkese bir şekilde anlatılıyor. Fotoğraflarının çekildiğini görürlerse arkalarını dönüyorlar. İncil’deki bazı ifadelerin ‘görüntü’yü yasakladığını düşünüyorlar. Bu nedenle küçük çocukların oynamaları için yapılan “kız bebekler”in yüzleri boş. Erkek bebeklerin ise yüzü var. Kız—erkek arasındaki farkı ise eski bir gelenek olarak ifade ediyorlar.
Emrah Ülker/ Aksiyon/Sayı:455
cola turka
20.08.2003 - 15:42beraberinde milliyetçiliğe yeni bir akım getiren kola: pozitif milliyetçilik..
bu içeceğin yan etkileri de var: eger turk değilseniz ya da gelenek ve göreneklerinizi unuttuysanız ve yahut size öğretilmediyse, bu sıvıyı içince birden içinizde saklı kalmış turkluğunuz ortaya çıkıyor; eger turk değilseniz ve kazara bu sıvıyı içtiyseniz çat pat turkçe konuşmaya, kiss çoluk çocuk demeye, turkiya turkiya diye bağırmaya, pencereden sepet sallayıp bakkalıcıya koy cola turca demeye başlıyorsunuz..
yani turklerin kureselleştirme politikasının bir parçası..
amerika bunu her turlu kulutri uzvuyla yapıyor; mc donaldslar, coca cola lar, burger king ler, amerikan tarzı yaşam, ingilizce...vs..ama biz turkler kurelleşme ve kurellştirme akımına yeni bir soluk getirdik, hem de hiç ilgimiz olmayan bir dalda: bilim...
evet öyle bir formul yaptık ki ve bu formule kola tadı verdik ki; atrık bunu içen bizden biri oluyor; böylece tum cihan a hakim olma ümitlerimiz de gerçeğe dönüşme yolunda ilerliyor..
Hadi hayırlısı... :))
17 ağustosu anmak
19.08.2003 - 17:3417 Ağustos 7,2
Bugün yedi dörtlük Marmara depreminin yıldönümü. Kandilli Rasathanesi 17 Ağustos 1999’dan bu yana ülke çapında 2,5 büyüklüğünün üzerinde 11 bin 351 deprem kaydetmiş.
O kâbus gece hâlâ unutulmadı, on yıllarca da unutulacak değil. Başbakan Erdoğan’ın 17 Ağustos depreminin yıldönümünde Bakanlar Kurulu’nu yarın Sakarya’da toplayacak olması bu açıdan önemli.4 yıl önceki depremde Gölcük ve Adapazarı ile birlikte çevredeki yerleşim yerleri yıkılmış, binlerce insanımız enkaz yığınlarının altında kalmıştı.
Türkiye için ne büyük acıydı. Bugün acılar küllenmeye yüz tuttu, hayat yeniden yeşerdi. Çoluk çocuk, yaşlı genç göçüp gidenlere rahmet okumak için gelin o günleri bir daha hatırlayalım. Deprem gerçeğinin acı yüzüyle bir daha yüzleşelim. Dün gibi hatırlıyorum, depremin hemen ardından Gölcük’e gitmiş ve izlenimleri şöyle yazmıştım:
Sabah. Güneşin ışıkları henüz dünyamıza düşmüş değil. Gün henüz ağarıyor. Yıkıntıların arasında 60 yaşlarında bir amca. Donanma Komutanlığı ana girişinin tam karşısında. Önündeki moloz yığınını elleriyle eşeliyor. Belli ki yaralı kurtulmuş; başı sargılar içinde. Ayakta zor duruyor. Deprem felaketini bu amcanın görüntüsünden okumak mümkün. Evi, ailesi, akıl ve ruh muvazenesi perişan. ‘Ben balkonda yatıyordum. Bina yan yatınca kurtulmam kolay oldu.’ diyor. Kurtulduğuna sevinemiyor. Enkaz yığınını işaret ederek, ‘Burada eşim, çocuklarım ve torunlarım var.’ diyebiliyor titreyen sesiyle. Geceyi yıkıntının hemen karşısında geçirmiş. Artık tükenmekte olsa da umutla bekliyor, bekliyor...
Karelerin sayısını artırmak mümkün.60 yaşlarındaki Nevzat Yılmaz depremi duyar duymaz, taa Erzincan’dan ablası için gelmiş. Ellerini gösteriyor balyoz sallamaktan şişen. ‘Ölü de olsa henüz ulaşamadık.’ diyor ve ekliyor: Enkazın içinde ablamın katını buldum. Mutfağı, salonu beton ve demir engelleri aşarak ortaya çıkardık. Yatak odasını bulamadık. Muhtemelen oradadır. Yıkımın odayı nereye savurduğu belli değil.
Makine mi, ona yeni kavuşmuşlar. Öyküsü ilginç: “Yolda bir iş makinesiyle karşılaştık. ‘Bize yardım eder misiniz? ’ dedik. ‘Evet’ dediler. İzmir’den geliyormuş. Makinenin de yardımıyla herhalde ablamı ölü ya da diri bulabilirim...
Bir başka yıkıntının önü. Abidin Zenger ayakta güçlükle duruyor. Kastamonu’dan daha yeni gelmiş. ‘Yollar doluydu, Adapazarı üzerinden geldiğimiz için geciktik.’ diyor. Moloz yığınını göstererek ‘Burası eviydi, şurası da dükkanı.’ diyor. Gözleri sulanıyor. Henüz geldiklerinden oğlunun torunlarının akıbetinden haberi yok. Komşularından biri yanına yaklaşarak, ‘Amca gelininle kızı yaralı kurtuldu. Dün oğlunla, erkek torununun cesedini çıkardılar ve defnedildi.’ demiş. Ne kadarı doğru bilmiyor.
Fotoğraflar aynı. Hikayeler aynı. Sadece isimler değişiyor. Koca moloz dağlarının önlerinde insanlar geceyi karşılıyor. Ne büyük dram ya Rabbi. Kelimelerin kifayetsiz olduğu fotoğraflar. Dilce susulup görüntünün konuştuğu manzaralar. Sözün bittiği anlar.
Bir yıkıntının üzerine çıkıyorum. Bir karnenin ucu görünüyor. Adı: Burçin Beyazıt. Piri Reis ikinci sınıf öğrencisi. Sonuç bölümünde, ‘geçti’ yazıyor. Akıbetini bilen yok. Belki de enkazın altında...
Biraz ileride bir resim defteri. ‘Bunlar bir aile’ diye altına not düşerek ana–baba ve iki kardeşten oluşan insan bedenleri kare biçiminde resim çiziktirmiş. Belli ki kendi ailesi... Diğer sayfalarda dağlar ve bu dağların ardından doğan güneşi resmetmiş... Tekrar üzerine dağların arasından güneş doğan hayatı çizebilecek mi?
Askerliğimi Gölcük’te yaptığım için buraları az çok biliyorum. Defalarca geçtiğim Donanma Komutanlığı’na bitişik sokağa giriyorum. Ayakta kalan bina yok. Depremin etkilerini görmek için sahile doğru indiğimizde inanılmaz manzarayla karşılaşıyorum. Değirmendere’de çay içtiğimiz yer vardı, deniz yutmuş. Değirmendere’nin gediklisi Mehmet Hoca’nın anlattıkları tüyler ürpertiyor. Afet üstüne afet:
Depremin oluşturduğu 20–30 metreyi bulan dev dalgalar denizin dibindeki binaları alıp götürmüş. Geriye sadece çamurunu vermiş. Donanma Komutanlığı’na bağlı tesisler de farklı değil. Subay Orduevi dev dalganın gazabına uğrayan yerlerden... Mehmet Hoca öyle bir tasvir ediyor ki, ortaya kıyamet sahneleri çıkıyor...
Onca acı içinde bütün dolaşmalarımıza rağmen devleti göremedik. O yok. Her yerde millet var. Derinliğini değil âliliğini gösteriyor. Sincan Belediyesi’nin yardım kamyonu Donanma Komutanlığı’ndan içeri giriyor. Millet sağ olsun...
17.08.2003 /Mustafa Ünal/Zaman
amishler
19.08.2003 - 16:56Yirminci yüzyılın teknolojik nimetlerini reddediyor, otomobil, elektrikle çalışan aletler, haberleşme sistemleri gibi yeni saydıkları icatlardan uzak duruyorlar.
sızıntı
18.08.2003 - 15:18Röportajın ikinci kısmını okumak isterseniz şu adresten ulaşabilirsiniz: http://www.zaman.com.tr/2003/02/24/roportaj/default.htm
sızıntı
18.08.2003 - 15:14Kuantum fiziği ile alakalı bir yazı yapıştırdım(astım, kulakların çınlasın barış :))) Daha önce okuduğum ve evren ve kuantum fiziğiyle alakalı bir yazıyı da asmak istiyorum..
Röportaj
Nuriye Akman
23.02.2003/Zaman
Evren, gördüğümüz gibi değil, gerisinde farklı bir dünya var
İki hafta önce, sabah zihnimde “Hologram” diye bir kelime ile uyandım. Bütün gün, beynime kıymık batmış gibi dolaştıktan sonra, anlamını bilmediğim bu kelimenin mecburen peşine düştüm.
İyi ki internet var. Hologramın, lazer yardımı ile oluşturulmuş üç boyutlu bir görüntü olduğunu çabucak öğrendim. Sönmeyen merakım beni Michael Talbot’un yazdığı, Holografik Evren adlı bir kitaba götürdü. Kitabı üç günde bitirebildim. Okuduklarımın hiç değilse bir bölümünü bir fizikçi ile tartışma ihtiyacı hissettim. Kuantum fiziğini iyi bilen, metafiziğe “öcü” diye bakmayan; ama bilimsel soğukkanlılığını da daima koruyan, bilim dilini popüler dile aktarmada becerikli, her şeyden önemlisi bu kitabı okumuş ve lise dışında fizik eğitimi almayan bir gazetecinin soruları doğrultusunda yürüme alçakgönüllülüğünü gösterecek biri olmalıydı.
Belki on fizikçi ile telefonda konuştum, hiçbiri bu konuyu konuşmaya yanaşmadı. Sonunda, TÜBİTAK Başkanı Namık Kemal Pak’ı aradım. Bu röportajı aslında Türkiye’nin yetiştirdiği en parlak bilim adamlarından biri olan Pak’la gerçekleştirmek isterdim. Ama vakti yoktu. Kendisi de kuantum fizikçisi olduğu için, vereceği isimler benim için çok önemliydi. Ali Kaya, Pak’ın verdiği isimlerden biriydi.
Kaya, aradığım bütün niteliklere sahipti. Onu tanıdığıma, sizlerle tanıştırdığıma çok seviniyorum.
Ali Bey, teşekkür ederim ricamı kırmadınız, bu röportaj için kitabı okudunuz; ama okurlarımıza konuyu özetlemek amacıyla şöyle bir girizgah yapacağım: Londra Üniversitesi öğretim üyelerinden Fizik Profesörü David Bohm ve Stanford Üniversitesi’nden Nörofizyoloji Profesörü Karl Pribram 1950’li yıllarda, birbirlerinden bağımsız olarak, evreni yeni bir algılama modeli sunuyorlar bize. Dünyada gözümüzün gördüğü her şeyin, tüm fenomenlerin, uzay ve zaman ötesindeki bir gerçeklik düzeyinden yansıtılan hayaletimsi imgeler olabileceğini söylüyorlar. Bu, zihnin fiziksel gerçeklikle psişik yolla etkileşebildiği anlamına da geliyor. Talbot’un kitabında, bu iki bilim adamından etkilenerek özellikle kuantum fiziğinin olanaklarıyla araştırmalarını sürdüren pek çok bilim adamının,80’li ve 90’lı yıllarda ulaştıkları sonuçlara da yer veriliyor. Şimdi, söz sizin.
Pribram’ın beyinle alakalı görüşlerini bilmiyordum. Ben de onun gibi, ruh ve beyin arasında bir ilişki olmadığı, her şeyin tamamen beynin içinde elektriksel olarak olup bittiği düşüncesine çok sıcak bakamıyorum. David Bohm’la ilgili kısımlar ise, uzun süreden beri bu işin içinde olduğumdan, kolay anladığımdan belki, çok etkilemedi. Ama beynin çalışma yapısının bir şekilde holografik olabileceği, elektrik dalgalarının, “girişim desenleri” oluşturması bana çok ilginç geldi.
Okurlarımıza açıklayalım. Pribram, anıların beyinde nasıl ve nerede depolandığı sorusuna cevap ararken bu noktaya geldi. Ona göre beyin hücreleri tek tek, mini hologramlar gibiler ve gelen uyaranları frekanslarına ayırarak algılıyorlar. Hücrelerin dalga boyları birbirleri ile kesişerek, “girişim” yapıyor. Yani birbirinin içinden geçen çapraz çizgili desenler meydana getiriyorlar. Oluşan holografik model, bizim beş duyumuzla algıladığımız görüntüydü. Yani fiziksel gerçeklik, bir hayalden ibaretti.
Beynin gerçeğinde hem bu girişimsel olayın hem de nöronların, elektriksel etkilerinin bir anlamı olabilir. Bilimsel gelişmede “Tamam, bu holografik modeli bulduk. Eskilerin hepsini çöpe atalım” gibi bir mantık yürütemezsiniz. İşte Newton, bir şeyler bulur, ondan sonra Einstein gelir, yeni şeyler üzerine koyar. Hiçbir zaman “Newton tamamen geçersizdir” demez. Newton’un yaptığı şeyler belli olayları anlatmak için geçerlidir. Böyle iç içe büyüyen halkalar şeklinde bir gelişme var bilimde. Bu beynin hologram olması meselesi de öyle. Pribram’ın teorisi, ne kadar kabul görüyor, hangi fenomenleri ne kadar açıklayabiliyor bilmiyorum.
Hiçbir teori, tek başına, evrenin bütününü, eksiksiz bir biçimde anlatmaya yetmez. En azından bunu biliyoruz.
Katılıyorum. Ama bu kitap, “holografik evren” diye bir kavramla her şeyin açıklanabileceğini söylüyor. Kitabın arkasında, Dr. Fred Alan Wolf’un bir sözü var: “Evrenin, hem madde hem de şuuru tek bir alan halinde içeren dev bir hologram olduğu kavramı; ‘Gerçeklik nedir? ’ sorusunu soran herkesi heyecanlandıracaktır. Bu kitap bu soruyu bir daha sorulmamak üzere cevaplıyor.”
Bu Wolf’un yorumu. Kitabın yazarına haksızlık yapmayalım. Birçok yerde söylüyor ki: “Bu, hâlâ tartışmaya açıktır. Bütün bilim adamları buna katılmamaktadır.”
Diyelim, bütün bilim adamları bu kitapta söylenen görüşe katıldılar ve bağımsız olarak teorinin deneylerle uyumlu olduğu görüldü. Buna rağmen, bu yine son nokta değildir.
Gelelim, Bohm’a. O da evrenin, tek ve dev bir hologram olduğunu, yani gördüğümüzü zannettiğimiz şeyin aslında bir hayal olduğunu ve ayrı ayrı parçalar değil de, sadece bütünün olduğunu söylüyor.
Kuantum dersini almaya başladığınız zaman üniversitede, iki farklı görüşten bahsedilir. Biri Bohr Felsefesi’dir diğeri de Bohm’dur. Bohm’un yorumu aslında Newton felsefesine daha yakındır. Bohm’a göre gördüğümüz dünyanın arkasında başka bir fiziksel gerçeklik var. Fakat bu gerçeklik tam olarak klasik fizik kavramlarıyla anlaşılabilir. Bohr’a göre ise, fiziksel gerçeklik biraz da gözlem yapana bağlı bir durum. Mesela “Kimse elektrona bakmazsa, onun nerede olduğu fiziksel bir gerçeklik değildir.” Bohr’a göre.
Belki de bunlar aynı denklemlere getirilen farklı yorumlardır.
Tabii. Bir yorumu diğerinden şu an için üstün kılan bir ayırım yok. Kuantum teorisinde maddenin yapı taşları, gözlemlenemeyen dalgaların farklı frekansları şeklinde düşünülüyor. Bunda herkes hemfikir. Bunlar bilinen dalgalar gibi girişim desenleri de meydana getiriyorlar ve bu desenlerde farklı parçacıklar gibi ortaya çıkıyorlar. Einstein’ın uzay–zaman fikrini teorik düzeyde de olsa kuantum teorisiyle birleştirdiğinizde, aslında üç boyutlu mekanın iki boyut üzerine kodlanabileceği sonucuna ulaşmak da mümkün. Tabii bu fikir şu an yalnızca teoride geçerli. Deneylerle desteklenen bir durum değil. Bütün bunlar bize belki holografi fikrini çağrıştırıyor. Fakat başka isimler de koymak mümkün tabii. Bir de bütün bu yorumlarımızı teorilerimiz doğruymus gibi yapıyoruz. Yani ileride bilimsel anlayışımız geliştiğinde bu yorumlarımız da değişebilir.
Elektronların gözlemlendikleri zaman var, gözlemlenmedikleri zaman yok olduğuna herkes inanıyor mu?
Hayır. Dediğim gibi yoruma bağlı. Kuantum fiziğinde bir elektronun fiziksel durumunu inceliyorsunuz diyelim. Bunu yaparken fiziksel dünyada var olmayan fakat elektronun hareketlerini yönlendiren bir dalgadan bahsetmek zorundasınız. Elektronla ilgili öğrenmek istediğiniz şeyler, bu fiziksel olmayan dalgada saklı. Sanki elektronun kendisi teoride görünmüyor. Teorinize çok güveniyorsanız bunu “Elektron aslında yoktur.” diyerek yorumlayabilirsiniz. Ya da bu teorinin bir eksikliği var şeklinde de yorumlayabilirsiniz. Mesela Einstein kuantum teorisine karşıydı ve onun eksik bir kuram olduğunu düşünüyordu. Fakat bütün bu felsefi yorumları, kuantum fiziği doğruymuş gibi yapıyoruz.
Bu, “Bakarsan var, bakmazsan yok” fikri eğer doğruysa, bir şey hem var, hem yok demektir. Bu düaliteyi felsefi olarak nasıl yorumlarsınız?
Aslında bu insanı merkeze oturtan bir düşünce. Bence bunun doğru ifadesi, “Bakarsan var, bakmazsan ne olduğunu bilemezsin” olmalı. İşte felsefi olarak kuantum mekaniğini çok ileri götüren bazı insanlar, şu tip sorular sormuşlar: “Hiç kimse Ay’a bakmıyorsa, acaba Ay orada mıdır? ” Yani bu birazcık, tasavvufta, Vahdet–i Vücutçuların fikrini anımsatıyor. Onlar da bütün varlığı bir olarak görüyorlardı. Bence iki grup da biraz iç dünyalarının coşkunluğu içinde yorum yapmışlar.
Bütün bunların bizi cevaplamaya zorladığı soru şu: Demek ki zihin fiziksel gerçeklikle psişik yolla etkilenebiliyor. Öyle değil mi?
Zihin bence de fiziksel dünya ile etkileşebilir. Belki buna ruh demek de mümkün. Bunun örneklerini görmek mümkün. Belki de insanlar zamanla bunu bir kabiliyet olarak da geliştirecekler. Fakat etrafımızda gördüğümüz her şeyi zihnin bir yansıması şeklinde görmek, ya da biz zihinsel olarak onları düşlediğimizde, mesela Ay’a baktığımızda, onların gerçeğe dönüştüğünü düşünmek bence doğru değil.
Oysa bana çok sevimli gelmişti bu düşünce. Peki, bir parçacık okyanus içinde yüzüyoruz ve parçalardan her biri, diğer sonsuz parçacığın ne yapacağını biliyormuş gibi davranıyor; değil mi?
Evet. Evren içinde her şey birbiriyle ilgili. Aslında bu kuantum teorisi için geçerli değil sadece. Mesela şu kitabı düşünün, Newton fiziğine göre evrendeki her parçacık bu kitaba çekim kuvveti uygular. Kitabın hareketinde bu kuvvetlerin hepsi bir rol oynar.
Klasik bilim, tüm sistemin durumunu, parçaları arasındaki ilişkinin sonucu olarak görmüyor muydu? Kuantum potansiyeli de bu görüşü tam tersine döndürüp, parçaların davranışlarının gerçekte bütün tarafından örgütlenmekte olduğuna işaret etmiyor muydu?
Bu da biraz yoruma bağlı. Klasik fizik de evreni bir bütün kabul edip parçacıkların hareketlerinin bu bütüne göre şekillendiğini söylüyor. Bununla birlikte kuantum teorisinde de birbirinden bağımsız hareket eden parçacıklar düşünmek mümkün. Şimdi bizim klasik mekanikte kafamızda geliştirdiğimiz fiziksel kavramlar var. İşte hız, konum, boyut. Kuantum mekaniği aslında bunları bayağı sarsmış. O yüzden, bence kuantum mekaniği sanki bize şu an, yani şu gördüğümüz evrenin gerisinde başka bir şey var izlenimini veriyor.
Her şeyin gördüğümüz kadar olmaması ne anlama geliyor?
Gerçekten gördüğümüzün dışında, yani çok farklı bir dünya işliyor arkada. Biz algılarımızla anlamaya, düşünmeye alışmışız. Algılayabildiğimiz şeylerin varlığını daha kolay kabul ediyoruz. Algılarımız üzerine kavramlar geliştirmişiz. Fakat modern fizik algılarımız üzerine inşa ettiğimiz bu evren anlayışının tamamen doğru olmadığını söylüyor.
Yani, bir rüyada mı yaşıyoruz?
Yani bir kere gördüğümüz evrenin böyle olmadığı kesin. Gördüğümüz evren fiziksel bir evren. Rüyada yaşıyor olsak bile, bu çok gerçek bir rüya.
Evren, bir rüya düzeninin bir yansıması olabilir mi? Tıpkı lazerle yaratılan birtakım görüntüler gibi, biz de birtakım ışınlardan gelen, girişim desenleri miyiz aslında?
Ben bu tip tanımlamalara biraz mesafeliyim. Bunun böyle olup olmadığını bilemeyiz.
Ama “Asla böyle bir şey olamaz.” da diyemiyoruz değil mi?
Evet, bu ispatın dışında, insanın kendi iç dünyası ile alakalı bir şey. Bazen benim kendime de öyle şeyler oluyor. Yani böyle durup, ben nerdeyim diyorum. Gerçeklik duygusunu sorguluyorsun. O zaman belki her şeyin holografik bir yansımadan ibaret olduğu izlenimine de kapılıyor olabilir insan. Fakat bu o hali açıklamanın tek yolu da olmayabilir. Dediğim gibi evren büyük bir hologram mı değil mi belki bunu hiçbir zaman anlayamayacağız.
Hologram, bir nesneyi orada olmadığı halde, oradaymış gibi gösteren bir illüzyon yarattığına göre, bu bir düşmanı yanıltmak için savaşta kullanılabilir mi? Hani, eski zaman hikayelerinde geçer, savaşlarda birtakım hayali yardım kuvvetleri gelir yardıma.
Bu biraz teknolojik gelişmeyle alakalı. Hologram teknik olarak, gayet iyi bilinir. İşte, lazerlere yansıtıyorsunuz, orada bir şekil görünüyor. Ve bu şekil görüntü olarak gerçeğe çok yakın. Uzaktan baktığınız zaman gerçeği ile ayırt edemezsiniz. Böyle silahlar yapılabilir. Eskiden, dediğiniz şekilde, böyle bir teknik çok daha yararlı olabilirdi. Mesela iki ordu karşılıklı savaşacaklar, siz sayıca azsınız. Elinizde hologram makinesi var. Sayınızı on kat artırıp şaşırtıyorsunuz düşmanınızı!
Şimdi de yapılabilir farklı şeyler...
Şimdiki savaşlar, Amerika’nın biraz havadan bombalaması şeklinde gelişiyor. Belki küçük operasyonlarda kullanılabilir. Teröristler gelmişler, içeriyi basmışlar, içeriye adam göndermeden önce, holograflarını gönderip adamları korkutmak, ya da bir yerlere ateş ettirip, kurşunlarını bitirmek şeklinde yapılabilir. Schwarzenegger’in eski bir filminde vardı böyle bir şey.
ALİ KAYA KİMDİR?
1972 Bursa doğumlu.1993’te Boğaziçi Üniversitesi Fizik Bölümü’nden mezun oldu.1995’te aynı üniversiteden master derecesini aldı.2002 yılında Texas A&M Üniversitesi Fizik Bölümü’nden doktorasını aldı. Bu tarihten itibaren TÜBİTAK ve Boğaziçi Üniversitesi’ne bağlı Feza Gürsey Enstitüsü’nde uzman araştırmacı olarak çalışıyor. Çalışma alanları; “Sicim teorisi, Kuantum alanlar teorisi, Genel görecelik kuramı”. Evli ve 3,5 yaşında bir oğlu var. Çalışmaları nedeniyle 2002 yılında Türkiye Gazeteciler Vakfı, Sedat Simavi Ödülü’ne layık görüldü.
sızıntı
18.08.2003 - 15:08Bu kelimeyi girerken kelimenin dahil olduğu üç kategoriyi: bilim, din, edebiyat olarak seçmiştim.
Bilimsel bir yazı, özellikle de fizikle ilgilenenler ve kuantum fiziğini merak edenler için..
KUANTUM-İZAFİYET TEORİSİNE DOĞRU
Fizik tarihinin çalkantılı dönemine girildiğinde Einstein, kuantum mekaniğinin temelinde bulunan Heisenberg'in 'belirsizlik' prensibini kabul etmiyordu. O: 'Yaratıcı zar atmaz! ' diyerek, Yaratıcı'nın tabiatta yarattığı olayların tesadüfen meydana gelemeyeceğine, deterministik bir şekilde, önceden belirlenen bir plân dahilinde gerçekleşmesi gerektiğine inanıyordu.
Einstein; Podolsky ve Rosen'la beraber geliştirdikleri EPR çifti (Einstein-Podolsky-Rosen pair) teorisiyle aslında kuantum fiziğinin bir yanılgı olduğunu göstermeye çalışmıştı. Halbuki ondan yaklaşık 30 sene sonra Bell tarafından oluşturulan eşitsizlikle tabiattaki hadiselerin bir plân, program ve düzen içinde, nasıl gerçekleştiğinin cevabı aranmaya başlandı. Ancak bu eşitsizliğin ortaya konmasından sonra yapılan bir deney, bu eşitsizliği doğrulamadı. Belki de en değerli bir fizik yanlışıydı Bell Eşitsizliği. Bu yanlışlıkla çok şey öğrenildi. Yapılan deneyin sonuçlarıyla, Bell Eşitsizliği tutarlılık göstermiyordu. Ayrıca bu eşitsizliği oluşturan varsayımlar, maalesef tabiatta gözlenmiyor, sadece akla uygun bir tutarlılık gösteriyordu.
Bu eşitsizlikte kullanılan iki varsayımdan birincisi (lokalite): kâinatın farklı iki noktasında aynı anda meydana gelen iki olay birbirinden fizikî olarak bağımsızdır. İkincisi (realizm) ise, tabiatta bulunan mikro-âleme ait bir parçacığın birtakım özelliklerini, (meselâ, momentum, konum gibi) öğrenmek istediğimizde o parçacığın bu özelliklerinin değerinin mutlak olduğuna inanmamızdır.(1) Bu iki varsayım birlikte yerel gerçeklik (local realism) hipotezi olarak da bilinmektedir.
Fiziğin en uç noktalarından sicim teorisine (string theory) bu iki varsayım açısından bakabiliriz. Elimizde belli uzunlukta bir sicim olsun. Bu sicim tek başına hiçbir mânâ ifade etmez. Fakat bundan yapılan gitar veya bağlama telini düşünelim. Bu sicimin farklı titreşimlerinden (vibrasyon) değişik notalar elde edilir. Titreşim olmadığı sürece, o sicimin hangi notayı ifade ettiği anlamsızdır; fakat bizim belirlediğimiz bir titreşim şekline göre, değişik notalar çıkartılabilmektedir. Veya kuantum mekanik ifadesiyle, biz bir şeyi ölçmek istediğimizde, aslında bir şekilde onunla temas kurup bu etkileşimin sonucu olarak ortaya bir şeyler çıkarır ve bu ölçtüğümüz değeri, o parçacığa atfederiz. Bu yüzden aynı teli kullanarak birçok notayı çıkartabiliriz; kuantum mekanik ifadesiyle, aynı parçacık için her ölçümde muhtemel sonuçlar kümesinden bir değer elde ederiz. Bu ise mikro ve makro âlemi anlamaya çalışan insanın niyet ve nazarının önemine işaret eder. Çünkü araştırma yapan insanın niyeti ve bakış açısı, ölçümlere ve gözlemlere tesir eder. Buna algıda seçicilik teorisi denir. Kuantum mekaniğindeki ölçüm ile sicim örneğinin ayrıldığı nokta ise şudur: Sicimden çıkaracağımız notaları biz niyet ve algılarımız ışığında belirleyebiliriz; ama kuantum seviyesindeki parçacıklardan (daha çok mümkünatı vücut mertebesinde) alacağımız sonuç ise, nisbeten belirsizdir. Sicimden herhangi bir nota çıkarmasak da o hâlâ bizim boyutumuzdadır (haricî vücut giymiş) , ama kuantum parçacıkla onun varlık seviyesinde doğrudan temas kurmadıkça onun ne olduğu, nerede olduğu, hangi boyut ve belki de zamanda olduğu konusunda kesin bir fikrimiz yoktur. Zira her şey O'nun plânı ve programı dahilindedir. Biz bilmesek de, her şeyin doğrusunu ancak Allah bilir.
Bell Eşitsizliği'ndeki birinci varsayım derinden düşünülüp arka plâna inilirse, aslında Einstein'ın özel izafiyet teorisiyle bu varsayımın bağdaştığını görürüz. Çünkü, özel izafiyet teorisine göre tabiatta hiçbir şey ışık hızından daha hızlı değildir. Dolayısıyla kâinatın birbirinden çok uzakta bulunan iki noktasında meydana gelen iki farklı olayın birbiriyle alâkası olamayacağı akla yakın gözükmektedir. Yani, iki olayın birbirine bağımlı olabilmesi için mutlaka bir şekilde aralarında bir haberleşme olması gerekir. Bu haberleşme de ışık hızından daha hızlı gerçekleşemeyeceğinden bu iki noktada aynı anda gerçekleşen iki farklı olay birbirinden tamamen bağımsızdır. Aralarında haberleşmenin olmadığı birbirinden bağımsız sonsuz parçacık nasıl olur da 15 milyar senedir aralarında mükemmel bir haberleşme sistemi geliştirmiş olabilir?
Atomlar (zerreler) arasındaki bu haberleşme sistemi, İslâm'ın ontolojik kâinat görüşündeki Levh-i Mahfuz'la bağlantılı olabilecek bir mahiyettedir. Kriptoloji ile ilgilenenlerin çok iyi bildiği gibi iletişimde güvenilirlik ve gizlilik esastır. Bilim adamları bunu sağlayabilmek için çok kompleks şifreleme usulleri geliştirip, birtakım protokoller tanımlamışlardır. Meselâ bu şifreleme metotlarından biri RSA kripto sistemidir. RSA birçok bankacılık sisteminde kullanılmakta olup, çok basamaklı bir sayıyı asal çarpanlarına ayırmaktaki zorluğa dayanmaktadır. Meselâ,1000 basamaklı bir sayıyı asal çarpanlarına ayırmak göründüğü gibi kolay değildir. Bu işlem günümüzün en hızlı bilgisayarları ile dahi kâinatın tahmini yaşından fazla zaman gerektirmektedir.(2)
Bunun yanında ayrıca ilâve protokoller de tanımlanmıştır. Meselâ mesajlar herkesçe ortak mesajı gönderme anahtarı ile şifrelenip alıcıya gönderilir, alıcı da sadece kendisinde bulunan özel şifre anahtarıyla mesajı çözer. Peki anahtar dağıtımı nasıl yapılmalı ki, güvenlik ve gizlilik prensipleri sağlanabilsin? Cevap: Önceden tanımlanma...
Parçacıkların birbirleriyle devamlı olarak haberleşmelerini sağlayabilmek için iki ihtimal vardır: Birincisi, parçacıkların aralarında geliştirmiş oldukları bir tür haberleşme (telepati gibi) metodu ile iletişim kurmalı ve bu iletişim sonsuz hızlı olmalı ki, aynı anda meydana gelen iki olay birbirleri ile gelecekte asla çelişki meydana getirmesin, uyum içerisinde olsun. Bir an için bu haberleşmenin sağlanamadığını düşünelim. Bu durumda kâinatın 15 milyar yıldır mükemmel bir uyum içinde, âdeta bütün parçacıkların birbirlerinden ve yaptıklarından haberi varmış gibi hareket etmeleri mümkün olabilir mi? Meselâ kâinatın yaratılışına ait ileri sürülen teorilerden biri olan Big Bang'ı düşünelim. Bu patlama teorisine göre, zamanın çok kısa bir anında, çok miktarda enerji maddeye dönüşüyor ve bugünkü gezegenimizi, galaksileri meydana getiriyor. Bugünkü uzayın içinde ne varsa tamamı bu patlamanın sonrasında meydana geliyor. Bu patlamayla içinde bulunduğumuz kâinat yaratılıyor, genişliyor, genişledikçe oluşuyor, oluştukça genişliyor. Hattâ artan bir hızla genişliyor. Peki nereye doğru gidiyoruz? Başı boş muyuz? Bizi ne gibi sürprizler bekliyor? Parçacıklar, başlangıçtan beri, kâinatın bu genişlemesi veya Kur'an'ın ifadesiyle 'göklerin yükseltilmesi' sırasında birbirleri ile haberleşme içindeler miydi?
Kur'an: 'Allah, O Zât-ı Akdestir ki, gökleri görüyorsunuz, dayanak olmaksızın yükseltilmiştir; Sonra arş üzerine istivada bulunmuştur ve Güneş'i de, Ay'ı da musahhar kılmıştır ki, her biri adı konulmuş bir süreye kadar akıp gitmektedir. Her işi evirip düzenler, âyetleri birer birer açıklar. Tâ ki Rabb'inize kavuşacağınızı yakinen bilesiniz.'(3) diyor.
Bu durumda, eğer parçacıklar iletişim içindelerse, belirlenmiş bir gâyelerinin olması gerekir. Bu da, hiçbir şey tesadüfe bırakılmıyor, demektir. Zaten Kur'an'ın başka bir âyetinde de: 'Semayı yükseltti ve mizanı vaz'etti.'(4) denerek, gökyüzünün genişletilmesinin de nice hesap ve ölçüye dayandığına işaret edilmektedir.
Bir an için bütün parçacıkların tesadüfen hareket ettiğini ve mizanın olmadığını düşünelim. Bu durum, bu parçacıkların birbirini dinlemediği ve aralarında haberleşme olmadığı mânâsına gelir. Yani hiçbir parçacık birbirinin durumunu ne biliyor, ne bilmek istiyor, ne de tedbir alıyor. Peki nasıl bir netice beklenir? Anne karnında nasıl dünyaya geldiğimizi, dokuların birbirinden habersiz gelişip farklılaşması ve kâinatın en şerefli varlığının nasıl ahsen-i takvimde yaratıldığını düşünelim. Bunu Kur'an şu âyetlerle ifade etmektedir: 'O Allah ki, yaratandır, en güzel bir biçimde kusursuzca var edendir, 'şekil ve suret' verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların hepsi O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz ve Hakîmdir.'(5)
Bütün bunların yanında bir de kâinatın nasıl bu hali aldığını, yağmur bulutlarının nasıl zamanı geldiğinde, olması gereken yerde olduklarına bakalım: 'Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün art arda gelişinde, insanlara yararlı şeylerle denizde yüzen gemilerde, Allah'ın yağdırdığı ve kendisiyle yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her canlıyı orada üretip-yaymasında, rüzgarları estirmesinde, gökle yer arasında boyun eğdirilmiş bulutları evirip çevirmesinde düşünen bir topluluk için gerçekten âyetler vardır.'(6)
Kâinattaki atomlar arasındaki bu haberleşmenin kurulabilmesi, bilinen fizik kaidelerine aykırı gözükmektedir. Bu durumda ancak ikinci ihtimal söz konusu olabilir. Yani parçacıklar ve hareketlerinin, gelecekteki davranışları harici vücut giymeden önce İlm-i İlâhî'nin bir defteri olan Levh-i Mahfuz'da takdir edilmiş olmalıdır. İşte biz bu önceden tanımlanmış müthiş protokole 'İmam-ı Mübin Defteri' diyoruz. Bu protokol öyle gizli ve güvenlidir ki, Allah'tan başka hiçbir güç, düzen ve âhengi oluşturan bu haberleşmenin bozulmasına sebep olamaz. Yaratıcı'dan başka hiçbir güç, kâinatta parçacıklar arasında müthiş bir haberleşme ile gerçekleştirilen 'göğün genişletilmesini' durduramaz. Allah (cc) halife olarak yarattığı insana bu şifreleri, bizce meçhul ama Levh-i Mahfuz'da takdir edilmiş sınırlar dahilinde çözme ve böylece eşyaya şekil verme istidadı ve izni vermiştir. Yeter ki O dilesin, O istesin. İnsanın yapamayacağı hiçbir şey yoktur.
Fizikte yapılan pek çok çalışma, uzayın herhangi iki ayrı noktasında aynı anda meydana gelen iki olayın bağlantılı olabilmesinin, gâyet makûl, hattâ gerekli olduğunu göstermiştir. İslâm'ın ontolojik kâinat görüşü zaviyesinden kuantum fiziğinin geldiği nokta, varlığın henüz tam harici vücut giymemiş (mümkünat seviyesinde) varlık mertebesi olan mikro-âlemi ve/veya âlem-i misali açıklayan mevcut en iyi modeldir. Dolayısıyla kuantum fiziği, sadece hakikatin bir kısmını gösterir. Hâlihazırda kuantum teorisiyle izafiyet teorisini birleştiren yeni bir teori geliştirilebilmiş değildir. Kuantum ve izafiyet teorilerinin tedâileri, bazı bilim adamlarının hayal güçlerini geliştirmelerine vesile olmuştur. Meselâ günümüz fiziğiyle neredeyse imkânsız gibi gözüken zaman yolculuğu ve cisimlerin ışınlanması gibi fizikçilerin rüyası haline gelmiş buluşlar, belki de geliştirilecek olan kuantum-izafiyet teorisi ile hayat bulacaktır.
Durdu O. Güney/ Sizinti Ağustos 2003
Toplam 1546 mesaj bulundu