Seu Kuyt Adlı Üyenin Nedir Yazıları - Antoloj ...

  • elif şafak

    26.09.2003 - 13:08

    Bir hafta Zaman'da bir hafta (sonları) Radikal iki de yazıyor...

    1971 yılında Strasbourg'da doğdu. ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü'nü bitirdi. Yüksek lisansını aynı üniversitede Kadın Çalışmaları Bölümü'nde yaptı. İlk (öykü) kitabı Kem Gözlere Anadolu 1994 yılında, ilk romanı Pinhan 1997'de (İletişim) , ikinci romanı Şehrin Aynaları 1999'da (İletişim) üçüncü romanı Mahrem (Metis) 2000 yılında basıldı. Elif Şafak, Pinhan ile 1998 Mevlana Büyük Ödülü'nü kazandı. Halen İstanbul Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü'nde araştırma görevlisidir ve ODTÜ Siyaset Bilimi Bölümü'nde doktorasını sürdürmektedir

  • Angels Ashes / angela`nın külleri

    26.09.2003 - 13:01

    Frank Mccourt...
    Yazarın kendi hayat hikayesini anlattığı, tum çıplaklığıyla...
    Yaşadığı sefaleti gözler önüne seren..

  • alev alatlı

    26.09.2003 - 12:54

    Ahmet turan Alkan ın dediği gibi eger turkiye de bir 'tink tank'(düşünce üretme merkezleri) kurulsa buraya ilk alınacaklardan biri O olurdu.Gerçekten düşünen biri.

  • ahmet turan alkan

    26.09.2003 - 12:53

    Bu yazısı da gerçekten üzerinde düşünülmesi gereken bir yazı..Oldukça güzel bir noktaya dikkat çekmiş: Acaba subaylara verilen sosyal bilimler vd emir komuta zincirine zarar verebilir mi?

    Türk ordusu: Bir dünya markası

    İç tehditleri bastırmaya yönelik operasyonlar ve ideolojik yörünge düzeltme gayretlerine mâtuf “darbe”ler hariç tutulursa, Kore’den beri Türk Silahlı Kuvvetleri’nin hep milli sınırlar dışında görev üstlenmesi gerçeğinin altını çiziyorum:

    Kore, Kıbrıs, Somali, Bosna, Kosova ve Afganistan’dan sonra Irak’ta yeni görevler üstlenmesine dair tartışmalar, Türk ordusunun yavaş yavaş bir “dünya markası” haline gelmeye başladığını gösteriyor; yeni fonksiyonuna uygun olarak ordunun temel eğitimden taktik ve stratejik hedeflere kadar açılan yelpazede yeniden yapılanması ihtiyacı âşikârdır ve Genelkurmay Başkanı Özkök'ün,30 Ağustos konuşmasında “yeni konsept ve doktrinler üretilmesi” gerekliliğine işaret eden sözleri bu çerçevede değerlendirilmelidir. Özetle şöyle diyor Orgeneral Özkök: “Yeni dünyada akıl, bileğin gücünü etkisizleştirirken kendi gücünü yüceltmekte, kan ve barut kokusunun yerini bilgi ve itidal almaktadır.”

    Kendini referans gösteren kişileri hep istihzaya değer bulmuşumdur ama 9 Haziran 2003 tarihli Aksiyon dergisinde “Kalem İşleri” sayfasında yayınlanan, “Muhariplik ruhu ve sosyal bilimler eğitimi birbiriyle bağdaşabilir mi? ” başlıklı yazım, zannımca konu itibariyle Türkçe literatürde benzeri pek nâdir özellik taşıdığı için zikre mecburum; konuya zengin bir tartışma boyutu getirebileceği düşüncesiyle bu yazının anafikrini ifade eden satırlarını iktibas etmemi hoşgörüyle karşılayacağınızı ümit ediyorum:

    “Bugünün askerliği, dünden çok farklı; buna bağlı olarak askerî eğitim süreçlerinde çoğu gelişmiş teknoloji kullanmayı kolaylaştıran ve doğrudan muharebe ruhuyla ilgisi bulunmayan branşlarda subaylara birikim kazandırılması elbette çok tabii, hatta gereklidir. Türk Silahlı Kuvvetleri bu bakımdan dünyanın örnek orduları arasında gösterildiği gibi pek çok dost ülkeden öğrenci kabul etmesiyle göğsümüzü kabartıyor. Ne var ki yüksek lisans ve doktora eğitimi esnasında hukuk, iktisat, işletme, siyaset bilimi, yönetim gibi sosyal bilimlerde akademik kariyer yapmanın, muhariplik ruhuyla doğrudan ilişkisi olmadığı, hatta tam aksine bu ruhu zayıflatacağı kanaatini taşıyorum. Orduyu yönetenler, ordunun mümkün olduğunca dışa bağımlı kalmadan kendi işini görebilmesi için bu tarz eğitimi teşvik etmiş olabilirler. Muhtemelen haksız bir yorum sayılsa bile, askerlerin iş başa düştüğünde ekonomi yönetimi, para ve finans gibi konularda sivillere muhtaç olduğu, özellikle askerî müdahale dönemlerinde bu bakımdan sıkıntı çektikleri yolundaki söylentiler de bu ihtiyacı hatırlatmış olabilir. Netice itibariyle sosyal bilimler, birden fazla doğru ihtimâlinin her zaman geçerli olduğu, gerçeğin birden fazla çehreyle arz–ı endam edebildiği bir disiplin olduğu gibi, her nevi sonuç hakkında rahatça spekülasyona imkân veren yanıyla öğrencide düşünce esnekliği zemini oluşturmayı hedeflemiştir; keza sosyal bilimlerin ‘Hümanist’ yani insan merkezli bir karakteri vardır ve bu yönüyle sosyal bilimlerde uzmanlaşmak, öğrencide esasen mevcut bulunan ‘muhariplik’ ruhuyla zaman zaman çatışma içine girecektir. Sosyal bilimler, hakkıyla tedris edildiğinde öğrencide bir asli karakter halini almaya başlar ve ikinci meşgale, ilkinin yerini işgal edebilir. Diğer yandan sosyal bilimle ciddi surette uğraşmak, seviyesi ne olursa olsun bir ‘think tank’, yani bir beyin fırtınası faaliyeti sayılır. Yedeksubaylığım süresince bize öğretilen en mühim askerlik prensibinin ‘emri mütalâa etmemek’ olduğunu hatırlıyorum. Birlikte görev yaptığımız genç muvazzaf subaylarla biz asteğmenler arasındaki en mühim fikri fark, işte bu ‘emri mütalâa’ meselesi etrafında yoğunlaşırdı. Bu kanaatlerin ışığında ordu mensuplarının, muharebe ruhunu zayıflatabilecek branşlarda ihtisas eğitimi görmelerinin yanlış olduğunu düşünüyorum.”

    Yanlış anlamak, hiç anlamamaktan daha kötüdür: Orgeneral Özkök’ün konuşmasında çizdiği TSK’nın yeni vizyonunu tarif ederken, “... geniş bir spektrumda görev yapabilecek derecede teşkilatlanmış, beka kabiliyeti yüksek, güvenli ve kesintisiz komuta–kontrol sistemine sahip, yaratıcılık özellikleri ön plana çıkmış, teknolojiyle barışık ve inisiyatif kullanabilen liderlere sahip (...) seçkin bir milli güç unsuru” şeklinde niteliyor. Bu nitelik çerçevesi doğru ve isabetlidir; endişem, yeni konsept uygulamasının zamanla “muharebe” ruhunu zaafa uğratacak biçimde yorumlanabilme ihtimâline dikkat çekmektir sadece.

    Zira “yeni dünya düzeni”nde Türk ordusunun yükselen bir “dünya markası” niteliğini kazanmasına çok ihtiyacımız olacak.

    01.09.2003/Zaman

  • ahmet turan alkan

    26.09.2003 - 12:50

    Koku ile alakalı yazısı..
    Ben düşündüklerimi yazıya dökmemiştim; ama o dökmüş, işte:

    Kimya Değil Simya
    Kokuların olmadığı bir dünyada yaşıyor olabilirdik pekâlâ. Hüznün bile resmini yapabilen bir ressam günün birinde bulunabilir ama altında kuru tezek yanan bir sacın üstünde pişen yufkanın kokusunu resmedecek sanatçı anasından hiç doğmayacaktır. Koku ne işe yarar öyleyse; yoksa gülün gülden nâzik hâtırı için mi yaratılmıştır? Koku vardır çünkü eşyâyı niteler; eşyânın öteki boyutudur; eşyânın ve bütün varlıkların bir başka mânâsı kokusunda olsa gerektir.

    Önünden geçerken takım elbiseli, kravatlı olmadığınıza hayıflandıracak derecede statü havaları basan birbirinden şık mağazalarla, şık giyimli insanlarla, granit kaldırım döşemeleriyle kaplı bir caddede yürürken bir an nereden geldiğini asla kestiremeyeceğiniz, boğulmakta olduğunuza hükmettirecek kadar burun düşürücü, keskin ve kötü bir koku, o mıntıkayı nitelemektedir bana göre. Mıntıkanın rûhudur o. Evet, etrafta pahalı parfümler, pahalı losyonlar, hatta uzaklarda bir yerde efildemekte olan ıhlamur çiçeklerinden bahar rüzgârının kopup getirdiği gönül çelen rayhâlar ekseriyettedir ama kim bilir hangi mazgaldan münasebetsizce yükselen lâğım kokusudur ki sair güzelliklerin nasıl bir ambalaj hünerinden ibaret olduğunu hatırlatacaktır.

    Yanık egzoz dumanı, bize endüstri ihtilâlinin henüz sona ermediğini ihtar etmektedir; yerin yedi kat dibinde petrolleşmeye âmâde mineral gölleri olduğu müddetçe azman petrol şirketleriyle otomotiv sanayii hokkabazları bize bu kokuyla yaşamamız gerektiğini hep hatırlatıp duracaktır.

    Tâze ekmeğin râyhâsı, buğdayın aslen bir cennet meyvesi olduğuna delildir; ekmek hep güzel kokar. Teknede mayalanan hamurun geniz yakıcı ekşimtırak kokusunda ekmeğe ve emeğe selâmın sesi vardır.

    Kimya fabrikalarının çelik tanklarında haddeden geçirilip damıtılarak damlası bilmem kaç milyon liraya satılan bütün kozmetik ürünlerinde tasannu’ sezilir; tasannu’ yani yapma çiçeklerin sahte güzelliği. Pahalı şişelerde ambalajlanıp satışa sunulan insanın kendisine duyması gereken saygıdır sûretâ; içtenliksiz nezâket, plastik yaldızları andıran bir tebessüm...

    Emeğin kokusu, soğan–sarmısağın kaderine benzer; ne onlarla ne onsuz yapabiliriz; adları kötüye çıkmıştır, kırk kere kırklansalar nâfiledir.

    Bana İstanbul’un aslî kokusunu kim tarif edebilir meselâ; “İstanbul’una bağlı” diyeceklere peşinen hürmet ederim. Bin bir çehreli İstanbul, her çehresinde bir başka kokuyu imbiğinden süzmektedir. Bir yüzü hanımelidir, öteki yüzü küf; kıyılarında iyotla zift, içlerinde insan çürüğü ile servi reçinesi. “Servinin de reçinesi olur mu? ” demeyiniz; âlem–i imkândır bu, olmaz olmaz! Bütün renklerin, kokuların, zenaatların ve güzelliklerin harman olduğu yer; bütün çeşnilerinin üstünde İstanbul tek kokuya indirgense nedir o? Bilemem, ama her ne ise, işte odur; büyük ihtimâlle yerin birkaç metre altında balçığa bulanmış can çekişmektedir İstanbul’un ruhu.

    Biz eşyanın ruhunu, onun kokusundan bilebiliriz ancak.

    Aksi olsaydı, savaş sonrasının bîtap Almanya’sında yayınlanan birkaç demiryolu dergisinin basıldığı kuşe kâğıdının sırt dikişine yakın yerinde hâlâ koklayabildiğim asitli selüloz kokusu, bende “baba” kavramıyla bu kadar özdeşleşemezdi. Şerhi hem uzun hem şahsidir; belki de o yüzden bütün kara trenlerin lokomotif dumanında, istim buharında demiryolcu babalar terler dururlar.

    Acaba koku dediğimiz şeyde, geçmiş zamanların, insanların, hadiselerin ve yerlerin bilgisi mi şifrelenmiştir; burun, bir hâfıza, hatta düpedüz zekâ avadanlığı mıdır ki, olmadık bir yerin olmadık bir saatinde burun hücrelerimize temas eden koku partikülleri, beynimizin çoktan kapalı sandığımız bölümlerinde uyuya kalmış hücreleri uyandırmakta ve gerçekte hiç yaşanmadığını sandığımız hayat tablolarını bir rüyâ sahnesinin aralığından bize seyrettirebilmektedir?

    Herkes kendi listesini yapsın isterse; benim çocukluğum maltız dumanıdır, keskin sirke, asitfinik, henüz suya basılmamış Sümerbank patiskası, vişne çürüğü, Nuri Leflef kundura cilâsı, kukaya bulanmış esans, pelit hışırtısı, kavak efiltisi, çürümeye yüz tutmuş bostan gazeli, margarin ve kiremit kırığının saçma sapan gibi görünen terkibi...

    Yaşanmış olan sadece hatırlanandır; bizatihi yaşanan değil. Kokular bu yüzden kimyâya değil, düpedüz “simyâ”ya dairdir.

    29.06.2003/Turkuaz

  • üç şey

    26.09.2003 - 10:26

    1
    2
    3

  • üç şey

    26.09.2003 - 10:25

    Batman
    Superman
    Spiderman

  • üç şey

    26.09.2003 - 10:24

    iyi kötü çirkin

  • evanescence

    26.09.2003 - 10:20

    'Bring Me to Life'

    Arkadaşlara sordum:'siz atlar mıydınız? ' diye hiç kimse evet demedi; ama ben evet demiştim..

    iyi sölüyorlar

  • umut bağımlısı

    25.09.2003 - 19:30

    Geleceklerin bekleyenleri olmasaydı, ümit olur muydu!
    *Ümit öyle bir tohumdur ki, filizlendiği yeri çatlatır, ona acı verir; ama onu asla öldürmez
    ÇAH

  • üç şey

    25.09.2003 - 19:17

    ...bim bam bom...

  • üç şey

    25.09.2003 - 19:17

    şer ekseni felluce, tikrit, bagdad

  • üç şey

    25.09.2003 - 19:16

    semavi dinler
    İslamiyet
    Hıristiyanlık
    Yahudilik

  • üçgen

    25.09.2003 - 19:11

    dörtgen olamamış bir ucube..

    yuvarlanamamış bir rijit..

    düzleşememiş bir statükocu..

    noktalaşamamış bir kendini beğenmiş...
    boyutunu üçleyememiş bir inançsız[malum baba, oğul kutsal ruh; tabii hıristiyanlar için inançsız(yureklis; yani benim tasvirim bu) ]

  • sancı

    25.09.2003 - 19:08

    acı..

  • biri bizi gözetliyor

    25.09.2003 - 19:02

    Kim sizi gözetliyor?

    Eee tabii o kadar kameranın karşısına geçp her halinizi ortaya dökerseniz izleyen elbet olur..Sonra da gel sen biri bizi gözetliyor de..

  • telefon

    25.09.2003 - 18:45

    telli(kablolu) bir çalgı;
    insanlar 'alo' lar eşliğnde biribirlerine kendi şarkılarını söylüyorlar ve telleri titreştirmek için seslerini kullanıyorlar..
    Yani konuşularak çalınan bir çalgı..

  • umut bağımlısı

    25.09.2003 - 18:38

    Ümidi en buyuk zillet gorenleri kıskandırırcasına yaşayabilen; ama kelime'umut bağımlısı' olunca biraz negatiflik içeriyor.Belki de umit etmekten bıkmış olanlar ve bundan bir turlu kurtulamayanları anlatıyor..Umut bağımlısı olmak guzel mi? Güzel olsa gerek bağımlı olmak ama bağlanmamak(şebnem in bir şarkısında geçiyordu, tam tersi: bağlanmak ama bağımlı olmamak da olabilir; ama ben bu şekilde kullanmak istiyorum)
    ..
    Eger umutcular(baliciler, hayalperestler) olmasaydı; hiç koca bir şatado kapalı kalan prenses beyaz atlı prensini umabilir miydi; hayır; ya Koca Osmanlı da kalan ve onu canları pahasına olsun koruyan insanlar bu özgür ve mutlu(!) ülkeyi ummamışlar mıydı?

    Bağımlı olun, ümide bağımlı olun..çünkü dedindiği gibi sizi öldürmeyen sizi güçlü kılar

  • umut bağımlısı

    25.09.2003 - 18:31

    Yaşamayı bilen..

  • umut bağımlısı

    25.09.2003 - 18:31

    Zayıf..

  • yol

    25.09.2003 - 18:16

    ödüülü bir film..sanırım turkiye de şu ana kadar cevrilmiş en iyi 10 film içerisine girdi..

  • istiklal caddesi

    25.09.2003 - 18:11

    İnsanların yuzlerine bakın..
    Eger iyi bir gözlemciyseniz iyi bir hikaye bile çıkartabilirsiniz o caddeden..
    gogol un da buna benzer bir hikayesi var, o da rusyada sanırım petersburg ta olan muhim(unlu) bir caddeyi anlatmıştı..

  • istanbul teknik üniversitesi

    25.09.2003 - 17:43

    Basketbol 1.liginde takımı olan ve daha önceden turkiye şampiyonlukları yaşamış bir üniversite..Genelde İstanbul Teknik yerine 'teknik üniversite' derler ya da denir

  • fizik

    25.09.2003 - 17:39

    Az daha olsa okuyacağım bölümdü; ama tercihlerimi değiştirmemi söylediler..onlara göre turkiye de bilimadamı aç kalırmış, ben de değiştirdim; şimdi o bakalım muhendislik

Toplam 1546 mesaj bulundu