Osmanlı insanlığın son adası...Mustafa Armağan..Tarihimzin ne kadar yalan yanlış öğretildiğini ve tarikte objektifliğin olamayacağını daha doğrusu olmaması gerektiğini anlatan baya guzel bir kitap
Ana kampus Maslakta,
Ana kampus dışındaki fakulteler:
Makina Gümüşsuyunda,
İşletme Fakultesi Maçka da, ve Dil İnkilap(Hazırlık binası) da öyle; Maçka Kışlası..
Mimarlık Fakultesi Taşkışla..
Bir de Denizclik Fakultesi var, o da Tuzla da..
Atom bombacıların vazgeçilmez ve bitmeyecek olan başlangıcı, amerika da bir grup atom fizikçi ve fizikçi ler tarafından oluşturulmuş ve atom bombasının icadıyla nihayete ermiş bir bilim(!) projesi..
Siyasetimize yön vere(bile) n ya da veremeyen çoğu insan bu okuldan mezun,
Süleymen Demirel, İtü inşaat mezunu,
Necmettin Erbakan Itü Makina mezunu ve makina bölümünde yapılmış en yuksek ortalamaya sahip olan şahsiyet, hala onun gibi ortalama yapılamadı bölümde, bizim de yapacağımız yok zaten,
Merhum Turgut Özal Itü elektirik mezunu
Yazar Oğuz Atay itü inşaat mezunu, Ntv de sunuculuk yapan Murat Kosava da itü inşaat mezunu...
Yılmaz Erdoğan itü den mezun olamasa da itu inşaat dan atılma..
Sanayicilerden Merhum İzzet garih Makina mezunu...
Eh serbestin kursusuyle biraz ilişkili olduğum için ben de yazim buraya..
serbest kursu iyidir, hoştur ve boştur(sanal için kullandım)
...
müdavimleri ise belli kaliteye sahip insanlardır...
kıaliteli insan ise her zaman bulunmaz, bu yuzden değerlidir..
Hayatı hakkında pek az ve fazlaca ayrıntı ihtiva etmeyen bilgiye ulaşabildim; hayatı ve eserlerinden özetle bahseden bu bilgiyi sizlerle paylaşmak isterim. Bir yazar olduğu kadar önemli bir seyyah aynı zamanda.15 yıl süren bir seyahat yaptıktan sonra Türkiye’ye döndü ve “Bir Türk Vatana Döndü” kitabını yazdı.1960’ta 300 dolarla yola çıktı. Para daha Lübnan’a gelmeden bitti. Altın saatini, iki fotoğraf makinasından birini, dolma kalemini sattı. Japonya’nın en büyük gazetelerinden birinde 6 yazısı çıktı. Bu gezi esnasında İngiltere, Belçika, Hollanda, Almanya, Fransa, İspanya, Fas, Tunus, Cezayir, Libya, Mısır, Kıbrıs, İsrail, Lübnan, Suriye, Ürdün, Irak, Şattül Arap, İran, Abadan, Afganistan, Pakistan, Bombay, Taç Mahal, Bangladeş, Burma, Tayland, Malaya, Singapur ve Hong Kong’u gezdi. Londra’da bulunduğu sırada “Kıbrıs Türktür” dergisini yayınladı. Muallimoğlu’nun “Bütün Yönleri ile Hitabet”, “Güzel ve Tesirli Konuşmak”, “Bir Türk Vatana Döndü”, “Sovyet Emperyalizmi, Balkanlar ve Türkiye”, “Bütün Yönleriyle Komünizm”, “Kütlelerin İsyanı” (tercüme) , “Politikada Nükte”, “Medeniyetin Temelleri” (Ariel ve Vill Durand’dan tercüme) , “Şeytanın Avukatı”, “Yüz Büyük Roman” (tercüme) , “Deyimler, Atasözleri, Beyitler ve Anlamdaş Kelimeler”, “Türkçe Bilen Aranıyor”, “Dünden Bugüne Ezop”, “Bir Varmış Bir Yokmuş”, “Bütün Yönleri ile Hitabet”, “Düşünen İnsana Hazine” gibi telif ve tercüme eserleri bulunuyor.
MUALLİMOĞLU İLE BİR SOHBET
Siyasilerimiz, aydınlarımız, üniversite öğrencilerimiz konuşamıyor, düşüncelerini aktaramıyor. Sizce bunun sebebi nedir?
Bizde hitabet sanatı önemsenmemiştir. Bizde ilk büyük öncüsü Hamdullah Suphi Tanrıöver’dir. Tabii Atatürk’ün de gayet iyi bir hitabeti vardı. Hitabet sadece kürsüye çıkıp konuşmak değil. Önceden hazırlanıp ona göre konuşma yapmak gerektir. Sohbeti unuttuk. Hoşsohbet olan bir insan deyim kullanır, atasözü kullanır, mani kullanır, beyit kullanır. Artık insanlar Türkiye’nin ilimde, edebiyatta yetiştirdiği büyük şahsiyetlerin sözleriyle konuşmalarına başlamıyorlar.
Bir yazınızda “iyi konuşabilmek için okumak şart. Türkler dünyada en az okuyan bir millettir” diyorsunuz. Konuşma ve yazma arasındaki münasebet nedir?
Tabii bir kişinin bir toplantıda yapacağı konuşmaya hazırlanırken onu gayet güzel bir Türkçe’yle yazması gerekiyor. Zengin bir kelime hazinesiyle onu kaleme almalı. Fakat hitap edeceği kitlenin anlayabileceği dili seçmesi lâzım. Hatip, iktisatçı bir gruba hitap ederken farklı bir lisan, lise öğrencilerine hitap ederken değişik bir dil kullanmalı. Pratik yaparken devamlı okumalı, bir şeyler öğrenmeye çalışmalı. Mesela ben kimya mühendisiydim. Fakat mesleğimle alakalı olarak çalışmaktan ziyade okuma, konuşma ve hitabetle ilgilendim. Bunun da tabiî sebepleri arasında hayatımda yaşadığım bir olay var. Ortaokul yıllarında iken ben kekeme idim. Bazen kendi adımı bile zor söyleyebiliyordum. Elime eski Yunanistan’ın ve halen tarihin büyük hatiplerinden Demosten’in bir eseri geçti. Demosten kekemeliğini düzeltmek için ağzına çakıl taşı koyuyor ve yüksek sesle okuyup yüksek sesle konuşuyormuş. Ben de bunu yaptım. Ege Denizi’ne bakarak ağzımda çakıl taşları okuyup konuşuyordum. Gerektiğinde bir cümleyi nefes almadan söyleyebilmek lâzım. Gerektiğinde nefes alarak konuşacaksınız. Ben Amerika’da hitabet dersleri aldım. Ayrıca Dale Carnegie’nin kurslarına devam ettim.
Medeniyet ile doğru konuşup yazma arasındaki münasebet nedir?
Nesiller devlerin omuzlarında oturmuş cüceler gibidir. Ancak o omuzlar üzerinde eskilerin gördüklerinden daha fazlasını ve daha ileridekileri görebilirler. Biz buna katiyyen riayet etmiyoruz. Önceki nesillerin mirasından, birikiminden faydalanmak lâzım. Devlerin omuzuna çıkamadığımız için bugün Cahit Sıtkı bile unutulmaya başlandı. Dilimizin ahengi, musikisi bir üstünlüğüdür. Türkçe dünyanın en güzel dillerinden biri. Ama iyi söylendiği zaman. Fakat maalesef bugün bu ahenk kaybolmuştur. İnceltme işaretlerini kaldırdık. Bir çok kelimeyi yanlış telaffuz ediyoruz. Türkçe’nin güzelliği uzun heceydi. Türkçe’yi kakafonik seslerle doldurduk. Göğüs var diye sadr, sine ve bağır kelimelerini atacak mıyız? Fakat attığımız takdirde siz “onu bağrıma bastım”, “onun sözlerini sineye çekemem” diyemeyeceksiniz. Mesela harp ve savaş kelimeleri farklıdır. İstiklal Harbi doğrudur. Ama Dumlupınar savaşı vardır. Türkçe’yi yanlış kullanıyoruz. Dilimiz çok yönden fakirleşti. Özellikle tercümelerde bunu daha yakından hissediyoruz.
(Mehmet Nuri Yardım’ın Nejat Muallimoğlu ile yaptığı ve Türkiye gazetesinde yayınladığı 10 Haziran 2001 tarihli mülâkatından alınmıştır.)
Nejat Muallimoğlu ismini ilk defa, tahminen 1974 yılında kısa bir süre yayınlanan Ortadoğu gazetesinin sayfalarından birindeki reklamda gördüğümü hatırlıyorum; hafızam beni yanıltmıyorsa bu gazetede birkaç yazısını okumuş olmam da mümkündür. Reklâm bir kitap hakkındaydı: “Bir Türk Vatana Döndü”
Nejat Muallimoğlu ismini ilk defa, tahminen 1974 yılında kısa bir süre yayınlanan Ortadoğu gazetesinin sayfalarından birindeki reklamda gördüğümü hatırlıyorum; hafızam beni yanıltmıyorsa bu gazetede birkaç yazısını okumuş olmam da mümkündür. Reklâm bir kitap hakkındaydı: “Bir Türk Vatana Döndü”. İlgimi çektiği için “ödemeli” usulüyle dağıtılan kitaptan bir tane getirttim ve okudum. Kitap Türkçe’ye dairdi ve Türkçe’den bahsediyordu; evvelâ dil konusunda yapılan “devrim” tahlil ve tenkid ediliyor, bu tahribatın üzücü sonuçlarına dikkat çekiliyor, yanlış telaffuz ve imlâ hatâları üzerinde duruluyor ve bu hususta hatâ yapmamak için nelerin yapılması gerektiğinden bahsediliyordu uzun uzun.
Birkaç yıl sonra bu defa Türkçe’de misli olmayan bir kitapla Muallimoğlu ismi yeniden karşıma çıktı: Politikada Nükte.1976 yılında yayınlanan bu kitabı, hâlâ büyük zevk duyarak okur ve istifade ederim. Eser, “siyasi nükte” kavramının, özellikle batılı siyaset kültüründe nasıl yankılandığını birbirinden nefis örneklerle anlattıktan sonra siyasi mizah bakımından Türk siyaset kültürünün fukaralığı üzerinde durur; bu vadide verilebilecek misal pek azdır yazara göre. Halbuki “humour” (bu kelimeye ilk defa bu kitapta rastladığımı ve öğrendiğimi minnetle ifade ederim) , batılı siyaset ikliminin olmazsa olmaz şartlarından biridir.
Nejat Muallimoğlu şuurlu bir komünizm aleyhtarı idi ama bu fikrini ucuz polemiklerle ve bir sokak militanı ağzıyla ifade etmek yerine “Bütün Yönleriyle Komünizm” isimli derleme kitabı yayınlayarak ifadeyi tercih etmişti. Türkçe konusundaki hassasiyeti ve komünizm aleyhtarlığı, Muallimoğlu’nun meşhur, mâruf ve muteber bir yazar olarak tanınmasını engelleyen başlıca âmiller oldu. Nejat Bey, ölümünü iki hafta sonra tesadüfen öğrenebileceğimiz kıratta bir insan değildi. Bütün ömrü seyahatlerinden başka fikir mücadelesi ve neşriyatla dolu geçmiş olsa gerektir çünkü herkese nasib olmayacak kadar hamûleli bir yayın listesi bıraktı geriye.
Bir kitabının arka sayfasında 50’li yıllarda Türkçe’de yayınlanan ilk hitabet kitabına imza koyduğundan bahsediyordu; uzun aramalardan sonra bir sahafta “Bütün Yönleriyle Hitabet” adlı eserinin ilk baskısını bulunca ne kadar sevinmiştim. Bu kitap daha sonra genişletilmiş baskılarla iki kere daha yayınlandı. İnsanlara konuşarak birşeyler anlatmak ihtiyacındaki herkesin hâlâ istifade edebileceği az sayıdaki retorik kitaplarının ilkidir bu eser. Bir başka önemli ayrıntı daha: “Bir Türk Vatana Döndü” isimli eserinin önsözünde meâlen şöyle bir iddiadan bahsediyordu Muallimoğlu, “Bu kitabı yayına hazırlarken öyle titiz bir dikkat gösterdik ki içinde bir tane bile dizgi hatası bulmak imkânsızdır”. O güne kadar dizgi hataları konusunda bu derece titizlenmek gerektiğini hatırlatan bir başka yazar tanımamıştım. Kitabı basan matbaanın adı hâlâ yâdımdadır: Çeltüt Matbaası. Son derece olgun ve zarif bir sayfa düzeni ile yayınlanan bu kitap, belki de iddia ettiği konuda hâlâ tek olmak özelliğini korumaktadır.
Zevkle ve satır satır okumuştum ve şimdi bu kitabın Türkçe hakkındaki düşüncelerime büyük ölçüde istikamet verdiğini hüzünle hatırlıyorum. Hüzünle; çünkü Nejat Muallimoğlu’nun geçtiğimiz Temmuz ayının sonlarında vefat ettiğini tesadüfen, e-posta kutuma düşen bir mektubun başlığından öğrendim. Allah rahmet etsin; sevenlerine ve yakınlarına başsağlığı dilerim. Bu ölüm haberi ile yaşayan Türkçe’yi savunan burcun taşlarından biri daha düşmüştür lâkin inanıyorum ki vaktiyle verdiği mükemmel eserler, mücadelesini ve hâtırasını sürdürecektir.
Churchill’in meşhur 1946 konuşmasından sonra Baltık’taki Stettin’den, Adriyatik’teki Trieste’ye kadar Avrupa kıtası üzerine boydan boya demir bir perde indi. Soğuk Savaş’ın başlamasından iki yıl sonra da İstanbul Boğazı’na Amerikan ‘demir perde’si indi. Rus atom denizaltıları, Boğaz’ın girişine örülen çelik ağlarla durduruldu
Emekli SAT komandosu Namık Ekin,39 kilometrelik İstanbul Boğazı’nı 14 saatte geçerek, ‘su altında en uzun mesafeyi tüple yüzme’ dünya rekoru kırdı.61 yaşındaki çelik adam, rekorunu “Ağabeyim, komutanım” dediği Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Özden Örnek ile komutanı, aynı zamanda halter ve body hocası olan Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Aytaç Yalman’a hediye etti. Ünlü dalgıcın rekoru, hem gazetelere hem de Guinness Rekorlar Kitabı’na yazıldı. Fakat Ekin’in asker yönüne ilişkin emekli bir SAT komandosu olduğunun dışında pek birşey yazılıp çizilmedi. Oysa Namık Ekin, Türkiye’nin ve dünyanın yakın tarihini ilgilendiren birçok olayın tam orta yerinde, özel ve seçilmiş bir asker olarak görev yaptı.
Namık Ekin’in tamamına yakını su altında geçen biyografisine dalıp, “sessiz görev”deki yıllarını araştırdık. Karşımıza medyatik bir portreden ziyade yakın tarih belgeseli çıktı. Ekin, Türkiye’nin ilk su altı taarruz timini oluşturan arkadaşlarıyla birlikte, Amerikalılar tarafından aslında Sovyetler’e karşı eğitilmiş. Türk SAT birliği,1963 yılında, gerektiğinde demir perdenin arkasına geçmek ve o taraftan gelecek tehlikelere karşı anında karşılık vermek üzere kurulmuş. Dünyanın en tehlikeli askerlerinin yetiştirilmesini zorunlu kılan süreç 1945’e kadar uzanıyor. Japonya’ya atom bombası atarak 2. Dünya Savaşı’na nihai noktayı koyan ABD, henüz atom bombasını yapamamış olmasına rağmen Sovyetler’in gelebileceği bütün yolları kapatmaya çalışıyordu. ABD için İstanbul Boğazı Rus denizaltılarına karşı kapatılması gereken en staratejik yolların başında geliyordu.1946 yılında, Baltık’taki Stettin’den, Adriyatik’teki Trieste’ye kadar Avrupa kıtası üzerine boydan boya demir bir perde indi. Bundan iki yıl sonra,1948’de İstanbul Boğazı’na da Amerikan ‘demir perde’si indi! Boğaz, Anadolukavağı ve Yenimahalle Orduevi’nin bulunduğu noktalardan dibe kadar çelik ağlarla örüldü.
ABD, endişelerinde haklı çıktı ve Sovyetler, beklenenden altı yıl önce bu ölümcül bombayı geliştirdi. Stalin,10 Temmuz 1949’da ilk atom bombasını patlatarak, Büyük Güç statüsünden Süper Güç statüsüne sıçradı. O tarihte her iki gücün nükleer denizaltısı yoktu ama birkaç yıl içinde sessiz göreve çıkmaya hazır hale geleceklerdi. İstanbul Boğazı çelik bir perdeyle kapatıldığı için Amerika’nın içi rahattı. Atom bombası yüklü ölüm gemilerinin önü Türk sularında kesildiği için Amerikalılar, okyanus ötesinde rahat uyuyabiliyordu. Rus Silahlı Kuvvetleri’nin ilk nükleer denizaltısı K—19’un,1961 yılında ABD’nin 400 kilometre uzağında bir noktada pozisyon almış olması İstanbul’un önemini daha da artırıyordu. Bugün Rus donanmasının kıtalararası balistik füze taşıyan 26 stratejik,72 de taktik denizaltısından birçoğu, o dönemde Boğaz’daki çelik perdeyi aşamadıkları için Anadolukavağı önlerinden geri dönmüş.
İstanbul Boğazı geçilmez
Soğuk Savaş’ın tehlikeli saatlerinin yaşandığı bu yıllarda ABD, çelik ağlarla yetinmiyor, gerektiğinde sıcak temasa girebilecek çok özel birlikler yetiştirmek istiyordu. O tarihlerde Türkiye’nin su birlikleri vardı ama su altı timleri yoktu. Türk SAT’ı, bir anlamda ABD’nin nükleer korkusunun bir ürünü olarak ortaya çıktı. Çünkü Amerika, gözünün arkada kalmaması için birlikte veya yalnız baskın, sabotaj, savunma, istihbarat yapacak bir birlik istiyordu. İki süper güç arasındaki nükleer gerilim doruk noktasına çıkarken,1963 yılında Türk SAT’ının kurulmasına karar verildi.12 yaşında Deniz Kuvvetleri’ne adım atan Namık Ekin, bu tarihte Kılıç Ali Paşa Muhribi’nde Astsubay Çavuş olarak göreve başlamıştı. Psikoteknik testlerden sonra sonarcı olan Ekin’in, düşman denizaltılarını yakalama konusunda hayli kabiliyetli olduğu ortaya çıkmış. Ekin’in balık burcu olmasına bağladığı bu özelliğini Amerikalılar da fark etmiş. Kurulacak SAT birliği için donanmadan ismen çağrılmış. Savaş şartlarında geçen eğitimden sonra 76 kişiden 11 kişi kalmış. Namık Ekin ve arkadaşlarını, atom silahları konusunda uzman olan Amerikalı Binbaşı Bob Gallagher eğitmiş. Gallagher, Vietnam’daki başarılarından dolayı 5 kez şeref madalyası almış. Ayağında platinle yaşayan ve bazı parmakları olmayan Gallagher, Birinci Körfez Savaşı sırasında ateşe verilen petrol kuyularını patlatma yöntemleriyle söndürmeyi başaran sıradışı bir asker.
Vietnam Savaşı boyunca her sene iki Türk timi, Amerikalıların Vietnam’da kullandığı taktikleri, silahları öğrenmek üzere Amerika’ya gitmiş. Gerilla savaş taktikleri, ileri marin keşif, su altı silahları konularında eğitim almışlar. Bu arada, Amerikalılara bataklık eğitimini Türk SAT’ları öğretmiş. Namık Ekin, bu ziyaretler sırasında, daha dünyanın hiçbir yerinde bilinmezken Amerika’nın kullandığı ‘beyaz fosfor’ denilen ve 800 bilye atan mayınları, silahları, patlayıcılarını çıkarıp uçakla Türkiye’ye getirmiş gizlice. Bir tür sanayi casusluğu yapmış. Sonunda, Amerika ile başa çıkabilecek dünyadaki çok ender timlerden biri yetişmiş.
Ekin, gösterdiği sıradışı başarılardan dolayı denizaltı yakalama görevi için Beykoz’daki, stratejik öneme sahip Mania Grubu’na tayin olmuş. Denizden gelecek bir Rus tehdidiyle, ilk sıcak teması bu grup sağlayacak; denizde, denizaltında, havada ve karada aralıksız savaşacaktı. Ekin, bu özel görevini ve Rus denizaltılarıyla temaslarını şöyle anlatıyor: “Boğaz’ın önünde, dışında, girişinde üç tane cihaz var. Rus denizaltısı Boğaz’a girmeye başladığında, denizaltıyı yakalayıp yönlendiriyor. Aynı anda hücumbatlar alarma geçiriliyor. Su altındaki cihazlar bizi Rus denizaltısının üstüne yönlendiriyor. Kendi sonarımızla da yerini tespit edip tam üstüne gidiyoruz. Sualtı maniplesiyle ‘adını, kodunu, ülkeni bildir’ diye ikaz ediyoruz. Yüzeye çıkması için uyarıyoruz. Eğer çıkmazsa 300 feete kadar geldiğinde su bombası atmak için hazırlık yapıyorduk. Rus denizaltıları böyle çok gelip kaçtılar Boğaz’ın önünden. Zaten Boğaz’daki ağlar onları engelliyordu. Rus şilepleri, dipten yüzeye kadar çıkan bu ağlara geçiş noktalarında çarparak hasar veriyordu.” Çelik ağlar, denizaltı takip ve imha sistemlerinin gelişmesiyle 1968’de sökülmüş. SAT’lar, Boğaz’ın soğuk sularında, üçüncü dünya savaşına yol açabilecek K—19 benzeri bir kaza ya da saldırıya karşı yıllarca tetikte beklemiş. Amerikalılarla birlikte 40 civarında taktik geliştirilmiş. Ekin, bu kritik yıllarla ilgili pek fazla konuşmak istemiyor. Soğuk Savaş döneminden kalma Mania Grubu, bugün aynı noktada görevini sürdürüyor. Ekin, sürpriz bir durumla karşılaşıldığında, Boğaz’ın yeniden Mania Grubu tarafından 2 saat içinde çelik perdeyle kapatılabileceğini ve mayınlanabileceğini söylüyor. Demir perde yıkılmış olsa bile İstanbul Boğazı’na inen perde tamamen kaldırılmamış aslında.
Namık Ekin, Amerika’nın en büyük deniz üssünün bulunduğu Virginia’da, Atlantik’i kontrol eden Amerikan atom denizaltısına da girmiş. Burada, sahilden 40 mil açılıp,500 metre aşağıda denizaltıdan çıkıp, Rus denizaltısına mayın koyup, kaçma tatbikatlarına katılmış. Bu tehlikeli sularda Amerikalılarla Rusların kedi—köpek oyunlarına da şahit olmuş. “Nerede tatbikat yapsak, sözde Rus balıkçı tekneleri başımızın üstünde biterlerdi” diyor.
Girne’yi 24 SAT komandosu aldı
Namık Ekin, Karadeniz’in karanlık sularında da sabotaj tatbikatlarına katılmış. Burada Mustafa Tosun isimli bir arkadaşını kaybetmiş, cesedini de bulamamışlar. Bu olayı yeniden hatırladığında oldukça üzülen Ekin, “Birçok arkadaşımız eğitimler, tatbikatlar sırasında öldü. Bazılarının cesetleri, bazılarının da kemikleri bulundu. Balıklar, yengeçler belden aşağısını götürmüş halde çok arkadaşımızı bulduk. Tüplerini bulduk. Bazılarını da iskelet halinde yıllar sonra ağlara takılı bulduk” diyor. Kurulduğu günden bugüne kadar 21 SAT komandosu ölmüş.
Ekin,1964—67 Kıbrıs olayları yaşanırken, Akdeniz’de bilinmeyen bir yerde 4 ay süren sabotaj tatbikatlarında yer almış. Boğaz’da Ruslar’ı bekleyen SAT’lara,1974’te Rumlarla savaşmak nasip olmuş. Harekat öncesi komandolar ikiye ayrılmış.24 kişiden oluşan SAT1, Girne önlerindeki mayınları temizleyip, sahili ve köprü başlarını tutmuş. Ardından daha ilerilere giderek sabotajlar düzenlemiş. Girne Kalesi’nde gizlenen komandolar, önceden belirlenmiş binalara girerek, önemli belgeleri Türkiye’ye getirmişler. SAT’lar, daha sonra hiç kayıp vermeden Girne’yi ele geçirmiş. Daha kalabalık olan SAT2 ise, savaşın seyrine göre, İzmir yakınlarında 12 adayı ele geçirmek üzere tetikte beklemiş. SAT2 grubunda yer alan Ekin, Kıbrıs Harekatı’nı bir antrenman olarak görüyor. Bugün Türk SAT’ları hiçbir deniz aracı olmasa bile, İzmir sahilinden 12 adaya ve Yunanistan’a 30, Mersin’den de 40 kilometre su altından yüzerek Kıbrıs’a çıkıp operasyon yapabilecek kabiliyete sahip.
Bu arada Yunanlı SAT’lar, Kıbrıs yerine Amerika’da karşılarına çıkmış. Amerikalıların Yunanistan’da da SAT kurduğunu, yıllar sonra bir tatbikat sırasında öğrenmişler. Yunanlı SAT, Amerika’da Türk SAT’ları eğlence mekanına davet edip, sarhoş ettikten sonra bilgi almak istemiş ama kendisi daha önce konuşmaya başlamış. “Türklerle savaşılmaz” diyerek samimi bir itirafta bulunmuş.
Bir dönemin tanığı ve henüz su yüzüne bile çıkmamış birçok olayın öznesi olan Namık Ekin, emekli olduktan sonra Amerika’dan, başta İsrail olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerinde paralı asker olarak çalışması için davet almış. Bu teklifleri değerlendirmeyen Ekin, kendini spora ve hayır işlerine adamış. ‘Su altında en uzun mesafeyi tüple yüzme’ dünya rekorunu da omurilik felçlilerine tekerlekli sandalye almak için kırdı. Fakat kimseden tek kuruş gelmemiş. Önümüzdeki aylarda 3 gün 3 gece su altında kalma rekorunu deneyecek. “Öyle bir rekor kırayım ki, bir daha kimse bu rekoru kıramasın” diyen Ekin,1998’de İsviçreli D. Derbant tarafından kırılan 52 saatlik rekoru 72 saate çıkarmayı hedefliyor. Yine omurilik felçlileri için, suyun altında uyumadan, bayılmadan, boğulmadan durarak psikolojik ve fizyolojik bir savaş verecek. Çok sayıda ülke, bu rekor denemesindeki tüm aşamaları canlı olarak yayınlayacak. Ekin, rekor denemesi sırasında hayranlarıyla su altından chat yapabilecek. Yeme içme ihtiyaçları ile tuvalet ihtiyacını havuz içinde karşılayacak.
Üzerinde ağırlığı olan bir harf, belki isminden kaynaklanan bir yumuşaklık olabilir; ama bu tamamen onu çekemeyenlerin uydurmasıdır.Halbuki pek az alfaye nasip olmuş ve kendini hep arka plan tutmuş bir babayiğittir.Göz önünde olmak istemediği için ilk harf olmayı, işin butun kaymağının yemeyi düşünmemiştir.Tevazu sahibi bir harftir; ama yaşadığımız ülkede değerli olana itibar edilmediğinden o da karalanmış ve 'yumuşak' olma seveyesine indirgenmiştir.O haşmetli bir Harftir..
İnsanlarımızın birçoğu, askerin siyasetin ‘üstünde’ olması gibi, Kemalizm’in de ideolojilerin, hatta zihniyetlerin ‘üzerinde’ olduğunu sanıyor. Böylece ortaya ‘demokrat’ olduğunu söyleyen Kemalistler bile çıkabiliyor. Bunların bazıları da askerî bürokrasiden çıkıyor.
Türkiye’yi daha demokrat olmaya zorlayan AB’nin kriterlerine karşı çıkan bu bürokratlar; gene de kendilerini böyle tanımlayabiliyor... Ancak bazılarının hakkını yememek lazım: Mesela Özkök kendi ifadesiyle eleştiriden ders çıkarmaya yatkın biri... Bunu ne derece uygulayabildiğini bilemesek de, Özkök’ün birçok meslektaşına nazaran en azından daha serinkanlı ve sağduyulu bir asker olduğunu söyleyebiliriz. Geçenlerde yapılan bir söyleşide demokrat olmasının gayet tabii olduğunu; çünkü demokratlığın Atatürk’ün yol gösterdiği Batı değerleri arasında yer aldığını ifade etmişti. İşin püf noktası da tam burada: Anlaşılan askerî bakış açısından demokratlık kendi başına bir amaç değil... Eğer Atatürk Batı’yı işaret etmemiş olsaydı veya Batı demokrat olmasaydı, onlar da demokrat olmayacaktı.
Demokrasinin bir araç olduğunu söylemesiyle inanılmaz bir baskı altına alınan siyasi liderlerin olduğu bir ülkede; daha da ‘radikal’ bir adım atarak demokratlığın araç olduğunu itiraf eden bir askere herhangi bir eleştiri gelmemesi, hatta bunun demokrat olmanın bir kanıtı gibi sunulması ayrıca kayda değer. Çünkü buradaki felsefi hiyerarşi tam aksi yönde: Toplumsal bir karar mekanizması olan demokrasi gerçekten de sadece bir araç. Oysa demokratlık bir duruş, hayat karşısında bir tavır alma, tercihler önünde ahlâki bir tutum, kısacası bir zihniyet. Zihniyetler ve onların içinde şekillenen ahlâki pozisyonlar ise araç olmak bir yana, diğer bütün alanlardaki algılamayı belirleyen bir altyapı hüviyetinde. Dolayısıyla sahip olduğumuz ideolojiler zihniyet tercihlerini mümkün kılmazlar; tam aksine bilinçli veya bilinçsiz olarak sahip olduğumuz zihniyetler, hangi ideolojiye kayacağımızı ima eder, o ideolojinin içini doldururlar.
Kemalizm otoriter zihniyetin üzerine oturan, onunla hayat bulan bir ideoloji. Tarihi milletlerin güç mücadelesi olarak algılayan; hayatın dinamiğini çatışmada arayan; tek yönlü doğrusal bir gelişme şemasına dayanarak ‘ileri’ olanı tanımlayan; söz konusu ‘ileri’yi kendisinin bildiğine vehmeden; kendi vehminden meşruiyet üreten; bu meşruiyete dayanarak toplum üzerinde baskı kurmayı normalleştiren; siyaseti toplumsal çatışma olarak anlayıp, kamusal alana el koyan; toplumu kendi normatif tanımına göre homojenleştirmeye çalışan; ve bütün bunları ‘bilimsellik’ ve ‘çağdaşlık’ adına yaparken, kendisini kutsallaştırıp takipçilerini ise toplumun ‘asli’ sahipleri kılan bir ideoloji...
Oysa demokratlık bilginin nesnelliğini felsefi olarak reddeden; insanı ortak bir öznelliğe mahkûm ederek, birlikte yaşamanın kurallarını koymak üzere onları ‘konuşmaya’ mahkûm eden bir zihniyet. Toplumu eş düzeyli ve heterojen bir yapı olarak, dahası zaman içinde her türlü tercihe hak sahibi bir özne olarak algılayan bir bakış... Bu nedenle demokrat birinin Kemalist olması mümkün değil. Nasıl ki Kemalistlerin de demokrat olmaları mümkün değilse... Askerî bakış açısından demokratlık sadece ‘modern bir hal’; sanki uzaktan bakıldığında anlaşılan bir tipleme... Kemalistler ‘demokrat’ olmak değil, demokrat sayılmak istiyorlar; çünkü böylece çağdaşlıktan geri kalmamış olacaklar... Aralarında daha hoşgörülü veya özgürlükçü nüanslar taşıdıkları ölçüde kendilerini demokrat sananlar da çıkıyor. Ancak bu Kemalizm’i pekiştiren bir yanılsamadan, yani otoriter zihniyete meşruiyet sağlayan bir yakıştırmadan öte bir şey değil.
Kemalizm konusunun böylesine hayati hale gelmesinin nedeni, Türkiye’yi yönetenlerin her fırsatta bu ideolojiye yaslanmaları ve istemedikleri her türlü toplumsal talebi bu ideolojiye referansla bastırmaları.
Öyle ki Kemalizm belirli bir kesimi ‘rejimin sahipleri’ haline getirmekle kalmıyor; bu kesimin gayretiyle toplum üzerinde hegemonya kurmanın aracına dönüşüyor. Sonuçta Kemalizm kutsallaştığı ölçüde, bu ideolojiyi temsil eden hiyerarşi siyaset ‘üstü’ hale gelirken; Türkiye toplumu da Kemalizm’in belirleyiciliğine, rehberliğine ve sınırlamalarına muhtaç ve mahkûm bir kitle olarak siyaseti seyrediyor...
Bugün toplumun ezici çoğunluğu Avrupa Birliği’ne üye olmaktan ve gereken reformların yapılmasından yana. Bu ülkede insanlar üzerlerindeki dar ideolojik kılıflardan sıyrılıp dünya vatandaşı olmak için istek duymaktalar... Ancak gözümüz askerde... Gizli bir kabulle, onlar ‘evet’ demedikçe bu işin olmayacağını ‘biliyoruz’. Bu nedenle askerlerin her beyanı özel bir ihtimamla ele alınıyor; Ankara muhabirlerinin çabası askerin niyetini anlamaya hasrediliyor. Anlaşılan asker AB’ye karşı değil ama bize has özelliklerin dikkate alınması koşuluyla. Yani Müslüman ve Kürt kimliğinin potansiyel bir siyasi tehlike olarak kabul edilmesi halinde. Bu bakış Kemalizm’in topluma travmatik yaklaşımından başka bir şey değil; ve askerler bu travmatik bakışın AB kriterlerinden daha önemli olduğunu söyleyerek, AB yandaşı olduklarını savunuyorlar. Öte yandan niçin AB karşıtı olmadıkları konusunda da tek gerekçeleri bunun “çağdaşlaşma hedefinin jeopolitik ve jeostratejik bir zorunluluğu” olduğu. Yani AB bir toplumsal yaşam modalitesi olarak, demokrasi ve özgürlükler açısından herhangi bir anlama sahip değil. AB bir araç... Kemalizm’in çağdaşlaşma hedefi nedeniyle “zorunlu” hale gelmiş olan bir adım, o kadar.
Siyaset ‘üstü’ olan askerin böylesine araçsal bir bakışa sahip olması ve Kemalizm’i evrensel insani kriterlerin ‘üstünde’ sayması ise, bizzat askeri araçsallaştırıyor. Çünkü şimdi asker, AB karşıtları için bir kaldıraç veya bir sıçrama tahtası hüviyetinde. Askerin bu biçimde kullanılmasıyla birlikte Kemalizm’e de neredeyse dinsel bir anlam yükleniyor. Artık Kemalizm ülkenin bekasını sağlayan, Türk kimliğini ayakta tutan; dolayısıyla dokunulmazlığı olan bir kutsal öğreti sanki... Böylece Kemalizm giderek toplumsal talep ve isteklerin önünü kesmek isteyenlerin bayrağı haline geliyor.
Bu yaklaşım laik kesimi şizofrenik hale getirmiş durumda. Hem AB’yi istiyorlar, hem de AB kriterleri altında Müslümanların yaşayacağı özgürlükten tedirgin oluyorlar. Yani laik kesimin hayalinde ‘Kemalist bir AB’ var. ‘Bir gün gelecek Kemalizm AB’nin savunduğu ideoloji olacak’ türünden saçmalıkları duymamız boşuna değil. Başka bir saçmalık da AB yolunda esnek olmanın sadece AKP’den beklenmesi: Asker bir veri olarak alınıyor, çünkü örneğin Gündüz Aktan’ın mantığıyla Türkiye devrimle kurulmuşmuş ve de “devrimle geleni değiştirmeye çalışmak başlangıçtaki devrim şartlarına dönülmesine” yol açarmış. Anlayacağınız devrimle kurulduysanız işiniz zor... İlelebet devrim koşullarında yaşamak; ya da mukabil bir devrim yapmak zorundasınız!
Yazarın “sosyal psikolojinin temel kuralı” olarak sunduğu bu bakış, Kemalizm’in nasıl bilim ‘üstü’ olduğunu ve bunun bilimi nasıl gülünç hale getirdiğini de ortaya koyuyor. Bugün Kemalizm süreklilik arz eden bir psikolojik travmaya dönüşmüş durumda. Kendini sürekli yeniden üreten, totolojik bir kabullenme... Ama aynı zamanda bürokratik hegemonyanın kalıcılığını ve devamlılığını sağlayan ‘çağdaş’ bir yanılsama.
İdeolojik söylemin fikirsel tartışma konusu olmasına sık rastlamayız. Çünkü bir ideolojinin kavranmasına yönelik entelektüel talep genellikle sınırlıdır. Söylemin asıl işlevi ise, ideolojinin siyasallaşma biçiminin ve önermelerinin meşruiyetinin sağlanmasıdır. Öte yandan her ideoloji farklı bir siyasallaşma biçimi üretir.
Örneğin otoriter zihniyetten beslenen ideolojiler, bu ideolojiyi taşıyan özneler arasında belirgin bir hiyerarşi oluşturdukları gibi, kolayca algılanan bir merkeziyetçiliğe de neden olurlar. Böylece herkes kimin yetkili olduğunu hemen bilir ve otoritenin referans alınmasına ilişkin hiçbir belirsizlik yaşanmaz. Hatta kişiler söz konusu otoriteyi konuşmaya ve tavır almaya zorlarlar ki, kendileri de ne yapacaklarını ve hangi tutumu takınacaklarını bilsinler. Bu durum en tepedeki otoritenin olası söylemi etrafında zımni bir hiyerarşinin varlığını ifade eder: Otoritenin hangi görüşte olduğunu bildiğini öne sürenlerin prestiji artar ve bu kişiler ara referanslar haline gelirler... Nihayet otoritenin kendisi de bazen kasten susarak, bir tehdit atmosferi üretebilir ve hegemonyasını pekiştirebilir. Çünkü konuşmamış bir otorite, konuşmasını ertelemekte olan bir otoritedir; ve ondan önce konuşanın daima yanlış yapma ihtimali mevcuttur.
Otoriter zihniyete dayanan bir ideoloji olan Kemalizm de, tepede askerin yer aldığı, daha altta yargının bulunduğu, merkez medyanın ise ara referans olarak işlevselleştiği bir hiyerarşiye sahip. Söylem düzeyindeki çeşitlilikten burada eser yok... Kemalist siyasetin öznesi, tereddüde mahal bırakmayacak biçimde belli. Çünkü her türlü çeşitlilik, merkez pozisyonun iç tutarlılığını ve gücünü tehdit eden bir unsur olarak algılanmakta. Mutlak ve tek referansa dayanmak, Kemalizm’in ne olduğuna ve nasıl anlaşılması gerektiğine de açıklık getirmekte. Böylece siyaset tek bir otorite elinde toplanırken, Kemalizm’in bir yönetim aracı olarak kullanılması da olanaklı olmakta. Anayasamızın dibacesinde Kemalizm’in korunmasının mantığı bu: Bu sadece ideolojik bir hassasiyet değil, ülkeyi otoriter zihniyet altında yönetebilmenin de arkaplanı. Diğer taraftan Kemalizm’in askerin siyasi tekeli altında olması, başka öznelerin Kemalizm üzerinden siyaset üretmesini de engellemekte. Örneğin CHP hem Kemalist olmaktan vazgeçemeyen; hem de Kemalist oldukça toplum nezdinde kişisizlikleşen bir parti hüviyetinde. Diğer bir deyişle bizzat Kemalizm, Türkiye’de merkez siyaseti edilgenleştiren, paralize eden; ve siyasi partilerin toplumla bağ kurmasını neredeyse imkansızlaştıran bir ideoloji... Demokrasiyi devletin uzantısı olarak algılayan, onu içi boş bir ideolojik söyleme indirgeyen; kendisini ise demokrasinin karşısında tanımlamak durumunda kalan bir anlayış.
Görünüşte Türkiye’de ‘demokrasi’ var... Siyasi partiler hükümetler kurmaktalar... Ama bütün temel meseleler ve ana politikalar siyasilerin uhdesinden alınıp askere verilmiş durumda. Asker ise, Kemalizm’in sahibi olarak, bu meselelerin rakipsiz otoritesi. Siyasi özne olma hali o denli etkili ki, askerin somut olarak herhangi bir politikayı hayata geçirmesi gerekmemekte: Söz konusu pozisyonun seslendirilmesi, sivil siyasetin kendiliğinden ve hevesle o politikayı yürütmesiyle sonuçlanmakta. Çünkü aksi tutum Kemalizm’e karşı çıkma anlamını taşıyor... Ve bunu denemeye kalkan siyasi iktidar bu ‘itaatsizliğinin’ uygun bir fırsatta kendisine karşı kullanılabileceğini düşünüyor.
Ancak Türkiye’yi böyle yönetmek artık pek mümkün değil. Siyaset bugün demokrasiyi zorlamakta ve bizleri Kemalizm’le demokrasi arasında tercih yapma noktasına sürüklemekte...
Kalıcı ve yaygın bütün ideolojilerin farklı derinlikteki zihinlere, değişik psikolojik ihtiyaçlara yanıt verme yetenekleri vardır.
Bu yetenek zaman içinde evrimleşerek oluşur ve farklı taşıyıcıların dilinde takipçilerin anlayabildikleri söylemlere ve duygulara dönüşür. Bugün Kemalizm’in de dört tür söylemi ve bunlara uygun taşıyıcısı bulunuyor. Yelpazenin bir ucunda resmi pozisyonun ağırlığını ve saygınlığını yansıtan bir kişileşme ve dille karşılaşıyoruz. Cumhurbaşkanı Sezer bu tavrın örneklerinden biri: Örneğin Sezer’e göre başörtüsünün kamusal alanda serbest olması, laiklik ilkesinin ihlali anlamına geliyor. Çünkü ona göre aksi halde hukuk kuralları çiğnenmiş olacak; bu ise dini kuralların geçerli olduğunu ifade edecektir. Öğretmenler gününde sergilediği bu mantıkla Sezer, dinin görünürlüğünü referans alan ‘negatif’ bir laiklik tanımı yapmakta. Sezer için hukuk bile kendi karşıtlığını ancak dinde bulabiliyor.19 Mayıs mesajında da Sezer laikliği “özgürlüklerin sınırını çizen bir öğe” olarak sunmaktaydı... Bu yaklaşım, laiklik kavramı etrafında somutlaşan bir ‘kamusal alanı temizleme’ ideolojisinin ifadesi. Kemalizm, kendisini kamusal alanın sahibi olarak gören, toplumu devlete bağımlı kılmayı hedeflemekle kalmayıp, meşrulaştırmaya çalışan otoriter bir anlayış...
Seviye olarak bir alta indiğimizde bu meşrulaşmayı sağlamaya yönelik entelektüelimsi bir çaba görüyoruz. Örneğin Hürriyet gazetesinde Özdemir İnce, tarihi Mustafa Kemal’in Nutuk’undan takip etmeyi yeterli bulan; tarihe ve sosyal olaylara bakarken nedenlerle sonuçların yerlerini neredeyse içgüdüsel olarak değiştiren bir aydın tipi. İnce’ye göre Nutuk’la çelişen beyanlar kendiliğinden yanlış veya yalan oluyor. Mustafa Kemal’in herkes gibi tarihsel bir figür olmasını hazmetmek bu tipoloji için epeyce güç. Nitekim İnce, Nutuk’un tek bir bölümünün bile yanlış addedilmesinin, metnin “bir satırına bile inanmamamızı” gerektireceğini söylemekte. Diğer bir deyişle İnce için, Nutuk apaçık bir kutsal kitap. Kemalistler bariz dinsel eğilimler taşıyan ve hayatı alternatif dinselliklerle mücadele cinsinden algılayan total bir ideolojiye sahipler. Böylece kamusal alana ilişkin baskıcı uygulamalara bir tür çağdaşlık kisvesi kazandırılıp, kendini kandırmaya hizmet eden bir yanılsamanın kapısı aralanabiliyor.
Aralanan bu kapıdan giren ise, önü alınması epeyce zor, giderek pespayeleşen bir hamaset oluyor... Örneğin aynı gazeteden Tufan Türenç,84 yıl önce Samsun’a ayak bastığında Mustafa Kemal’in kafasında tam olarak ne olduğunu varsayıp, kendi ‘çağdaş Türkiye’ hayalini de bu varsayıma oturtuyor. Ne var ki hayat devam etmekte ve Mustafa Kemal günümüzde yaşamamakta. Dolayısıyla bugün nasıl yaşanması gerektiğine ilişkin 84 yıl geriye gitmek biraz ‘iddialı’ olabilir. Çünkü o takdirde bazılarının da başka tarihlere gitmeleri caiz olur. Ama Türenç bundan hiç rahatsız değil: Ona göre Atatürk, tanım gereği ve ebedi bir yetkinlikle çağdaşlığı belirlemiş durumda; tabii Türenç’in anladığı biçimiyle...
Böylece otoriter zihniyet, ideolojiden söyleme ve oradan da hamasi kişileştirmeye doğru kayıyor. Her düzlemin kendine göre ve birbirini tamamlayan işlevleri var. En alta indiğimizde ise nedense hiç eksik olmayan bir kategori ile karşılaşıyoruz... Çamur atmayı, yalanı ve ahlaksızlığı gocunmadan taşıyan ve kendilerine ‘Kemalist’ dedikleri gibi; diğer Kemalistlerin de onları öylece kabullendikleri kişiler.
Sonuçta Kemalizm, Kemalistlerin zihinsel ve ahlaki düzeyinden bağımsız değil. Her ideoloji gibi, o da kendi taşıyıcılarının elinde tarihteki yerini alıyor.
ömrümüz boyunca bizim kullandığımız, satın aldığımız, tükettiğimiz, bizim yüzümüzden kesilen, yok olan ağacın toplamının en az 2 katı hacimde can vermeliyiz.
Bunun da yolu, çekül gibi vakıflara bedelini ödeyerek ağaç diktirmek(can bedeli)
Bir insan ortalama olarak, ömrü boyunca, olağan koşullarda ne miktarda ağaç tüketir? Kağıt olarak, kişisel veya ortak kullanım alanlarındaki ve eşyalarındaki mobilya olarak...vb
Çekül bunun bir hesabını yapabilir
Geçtiğimiz asrın ilk yarısı, insanlık tarihinin en ağır ve trajik savaşlarına sahne oldu. Bu savaşların asıl sebebi; bir grubun -bu bir elit sınıf da olabilir- diğer gruplara hükmetme arzusuydu. Bu savaşlar ilk zamanlarda, kaba güçlerin karşılaşması şeklinde ortaya çıkarken daha sonraki zamanlarda zihnî ve fikrî güçler de devreye girdi. İdeolojiler bu dönemden başlayarak 20. asrın ikinci yarısına damgasını vurdu. Geçmişteki bütün mücadele tarzları değişerek, yeni ve karmaşık bir savaş türü ortaya çıktı. Bu yeni savaş türünde kaba kuvvet yoktu; ama tahakkümcü, çıkarcı tavır ve düşünceler aynısıyla devam etti. Sadece strateji değişikliğine gidilmişti.
Bu yeni savaş türü; 'semboller, söz, hareket, jest, resim, müzik ve diğer araçlar yardımı ile kişilerin düşünce, davranış, tutum, inanç, değer ve tavırlarına, bazı sunî araçlar ve manevralarla tesir metoduna dayanan propagandadır.'1
Tarif ve kavram olarak propaganda
Kelime olarak Lâtince, 'propagare' kökünden, yeni fidanlar elde etmek üzere toprağı ekme mânâsına gelir. İlk olarak Roma Katolik Kilisesi tarafından sosyolojik mânâda kullanılmış ve 'fikirlerin yayılması' deyiminde ifadesini bulmuştur.2
Propagandanın birçok tanımı mevcuttur. Bunlardan birkaçı şunlardır:
'Propaganda, bir öğreti, düşünce ve inancı başkalarına tanıtma, benimsetme maksadı güden, söz ve yazı gibi vasıtalarla gerçekleştirilen faaliyettir.'3
'Fikir, kanaat ve değer yargılarını değiştirmek ve davranış tarzlarını istenen yönde etkilemek için telkin gibi metotlara başvurarak önceden plânlanmış sembollerin sistematik bir şekilde kullanılmasıdır.'4
'Kişi ve grupların fikir, tutum veya davranışlarına tesir etme maksadına yönelik iletişim, yani tek yönlü haberleşmedir.'5
Propagandada söz konusu olan şey, açıkça saptırmalarda bulunmak ve belli bilgileri seçerek yansıtmaktır. Propagandacının gâyesi, varılan sonuçları ve alınan kararları kabul ettirmektir. Yoksa kişileri hadisenin değeri üzerinde mantıkî bir analize yöneltmek değildir. Bu bakımdan propagandanın kişiliğe saygısı yoktur. Gâyesi, kişileri yetiştirmek ve olgunlaştırmak değildir; kişileri hemen harekete geçirmektir. Propagandacı, muhataplarının hislerine hitap etmek ister. Çünkü, belirli menfaatleri hedefler. Bu sebeple, şuurlu ve demokratik toplumlarda propaganda, kötü bir üne sahiptir.6
Propagandacı; hiçbir zaman hakiki bir tartışmayı ve müzakereyi göze alamaz. Çünkü onun cevapları, meseleleri ve meseleleri çözüm yolları çok önceden belirlenmiştir. Karşısındakine daima önceden belirlenmiş birtakım hükümleri, hazır reçeteleri kabul ettirmeye çalışır. Kısa yoldan çabucak ulaşılacak hedefler peşindedir. Eğitim insanlara 'nasıl' düşüneceğini öğretmeye çalışırken, propagandacı 'ne' düşünmeleri gerektiğini söylemektedir.7
Propaganda, düşünce ve tefekkürü ortadan kaldırmakta, seçim ve tahrifi kullanmakta, tarafsız bir eğitim fikrini yok etmektedir. Böylece kamuoyu, doğruluğu nazara alınmaksızın bir fikri yayma gâyesiyle kışkırtılmaktadır. Şahıs o surette bazı uyarıcılara maruz bırakılmaktadır ki, kendisi birtakım neticeler çıkaramayacak ve başkasının telkin ettiği sonuçları kabul etmek durumunda kalacaktır. Böyle bir vasıta, her türlü fikir alış-verişi kanallarının açık bulundurulmasını öğütleyen demokratik düzenle, elbette ki, tutarlı değildir. Fakat propaganda, asrın bir aracı ve bir gerçeği olarak ortadadır ve kalacaktır.8
Propagandayı taşıyan vasıtalar
Günümüzde propaganda, muhataplarına şu vasıtalarla ulaşır:
1) Televizyon: Televizyonun birçok insan tarafından seyredilmesi onu propaganda için uygun bir vasıta kılmıştır. Bilhassa seyirci kitlesinin 'pasif' konumu, göze ve kulağa hitap etmesi onu tesirli silâh yapmıştır.
2) Yazılı ve görüntülü basın: Toplumlarda okuma kültürüne göre yazılı basının tesiri de oldukça fazladır. Fakat, bazen basının kendisi halk nazarında, inandırıcılık boyutuyla, önceden prestij kaybı yaşamışsa, tersi bir neticeye de sebep olabilir. Bu daha çok siyasî alanda görülür. Meselâ, ABD'de Roswelt,1936 ve 1940 seçimlerini, Türkiye'de Demokrat Parti ve Menderes,1950 seçimlerini basının şiddetli muhalefetine rağmen kazanmışlardır.(9)
3) Film-sinema: Sinema bir dönem hem komünizm hem de anti-komünizm propagandası için çok kullanılan bir araçtı. Bugün bu sektörden en fazla istifade eden ABD'dir. Amerika iktisadî, askerî ve kültürel alandaki gücünü sinema yoluyla pekiştirme gayretindedir. Hollywood yapımı birçok filmde kurtarıcı ve güçlü Amerikalı imajı sürekli işlenir. Ayrıca sinema alanında Yahudiler de bütün dünyaya zulüm gördükleri, masum oldukları imajını yayacak filmleri çok kullanmıştır.
Amerikan hükümetleri dünyanın birçok ülkesindeki sinema salonlarında ağırlıklı olarak kendi filmlerinin oynatılmasını istemektedir. Bu gayret, siyasî baskı ve pazarlıkların arkasında önemli ölçüde kitlelere bu yolla ulaşmak kaygısı yatmaktadır. Bunda da oldukça başarılı olmuşlardır. Çünkü Türkiye'de bile iyi sayılabilecek Türk yapımı bir filmin salon bulma şansı zordur.
4) Radyo: Radyo eski gücünü kaybetmekle, birlikte hâlâ propagandanın taşıcısı olarak kullanılmaktadır.
5) Günümüzde bunlara bilgisayar ortamlarında gerçekleştirilen birçok çalışma (internet, cd, vs.) ve GSM şebekeleri katılabilir. Propagandanın taşıyıcısı sayılan bu vasıtalar, demokratik ülkelerde bile dolaylı veya dolaysız yollardan devletlin kontrolü altına girmiştir. Yahut daha kötüsü, kitlelerin tüketim konusunda istediği gibi şartlandırmaya çalışan büyük firmaların ve reklâm şirketlerinin emrine girmiştir. Yerkürenin tek bir pazarda bütünleşmesinde global firmalar (milletlerüstü şirketler) önemli bir fonksiyon üstlenmekte ve bu firmalar vasıtasıyla dünya ekonomik olarak kafese alınmaktadır. Daha küçükleri yiyerek dinozorlaşan bu şirketlerin boyutunu tahmin etmek için 1945'te dünyadaki 100 büyük ekonomiden sadece 49 tanesinin devletlere,51 tanesinin ise; milletlerüstü şirketlere ait olduğunu söylemek herhalde yeterlidir. ABD'de en büyük 100 şirket, ticarî zamanın % 75'ini kullanmaktadır. Tv saatlerinin % 50'den fazlası, beyaz camın arkasında neyin gösterilip, gösterilmeyeceği onların seçimi ile karara bağlanmaktadır. Radyolar, gazeteler, yayınevleri yani ABD'nin sinir sisteminin düğüm noktaları milletlerüstü şirketlerin elindedir.10 Bunu önlemek için, yayın araçlarında çeşitliliğe, çokluğa ve rekabete gidilmiş gibidir. Ama bu da hiç gerçekçi değildir. Zira yayın vasıtaları arasında bütün zıtlaşmalar aslında zahiridir. Çok zaman bu konuda gerçek bir farklılaşmadan söz edilemez. Tam tersine yayın vasıtalarının kitleler üzerinde meydana getirdiği sosyal baskı ile ferde; ne yapması, nasıl davranıp, neler düşünmesi gerektiği ve neyin iyi, neyin kötü olduğu fikri empoze edilmektedir.
Demokratik ve açık toplumlar olarak kabul edilen Batılı ülkelerde (ABD, İngiltere vs.) hakim güçlerin bu yolla fikir ve kanaatlere gizlice hükmedeceği gerçeği göz ardı edilmemelidir.10 Bunlar kendi toplumlarıyla diğer toplumlara bilgileri eksik, taraflı yahut yanlış aktarabilirler. Hattâ diyebiliriz ki; böyle bir tehlike, tarihin hiçbir döneminde günümüzde olduğu kadar yaşanmamıştır. Çünkü çağdaş mânâsıyla propaganda; 'Kitlelerin güçlü azınlıklar tarafından yönetilmesi gâyesini taşır ve az-çok kamufle edilmiştir.' şeklinde anlaşılmaktadır.11
Eğer fert, başka görüşlere hayat hakkı tanınmayan otoriter devletin hakimiyeti altındaki bir toplumda yaşıyorsa; doğrudan doğruya yönetici azınlığın talimat, fikir ve kanaatlerini aktardığı yayın vasıtalarının tesirinde kalacaktır. Yayın vasıtalarını kontrolde bulundurma doğrudan olabileceği gibi, sansür, yayın ilkeleri, resmi görüşe ters düşmeyecek yayınları seçme mecburiyeti, üst kurullar gibi dolaylı yollardan olacaktır. Bu durumda 'tek gerçek' devletin veya hakim güçlerin ifade ettiği gerçektir. Dolayısıyla; bunun dışında 'başka gerçek' arayan, sistem için ya tehlikeli bir yobaz, çağdışı kalmış bir kişi veya sistemin sürekli potansiyel tehlike olarak gördüğü şüpheli biri olarak kabul edilir.12 Baskıcı rejimlerle yönetilen toplumlarda bu istismar net olarak görülebilir. Suriye, Irak, Suudi Arabistan, Fas, Cezayir, dağılan SSCB ülkeleri, Çin gibi.
Tehlikenin bir diğer boyutu ise; modern çağa kadar, fikirler yüz yüze konuşulup tartışılıyor ve harekete dönüştürülebiliyordu. Ayrıca hükümetler tarafından resmi veya gayri resmi olarak kurulan ve kamuoyunu yönlendirme gâyesiyle teşkilatlanmış güçlü yayın araçları ve bağımsız kuruluşlar mevcut değildi. Oysa günümüz toplumlarında, fikirler yüz yüze tartışmanın mümkün olamayacağı kadar çok insana ulaşmakta; toplum, gelişmiş kitle haberleşme araçları vasıtasıyla belirli fikirleri tartışmasız kabul etmek zorunda kalan yığınlar haline gelmektedir. Haberleşme sistemi öyle bir durumdadır ki; karşı soruların, tenkitlerin tesirli olması mümkün değildir. Dolayısıyla fikirlerin harekete dönüşmesi imkânı git gide azalmaktadır. Hükümetlerin resmi desteğine sahip güçlü teşkilatlar halk kitlelerine çok rahat nüfuz etmektedir.13
Propaganda teknikleri
Propaganda genel olarak üç kademede gerçekleşir: Dikkat çekip ilgi uyandırmak, ruhî uyarıcının meydana getirilmesi ve böylelikle belirmiş olan gerginlik, istek veya endişenin ne şekilde giderilebileceğinin izahı.14 Bu üç kademe özetle şu tekniklerle gerçekleştirilebilir:
Dikkat çekmek: Propagandacının ilk vazifesi, hedef aldığı kişi veya kitlenin dikkatini çekmektir. Bundan dolayı önce fikirlerini aşılayabileceği bir ortamın meydana gelmesi için çaba harcar. Afiş, broşür, basılı eserler, görüntüler, fo- tograflar, çeşitli konserler, brifing ve toplantılar bu gâye için kullanılır. Buna 'tâli propaganda' da denir. Öyle ki çok evvelce yayımlanmış yazı, resim ve görüntüler sıkça kullanılır.15 Meselâ; toplumu belli bir yöne kanalize etmek için hayali bir mekânda gerçekleştirilen ve yine hayali senaryolarla meydana getirilen muhalif hareketlerin gerektiğinde gündeme getirilmesi gibi.
Dikkat çekmek için, insanların his ve heyecanlarından istifade etmek diğer bir yoldur. Meselâ; sigara reklâmında boy gösteren bir hanım veya erkek, sadece ilgi uyandırmak ile kalmaz, aynı zamanda gençlik, güzellik, kuvvet gibi kavramları da sembolize ederek kitleleri duygu ve heyecan yönünden tahrik eder. Böylelikle maksada uygun fikrî ortam hazırlamış olur.16 Diğer taraftan dünyaca ünlü bir sigara markasının reklâm afişinde kuvvetin sembolü olarak elinde sigara ile at üzerinde duran kovboyun, sigaradan kansere yakalanıp öldüğü kitlelerden gizlenir.
Prestije başvurma: Prestij sahibi olan kişilere bağlanan düşünce ve davranışları toplumlar daha kolaylıkla kabul ettiğinden, ölü veya diri kişilerin karizmasından sık sık faydalanılır. Böyle bir şahsiyet gerçekte olmasa bile yine propaganda yoluyla oluşturulur. Sonrasında yapılmak istenenler fikir yahut davranış boyutuyla o hayali şahsa atıfta bulunarak yapılır. Birçok toplumda bu durum yaygındır. Öyleki nice cüce topluma dev kamet olarak sunulmuştur.
Önceden kazanılmış fikirlere ve hislere başvurma: Toplum hayatında hepimizin az veya çok sevgi ve nefretleri vardır. Propagandacı bunlar üzerine hissî birtakım ağırlıklar koymaya çalışır. Bunun için de dildeki bazı kelimelerin mânâları saptırılır. Bunlar hiçbir zaman ilmî ölçülerle tarif ve tahlil edilmediği gibi, zaman içinde gerçek mânâlarıyla kullanılmaz olur. Bu kelimeler kullanıldığında, kitleler; hemen tepkide bulunur. Meselâ; irtica, laiklik, şeriat, emek, sosyalist, komünist, milliyetçi, fundementalist, hain, dönek, ilerleme, modern, harem vs.
Kendim için bir şey istemiyorum: Fayda ve menfaat hedeflemediğini, sadece fedâkârâne hareket edildiğini belirtmek de propagandanın başvurduğu diğer bir yoldur. Propagandacı kendisi için bir şey istemediğini, kendini halkın mutluluğuna adadığını haykırır. Fakat çoğu zaman bu çeşit kelimeler altında menfaatçi emeller gizlenmektedir.
Fikirlere ve insanlara etiketler koymak, damgalamak: Muarızın itibarını düşürmek için çok kere ona halkın nefret ettiği bir etiket yapıştırmak yeterlidir. Komünist, işbirlikçi, dinci, faşist, bölücü, gerici gibi. Meselâ; Osmanlı hanedanının çok dirayetli ve siyasî dehası II. Abdulhamid'e 'kızıl sultan' denmesi böyle bir maksada yöneliktir.
Kamuflaj: Başarılı olmak için kıyafet, renk, cephe değiştirmek gerekiyorsa propagandacı bu hususta hiç tereddüt göstermez. Kendisini vatansever, milliyetçi, muhafazakâr, dindar, sosyalist gibi gösterir. Bu,19. ve 20. asırda misyonerlerle politikacıların en çok kullandığı bir usûldür. Lawrens buna en çarpıcı örnektir.
Propagandacı yalan söyleyebilir: Hadiseler onu gittikçe daha çok sahte, yalan açıklama yapmaya sürükleyebilir. Propagandacı karşı tarafın lideri hakkında hikâyeler uydurur, istatistikleri tahrif eder, haberler çıkarır, söylentiler yayar. Yani bütünüyle gerçeği değiştirmeye çalışır. Eğer bütün haberleşme vasıtaları da kontrol edilebiliyorsa bu tür faaliyetler tesirli olabilir. Nitekim savaş sırasında halka yapılan propaganda bu bakımdan başarılı olmaktadır. Meselâ; İsrail, yurt ve yuvalarından söküp atmak istediği ve vatanları için mücadele eden Filistinlileri; Çin, Keşmir halkını; Rusya, Çeçenleri tek taraflı suçlu olarak dünya kamuoyuna tanıtma gayretindedir. ABD doksanlı yıllarda Irak'a karşı sürdürdüğü Körfez Savaşı'nda, yanan petrol kuyularıyla, denizde petrole bulanmış bir karabatak görüntüsünü savaşın haklı gerekçesiymiş gibi sürekli kitlelere aktarmıştır.
i>Propagandada abartıya bilhassa başvurulur: Abartma çok defa söylentilerin tesirini artırır. Türk insanı politikada bunun binlerce ör-neğini yaşamış ve yaşamaktadır. Abartı, reklâm sektöründe daha da yaygındır. Herhangi bir ürünün reklamında; 'Şu ü-rünü alın hayatınız değişsin.' gibi.
i>Sembolleştirme ve tekrar: Propagandada fikrî derinlik olmadığından, belirli tarih, yer ve şahıslarla kavramları sembolleştirmek ve sürekli tekrar esastır. Açıklamalar aralıksız tekrarlanır. Hitler, Kavgam adlı eserinde şöyle demiştir: 'Kitlelerin zekâsı az, unutma kabiliyetleri çoktur. Böyle olunca tesirli propaganda kolaylıkla sömürülebilecek birkaç mesele üzerinde yapılmalıdır. Fakat aynı şeyler bin defa tekrarlanmalıdır.'
Propaganda sansür yoluyla da yapılabilir: Belirli bir görüşe üstünlük sağlamak maksadı ile bilginin kontrol edilmesi ve bilhassa tahrif edilerek maksada hizmet edecek bir şekilde sunulmasıyla olur; çünkü propaganda seçicidir ve hedef aldığı kimselere objektif olmaktan çok uzak bir dünya görüşü kazandırmak maksadı ile düzenlenmiştir.17
Propagandanın tesir alanı
Propagandanın tesir alanı aslında yeryüzündeki insan topluluklarının tamamıdır. Çünkü; sömürme, kaynakları aktarma, hükmetme, yönetme, tüketim ve menfaat maksatlı faaliyetler sürdükçe insanların buna maruz kalmaları kaçınılmazdır. Küçük gruplardan başlayarak devletler boyutunda süren ve büyük sermayelerin harcandığı bir alandır, propaganda çalışmaları.
Buna rağmen propagandanın tesir etmediği kişi veya gruplar da vardır. Bu durumu kısaca şöyle özetleyebiliriz.
a) Bağlanma (taahhüt) , inançlı olma: Fertler kendi inanç ve değerleriyle ne kadar çok bağlantılı ve tutarlı davranışlar sergileyebiliyorsa, tesir o kadar az olacaktır. Kanaatlerini, inançlarını, hayat tarzını herkesin önünde açıkça ifade eden ve yaşayan fert, diğer tesirlere de kapalıdır. Yani güdümlü kişilik özelliği taşıyan fertlere göre daha az tesire maruz kalır. Hz. Muhammed'in (sas) Müslümanlara devamlı başkaları- nın düşünce, tavır, davranış ve hayat tarzlarından farklı olmayı, yani kişinin kendisi olmasını tavsiye etmesi, biraz da bununla ilgilidir.
b) Kendine güven ve yeterlilik: Kendine ve inançlarına güveni tam olan fertler, bu güveni tehdit edecek propagandalardan kendini koruyabilir. Yani fertlerin eşya, ölüm karşısındaki duruş ve düşünceleri, hadiseleri yerli yerine oturtup değerlendirebilme kabiliyetleri kendilerine olan güveni sağlayabileceği gibi dış tesirlerden de koruyacaktır.
c) Saygınlık: Düşünce, tavır ve davranışlarıyla çevresinde sevilen ve saygı duyulan fertler, başka aidiyet ve yeterlilik duygusu aramayacaklarından propagandanın tesirinde kalmazlar.18
Netice
Günümüzde, iletişim vasıtalarının yaygınlaşmasına paralel olarak insanlar arası etkileme ve etkilenme de oldukça artmıştır. Bu şimdiye kadar, aydınlanma, çağdaşlaşma, modernlik ve globalizm gibi yuvarlak ve içi boş kavramları benimseme, dayatma veya tepkisiz kalma şeklinde oldu. Şimdilerde ise küreselleşme kavramıyla yeni bir boyutta yeni bir aynileştirme ve yeknesaklaştırma, tek merkezli kılma olarak karşımızda duruyor. Beyinlerimizin içine girme işlemi basın yayın kuruluşları yoluyla olabileceği gibi aslında elimizde tuttuğumuz bir kolalı içecekle de olabiliyor. İnsanlar kullanılmaya açık oldukça bu hal daha da sürecek gibi görünüyor.
Son olarak; kitlelere bir inancı ve görüşü çeşitli teknikler kullanarak anlatma ile dinî literatürdeki tebliğin benzeştiği düşünülebilir. Çünkü, tebliğde de kitlelere bir konuyu ve düşünceyi en iyi şekilde ulaştırma ve aktarma vardır. Tebliğ, kesinlikle propagandayla karıştırılmamalıdır. Aksine propagandayı tesirsiz kılacak en önemli vasıta tebliğdir. Çünkü; Kur'an açık ve nettir. Akıllara hitap eder. İnsanların sürekli düşünmesini, araştırmasını, kıyaslamasını, okumasını ister. Güdümlü pasif insandan yana değil; aktif, üretken ve topluma değer katan insandan yana tavır koyar. Ayrıca Peygamber, (sas) insanlara sadece doğruların anlatılmasını, insanların bunu kabul edip etmemelerine karışılmamasını öğütler. Dahası tebliğde hiçbir çıkar ve karşılık beklenmez, yegâne gâye Allah (cc) rızasıdır.
Kaynaklar
1- Sulhi Dönmezer, Sosyoloji, Savaş yayınları,9. baskı, Ank.1984
2- J. A. C. Brown, Beyin Yıkama ve İkna Metodları
3- Meydan Lorousse, C.10, s.340
4- Brown, a.g.e.s.18-19
5- Çiğdem Kâğıtçıbaşı, İnsan ve İnsanlar, Evrim yayınları, İst.1988, s.164
6- Dönmezer, a.g.e, , s.397-398
7- Brawn, s.11,19
8- Dönmezer, a.g.e., s.399
9- A.g.e., s.405
10- Prof.Dr. Ümit Meriç Yazan, Mahşerin Dört Atlısı, Zaman Gazetesi,21 temmuz 2002, s.12
11- Brown, a.g.e., s.32-33
12- Brown, a.g.e., s.26- 27-28
13- Brown, a.g.e., s.32
14- A.g.e., s.30
15- A.g.e., s.15
16- Dönmezer, a.g.e., s.401-405
17- Maddeler için bakınız, Dönmezer, a.g.e., s.401-404, Brown, a.g.e., s.21
18- Maddeler için bkz. Kâğıtçıbaşı, a.g.e., s.186-189
Canlılar âleminde insanın maymun-benzeri yaratıklardan evrimleştiği şeklindeki evrimci görüş, iddiasına, büyük ölçüde maymunla insan arasındaki bazı anatomik ve fizyolojik benzerlikleri dayanak yapar. Bu benzerliklerin bir evrim münasebeti ortaya koyduğu konusunda ikna olmuş gözüken bazı paleoantropologlar, bazı fosil maymunların 'insan-benzeri', dolayısıyla insanın atası olduğunu, benzer şekilde, maymunlarla insanlar arasındaki boşluğu doldurma çabasıyla, bazı insan fosillerinin de 'maymun-benzeri', en azından 'modern' insanın atası olduğunu iddia ederler.
İnsan fosilleri bugüne kadar nâdiren bulunmuştur. Bu, kısmen insanın yaşadığı ortamın ona mahsus olmasıyla, kısmen de fosilleşme için çok hususî şartların, meselâ, ölen insanın, kemikleri çürümeden, sertleşen tortullar içine âniden gömülmesinin gerekmesiyle açıklanabilir.
Evrimci Stephen Jay Gould, Darvin'in Türlerin Menşei kitabının 1859'daki ilk neşrini takiben, kölelik, sömürgecilik, ırk farklılıkları, sınıf yapıları gibi konulara bilim kalkanı altında haklılık kazandırma çabalarının ön plana geçtiğini söylüyor (Gould,1981) . Bizzat Darvin, evrimci fikirlerinin ahlâkî ve sosyal konulara uygulanmasını tasvip eder gözüküyor. H. Thiel'e yazdığı 1896 tarihli bir mektupta Darvin şunları yazıyor: 'Türlerin değişimi konusunda başvurduğum görüşlere benzer düşünceleri ahlâkî ve toplumsal meselelere uyguladığınızı görmek ne kadar ilgimi çekti, bir bilseniz! Görüşlerimin bu kadar farklı ve önemli konulara böylesine geniş ölçüde teşmil edilebileceği daha önce asla aklıma gelmezdi.' (Darvin,1896) .
Sosyal düşüncelerini 'bilim' üzerinden haklı gösterme çabasında olanların sıkça atıf yaptığı Darvinizm, 'en uygun olanın hayatta kalması' kavramını öne çıkarır. Bu, Darvinci dogmanın insan toplumlarına ve davranışlarına uygulanması anlamındaki Sosyal Darvinizm olarak bilinir.
Darvinci evrim spekülasyonunun en sinsi taraflarından birisi, insan ile hayvan arasındaki temel farklılıkları silme çabası içerisinde olmasıdır. Bu durum, insan ile maymun arasında bir mukayeseye davetiye çıkarmakla kalmamış, insanlar arasında da 'bilimsel' etiketli 'en yüksek' ve 'en düşük' tâbirleriyle tarif edilen ayırımları gündeme getirmiştir. Siyahlar ve Kızılderililer, beyazlardan 'daha düşük' olarak ayrılan ilk gruplar arasındadır. The Mismeasure of Man kitabında Gould, bazı antropologların beyaz ırkın 'üstünlüğü'nü ispatlamak için verilerini tahrif ettiklerini belirtir. Meselâ, beyin hacminin zekâ ile ilgili olduğunu varsayan (aslında ilgili değil) birçok antropolog beyazların kafatası hacmini kasıtlı olarak abartmış, buna karşılık Siyahların ve kızılderililerin kafataslarını gerçek boyutlarının altında göstermiştir. Böylece Sosyal Darvinizm, ırkçılığı 'bilim' yaftasıyla haklı göstermeye hizmet etmiştir (Menton,1997) .
Darvin ise, teorisinin bu şekilde kullanılmasına göz yummakla kalmamış, bizzat yazılarında ırkçı düşünceler ima etmiştir. İnsanın Türemesi adlı kitabının altıncı bölümünde Darvin, Goriller ve Siyahlar gibi 'ara formlar'ın ortadan kalkmasıyla, insanlarla alt sınıf maymunlar arasındaki boşluğun artacağını ileri sürmüştür: 'Bu kırılma giderek genişleyecek, ve uygarlaşmış Beyazlar ile Babunlar gibi alt sınıf maymunlar arasında cereyan edecektir.' (Darvin,1871) .
Yüksek (!) insan formlarının evrimini kabul ettirme çabasındaki Darvin'in kuzeni Francis Galton ise Öjenik Hareketin temellerini atmıştır. Öjenizm insan türü içinde seçici üretim yoluyla güçlü fertler inşa etmeyi hedefleyen bir anlayıştır. Galton, evliliği ve ailenin büyüklüğünü ebeveynin genetik niteliğine göre düzenlemeyi savunmuştur. Kontrollü üretimin, çiftlik hayvanlarında olduğu gibi, insanlara uygulanması durumunda mükemmel bir insan tipinin gelişebileceği tezini esas alan bu 'ana ırk' kavramı, yahudileri ve çingeneleri ortadan kaldırıp, 'saf Âri ırkı' oluşturma çabaları şeklinde Hitler tarafından Almanya'da tatbik edilmiştir. Dolayısıyla, Darvinizmin öncesi ve sonrasıyla sosyal etkileşim aktörü olduğu görülmektedir.
Sosyal Darvinizmi ilk defa Alman siyaset ve bilim adamları yirminci yüzyılın başında, Almanya'nın artan saldırgan militarizmini haklı çıkarmak için kullandılar. Alman ordusundan Friederich von Bernhardi, Almanya ve Önümüzdeki Savaş adlı kitabında evrim terimlerini kullanarak savaşın faziletlerinden bahsetti. Bernhardi, savaşın, Darvinci anlamda en uygun ferdin hayatta kalması gibi, biyolojik bir gereklilik olduğunu ileri sürdü. Ona göre, bitki ve hayvan âlemleri üzerinde yapılacak bir inceleme, savaşın evrensel bir tabiat kanunu olduğunu göstermeye yeterdi. Bernhardi'nin 1911'de yayınlanan kitabı, Almanya'nın resmî görüşü hâline geldi ve üç yıl sonra, Almanya Birinci Dünya Savaşı'na girdi.
İkinci Dünya Savaşı sırasında da, Sosyal Darvinizm Almanya'yı Faşizm şeklinde tesiri altına aldı. Hitler'in Faşizmi evrim teorisine dayandırdığı, gerek konuşmalarından gerekse Kavgam adlı kitabından anlaşılmaktadır. Faşizmi İtalya'ya getiren Benito Mussolini de Darvinizmden önemli ölçüde etkilenmişti. Şiddet uygulamanın yararlı bir sosyal dönüşüm için esas olduğunu düşünüyordu. Konuşmalarında Darvin'in sloganlarına yerveriyor, tabiattaki evrim süreciyle çeliştiğini düşündüğü barış çabalarını gülünç buluyordu.
Sosyal Darvinizm, Marksizm ve Komünizm üzerinde güçlü bir tesirde bulunmasaydı, toplumlar üzerinde bu kadar yıkıcı sonuçlar doğurmazdı. Engels ve Marks, Darvin'in Türlerin Menşei kitabını büyük bir coşkuyla karşılamışlardı. Marks Aralık 1860'da Engels'e yazdığı mektupta, 'Bu kitap bizim görüşlerimizin tabiat tarihindeki karşılığıdır' diyordu. Ocak 1861'deki mektubunda ise şunları yazıyordu: 'Darvin'in kitabı çok önemli, ve bana tarihteki mücadelenin anlaşılması açısından bir temel sağlıyor...Teleolojinin tabiat bilimlerindeki rasyonel anlamı da ilk defa açık şekilde izah ediliyor.' (Zirkle,1959) .
Marks şu üç noktada Darvinizme çok şey borçludur: 1) Âlem'in menşeine dair ateistik izah; 2) Varolmak için mücadeleyi esas alma; ve 3) İnsanların tedricî gelişimi (marksizm insanın refahının sınıf mücadeleleri ve devrim sürecinde kaçınılmaz ve tedricî şekilde geldiği üzerinde ısrar eder.) Aslında Marks Darvin'e öyle medyundur ki, Das Capital'i ona ithaf etmek istemiştir, fakat Darvin bunu reddetmiştir (Menton,1997) .
Marksizm ve Darvinizm arasındaki yakınlık 1970'lerin başında ortaya atılan 'sıçramalı evrim' teorisiyle bir kere daha görülmüştür. (Tabiatta gözlenmesi mümkün olmayan ve bir spekülasyon olarak kalan bu görüşe göre, evrim, değişimin olmadığı uzun periyodları kesen âni sıçramalarla olmuştur.) Teoriyi ortaya atan Stephen Jay Gould ve Niles Eldredge şunları ileri sürmüştür: 'Sıçramalı evrim, insan toplumlarına uygun düşen devrimci teoride olduğu gibi açık şekilde kesiklidir. Sıçramalı türleşme teorisinin birçok Rus paleontologu tarafından destek bulmasında şaşılacak bir yan yoktur. Aynı şekilde, bu bizim şahsî tercihlerimize de ters düşmemektedir; bizlerden biri (S.J. Gould) Marksizmi babasının dizleri dibinde harfi harfine öğrenmiştir.' (Niles & Gould,1977) .
Jeremy Rifkin de, evrim teorisinin sosyal önyargılar içerdiğini, tarım ekonomisinden kapitalist Endüstri Çağı'na geçişin gerçekleştiği bir dönemde yaşayan Darvin'in kendi devrinin bir mahsulû olduğunu, Victorya Devri'ne rengini veren kanaat ve düşünceleri yansıttığını belirtir. Bunlar: sürekli gelişme, rekabet, güçlü ve uyumlu olanın ayakta kalmasıdır. Otto Rank, evrim teorisinin, tabiat aynasına bakan ve burada kendi tavırlarının yansımasını gören zenginleşme yolundaki İngiliz toplumunun anlayışını temsil ettiğini söyler. Connecticut Üniversitesi'nden John Greene, 'Her bilim adamı gibi Darvin'in de tabiata, insana ve topluma kendi kültüründen kaynaklanan fikirler eşliğinde yaklaştığı şüphe götürmez bir gerçektir' der. (Rifkin,1984) .
Netice itibariyle, dünden bugüne evrim lehinde ortaya konan düşünceler göstermektedir ki, Darvinizm daha başlangıçta, canlılar âlemine, delillerini tabiatta bulan bir izah getirme teşebbüsü olmaktan ziyade, belli bir tarihî dönemdeki büyük toplumsal değişikliklerin tesiriyle getirilen bir yorum hüviyeti taşımıştır. Fakat zaman içinde bu noktada kalmamış, bir yandan ulûhiyyetin inkârında pozitivizm ve marksizme tabiat perdesi üzerinde payanda olmuş, diğer yandan da ırkçı mülâhazalara bilimsel kılıf görevi görmüştür. Dolayısıyla meselenin, sözkonusu yanları ihmâl edilmeden ele alınması, geniş kitlelerde görülen kafa karışıklığının giderilmesi açısından hayatî önem arzetmektedir.
Kaynaklar
- Darvin, F., (1896) - The Life and Letters of Charles Darvin. Francis Darvin editor, D. Appleton and Co., p.294.
- Darvin, C., (1871) - The Descent of Man. p.201.
- Gould, S.J., (1981) - The Mismeasure of Man. W.W. Norton and Company, New York, p.72.
- Menton, D.N., (1997) - The Religion of Nature: Social Darvinism. Missouri Association for Creation, Inc.
- Niles, E. & Gould, S.J., (1977) - -Paleobiology, Spring, Vol 3, p.145-146.
- Rifkin, J., (1984) - Algeny: A New Word, A New World. Penguin (Türkçe Terc.:Ali Köse, Darvinin Çöküşü. Ufuk Kitapları, İstanbul) .
- Zirkle, C., (1959) - Evolution, Marxian Biology, and the Social Scene. Univers.ty of Pennsylvania Press, p.86.
Sema Kapıları
Kur'an-ı Kerim'de 'semanın görünmez kapıları'na dikkatimiz çekilir. Kapılar geçit yerleri olduğuna göre, 'sema kapıları' ifadesini; başka uzay-zamana, farklı boyut ve kâinatlara geçit noktaları olarak anlamak mümkün müdür? Kur'an-ı Kerim'de yer alan 'sema' teriminin, bugünkü mânâsı ile 'uzay-zamana' karşılık geldiğini söyleyebiliriz.
Bir türlü çıkamadığımız kâinatın dışına nihayet çıkabilecek bir kapı bulduklarını düşünen astrofizikçilere göre de, karadelikler bir uzay-zaman kapısıdır. Kur'an'ın rehberliğinde kâinattaki sırlara yorum ve açıklama getiren Bediüzzaman'a göre gökteki yıldızların bir kısmı Ahiret âlemlerine bakmaktadır.
Parelel Evrenler ve Karadelikler
Uzay gerilmiş bir ağa benzetilebilir. 'Çevir de gözünü semaya bak, bir çatlak, kusur görecek misin? ' (Mülk-3) âyeti uzay-zaman ağının son derece sağlam örüldüğününün de işareti olsa gerek.
Ağ, üzerine konan ağır cisimlerce eğip bükülüyorsa, adına sema dediğimiz uzay-zaman ağı da içine 'oturmuş' bulunan büyük kütleli gök cisimlerince öylesine eğilip bükülür. Karadelik sonsuz bir ağırlık anlamına gelmektedir. O bölgede uzay-zaman ağı eğilip bükülmekle kalmaz, âdeta yırtılıp çatlamakta, daha uygun bir tabirle delinmektedir. Delinmenin anlamı fizik kanunlarının geçerliliğinin kaybedilmesi, o yörede fizik ötesi âleme kapı açılmasıdır.
Karadeliklerin tesir sahasını bir 'huni' şeklinde tasvir edebiliriz. Bu bölgenin en geniş sınırı 'olay ufku'dur. Bir de çekim tesirinin olağanüstü arttığı, âdeta sonsuz hale geldiği bir bölge vardır ki, burası 'huninin' inceldiği uç kısmı teşkil eder ve 'tekillik' (singularite) ' adını alır. Tekilliğin ötesi farklı kanunların geçerli olduğu bir bölgedir. Bir kısım bilim adamının kanaatine göre karadelikler, kendi varlığı ve öz hacmi ile kendi 'dışına' taşmakta; 'uzay-zamanı' da beraberinde götürerek bizim âlemimize benzemeyen 'farklı' bir âleme geçiş kapısı görevi görmektedir.
Kozmoloji ile ilgili eserlerinden tanıdığımız ünlü fizikçi Paul Davies bu konuda: 'Uzay, çok karmaşık bir şekilde 'zamana' bağımlıdır. Uzayın 'gerildiği ve büküldüğü' gibi, zaman da 'gerilir ve bükülür.' demektedir.
Zamanın 'donarak' ebediyen durması, karadeliklerdeki tekilliğin (singularite) en belirgin özelliğidir. Zamanın durması, zamanın 'sabit' kalması; fizik kanunlarının geçerliliğini kaybederek; uzayın bütün öz ve özelliğini yitirmesi ve yepyeni bir başka kâinat'ın içine girilmesi demektir. 'Orası' bizim evrenimize hiç benzemeyecek, zaman, madde ve boyutlar farklı keyfiyete bürünecektir. Alıştığımız değer birimlerine sığmayacak özelliklere, fiziğin dar kalıpları ile açıklama getirmek zor görünüyor.
Kâinat dışına açılan 'kapı' arayan astrofizikçiler için karadelikler umut kapısı olmuştur. Esasen paralel evrenler, 'karşı' âlemlerin yani ahirete ait dünyaların varlığına işaret eden ilgi çekici bir husus olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bizim dışımızdaki evrenleri tasavvur etmek kolayca mümkün olmadığından, başka kâinatlar konusuna önceleri şüphe ile bakılmıştı. Ama bazı fizikçilerin kozmik ışınlar üzerinde sürdürdükleri çalışmalar ışıktan hızlı ışınların varlığını gösterdi. Üstelik matematikî denklemler de mücerret kâinatlara işaret ediyor, mücerret uzayları kabul etmeden ve dikkate almadan yapılan hesaplamaları yanlış çıkarıyordu.
Gelişen olaylar gittikçe ışık hızından binlerce ve milyonlarca daha hızlı mücerret elemanlardan kurulu ve örülü evrenlerin varlığına destek veriyor ve konuya sıcak bakan uzmanların sayısını artırıyordu.
Gelişen bilim, madde ve uzay konusunda yepyeni kavramlar getirdi. Önceleri maddenin bu kadar kısa ömürlü olacağı kimsenin hatırına gelmemişti. Madde gibi zaman dediğimiz sürecin karadelik çekimiyle başka bir akışa girmesinin sonsuz ve farklı boyutta dünyaları gündeme getireceği tahmin edilemezdi. Eskiden değişmez ve dokunulmaz ilân edilen ve âdeta ilahlaştırılan fizikî prensiplerinin karadeliklerde alt üst olacağı tahmin edilemezdi.
Bu kâinat niçin yaratıldı ve niye yok ediliyor? Beklenen karadelik kıyametinden sonra yeni bir yaratılış var mı?
Bu konular günümüzde sadece dinî sohbetlerde yer almakla kalmıyor, en modern astronomi merkezlerinde de yer alan tartışmalar arasında bulunuyor.
Mecerra yahut, Şemsü'ş-Şumus: Karadeliklerin ötesi
Uzayın dışına çıkabilecek tüneller olarak vasıflandırılabilen karadelikler kıyametle ilgili bazı hadislerin yorumunda bizlere ipuçları vermektedir. Bu ipuçlarıyla 'Mecerra ve Şemsü'ş-Şumus' konusuna bazı yaklaşımlarda bulunabiliriz. Ayrıca uzay ve kozmos ile ilgili âyet ve hadislerin üzerinde de bu çerçevede bazı yorumlarda bulunmak mümkündür.
İlk hadis müellifi olarak kabul edilen San'ani'nin kayıtlarında Peygamberimiz'in (sas) şu sözlerine rastlıyoruz: 'Bana günler sunuldu. Cuma gününü gördüm; onun güzelliği ve nuru hoşuma gitti. Orada siyah nokta şeklinde bir şey gördüm. 'Bu nedir? ' diye sordum. 'Kıyamet onun içinde' kopacaktır' denildi. Hadisin diğer bir geliş şeklinde, 'Cuma günü bir aynada bana gösterildi.' denmektedir. (Abdürrezzak San'ani, Musannef, III/256, No.5559,5560) .
Hadiste yer alan ve kıyametin onun içinde kopacağı belirtilen 'kara nokta' ile anlatılmak istenen nedir? İslamî literatürde yer alan 'Mecerra' ve 'Şemsü'ş-Şumus' tabirleri ile ne anlatılmak istendiği konusunda âlimler çeşitli yorumlar yapmışlardır. Kıyamet sırasında göğün yarılacağını, kapı kapı açılacağını ifade eden âyetin (Gök yarıldığı zaman -ve hep yapageldiği gibi- Rabb'inin buyruğunu dinlediği zaman) tefsirinde Hz. Ali (ra) 'nin göğün 'Mecerra'dan çatlayıp yarılacağı, açıklaması hayli dikkat çekmektedir. (Kadı Beyzavi, II/592; âyet için bkz. İnşikak.84/1-2) . Astrofizikteki gelişmeler çerçevesinde şimdi bu haberleri daha kolay kavrama imkânına sahibiz. Bilindiği gibi karadelikler için en belirgin özellik ağ şeklinde ve sağlam bir surette tesis edilen uzayın 'çatlayıp delinmesidir.' Mevcut bilgilerimize göre âyetlerin vurguladığı 'sema yarılmasını' şehadet âlemi olarak idrak ettiğimiz fizik dünyanın, yani uzay-zamanın değişerek farklı boyutlara kapı açılması olarak yorumlayabiliriz.
Kur'an bize her zaman ipuçları vermekte ve birçok yerde de bunların 'anlayan, akıl sahibi ve bilgili kimselere misâl, âyet (ipucu, delil) ' olduğunu tekrarlamaktadır. Enbiya-32'de 'Göğü de dengesizliğe düşmekten korunmuş bir tavan durumunda yaratttık.' ilâhî fermanı bu gök tavanının arkasında başka dünyaların varlığına akla kapı açmaktadır. Semanın yani uzay-zaman denen fizikî kâinatın sağlam bir yapıda olduğu yanında, 'çatlaksız' olduğu da (Mülk-3) açıkça anlatılmaktadır. 'Gözünü bir çevir göğe bak, bir çatlak görebilir misin? ' buyurulmaktadır. Ancak kıyametle ilgili ayetlerde, semada çatlamanın vuku bulacağı sürekli vurgulanır. 'Gün gelir, yeryüzü başka bir yere, gökler de başka göklere çevrilir.' (İbrahim,14/48) âyeti de kıyamet esnasında bu 'çatlaklarla' ahiret âlemlerine kapı açılacağı açıkca belirtmektedir.
Şemsü'ş-Şumus
Çok hassas ve ileri bir çekim ölçme cihazı olan Weber dedektörünü kendi galaksimiz olan Samanyolu'nun merkezine yönelttiğimizde belli şiddette bir karadeliğin bize ulaşan çekim ışımasını kaydederiz. Bu, galaksimizin tam merkezinde bir karadeliğin bulunduğuna işaret etmektedir.
Gerçekten de galaksimizin merkezinde çok şiddetli kozmik hadiseler cereyan etmektedir. Oradan alınan ışınlar merkeze yerleşmiş dev bir karadeliğin bulunduğunu göstermektedir.
Galaksimizin güneşi diyebileceğimiz bu karadeliğin tahminen üç milyon Güneş'e eşit kütlede ve birkaç ışık saniyesi (bir ışık saniyesi 300.000 km) çapında olduğu tahmin edilmektedir. Onun çekim gücünün büyüklüğünü anlamak için Güneş'in Neptün gezegenine yaptığı çekim tesirini ta on ışık yılı uzaktaki bir gök cismine uyguladığı söylenir. Karadeliklerin ağırlığını yani çekiminin şiddetini ise bir çay kaşığı kadar miktarı 40 milyar ton gelen nötron yıldızları ile kıyaslayabiliriz. Karadelikler, nötron yıldızlarından yüz binlerce defa daha ağırdır. Her karadelik gibi Samanyolu merkezindeki karadelik de durmadan yutmaya devam etmekte, gitgide büyümekte ve güçlenmektedir. Yani tesir sahası gittikçe artmaktadır. Uzun kırmızı ötesi (infrared) astronomisinin tesbitleri, her saniye Güneş Sistemi'nin 50 km hızla onun yutulma sahiline yaklaştığımıza göre, dünyanın sonu bu karadelik yoluyla mı olacak? sorusu gündeme gelmektedir.
Son yıllarda ortaya çıkan tesbitlere göre de dünyayı kendisine çekip götüren sadece galaksi merkezindeki karadelik değildir. Sürdürülen seri hesaplamalar ve hassas gözlem ve araştırmalarla, Güneş'in de kendi- ne has bir hareketi olduğu anlaşılınca, bi-lim dünyası büyük bir şok daha geçirdi. Güneş, Herkül Burcu yakınlarındaki ve ismine VEGA denen bir yıldıza doğru hareket halindedir. Güneş'in bu hareketinin, Kuzey Kutup Ekseni ile 37 derecelik bir açı yapacak şekilde gerçekleştiği ortaya çıkmış ve bu açıya bilimciler, 'solar apex' adını vermişlerdir. Güneş, işte bu Vega yıldızına doğru her saniyede 20 kilometrelik bir hızla hareket halindedir.
Güneş'in bu hareketine, çekim gücü sebebiyle sisteme dahil bütün gezegenler gibi üzerinde yaşadığımız yaşlı ve yorgun Dünya da iştirak etmekte; böylece Güneş Sistemi belli bir doğrultu boyunca, hiç şaşmadan, şaşırmadan yoluna devam etmektedir.
Güneş Sistemi galaksi merkezine doğru hareket etmekle birlikte bir miktar sapma göstermektedir. Acaba Güneş'imiz galaksi merkezine doğru olan rotasındaki aykırılığın kaynağı ne olabilir? Aykırılığı telâfi etmek için bizi çeken başka bir merkez daha olmalıdır. Bu eğer beyaz cüce veya pulsar olsaydı görülürdü. Eğer bu bir kara cüce yahut nötron yıldızı olsaydı, uzun süreçler gerektirirdi. Bu çok zayıf ihtimal göz ardı edilirse, tek bir açıklama kalıyor geriye... Bu bir karadelik olmalıdır.
Bir karadelik veya mini mini bir kara nokta, her zaman her yerde birden karşımıza çıkabilir. Aniden burnumuzun dibinde veya yanı başımızda bitebilir. Karadeliklerin ışıyan yıldızları itip-kakma örneği, evrende çok yaygın olup, şimdi tahmin ettiğimizin on ile yüz katı daha çok olması beklenmektedir: Karadelik uzmanı Kipp Thorne'a göre en ihtiyatlı bir ölçümle, yalnız Samanyolu kollarında bir milyon karadelik bulunmaktadır. Kısacası evren, tasavvurumuzun çok üstünde karadelik barındırmaktadır.
Güneş'imiz diğer güneşlere göre istisna olarak tektir. Güneş'imizin bir ikizi nin olması gerektiğini gök bilimciler kabul etmişlerdir. Güneş'imizin yakınlarında bir yıldız ışıması olmadığına göre 'Güneş'in eşinin' erkenden bir karadeliğe dönüştüğü üzerinde durulmaktadır. Uranüs, Neptün, Plüton gezegenlerinde de çekim dengesizliğinden söz edilmektedir.
Güneş Sistemi'mizde kaç tane gezegen olduğunu dahi doğru dürüst bilmemekteyiz. Plüton gezegeninden sonrasını göremiyoruz. Güneş Sistemi'mizde bugün bilinen dokuz gezegen vardır. Ancak bu çok eski bir bilgidir. Bazı uzmanlara göre Güneş Sistemi, on iki gezegenden ibarettir. Bunlardan birisinin parçalandığı tahmin edilmektedir. Tietz-Bode, Güneş Sistemi'nin çapını Dünya ile Güneş arasını bir birim kabul ederek 374,8 birim olarak hesaplamıştır. Plüton gezegeninden sonraki mesafeye tam üç gezegen sığmaktadır.
Meselenin başka bir boyutuna gelince, Güneş Sistemi'nde on iki gezegenden söz eden Bediüzzaman, Güneş'in manzumesiyle beraber Şemsü'ş-Şumus'a hareket ettiğini Kur'an'ın işareti olarak dile getirmektedir.
Şemsü'ş-Şumus'u çok daha büyük bir yıldız olarak kabul ettiğimizde erken ölüme mahkum olmuş ve karadeliğe dönüşmüş Güneş'in ikizi olacaktır. Büyük yıldızların yakıtlarını küçüklere nisbetle çabucak bitirdiğini bu yüzden de 'ölüme' erken gittiğini burada belirtelim. Hatırlatacağımız diğer bir nokta ise, büyük yıldızların sonunun karadelik haline gelmektir.
'Veşşemsu tecri limüstekarrin leha' (Yasin 38) âyeti (Güneş de bir delildir onlara, akar gider yörüngesinde) Güneş'in manzumesiyle beraber Şemsü'ş-Şumus'a doğru hareketine işaret eder.'
Diğer açıklamalara da göz atalım:
'..Ta Şemsü'ş-Şumus'un mihveri üstündeki elli bin seneden ibaret bir tek yevmine kadar eyyam-ı Rabbaniye vardır.' (Barla Lahikası,325) :
Dünyanın ömrü ise Şemsü'ş-Şumus'un hareket-i mihveriyesi ile hâsıl olan eyyam iledir. (Barla Lahikası,326) :
'Ve Şemsü'ş-Şumus'a tâbi ve âlem-i bekadan ayrılıp küremize bakan dünyaların ömrü, Şemsü'ş-Şumus'un işarat-ı Kur'anîyede ile her bir günü 50.000 (elli bin) sene olmasıyla...'
'Şemsü'ş-Şumus'a tâbi dünyaların bekâ âleminden olduğu ve dünyamıza baktığı...'
Bu ifadelerden çıkardığımız sonuçları şu şekilde özetleyebiliriz:
- Güneş sistemi topluca Şemsü'ş-Şumus'a doğru yol almaktadır.
- Şemsü'ş-Şumus ahiret ve bekâ âlemlerindendir. Yaşadığımız fizikî dünyadan farklı bir âlemdir ve önemli görevler yüklenmişlerdir.
- Şemsü'ş-Şumus'ta geçerli zaman akışında bir gün, bizim ölçülerimize göre elli bin seneye eşittir. Buralarda zaman olağanüstü genişlemiştir. Bu zaman ölçüsü başka ayetlerde meselâ meleklerin sürati için dile getirilmektedir. Bu hızın, bekâ âlemlerinin, nurun hız ve zaman akışı olduğunu düşünebiliriz.
Tarihî kayıtlarda Rabbü'ş-Şıra adlı bir güneşten söz edilir. Eğer gerçekten böyle bir güneş var idiyse, şu anda böyle bir güneşin görünmemesini, onun karadelik haline gelmesi ile açıklayabiliriz. Bilindiği gibi fezada bütün yıldızlar çift olarak bulunurlar. Güneş neden istisna olarak tek yıldız halinde bulunuyor? Eğer Güneş bir istisna olarak yaratılmamışsa onun da bir eşi olmalıdır ve Güneş'ten daha büyük bu ikiz şimdi karadelik olarak yerini almış olabilir. Uzayda birçok örneği görüldüğü gibi, daha önce karadelik haline gelen yıldız, zamanla eşini kendine doğru çeker ve sonunda onu bütünüyle yutar.
Galaksi merkezindeki karadelikten başka,6.000 ışık yılı uzaklıkta bulunan Cygnus X-1 çift yıldız sistemindeki mavi dev HDE-226868 en yakınımızdaki karadelik olup, dünyada görebildiğimiz ikizinden devamlı surette madde yutmaktadır. Bu karadeliğin ikizinin yuttuğu maddenin içeri girerken sıkışarak ısınması sonunda dışarı çıkardığı âdeta ölüm çığlığı niteliğindeki röntgen ışınları, dünyadan kolaylıkla gözlenebilmektedir.
Yakın zamanlarda ortaya çıkarılan bir diğer gerçek ise çok daha şaşırtıcıdır.1987 yılının bir sabahında, dünyanın önde gelen yedi bilim adamı, Washington' da bir araya geldi. Tartıştıkları konu şuydu: İçinde Güneş gibi 200 milyar yıldız barındıran Samanyolu, tarifi imkânsız bir hızla uzayda nereye gidiyordu? Astrofizik alanında isim yapmış bu yedi uzman, kısa süren bir tartışmadan sonra çalışmalarını ortak bir raporla bilim dünyasına duyurmaya karar verdiler. Samanyolu yıldız adası, saniyede 700 kilometrelik bir hızla,300 milyon ışık yılı uzaktaki Hydra-Cenaurus adı verilen bir galaksinin de ötesinde bir bölgeye doğru büyük bir hızla sürükleniyordu. Bu bölgede, on binlerce galaksiyi içine alacak büyüklükte, şimdiye kadar görülmemiş olağanüstü çekim gücüne sahip bir cisim vardı. Sonraki yıllarda yapılan çalışmalarda bu çekim sebebinin bir karadelikten kaynaklandığı anlaşıldı. Bu karadeliğin adına Büyük Çekici mânâsında 'Great Attractor' adı verildi. Samanyolu'nun bu hareketine ise Garip Özel Hareket manasında 'Peculiar Motion' dendi. Takip eden birkaç sene içindeki çalışmalar en az 900 galaksinin bu Büyük Çekici'nin tesiri altına girdiği- ni ve korkunç hızlarla ona doğru sürük- lendiğini ortaya çıkardı.
Mecerra
'Gökler kapı kapı açılır, her tarafı kapı haline gelen gökten melaike orduları birden indirme yapar.' (Nebe,78/19) âyetine göre açık kapısı olmayan ve geçit vermeyen uzay-zaman dört boyutlusunun kıyamet günü açılacağı ilk etapta akla gelmektedir.
Nebe-19'da, 'Gök kapı kapı açılacaktır.' ayetinin kozmik izahını nasıl yapabiliriz? 'Gök kapılarının' ne olduğu konusunda tefsirleri incelediğimizde birçok müfessir, açık ve yakın manalardan ziyade uzak manalara yer verir. Peygamberimize atfedilen 'mecerra' ifadesi üzerinde yoğunlaştığımızda bazı ipuçlarına ulaşabiliyoruz. Tefsir yorumcularından bazılarına göre 'mecerra' ile Samanyolu kastedilmektedir. Yaptığımız araştırmada, Kuran'ın ilk yorumcularından ve bizzat Peygamberimiz'den (sas) ders almış olan İbn-i Abbas'ın açıklamalarını konumuz açısından dikkat çekici buluyoruz. Peygamberimiz'in (sas) ifadelerine göre 'Mecerra' sema kapısıdır ki, sema buradan yarılacaktır. Taberani'nin eserinde bulunan bir sözü ise şöyledir: 'Gökte bulunan mecerra, arşın altındaki yılanın teridir (salyası) .'
Peygamberimiz (sas) o gün anlaşılmasında zorluk bulunan ince ve yüksek hakikatları çoğu kere teşbih ve mecazlar yoluyla anlatmıştır. Karadelikler için yapılacak en uygun benzetmelerden birisi de 'yılan' lâfzıdır. İki uzayı birbirine bir tünel-hortum şeklinde bağlama özelliği sebebiyle karadelikler için bilim dünyasında 'Worm hole' yani 'solucan deliği' tabiri kullanılmaktadır. Yılan bünyesine göre iri şeyleri yutabilmekte ve yutulan şeyi 'dar ve uzun bir tünelden' geçirmektedir. Karadeliklerin Şehadet Alemi'ni Arş'a bağlayan tünel olduğu ihbarı da bu hadisin ifadesinden sezilebilir.
Geometrik çekim dengesinin bozulmasıyla -Genel Relativite'nin de ispatladığı üzere- göklerin uzay-zaman düzlüğü Kuran'a ait ifadeyle, dürülebilir ve bir kâğıt gibi buruşturulabilir, yıldızlar yerinden düşer. Çünkü gök cisimleri cazibe ipleri ile hassas bir şekilde birbirine bağlanmıştır. Karadeliklerin müthiş çekimi bu dengeleri alt üst edebilecek kuvvettedir. Karadelikler konusunda dünyada ileri derecede uzmanlaşmış birkaç kişiden birisi olan Stephen Hawking Zamanın Kısa Tarihi adlı eserinde, kâinatımızda 'görülen' yıldızlardan daha fazla karadeliğin mevcut olduğunu belirtir. Hatırlayalım ki, sadece bizim galaksimizde 200 milyar görünen yıldız var! Bu durum tabii ki, ilim adamlarını 'Acaba kıyamete bir adımlık mesafe mi kaldı? Siyah deliklerde kaybolan madde, ısı ışık nereye gidiyor? Bunlar gerçekte yokluğa mı gidiyor? ' diye de sormak mecburiyetinde bırakıyor.
Nitekim astrofizikçiler, bir türlü dışına çıkamadığımız kâinatın, belki de dışına çıkabileceğimiz bir kapı bulduk diyorlar. Meselâ Kur'an'da geçen 'göğün görünmez kapıları' siyah delikler ise, o zaman ahiret âlemleri fazla uzağımızda bulunmuyor demektir.
'Karadeliğin tekilliğinden sonra ne vardır? ' sorusuna, 'Hiçbir şey yoktur.' şeklinde verilen bir cevap herhalde hiç kimseyi tatmin etmez. İspatı şimdilik yapılamayan ancak ağırlıklı desteklemelerle ileri sürülen ve çok sayıdaki bilim adamının inandığı 'Akdelikler' (White Holes) gündemin ilk maddesini oluşturuyor. Tartışmalar şu noktada odaklaşıyor. Diyorlar ki, karadeliğin tekilliği bir başka evrenin bir başka tekilliği ile dar bir tünel şeklinde, kum saati gibi birleşmiştir. Bir başka evrenin tekilliği, o evrenin akdeliğidir. Akdelikler, karadelikler gibi çevresindeki her şeyi yutmazlar. Aksine onlar, kendisine ulaşan her şeyi dışarı püskürtüp fırlatır. Karadeliğin aksine çok aydınlık olan bu bölgelerde çekme yerine itme ve kaldırma söz konusudur. Buradaki çekime gravitasyon diyorduk. 'Oradaki' özellik çekiş değil itiştir (levitasyon) .
Akdelikler aslında Big-Bang gibi yeniden doğuşu temsil etmektedir. Ayet-i Kerime, âlemin toplanıp dürüldükten sonra tekrar ilk haline iade edileceğini bildirmektedir. 'Gün gelir, gök sahifesini, tıpkı kâtibin yazdığı kâğıdı dürüp rulo yapması gibi düreriz. Biz ilkin yaratmaya nasıl başladıysak, diriltmeyi de Biz gerçekleştiririz. Bu, üzerimize aldığımız bir vaaddır. Bunu gerçekleştirecek olan da Biziz.' (El Enbiya,104)
osmanlı
25.09.2003 - 16:25Osmanlı insanlığın son adası...Mustafa Armağan..Tarihimzin ne kadar yalan yanlış öğretildiğini ve tarikte objektifliğin olamayacağını daha doğrusu olmaması gerektiğini anlatan baya guzel bir kitap
istanbul teknik üniversitesi
24.09.2003 - 12:07Ana kampus Maslakta,
Ana kampus dışındaki fakulteler:
Makina Gümüşsuyunda,
İşletme Fakultesi Maçka da, ve Dil İnkilap(Hazırlık binası) da öyle; Maçka Kışlası..
Mimarlık Fakultesi Taşkışla..
Bir de Denizclik Fakultesi var, o da Tuzla da..
fizik
24.09.2003 - 11:55ve su 100 C derece de kaynar..tabii her zaman değil :))
paul auster
24.09.2003 - 11:44Yanılsamalar Kitabı
manhattan projesi
24.09.2003 - 11:26Atom bombacıların vazgeçilmez ve bitmeyecek olan başlangıcı, amerika da bir grup atom fizikçi ve fizikçi ler tarafından oluşturulmuş ve atom bombasının icadıyla nihayete ermiş bir bilim(!) projesi..
fizik
24.09.2003 - 11:25Matematik kadar olmasa da iadere edecek bir bilim dalı...eh idare eder işte.
istanbul teknik üniversitesi
24.09.2003 - 11:22Siyasetimize yön vere(bile) n ya da veremeyen çoğu insan bu okuldan mezun,
Süleymen Demirel, İtü inşaat mezunu,
Necmettin Erbakan Itü Makina mezunu ve makina bölümünde yapılmış en yuksek ortalamaya sahip olan şahsiyet, hala onun gibi ortalama yapılamadı bölümde, bizim de yapacağımız yok zaten,
Merhum Turgut Özal Itü elektirik mezunu
Yazar Oğuz Atay itü inşaat mezunu, Ntv de sunuculuk yapan Murat Kosava da itü inşaat mezunu...
Yılmaz Erdoğan itü den mezun olamasa da itu inşaat dan atılma..
Sanayicilerden Merhum İzzet garih Makina mezunu...
istanbul teknik üniversitesi
24.09.2003 - 11:14Kısaca İtü
Türkiye'nin en eski üniversitelerinden biri..
www.itu.edu.tr
serbest kürsü müdavimi
23.09.2003 - 16:35Eh serbestin kursusuyle biraz ilişkili olduğum için ben de yazim buraya..
serbest kursu iyidir, hoştur ve boştur(sanal için kullandım)
...
müdavimleri ise belli kaliteye sahip insanlardır...
kıaliteli insan ise her zaman bulunmaz, bu yuzden değerlidir..
nejat muallimoğlu
23.09.2003 - 09:49NEJAT MUALLİMOĞLU KİMDİ?
Hayatı hakkında pek az ve fazlaca ayrıntı ihtiva etmeyen bilgiye ulaşabildim; hayatı ve eserlerinden özetle bahseden bu bilgiyi sizlerle paylaşmak isterim. Bir yazar olduğu kadar önemli bir seyyah aynı zamanda.15 yıl süren bir seyahat yaptıktan sonra Türkiye’ye döndü ve “Bir Türk Vatana Döndü” kitabını yazdı.1960’ta 300 dolarla yola çıktı. Para daha Lübnan’a gelmeden bitti. Altın saatini, iki fotoğraf makinasından birini, dolma kalemini sattı. Japonya’nın en büyük gazetelerinden birinde 6 yazısı çıktı. Bu gezi esnasında İngiltere, Belçika, Hollanda, Almanya, Fransa, İspanya, Fas, Tunus, Cezayir, Libya, Mısır, Kıbrıs, İsrail, Lübnan, Suriye, Ürdün, Irak, Şattül Arap, İran, Abadan, Afganistan, Pakistan, Bombay, Taç Mahal, Bangladeş, Burma, Tayland, Malaya, Singapur ve Hong Kong’u gezdi. Londra’da bulunduğu sırada “Kıbrıs Türktür” dergisini yayınladı. Muallimoğlu’nun “Bütün Yönleri ile Hitabet”, “Güzel ve Tesirli Konuşmak”, “Bir Türk Vatana Döndü”, “Sovyet Emperyalizmi, Balkanlar ve Türkiye”, “Bütün Yönleriyle Komünizm”, “Kütlelerin İsyanı” (tercüme) , “Politikada Nükte”, “Medeniyetin Temelleri” (Ariel ve Vill Durand’dan tercüme) , “Şeytanın Avukatı”, “Yüz Büyük Roman” (tercüme) , “Deyimler, Atasözleri, Beyitler ve Anlamdaş Kelimeler”, “Türkçe Bilen Aranıyor”, “Dünden Bugüne Ezop”, “Bir Varmış Bir Yokmuş”, “Bütün Yönleri ile Hitabet”, “Düşünen İnsana Hazine” gibi telif ve tercüme eserleri bulunuyor.
MUALLİMOĞLU İLE BİR SOHBET
Siyasilerimiz, aydınlarımız, üniversite öğrencilerimiz konuşamıyor, düşüncelerini aktaramıyor. Sizce bunun sebebi nedir?
Bizde hitabet sanatı önemsenmemiştir. Bizde ilk büyük öncüsü Hamdullah Suphi Tanrıöver’dir. Tabii Atatürk’ün de gayet iyi bir hitabeti vardı. Hitabet sadece kürsüye çıkıp konuşmak değil. Önceden hazırlanıp ona göre konuşma yapmak gerektir. Sohbeti unuttuk. Hoşsohbet olan bir insan deyim kullanır, atasözü kullanır, mani kullanır, beyit kullanır. Artık insanlar Türkiye’nin ilimde, edebiyatta yetiştirdiği büyük şahsiyetlerin sözleriyle konuşmalarına başlamıyorlar.
Bir yazınızda “iyi konuşabilmek için okumak şart. Türkler dünyada en az okuyan bir millettir” diyorsunuz. Konuşma ve yazma arasındaki münasebet nedir?
Tabii bir kişinin bir toplantıda yapacağı konuşmaya hazırlanırken onu gayet güzel bir Türkçe’yle yazması gerekiyor. Zengin bir kelime hazinesiyle onu kaleme almalı. Fakat hitap edeceği kitlenin anlayabileceği dili seçmesi lâzım. Hatip, iktisatçı bir gruba hitap ederken farklı bir lisan, lise öğrencilerine hitap ederken değişik bir dil kullanmalı. Pratik yaparken devamlı okumalı, bir şeyler öğrenmeye çalışmalı. Mesela ben kimya mühendisiydim. Fakat mesleğimle alakalı olarak çalışmaktan ziyade okuma, konuşma ve hitabetle ilgilendim. Bunun da tabiî sebepleri arasında hayatımda yaşadığım bir olay var. Ortaokul yıllarında iken ben kekeme idim. Bazen kendi adımı bile zor söyleyebiliyordum. Elime eski Yunanistan’ın ve halen tarihin büyük hatiplerinden Demosten’in bir eseri geçti. Demosten kekemeliğini düzeltmek için ağzına çakıl taşı koyuyor ve yüksek sesle okuyup yüksek sesle konuşuyormuş. Ben de bunu yaptım. Ege Denizi’ne bakarak ağzımda çakıl taşları okuyup konuşuyordum. Gerektiğinde bir cümleyi nefes almadan söyleyebilmek lâzım. Gerektiğinde nefes alarak konuşacaksınız. Ben Amerika’da hitabet dersleri aldım. Ayrıca Dale Carnegie’nin kurslarına devam ettim.
Medeniyet ile doğru konuşup yazma arasındaki münasebet nedir?
Nesiller devlerin omuzlarında oturmuş cüceler gibidir. Ancak o omuzlar üzerinde eskilerin gördüklerinden daha fazlasını ve daha ileridekileri görebilirler. Biz buna katiyyen riayet etmiyoruz. Önceki nesillerin mirasından, birikiminden faydalanmak lâzım. Devlerin omuzuna çıkamadığımız için bugün Cahit Sıtkı bile unutulmaya başlandı. Dilimizin ahengi, musikisi bir üstünlüğüdür. Türkçe dünyanın en güzel dillerinden biri. Ama iyi söylendiği zaman. Fakat maalesef bugün bu ahenk kaybolmuştur. İnceltme işaretlerini kaldırdık. Bir çok kelimeyi yanlış telaffuz ediyoruz. Türkçe’nin güzelliği uzun heceydi. Türkçe’yi kakafonik seslerle doldurduk. Göğüs var diye sadr, sine ve bağır kelimelerini atacak mıyız? Fakat attığımız takdirde siz “onu bağrıma bastım”, “onun sözlerini sineye çekemem” diyemeyeceksiniz. Mesela harp ve savaş kelimeleri farklıdır. İstiklal Harbi doğrudur. Ama Dumlupınar savaşı vardır. Türkçe’yi yanlış kullanıyoruz. Dilimiz çok yönden fakirleşti. Özellikle tercümelerde bunu daha yakından hissediyoruz.
(Mehmet Nuri Yardım’ın Nejat Muallimoğlu ile yaptığı ve Türkiye gazetesinde yayınladığı 10 Haziran 2001 tarihli mülâkatından alınmıştır.)
nejat muallimoğlu
23.09.2003 - 09:49Nejat Muallimoğlu ismini ilk defa, tahminen 1974 yılında kısa bir süre yayınlanan Ortadoğu gazetesinin sayfalarından birindeki reklamda gördüğümü hatırlıyorum; hafızam beni yanıltmıyorsa bu gazetede birkaç yazısını okumuş olmam da mümkündür. Reklâm bir kitap hakkındaydı: “Bir Türk Vatana Döndü”
Nejat Muallimoğlu ismini ilk defa, tahminen 1974 yılında kısa bir süre yayınlanan Ortadoğu gazetesinin sayfalarından birindeki reklamda gördüğümü hatırlıyorum; hafızam beni yanıltmıyorsa bu gazetede birkaç yazısını okumuş olmam da mümkündür. Reklâm bir kitap hakkındaydı: “Bir Türk Vatana Döndü”. İlgimi çektiği için “ödemeli” usulüyle dağıtılan kitaptan bir tane getirttim ve okudum. Kitap Türkçe’ye dairdi ve Türkçe’den bahsediyordu; evvelâ dil konusunda yapılan “devrim” tahlil ve tenkid ediliyor, bu tahribatın üzücü sonuçlarına dikkat çekiliyor, yanlış telaffuz ve imlâ hatâları üzerinde duruluyor ve bu hususta hatâ yapmamak için nelerin yapılması gerektiğinden bahsediliyordu uzun uzun.
Birkaç yıl sonra bu defa Türkçe’de misli olmayan bir kitapla Muallimoğlu ismi yeniden karşıma çıktı: Politikada Nükte.1976 yılında yayınlanan bu kitabı, hâlâ büyük zevk duyarak okur ve istifade ederim. Eser, “siyasi nükte” kavramının, özellikle batılı siyaset kültüründe nasıl yankılandığını birbirinden nefis örneklerle anlattıktan sonra siyasi mizah bakımından Türk siyaset kültürünün fukaralığı üzerinde durur; bu vadide verilebilecek misal pek azdır yazara göre. Halbuki “humour” (bu kelimeye ilk defa bu kitapta rastladığımı ve öğrendiğimi minnetle ifade ederim) , batılı siyaset ikliminin olmazsa olmaz şartlarından biridir.
Nejat Muallimoğlu şuurlu bir komünizm aleyhtarı idi ama bu fikrini ucuz polemiklerle ve bir sokak militanı ağzıyla ifade etmek yerine “Bütün Yönleriyle Komünizm” isimli derleme kitabı yayınlayarak ifadeyi tercih etmişti. Türkçe konusundaki hassasiyeti ve komünizm aleyhtarlığı, Muallimoğlu’nun meşhur, mâruf ve muteber bir yazar olarak tanınmasını engelleyen başlıca âmiller oldu. Nejat Bey, ölümünü iki hafta sonra tesadüfen öğrenebileceğimiz kıratta bir insan değildi. Bütün ömrü seyahatlerinden başka fikir mücadelesi ve neşriyatla dolu geçmiş olsa gerektir çünkü herkese nasib olmayacak kadar hamûleli bir yayın listesi bıraktı geriye.
Bir kitabının arka sayfasında 50’li yıllarda Türkçe’de yayınlanan ilk hitabet kitabına imza koyduğundan bahsediyordu; uzun aramalardan sonra bir sahafta “Bütün Yönleriyle Hitabet” adlı eserinin ilk baskısını bulunca ne kadar sevinmiştim. Bu kitap daha sonra genişletilmiş baskılarla iki kere daha yayınlandı. İnsanlara konuşarak birşeyler anlatmak ihtiyacındaki herkesin hâlâ istifade edebileceği az sayıdaki retorik kitaplarının ilkidir bu eser. Bir başka önemli ayrıntı daha: “Bir Türk Vatana Döndü” isimli eserinin önsözünde meâlen şöyle bir iddiadan bahsediyordu Muallimoğlu, “Bu kitabı yayına hazırlarken öyle titiz bir dikkat gösterdik ki içinde bir tane bile dizgi hatası bulmak imkânsızdır”. O güne kadar dizgi hataları konusunda bu derece titizlenmek gerektiğini hatırlatan bir başka yazar tanımamıştım. Kitabı basan matbaanın adı hâlâ yâdımdadır: Çeltüt Matbaası. Son derece olgun ve zarif bir sayfa düzeni ile yayınlanan bu kitap, belki de iddia ettiği konuda hâlâ tek olmak özelliğini korumaktadır.
Zevkle ve satır satır okumuştum ve şimdi bu kitabın Türkçe hakkındaki düşüncelerime büyük ölçüde istikamet verdiğini hüzünle hatırlıyorum. Hüzünle; çünkü Nejat Muallimoğlu’nun geçtiğimiz Temmuz ayının sonlarında vefat ettiğini tesadüfen, e-posta kutuma düşen bir mektubun başlığından öğrendim. Allah rahmet etsin; sevenlerine ve yakınlarına başsağlığı dilerim. Bu ölüm haberi ile yaşayan Türkçe’yi savunan burcun taşlarından biri daha düşmüştür lâkin inanıyorum ki vaktiyle verdiği mükemmel eserler, mücadelesini ve hâtırasını sürdürecektir.
Ahmet Turan Alkan/Aksiyon/sayı:455
namık ekin
22.09.2003 - 10:56İstanbul Boğazı'na Amerikan 'demir perdesi'
Churchill’in meşhur 1946 konuşmasından sonra Baltık’taki Stettin’den, Adriyatik’teki Trieste’ye kadar Avrupa kıtası üzerine boydan boya demir bir perde indi. Soğuk Savaş’ın başlamasından iki yıl sonra da İstanbul Boğazı’na Amerikan ‘demir perde’si indi. Rus atom denizaltıları, Boğaz’ın girişine örülen çelik ağlarla durduruldu
Emekli SAT komandosu Namık Ekin,39 kilometrelik İstanbul Boğazı’nı 14 saatte geçerek, ‘su altında en uzun mesafeyi tüple yüzme’ dünya rekoru kırdı.61 yaşındaki çelik adam, rekorunu “Ağabeyim, komutanım” dediği Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Özden Örnek ile komutanı, aynı zamanda halter ve body hocası olan Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Aytaç Yalman’a hediye etti. Ünlü dalgıcın rekoru, hem gazetelere hem de Guinness Rekorlar Kitabı’na yazıldı. Fakat Ekin’in asker yönüne ilişkin emekli bir SAT komandosu olduğunun dışında pek birşey yazılıp çizilmedi. Oysa Namık Ekin, Türkiye’nin ve dünyanın yakın tarihini ilgilendiren birçok olayın tam orta yerinde, özel ve seçilmiş bir asker olarak görev yaptı.
Namık Ekin’in tamamına yakını su altında geçen biyografisine dalıp, “sessiz görev”deki yıllarını araştırdık. Karşımıza medyatik bir portreden ziyade yakın tarih belgeseli çıktı. Ekin, Türkiye’nin ilk su altı taarruz timini oluşturan arkadaşlarıyla birlikte, Amerikalılar tarafından aslında Sovyetler’e karşı eğitilmiş. Türk SAT birliği,1963 yılında, gerektiğinde demir perdenin arkasına geçmek ve o taraftan gelecek tehlikelere karşı anında karşılık vermek üzere kurulmuş. Dünyanın en tehlikeli askerlerinin yetiştirilmesini zorunlu kılan süreç 1945’e kadar uzanıyor. Japonya’ya atom bombası atarak 2. Dünya Savaşı’na nihai noktayı koyan ABD, henüz atom bombasını yapamamış olmasına rağmen Sovyetler’in gelebileceği bütün yolları kapatmaya çalışıyordu. ABD için İstanbul Boğazı Rus denizaltılarına karşı kapatılması gereken en staratejik yolların başında geliyordu.1946 yılında, Baltık’taki Stettin’den, Adriyatik’teki Trieste’ye kadar Avrupa kıtası üzerine boydan boya demir bir perde indi. Bundan iki yıl sonra,1948’de İstanbul Boğazı’na da Amerikan ‘demir perde’si indi! Boğaz, Anadolukavağı ve Yenimahalle Orduevi’nin bulunduğu noktalardan dibe kadar çelik ağlarla örüldü.
ABD, endişelerinde haklı çıktı ve Sovyetler, beklenenden altı yıl önce bu ölümcül bombayı geliştirdi. Stalin,10 Temmuz 1949’da ilk atom bombasını patlatarak, Büyük Güç statüsünden Süper Güç statüsüne sıçradı. O tarihte her iki gücün nükleer denizaltısı yoktu ama birkaç yıl içinde sessiz göreve çıkmaya hazır hale geleceklerdi. İstanbul Boğazı çelik bir perdeyle kapatıldığı için Amerika’nın içi rahattı. Atom bombası yüklü ölüm gemilerinin önü Türk sularında kesildiği için Amerikalılar, okyanus ötesinde rahat uyuyabiliyordu. Rus Silahlı Kuvvetleri’nin ilk nükleer denizaltısı K—19’un,1961 yılında ABD’nin 400 kilometre uzağında bir noktada pozisyon almış olması İstanbul’un önemini daha da artırıyordu. Bugün Rus donanmasının kıtalararası balistik füze taşıyan 26 stratejik,72 de taktik denizaltısından birçoğu, o dönemde Boğaz’daki çelik perdeyi aşamadıkları için Anadolukavağı önlerinden geri dönmüş.
İstanbul Boğazı geçilmez
Soğuk Savaş’ın tehlikeli saatlerinin yaşandığı bu yıllarda ABD, çelik ağlarla yetinmiyor, gerektiğinde sıcak temasa girebilecek çok özel birlikler yetiştirmek istiyordu. O tarihlerde Türkiye’nin su birlikleri vardı ama su altı timleri yoktu. Türk SAT’ı, bir anlamda ABD’nin nükleer korkusunun bir ürünü olarak ortaya çıktı. Çünkü Amerika, gözünün arkada kalmaması için birlikte veya yalnız baskın, sabotaj, savunma, istihbarat yapacak bir birlik istiyordu. İki süper güç arasındaki nükleer gerilim doruk noktasına çıkarken,1963 yılında Türk SAT’ının kurulmasına karar verildi.12 yaşında Deniz Kuvvetleri’ne adım atan Namık Ekin, bu tarihte Kılıç Ali Paşa Muhribi’nde Astsubay Çavuş olarak göreve başlamıştı. Psikoteknik testlerden sonra sonarcı olan Ekin’in, düşman denizaltılarını yakalama konusunda hayli kabiliyetli olduğu ortaya çıkmış. Ekin’in balık burcu olmasına bağladığı bu özelliğini Amerikalılar da fark etmiş. Kurulacak SAT birliği için donanmadan ismen çağrılmış. Savaş şartlarında geçen eğitimden sonra 76 kişiden 11 kişi kalmış. Namık Ekin ve arkadaşlarını, atom silahları konusunda uzman olan Amerikalı Binbaşı Bob Gallagher eğitmiş. Gallagher, Vietnam’daki başarılarından dolayı 5 kez şeref madalyası almış. Ayağında platinle yaşayan ve bazı parmakları olmayan Gallagher, Birinci Körfez Savaşı sırasında ateşe verilen petrol kuyularını patlatma yöntemleriyle söndürmeyi başaran sıradışı bir asker.
Vietnam Savaşı boyunca her sene iki Türk timi, Amerikalıların Vietnam’da kullandığı taktikleri, silahları öğrenmek üzere Amerika’ya gitmiş. Gerilla savaş taktikleri, ileri marin keşif, su altı silahları konularında eğitim almışlar. Bu arada, Amerikalılara bataklık eğitimini Türk SAT’ları öğretmiş. Namık Ekin, bu ziyaretler sırasında, daha dünyanın hiçbir yerinde bilinmezken Amerika’nın kullandığı ‘beyaz fosfor’ denilen ve 800 bilye atan mayınları, silahları, patlayıcılarını çıkarıp uçakla Türkiye’ye getirmiş gizlice. Bir tür sanayi casusluğu yapmış. Sonunda, Amerika ile başa çıkabilecek dünyadaki çok ender timlerden biri yetişmiş.
Ekin, gösterdiği sıradışı başarılardan dolayı denizaltı yakalama görevi için Beykoz’daki, stratejik öneme sahip Mania Grubu’na tayin olmuş. Denizden gelecek bir Rus tehdidiyle, ilk sıcak teması bu grup sağlayacak; denizde, denizaltında, havada ve karada aralıksız savaşacaktı. Ekin, bu özel görevini ve Rus denizaltılarıyla temaslarını şöyle anlatıyor: “Boğaz’ın önünde, dışında, girişinde üç tane cihaz var. Rus denizaltısı Boğaz’a girmeye başladığında, denizaltıyı yakalayıp yönlendiriyor. Aynı anda hücumbatlar alarma geçiriliyor. Su altındaki cihazlar bizi Rus denizaltısının üstüne yönlendiriyor. Kendi sonarımızla da yerini tespit edip tam üstüne gidiyoruz. Sualtı maniplesiyle ‘adını, kodunu, ülkeni bildir’ diye ikaz ediyoruz. Yüzeye çıkması için uyarıyoruz. Eğer çıkmazsa 300 feete kadar geldiğinde su bombası atmak için hazırlık yapıyorduk. Rus denizaltıları böyle çok gelip kaçtılar Boğaz’ın önünden. Zaten Boğaz’daki ağlar onları engelliyordu. Rus şilepleri, dipten yüzeye kadar çıkan bu ağlara geçiş noktalarında çarparak hasar veriyordu.” Çelik ağlar, denizaltı takip ve imha sistemlerinin gelişmesiyle 1968’de sökülmüş. SAT’lar, Boğaz’ın soğuk sularında, üçüncü dünya savaşına yol açabilecek K—19 benzeri bir kaza ya da saldırıya karşı yıllarca tetikte beklemiş. Amerikalılarla birlikte 40 civarında taktik geliştirilmiş. Ekin, bu kritik yıllarla ilgili pek fazla konuşmak istemiyor. Soğuk Savaş döneminden kalma Mania Grubu, bugün aynı noktada görevini sürdürüyor. Ekin, sürpriz bir durumla karşılaşıldığında, Boğaz’ın yeniden Mania Grubu tarafından 2 saat içinde çelik perdeyle kapatılabileceğini ve mayınlanabileceğini söylüyor. Demir perde yıkılmış olsa bile İstanbul Boğazı’na inen perde tamamen kaldırılmamış aslında.
Namık Ekin, Amerika’nın en büyük deniz üssünün bulunduğu Virginia’da, Atlantik’i kontrol eden Amerikan atom denizaltısına da girmiş. Burada, sahilden 40 mil açılıp,500 metre aşağıda denizaltıdan çıkıp, Rus denizaltısına mayın koyup, kaçma tatbikatlarına katılmış. Bu tehlikeli sularda Amerikalılarla Rusların kedi—köpek oyunlarına da şahit olmuş. “Nerede tatbikat yapsak, sözde Rus balıkçı tekneleri başımızın üstünde biterlerdi” diyor.
Girne’yi 24 SAT komandosu aldı
Namık Ekin, Karadeniz’in karanlık sularında da sabotaj tatbikatlarına katılmış. Burada Mustafa Tosun isimli bir arkadaşını kaybetmiş, cesedini de bulamamışlar. Bu olayı yeniden hatırladığında oldukça üzülen Ekin, “Birçok arkadaşımız eğitimler, tatbikatlar sırasında öldü. Bazılarının cesetleri, bazılarının da kemikleri bulundu. Balıklar, yengeçler belden aşağısını götürmüş halde çok arkadaşımızı bulduk. Tüplerini bulduk. Bazılarını da iskelet halinde yıllar sonra ağlara takılı bulduk” diyor. Kurulduğu günden bugüne kadar 21 SAT komandosu ölmüş.
Ekin,1964—67 Kıbrıs olayları yaşanırken, Akdeniz’de bilinmeyen bir yerde 4 ay süren sabotaj tatbikatlarında yer almış. Boğaz’da Ruslar’ı bekleyen SAT’lara,1974’te Rumlarla savaşmak nasip olmuş. Harekat öncesi komandolar ikiye ayrılmış.24 kişiden oluşan SAT1, Girne önlerindeki mayınları temizleyip, sahili ve köprü başlarını tutmuş. Ardından daha ilerilere giderek sabotajlar düzenlemiş. Girne Kalesi’nde gizlenen komandolar, önceden belirlenmiş binalara girerek, önemli belgeleri Türkiye’ye getirmişler. SAT’lar, daha sonra hiç kayıp vermeden Girne’yi ele geçirmiş. Daha kalabalık olan SAT2 ise, savaşın seyrine göre, İzmir yakınlarında 12 adayı ele geçirmek üzere tetikte beklemiş. SAT2 grubunda yer alan Ekin, Kıbrıs Harekatı’nı bir antrenman olarak görüyor. Bugün Türk SAT’ları hiçbir deniz aracı olmasa bile, İzmir sahilinden 12 adaya ve Yunanistan’a 30, Mersin’den de 40 kilometre su altından yüzerek Kıbrıs’a çıkıp operasyon yapabilecek kabiliyete sahip.
Bu arada Yunanlı SAT’lar, Kıbrıs yerine Amerika’da karşılarına çıkmış. Amerikalıların Yunanistan’da da SAT kurduğunu, yıllar sonra bir tatbikat sırasında öğrenmişler. Yunanlı SAT, Amerika’da Türk SAT’ları eğlence mekanına davet edip, sarhoş ettikten sonra bilgi almak istemiş ama kendisi daha önce konuşmaya başlamış. “Türklerle savaşılmaz” diyerek samimi bir itirafta bulunmuş.
Bir dönemin tanığı ve henüz su yüzüne bile çıkmamış birçok olayın öznesi olan Namık Ekin, emekli olduktan sonra Amerika’dan, başta İsrail olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerinde paralı asker olarak çalışması için davet almış. Bu teklifleri değerlendirmeyen Ekin, kendini spora ve hayır işlerine adamış. ‘Su altında en uzun mesafeyi tüple yüzme’ dünya rekorunu da omurilik felçlilerine tekerlekli sandalye almak için kırdı. Fakat kimseden tek kuruş gelmemiş. Önümüzdeki aylarda 3 gün 3 gece su altında kalma rekorunu deneyecek. “Öyle bir rekor kırayım ki, bir daha kimse bu rekoru kıramasın” diyen Ekin,1998’de İsviçreli D. Derbant tarafından kırılan 52 saatlik rekoru 72 saate çıkarmayı hedefliyor. Yine omurilik felçlileri için, suyun altında uyumadan, bayılmadan, boğulmadan durarak psikolojik ve fizyolojik bir savaş verecek. Çok sayıda ülke, bu rekor denemesindeki tüm aşamaları canlı olarak yayınlayacak. Ekin, rekor denemesi sırasında hayranlarıyla su altından chat yapabilecek. Yeme içme ihtiyaçları ile tuvalet ihtiyacını havuz içinde karşılayacak.
M.Yaşar Durukan/Aksiyon/Sayı: 457
ğ
22.09.2003 - 10:42Üzerinde ağırlığı olan bir harf, belki isminden kaynaklanan bir yumuşaklık olabilir; ama bu tamamen onu çekemeyenlerin uydurmasıdır.Halbuki pek az alfaye nasip olmuş ve kendini hep arka plan tutmuş bir babayiğittir.Göz önünde olmak istemediği için ilk harf olmayı, işin butun kaymağının yemeyi düşünmemiştir.Tevazu sahibi bir harftir; ama yaşadığımız ülkede değerli olana itibar edilmediğinden o da karalanmış ve 'yumuşak' olma seveyesine indirgenmiştir.O haşmetli bir Harftir..
ismet özel
22.09.2003 - 10:32Çoğu insanı hayalkırıklığına uğratan bir şahsiyet
aysel
22.09.2003 - 10:28Annemin isminin en cok tıklanananlar arasında ilk beşe oynayacağını hiç tahmin etmiyordum...ama..
kemalizm
19.09.2003 - 14:30Kemalistler demokrat olabilir mi?
İnsanlarımızın birçoğu, askerin siyasetin ‘üstünde’ olması gibi, Kemalizm’in de ideolojilerin, hatta zihniyetlerin ‘üzerinde’ olduğunu sanıyor. Böylece ortaya ‘demokrat’ olduğunu söyleyen Kemalistler bile çıkabiliyor. Bunların bazıları da askerî bürokrasiden çıkıyor.
Türkiye’yi daha demokrat olmaya zorlayan AB’nin kriterlerine karşı çıkan bu bürokratlar; gene de kendilerini böyle tanımlayabiliyor... Ancak bazılarının hakkını yememek lazım: Mesela Özkök kendi ifadesiyle eleştiriden ders çıkarmaya yatkın biri... Bunu ne derece uygulayabildiğini bilemesek de, Özkök’ün birçok meslektaşına nazaran en azından daha serinkanlı ve sağduyulu bir asker olduğunu söyleyebiliriz. Geçenlerde yapılan bir söyleşide demokrat olmasının gayet tabii olduğunu; çünkü demokratlığın Atatürk’ün yol gösterdiği Batı değerleri arasında yer aldığını ifade etmişti. İşin püf noktası da tam burada: Anlaşılan askerî bakış açısından demokratlık kendi başına bir amaç değil... Eğer Atatürk Batı’yı işaret etmemiş olsaydı veya Batı demokrat olmasaydı, onlar da demokrat olmayacaktı.
Demokrasinin bir araç olduğunu söylemesiyle inanılmaz bir baskı altına alınan siyasi liderlerin olduğu bir ülkede; daha da ‘radikal’ bir adım atarak demokratlığın araç olduğunu itiraf eden bir askere herhangi bir eleştiri gelmemesi, hatta bunun demokrat olmanın bir kanıtı gibi sunulması ayrıca kayda değer. Çünkü buradaki felsefi hiyerarşi tam aksi yönde: Toplumsal bir karar mekanizması olan demokrasi gerçekten de sadece bir araç. Oysa demokratlık bir duruş, hayat karşısında bir tavır alma, tercihler önünde ahlâki bir tutum, kısacası bir zihniyet. Zihniyetler ve onların içinde şekillenen ahlâki pozisyonlar ise araç olmak bir yana, diğer bütün alanlardaki algılamayı belirleyen bir altyapı hüviyetinde. Dolayısıyla sahip olduğumuz ideolojiler zihniyet tercihlerini mümkün kılmazlar; tam aksine bilinçli veya bilinçsiz olarak sahip olduğumuz zihniyetler, hangi ideolojiye kayacağımızı ima eder, o ideolojinin içini doldururlar.
Kemalizm otoriter zihniyetin üzerine oturan, onunla hayat bulan bir ideoloji. Tarihi milletlerin güç mücadelesi olarak algılayan; hayatın dinamiğini çatışmada arayan; tek yönlü doğrusal bir gelişme şemasına dayanarak ‘ileri’ olanı tanımlayan; söz konusu ‘ileri’yi kendisinin bildiğine vehmeden; kendi vehminden meşruiyet üreten; bu meşruiyete dayanarak toplum üzerinde baskı kurmayı normalleştiren; siyaseti toplumsal çatışma olarak anlayıp, kamusal alana el koyan; toplumu kendi normatif tanımına göre homojenleştirmeye çalışan; ve bütün bunları ‘bilimsellik’ ve ‘çağdaşlık’ adına yaparken, kendisini kutsallaştırıp takipçilerini ise toplumun ‘asli’ sahipleri kılan bir ideoloji...
Oysa demokratlık bilginin nesnelliğini felsefi olarak reddeden; insanı ortak bir öznelliğe mahkûm ederek, birlikte yaşamanın kurallarını koymak üzere onları ‘konuşmaya’ mahkûm eden bir zihniyet. Toplumu eş düzeyli ve heterojen bir yapı olarak, dahası zaman içinde her türlü tercihe hak sahibi bir özne olarak algılayan bir bakış... Bu nedenle demokrat birinin Kemalist olması mümkün değil. Nasıl ki Kemalistlerin de demokrat olmaları mümkün değilse... Askerî bakış açısından demokratlık sadece ‘modern bir hal’; sanki uzaktan bakıldığında anlaşılan bir tipleme... Kemalistler ‘demokrat’ olmak değil, demokrat sayılmak istiyorlar; çünkü böylece çağdaşlıktan geri kalmamış olacaklar... Aralarında daha hoşgörülü veya özgürlükçü nüanslar taşıdıkları ölçüde kendilerini demokrat sananlar da çıkıyor. Ancak bu Kemalizm’i pekiştiren bir yanılsamadan, yani otoriter zihniyete meşruiyet sağlayan bir yakıştırmadan öte bir şey değil.
09.06.2003 /E. Mahçupyan/Zaman
kemalizm
19.09.2003 - 14:29Kemalizm bir travma mı?
Kemalizm konusunun böylesine hayati hale gelmesinin nedeni, Türkiye’yi yönetenlerin her fırsatta bu ideolojiye yaslanmaları ve istemedikleri her türlü toplumsal talebi bu ideolojiye referansla bastırmaları.
Öyle ki Kemalizm belirli bir kesimi ‘rejimin sahipleri’ haline getirmekle kalmıyor; bu kesimin gayretiyle toplum üzerinde hegemonya kurmanın aracına dönüşüyor. Sonuçta Kemalizm kutsallaştığı ölçüde, bu ideolojiyi temsil eden hiyerarşi siyaset ‘üstü’ hale gelirken; Türkiye toplumu da Kemalizm’in belirleyiciliğine, rehberliğine ve sınırlamalarına muhtaç ve mahkûm bir kitle olarak siyaseti seyrediyor...
Bugün toplumun ezici çoğunluğu Avrupa Birliği’ne üye olmaktan ve gereken reformların yapılmasından yana. Bu ülkede insanlar üzerlerindeki dar ideolojik kılıflardan sıyrılıp dünya vatandaşı olmak için istek duymaktalar... Ancak gözümüz askerde... Gizli bir kabulle, onlar ‘evet’ demedikçe bu işin olmayacağını ‘biliyoruz’. Bu nedenle askerlerin her beyanı özel bir ihtimamla ele alınıyor; Ankara muhabirlerinin çabası askerin niyetini anlamaya hasrediliyor. Anlaşılan asker AB’ye karşı değil ama bize has özelliklerin dikkate alınması koşuluyla. Yani Müslüman ve Kürt kimliğinin potansiyel bir siyasi tehlike olarak kabul edilmesi halinde. Bu bakış Kemalizm’in topluma travmatik yaklaşımından başka bir şey değil; ve askerler bu travmatik bakışın AB kriterlerinden daha önemli olduğunu söyleyerek, AB yandaşı olduklarını savunuyorlar. Öte yandan niçin AB karşıtı olmadıkları konusunda da tek gerekçeleri bunun “çağdaşlaşma hedefinin jeopolitik ve jeostratejik bir zorunluluğu” olduğu. Yani AB bir toplumsal yaşam modalitesi olarak, demokrasi ve özgürlükler açısından herhangi bir anlama sahip değil. AB bir araç... Kemalizm’in çağdaşlaşma hedefi nedeniyle “zorunlu” hale gelmiş olan bir adım, o kadar.
Siyaset ‘üstü’ olan askerin böylesine araçsal bir bakışa sahip olması ve Kemalizm’i evrensel insani kriterlerin ‘üstünde’ sayması ise, bizzat askeri araçsallaştırıyor. Çünkü şimdi asker, AB karşıtları için bir kaldıraç veya bir sıçrama tahtası hüviyetinde. Askerin bu biçimde kullanılmasıyla birlikte Kemalizm’e de neredeyse dinsel bir anlam yükleniyor. Artık Kemalizm ülkenin bekasını sağlayan, Türk kimliğini ayakta tutan; dolayısıyla dokunulmazlığı olan bir kutsal öğreti sanki... Böylece Kemalizm giderek toplumsal talep ve isteklerin önünü kesmek isteyenlerin bayrağı haline geliyor.
Bu yaklaşım laik kesimi şizofrenik hale getirmiş durumda. Hem AB’yi istiyorlar, hem de AB kriterleri altında Müslümanların yaşayacağı özgürlükten tedirgin oluyorlar. Yani laik kesimin hayalinde ‘Kemalist bir AB’ var. ‘Bir gün gelecek Kemalizm AB’nin savunduğu ideoloji olacak’ türünden saçmalıkları duymamız boşuna değil. Başka bir saçmalık da AB yolunda esnek olmanın sadece AKP’den beklenmesi: Asker bir veri olarak alınıyor, çünkü örneğin Gündüz Aktan’ın mantığıyla Türkiye devrimle kurulmuşmuş ve de “devrimle geleni değiştirmeye çalışmak başlangıçtaki devrim şartlarına dönülmesine” yol açarmış. Anlayacağınız devrimle kurulduysanız işiniz zor... İlelebet devrim koşullarında yaşamak; ya da mukabil bir devrim yapmak zorundasınız!
Yazarın “sosyal psikolojinin temel kuralı” olarak sunduğu bu bakış, Kemalizm’in nasıl bilim ‘üstü’ olduğunu ve bunun bilimi nasıl gülünç hale getirdiğini de ortaya koyuyor. Bugün Kemalizm süreklilik arz eden bir psikolojik travmaya dönüşmüş durumda. Kendini sürekli yeniden üreten, totolojik bir kabullenme... Ama aynı zamanda bürokratik hegemonyanın kalıcılığını ve devamlılığını sağlayan ‘çağdaş’ bir yanılsama.
08.06.2003 /E.Mahçupyan/Zaman
kemalizm
19.09.2003 - 14:25Kemalist siyasetin öznesi
İdeolojik söylemin fikirsel tartışma konusu olmasına sık rastlamayız. Çünkü bir ideolojinin kavranmasına yönelik entelektüel talep genellikle sınırlıdır. Söylemin asıl işlevi ise, ideolojinin siyasallaşma biçiminin ve önermelerinin meşruiyetinin sağlanmasıdır. Öte yandan her ideoloji farklı bir siyasallaşma biçimi üretir.
Örneğin otoriter zihniyetten beslenen ideolojiler, bu ideolojiyi taşıyan özneler arasında belirgin bir hiyerarşi oluşturdukları gibi, kolayca algılanan bir merkeziyetçiliğe de neden olurlar. Böylece herkes kimin yetkili olduğunu hemen bilir ve otoritenin referans alınmasına ilişkin hiçbir belirsizlik yaşanmaz. Hatta kişiler söz konusu otoriteyi konuşmaya ve tavır almaya zorlarlar ki, kendileri de ne yapacaklarını ve hangi tutumu takınacaklarını bilsinler. Bu durum en tepedeki otoritenin olası söylemi etrafında zımni bir hiyerarşinin varlığını ifade eder: Otoritenin hangi görüşte olduğunu bildiğini öne sürenlerin prestiji artar ve bu kişiler ara referanslar haline gelirler... Nihayet otoritenin kendisi de bazen kasten susarak, bir tehdit atmosferi üretebilir ve hegemonyasını pekiştirebilir. Çünkü konuşmamış bir otorite, konuşmasını ertelemekte olan bir otoritedir; ve ondan önce konuşanın daima yanlış yapma ihtimali mevcuttur.
Otoriter zihniyete dayanan bir ideoloji olan Kemalizm de, tepede askerin yer aldığı, daha altta yargının bulunduğu, merkez medyanın ise ara referans olarak işlevselleştiği bir hiyerarşiye sahip. Söylem düzeyindeki çeşitlilikten burada eser yok... Kemalist siyasetin öznesi, tereddüde mahal bırakmayacak biçimde belli. Çünkü her türlü çeşitlilik, merkez pozisyonun iç tutarlılığını ve gücünü tehdit eden bir unsur olarak algılanmakta. Mutlak ve tek referansa dayanmak, Kemalizm’in ne olduğuna ve nasıl anlaşılması gerektiğine de açıklık getirmekte. Böylece siyaset tek bir otorite elinde toplanırken, Kemalizm’in bir yönetim aracı olarak kullanılması da olanaklı olmakta. Anayasamızın dibacesinde Kemalizm’in korunmasının mantığı bu: Bu sadece ideolojik bir hassasiyet değil, ülkeyi otoriter zihniyet altında yönetebilmenin de arkaplanı. Diğer taraftan Kemalizm’in askerin siyasi tekeli altında olması, başka öznelerin Kemalizm üzerinden siyaset üretmesini de engellemekte. Örneğin CHP hem Kemalist olmaktan vazgeçemeyen; hem de Kemalist oldukça toplum nezdinde kişisizlikleşen bir parti hüviyetinde. Diğer bir deyişle bizzat Kemalizm, Türkiye’de merkez siyaseti edilgenleştiren, paralize eden; ve siyasi partilerin toplumla bağ kurmasını neredeyse imkansızlaştıran bir ideoloji... Demokrasiyi devletin uzantısı olarak algılayan, onu içi boş bir ideolojik söyleme indirgeyen; kendisini ise demokrasinin karşısında tanımlamak durumunda kalan bir anlayış.
Görünüşte Türkiye’de ‘demokrasi’ var... Siyasi partiler hükümetler kurmaktalar... Ama bütün temel meseleler ve ana politikalar siyasilerin uhdesinden alınıp askere verilmiş durumda. Asker ise, Kemalizm’in sahibi olarak, bu meselelerin rakipsiz otoritesi. Siyasi özne olma hali o denli etkili ki, askerin somut olarak herhangi bir politikayı hayata geçirmesi gerekmemekte: Söz konusu pozisyonun seslendirilmesi, sivil siyasetin kendiliğinden ve hevesle o politikayı yürütmesiyle sonuçlanmakta. Çünkü aksi tutum Kemalizm’e karşı çıkma anlamını taşıyor... Ve bunu denemeye kalkan siyasi iktidar bu ‘itaatsizliğinin’ uygun bir fırsatta kendisine karşı kullanılabileceğini düşünüyor.
Ancak Türkiye’yi böyle yönetmek artık pek mümkün değil. Siyaset bugün demokrasiyi zorlamakta ve bizleri Kemalizm’le demokrasi arasında tercih yapma noktasına sürüklemekte...
01.06.2003 /Etyen Mahçupyan/ Zaman
kemalizm
19.09.2003 - 14:23Kemalist pozisyonun veçheleri
Kalıcı ve yaygın bütün ideolojilerin farklı derinlikteki zihinlere, değişik psikolojik ihtiyaçlara yanıt verme yetenekleri vardır.
Bu yetenek zaman içinde evrimleşerek oluşur ve farklı taşıyıcıların dilinde takipçilerin anlayabildikleri söylemlere ve duygulara dönüşür. Bugün Kemalizm’in de dört tür söylemi ve bunlara uygun taşıyıcısı bulunuyor. Yelpazenin bir ucunda resmi pozisyonun ağırlığını ve saygınlığını yansıtan bir kişileşme ve dille karşılaşıyoruz. Cumhurbaşkanı Sezer bu tavrın örneklerinden biri: Örneğin Sezer’e göre başörtüsünün kamusal alanda serbest olması, laiklik ilkesinin ihlali anlamına geliyor. Çünkü ona göre aksi halde hukuk kuralları çiğnenmiş olacak; bu ise dini kuralların geçerli olduğunu ifade edecektir. Öğretmenler gününde sergilediği bu mantıkla Sezer, dinin görünürlüğünü referans alan ‘negatif’ bir laiklik tanımı yapmakta. Sezer için hukuk bile kendi karşıtlığını ancak dinde bulabiliyor.19 Mayıs mesajında da Sezer laikliği “özgürlüklerin sınırını çizen bir öğe” olarak sunmaktaydı... Bu yaklaşım, laiklik kavramı etrafında somutlaşan bir ‘kamusal alanı temizleme’ ideolojisinin ifadesi. Kemalizm, kendisini kamusal alanın sahibi olarak gören, toplumu devlete bağımlı kılmayı hedeflemekle kalmayıp, meşrulaştırmaya çalışan otoriter bir anlayış...
Seviye olarak bir alta indiğimizde bu meşrulaşmayı sağlamaya yönelik entelektüelimsi bir çaba görüyoruz. Örneğin Hürriyet gazetesinde Özdemir İnce, tarihi Mustafa Kemal’in Nutuk’undan takip etmeyi yeterli bulan; tarihe ve sosyal olaylara bakarken nedenlerle sonuçların yerlerini neredeyse içgüdüsel olarak değiştiren bir aydın tipi. İnce’ye göre Nutuk’la çelişen beyanlar kendiliğinden yanlış veya yalan oluyor. Mustafa Kemal’in herkes gibi tarihsel bir figür olmasını hazmetmek bu tipoloji için epeyce güç. Nitekim İnce, Nutuk’un tek bir bölümünün bile yanlış addedilmesinin, metnin “bir satırına bile inanmamamızı” gerektireceğini söylemekte. Diğer bir deyişle İnce için, Nutuk apaçık bir kutsal kitap. Kemalistler bariz dinsel eğilimler taşıyan ve hayatı alternatif dinselliklerle mücadele cinsinden algılayan total bir ideolojiye sahipler. Böylece kamusal alana ilişkin baskıcı uygulamalara bir tür çağdaşlık kisvesi kazandırılıp, kendini kandırmaya hizmet eden bir yanılsamanın kapısı aralanabiliyor.
Aralanan bu kapıdan giren ise, önü alınması epeyce zor, giderek pespayeleşen bir hamaset oluyor... Örneğin aynı gazeteden Tufan Türenç,84 yıl önce Samsun’a ayak bastığında Mustafa Kemal’in kafasında tam olarak ne olduğunu varsayıp, kendi ‘çağdaş Türkiye’ hayalini de bu varsayıma oturtuyor. Ne var ki hayat devam etmekte ve Mustafa Kemal günümüzde yaşamamakta. Dolayısıyla bugün nasıl yaşanması gerektiğine ilişkin 84 yıl geriye gitmek biraz ‘iddialı’ olabilir. Çünkü o takdirde bazılarının da başka tarihlere gitmeleri caiz olur. Ama Türenç bundan hiç rahatsız değil: Ona göre Atatürk, tanım gereği ve ebedi bir yetkinlikle çağdaşlığı belirlemiş durumda; tabii Türenç’in anladığı biçimiyle...
Böylece otoriter zihniyet, ideolojiden söyleme ve oradan da hamasi kişileştirmeye doğru kayıyor. Her düzlemin kendine göre ve birbirini tamamlayan işlevleri var. En alta indiğimizde ise nedense hiç eksik olmayan bir kategori ile karşılaşıyoruz... Çamur atmayı, yalanı ve ahlaksızlığı gocunmadan taşıyan ve kendilerine ‘Kemalist’ dedikleri gibi; diğer Kemalistlerin de onları öylece kabullendikleri kişiler.
Sonuçta Kemalizm, Kemalistlerin zihinsel ve ahlaki düzeyinden bağımsız değil. Her ideoloji gibi, o da kendi taşıyıcılarının elinde tarihteki yerini alıyor.
30.05.2003 /Etyen mahçupyan/Zaman
çekül
17.09.2003 - 15:58ömrümüz boyunca bizim kullandığımız, satın aldığımız, tükettiğimiz, bizim yüzümüzden kesilen, yok olan ağacın toplamının en az 2 katı hacimde can vermeliyiz.
Bunun da yolu, çekül gibi vakıflara bedelini ödeyerek ağaç diktirmek(can bedeli)
Bir insan ortalama olarak, ömrü boyunca, olağan koşullarda ne miktarda ağaç tüketir? Kağıt olarak, kişisel veya ortak kullanım alanlarındaki ve eşyalarındaki mobilya olarak...vb
Çekül bunun bir hesabını yapabilir
çekül
14.09.2003 - 13:54www.cekulvakfi.org.tr
Ağaç ve biz,
Yok ettiklerimizin yerine yeni filizler dikmek için siz de bir uğrayın bu siteye...
propaganda
14.09.2003 - 13:50PROPAGANDA
Alaaddin Dikmen /Eylul Sizinti 2003
Geçtiğimiz asrın ilk yarısı, insanlık tarihinin en ağır ve trajik savaşlarına sahne oldu. Bu savaşların asıl sebebi; bir grubun -bu bir elit sınıf da olabilir- diğer gruplara hükmetme arzusuydu. Bu savaşlar ilk zamanlarda, kaba güçlerin karşılaşması şeklinde ortaya çıkarken daha sonraki zamanlarda zihnî ve fikrî güçler de devreye girdi. İdeolojiler bu dönemden başlayarak 20. asrın ikinci yarısına damgasını vurdu. Geçmişteki bütün mücadele tarzları değişerek, yeni ve karmaşık bir savaş türü ortaya çıktı. Bu yeni savaş türünde kaba kuvvet yoktu; ama tahakkümcü, çıkarcı tavır ve düşünceler aynısıyla devam etti. Sadece strateji değişikliğine gidilmişti.
Bu yeni savaş türü; 'semboller, söz, hareket, jest, resim, müzik ve diğer araçlar yardımı ile kişilerin düşünce, davranış, tutum, inanç, değer ve tavırlarına, bazı sunî araçlar ve manevralarla tesir metoduna dayanan propagandadır.'1
Tarif ve kavram olarak propaganda
Kelime olarak Lâtince, 'propagare' kökünden, yeni fidanlar elde etmek üzere toprağı ekme mânâsına gelir. İlk olarak Roma Katolik Kilisesi tarafından sosyolojik mânâda kullanılmış ve 'fikirlerin yayılması' deyiminde ifadesini bulmuştur.2
Propagandanın birçok tanımı mevcuttur. Bunlardan birkaçı şunlardır:
'Propaganda, bir öğreti, düşünce ve inancı başkalarına tanıtma, benimsetme maksadı güden, söz ve yazı gibi vasıtalarla gerçekleştirilen faaliyettir.'3
'Fikir, kanaat ve değer yargılarını değiştirmek ve davranış tarzlarını istenen yönde etkilemek için telkin gibi metotlara başvurarak önceden plânlanmış sembollerin sistematik bir şekilde kullanılmasıdır.'4
'Kişi ve grupların fikir, tutum veya davranışlarına tesir etme maksadına yönelik iletişim, yani tek yönlü haberleşmedir.'5
Propagandada söz konusu olan şey, açıkça saptırmalarda bulunmak ve belli bilgileri seçerek yansıtmaktır. Propagandacının gâyesi, varılan sonuçları ve alınan kararları kabul ettirmektir. Yoksa kişileri hadisenin değeri üzerinde mantıkî bir analize yöneltmek değildir. Bu bakımdan propagandanın kişiliğe saygısı yoktur. Gâyesi, kişileri yetiştirmek ve olgunlaştırmak değildir; kişileri hemen harekete geçirmektir. Propagandacı, muhataplarının hislerine hitap etmek ister. Çünkü, belirli menfaatleri hedefler. Bu sebeple, şuurlu ve demokratik toplumlarda propaganda, kötü bir üne sahiptir.6
Propagandacı; hiçbir zaman hakiki bir tartışmayı ve müzakereyi göze alamaz. Çünkü onun cevapları, meseleleri ve meseleleri çözüm yolları çok önceden belirlenmiştir. Karşısındakine daima önceden belirlenmiş birtakım hükümleri, hazır reçeteleri kabul ettirmeye çalışır. Kısa yoldan çabucak ulaşılacak hedefler peşindedir. Eğitim insanlara 'nasıl' düşüneceğini öğretmeye çalışırken, propagandacı 'ne' düşünmeleri gerektiğini söylemektedir.7
Propaganda, düşünce ve tefekkürü ortadan kaldırmakta, seçim ve tahrifi kullanmakta, tarafsız bir eğitim fikrini yok etmektedir. Böylece kamuoyu, doğruluğu nazara alınmaksızın bir fikri yayma gâyesiyle kışkırtılmaktadır. Şahıs o surette bazı uyarıcılara maruz bırakılmaktadır ki, kendisi birtakım neticeler çıkaramayacak ve başkasının telkin ettiği sonuçları kabul etmek durumunda kalacaktır. Böyle bir vasıta, her türlü fikir alış-verişi kanallarının açık bulundurulmasını öğütleyen demokratik düzenle, elbette ki, tutarlı değildir. Fakat propaganda, asrın bir aracı ve bir gerçeği olarak ortadadır ve kalacaktır.8
Propagandayı taşıyan vasıtalar
Günümüzde propaganda, muhataplarına şu vasıtalarla ulaşır:
1) Televizyon: Televizyonun birçok insan tarafından seyredilmesi onu propaganda için uygun bir vasıta kılmıştır. Bilhassa seyirci kitlesinin 'pasif' konumu, göze ve kulağa hitap etmesi onu tesirli silâh yapmıştır.
2) Yazılı ve görüntülü basın: Toplumlarda okuma kültürüne göre yazılı basının tesiri de oldukça fazladır. Fakat, bazen basının kendisi halk nazarında, inandırıcılık boyutuyla, önceden prestij kaybı yaşamışsa, tersi bir neticeye de sebep olabilir. Bu daha çok siyasî alanda görülür. Meselâ, ABD'de Roswelt,1936 ve 1940 seçimlerini, Türkiye'de Demokrat Parti ve Menderes,1950 seçimlerini basının şiddetli muhalefetine rağmen kazanmışlardır.(9)
3) Film-sinema: Sinema bir dönem hem komünizm hem de anti-komünizm propagandası için çok kullanılan bir araçtı. Bugün bu sektörden en fazla istifade eden ABD'dir. Amerika iktisadî, askerî ve kültürel alandaki gücünü sinema yoluyla pekiştirme gayretindedir. Hollywood yapımı birçok filmde kurtarıcı ve güçlü Amerikalı imajı sürekli işlenir. Ayrıca sinema alanında Yahudiler de bütün dünyaya zulüm gördükleri, masum oldukları imajını yayacak filmleri çok kullanmıştır.
Amerikan hükümetleri dünyanın birçok ülkesindeki sinema salonlarında ağırlıklı olarak kendi filmlerinin oynatılmasını istemektedir. Bu gayret, siyasî baskı ve pazarlıkların arkasında önemli ölçüde kitlelere bu yolla ulaşmak kaygısı yatmaktadır. Bunda da oldukça başarılı olmuşlardır. Çünkü Türkiye'de bile iyi sayılabilecek Türk yapımı bir filmin salon bulma şansı zordur.
4) Radyo: Radyo eski gücünü kaybetmekle, birlikte hâlâ propagandanın taşıcısı olarak kullanılmaktadır.
5) Günümüzde bunlara bilgisayar ortamlarında gerçekleştirilen birçok çalışma (internet, cd, vs.) ve GSM şebekeleri katılabilir. Propagandanın taşıyıcısı sayılan bu vasıtalar, demokratik ülkelerde bile dolaylı veya dolaysız yollardan devletlin kontrolü altına girmiştir. Yahut daha kötüsü, kitlelerin tüketim konusunda istediği gibi şartlandırmaya çalışan büyük firmaların ve reklâm şirketlerinin emrine girmiştir. Yerkürenin tek bir pazarda bütünleşmesinde global firmalar (milletlerüstü şirketler) önemli bir fonksiyon üstlenmekte ve bu firmalar vasıtasıyla dünya ekonomik olarak kafese alınmaktadır. Daha küçükleri yiyerek dinozorlaşan bu şirketlerin boyutunu tahmin etmek için 1945'te dünyadaki 100 büyük ekonomiden sadece 49 tanesinin devletlere,51 tanesinin ise; milletlerüstü şirketlere ait olduğunu söylemek herhalde yeterlidir. ABD'de en büyük 100 şirket, ticarî zamanın % 75'ini kullanmaktadır. Tv saatlerinin % 50'den fazlası, beyaz camın arkasında neyin gösterilip, gösterilmeyeceği onların seçimi ile karara bağlanmaktadır. Radyolar, gazeteler, yayınevleri yani ABD'nin sinir sisteminin düğüm noktaları milletlerüstü şirketlerin elindedir.10 Bunu önlemek için, yayın araçlarında çeşitliliğe, çokluğa ve rekabete gidilmiş gibidir. Ama bu da hiç gerçekçi değildir. Zira yayın vasıtaları arasında bütün zıtlaşmalar aslında zahiridir. Çok zaman bu konuda gerçek bir farklılaşmadan söz edilemez. Tam tersine yayın vasıtalarının kitleler üzerinde meydana getirdiği sosyal baskı ile ferde; ne yapması, nasıl davranıp, neler düşünmesi gerektiği ve neyin iyi, neyin kötü olduğu fikri empoze edilmektedir.
Demokratik ve açık toplumlar olarak kabul edilen Batılı ülkelerde (ABD, İngiltere vs.) hakim güçlerin bu yolla fikir ve kanaatlere gizlice hükmedeceği gerçeği göz ardı edilmemelidir.10 Bunlar kendi toplumlarıyla diğer toplumlara bilgileri eksik, taraflı yahut yanlış aktarabilirler. Hattâ diyebiliriz ki; böyle bir tehlike, tarihin hiçbir döneminde günümüzde olduğu kadar yaşanmamıştır. Çünkü çağdaş mânâsıyla propaganda; 'Kitlelerin güçlü azınlıklar tarafından yönetilmesi gâyesini taşır ve az-çok kamufle edilmiştir.' şeklinde anlaşılmaktadır.11
Eğer fert, başka görüşlere hayat hakkı tanınmayan otoriter devletin hakimiyeti altındaki bir toplumda yaşıyorsa; doğrudan doğruya yönetici azınlığın talimat, fikir ve kanaatlerini aktardığı yayın vasıtalarının tesirinde kalacaktır. Yayın vasıtalarını kontrolde bulundurma doğrudan olabileceği gibi, sansür, yayın ilkeleri, resmi görüşe ters düşmeyecek yayınları seçme mecburiyeti, üst kurullar gibi dolaylı yollardan olacaktır. Bu durumda 'tek gerçek' devletin veya hakim güçlerin ifade ettiği gerçektir. Dolayısıyla; bunun dışında 'başka gerçek' arayan, sistem için ya tehlikeli bir yobaz, çağdışı kalmış bir kişi veya sistemin sürekli potansiyel tehlike olarak gördüğü şüpheli biri olarak kabul edilir.12 Baskıcı rejimlerle yönetilen toplumlarda bu istismar net olarak görülebilir. Suriye, Irak, Suudi Arabistan, Fas, Cezayir, dağılan SSCB ülkeleri, Çin gibi.
Tehlikenin bir diğer boyutu ise; modern çağa kadar, fikirler yüz yüze konuşulup tartışılıyor ve harekete dönüştürülebiliyordu. Ayrıca hükümetler tarafından resmi veya gayri resmi olarak kurulan ve kamuoyunu yönlendirme gâyesiyle teşkilatlanmış güçlü yayın araçları ve bağımsız kuruluşlar mevcut değildi. Oysa günümüz toplumlarında, fikirler yüz yüze tartışmanın mümkün olamayacağı kadar çok insana ulaşmakta; toplum, gelişmiş kitle haberleşme araçları vasıtasıyla belirli fikirleri tartışmasız kabul etmek zorunda kalan yığınlar haline gelmektedir. Haberleşme sistemi öyle bir durumdadır ki; karşı soruların, tenkitlerin tesirli olması mümkün değildir. Dolayısıyla fikirlerin harekete dönüşmesi imkânı git gide azalmaktadır. Hükümetlerin resmi desteğine sahip güçlü teşkilatlar halk kitlelerine çok rahat nüfuz etmektedir.13
Propaganda teknikleri
Propaganda genel olarak üç kademede gerçekleşir: Dikkat çekip ilgi uyandırmak, ruhî uyarıcının meydana getirilmesi ve böylelikle belirmiş olan gerginlik, istek veya endişenin ne şekilde giderilebileceğinin izahı.14 Bu üç kademe özetle şu tekniklerle gerçekleştirilebilir:
Dikkat çekmek: Propagandacının ilk vazifesi, hedef aldığı kişi veya kitlenin dikkatini çekmektir. Bundan dolayı önce fikirlerini aşılayabileceği bir ortamın meydana gelmesi için çaba harcar. Afiş, broşür, basılı eserler, görüntüler, fo- tograflar, çeşitli konserler, brifing ve toplantılar bu gâye için kullanılır. Buna 'tâli propaganda' da denir. Öyle ki çok evvelce yayımlanmış yazı, resim ve görüntüler sıkça kullanılır.15 Meselâ; toplumu belli bir yöne kanalize etmek için hayali bir mekânda gerçekleştirilen ve yine hayali senaryolarla meydana getirilen muhalif hareketlerin gerektiğinde gündeme getirilmesi gibi.
Dikkat çekmek için, insanların his ve heyecanlarından istifade etmek diğer bir yoldur. Meselâ; sigara reklâmında boy gösteren bir hanım veya erkek, sadece ilgi uyandırmak ile kalmaz, aynı zamanda gençlik, güzellik, kuvvet gibi kavramları da sembolize ederek kitleleri duygu ve heyecan yönünden tahrik eder. Böylelikle maksada uygun fikrî ortam hazırlamış olur.16 Diğer taraftan dünyaca ünlü bir sigara markasının reklâm afişinde kuvvetin sembolü olarak elinde sigara ile at üzerinde duran kovboyun, sigaradan kansere yakalanıp öldüğü kitlelerden gizlenir.
Prestije başvurma: Prestij sahibi olan kişilere bağlanan düşünce ve davranışları toplumlar daha kolaylıkla kabul ettiğinden, ölü veya diri kişilerin karizmasından sık sık faydalanılır. Böyle bir şahsiyet gerçekte olmasa bile yine propaganda yoluyla oluşturulur. Sonrasında yapılmak istenenler fikir yahut davranış boyutuyla o hayali şahsa atıfta bulunarak yapılır. Birçok toplumda bu durum yaygındır. Öyleki nice cüce topluma dev kamet olarak sunulmuştur.
Önceden kazanılmış fikirlere ve hislere başvurma: Toplum hayatında hepimizin az veya çok sevgi ve nefretleri vardır. Propagandacı bunlar üzerine hissî birtakım ağırlıklar koymaya çalışır. Bunun için de dildeki bazı kelimelerin mânâları saptırılır. Bunlar hiçbir zaman ilmî ölçülerle tarif ve tahlil edilmediği gibi, zaman içinde gerçek mânâlarıyla kullanılmaz olur. Bu kelimeler kullanıldığında, kitleler; hemen tepkide bulunur. Meselâ; irtica, laiklik, şeriat, emek, sosyalist, komünist, milliyetçi, fundementalist, hain, dönek, ilerleme, modern, harem vs.
Kendim için bir şey istemiyorum: Fayda ve menfaat hedeflemediğini, sadece fedâkârâne hareket edildiğini belirtmek de propagandanın başvurduğu diğer bir yoldur. Propagandacı kendisi için bir şey istemediğini, kendini halkın mutluluğuna adadığını haykırır. Fakat çoğu zaman bu çeşit kelimeler altında menfaatçi emeller gizlenmektedir.
Fikirlere ve insanlara etiketler koymak, damgalamak: Muarızın itibarını düşürmek için çok kere ona halkın nefret ettiği bir etiket yapıştırmak yeterlidir. Komünist, işbirlikçi, dinci, faşist, bölücü, gerici gibi. Meselâ; Osmanlı hanedanının çok dirayetli ve siyasî dehası II. Abdulhamid'e 'kızıl sultan' denmesi böyle bir maksada yöneliktir.
Kamuflaj: Başarılı olmak için kıyafet, renk, cephe değiştirmek gerekiyorsa propagandacı bu hususta hiç tereddüt göstermez. Kendisini vatansever, milliyetçi, muhafazakâr, dindar, sosyalist gibi gösterir. Bu,19. ve 20. asırda misyonerlerle politikacıların en çok kullandığı bir usûldür. Lawrens buna en çarpıcı örnektir.
Propagandacı yalan söyleyebilir: Hadiseler onu gittikçe daha çok sahte, yalan açıklama yapmaya sürükleyebilir. Propagandacı karşı tarafın lideri hakkında hikâyeler uydurur, istatistikleri tahrif eder, haberler çıkarır, söylentiler yayar. Yani bütünüyle gerçeği değiştirmeye çalışır. Eğer bütün haberleşme vasıtaları da kontrol edilebiliyorsa bu tür faaliyetler tesirli olabilir. Nitekim savaş sırasında halka yapılan propaganda bu bakımdan başarılı olmaktadır. Meselâ; İsrail, yurt ve yuvalarından söküp atmak istediği ve vatanları için mücadele eden Filistinlileri; Çin, Keşmir halkını; Rusya, Çeçenleri tek taraflı suçlu olarak dünya kamuoyuna tanıtma gayretindedir. ABD doksanlı yıllarda Irak'a karşı sürdürdüğü Körfez Savaşı'nda, yanan petrol kuyularıyla, denizde petrole bulanmış bir karabatak görüntüsünü savaşın haklı gerekçesiymiş gibi sürekli kitlelere aktarmıştır.
i>Propagandada abartıya bilhassa başvurulur: Abartma çok defa söylentilerin tesirini artırır. Türk insanı politikada bunun binlerce ör-neğini yaşamış ve yaşamaktadır. Abartı, reklâm sektöründe daha da yaygındır. Herhangi bir ürünün reklamında; 'Şu ü-rünü alın hayatınız değişsin.' gibi.
i>Sembolleştirme ve tekrar: Propagandada fikrî derinlik olmadığından, belirli tarih, yer ve şahıslarla kavramları sembolleştirmek ve sürekli tekrar esastır. Açıklamalar aralıksız tekrarlanır. Hitler, Kavgam adlı eserinde şöyle demiştir: 'Kitlelerin zekâsı az, unutma kabiliyetleri çoktur. Böyle olunca tesirli propaganda kolaylıkla sömürülebilecek birkaç mesele üzerinde yapılmalıdır. Fakat aynı şeyler bin defa tekrarlanmalıdır.'
Propaganda sansür yoluyla da yapılabilir: Belirli bir görüşe üstünlük sağlamak maksadı ile bilginin kontrol edilmesi ve bilhassa tahrif edilerek maksada hizmet edecek bir şekilde sunulmasıyla olur; çünkü propaganda seçicidir ve hedef aldığı kimselere objektif olmaktan çok uzak bir dünya görüşü kazandırmak maksadı ile düzenlenmiştir.17
Propagandanın tesir alanı
Propagandanın tesir alanı aslında yeryüzündeki insan topluluklarının tamamıdır. Çünkü; sömürme, kaynakları aktarma, hükmetme, yönetme, tüketim ve menfaat maksatlı faaliyetler sürdükçe insanların buna maruz kalmaları kaçınılmazdır. Küçük gruplardan başlayarak devletler boyutunda süren ve büyük sermayelerin harcandığı bir alandır, propaganda çalışmaları.
Buna rağmen propagandanın tesir etmediği kişi veya gruplar da vardır. Bu durumu kısaca şöyle özetleyebiliriz.
a) Bağlanma (taahhüt) , inançlı olma: Fertler kendi inanç ve değerleriyle ne kadar çok bağlantılı ve tutarlı davranışlar sergileyebiliyorsa, tesir o kadar az olacaktır. Kanaatlerini, inançlarını, hayat tarzını herkesin önünde açıkça ifade eden ve yaşayan fert, diğer tesirlere de kapalıdır. Yani güdümlü kişilik özelliği taşıyan fertlere göre daha az tesire maruz kalır. Hz. Muhammed'in (sas) Müslümanlara devamlı başkaları- nın düşünce, tavır, davranış ve hayat tarzlarından farklı olmayı, yani kişinin kendisi olmasını tavsiye etmesi, biraz da bununla ilgilidir.
b) Kendine güven ve yeterlilik: Kendine ve inançlarına güveni tam olan fertler, bu güveni tehdit edecek propagandalardan kendini koruyabilir. Yani fertlerin eşya, ölüm karşısındaki duruş ve düşünceleri, hadiseleri yerli yerine oturtup değerlendirebilme kabiliyetleri kendilerine olan güveni sağlayabileceği gibi dış tesirlerden de koruyacaktır.
c) Saygınlık: Düşünce, tavır ve davranışlarıyla çevresinde sevilen ve saygı duyulan fertler, başka aidiyet ve yeterlilik duygusu aramayacaklarından propagandanın tesirinde kalmazlar.18
Netice
Günümüzde, iletişim vasıtalarının yaygınlaşmasına paralel olarak insanlar arası etkileme ve etkilenme de oldukça artmıştır. Bu şimdiye kadar, aydınlanma, çağdaşlaşma, modernlik ve globalizm gibi yuvarlak ve içi boş kavramları benimseme, dayatma veya tepkisiz kalma şeklinde oldu. Şimdilerde ise küreselleşme kavramıyla yeni bir boyutta yeni bir aynileştirme ve yeknesaklaştırma, tek merkezli kılma olarak karşımızda duruyor. Beyinlerimizin içine girme işlemi basın yayın kuruluşları yoluyla olabileceği gibi aslında elimizde tuttuğumuz bir kolalı içecekle de olabiliyor. İnsanlar kullanılmaya açık oldukça bu hal daha da sürecek gibi görünüyor.
Son olarak; kitlelere bir inancı ve görüşü çeşitli teknikler kullanarak anlatma ile dinî literatürdeki tebliğin benzeştiği düşünülebilir. Çünkü, tebliğde de kitlelere bir konuyu ve düşünceyi en iyi şekilde ulaştırma ve aktarma vardır. Tebliğ, kesinlikle propagandayla karıştırılmamalıdır. Aksine propagandayı tesirsiz kılacak en önemli vasıta tebliğdir. Çünkü; Kur'an açık ve nettir. Akıllara hitap eder. İnsanların sürekli düşünmesini, araştırmasını, kıyaslamasını, okumasını ister. Güdümlü pasif insandan yana değil; aktif, üretken ve topluma değer katan insandan yana tavır koyar. Ayrıca Peygamber, (sas) insanlara sadece doğruların anlatılmasını, insanların bunu kabul edip etmemelerine karışılmamasını öğütler. Dahası tebliğde hiçbir çıkar ve karşılık beklenmez, yegâne gâye Allah (cc) rızasıdır.
Kaynaklar
1- Sulhi Dönmezer, Sosyoloji, Savaş yayınları,9. baskı, Ank.1984
2- J. A. C. Brown, Beyin Yıkama ve İkna Metodları
3- Meydan Lorousse, C.10, s.340
4- Brown, a.g.e.s.18-19
5- Çiğdem Kâğıtçıbaşı, İnsan ve İnsanlar, Evrim yayınları, İst.1988, s.164
6- Dönmezer, a.g.e, , s.397-398
7- Brawn, s.11,19
8- Dönmezer, a.g.e., s.399
9- A.g.e., s.405
10- Prof.Dr. Ümit Meriç Yazan, Mahşerin Dört Atlısı, Zaman Gazetesi,21 temmuz 2002, s.12
11- Brown, a.g.e., s.32-33
12- Brown, a.g.e., s.26- 27-28
13- Brown, a.g.e., s.32
14- A.g.e., s.30
15- A.g.e., s.15
16- Dönmezer, a.g.e., s.401-405
17- Maddeler için bakınız, Dönmezer, a.g.e., s.401-404, Brown, a.g.e., s.21
18- Maddeler için bkz. Kâğıtçıbaşı, a.g.e., s.186-189
sosyal darvinizm
14.09.2003 - 13:48Bir Evrim İdeolojisi: SOSYAL DARVİNİZM
Dr. Ömer Said GÖNÜLLÜ /Eylul Sizinti 2003
Canlılar âleminde insanın maymun-benzeri yaratıklardan evrimleştiği şeklindeki evrimci görüş, iddiasına, büyük ölçüde maymunla insan arasındaki bazı anatomik ve fizyolojik benzerlikleri dayanak yapar. Bu benzerliklerin bir evrim münasebeti ortaya koyduğu konusunda ikna olmuş gözüken bazı paleoantropologlar, bazı fosil maymunların 'insan-benzeri', dolayısıyla insanın atası olduğunu, benzer şekilde, maymunlarla insanlar arasındaki boşluğu doldurma çabasıyla, bazı insan fosillerinin de 'maymun-benzeri', en azından 'modern' insanın atası olduğunu iddia ederler.
İnsan fosilleri bugüne kadar nâdiren bulunmuştur. Bu, kısmen insanın yaşadığı ortamın ona mahsus olmasıyla, kısmen de fosilleşme için çok hususî şartların, meselâ, ölen insanın, kemikleri çürümeden, sertleşen tortullar içine âniden gömülmesinin gerekmesiyle açıklanabilir.
Evrimci Stephen Jay Gould, Darvin'in Türlerin Menşei kitabının 1859'daki ilk neşrini takiben, kölelik, sömürgecilik, ırk farklılıkları, sınıf yapıları gibi konulara bilim kalkanı altında haklılık kazandırma çabalarının ön plana geçtiğini söylüyor (Gould,1981) . Bizzat Darvin, evrimci fikirlerinin ahlâkî ve sosyal konulara uygulanmasını tasvip eder gözüküyor. H. Thiel'e yazdığı 1896 tarihli bir mektupta Darvin şunları yazıyor: 'Türlerin değişimi konusunda başvurduğum görüşlere benzer düşünceleri ahlâkî ve toplumsal meselelere uyguladığınızı görmek ne kadar ilgimi çekti, bir bilseniz! Görüşlerimin bu kadar farklı ve önemli konulara böylesine geniş ölçüde teşmil edilebileceği daha önce asla aklıma gelmezdi.' (Darvin,1896) .
Sosyal düşüncelerini 'bilim' üzerinden haklı gösterme çabasında olanların sıkça atıf yaptığı Darvinizm, 'en uygun olanın hayatta kalması' kavramını öne çıkarır. Bu, Darvinci dogmanın insan toplumlarına ve davranışlarına uygulanması anlamındaki Sosyal Darvinizm olarak bilinir.
Darvinci evrim spekülasyonunun en sinsi taraflarından birisi, insan ile hayvan arasındaki temel farklılıkları silme çabası içerisinde olmasıdır. Bu durum, insan ile maymun arasında bir mukayeseye davetiye çıkarmakla kalmamış, insanlar arasında da 'bilimsel' etiketli 'en yüksek' ve 'en düşük' tâbirleriyle tarif edilen ayırımları gündeme getirmiştir. Siyahlar ve Kızılderililer, beyazlardan 'daha düşük' olarak ayrılan ilk gruplar arasındadır. The Mismeasure of Man kitabında Gould, bazı antropologların beyaz ırkın 'üstünlüğü'nü ispatlamak için verilerini tahrif ettiklerini belirtir. Meselâ, beyin hacminin zekâ ile ilgili olduğunu varsayan (aslında ilgili değil) birçok antropolog beyazların kafatası hacmini kasıtlı olarak abartmış, buna karşılık Siyahların ve kızılderililerin kafataslarını gerçek boyutlarının altında göstermiştir. Böylece Sosyal Darvinizm, ırkçılığı 'bilim' yaftasıyla haklı göstermeye hizmet etmiştir (Menton,1997) .
Darvin ise, teorisinin bu şekilde kullanılmasına göz yummakla kalmamış, bizzat yazılarında ırkçı düşünceler ima etmiştir. İnsanın Türemesi adlı kitabının altıncı bölümünde Darvin, Goriller ve Siyahlar gibi 'ara formlar'ın ortadan kalkmasıyla, insanlarla alt sınıf maymunlar arasındaki boşluğun artacağını ileri sürmüştür: 'Bu kırılma giderek genişleyecek, ve uygarlaşmış Beyazlar ile Babunlar gibi alt sınıf maymunlar arasında cereyan edecektir.' (Darvin,1871) .
Yüksek (!) insan formlarının evrimini kabul ettirme çabasındaki Darvin'in kuzeni Francis Galton ise Öjenik Hareketin temellerini atmıştır. Öjenizm insan türü içinde seçici üretim yoluyla güçlü fertler inşa etmeyi hedefleyen bir anlayıştır. Galton, evliliği ve ailenin büyüklüğünü ebeveynin genetik niteliğine göre düzenlemeyi savunmuştur. Kontrollü üretimin, çiftlik hayvanlarında olduğu gibi, insanlara uygulanması durumunda mükemmel bir insan tipinin gelişebileceği tezini esas alan bu 'ana ırk' kavramı, yahudileri ve çingeneleri ortadan kaldırıp, 'saf Âri ırkı' oluşturma çabaları şeklinde Hitler tarafından Almanya'da tatbik edilmiştir. Dolayısıyla, Darvinizmin öncesi ve sonrasıyla sosyal etkileşim aktörü olduğu görülmektedir.
Sosyal Darvinizmi ilk defa Alman siyaset ve bilim adamları yirminci yüzyılın başında, Almanya'nın artan saldırgan militarizmini haklı çıkarmak için kullandılar. Alman ordusundan Friederich von Bernhardi, Almanya ve Önümüzdeki Savaş adlı kitabında evrim terimlerini kullanarak savaşın faziletlerinden bahsetti. Bernhardi, savaşın, Darvinci anlamda en uygun ferdin hayatta kalması gibi, biyolojik bir gereklilik olduğunu ileri sürdü. Ona göre, bitki ve hayvan âlemleri üzerinde yapılacak bir inceleme, savaşın evrensel bir tabiat kanunu olduğunu göstermeye yeterdi. Bernhardi'nin 1911'de yayınlanan kitabı, Almanya'nın resmî görüşü hâline geldi ve üç yıl sonra, Almanya Birinci Dünya Savaşı'na girdi.
İkinci Dünya Savaşı sırasında da, Sosyal Darvinizm Almanya'yı Faşizm şeklinde tesiri altına aldı. Hitler'in Faşizmi evrim teorisine dayandırdığı, gerek konuşmalarından gerekse Kavgam adlı kitabından anlaşılmaktadır. Faşizmi İtalya'ya getiren Benito Mussolini de Darvinizmden önemli ölçüde etkilenmişti. Şiddet uygulamanın yararlı bir sosyal dönüşüm için esas olduğunu düşünüyordu. Konuşmalarında Darvin'in sloganlarına yerveriyor, tabiattaki evrim süreciyle çeliştiğini düşündüğü barış çabalarını gülünç buluyordu.
Sosyal Darvinizm, Marksizm ve Komünizm üzerinde güçlü bir tesirde bulunmasaydı, toplumlar üzerinde bu kadar yıkıcı sonuçlar doğurmazdı. Engels ve Marks, Darvin'in Türlerin Menşei kitabını büyük bir coşkuyla karşılamışlardı. Marks Aralık 1860'da Engels'e yazdığı mektupta, 'Bu kitap bizim görüşlerimizin tabiat tarihindeki karşılığıdır' diyordu. Ocak 1861'deki mektubunda ise şunları yazıyordu: 'Darvin'in kitabı çok önemli, ve bana tarihteki mücadelenin anlaşılması açısından bir temel sağlıyor...Teleolojinin tabiat bilimlerindeki rasyonel anlamı da ilk defa açık şekilde izah ediliyor.' (Zirkle,1959) .
Marks şu üç noktada Darvinizme çok şey borçludur: 1) Âlem'in menşeine dair ateistik izah; 2) Varolmak için mücadeleyi esas alma; ve 3) İnsanların tedricî gelişimi (marksizm insanın refahının sınıf mücadeleleri ve devrim sürecinde kaçınılmaz ve tedricî şekilde geldiği üzerinde ısrar eder.) Aslında Marks Darvin'e öyle medyundur ki, Das Capital'i ona ithaf etmek istemiştir, fakat Darvin bunu reddetmiştir (Menton,1997) .
Marksizm ve Darvinizm arasındaki yakınlık 1970'lerin başında ortaya atılan 'sıçramalı evrim' teorisiyle bir kere daha görülmüştür. (Tabiatta gözlenmesi mümkün olmayan ve bir spekülasyon olarak kalan bu görüşe göre, evrim, değişimin olmadığı uzun periyodları kesen âni sıçramalarla olmuştur.) Teoriyi ortaya atan Stephen Jay Gould ve Niles Eldredge şunları ileri sürmüştür: 'Sıçramalı evrim, insan toplumlarına uygun düşen devrimci teoride olduğu gibi açık şekilde kesiklidir. Sıçramalı türleşme teorisinin birçok Rus paleontologu tarafından destek bulmasında şaşılacak bir yan yoktur. Aynı şekilde, bu bizim şahsî tercihlerimize de ters düşmemektedir; bizlerden biri (S.J. Gould) Marksizmi babasının dizleri dibinde harfi harfine öğrenmiştir.' (Niles & Gould,1977) .
Jeremy Rifkin de, evrim teorisinin sosyal önyargılar içerdiğini, tarım ekonomisinden kapitalist Endüstri Çağı'na geçişin gerçekleştiği bir dönemde yaşayan Darvin'in kendi devrinin bir mahsulû olduğunu, Victorya Devri'ne rengini veren kanaat ve düşünceleri yansıttığını belirtir. Bunlar: sürekli gelişme, rekabet, güçlü ve uyumlu olanın ayakta kalmasıdır. Otto Rank, evrim teorisinin, tabiat aynasına bakan ve burada kendi tavırlarının yansımasını gören zenginleşme yolundaki İngiliz toplumunun anlayışını temsil ettiğini söyler. Connecticut Üniversitesi'nden John Greene, 'Her bilim adamı gibi Darvin'in de tabiata, insana ve topluma kendi kültüründen kaynaklanan fikirler eşliğinde yaklaştığı şüphe götürmez bir gerçektir' der. (Rifkin,1984) .
Netice itibariyle, dünden bugüne evrim lehinde ortaya konan düşünceler göstermektedir ki, Darvinizm daha başlangıçta, canlılar âlemine, delillerini tabiatta bulan bir izah getirme teşebbüsü olmaktan ziyade, belli bir tarihî dönemdeki büyük toplumsal değişikliklerin tesiriyle getirilen bir yorum hüviyeti taşımıştır. Fakat zaman içinde bu noktada kalmamış, bir yandan ulûhiyyetin inkârında pozitivizm ve marksizme tabiat perdesi üzerinde payanda olmuş, diğer yandan da ırkçı mülâhazalara bilimsel kılıf görevi görmüştür. Dolayısıyla meselenin, sözkonusu yanları ihmâl edilmeden ele alınması, geniş kitlelerde görülen kafa karışıklığının giderilmesi açısından hayatî önem arzetmektedir.
Kaynaklar
- Darvin, F., (1896) - The Life and Letters of Charles Darvin. Francis Darvin editor, D. Appleton and Co., p.294.
- Darvin, C., (1871) - The Descent of Man. p.201.
- Gould, S.J., (1981) - The Mismeasure of Man. W.W. Norton and Company, New York, p.72.
- Menton, D.N., (1997) - The Religion of Nature: Social Darvinism. Missouri Association for Creation, Inc.
- Niles, E. & Gould, S.J., (1977) - -Paleobiology, Spring, Vol 3, p.145-146.
- Rifkin, J., (1984) - Algeny: A New Word, A New World. Penguin (Türkçe Terc.:Ali Köse, Darvinin Çöküşü. Ufuk Kitapları, İstanbul) .
- Zirkle, C., (1959) - Evolution, Marxian Biology, and the Social Scene. Univers.ty of Pennsylvania Press, p.86.
kara delik
14.09.2003 - 12:02KARADELİKLER BİR GÖK KAPISI MI
Prof.Dr. Osman Çakmak /Eylul Sızıntı 2003
Sema Kapıları
Kur'an-ı Kerim'de 'semanın görünmez kapıları'na dikkatimiz çekilir. Kapılar geçit yerleri olduğuna göre, 'sema kapıları' ifadesini; başka uzay-zamana, farklı boyut ve kâinatlara geçit noktaları olarak anlamak mümkün müdür? Kur'an-ı Kerim'de yer alan 'sema' teriminin, bugünkü mânâsı ile 'uzay-zamana' karşılık geldiğini söyleyebiliriz.
Bir türlü çıkamadığımız kâinatın dışına nihayet çıkabilecek bir kapı bulduklarını düşünen astrofizikçilere göre de, karadelikler bir uzay-zaman kapısıdır. Kur'an'ın rehberliğinde kâinattaki sırlara yorum ve açıklama getiren Bediüzzaman'a göre gökteki yıldızların bir kısmı Ahiret âlemlerine bakmaktadır.
Parelel Evrenler ve Karadelikler
Uzay gerilmiş bir ağa benzetilebilir. 'Çevir de gözünü semaya bak, bir çatlak, kusur görecek misin? ' (Mülk-3) âyeti uzay-zaman ağının son derece sağlam örüldüğününün de işareti olsa gerek.
Ağ, üzerine konan ağır cisimlerce eğip bükülüyorsa, adına sema dediğimiz uzay-zaman ağı da içine 'oturmuş' bulunan büyük kütleli gök cisimlerince öylesine eğilip bükülür. Karadelik sonsuz bir ağırlık anlamına gelmektedir. O bölgede uzay-zaman ağı eğilip bükülmekle kalmaz, âdeta yırtılıp çatlamakta, daha uygun bir tabirle delinmektedir. Delinmenin anlamı fizik kanunlarının geçerliliğinin kaybedilmesi, o yörede fizik ötesi âleme kapı açılmasıdır.
Karadeliklerin tesir sahasını bir 'huni' şeklinde tasvir edebiliriz. Bu bölgenin en geniş sınırı 'olay ufku'dur. Bir de çekim tesirinin olağanüstü arttığı, âdeta sonsuz hale geldiği bir bölge vardır ki, burası 'huninin' inceldiği uç kısmı teşkil eder ve 'tekillik' (singularite) ' adını alır. Tekilliğin ötesi farklı kanunların geçerli olduğu bir bölgedir. Bir kısım bilim adamının kanaatine göre karadelikler, kendi varlığı ve öz hacmi ile kendi 'dışına' taşmakta; 'uzay-zamanı' da beraberinde götürerek bizim âlemimize benzemeyen 'farklı' bir âleme geçiş kapısı görevi görmektedir.
Kozmoloji ile ilgili eserlerinden tanıdığımız ünlü fizikçi Paul Davies bu konuda: 'Uzay, çok karmaşık bir şekilde 'zamana' bağımlıdır. Uzayın 'gerildiği ve büküldüğü' gibi, zaman da 'gerilir ve bükülür.' demektedir.
Zamanın 'donarak' ebediyen durması, karadeliklerdeki tekilliğin (singularite) en belirgin özelliğidir. Zamanın durması, zamanın 'sabit' kalması; fizik kanunlarının geçerliliğini kaybederek; uzayın bütün öz ve özelliğini yitirmesi ve yepyeni bir başka kâinat'ın içine girilmesi demektir. 'Orası' bizim evrenimize hiç benzemeyecek, zaman, madde ve boyutlar farklı keyfiyete bürünecektir. Alıştığımız değer birimlerine sığmayacak özelliklere, fiziğin dar kalıpları ile açıklama getirmek zor görünüyor.
Kâinat dışına açılan 'kapı' arayan astrofizikçiler için karadelikler umut kapısı olmuştur. Esasen paralel evrenler, 'karşı' âlemlerin yani ahirete ait dünyaların varlığına işaret eden ilgi çekici bir husus olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bizim dışımızdaki evrenleri tasavvur etmek kolayca mümkün olmadığından, başka kâinatlar konusuna önceleri şüphe ile bakılmıştı. Ama bazı fizikçilerin kozmik ışınlar üzerinde sürdürdükleri çalışmalar ışıktan hızlı ışınların varlığını gösterdi. Üstelik matematikî denklemler de mücerret kâinatlara işaret ediyor, mücerret uzayları kabul etmeden ve dikkate almadan yapılan hesaplamaları yanlış çıkarıyordu.
Gelişen olaylar gittikçe ışık hızından binlerce ve milyonlarca daha hızlı mücerret elemanlardan kurulu ve örülü evrenlerin varlığına destek veriyor ve konuya sıcak bakan uzmanların sayısını artırıyordu.
Gelişen bilim, madde ve uzay konusunda yepyeni kavramlar getirdi. Önceleri maddenin bu kadar kısa ömürlü olacağı kimsenin hatırına gelmemişti. Madde gibi zaman dediğimiz sürecin karadelik çekimiyle başka bir akışa girmesinin sonsuz ve farklı boyutta dünyaları gündeme getireceği tahmin edilemezdi. Eskiden değişmez ve dokunulmaz ilân edilen ve âdeta ilahlaştırılan fizikî prensiplerinin karadeliklerde alt üst olacağı tahmin edilemezdi.
Bu kâinat niçin yaratıldı ve niye yok ediliyor? Beklenen karadelik kıyametinden sonra yeni bir yaratılış var mı?
Bu konular günümüzde sadece dinî sohbetlerde yer almakla kalmıyor, en modern astronomi merkezlerinde de yer alan tartışmalar arasında bulunuyor.
Mecerra yahut, Şemsü'ş-Şumus: Karadeliklerin ötesi
Uzayın dışına çıkabilecek tüneller olarak vasıflandırılabilen karadelikler kıyametle ilgili bazı hadislerin yorumunda bizlere ipuçları vermektedir. Bu ipuçlarıyla 'Mecerra ve Şemsü'ş-Şumus' konusuna bazı yaklaşımlarda bulunabiliriz. Ayrıca uzay ve kozmos ile ilgili âyet ve hadislerin üzerinde de bu çerçevede bazı yorumlarda bulunmak mümkündür.
İlk hadis müellifi olarak kabul edilen San'ani'nin kayıtlarında Peygamberimiz'in (sas) şu sözlerine rastlıyoruz: 'Bana günler sunuldu. Cuma gününü gördüm; onun güzelliği ve nuru hoşuma gitti. Orada siyah nokta şeklinde bir şey gördüm. 'Bu nedir? ' diye sordum. 'Kıyamet onun içinde' kopacaktır' denildi. Hadisin diğer bir geliş şeklinde, 'Cuma günü bir aynada bana gösterildi.' denmektedir. (Abdürrezzak San'ani, Musannef, III/256, No.5559,5560) .
Hadiste yer alan ve kıyametin onun içinde kopacağı belirtilen 'kara nokta' ile anlatılmak istenen nedir? İslamî literatürde yer alan 'Mecerra' ve 'Şemsü'ş-Şumus' tabirleri ile ne anlatılmak istendiği konusunda âlimler çeşitli yorumlar yapmışlardır. Kıyamet sırasında göğün yarılacağını, kapı kapı açılacağını ifade eden âyetin (Gök yarıldığı zaman -ve hep yapageldiği gibi- Rabb'inin buyruğunu dinlediği zaman) tefsirinde Hz. Ali (ra) 'nin göğün 'Mecerra'dan çatlayıp yarılacağı, açıklaması hayli dikkat çekmektedir. (Kadı Beyzavi, II/592; âyet için bkz. İnşikak.84/1-2) . Astrofizikteki gelişmeler çerçevesinde şimdi bu haberleri daha kolay kavrama imkânına sahibiz. Bilindiği gibi karadelikler için en belirgin özellik ağ şeklinde ve sağlam bir surette tesis edilen uzayın 'çatlayıp delinmesidir.' Mevcut bilgilerimize göre âyetlerin vurguladığı 'sema yarılmasını' şehadet âlemi olarak idrak ettiğimiz fizik dünyanın, yani uzay-zamanın değişerek farklı boyutlara kapı açılması olarak yorumlayabiliriz.
Kur'an bize her zaman ipuçları vermekte ve birçok yerde de bunların 'anlayan, akıl sahibi ve bilgili kimselere misâl, âyet (ipucu, delil) ' olduğunu tekrarlamaktadır. Enbiya-32'de 'Göğü de dengesizliğe düşmekten korunmuş bir tavan durumunda yaratttık.' ilâhî fermanı bu gök tavanının arkasında başka dünyaların varlığına akla kapı açmaktadır. Semanın yani uzay-zaman denen fizikî kâinatın sağlam bir yapıda olduğu yanında, 'çatlaksız' olduğu da (Mülk-3) açıkça anlatılmaktadır. 'Gözünü bir çevir göğe bak, bir çatlak görebilir misin? ' buyurulmaktadır. Ancak kıyametle ilgili ayetlerde, semada çatlamanın vuku bulacağı sürekli vurgulanır. 'Gün gelir, yeryüzü başka bir yere, gökler de başka göklere çevrilir.' (İbrahim,14/48) âyeti de kıyamet esnasında bu 'çatlaklarla' ahiret âlemlerine kapı açılacağı açıkca belirtmektedir.
Şemsü'ş-Şumus
Çok hassas ve ileri bir çekim ölçme cihazı olan Weber dedektörünü kendi galaksimiz olan Samanyolu'nun merkezine yönelttiğimizde belli şiddette bir karadeliğin bize ulaşan çekim ışımasını kaydederiz. Bu, galaksimizin tam merkezinde bir karadeliğin bulunduğuna işaret etmektedir.
Gerçekten de galaksimizin merkezinde çok şiddetli kozmik hadiseler cereyan etmektedir. Oradan alınan ışınlar merkeze yerleşmiş dev bir karadeliğin bulunduğunu göstermektedir.
Galaksimizin güneşi diyebileceğimiz bu karadeliğin tahminen üç milyon Güneş'e eşit kütlede ve birkaç ışık saniyesi (bir ışık saniyesi 300.000 km) çapında olduğu tahmin edilmektedir. Onun çekim gücünün büyüklüğünü anlamak için Güneş'in Neptün gezegenine yaptığı çekim tesirini ta on ışık yılı uzaktaki bir gök cismine uyguladığı söylenir. Karadeliklerin ağırlığını yani çekiminin şiddetini ise bir çay kaşığı kadar miktarı 40 milyar ton gelen nötron yıldızları ile kıyaslayabiliriz. Karadelikler, nötron yıldızlarından yüz binlerce defa daha ağırdır. Her karadelik gibi Samanyolu merkezindeki karadelik de durmadan yutmaya devam etmekte, gitgide büyümekte ve güçlenmektedir. Yani tesir sahası gittikçe artmaktadır. Uzun kırmızı ötesi (infrared) astronomisinin tesbitleri, her saniye Güneş Sistemi'nin 50 km hızla onun yutulma sahiline yaklaştığımıza göre, dünyanın sonu bu karadelik yoluyla mı olacak? sorusu gündeme gelmektedir.
Son yıllarda ortaya çıkan tesbitlere göre de dünyayı kendisine çekip götüren sadece galaksi merkezindeki karadelik değildir. Sürdürülen seri hesaplamalar ve hassas gözlem ve araştırmalarla, Güneş'in de kendi- ne has bir hareketi olduğu anlaşılınca, bi-lim dünyası büyük bir şok daha geçirdi. Güneş, Herkül Burcu yakınlarındaki ve ismine VEGA denen bir yıldıza doğru hareket halindedir. Güneş'in bu hareketinin, Kuzey Kutup Ekseni ile 37 derecelik bir açı yapacak şekilde gerçekleştiği ortaya çıkmış ve bu açıya bilimciler, 'solar apex' adını vermişlerdir. Güneş, işte bu Vega yıldızına doğru her saniyede 20 kilometrelik bir hızla hareket halindedir.
Güneş'in bu hareketine, çekim gücü sebebiyle sisteme dahil bütün gezegenler gibi üzerinde yaşadığımız yaşlı ve yorgun Dünya da iştirak etmekte; böylece Güneş Sistemi belli bir doğrultu boyunca, hiç şaşmadan, şaşırmadan yoluna devam etmektedir.
Güneş Sistemi galaksi merkezine doğru hareket etmekle birlikte bir miktar sapma göstermektedir. Acaba Güneş'imiz galaksi merkezine doğru olan rotasındaki aykırılığın kaynağı ne olabilir? Aykırılığı telâfi etmek için bizi çeken başka bir merkez daha olmalıdır. Bu eğer beyaz cüce veya pulsar olsaydı görülürdü. Eğer bu bir kara cüce yahut nötron yıldızı olsaydı, uzun süreçler gerektirirdi. Bu çok zayıf ihtimal göz ardı edilirse, tek bir açıklama kalıyor geriye... Bu bir karadelik olmalıdır.
Bir karadelik veya mini mini bir kara nokta, her zaman her yerde birden karşımıza çıkabilir. Aniden burnumuzun dibinde veya yanı başımızda bitebilir. Karadeliklerin ışıyan yıldızları itip-kakma örneği, evrende çok yaygın olup, şimdi tahmin ettiğimizin on ile yüz katı daha çok olması beklenmektedir: Karadelik uzmanı Kipp Thorne'a göre en ihtiyatlı bir ölçümle, yalnız Samanyolu kollarında bir milyon karadelik bulunmaktadır. Kısacası evren, tasavvurumuzun çok üstünde karadelik barındırmaktadır.
Güneş'imiz diğer güneşlere göre istisna olarak tektir. Güneş'imizin bir ikizi nin olması gerektiğini gök bilimciler kabul etmişlerdir. Güneş'imizin yakınlarında bir yıldız ışıması olmadığına göre 'Güneş'in eşinin' erkenden bir karadeliğe dönüştüğü üzerinde durulmaktadır. Uranüs, Neptün, Plüton gezegenlerinde de çekim dengesizliğinden söz edilmektedir.
Güneş Sistemi'mizde kaç tane gezegen olduğunu dahi doğru dürüst bilmemekteyiz. Plüton gezegeninden sonrasını göremiyoruz. Güneş Sistemi'mizde bugün bilinen dokuz gezegen vardır. Ancak bu çok eski bir bilgidir. Bazı uzmanlara göre Güneş Sistemi, on iki gezegenden ibarettir. Bunlardan birisinin parçalandığı tahmin edilmektedir. Tietz-Bode, Güneş Sistemi'nin çapını Dünya ile Güneş arasını bir birim kabul ederek 374,8 birim olarak hesaplamıştır. Plüton gezegeninden sonraki mesafeye tam üç gezegen sığmaktadır.
Meselenin başka bir boyutuna gelince, Güneş Sistemi'nde on iki gezegenden söz eden Bediüzzaman, Güneş'in manzumesiyle beraber Şemsü'ş-Şumus'a hareket ettiğini Kur'an'ın işareti olarak dile getirmektedir.
Şemsü'ş-Şumus'u çok daha büyük bir yıldız olarak kabul ettiğimizde erken ölüme mahkum olmuş ve karadeliğe dönüşmüş Güneş'in ikizi olacaktır. Büyük yıldızların yakıtlarını küçüklere nisbetle çabucak bitirdiğini bu yüzden de 'ölüme' erken gittiğini burada belirtelim. Hatırlatacağımız diğer bir nokta ise, büyük yıldızların sonunun karadelik haline gelmektir.
'Veşşemsu tecri limüstekarrin leha' (Yasin 38) âyeti (Güneş de bir delildir onlara, akar gider yörüngesinde) Güneş'in manzumesiyle beraber Şemsü'ş-Şumus'a doğru hareketine işaret eder.'
Diğer açıklamalara da göz atalım:
'..Ta Şemsü'ş-Şumus'un mihveri üstündeki elli bin seneden ibaret bir tek yevmine kadar eyyam-ı Rabbaniye vardır.' (Barla Lahikası,325) :
Dünyanın ömrü ise Şemsü'ş-Şumus'un hareket-i mihveriyesi ile hâsıl olan eyyam iledir. (Barla Lahikası,326) :
'Ve Şemsü'ş-Şumus'a tâbi ve âlem-i bekadan ayrılıp küremize bakan dünyaların ömrü, Şemsü'ş-Şumus'un işarat-ı Kur'anîyede ile her bir günü 50.000 (elli bin) sene olmasıyla...'
'Şemsü'ş-Şumus'a tâbi dünyaların bekâ âleminden olduğu ve dünyamıza baktığı...'
Bu ifadelerden çıkardığımız sonuçları şu şekilde özetleyebiliriz:
- Güneş sistemi topluca Şemsü'ş-Şumus'a doğru yol almaktadır.
- Şemsü'ş-Şumus ahiret ve bekâ âlemlerindendir. Yaşadığımız fizikî dünyadan farklı bir âlemdir ve önemli görevler yüklenmişlerdir.
- Şemsü'ş-Şumus'ta geçerli zaman akışında bir gün, bizim ölçülerimize göre elli bin seneye eşittir. Buralarda zaman olağanüstü genişlemiştir. Bu zaman ölçüsü başka ayetlerde meselâ meleklerin sürati için dile getirilmektedir. Bu hızın, bekâ âlemlerinin, nurun hız ve zaman akışı olduğunu düşünebiliriz.
Tarihî kayıtlarda Rabbü'ş-Şıra adlı bir güneşten söz edilir. Eğer gerçekten böyle bir güneş var idiyse, şu anda böyle bir güneşin görünmemesini, onun karadelik haline gelmesi ile açıklayabiliriz. Bilindiği gibi fezada bütün yıldızlar çift olarak bulunurlar. Güneş neden istisna olarak tek yıldız halinde bulunuyor? Eğer Güneş bir istisna olarak yaratılmamışsa onun da bir eşi olmalıdır ve Güneş'ten daha büyük bu ikiz şimdi karadelik olarak yerini almış olabilir. Uzayda birçok örneği görüldüğü gibi, daha önce karadelik haline gelen yıldız, zamanla eşini kendine doğru çeker ve sonunda onu bütünüyle yutar.
Galaksi merkezindeki karadelikten başka,6.000 ışık yılı uzaklıkta bulunan Cygnus X-1 çift yıldız sistemindeki mavi dev HDE-226868 en yakınımızdaki karadelik olup, dünyada görebildiğimiz ikizinden devamlı surette madde yutmaktadır. Bu karadeliğin ikizinin yuttuğu maddenin içeri girerken sıkışarak ısınması sonunda dışarı çıkardığı âdeta ölüm çığlığı niteliğindeki röntgen ışınları, dünyadan kolaylıkla gözlenebilmektedir.
Yakın zamanlarda ortaya çıkarılan bir diğer gerçek ise çok daha şaşırtıcıdır.1987 yılının bir sabahında, dünyanın önde gelen yedi bilim adamı, Washington' da bir araya geldi. Tartıştıkları konu şuydu: İçinde Güneş gibi 200 milyar yıldız barındıran Samanyolu, tarifi imkânsız bir hızla uzayda nereye gidiyordu? Astrofizik alanında isim yapmış bu yedi uzman, kısa süren bir tartışmadan sonra çalışmalarını ortak bir raporla bilim dünyasına duyurmaya karar verdiler. Samanyolu yıldız adası, saniyede 700 kilometrelik bir hızla,300 milyon ışık yılı uzaktaki Hydra-Cenaurus adı verilen bir galaksinin de ötesinde bir bölgeye doğru büyük bir hızla sürükleniyordu. Bu bölgede, on binlerce galaksiyi içine alacak büyüklükte, şimdiye kadar görülmemiş olağanüstü çekim gücüne sahip bir cisim vardı. Sonraki yıllarda yapılan çalışmalarda bu çekim sebebinin bir karadelikten kaynaklandığı anlaşıldı. Bu karadeliğin adına Büyük Çekici mânâsında 'Great Attractor' adı verildi. Samanyolu'nun bu hareketine ise Garip Özel Hareket manasında 'Peculiar Motion' dendi. Takip eden birkaç sene içindeki çalışmalar en az 900 galaksinin bu Büyük Çekici'nin tesiri altına girdiği- ni ve korkunç hızlarla ona doğru sürük- lendiğini ortaya çıkardı.
Mecerra
'Gökler kapı kapı açılır, her tarafı kapı haline gelen gökten melaike orduları birden indirme yapar.' (Nebe,78/19) âyetine göre açık kapısı olmayan ve geçit vermeyen uzay-zaman dört boyutlusunun kıyamet günü açılacağı ilk etapta akla gelmektedir.
Nebe-19'da, 'Gök kapı kapı açılacaktır.' ayetinin kozmik izahını nasıl yapabiliriz? 'Gök kapılarının' ne olduğu konusunda tefsirleri incelediğimizde birçok müfessir, açık ve yakın manalardan ziyade uzak manalara yer verir. Peygamberimize atfedilen 'mecerra' ifadesi üzerinde yoğunlaştığımızda bazı ipuçlarına ulaşabiliyoruz. Tefsir yorumcularından bazılarına göre 'mecerra' ile Samanyolu kastedilmektedir. Yaptığımız araştırmada, Kuran'ın ilk yorumcularından ve bizzat Peygamberimiz'den (sas) ders almış olan İbn-i Abbas'ın açıklamalarını konumuz açısından dikkat çekici buluyoruz. Peygamberimiz'in (sas) ifadelerine göre 'Mecerra' sema kapısıdır ki, sema buradan yarılacaktır. Taberani'nin eserinde bulunan bir sözü ise şöyledir: 'Gökte bulunan mecerra, arşın altındaki yılanın teridir (salyası) .'
Peygamberimiz (sas) o gün anlaşılmasında zorluk bulunan ince ve yüksek hakikatları çoğu kere teşbih ve mecazlar yoluyla anlatmıştır. Karadelikler için yapılacak en uygun benzetmelerden birisi de 'yılan' lâfzıdır. İki uzayı birbirine bir tünel-hortum şeklinde bağlama özelliği sebebiyle karadelikler için bilim dünyasında 'Worm hole' yani 'solucan deliği' tabiri kullanılmaktadır. Yılan bünyesine göre iri şeyleri yutabilmekte ve yutulan şeyi 'dar ve uzun bir tünelden' geçirmektedir. Karadeliklerin Şehadet Alemi'ni Arş'a bağlayan tünel olduğu ihbarı da bu hadisin ifadesinden sezilebilir.
Geometrik çekim dengesinin bozulmasıyla -Genel Relativite'nin de ispatladığı üzere- göklerin uzay-zaman düzlüğü Kuran'a ait ifadeyle, dürülebilir ve bir kâğıt gibi buruşturulabilir, yıldızlar yerinden düşer. Çünkü gök cisimleri cazibe ipleri ile hassas bir şekilde birbirine bağlanmıştır. Karadeliklerin müthiş çekimi bu dengeleri alt üst edebilecek kuvvettedir. Karadelikler konusunda dünyada ileri derecede uzmanlaşmış birkaç kişiden birisi olan Stephen Hawking Zamanın Kısa Tarihi adlı eserinde, kâinatımızda 'görülen' yıldızlardan daha fazla karadeliğin mevcut olduğunu belirtir. Hatırlayalım ki, sadece bizim galaksimizde 200 milyar görünen yıldız var! Bu durum tabii ki, ilim adamlarını 'Acaba kıyamete bir adımlık mesafe mi kaldı? Siyah deliklerde kaybolan madde, ısı ışık nereye gidiyor? Bunlar gerçekte yokluğa mı gidiyor? ' diye de sormak mecburiyetinde bırakıyor.
Nitekim astrofizikçiler, bir türlü dışına çıkamadığımız kâinatın, belki de dışına çıkabileceğimiz bir kapı bulduk diyorlar. Meselâ Kur'an'da geçen 'göğün görünmez kapıları' siyah delikler ise, o zaman ahiret âlemleri fazla uzağımızda bulunmuyor demektir.
'Karadeliğin tekilliğinden sonra ne vardır? ' sorusuna, 'Hiçbir şey yoktur.' şeklinde verilen bir cevap herhalde hiç kimseyi tatmin etmez. İspatı şimdilik yapılamayan ancak ağırlıklı desteklemelerle ileri sürülen ve çok sayıdaki bilim adamının inandığı 'Akdelikler' (White Holes) gündemin ilk maddesini oluşturuyor. Tartışmalar şu noktada odaklaşıyor. Diyorlar ki, karadeliğin tekilliği bir başka evrenin bir başka tekilliği ile dar bir tünel şeklinde, kum saati gibi birleşmiştir. Bir başka evrenin tekilliği, o evrenin akdeliğidir. Akdelikler, karadelikler gibi çevresindeki her şeyi yutmazlar. Aksine onlar, kendisine ulaşan her şeyi dışarı püskürtüp fırlatır. Karadeliğin aksine çok aydınlık olan bu bölgelerde çekme yerine itme ve kaldırma söz konusudur. Buradaki çekime gravitasyon diyorduk. 'Oradaki' özellik çekiş değil itiştir (levitasyon) .
Akdelikler aslında Big-Bang gibi yeniden doğuşu temsil etmektedir. Ayet-i Kerime, âlemin toplanıp dürüldükten sonra tekrar ilk haline iade edileceğini bildirmektedir. 'Gün gelir, gök sahifesini, tıpkı kâtibin yazdığı kâğıdı dürüp rulo yapması gibi düreriz. Biz ilkin yaratmaya nasıl başladıysak, diriltmeyi de Biz gerçekleştiririz. Bu, üzerimize aldığımız bir vaaddır. Bunu gerçekleştirecek olan da Biziz.' (El Enbiya,104)
Toplam 1546 mesaj bulundu