Turkiye O'nun gol attığı tek maçlar içinde tek bir maçı kaybetti(turkiye1-2 isveç)
O Turk futbolunun gelmiş geçmiş en buyuk oyuncusu..
Turkiye yi Avrupa Şampiyonası çeyrek finaline(2000) taşıyan 2 golun sahibi- ki birini kaleciden bile yukseğe zıplayarak kafa ile inanılmaz bir gol atan feno men
Serbest kursu adına buyuk bir kazanım.
insanlar kalıcı olmak için hep iyi yanlarını gösteririken, o bir tokat gibi ben kötüyüm vs diye çıktı; ama onun yaptığı da 'hepiyici' lerden farklı değildi..
Eger ki iyi ve kötüyü en sade şekliyle oynayabilseydi, ismi unutulmayanlar arasına yazılabilirdi..
Adını 'tutunamayanlar' romanını tanıtmaya çalışan bir kızın turkçe dersindeki sözlerinden duydum.
O da bir tutunamayana benziyordu..
Ne de olsa tutunamayanlar kendilerinden olanları görürler..
Bir Ermeni Teröristin İtirafları; Arşavir Şıracıyan; Söyleşi: Bernard Lewis
Kastaş Yayınları; Anı-Günce-Mektup, Etnik Gruplar-Azınlıklar, Politika, Sosyal Bilimler, Genel, Genel Tarih, Tarih, Siyasal Bilim, Seyahatname;
Türkçe (Orijinal Dili Fransızca) 340 s.10.5 x 19.5 cm. İstanbul, Mayıs 1997 ISBN: 975763966X,1. Baskı
İslam Dünyasında Yahudiler; Bernard Lewis; Yayına Hazırlayan: Mete Tunçay
İmge Kitabevi Yayınları; Tarih, İslam-Tasavvuf, Genel Tarih, Diğer Dinler, Osmanlı Tarihi, İslam Tarihi, Dinler Tarihi, Din, Osmanlı Öncesi Türk Tarihi;
Türkçe (Orijinal Dili İngilizce) 276 s.13.5 x 19.5 cm. Ankara, Nisan 1996 ISBN: 9755331433,1. Baskı
İslam Tarihi / Kültür ve Medeniyeti / (4 Cilt Takım): A. K. S. Lambton, Bernard Lewis
Kitabevi Yayınları; Başvuru Kitapları, Genel, Tarih, İslam Tarihi, Din, İslam-Tasavvuf, Sözlükler;
Türkçe (Orijinal Dili İngilizce) 4 s.1. Hamur 16 x 24 cm. İstanbul, Aralık 1997 4 Cilt,2. Baskı
İslam Tarihi Kültür ve Medeniyeti (4 cilt): A. K. S. Lambton, Bernard Lewis, P.M. Holt
Kitabevi Yayınları; Din, İslam-Tasavvuf;
İstanbul,1997,16x23 cm,480+480+400+480 sayfa, Türkçe, Karton kapak.
İslam'ın Krizi; Bernard Lewis
Literatür Yayıncılık; Tarih, Dünya Tarihi, İslam Tarihi;
Türkçe; 148 sayfa; ISBN No: 975-04-0182-4; Bernard Lewis; İstanbul 2003
İslam'ın Siyasal Söylemi; Bernard Lewis; Tercüme: Ünsal Oskay
Cep Kitapları; Din, İslam-Tasavvuf, Tarih, İslam Tarihi;
Türkçe (Orijinal Dili İngilizce) 192 s.12 x 19.5 cm. İstanbul,1993 ISBN: 9754800812,1. Baskı
Küreselleşme ve Terör / 2 Cilt Takım / Terör Kavramı ve Gerçeği / Terörizm, Saldırganlık, Savaş; ; Derleme: Ariel Dorfman, Arundhati Roy, Bernard Lewis, Samuel P. Huntington, Tarık Ali, Temel Demirer, Umberto Eco, Vanessa Redgrave, Zbigniew Brzezinski
Ütopya Yayınevi; Sosyal Bilimler, Siyasal Bilim, Ortadoğu-Asya, Genel;
Türkçe 697 s.13.5 x 19.5 cm. İstanbul, Aralık 2001 ISBN: 9758382675,1. Baskı
Küreselleşme ve Terör / Terörizm, Saldırganlık, Savaş / 2. Kitap; Bernard Lewis, Tarık Ali, Temel Demirer, Umberto Eco; Derleme: Arundhati Roy, Bernard Lewis, Tarık Ali, Temel Demirer, Umberto Eco, Zbigniew Brzezinski
Ütopya Yayınevi; Politika, Sosyal Bilimler, Siyasal Bilim;
Türkçe 333 s.13.5 x 19.5 cm. İstanbul, Aralık 2001 ISBN: 9758382691,1. Baskı
Müslümanların Avrupa'yı Keşfi; Bernard Lewis
Birey Yayıncılık; Genel Tarih, Tarih;
Türkçe 362 s.13 x 19.5 cm. Erzurum,1997 ISBN: 9757849529
Ortadoğu: Hırıstiyanlığın Doğuşundan Günümüze 2000 Yıllık Tarihi; Bernard Lewis; Tercüme: Mehmet Harmancı
Sabah Kitapları; Genel, Coğrafya, Ortadoğu-Asya, Sosyal Bilimler, Politika, Tarih, Genel Tarih;
Türkçe (Orijinal Dili İngilizce) 336 s.15.5 x 24 cm. İstanbul ISBN: 9757238260
Ortadoğu'nun Çoklu Kimliği; Bernard Lewis; Tercüme: Mehmet Harmancı
Sabah Kitapları; Politika, Sosyal Bilimler, Ortadoğu-Asya, Genel;
Türkçe (Orijinal Dili İngilizce) 109 s.2. Hamur 15 x 23.5 cm. İstanbul, Eylül 2000 ISBN: 9755790950,1. Baskı
Yılların oryantalist profesörü Bernard Lewis yeni kitabı 'What Went Wrong / İş Nerede Bozuldu? ' ile yine tarih gündeminde.
ŞEBNEM ŞENYENER/NEW YORK
Lewis, İslam’da reform girişimlerinin neden sonuçsuz kaldığını irdelerken, 'suçlama oyununa' bölgeden iki cevap verildiğini, birinin İran’ın başını çektiği kötü İslam’a karşı iyi İslam, diğerinin Türkiye’nin başını çektiği laik demokrasi olduğunu vurguluyor.
Edward Said, emperyalist bakış açısı olarak nitelendirdiği Oryantalizm’in otoriter ve ırkçı fikirleri sorgulamak yerine güçlendirdiğini anlattığı 'Oryantalizm' adlı kitabını 'Doğuyu tekrar tekrar doğulaştırmaktan kaçınmak şarttır... Oryantalizmin çözümü Batıcılık değildir. Oryantalizmin ancak bir anlamı olabilir, o da bilgiyi indirgemeye ve daraltmaya yönelik çekiciliğinden ibarettir...' değerlendirmesi ile bitirmişti. Princeton Üniversitesi profesörü Bernard Lewis’in 'İş Nerede Bozuldu? ' adlı üç eski konuşmasından oluşan yeni kitabının gördüğü ilgi bu tartışmanın bitmek söyle dursun bütün hararetiyle devam ettiğinin bir kanıtı.
Lewis’in soruları
İslam dünyası yüzyıllar boyunca askeri ve ekonomik dünya gücü olmakla kalmayıp kültür ve sanatta, medeniyet bilimlerinde de lider durumunda iken, Hıristiyan Avrupa bu büyük gücün kuzey batı sınırında, barbarlığın ve karanlığın egemen olduğu ıssız bir toprak parçasından ibaret, ne korkutacak ne de ders alınacak vaziyeti yokken birdenbire bu denge neden tümüyle değişti? Nasıl oldu da Batı sadece askeri değil ekonomik alanda da zafer üstüne zafer kazanmakla kalmayıp, gerek kamu gerek kişisel hayatta her konuda ileriye geçti? Kitaba bu sorularla başlıyor Lewis.
Kitabının ilk bölümünde islam dünyasının Batı’nın üst üste kazandığı zaferlere, ilerlemelere kulak asmadığını, sağır kaldığını, bu sağırlığı zaman zaman dil farklılığına bağladığını örnekliyor. Avrupa üniversitelerinde Doğu dillerine büyük ilgi gelişirken, Oryantalist adıyla akademisyenler yetişirken, Doğu’da 'Batıcı' denilen uzmanların çok yakın zamana dek olmadığını vurguluyor.
Sonra geleneksel Batılı bakış açısını yeniliyor: Batı’nın kültürel mesajı özellikle de demokrasi ile ilgili olanı Müslüman toplumlarda işleri daha da zorlaştırdı. Müslüman toplumları yönetenler din ve devlet işlerini birbirinden ayırmakta, kadınların yerini değiştirerek topluma dahil etmekte, fikirlerin özellikle de sevimsiz fikirlerin özgürce değiş tokuşunda zorlandılar. Lewis’e göre Müslüman dünyasında reform yolundaki girişimleri, küresel eğilimlere ayak uydurma çabaları zayıf kaldı. Gerek Osmanlı gerek Arap ve İranlı aydınların reform çabaları ve Müslüman dünyasının kendi üstünlüğünü kaybettiğine hayıflanması özellikle 18. yy.’da çalınan alarm çanları, Müslüman toplumunda cevap bulamadı. Reform hareketi iki karşıt kampı ortaya çıkardı: Batı’ya ayak uydurmaya çalışanlar ve adaptasyonu, takliti, modernliği gerilemenin temel sebebi olarak gören, Muhammed’in yolunu kaybeden yöneticileri suçlayanlar. Lewis’e göre bütün bunlar bir suçlama değil, suç arama da değil, tarafsız bir akademisyenin bulguları.
Milliyetçiliğin yükselişiyle birlikte, Araplar’ın suçu onları yüzyıllarca Batı’dan habersiz yönetip uyutan Türklerin üzerine attığını, Türklerin uygarlıklarındaki durgunluğun kabahatini Arap geçmişin getirdiği tembelliğe yüklediklerini, İranlıların eski uygarlıklarını Araplar, Türkler ve Moğollar yüzünden yitirdiklerini düşündüğünü vurgulayan Lewis, kimsenin kabahati kendinde aramadığını da belirtiyor. Bu şekilde bir 'suçlama oyununun' başladığını anlatıyor. Suçu karmaşık yerlerde arayanların dini ve islam’ı suçladığını vurgularken bir yandan da şu soruyu soruyor: Eğer din suçluysa orta çağlarda İslam dünyası niçin dünyanın en önde gelen kültürüydü?
İslam’ın ulvi mirası
Yazar, İslam’da söz söyleme özgürlüğünün mevcut olduğu Ortaçağ günlerini hatırlatarak gerektiğinde Yahudilerin, Hıristiyanların dahi özgürlük için İslam dünyasına sığındığından örnek veriyor. Lewis, sosyalizm ve milliyetçiliğin güvenilirliğini yitirdiği şu dönemde bu soruya iki güçlü cevap çıktığını, birinin bütün kabahati İslam’ın ulvi mirasını terkedilmesinde bularak, hakiki ya da hayali geçmişe dönüşü savunan İran ve diğer köktenci hareketler ve rejimler, diğerinin ise kendini en iyi şekilde Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyetinde gösteren laik demokrasi olduğunu söylüyor.
Suçlama oyununa katılmadığını iddia etmesine rağmen, Lewis çözümün Müslüman toplumunun kendisinde yattığını belirterek şöyle sonuçlandırıyor iddialarını: 'Ya nefret, kızgınlık, kendine acıma, fakirlik ve sömürüye devam ederek sorunlu bir geleceği tercih edecekler ya da acılarını, haksızlıkları, aralarındaki ayrımları bir kenara bırakıp yeteneklerini, enerjilerini ve kaynaklarını ortak bir yaratıcılığa sevkederek hem kendilerine hem de dünyaya bir yarar sağlayacaklar. '
Acaba, Usame Bin Ladin ve Bernard Lewis’in iki karşı kutuptan savunduğu gibi iki karşı kültürün çatışması mı tanık olduğumuz olaylar?
Amerika’da, en çok merak edilen konuların başında, AK Parti’nin değişim serüveni geliyor.
Bunu bildiğim için Princeton’da yaptığım Türk Siyaseti ve Medyasında Değişim Dinamikleri başlıklı konuşmamın ikinci bölümünde, AK Parti’nin nasıl olup da 9 ay gibi kısa bir sürede ‘İslamcı’ siyasetten ‘muhafazakar demokrat’ çizgiye geldiğini analiz etmeye çalıştım.
Özetle, AK Parti’nin siyasal anlamda yaşadığı değişim tecrübesinin Türkiye’de sosyolojik bir karşılığının olduğunu, Milli Görüş rayından Menderes–Özal hattına makas değiştirmesinin, bir yanıyla 28 Şubat’ın öğretici tecrübesinden, ama esasta, İslam geleneğinin Türkiye’de hiçbir zaman Ortadoğu’daki gibi tepkisel İslamcı hareketlere yaslanmamasından kaynaklandığını anlattım.
AK Parti’nin genç ve eğitim düzeyi artan Türkiye’de, halkın içinden gelen bir hareket olarak bir yandan siyaset mühendisliğine kafa tuttuğunu, diğer yandan toplumsal değerlerin savunucusu olarak çevreyi merkeze taşıdığını belirttim. Bu değerlerin içinde kaçınılmaz olarak dinî değerlerin de bulunduğunu, fakat AK Parti’nin Refah Partisi’nden farklı olarak sadece dinî değerler üzerinden siyaset yapmadığını, bir yandan Avrupa Birliği’nin yılmaz savunucusuna dönüşürken, diğer yandan dinin ideolojik yorumlarından kaçındığını, bu yüzden de muhafazakar demokrat bir kitle partisine dönüşebildiğini vurguladım.
Bütün bu analizlerden sonra iki gazetecilik gözlemimden bahsettim.
Ve tartışma da o noktada başladı!
Birinci örneğim, Refah Partisi’nin iktidara geldiği dönemde Didim’de açılan Caprice Otel’di. Dinî değerlere uygun yaşayan insanların tatil ihtiyacını karşılamak amacıyla kurulan Caprice bir ilk olarak çok büyük tartışmalara sebep olmuştu. Kadınlar için ayrı plaj ve havuzu bulunan Caprice’i, laik Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı tehdit olarak görenler derhal kapatılmasını isterken, oteli muhafazakar çevreleri modern yaşama entegre eden bir mekan olarak görenler tam tersini savunmuştu.
Kurulduğu yıllarda Caprice keskin ve katı uygulamalarıyla çok dar bir kesimin ilgisini çekti. Fakat zamanla sayıları giderek artan benzer otellerle Caprice modeli daha esnek ve kozmopolit bir anlayışla dinî duyarlıklara sahip geniş bir kitleye hizmet eder hale geldi. Böylece ayrımcılık yerini hoşgörü ve birlikte yaşamaya bıraktı. Dinî duyarlıklarla, tatil ihtiyacı arasında sıkışan geniş bir kitle, modern tatil kültürüne entegre edilmiş oldu.
İkinci örneğim Amerika’ya gitmeden hemen önce dikkatimi çeken iki tabelaydı. İstanbul’un en kozmopolit ve tarihî yerlerinden Beşiktaş’ta AK Parti ilçe teşkilatı tabelasının hemen yanı başında bir tabela asılı duruyordu; Erotic–Shop!
Evet, evet; AK Parti Beşiktaş İlçe Binası, yanı başında duran erotik malzemeler satan bir dükkanla yan yana görünüyordu. Bu birlikteliğin çok katmanlı okunması gerektiğini belirttim.
Bir kere Batı’da zannedildiği gibi Türkiye kapalı bir ülke değil. Bir erotic–shop İstanbul’un en kozmopolit meydanında açıkça görünebiliyor.
İkincisi, AK Parti gibi İslamcılıkla suçlanan bir siyasi hareketin tabelasıyla yan yana durabiliyor.
Üçüncüsü, ana omurgasını dinî duyarlıkları yüksek, muhafazakar bir kitlenin oluşturduğu AK Parti Beşiktaş yönetimi böylesi bir birlikte görünme durumundan rahatsız olmuyor.
Eminim bu görüntüden rahatsız olacaklar da vardır, mesela böylesi bir tabloyu İstanbul’un Fatih, Ümraniye ya da Sultanbeyli ilçelerinde görmek zor. Dolayısıyla Türkiye ve AK Parti’yi anlamaya çalışırken değerlendirmelerimizi mümkün mertebe benzer fotoğraflar ve dar kavramlarla değil, farklı açılardan çekilmiş görüntüler ve geniş bir perspektifle yapmamız gerekiyor.
Bütün bu anlattıklarıma sizlerin tepkisi ne olur bilmiyor ve cevabınızı bekliyorum; ama önce Bernard Lewis’in tepkisi. Anlattıklarımı etkileyici bulduğunu belirten Lewis ‘Geçenlerde bir Türk gazetesinde okudum. Bir imam hatip hocası İslam devleti kurulmasını öneren bir kitap yazmış, haberin var mı? ’ dedi.
‘Evet, o haberi ben de gördüm, böylesi marjinaller her zaman olabilir; ama geneli temsil etmez. Nitekim bahsettiğiniz hoca hakkında soruşturma başlatıldı.’ dedim. Bunun üzerine o kitabı bulup bulamayacağımı sordu, ben de bulunabileceğini, isterse kendisine gönderebileceğimi belirttim, çok memnun olacağını söyledi.
Arkasından AK Parti–erotic shop birlikteliğine akıl almaz bir yorum getirdi: ‘Seks shopların ne tür ürün sattığına baktığınızda bunların daha çok erkek dünyasına hitap ettiğini görürsünüz. Şeriat da daha çok erkek dünyasına hitap ettiği için bu birliktelik gayet normal! ’
Prof. Abraham Udovitch benden önce atılarak Lewis’e haksız yorumundan dolayı tepki gösterdi. Neler mi dedi?
Sizden gelecek yorumlarla onu da bir sonraki yazıya bırakıyorum...
Washington’da SND ödül töreni, New York’ta 11 Eylül Anma toplantısı derken, bu kez Türk Siyaseti ve Medyasında Değişim Dinamikleri üzerine konuşmak için Princeton Üniversitesi’ndeyim.
Yakındoğu Çalışmaları Direktörü Prof. Şükrü Hanioğlu’nun nazik daveti üzerine,3 Kasım seçimlerinden sonra Türkiye’de yaşanan değişimin arka planını anlatacağım.
Amerika’da, özellikle de üniversitelerde yaygın olan hoş bir gelenek vardır; öğle arasını yemek eşliğinde bir prezantasyon ve akabinde yapılan tartışmayla geçirmek. Kısaca luncheon diyorlar. Hanioğlu’nun önerisi üzerine sunumumu bu geleneğe uygun yapıyorum. Tabii konuşmacı olarak mönüde bulunan güzelim somondan feragat etmeyi baştan kabul etmiş oluyorum!
Gerçi salona girip, dinleyicileri görünce balığı falan unutuyorum ama midemin guruldamasına yine de engel olamıyorum!
Ha gurultu açlıktan mı, yoksa her biri sahasında otorite olan Princeton’lu seçkin dinleyici topluluğu karşısında konuşacak olmamdan mı derseniz, inanın ben de bilmiyorum! Yanı başımda, modern Türkiye tarihi üzerine yazılmış en kapsamlı kitap, Emergence Of Modern Turkey’nin yazarı Bernard Lewis oturuyor. Princeton’da olduğunu,87 yaşına rağmen arka arkaya kitaplar çıkardığını biliyorum ama böylesi toplantıları kaçırmadığını tahmin edemiyorum.
Lewis’in yanında İslam Deniz Hukuku konusunda otorite sayılan Abraham Udovitch ve Amerika’nın iki ay öncesine kadar Afganistan büyükelçiliğini yapmış Robert Finn oturuyor. Allah’tan yanı başlarında Princeton’da doktora yapan İtalyan asıllı gazeteci Claudia Gazzini’yi görüyorum da meslektaş dayanışmasıyla gurultuları bastırıyorum!
Konuşmamın ilk bölümünde, AK Parti’nin zaferiyle sonuçlanan 3 Kasım seçimlerinden sonra yaşananları anlamak için, Susurluk Kazası’ndan 28 Şubat’a, Marmara Depremi’nden,2001 Ekonomik Krizi’ne uzanan süreci doğru ve bütünlüklü analiz etmenin gerekliliğine dikkat çekiyorum.
Özet olarak şunları anlatıyorum: 3 Kasım seçimleri öncesi Gallup’un yaptığı ankette halkın güven sıralamasında siyaset (% 47) ve medya (% 42) dibe vurdu. Susurluk kazasıyla ortaya çıkan mafya–polis–siyasetçi üçgeni politikacılardan sonra devlete olan güveni de zedelemişti.
Kirli ve karanlık ilişkilere yaslanan Susurluk Kazası, siyaset bilimi literatürüne Derin Devlet kavramını hediye etti. Oysa aynı dönemde siyaset ve medyanın gündemi rejim tehdidiyle belirlendi. Bu tehdidin psikolojik bir savaşın sonucunda kurgulandığı bugün daha iyi anlaşılıyor ama Refah Partisi’nin provokatif politikalarının da etkisiyle, asker sivil ilişkisi kopma noktasına geldi.28 Şubat kararları literatüre Post–modern Darbe kavramını hediye etti.
Ne acı ki, Ağustos 1999’da Marmara depremiyle psikolojisi sarsılan Türkiye, kısa bir süre sonra Cumhuriyet tarihinin en büyük ekonomik kriziyle karşı karşıya kaldı. Banka–Siyaset–Medya üçgeninde kurulan akıl almaz soygun, Türk halkına 50 milyar dolarlık bir bedel yüklerken, literatüre Hortumculuk olarak geçti. Her iki kirli üçgenin odağında bulunan siyaset sınıfı işte bu nedenle topyekün tasfiye edildi. % 52’lik bir oranla kurulan DSP–MHP–ANAP koalisyonu,3 Kasım seçimlerinde %15’i zor buldu.
Güven sıralamasında siyasetçilerin bile gerisinde bulunan medya ise banka hortumculuğunun gölgesinde ciddi bir sorgulamayla karşı karşıya kaldı.20’nin üzerinde batık bankanın 6’sı, ödeme yapma sözüyle hapisten kurtulmuş medya patronlarının eseri.30 yıldır tirajı yerinde sayan medyanın imajı yerlerde sürünüyor.
Bu arada RP’den kopup muhafazakar demokrat kimlikle siyaset yapan AK Parti, AB uyum paketleri ve ekonomik reform çalışmalarıyla siyasete olan güveni 26 puan yükselterek % 73’lere çıkarmış bulunuyor.
Peki AK Parti takiyye mi yapıyor?
Marjinal bir kitle dışında bu soru artık anlamını yitirdi. Sorulması gereken; ‘AK Parti hangi oranda değişti ve bu değişimin koordinatları nedir? ’ Konuşmamın ikinci kısmında medya ile birlikte AK Parti’nin değişim koordinatlarını analiz ettim. Gazetecilik gözlemlerimle süslediğim analiz, özellikle Lewis’in manidar soru ve yorumlarıyla hararetli ama bir o kadar da keyifli bir tartışmaya dönüştü. Önyargılı bulduğum yorumundan dolayı bir Lewis’e, bir de önümde soğuyan güzelim somona baktım. Prof. Udovitch, Lewis’in saldırgan yorumuna dayanamayarak benden önce sözü alıp savunma yapınca, ben de fırsattan istifade balığa saldırdım. Fakat balığın soğukluğu, tartışmanın harareti ile ısınmadı. Ben de daha sıcak olanı seçtim.
Lewis ile neyi mi tartıştık? O da bir sonraki yazıya...
Bir elinde kalem, öbüründe kılıç: Son entelektüel öldü
Ölen o muydu yoksa entelektüel camiada boynu bükük kalan Filistinli çocuklar mı? Ölen o muydu yoksa açtığı çığırda dünyanın dört bucağında onun izinden yürüyen onbinlerce cesur beyin mi? Ölen o muydu yoksa yaşadığımız çağın mürailiklerini hiçbir taviz vermeden zalimlerin yüzüne haykıran ortak vicdanımız mı?
Edward Said bugün ölmüş. Üzgünüm. Hayır, zannettiğiniz gibi “Yaşasaydı kimbilir daha ne değerli eserler verecekti? ” gibi her ölünün ardından söylenmesi adet olmuş dolmalara itibar ettiğim için değil. Beni üzen, artık onun gibi hakiki bir “entelektüeli” bulmak için daha çok bekleyecek oluşumuz. Her gün birer birer dönen, dökülen, saçılan –yalnız Türkiye’de değil, dünyada da böyle durum- aydınların cirit attığı bir zamanda onun gibi benzersiz bir profilin artık yaşamadığına üzülüyorum.
David Barsamian, kendisiyle yaptığı dizi röportajları “The Pen and the Sword” (Kalem ve Kılıç) başlığı altında kitaplaştırırken Said’in bu yönüne çengelliyordu dikkatimizi.
Hele çağımızda, diyordu kendisi, entelektüelin sorumluluğu çok daha ağırlaşmıştır. Çünkü içinden çıktığı ve kendisini sorumlu hissettiği toplum, iktidarın manipülasyonuna o kadar açık hale gelmiştir ki, entelektüelin uyarı ve muhalefet görevi daha hayatî bir meseledir artık. Halkın sesinin boğulduğu, kendisini temsil edemediği, iktidarın bilgi bombardımanına maruz kaldığı ve zulümlere razı olmaya zorlandığı bir zamanda Said entelektüelin görevini, bu oyunu bozmak ve çoğunlukla yitirdiğimiz bir tür eleştirel ve siyasî düşünümü (teemmülü) topluma geri getirmek olarak koyuyordu.
İyi ama bunu başkaları da yapmıyor muydu zaten? diye sorabilirsiniz haklı olarak. Said’i büyük yapan nokta, entelektüelin sorgulama görevini altını çizerek vurgulaması değil, aynı zamanda entelektüelin bir “davası” olması gerektiğini ve bu dava uğruna mücadele ederken ne entelektüelliğinden, ne de davasından hiçbir taviz vermeden yoluna devam etmesiydi.
Kudüs doğumlu (1935) Protestan bir Filistinli olarak Amerika’ya gitmiş, orada hem de Yahudi lobisinin ağırlığından dolayı adı Columbia Juniversity’ye çıkmış olan bir üniversitede, hem de Filistinli bir Arap olarak İngiliz Edebiyatı bölümünde profesörlüğe kadar yükselmiş ve burada Amerikalılara İngiliz edebiyatını öğretme makamına yükselmiştir. Ama bütün bunları birilerine veya hükümete yaranmak suretiyle değil, bileğinin hakkıyla, aynı zamanda da Filistin davasının en büyük müdafilerinden birisi olarak yılmadan mücadele ederek, her mahfilde ezilen halkının çığlığını dünyaya duyurmaya çalışarak gerçekleştirmiştir ki, bence asıl zor olan da budur.
Hatta bence bu, çığır açan ve sosyal bilimlerin gövdesinde bir daha kapanmayacak bir yarık meydana getiren “Oryantalizm” (1978) adlı kitabı yazmaktan da büyük bir olaydır.
Yine de “Oryantalizm”in hakkını yemek doğru olmaz bu duygusal yazıda. Aslında hem İslamiyat ile ilgili alanlarda, hem de sosyal bilimlerin hemen bütün alanlarında (coğrafya dahil) Oryantalizmin bir Doğu imajı var ettiğini ve bu imajı, dünyaya ve en önemlisi de Doğu’nun kendisine gerçek Doğu imiş gibi lanse ettiğini ortaya çıkartan, Oryantalizmin masum bir araştırma alanı olmadığını, aynı zamanda siyasî manipülasyonun tam da göbeğinde bulunduğunu haykıran da Edward Said’den başkası değildi. Hasılı, sosyal bilimlerde S.Ö. ve S.S., yani Said’den Önce ve Said’den Sonra diye derin bir yırtılmadan söz etmek mümkün.
Aynı zamanda Kültür ve Emperyalizm, Haberlerin Ağında İslam, Filistin Sorunu gibi kitaplarıyla yıllarca Türk okuyucusunun gündemine oturmuş bulunan Said’in beni en fazla etkileyen kitaplarından birisi “Entelektüel”dir. Bu kitabında, dönmüş ve dönmekte olan entelektüellere unutulmaz sözler sarfetmişti. Bu kitabı özellikle hızla savrulanların ve herşeyi davasının değil, kendisinin etrafında döndürmek isteyenlerin dikkatle okuması gerekiyor sanıyorum.
Edward Said ölmüş dün gece. Onunla birlikte yeryüzü, tam da kalemini bukalemun yapanların cirit attığı bir zamanda kılıçlaşan bir kalem ve kalemleşen bir kılıcı da kaybetmiş oldu.
Mazlumların ve mazlumların yanında olanların başı sağolsun!
İlk baskısı Okar Yayınları tarafından 1979'da yapılan 'Yürekte Bukağı',1980 yılı 'Sait Faik Hikaye Armağanı'nı kazanmıştı. Sanat ve Edebiyat alanında dağıtılan ödüllerle, ödülü kazanan ürünün değeri arasındaki ilişki tartışmalı bir mesele olsa da, 'Tomris Uyar, Türk öykücülüğünün en önemli isimlerinden' tesbiti tartışılamaz.
1941'de İstanbul'da doğan yazar, Yeni Kolej ilkokulunu bitirdikten sonra High School'a devam etti, liseyi ise Arnavutköy Amerikan Koleji'nde tamamladı.1961 yılına denk gelen bu tarihte başladı çevirilerine. Aynı tarihlerde İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü'ne de yazıldı. Türkiye'nin tanınmış edebiyat dergilerinin hemen hepsinde öykü, deneme ve eleştirileri ile yer alan Tomris Uyar'ın ilk öyküsünün yayınlanış tarihi 1965'tir.1969'a kadar R.Tomris imzasını kullanan, çeviri, öykü ve tiyatro dallarında çok sayıda ödüle değer görülen, hikayeleri yabancı ülkelerde de yayınlanan Tomris Uyar, dünya edebiyatının önemli ve zor ürünlerinden yaptığı başarılı çevirilerle edebiyatımıza katkıda bulunmaya devam ediyor.
Akıp Giden Günlerimiz
'Yürekte Bukağı' kitabında on hikaye yer alıyor. İlkinde, ayrılmış iki sevgilinin birlikte geçirdikleri bir kaç saat süresince, ilişkilerinin tarihini dinliyoruz kadının belleğinden. Hikayenin anlatıcısı kadın, hem bu öğle yemeğinde, hem geçmiştedir; bir yandan yaşadıklarını anımsar, bir yandan birlikteliklerinin bu son anlarında olup bitenleri nakleder okuyucuya. Tomris Uyar, klasik hikaye anlatımından farklı olarak, bir konuya vurgu yapmaz; karşılıklı konuşmalar ve kadının belleğindan yansıyanlarla yaratır hikayesinin atmosferini. Konuşmalar, susuşlar, duygulanışlar, davranışlarla birlikte, o yaşanan anı; 'karşımdakinin de yüzü kızardı. susuyoruz. Yersiz bir kahkaha, bir bardağın kırılışı, bir cankurtaran düdüğü de bozamaz bu sessizliği. Olaylarla değil, imgelerle, iç susuşlarla kuruldu çünkü' diye canlandırır.
'Güneşli Bir Gün', 'iletilmeyen sözcüklerden, küfünden, akan kanlardan, yıllardır dışarı sızdırılmayan işkence çığlıklarından, duvarlardaki aşı boyası yazılardan bir salgı yayılan' bir kentte,80 öncesi Türkiye'sinin atmosferinde ve çok kısa bir zaman diliminde anlatılır. Hızla geçip giden otobüsün penceresinden jandarmalar arasındaki tutukluyu gören yolcuların yorumları, toplumsal aidiyetleri ile düşünceleri arasındaki uyumları ile verilmiştir.
'Süt Payı' adlı öyküde, toplumun farklı bir kesimi öne çıkar. 'Şavruli'si ile birlikte yaşlanan şöför Kazım efendi, onun yaşadığı mahallenin sütçüsü Sultan, Sultan'ın tembel kocası Abbas, kızları Güler, yoğurtçu Ahmet, artık bu yaşamdan bıkıp kaçan Ömer ağa, bir gecekondu mahallesini, oradaki kanıksanmış ama zorlu hayatı bütün renkleriyle resmederler.
Zaman akışının iç içe geçtiği 'Ayşe Haklı', orta sınıftan insanların tekdüzeleşen ve tekdüzeleştikçe yıpranıp tükenen evliliğin hikayesi olmuş. Diğerlerinde olduğu gibi, konu yine önemsizleşiyor. Tomris Uyar, insan hayatlarının akıp giden günlerle birlikte nasıl değiştiğini, başlangıçlarla sonlar arasındaki uçurumu, değişimin bireyler üzerindeki etkilerini; sonunda birbirlerine karşı duydukları istek, cinsellik ve kıskançlık bile kalmayan insan teklerinin psikolojisini araştırıyor. 'Akan Sulara'da ise, sürüp giden, zaman içinde aşınan, düşüncelerle sözler arasındaki açıklığın giderek arttığı, belki yalnızca güvenlik duygusu ve alışkanlıklar nedeniyle bitemeyen bir başka evlilik var.
Hayatın hızlı bir biçimde değiştiği bir dünyada, bu dünyaya ayak uyduramayanların hüznü yansıyor 'Ilık, Yumuşak Kahverengi Şeyler' hikayesinde. Bir çocuğun gözünden, dedesi ve Bahriye teyze arasındaki adı hiç konulmayan aşka tanık oluyoruz. Bir takım değerler adına kaçırılan ve artık yaşanması mümkün olmayan bir anın her iki ihtiyarda da derin izleri olduğunu doğrudan dile getirmiyor ama çok iyi anlatıyor Tomris Uyar. Yine geçmişte kalan yaşanmamış bir aşkın varlığını sezdiren 'Dikkat Kırılacak Eşya' adlı öyküdeki okul arkadaşlarından biri ayak uydurmuştur zamana; O artık iş adamıdır. Yıllar sonra gerçekleşen karşılaşma anında, Tomris Uyar, kadının sözlerine ve düşüncelerine hiç yer vermez, hikaye, bütünüyle adamın kendisiyle bir hesaplaşması, daha doğrusu bir aklanma çabası olarak kurulur. Kadının sessiz varlığı karşısında adamın bilinçakışı ile sürdürülen savunma, makam odasını duruşma salonuna çevirir.
Son iki hikaye birbirlerini tamamlar nitelikteler. 'Uzun Ölüm' ve 'Yürekte Bukağı', Marmara denizindeki adalardan birine atanan banka müdürü Enis Bey'in, ada halkı ile kurduğu ilişki ile başlayan değişimin ama hiç değişmeyen yalnızlığının hüzünlü hikayesidir. Fittzgerald, Faulkner, Bachmann ve Lapierre'in metinlerinden alıntılarla kurulan 'Yürekte Bukağı' ise, Enis Bey'in adasında farklı nedenlerden kaynaklanan bir yalnızlığı yaşayan hikaye anlatıcısının kıstırılmış duygularını aktarır. Anlatıcı -kadın yazar-, 'bayalığın mümkün olduğunu ve bunun kendisine erişebileceğini, hatta şimdiye kadar sık sık kendisine yaklaştığını anlıyor; ama bu kez bayağılık zorla üzerine atılıyor ve boğuyor onu'...
Anlatım Özellikleri
'Yürekte Bukağı' da toplanan öyküler, Tomris Uyar'ın hikaye anlayışını çok iyi yansıtıyorlar. Hiç bir hikayede okuyucuyu seçtiği konu ile etkilemeyi düşünmüyor yazar. Konuyu mümkün olduğunca ortadan kaldırmaya çalışıyor. Çünkü, Uyar'a göre; 'en yetkin yapıtlar, en az malzeme taşıyanlardır; anlatımın düşünceye yaklaştığı, dilin düşünceye yaklaştığı ve onunla kaynaştığı oranda parlak oluyor alınan sonuç'.
Elbette bir konunun öne çıkmayışı, yazarın anlatmak istediği bir sorunsalın da olmadığı anlamına gelmiyor. Tersine, Tomris Uyar'ın ele aldığım bu kitabında, içinde yaşanılan toplumsal duruma yöneltilmiş -karamsar- bir eleştiri hemen belli ediyor kendisini. Bütün hikayelerde bu dünyanın anlamı, daha çok da yaşantı tarzlarının anlamsızlığı sorgulanıyor. Toplumsal, zamansal ve siyasal olanın çok açık bir biçimde görünmeyişinin ama varlığını da hep hissettirmesinin altında yatan 'sihir', yazarın kişilerin iç dünyalarından ve onların bilinçlerinden yola çıkmasında; anlatım tekniğini de iç monologlar ve bilinç akışı olarak seçmesinde bulunabilir.
Başlarda da belirttiğim gibi, Tomris Uyar, yenilikçi bir yazar. Klasik bir hikaye anlatıcısı değil; olay, mekan, zaman üçlüsünü farklı biçimde harmanlıyor. Bireyi toplumla ilişkisi içerisinde ele alırken, sıradan; herkesin yaşadığı veya yaşayabileceği olayların ardındaki gerçekliği, bilinçaltında gizlenen duygu ve düşünceleri açığa çıkarıyor. Böyle bir teşebbüsün başarıya ulaşması da bir anlatım ustalığını, yani; hem anlatılan durumun yazınsal olarak canlandırılmasını, hem de canlandırma aracı olan dilin zengin bir kullanımını gerektiriyor elbette.
Tomris Uyar, en geniş anlamıyla edebiyatseverlerin mutlaka okuması gereken bir yazar ve 'Yürekte Bukağı' onu tanımak için çok iyi bir örnek....
Edward Said'in 'Entelektüel'i (Oral Çalışlar, Cumhuriyet Gazetesi,05.01.2001;
Elinde taşla Filistinli çocuklarla birlikte direnen bir yaşlı adamın fotoğrafı geçenlerde gazetelerde yer aldı. Filistinli bir Hıristiyan ailenin çocuğu olarak 1935 yılında Kudüs'te doğan Edward Said 'di bu. Edward Said, Filistin halkının acılarla dolu tarihinin Batı dünyasındaki en önemli tanıklarındandı. Said, New York Columbia Üniversitesi'nde edebiyat profesörü olarak çalışıyor.
Said, Batı'da Filistinlilerin haklarını savunan önde gelen aydınlardan birisi. Bunun acısını da çekmiş, nedenlerini de bilimsel bir gözle yorumlamış önemli bir bilim adamı. Said, 'Ayrıntı' yayınlarından çıkan 'Entelektüel' başlıklı makalelerinden oluşan derlemesinde, aydınlar üzerine düşüncelerini açıklıyordu.
Günümüz tartışmalarına da ışık tutan bu düşünceleri, dikkatle okuyorum. Bazı bölümlerini de sizlerle paylaşmak istedim. Ortadoğu'da, topraklarında boy veren bağnazlık üzerine söyledikleri ne kadar evrensel: 'Bir entelektüelin ahlakı ve ilkeleri, düşünce ve eylemi tek yönde götüren tek bir yakıt kaynağı olan bir motorla işleyen bir türlü kapalı dişli muhafazası oluşturmamalıdır. Entelektüel etrafta dolaşmak, ayakta durup otoriteye cevap verebileceği bir mekâna sahip olmak zorundadır. Bugünün dünyasında otoriteye sorgusuz sualsiz boyun eğmek, aktif ve ahlaklı bir entelektüel hayatın karşısındaki en büyük tehditlerden biridir çünkü.'
Edward Said bu tehditlere boyun eğmeden nasıl ayakta kalınabileceğini de şöyle açıklıyor: 'Bu tehdide tek başına karşı koymak güçtür. Hem inançlarınla tutarlı olmak hem aynı zamanda serpilecek, düşünce değiştirecek, yeni şeyler keşfedecek veya bir zamanlar kenara attığın şeyleri yeniden keşfedecek kadar özgür kalmanın bir yolunu bulmak daha da güçtür. Bir entelektüel olmanın en çetin yanı, yazdıkların ve yaptığın müdahaleler aracılığıyla vazettiğin şeyi, bir kuruma, bir sistemin ya da yönetimin emriyle harekete geçen bir robota dönüşüp katılaşmadan temsil etmektir.'
Said, bunu başarmanın mümkün ama zor olduğunu belirtiyor: 'Hem bunu hem de tetikte durup iradeni gevşetmemeyi başarabilmiş olmanın tek yolu, bir entelektüel olarak elinizden geldiğince iyi ve aktif bir biçimde gerçeği temsil etmek ile bir haminin ya da otoritenin sizi yönlendirmesine pasif bir biçimde izin vermek arasında seçim yapmanın sizin elinizde olduğunu kendinize hatırlatmanızdır.'
Sonunu ise şöyle bağlıyor: 'Laik entelektüel için 'o' tanrılar hep iflas eder.'
Aydının iki ateş arasında kalmasını da çok güzel açıklar Said bir başka makalesinde: ' Oscar Wilde 'ın kendisi için kullandığı tanımı ödünç alırsak, tanınmış entelektüeller yaşadıkları dönemle simgesel bir ilişki içindedirler her zaman; halkın kafasında sürmekte olan bir mücadele ya da savaşmakta olan bir topluluk yararına seferber edilecek bir başarıyı, ünü ve şöhreti temsil ederler. Öte yandan toplum içindeki bazı hizipler entelektüeli yanlış tarafta gördükleri zaman (buna mesela İrlanda'da sık sık rastlanmıştır; ama komünistlerle antikomünistlerin birbirine girdiği Soğuk Savaş yıllarında Batı'nın büyük kentlerinde de bu tür bir şey olmuştur) ya da diğer gruplar saldırıya geçmek için seferber oldukları zaman, içinde bulundukları toplumun rezaletlerinin ceremesi genellikle yine bu tanınmış entelektüellere çıkartılmıştır.'
Edward Said, Michel Foucault 'nun entelektüeller üzerine yazdıklarını bugün okumak, bu sıkışık Türkiye ortamında okumak, konunun ne kadar evrensel olduğunu gösteriyor. Biraz da rahatlama sağlıyor.
***
Türkiye cinnetin eşiğinde yaşıyor.23 yaşında bir genç, öfke ve çılgınlık içinde kendisiyle birlikte başka insanları da havaya uçuruyor. Her şeyi zorla halletmeye kararlı bir yönetme iradesi, bu eylemleri gerekçe göstererek kendisine meşruiyet yaratmaya çalışıyor. Bildirisiyle 'Ben yaptım' diyen 'örgüt', bu iradeye bombalarla destek sağlıyor. Zor zoru, şiddet şiddeti çağırıyor. Durup düşünme zamanı.
''Ben sadece Mahrem'de değil, daha önceki romanlarımda da hep 'olmadığım şeyi' anlatmışımdır. İlk romanım Pinhan'da doğuştan çift cinsiyetli bir insanın iç arayışı anlatılıyordu. İkinci romanım Şehrin Aynaları'nda ise ağırlıklı olarak dinsel azınlıkları anlattım. İlk bakışta ben bu insanlardan biri değilim. Ama onları anlattım, çünkü kendimi onlara yakın hissettim. Bence hayatla ilişkisi pürüzsüz olamamış insanlar, hayatla ilişkisi pürüzlü olan insanları kendilerine yakın hissedebilirler. Bu ruhsal bir yakınlıktır. Ruhsal yakınlık için gidip illa da o insanın konumunda, kisvesinde olmak gerekmez. Ben buna ruhdaşlık diyorum. Ben romanlarımda ruhdaşlarımı anlatıyorum, sevdiğim, hissettiğim insanları anlatıyorum ama ilk bakışta, yani yüzeyde, bu insanlarla hiçbir ortak noktam yokmuş gibi görünebilir. Oysa yüzeyin altına bakarsanız çok ortak noktam olduğu ortaya çıkar.
Kaldı ki benim için edebiyat, insanın 'olduğu şey'i değil, 'olmadığı şey'i anlatmasıdır. Eninde sonunda, o 'olmadığı şey'den hiç mi hiç uzak olmadığını görmek ve gösterebilmek için. Yani başka türlü olsaydı herkes sadece kendi yaşadıklarını anlatır ve edebiyat bir otobiyografi geleneğinden ibaret kalırdı. Oysa tam tersine, insanın başkasının kılığına bürünebilmesine, başkasının hayatını yaşamasına olanak verir edebiyat. Ben de romanlarımda bunu yapıyorum.''
'Mahrem' iel ilgili bir röportajdan iktibas edildi:
''Romanlarınızda mistik öğeler görüyoruz. Dilinizi ağır bulanlar da var. Yeni kelimelerle eskiyi bir potada eritiyorsunuz. Genç yaşta ağır bir dil kullanmanız paradoks değil mi?
Dil konusunda Türkiye'de son derece katı önyargılar olduğunu düşünüyorum. Bizde şöyle bir eğilim var. Diyelim aynı anlamı karşılayan iki kelime var. Biri daha eski, biri daha yeni. Mesela, 'ihtimal' kelimesi ile 'olasılık' kelimesi. Türkiye'de insanlar bu iki kelimeye bakıp, hemen hangisini eleyelim diye düşünüyorlar ve kendilerini hangi kesime ait görüyorlarsa, ona göre, bu kelimelerden birini atıp, birini kullanıyorlar.
Yani bir tarafta kendini tamamıyla Batıya ve Batılılaşmaya adamış bir kesim var. Bunlar geçmişini bilmiyor, bilme gereği duymuyor, araştırmıyor, önemsemiyor. Öteki tarafta da bu kesime tepki duyarak gelişen bir kesim daha var. Bunlar da geçmişi göklere çıkartıyor ve Osmanlı'nın her şeyini savunmaya kalkıyor. Bu zıt gibi görünen kesimler aslında birbirinden hiç de farklı değil. Çünkü 'batıcılar' da 'gelenekçiler' de geçmişi tek bir renge, tek bir özelliğe indirgiyor. Her iki taraf da geçmişin ne denli çok yönlü, çok sıfatlı olabileceğini görmek istemiyor. Aslında aynı şeyi yapıyorlar. İki kesim de eleştirel bir gözden yoksun. Bence bunların dışında üçüncü bir yol olmalı. İnsan içinden geldiği geleneği bilmeli ve onunla yetinmeyip, onu dönüştürmeli.
Ben kelimelerin de tıpkı insanlar gibi bir ömürleri olduğuna inanıyorum. Ve kelimelerin ecelleriyle ölmeleri gerektiğini savunuyorum. Yani 'ihtimal' kelimesi yaşamaya devam ediyorsa, miadını doldurmamışsa, bırakalım yaşasın. Zorla kafasına vura vura bir kelimeyi ortadan kaldırmak, dilin akışkanlığını bozar. En kötüsü kuşaklar arası süreklilik kalmaz. İnsanlar birbirlerinin dilini anlamaz. Ama öte yandan 'olasılık' kelimesi de yaşıyorsa, o da yaşasın. Duruma gore bazen bu kelimelerden biri uygun düşer, bazen öbürü. Tabii, bir de şu var. Eğer bir kelime ölmüşse, artık yaşamıyorsa, onu zorla diriltmeye çalışmak da doğru değil. O yüzden inatla Osmanlıca kelime kullananların da doğru yaptığını düşünmüyorum. Bence önemli olan akışkanlık, süreklilik. Bu bir toplumun daha sağlıklı ilerleyebilmesini sağlar.
Ben dil konusunda son derece esneğim. Benim için önemli olan hikayenin kendisi. Bence her hikaye kendi dilini getirir beraberinde. Ben Pinhan'da son derece örtük bir hikaye anlattım, dili de kapalı oldu bu yüzden. Şehrin Aynalarında kullandığım dil ise daha farklıydı çünkü hikaye öyle gerektirdi. Mahrem'de daha da ilginç çünkü aynı roman içinde farklı farklı diller kullandım. Osmanlı'da geçen hikayelerin dili ile günümüzde geçen hikayelerin dili birbirinden oldukça farklı oldu. Kısacası, bu konularda esnek ve önyargısız olmaktan yanayım. ''
aksiyon
26.09.2003 - 15:25Dergi, haftalık
paraşüt
26.09.2003 - 15:25Yavaşlatıcı...
İndirici...bazen de yukseltici
bal
26.09.2003 - 15:24Birlilte çalışmanın tatlı sonuçları olduğunu kanıtlayan mucize
bal
26.09.2003 - 15:24Allah' ın bize bahşettiği en tatlı nimetlerden biri
hakan şükür
26.09.2003 - 15:06Dünya kupaları tarihinde en hızlı golu atan adam.
Turkiye O'nun gol attığı tek maçlar içinde tek bir maçı kaybetti(turkiye1-2 isveç)
O Turk futbolunun gelmiş geçmiş en buyuk oyuncusu..
Turkiye yi Avrupa Şampiyonası çeyrek finaline(2000) taşıyan 2 golun sahibi- ki birini kaleciden bile yukseğe zıplayarak kafa ile inanılmaz bir gol atan feno men
k-pax
26.09.2003 - 15:01Kevin Spacey e hayran olan biri olarak, bu filminde de çok iyiydi..Gerçek bir aktör..Karizmatik...
Film baya güzel..
ağrı dağı
26.09.2003 - 14:46Uzak
Yuksek
virgül
26.09.2003 - 14:43virgül soluk aldıın yerdir,
virgül anlamı pekiştiirir,
virgül devam işaretidir, nokta gibi bitirmez, sonlandırmaz, virgül noktayı da barındırır içinde,
zinciri tamamlar, onları birbirne kaynatır,
nokta halkayı bitirir, zincire son verir,
virgül her zaman masa da sana da yer var der,
virgül kollarını açmış sizi bekler,
belki de o mevlanıdır: ne olursan ol gel der,
nokta kapıları kapatır, hiç aralık bırakmaz,
nokta ölümdür, sonluktur,
virgül baharın da olduunu haber verir,
virgül küçük çocuğa babasının geleceğini, yarene sevdiğinin akşam güneşinde koşup kollarına atlayacağnı söyler,
virgül çiçeklerin de açacağını fısıldar, virgül bir gun daha sabah olaacağını anlatır,
virgül devamdır ve hayatta devamdır,
ikisi de sürekliliktir,
ve virgül varsa her zaman noktaya da yer vardır, çünkü virgül varsa devamlılık vardır ve süreklliliği bitiren de noktadır, , ,
virgül güzeldir,
vito
26.09.2003 - 14:35Serbest kursu adına buyuk bir kazanım.
insanlar kalıcı olmak için hep iyi yanlarını gösteririken, o bir tokat gibi ben kötüyüm vs diye çıktı; ama onun yaptığı da 'hepiyici' lerden farklı değildi..
Eger ki iyi ve kötüyü en sade şekliyle oynayabilseydi, ismi unutulmayanlar arasına yazılabilirdi..
üç şey
26.09.2003 - 13:52doğmak
büyümek
ölmek
edgar allan poe
26.09.2003 - 13:51ölümün karanlık efendisi...
oğuz atay
26.09.2003 - 13:49Adını 'tutunamayanlar' romanını tanıtmaya çalışan bir kızın turkçe dersindeki sözlerinden duydum.
O da bir tutunamayana benziyordu..
Ne de olsa tutunamayanlar kendilerinden olanları görürler..
hakan şükür
26.09.2003 - 13:40O bir Kral!
bernard lewis
26.09.2003 - 13:40Bir Ermeni Teröristin İtirafları; Arşavir Şıracıyan; Söyleşi: Bernard Lewis
Kastaş Yayınları; Anı-Günce-Mektup, Etnik Gruplar-Azınlıklar, Politika, Sosyal Bilimler, Genel, Genel Tarih, Tarih, Siyasal Bilim, Seyahatname;
Türkçe (Orijinal Dili Fransızca) 340 s.10.5 x 19.5 cm. İstanbul, Mayıs 1997 ISBN: 975763966X,1. Baskı
İslam Dünyasında Yahudiler; Bernard Lewis; Yayına Hazırlayan: Mete Tunçay
İmge Kitabevi Yayınları; Tarih, İslam-Tasavvuf, Genel Tarih, Diğer Dinler, Osmanlı Tarihi, İslam Tarihi, Dinler Tarihi, Din, Osmanlı Öncesi Türk Tarihi;
Türkçe (Orijinal Dili İngilizce) 276 s.13.5 x 19.5 cm. Ankara, Nisan 1996 ISBN: 9755331433,1. Baskı
İslam Tarihi / Kültür ve Medeniyeti / (4 Cilt Takım): A. K. S. Lambton, Bernard Lewis
Kitabevi Yayınları; Başvuru Kitapları, Genel, Tarih, İslam Tarihi, Din, İslam-Tasavvuf, Sözlükler;
Türkçe (Orijinal Dili İngilizce) 4 s.1. Hamur 16 x 24 cm. İstanbul, Aralık 1997 4 Cilt,2. Baskı
İslam Tarihi Kültür ve Medeniyeti (4 cilt): A. K. S. Lambton, Bernard Lewis, P.M. Holt
Kitabevi Yayınları; Din, İslam-Tasavvuf;
İstanbul,1997,16x23 cm,480+480+400+480 sayfa, Türkçe, Karton kapak.
İslam'ın Krizi; Bernard Lewis
Literatür Yayıncılık; Tarih, Dünya Tarihi, İslam Tarihi;
Türkçe; 148 sayfa; ISBN No: 975-04-0182-4; Bernard Lewis; İstanbul 2003
İslam'ın Siyasal Söylemi; Bernard Lewis; Tercüme: Ünsal Oskay
Cep Kitapları; Din, İslam-Tasavvuf, Tarih, İslam Tarihi;
Türkçe (Orijinal Dili İngilizce) 192 s.12 x 19.5 cm. İstanbul,1993 ISBN: 9754800812,1. Baskı
Küreselleşme ve Terör / 2 Cilt Takım / Terör Kavramı ve Gerçeği / Terörizm, Saldırganlık, Savaş; ; Derleme: Ariel Dorfman, Arundhati Roy, Bernard Lewis, Samuel P. Huntington, Tarık Ali, Temel Demirer, Umberto Eco, Vanessa Redgrave, Zbigniew Brzezinski
Ütopya Yayınevi; Sosyal Bilimler, Siyasal Bilim, Ortadoğu-Asya, Genel;
Türkçe 697 s.13.5 x 19.5 cm. İstanbul, Aralık 2001 ISBN: 9758382675,1. Baskı
Küreselleşme ve Terör / Terörizm, Saldırganlık, Savaş / 2. Kitap; Bernard Lewis, Tarık Ali, Temel Demirer, Umberto Eco; Derleme: Arundhati Roy, Bernard Lewis, Tarık Ali, Temel Demirer, Umberto Eco, Zbigniew Brzezinski
Ütopya Yayınevi; Politika, Sosyal Bilimler, Siyasal Bilim;
Türkçe 333 s.13.5 x 19.5 cm. İstanbul, Aralık 2001 ISBN: 9758382691,1. Baskı
Müslümanların Avrupa'yı Keşfi; Bernard Lewis
Birey Yayıncılık; Genel Tarih, Tarih;
Türkçe 362 s.13 x 19.5 cm. Erzurum,1997 ISBN: 9757849529
Ortadoğu: Hırıstiyanlığın Doğuşundan Günümüze 2000 Yıllık Tarihi; Bernard Lewis; Tercüme: Mehmet Harmancı
Sabah Kitapları; Genel, Coğrafya, Ortadoğu-Asya, Sosyal Bilimler, Politika, Tarih, Genel Tarih;
Türkçe (Orijinal Dili İngilizce) 336 s.15.5 x 24 cm. İstanbul ISBN: 9757238260
Ortadoğu'nun Çoklu Kimliği; Bernard Lewis; Tercüme: Mehmet Harmancı
Sabah Kitapları; Politika, Sosyal Bilimler, Ortadoğu-Asya, Genel;
Türkçe (Orijinal Dili İngilizce) 109 s.2. Hamur 15 x 23.5 cm. İstanbul, Eylül 2000 ISBN: 9755790950,1. Baskı
bernard lewis
26.09.2003 - 13:35Oryantalizm cevap peşinde
Yılların oryantalist profesörü Bernard Lewis yeni kitabı 'What Went Wrong / İş Nerede Bozuldu? ' ile yine tarih gündeminde.
ŞEBNEM ŞENYENER/NEW YORK
Lewis, İslam’da reform girişimlerinin neden sonuçsuz kaldığını irdelerken, 'suçlama oyununa' bölgeden iki cevap verildiğini, birinin İran’ın başını çektiği kötü İslam’a karşı iyi İslam, diğerinin Türkiye’nin başını çektiği laik demokrasi olduğunu vurguluyor.
Edward Said, emperyalist bakış açısı olarak nitelendirdiği Oryantalizm’in otoriter ve ırkçı fikirleri sorgulamak yerine güçlendirdiğini anlattığı 'Oryantalizm' adlı kitabını 'Doğuyu tekrar tekrar doğulaştırmaktan kaçınmak şarttır... Oryantalizmin çözümü Batıcılık değildir. Oryantalizmin ancak bir anlamı olabilir, o da bilgiyi indirgemeye ve daraltmaya yönelik çekiciliğinden ibarettir...' değerlendirmesi ile bitirmişti. Princeton Üniversitesi profesörü Bernard Lewis’in 'İş Nerede Bozuldu? ' adlı üç eski konuşmasından oluşan yeni kitabının gördüğü ilgi bu tartışmanın bitmek söyle dursun bütün hararetiyle devam ettiğinin bir kanıtı.
Lewis’in soruları
İslam dünyası yüzyıllar boyunca askeri ve ekonomik dünya gücü olmakla kalmayıp kültür ve sanatta, medeniyet bilimlerinde de lider durumunda iken, Hıristiyan Avrupa bu büyük gücün kuzey batı sınırında, barbarlığın ve karanlığın egemen olduğu ıssız bir toprak parçasından ibaret, ne korkutacak ne de ders alınacak vaziyeti yokken birdenbire bu denge neden tümüyle değişti? Nasıl oldu da Batı sadece askeri değil ekonomik alanda da zafer üstüne zafer kazanmakla kalmayıp, gerek kamu gerek kişisel hayatta her konuda ileriye geçti? Kitaba bu sorularla başlıyor Lewis.
Kitabının ilk bölümünde islam dünyasının Batı’nın üst üste kazandığı zaferlere, ilerlemelere kulak asmadığını, sağır kaldığını, bu sağırlığı zaman zaman dil farklılığına bağladığını örnekliyor. Avrupa üniversitelerinde Doğu dillerine büyük ilgi gelişirken, Oryantalist adıyla akademisyenler yetişirken, Doğu’da 'Batıcı' denilen uzmanların çok yakın zamana dek olmadığını vurguluyor.
Sonra geleneksel Batılı bakış açısını yeniliyor: Batı’nın kültürel mesajı özellikle de demokrasi ile ilgili olanı Müslüman toplumlarda işleri daha da zorlaştırdı. Müslüman toplumları yönetenler din ve devlet işlerini birbirinden ayırmakta, kadınların yerini değiştirerek topluma dahil etmekte, fikirlerin özellikle de sevimsiz fikirlerin özgürce değiş tokuşunda zorlandılar. Lewis’e göre Müslüman dünyasında reform yolundaki girişimleri, küresel eğilimlere ayak uydurma çabaları zayıf kaldı. Gerek Osmanlı gerek Arap ve İranlı aydınların reform çabaları ve Müslüman dünyasının kendi üstünlüğünü kaybettiğine hayıflanması özellikle 18. yy.’da çalınan alarm çanları, Müslüman toplumunda cevap bulamadı. Reform hareketi iki karşıt kampı ortaya çıkardı: Batı’ya ayak uydurmaya çalışanlar ve adaptasyonu, takliti, modernliği gerilemenin temel sebebi olarak gören, Muhammed’in yolunu kaybeden yöneticileri suçlayanlar. Lewis’e göre bütün bunlar bir suçlama değil, suç arama da değil, tarafsız bir akademisyenin bulguları.
Milliyetçiliğin yükselişiyle birlikte, Araplar’ın suçu onları yüzyıllarca Batı’dan habersiz yönetip uyutan Türklerin üzerine attığını, Türklerin uygarlıklarındaki durgunluğun kabahatini Arap geçmişin getirdiği tembelliğe yüklediklerini, İranlıların eski uygarlıklarını Araplar, Türkler ve Moğollar yüzünden yitirdiklerini düşündüğünü vurgulayan Lewis, kimsenin kabahati kendinde aramadığını da belirtiyor. Bu şekilde bir 'suçlama oyununun' başladığını anlatıyor. Suçu karmaşık yerlerde arayanların dini ve islam’ı suçladığını vurgularken bir yandan da şu soruyu soruyor: Eğer din suçluysa orta çağlarda İslam dünyası niçin dünyanın en önde gelen kültürüydü?
İslam’ın ulvi mirası
Yazar, İslam’da söz söyleme özgürlüğünün mevcut olduğu Ortaçağ günlerini hatırlatarak gerektiğinde Yahudilerin, Hıristiyanların dahi özgürlük için İslam dünyasına sığındığından örnek veriyor. Lewis, sosyalizm ve milliyetçiliğin güvenilirliğini yitirdiği şu dönemde bu soruya iki güçlü cevap çıktığını, birinin bütün kabahati İslam’ın ulvi mirasını terkedilmesinde bularak, hakiki ya da hayali geçmişe dönüşü savunan İran ve diğer köktenci hareketler ve rejimler, diğerinin ise kendini en iyi şekilde Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyetinde gösteren laik demokrasi olduğunu söylüyor.
Suçlama oyununa katılmadığını iddia etmesine rağmen, Lewis çözümün Müslüman toplumunun kendisinde yattığını belirterek şöyle sonuçlandırıyor iddialarını: 'Ya nefret, kızgınlık, kendine acıma, fakirlik ve sömürüye devam ederek sorunlu bir geleceği tercih edecekler ya da acılarını, haksızlıkları, aralarındaki ayrımları bir kenara bırakıp yeteneklerini, enerjilerini ve kaynaklarını ortak bir yaratıcılığa sevkederek hem kendilerine hem de dünyaya bir yarar sağlayacaklar. '
Acaba, Usame Bin Ladin ve Bernard Lewis’in iki karşı kutuptan savunduğu gibi iki karşı kültürün çatışması mı tanık olduğumuz olaylar?
bernard lewis
26.09.2003 - 13:34Bernard Lewis’den akıllara ziyan yorum!
Amerika’da, en çok merak edilen konuların başında, AK Parti’nin değişim serüveni geliyor.
Bunu bildiğim için Princeton’da yaptığım Türk Siyaseti ve Medyasında Değişim Dinamikleri başlıklı konuşmamın ikinci bölümünde, AK Parti’nin nasıl olup da 9 ay gibi kısa bir sürede ‘İslamcı’ siyasetten ‘muhafazakar demokrat’ çizgiye geldiğini analiz etmeye çalıştım.
Özetle, AK Parti’nin siyasal anlamda yaşadığı değişim tecrübesinin Türkiye’de sosyolojik bir karşılığının olduğunu, Milli Görüş rayından Menderes–Özal hattına makas değiştirmesinin, bir yanıyla 28 Şubat’ın öğretici tecrübesinden, ama esasta, İslam geleneğinin Türkiye’de hiçbir zaman Ortadoğu’daki gibi tepkisel İslamcı hareketlere yaslanmamasından kaynaklandığını anlattım.
AK Parti’nin genç ve eğitim düzeyi artan Türkiye’de, halkın içinden gelen bir hareket olarak bir yandan siyaset mühendisliğine kafa tuttuğunu, diğer yandan toplumsal değerlerin savunucusu olarak çevreyi merkeze taşıdığını belirttim. Bu değerlerin içinde kaçınılmaz olarak dinî değerlerin de bulunduğunu, fakat AK Parti’nin Refah Partisi’nden farklı olarak sadece dinî değerler üzerinden siyaset yapmadığını, bir yandan Avrupa Birliği’nin yılmaz savunucusuna dönüşürken, diğer yandan dinin ideolojik yorumlarından kaçındığını, bu yüzden de muhafazakar demokrat bir kitle partisine dönüşebildiğini vurguladım.
Bütün bu analizlerden sonra iki gazetecilik gözlemimden bahsettim.
Ve tartışma da o noktada başladı!
Birinci örneğim, Refah Partisi’nin iktidara geldiği dönemde Didim’de açılan Caprice Otel’di. Dinî değerlere uygun yaşayan insanların tatil ihtiyacını karşılamak amacıyla kurulan Caprice bir ilk olarak çok büyük tartışmalara sebep olmuştu. Kadınlar için ayrı plaj ve havuzu bulunan Caprice’i, laik Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı tehdit olarak görenler derhal kapatılmasını isterken, oteli muhafazakar çevreleri modern yaşama entegre eden bir mekan olarak görenler tam tersini savunmuştu.
Kurulduğu yıllarda Caprice keskin ve katı uygulamalarıyla çok dar bir kesimin ilgisini çekti. Fakat zamanla sayıları giderek artan benzer otellerle Caprice modeli daha esnek ve kozmopolit bir anlayışla dinî duyarlıklara sahip geniş bir kitleye hizmet eder hale geldi. Böylece ayrımcılık yerini hoşgörü ve birlikte yaşamaya bıraktı. Dinî duyarlıklarla, tatil ihtiyacı arasında sıkışan geniş bir kitle, modern tatil kültürüne entegre edilmiş oldu.
İkinci örneğim Amerika’ya gitmeden hemen önce dikkatimi çeken iki tabelaydı. İstanbul’un en kozmopolit ve tarihî yerlerinden Beşiktaş’ta AK Parti ilçe teşkilatı tabelasının hemen yanı başında bir tabela asılı duruyordu; Erotic–Shop!
Evet, evet; AK Parti Beşiktaş İlçe Binası, yanı başında duran erotik malzemeler satan bir dükkanla yan yana görünüyordu. Bu birlikteliğin çok katmanlı okunması gerektiğini belirttim.
Bir kere Batı’da zannedildiği gibi Türkiye kapalı bir ülke değil. Bir erotic–shop İstanbul’un en kozmopolit meydanında açıkça görünebiliyor.
İkincisi, AK Parti gibi İslamcılıkla suçlanan bir siyasi hareketin tabelasıyla yan yana durabiliyor.
Üçüncüsü, ana omurgasını dinî duyarlıkları yüksek, muhafazakar bir kitlenin oluşturduğu AK Parti Beşiktaş yönetimi böylesi bir birlikte görünme durumundan rahatsız olmuyor.
Eminim bu görüntüden rahatsız olacaklar da vardır, mesela böylesi bir tabloyu İstanbul’un Fatih, Ümraniye ya da Sultanbeyli ilçelerinde görmek zor. Dolayısıyla Türkiye ve AK Parti’yi anlamaya çalışırken değerlendirmelerimizi mümkün mertebe benzer fotoğraflar ve dar kavramlarla değil, farklı açılardan çekilmiş görüntüler ve geniş bir perspektifle yapmamız gerekiyor.
Bütün bu anlattıklarıma sizlerin tepkisi ne olur bilmiyor ve cevabınızı bekliyorum; ama önce Bernard Lewis’in tepkisi. Anlattıklarımı etkileyici bulduğunu belirten Lewis ‘Geçenlerde bir Türk gazetesinde okudum. Bir imam hatip hocası İslam devleti kurulmasını öneren bir kitap yazmış, haberin var mı? ’ dedi.
‘Evet, o haberi ben de gördüm, böylesi marjinaller her zaman olabilir; ama geneli temsil etmez. Nitekim bahsettiğiniz hoca hakkında soruşturma başlatıldı.’ dedim. Bunun üzerine o kitabı bulup bulamayacağımı sordu, ben de bulunabileceğini, isterse kendisine gönderebileceğimi belirttim, çok memnun olacağını söyledi.
Arkasından AK Parti–erotic shop birlikteliğine akıl almaz bir yorum getirdi: ‘Seks shopların ne tür ürün sattığına baktığınızda bunların daha çok erkek dünyasına hitap ettiğini görürsünüz. Şeriat da daha çok erkek dünyasına hitap ettiği için bu birliktelik gayet normal! ’
Prof. Abraham Udovitch benden önce atılarak Lewis’e haksız yorumundan dolayı tepki gösterdi. Neler mi dedi?
Sizden gelecek yorumlarla onu da bir sonraki yazıya bırakıyorum...
24.09.2003/Eyüp Can/Zaman
bernard lewis
26.09.2003 - 13:33Princeton’da Türk siyaseti ve medyasını konuşmak
Washington’da SND ödül töreni, New York’ta 11 Eylül Anma toplantısı derken, bu kez Türk Siyaseti ve Medyasında Değişim Dinamikleri üzerine konuşmak için Princeton Üniversitesi’ndeyim.
Yakındoğu Çalışmaları Direktörü Prof. Şükrü Hanioğlu’nun nazik daveti üzerine,3 Kasım seçimlerinden sonra Türkiye’de yaşanan değişimin arka planını anlatacağım.
Amerika’da, özellikle de üniversitelerde yaygın olan hoş bir gelenek vardır; öğle arasını yemek eşliğinde bir prezantasyon ve akabinde yapılan tartışmayla geçirmek. Kısaca luncheon diyorlar. Hanioğlu’nun önerisi üzerine sunumumu bu geleneğe uygun yapıyorum. Tabii konuşmacı olarak mönüde bulunan güzelim somondan feragat etmeyi baştan kabul etmiş oluyorum!
Gerçi salona girip, dinleyicileri görünce balığı falan unutuyorum ama midemin guruldamasına yine de engel olamıyorum!
Ha gurultu açlıktan mı, yoksa her biri sahasında otorite olan Princeton’lu seçkin dinleyici topluluğu karşısında konuşacak olmamdan mı derseniz, inanın ben de bilmiyorum! Yanı başımda, modern Türkiye tarihi üzerine yazılmış en kapsamlı kitap, Emergence Of Modern Turkey’nin yazarı Bernard Lewis oturuyor. Princeton’da olduğunu,87 yaşına rağmen arka arkaya kitaplar çıkardığını biliyorum ama böylesi toplantıları kaçırmadığını tahmin edemiyorum.
Lewis’in yanında İslam Deniz Hukuku konusunda otorite sayılan Abraham Udovitch ve Amerika’nın iki ay öncesine kadar Afganistan büyükelçiliğini yapmış Robert Finn oturuyor. Allah’tan yanı başlarında Princeton’da doktora yapan İtalyan asıllı gazeteci Claudia Gazzini’yi görüyorum da meslektaş dayanışmasıyla gurultuları bastırıyorum!
Konuşmamın ilk bölümünde, AK Parti’nin zaferiyle sonuçlanan 3 Kasım seçimlerinden sonra yaşananları anlamak için, Susurluk Kazası’ndan 28 Şubat’a, Marmara Depremi’nden,2001 Ekonomik Krizi’ne uzanan süreci doğru ve bütünlüklü analiz etmenin gerekliliğine dikkat çekiyorum.
Özet olarak şunları anlatıyorum: 3 Kasım seçimleri öncesi Gallup’un yaptığı ankette halkın güven sıralamasında siyaset (% 47) ve medya (% 42) dibe vurdu. Susurluk kazasıyla ortaya çıkan mafya–polis–siyasetçi üçgeni politikacılardan sonra devlete olan güveni de zedelemişti.
Kirli ve karanlık ilişkilere yaslanan Susurluk Kazası, siyaset bilimi literatürüne Derin Devlet kavramını hediye etti. Oysa aynı dönemde siyaset ve medyanın gündemi rejim tehdidiyle belirlendi. Bu tehdidin psikolojik bir savaşın sonucunda kurgulandığı bugün daha iyi anlaşılıyor ama Refah Partisi’nin provokatif politikalarının da etkisiyle, asker sivil ilişkisi kopma noktasına geldi.28 Şubat kararları literatüre Post–modern Darbe kavramını hediye etti.
Ne acı ki, Ağustos 1999’da Marmara depremiyle psikolojisi sarsılan Türkiye, kısa bir süre sonra Cumhuriyet tarihinin en büyük ekonomik kriziyle karşı karşıya kaldı. Banka–Siyaset–Medya üçgeninde kurulan akıl almaz soygun, Türk halkına 50 milyar dolarlık bir bedel yüklerken, literatüre Hortumculuk olarak geçti. Her iki kirli üçgenin odağında bulunan siyaset sınıfı işte bu nedenle topyekün tasfiye edildi. % 52’lik bir oranla kurulan DSP–MHP–ANAP koalisyonu,3 Kasım seçimlerinde %15’i zor buldu.
Güven sıralamasında siyasetçilerin bile gerisinde bulunan medya ise banka hortumculuğunun gölgesinde ciddi bir sorgulamayla karşı karşıya kaldı.20’nin üzerinde batık bankanın 6’sı, ödeme yapma sözüyle hapisten kurtulmuş medya patronlarının eseri.30 yıldır tirajı yerinde sayan medyanın imajı yerlerde sürünüyor.
Bu arada RP’den kopup muhafazakar demokrat kimlikle siyaset yapan AK Parti, AB uyum paketleri ve ekonomik reform çalışmalarıyla siyasete olan güveni 26 puan yükselterek % 73’lere çıkarmış bulunuyor.
Peki AK Parti takiyye mi yapıyor?
Marjinal bir kitle dışında bu soru artık anlamını yitirdi. Sorulması gereken; ‘AK Parti hangi oranda değişti ve bu değişimin koordinatları nedir? ’ Konuşmamın ikinci kısmında medya ile birlikte AK Parti’nin değişim koordinatlarını analiz ettim. Gazetecilik gözlemlerimle süslediğim analiz, özellikle Lewis’in manidar soru ve yorumlarıyla hararetli ama bir o kadar da keyifli bir tartışmaya dönüştü. Önyargılı bulduğum yorumundan dolayı bir Lewis’e, bir de önümde soğuyan güzelim somona baktım. Prof. Udovitch, Lewis’in saldırgan yorumuna dayanamayarak benden önce sözü alıp savunma yapınca, ben de fırsattan istifade balığa saldırdım. Fakat balığın soğukluğu, tartışmanın harareti ile ısınmadı. Ben de daha sıcak olanı seçtim.
Lewis ile neyi mi tartıştık? O da bir sonraki yazıya...
17.09.2003 /Eyüp Can/Zaman
bernard lewis
26.09.2003 - 13:32Oryantalist!
edward said
26.09.2003 - 13:25Bir elinde kalem, öbüründe kılıç: Son entelektüel öldü
Ölen o muydu yoksa entelektüel camiada boynu bükük kalan Filistinli çocuklar mı? Ölen o muydu yoksa açtığı çığırda dünyanın dört bucağında onun izinden yürüyen onbinlerce cesur beyin mi? Ölen o muydu yoksa yaşadığımız çağın mürailiklerini hiçbir taviz vermeden zalimlerin yüzüne haykıran ortak vicdanımız mı?
Edward Said bugün ölmüş. Üzgünüm. Hayır, zannettiğiniz gibi “Yaşasaydı kimbilir daha ne değerli eserler verecekti? ” gibi her ölünün ardından söylenmesi adet olmuş dolmalara itibar ettiğim için değil. Beni üzen, artık onun gibi hakiki bir “entelektüeli” bulmak için daha çok bekleyecek oluşumuz. Her gün birer birer dönen, dökülen, saçılan –yalnız Türkiye’de değil, dünyada da böyle durum- aydınların cirit attığı bir zamanda onun gibi benzersiz bir profilin artık yaşamadığına üzülüyorum.
David Barsamian, kendisiyle yaptığı dizi röportajları “The Pen and the Sword” (Kalem ve Kılıç) başlığı altında kitaplaştırırken Said’in bu yönüne çengelliyordu dikkatimizi.
Hele çağımızda, diyordu kendisi, entelektüelin sorumluluğu çok daha ağırlaşmıştır. Çünkü içinden çıktığı ve kendisini sorumlu hissettiği toplum, iktidarın manipülasyonuna o kadar açık hale gelmiştir ki, entelektüelin uyarı ve muhalefet görevi daha hayatî bir meseledir artık. Halkın sesinin boğulduğu, kendisini temsil edemediği, iktidarın bilgi bombardımanına maruz kaldığı ve zulümlere razı olmaya zorlandığı bir zamanda Said entelektüelin görevini, bu oyunu bozmak ve çoğunlukla yitirdiğimiz bir tür eleştirel ve siyasî düşünümü (teemmülü) topluma geri getirmek olarak koyuyordu.
İyi ama bunu başkaları da yapmıyor muydu zaten? diye sorabilirsiniz haklı olarak. Said’i büyük yapan nokta, entelektüelin sorgulama görevini altını çizerek vurgulaması değil, aynı zamanda entelektüelin bir “davası” olması gerektiğini ve bu dava uğruna mücadele ederken ne entelektüelliğinden, ne de davasından hiçbir taviz vermeden yoluna devam etmesiydi.
Kudüs doğumlu (1935) Protestan bir Filistinli olarak Amerika’ya gitmiş, orada hem de Yahudi lobisinin ağırlığından dolayı adı Columbia Juniversity’ye çıkmış olan bir üniversitede, hem de Filistinli bir Arap olarak İngiliz Edebiyatı bölümünde profesörlüğe kadar yükselmiş ve burada Amerikalılara İngiliz edebiyatını öğretme makamına yükselmiştir. Ama bütün bunları birilerine veya hükümete yaranmak suretiyle değil, bileğinin hakkıyla, aynı zamanda da Filistin davasının en büyük müdafilerinden birisi olarak yılmadan mücadele ederek, her mahfilde ezilen halkının çığlığını dünyaya duyurmaya çalışarak gerçekleştirmiştir ki, bence asıl zor olan da budur.
Hatta bence bu, çığır açan ve sosyal bilimlerin gövdesinde bir daha kapanmayacak bir yarık meydana getiren “Oryantalizm” (1978) adlı kitabı yazmaktan da büyük bir olaydır.
Yine de “Oryantalizm”in hakkını yemek doğru olmaz bu duygusal yazıda. Aslında hem İslamiyat ile ilgili alanlarda, hem de sosyal bilimlerin hemen bütün alanlarında (coğrafya dahil) Oryantalizmin bir Doğu imajı var ettiğini ve bu imajı, dünyaya ve en önemlisi de Doğu’nun kendisine gerçek Doğu imiş gibi lanse ettiğini ortaya çıkartan, Oryantalizmin masum bir araştırma alanı olmadığını, aynı zamanda siyasî manipülasyonun tam da göbeğinde bulunduğunu haykıran da Edward Said’den başkası değildi. Hasılı, sosyal bilimlerde S.Ö. ve S.S., yani Said’den Önce ve Said’den Sonra diye derin bir yırtılmadan söz etmek mümkün.
Aynı zamanda Kültür ve Emperyalizm, Haberlerin Ağında İslam, Filistin Sorunu gibi kitaplarıyla yıllarca Türk okuyucusunun gündemine oturmuş bulunan Said’in beni en fazla etkileyen kitaplarından birisi “Entelektüel”dir. Bu kitabında, dönmüş ve dönmekte olan entelektüellere unutulmaz sözler sarfetmişti. Bu kitabı özellikle hızla savrulanların ve herşeyi davasının değil, kendisinin etrafında döndürmek isteyenlerin dikkatle okuması gerekiyor sanıyorum.
Edward Said ölmüş dün gece. Onunla birlikte yeryüzü, tam da kalemini bukalemun yapanların cirit attığı bir zamanda kılıçlaşan bir kalem ve kalemleşen bir kılıcı da kaybetmiş oldu.
Mazlumların ve mazlumların yanında olanların başı sağolsun!
26.09.2003/Zaman/Mustafa Armağan
tomris uyar
26.09.2003 - 13:22Hikayeleri
İpek ve Bakır,1971
Ödeşmeler,1973
Dizboyu Papatyalar,1975
Yürekte Bukağı,1979
Yaz Düşleri/Düş Kışları,1981
Gecegezen Kızlar,1983
Rus Ruleti- Dön Geri Bak (toplu öyküler) ,1985
Yaza Yolculuk,1986
Sekizinci Günah,1990
Otuzların Kadını,1992
Aramızdaki Şey,1997
Anlatıları
Gündökümü'75,1977,
Sesler, Yüzler ve Sokaklar,1981
Günlerin Tortusu (1980-84) ,1985;
Yazılı Günler (1985-88) ,1989;
Tanışma Günleri/Anları (1989-1995) ,1995;
Yüzleşmeler/Bir Uyumsuzun Notları (1995-1999) ,2000
tomris uyar
26.09.2003 - 13:21Tomris Uyar
Yürekte Bukağı
İlk baskısı Okar Yayınları tarafından 1979'da yapılan 'Yürekte Bukağı',1980 yılı 'Sait Faik Hikaye Armağanı'nı kazanmıştı. Sanat ve Edebiyat alanında dağıtılan ödüllerle, ödülü kazanan ürünün değeri arasındaki ilişki tartışmalı bir mesele olsa da, 'Tomris Uyar, Türk öykücülüğünün en önemli isimlerinden' tesbiti tartışılamaz.
1941'de İstanbul'da doğan yazar, Yeni Kolej ilkokulunu bitirdikten sonra High School'a devam etti, liseyi ise Arnavutköy Amerikan Koleji'nde tamamladı.1961 yılına denk gelen bu tarihte başladı çevirilerine. Aynı tarihlerde İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü'ne de yazıldı. Türkiye'nin tanınmış edebiyat dergilerinin hemen hepsinde öykü, deneme ve eleştirileri ile yer alan Tomris Uyar'ın ilk öyküsünün yayınlanış tarihi 1965'tir.1969'a kadar R.Tomris imzasını kullanan, çeviri, öykü ve tiyatro dallarında çok sayıda ödüle değer görülen, hikayeleri yabancı ülkelerde de yayınlanan Tomris Uyar, dünya edebiyatının önemli ve zor ürünlerinden yaptığı başarılı çevirilerle edebiyatımıza katkıda bulunmaya devam ediyor.
Akıp Giden Günlerimiz
'Yürekte Bukağı' kitabında on hikaye yer alıyor. İlkinde, ayrılmış iki sevgilinin birlikte geçirdikleri bir kaç saat süresince, ilişkilerinin tarihini dinliyoruz kadının belleğinden. Hikayenin anlatıcısı kadın, hem bu öğle yemeğinde, hem geçmiştedir; bir yandan yaşadıklarını anımsar, bir yandan birlikteliklerinin bu son anlarında olup bitenleri nakleder okuyucuya. Tomris Uyar, klasik hikaye anlatımından farklı olarak, bir konuya vurgu yapmaz; karşılıklı konuşmalar ve kadının belleğindan yansıyanlarla yaratır hikayesinin atmosferini. Konuşmalar, susuşlar, duygulanışlar, davranışlarla birlikte, o yaşanan anı; 'karşımdakinin de yüzü kızardı. susuyoruz. Yersiz bir kahkaha, bir bardağın kırılışı, bir cankurtaran düdüğü de bozamaz bu sessizliği. Olaylarla değil, imgelerle, iç susuşlarla kuruldu çünkü' diye canlandırır.
'Güneşli Bir Gün', 'iletilmeyen sözcüklerden, küfünden, akan kanlardan, yıllardır dışarı sızdırılmayan işkence çığlıklarından, duvarlardaki aşı boyası yazılardan bir salgı yayılan' bir kentte,80 öncesi Türkiye'sinin atmosferinde ve çok kısa bir zaman diliminde anlatılır. Hızla geçip giden otobüsün penceresinden jandarmalar arasındaki tutukluyu gören yolcuların yorumları, toplumsal aidiyetleri ile düşünceleri arasındaki uyumları ile verilmiştir.
'Süt Payı' adlı öyküde, toplumun farklı bir kesimi öne çıkar. 'Şavruli'si ile birlikte yaşlanan şöför Kazım efendi, onun yaşadığı mahallenin sütçüsü Sultan, Sultan'ın tembel kocası Abbas, kızları Güler, yoğurtçu Ahmet, artık bu yaşamdan bıkıp kaçan Ömer ağa, bir gecekondu mahallesini, oradaki kanıksanmış ama zorlu hayatı bütün renkleriyle resmederler.
Zaman akışının iç içe geçtiği 'Ayşe Haklı', orta sınıftan insanların tekdüzeleşen ve tekdüzeleştikçe yıpranıp tükenen evliliğin hikayesi olmuş. Diğerlerinde olduğu gibi, konu yine önemsizleşiyor. Tomris Uyar, insan hayatlarının akıp giden günlerle birlikte nasıl değiştiğini, başlangıçlarla sonlar arasındaki uçurumu, değişimin bireyler üzerindeki etkilerini; sonunda birbirlerine karşı duydukları istek, cinsellik ve kıskançlık bile kalmayan insan teklerinin psikolojisini araştırıyor. 'Akan Sulara'da ise, sürüp giden, zaman içinde aşınan, düşüncelerle sözler arasındaki açıklığın giderek arttığı, belki yalnızca güvenlik duygusu ve alışkanlıklar nedeniyle bitemeyen bir başka evlilik var.
Hayatın hızlı bir biçimde değiştiği bir dünyada, bu dünyaya ayak uyduramayanların hüznü yansıyor 'Ilık, Yumuşak Kahverengi Şeyler' hikayesinde. Bir çocuğun gözünden, dedesi ve Bahriye teyze arasındaki adı hiç konulmayan aşka tanık oluyoruz. Bir takım değerler adına kaçırılan ve artık yaşanması mümkün olmayan bir anın her iki ihtiyarda da derin izleri olduğunu doğrudan dile getirmiyor ama çok iyi anlatıyor Tomris Uyar. Yine geçmişte kalan yaşanmamış bir aşkın varlığını sezdiren 'Dikkat Kırılacak Eşya' adlı öyküdeki okul arkadaşlarından biri ayak uydurmuştur zamana; O artık iş adamıdır. Yıllar sonra gerçekleşen karşılaşma anında, Tomris Uyar, kadının sözlerine ve düşüncelerine hiç yer vermez, hikaye, bütünüyle adamın kendisiyle bir hesaplaşması, daha doğrusu bir aklanma çabası olarak kurulur. Kadının sessiz varlığı karşısında adamın bilinçakışı ile sürdürülen savunma, makam odasını duruşma salonuna çevirir.
Son iki hikaye birbirlerini tamamlar nitelikteler. 'Uzun Ölüm' ve 'Yürekte Bukağı', Marmara denizindeki adalardan birine atanan banka müdürü Enis Bey'in, ada halkı ile kurduğu ilişki ile başlayan değişimin ama hiç değişmeyen yalnızlığının hüzünlü hikayesidir. Fittzgerald, Faulkner, Bachmann ve Lapierre'in metinlerinden alıntılarla kurulan 'Yürekte Bukağı' ise, Enis Bey'in adasında farklı nedenlerden kaynaklanan bir yalnızlığı yaşayan hikaye anlatıcısının kıstırılmış duygularını aktarır. Anlatıcı -kadın yazar-, 'bayalığın mümkün olduğunu ve bunun kendisine erişebileceğini, hatta şimdiye kadar sık sık kendisine yaklaştığını anlıyor; ama bu kez bayağılık zorla üzerine atılıyor ve boğuyor onu'...
Anlatım Özellikleri
'Yürekte Bukağı' da toplanan öyküler, Tomris Uyar'ın hikaye anlayışını çok iyi yansıtıyorlar. Hiç bir hikayede okuyucuyu seçtiği konu ile etkilemeyi düşünmüyor yazar. Konuyu mümkün olduğunca ortadan kaldırmaya çalışıyor. Çünkü, Uyar'a göre; 'en yetkin yapıtlar, en az malzeme taşıyanlardır; anlatımın düşünceye yaklaştığı, dilin düşünceye yaklaştığı ve onunla kaynaştığı oranda parlak oluyor alınan sonuç'.
Elbette bir konunun öne çıkmayışı, yazarın anlatmak istediği bir sorunsalın da olmadığı anlamına gelmiyor. Tersine, Tomris Uyar'ın ele aldığım bu kitabında, içinde yaşanılan toplumsal duruma yöneltilmiş -karamsar- bir eleştiri hemen belli ediyor kendisini. Bütün hikayelerde bu dünyanın anlamı, daha çok da yaşantı tarzlarının anlamsızlığı sorgulanıyor. Toplumsal, zamansal ve siyasal olanın çok açık bir biçimde görünmeyişinin ama varlığını da hep hissettirmesinin altında yatan 'sihir', yazarın kişilerin iç dünyalarından ve onların bilinçlerinden yola çıkmasında; anlatım tekniğini de iç monologlar ve bilinç akışı olarak seçmesinde bulunabilir.
Başlarda da belirttiğim gibi, Tomris Uyar, yenilikçi bir yazar. Klasik bir hikaye anlatıcısı değil; olay, mekan, zaman üçlüsünü farklı biçimde harmanlıyor. Bireyi toplumla ilişkisi içerisinde ele alırken, sıradan; herkesin yaşadığı veya yaşayabileceği olayların ardındaki gerçekliği, bilinçaltında gizlenen duygu ve düşünceleri açığa çıkarıyor. Böyle bir teşebbüsün başarıya ulaşması da bir anlatım ustalığını, yani; hem anlatılan durumun yazınsal olarak canlandırılmasını, hem de canlandırma aracı olan dilin zengin bir kullanımını gerektiriyor elbette.
Tomris Uyar, en geniş anlamıyla edebiyatseverlerin mutlaka okuması gereken bir yazar ve 'Yürekte Bukağı' onu tanımak için çok iyi bir örnek....
A. Ömer Türkeş
edward said
26.09.2003 - 13:17Edward Said'in 'Entelektüel'i (Oral Çalışlar, Cumhuriyet Gazetesi,05.01.2001;
Elinde taşla Filistinli çocuklarla birlikte direnen bir yaşlı adamın fotoğrafı geçenlerde gazetelerde yer aldı. Filistinli bir Hıristiyan ailenin çocuğu olarak 1935 yılında Kudüs'te doğan Edward Said 'di bu. Edward Said, Filistin halkının acılarla dolu tarihinin Batı dünyasındaki en önemli tanıklarındandı. Said, New York Columbia Üniversitesi'nde edebiyat profesörü olarak çalışıyor.
Said, Batı'da Filistinlilerin haklarını savunan önde gelen aydınlardan birisi. Bunun acısını da çekmiş, nedenlerini de bilimsel bir gözle yorumlamış önemli bir bilim adamı. Said, 'Ayrıntı' yayınlarından çıkan 'Entelektüel' başlıklı makalelerinden oluşan derlemesinde, aydınlar üzerine düşüncelerini açıklıyordu.
Günümüz tartışmalarına da ışık tutan bu düşünceleri, dikkatle okuyorum. Bazı bölümlerini de sizlerle paylaşmak istedim. Ortadoğu'da, topraklarında boy veren bağnazlık üzerine söyledikleri ne kadar evrensel: 'Bir entelektüelin ahlakı ve ilkeleri, düşünce ve eylemi tek yönde götüren tek bir yakıt kaynağı olan bir motorla işleyen bir türlü kapalı dişli muhafazası oluşturmamalıdır. Entelektüel etrafta dolaşmak, ayakta durup otoriteye cevap verebileceği bir mekâna sahip olmak zorundadır. Bugünün dünyasında otoriteye sorgusuz sualsiz boyun eğmek, aktif ve ahlaklı bir entelektüel hayatın karşısındaki en büyük tehditlerden biridir çünkü.'
Edward Said bu tehditlere boyun eğmeden nasıl ayakta kalınabileceğini de şöyle açıklıyor: 'Bu tehdide tek başına karşı koymak güçtür. Hem inançlarınla tutarlı olmak hem aynı zamanda serpilecek, düşünce değiştirecek, yeni şeyler keşfedecek veya bir zamanlar kenara attığın şeyleri yeniden keşfedecek kadar özgür kalmanın bir yolunu bulmak daha da güçtür. Bir entelektüel olmanın en çetin yanı, yazdıkların ve yaptığın müdahaleler aracılığıyla vazettiğin şeyi, bir kuruma, bir sistemin ya da yönetimin emriyle harekete geçen bir robota dönüşüp katılaşmadan temsil etmektir.'
Said, bunu başarmanın mümkün ama zor olduğunu belirtiyor: 'Hem bunu hem de tetikte durup iradeni gevşetmemeyi başarabilmiş olmanın tek yolu, bir entelektüel olarak elinizden geldiğince iyi ve aktif bir biçimde gerçeği temsil etmek ile bir haminin ya da otoritenin sizi yönlendirmesine pasif bir biçimde izin vermek arasında seçim yapmanın sizin elinizde olduğunu kendinize hatırlatmanızdır.'
Sonunu ise şöyle bağlıyor: 'Laik entelektüel için 'o' tanrılar hep iflas eder.'
Aydının iki ateş arasında kalmasını da çok güzel açıklar Said bir başka makalesinde: ' Oscar Wilde 'ın kendisi için kullandığı tanımı ödünç alırsak, tanınmış entelektüeller yaşadıkları dönemle simgesel bir ilişki içindedirler her zaman; halkın kafasında sürmekte olan bir mücadele ya da savaşmakta olan bir topluluk yararına seferber edilecek bir başarıyı, ünü ve şöhreti temsil ederler. Öte yandan toplum içindeki bazı hizipler entelektüeli yanlış tarafta gördükleri zaman (buna mesela İrlanda'da sık sık rastlanmıştır; ama komünistlerle antikomünistlerin birbirine girdiği Soğuk Savaş yıllarında Batı'nın büyük kentlerinde de bu tür bir şey olmuştur) ya da diğer gruplar saldırıya geçmek için seferber oldukları zaman, içinde bulundukları toplumun rezaletlerinin ceremesi genellikle yine bu tanınmış entelektüellere çıkartılmıştır.'
Edward Said, Michel Foucault 'nun entelektüeller üzerine yazdıklarını bugün okumak, bu sıkışık Türkiye ortamında okumak, konunun ne kadar evrensel olduğunu gösteriyor. Biraz da rahatlama sağlıyor.
***
Türkiye cinnetin eşiğinde yaşıyor.23 yaşında bir genç, öfke ve çılgınlık içinde kendisiyle birlikte başka insanları da havaya uçuruyor. Her şeyi zorla halletmeye kararlı bir yönetme iradesi, bu eylemleri gerekçe göstererek kendisine meşruiyet yaratmaya çalışıyor. Bildirisiyle 'Ben yaptım' diyen 'örgüt', bu iradeye bombalarla destek sağlıyor. Zor zoru, şiddet şiddeti çağırıyor. Durup düşünme zamanı.
elif şafak
26.09.2003 - 13:11Yazarın olmadığını anlatması:
''Ben sadece Mahrem'de değil, daha önceki romanlarımda da hep 'olmadığım şeyi' anlatmışımdır. İlk romanım Pinhan'da doğuştan çift cinsiyetli bir insanın iç arayışı anlatılıyordu. İkinci romanım Şehrin Aynaları'nda ise ağırlıklı olarak dinsel azınlıkları anlattım. İlk bakışta ben bu insanlardan biri değilim. Ama onları anlattım, çünkü kendimi onlara yakın hissettim. Bence hayatla ilişkisi pürüzsüz olamamış insanlar, hayatla ilişkisi pürüzlü olan insanları kendilerine yakın hissedebilirler. Bu ruhsal bir yakınlıktır. Ruhsal yakınlık için gidip illa da o insanın konumunda, kisvesinde olmak gerekmez. Ben buna ruhdaşlık diyorum. Ben romanlarımda ruhdaşlarımı anlatıyorum, sevdiğim, hissettiğim insanları anlatıyorum ama ilk bakışta, yani yüzeyde, bu insanlarla hiçbir ortak noktam yokmuş gibi görünebilir. Oysa yüzeyin altına bakarsanız çok ortak noktam olduğu ortaya çıkar.
Kaldı ki benim için edebiyat, insanın 'olduğu şey'i değil, 'olmadığı şey'i anlatmasıdır. Eninde sonunda, o 'olmadığı şey'den hiç mi hiç uzak olmadığını görmek ve gösterebilmek için. Yani başka türlü olsaydı herkes sadece kendi yaşadıklarını anlatır ve edebiyat bir otobiyografi geleneğinden ibaret kalırdı. Oysa tam tersine, insanın başkasının kılığına bürünebilmesine, başkasının hayatını yaşamasına olanak verir edebiyat. Ben de romanlarımda bunu yapıyorum.''
elif şafak
26.09.2003 - 13:10'Mahrem' iel ilgili bir röportajdan iktibas edildi:
''Romanlarınızda mistik öğeler görüyoruz. Dilinizi ağır bulanlar da var. Yeni kelimelerle eskiyi bir potada eritiyorsunuz. Genç yaşta ağır bir dil kullanmanız paradoks değil mi?
Dil konusunda Türkiye'de son derece katı önyargılar olduğunu düşünüyorum. Bizde şöyle bir eğilim var. Diyelim aynı anlamı karşılayan iki kelime var. Biri daha eski, biri daha yeni. Mesela, 'ihtimal' kelimesi ile 'olasılık' kelimesi. Türkiye'de insanlar bu iki kelimeye bakıp, hemen hangisini eleyelim diye düşünüyorlar ve kendilerini hangi kesime ait görüyorlarsa, ona göre, bu kelimelerden birini atıp, birini kullanıyorlar.
Yani bir tarafta kendini tamamıyla Batıya ve Batılılaşmaya adamış bir kesim var. Bunlar geçmişini bilmiyor, bilme gereği duymuyor, araştırmıyor, önemsemiyor. Öteki tarafta da bu kesime tepki duyarak gelişen bir kesim daha var. Bunlar da geçmişi göklere çıkartıyor ve Osmanlı'nın her şeyini savunmaya kalkıyor. Bu zıt gibi görünen kesimler aslında birbirinden hiç de farklı değil. Çünkü 'batıcılar' da 'gelenekçiler' de geçmişi tek bir renge, tek bir özelliğe indirgiyor. Her iki taraf da geçmişin ne denli çok yönlü, çok sıfatlı olabileceğini görmek istemiyor. Aslında aynı şeyi yapıyorlar. İki kesim de eleştirel bir gözden yoksun. Bence bunların dışında üçüncü bir yol olmalı. İnsan içinden geldiği geleneği bilmeli ve onunla yetinmeyip, onu dönüştürmeli.
Ben kelimelerin de tıpkı insanlar gibi bir ömürleri olduğuna inanıyorum. Ve kelimelerin ecelleriyle ölmeleri gerektiğini savunuyorum. Yani 'ihtimal' kelimesi yaşamaya devam ediyorsa, miadını doldurmamışsa, bırakalım yaşasın. Zorla kafasına vura vura bir kelimeyi ortadan kaldırmak, dilin akışkanlığını bozar. En kötüsü kuşaklar arası süreklilik kalmaz. İnsanlar birbirlerinin dilini anlamaz. Ama öte yandan 'olasılık' kelimesi de yaşıyorsa, o da yaşasın. Duruma gore bazen bu kelimelerden biri uygun düşer, bazen öbürü. Tabii, bir de şu var. Eğer bir kelime ölmüşse, artık yaşamıyorsa, onu zorla diriltmeye çalışmak da doğru değil. O yüzden inatla Osmanlıca kelime kullananların da doğru yaptığını düşünmüyorum. Bence önemli olan akışkanlık, süreklilik. Bu bir toplumun daha sağlıklı ilerleyebilmesini sağlar.
Ben dil konusunda son derece esneğim. Benim için önemli olan hikayenin kendisi. Bence her hikaye kendi dilini getirir beraberinde. Ben Pinhan'da son derece örtük bir hikaye anlattım, dili de kapalı oldu bu yüzden. Şehrin Aynalarında kullandığım dil ise daha farklıydı çünkü hikaye öyle gerektirdi. Mahrem'de daha da ilginç çünkü aynı roman içinde farklı farklı diller kullandım. Osmanlı'da geçen hikayelerin dili ile günümüzde geçen hikayelerin dili birbirinden oldukça farklı oldu. Kısacası, bu konularda esnek ve önyargısız olmaktan yanayım. ''
Toplam 1546 mesaj bulundu