Seu Kuyt Adlı Üyenin Nedir Yazıları - Antoloj ...

  • lise defteri

    30.09.2003 - 12:41

    Berbat bir dizi...

  • kallavi

    30.09.2003 - 12:04

    '..kalite kallavi fiyat cüz-i..'sanırım böyleydi..bir traş bıçağı reklamında kullanılan bir slogan idi.

  • kenef

    30.09.2003 - 11:55

    Tuvalet,
    Abdesthane,
    Ayakyolu,
    WC,
    100 Numara,
    Memişhane...

  • üç şey

    30.09.2003 - 11:54

    Triatlon(spor dalı)

  • üç şey

    30.09.2003 - 11:53

    Hz.Muhammed(sav)
    Hz.İsa
    Hz.Musa
    Semavi dinlerin Temcilleri

  • üç şey

    30.09.2003 - 11:51

    Fatih Sultan Mehmed,
    Yavuz Sultan Selim
    Kanuni Sultan Süleyman

  • üç şey

    30.09.2003 - 11:50

    sevimli küçük bir kız,
    etkiliyeci genç bir kız,
    sevimli, tontoş yaşlı bir kız

  • üç şey

    30.09.2003 - 11:49

    küçük, büyük, orta

  • malcolm x

    30.09.2003 - 11:46

    MALCOLM X'İN HAC İNTİBALARI

    Ali Irmak /Sızıntı 2003 Eylul

    Hac döneminde aynı duygu ve düşüncelerle Kâbe'de toplanan değişik ırklara mensup insanlar, herkesin Hz. Adem ile Havva'nın çocukları ve bütün Müslümanların kardeş olduğu hadisini hatırlatmaktadır. Hac döneminde, âdeta küçük haşri sembolize eden Mekke, sosyolojik olarak ırklar arası yakınlaşmanın, barışın ve hoşgörünün en güzel zeminlerinden birisi haline gelir. Arab'ın Acem'den üstün olmadığını, üstünlüğün Allah'a yakınlıkta olduğunu bilen Müslümanlar, hacda diğer milletlerin bütün farklılıklarına hoşgörüyle bakmasını öğrenirler. Irkçılığın ve çıkarcılığın daha belirgin hissedildiği bir ülkede yaşayan Malcolm X ve Yusuf İslâm, haccın bu yönünü daha derinlemesine hissetmişler. Malcolm X lâkablı El-Hacc Malil el-Şahbaz'ın hac intibaları şöyledir:

    'Sen Allah'la beraber olunca, O, daima varlığının işaretlerini sana hissettirir. Ben Mekke'ye gitmek için S. Arabistan konsolosluğuna vize talebinde bulununca bana Amerika'da Müslüman olmuş kişilerin vize alabilmesi için, Dr. Mahmud Şavarbî'den onay alması gerektiğini söylediler. Ben Şavarbî'ye telefon açınca, o çok şaşırdı, kendisinin de beni aramak üzere olduğunu söyledi ve gelmemi arzu ettiğini ifade etti. Bürosuna gidince Dr. Şavarbî bana hacca gidebilmem için gerekli olan onay mektubundan sonra bir kitap verdi. Kitabın adı Muhammed'in (sas) Ebedî Mesajı idi. Yazarı Abdurrahman Azzam'dı. Yazar eserinin bir nüshasını bana verilmesi için göndermiş. Şavarbî bana Azzam'ın Mısır doğumlu uluslar arası kimliği olan bir devlet adamı olduğunu söyledi ve ekledi: 'O seni basından yakın takibe almış.' İnanılması güçtü. Şavarbî bana Kahire'de öğrenci olan oğlu Muhammed Şavarbî'nin ve kitabın yazarının oğlu Ömer Azzam'ın telefon numaralarımı verdi, onları çekinmeden arayabileceğimi söyledi.

    Kahire havaalanı, hacıların ihrama girdikleri yerlerden birisidir. Havaalanına giderken heyecanlıydım. Çünkü ne yapacağımı tam bilemiyordum. Elbiselerimizi çıkardık ve beyaz havlularla ihrama girdik. Cidde havaalanındaki binlerce kişi aynı şekilde giyinmişti. Kimse senin kral olduğunu veya çiftçi olduğunu fark edemezdi. Bana ekabirden diye tanıtılan bazı kişiler de benim gibi giyinmişti. İhramı giyince hep beraber lebbeyk diye başlayan duayı yüksek sesle okumaya başladık: 'Ey Allah'ım işte geldim, huzurundayım...'

    Kahire'den Cidde'ye giden uçakta yer olmadığı halde, beni üzmemek için bir başkasının yerini bana vermiş olduklarını öğrendim. Mahcup oldum. Uçakta beyaz, siyah, kırmızı ve sarı renkten insanlar vardı. Mavi gözlü ve kumral saçlı insanlarla benim gibi kıvırcık saçlılar hep beraber, hepsi aynı Allah'a ibadet ediyor ve hepsi birbirine eşit seviyede saygı duyuyordu. Uçakta koltuktan koltuğa benim Amerikalı bir Müslüman olduğum sözü dolaşıyordu. Uçağın pilotu benimle tanışmaya geldi. Mısırlıydı. Deri rengi benimkinden siyahtı. O, Harlem'de dolaşsa idi, kimse onun yabancı olduğunu düşünmezdi. Yardımcı pilotun rengi onunkinden de siyahtı. Bunun bana ne kadar zevk verdiğini anlatamam. Çünkü şimdiye kadar hiçbir siyahın jet pilotu olduğunu görmemiştim. Cidde'ye kadar yaklaşık bir saatlik yol boyunca lebbeyk duasını okuduk. Cidde havaalanı, Kahire'den daha kalabalık görünüyordu. Cidde havaalanında Amerikan pasaportunu görünce benden şüphelendiler, Dr. Şavarbî'nin onay mektubunu istediler. Tartışmalar devam etti. Ve benim gerçekten Müslüman olduğumun anlaşılması için mahkemeye çıkmam gerektiğini söylediler...'

    Daha sonra Ömer Azzam'la irtibata geçen Malcolm X, onun vasıtasıyla Mekke'ye gidebilme iznini alır. Azzam'ın misafirperverliğinden ve nezaketinden çok etkilenir. Sonra Mekke'ye gelir ve hacceder. Hem bedeninin, hem zihin ve ruhunun yapmış olduğu bu seyahati Malcolm X şöyle özetler:

    'Ben böyle samimi içten bir misafirperverlik görmedim. Hz. İbrahim (as) , Hz. Muhammed (sas) ve kitap sahibi diğer peygamberlere ait bu kutsal mekânda farklı renk ve ırktan bir araya gelmiş insanların kardeşlik ruhuna şimdiye kadar hiçbir yerde şahit olmadım. Bir haftadır farklı renklere sahip insanların bana gösterdikleri nezaket ve incelikten dolayı şaşkınım. Mekke'yi ziyaret etme bahtiyarlığına erdim. Kâbe'yi yedi defa tavaf ettim. Zemzem'den içtim. Safa ile Merve arasında koştum. Mina'da ve Arafat'ta dua ettim. Dünyanın her yanından on binlerce hacı vardı. Mavi gözlüsünden siyahîlerine kadar her renkten insan vardı. Hepsi aynı ibadeti yapıyor, birlik ve kardeşlik ruhunu yansıtıyordu ki, Amerika'da iken ben böyle bir şeyin beyazlarla siyahlar arasında gerçekleşmesinin mümkün olacağına aslâ inanmamıştım.

    Amerika, İslâm'ı anlamak zorunda. Çünkü kendi toplumundaki ırkçılık problemini çözecek, kaldıracak tek din İslâm'dır. İslâm ülkelerindeki seyahatim boyunca, Amerika'da kendilerine beyaz denilecek birçok insanla karşılaştım, konuştum, yemek yedim; fakat İslâm beyazlık anlayışını bu insanların zihninden tamamen kazımış. Ben renklerine bakmaksızın insanların her ırktan insana karşı samimî ve gerçek bir kardeşlik gösterdiğine hayatımda ilk defa şahit oldum.

    Bu sözleri benden duyduğunuzda şaşırabilirsiniz. Fa- kat hac yolculuğum sırasında gördüklerim ve yaşadıklarım, beni önceki düşüncelerimi gözden geçirmeye ve bazı yargılarımı terk etmeye zorladı.

    İslâm topraklarında şu geçen on bir gün zarfında; gözleri mavilerin en güzeli, saçları sarının en alımlısı, derileri beyazların en beyazı olan Müslümanlarla aynı tabaktan yemek yedik, aynı bardaktan su içtik, aynı yatakta (hasırda veya halıda) yattık ve aynı Allah'a dua ettik. Beyaz Müslümanların sözleri ve davranışlarında, Gana, Sudan ve Nijerya Müslümanlarında hissettiğim samimiyetin aynısını müşahede ettim.

    Biz gerçekten de eşittik, kardeştik; çünkü onların Allah'a olan inançları beyaz mefhumunu (ayrımcılığını) zihinlerinden ve davranışlarından temizlemiştir.

    Bundan anlıyorum ki, Amerikalılar Allah'ın birliğini kabul ederlerse, belki o zaman insanın da birliğini kabul edecekler ve yalnız renklerinin farklılığından dolayı diğer insanlara engel olmaktan, zarar vermekten vazgeçeceklerdir.'

  • halil inalcık

    30.09.2003 - 11:43

    Halil İnalcık Osmanlı Tarihi Profesörü ve Bilkent Tarih Departmanın kurucularındandır. Prof.İnalcık Ankara Üniversitesi'nde(uni) , Chicago Uni., Princeton Uni. ve Pennsylvania Uni. dersler vermiştir ve şu anda hala Bilkent'te ders vermektedir. Prof.İnalcık klasik Osmanlı ekonomisi, sosyal hayatı ve geleneksel tarihinde uzmandır.Yayınlanmış 200 den fazla bilimsel makalesi ve çok sayıda kitabı vardır, bunlardan bazıları:

    -“Tarihsel Baglamda Sivil Toplum ve Tarikatlar” [“Civil Society and Religious Sects in a Historical Context”], in Fuat Keyman and Ali Yasar Saribay (eds.) , Global - Yerel Ekseninde Türkiye [Turkey in the Global-Local Nexus] (Istanbul: Alfa Publishing,2000) .

    -Sources and Studies on the Ottoman Black Sea: The Customs Register of Caffa,1487-1490 (Harvard University Press,1995) .

    -A Social and Economic History of the Ottoman Empire, with D. Quataert (Cambridge University Press,1994)

    -The Middle East and the Balkans under the Ottoman Empire (Indiana University Press,1993)

    e-mail:[email protected]

  • halil inalcık

    30.09.2003 - 11:26

    Ülkemizin sahip olduğu en iyi tarihçilerden biri..

  • ombudsman

    30.09.2003 - 11:22

    Folter Osmanlı'da bunun örnekleri görüldüğü iddia olunuyor demiş, ben de okuduğum bir yazıdan bunu teyit etmek için bir parçasını(aslında tamamını :))) iktibas ediyorum:

    Ombudsmanlık ‘yolsuzluklara’ çare olabilir mi?

    Galip Demir

    Ombudsman, genel anlamda yönetimin ağır baskısı altında ezilen yurttaşların, haklarını daha kolay yollardan aramasını sağlayan bir kurumdur. Kötü yönetimden kaynaklanan birtakım usulsüzlükler sonucunda vatandaşların zor durumda kalması, onların haklarını koruyacak güvenilir bir korunağın bulunmaması, her zaman sorun olmuştur. Görevini kötüye kullanma, rüşvet, rant sağlama, hırsızlık... gibi yolsuzluklar hep kötü yönetimler sonucunda ortaya çıkmaktadır. Kötü yönetimin bir ürünü olan yolsuzlukla mücadelede en etkili önlemin ombudsman olduğu kabul edilmektedir. Ombudsmanın aynı zamanda demokrasinin gelişmesinde, sivil toplumun oluşmasında önemli katkıları tespit edilmiştir.
    Ombudsman İsveç dilinde delege, avukat, temsil etme yetkisi verilen kişi anlamına gelmektedir. Kurum olarak da parlamentoyu temsil eden büro anlaşılır. İspanya’da halkın savunucusu, Avusturya’da halk avukatı, Fransa’da arabulucu... Türkiye’de ise kamu hakemi, kamu denetçisi, halk gözlemcisi denmektedir.

    İsveç’te 1713 yılında kurulan ombudsmanlık ülkede yolsuzluğun had safhaya ulaştığı bir dönemde kurulmuş, başarılı olunca da 1809’da anayasal bir kurum haline getirilmiştir. Daha sonra İskandinav ülkelerinden Finlandiya 1919, Norveç 1959, Danimarka 1954 yılında ombudsmanlık sistemine geçmiştir. Bu kurum 1962 yılında bir sıçrama yaparak Avrupa’dan Pasifik’e atlamıştır. Yeni Zelanda da Danimarka’yı örnek alarak kendi ulusal değerlerini koruyan bir ombudsmanlık bürosu kurmuştur. Parlamento Komiseri adı altında 1962 yılında kurulan büro, birçok hükümet birimini denetim ve gözetim yetkisine sahip kılınmıştır. İngiltere’de 1954 yılında Tarım Bakanlığı’ndaki görevlilerin, köylülere ait olan bir araziye hukuk dışı yollardan el koymalarıyla ortaya çıkan skandal, ombudsmanlık kurulmasında etkili olmuştur. Ombudsmanlık kurumunun demokratikleşmede, şeffaflaşmada bilhassa yolsuzlukla mücadeledeki başarısı daha fazla göz ardı edilememiştir.

    Demokrasi-ombudsmanlık ilişkisi

    Ombudsmanlık ile demokrasinin gelişmesi ve yolsuzlukların azalması arasında bir bağ kurulabilir. Demokrasi mi ombudsmanlığı meydana getirdi; yoksa ombudsmanlık mı demokrasiyi olgunlaştırdı? Demokrasi tarihine bakıldığında görülür ki, eğer sivil toplum olmasaydı, ombudsmanlık kurulamaz, demokrasi gelişemezdi.

    Kötü yönetimlerde kamuda görev yapan liyakatsiz yöneticilere geniş yetkiler verildiğinde, görevlerini kötüye kullanma ihtimali artmaktadır. Görevlilerin yetkilerini kötüye kullanmalarının önlenmesinde hem yargı denetimi hem de yargı dışı denetim olan ombudsman denetimi kaçınılmaz hale gelmiştir. Çünkü ombudsman, görevlinin keyfi tutumunu, görev ihmalini gözler, yasayı yorumlar, hukuk ve hakkaniyet ilkelerine uygunluk yanında yerindelik denetimi yapar.

    Türkiye’de hırsızlık, rüşvet, zimmet, dolandırıcılık, kayırmacılık, yiyicilik... v.b. her türlü yolsuzlukla mücadelede başarı kazanılması hemen hemen imkansız gözükmektedir. Ülkede rejimi tehdit eder boyutlara varan bu hastalık birçok kurumu sarmış durumdadır. Her hükümet değişiminde bir öncekinin yolsuzluklarını ortaya çıkarmakta, buna karşı duyulan tepki ve infial belli bir süre devam etmekte daha sonra gündem değişerek yapılan çalışmalar, alınan önlemler rafa kaldırılmaktadır.

    Görünen o ki şu anda yolsuzlukla mücadele edecek olan yargının eli kolu bağlanmıştır. Bunun sorumlusu bürokrat ve siyasetçidir. Adalet Bakanı Cemil Çiçek, yolsuzlukların temelinde siyasetçi, bürokrat ve yargı ayağının bulunduğunu, yolsuzluklar karşısında çaresiz kalındığını itiraf etmiştir. Herkes suçu yargının üzerine atmakta, yargıdaki olumsuzluklardan bahsetmektedir. “Avukat tutmayın, hakim tutun” gibi, tüm yargıyı töhmet altına sokan yaklaşımlar yanlış ve tehlikelidir.

    TBMM’de ‘Yolsuzlukları Araştırma Komisyonu’ uzun süren çalışmalar sonunda bin sayfayı aşan bir rapor hazırlamış, raporda geçen hükümet dönemlerinde vaki olan yolsuzluklar tespit edilmiş ve yolsuzluk çeşitleri üzerinde durulmuştur. Bu çalışmada gelecek yolsuzluklar için herhangi bir önlem ortaya konulamadığı gibi komisyonun çalışmaları sırasında bile bir bankanın içinin boşaltıldığı görülmüştür.

    Devlet Planlama Teşkilatı tarafından AB’nin kendi bünyesinde ve üye ülkelerde kurulan ombudsmanlık kurumunun Türkiye’de de kurulması önerilmektedir. Ne yazık ki böyle bir kurum henüz kurulamamıştır.2000 yılında TBMM’de bu konuyla ilgili bir yasa taslağı hazırlanmış, ilgili komisyonlarda görüşülmüş; fakat kanun halini alamamıştır.

    Türkiye’de ombudsmanlığın kurulamaması akla birtakım soruları da beraberinde getirmektedir. Acaba bazı kurumlarda kokuşan ve yıllardan beri süren ahlaksızlıkların önlenmesi istenmemekte midir? Ombudsmanın da yolsuzluk yapmasından, yakınlarına rant sağlamasından, taraf tutmasından, hakkaniyete riayet etmemesinden mi çekiniliyor? Halbuki ülkemiz genelinde liyakatli, bilgili, güvenilir vb. ombudsman özelliklerini yaşam biçimi yapan dürüst kimseler vardır. Ombudsmanlık ile halihazırda kurulu bulunan öteki bağımsız denetim kurullarını karıştırmamak gerekir. Bu kurulların hiçbirinin halk ile ilişkisi yoktur, bu nedenle de halkın şikayetlerine bakmamaktadır. Sayısı bir hayli kabarık olan bu kurulların neye yaradığını halk da bilmemektedir. Aslında BDDK, SPK... gibi bağımsız kurulları toplumun yararına çalışır konuma getirebilir, bu da ancak bu kurullara seçilecek kişilerin nitelikleri seçiliş biçimlerinde gösterilecek hassasiyete bağlıdır.

    Ombudsmanlık Kurumu Osmanlı’daki Ahilik Kurumu’ndan esinlenerek hayata geçirilmiştir. Ahilik Kurumu’nun liderinin seçimi demokratik usulde yapılır, göreve getirilen kişide, dürüstlük, liyakat, tarafsız olma özellikleri aranırdı. Bağımsız ve tarafsız bir kurum olarak faaliyet gösteren ve aynı zamanda sivil toplum kuruluşu olan Ahilik, devlet ile vatandaş arasındaki sorunların çözümünde, hakların korunmasında halkın vekilliği görevini yerine getirmiş, halkın gözlemcisi durumuna gelmiştir.

    Temeli Ahilikte...

    Osmanlı’daki Ahilik kurumundan esinlenen İsveç Kralı 12. Karl, ülkesinde kendisinin yokluğunda baş gösteren yolsuzlukların önlenmesinde Ombudsmanlık Kurumu’nu kurmuştur. Avrupa Birliği Baş Ombudsmanı, ombudsmanlığın Osmanlı’daki bir kuruma dayandığını 2003 yılı AB Ombudsmanlar Toplantısı’nda, TBMM İnsan Hakları Komisyonu Sn. Başkanı Mehmet Elkatmış’ın sorusu üzerine cevaplamıştır. Dolayısıyla bahsolunan kurumun bir şubesi olan Dünya Basın Ombudsmanları 15 Eylül 2003 tarihinde İstanbul’da toplandığında ne yazık ki gelen basın ombudsmanlarına bu kurumun Türk tarihine dayandığı bilgisi verilememiştir. O halde bu toplantının Türkiye’de olmasının ne faydası olmuştur? ..

    Ombudsman Aranıyor” kitabı yazarı

    17.09.2003 /Zaman

  • ahmet turan alkan

    30.09.2003 - 11:19

    Nuriye Akman'ın Ahmet Turan Alkan'la yaptığı röportajı:

    Kadını erkeğin kölesi görenlere saygı duymam

    Okurlarımdan sık sık şöyle e–mail’ler alıyorum: “Hani bir ara yazarlarımızı–çizerlerimizi tanıyalım kampanyası açmıştınız. Üç Zaman mensubunu tanıttınız, bıraktınız. Lütfen devam edin bizi bize anlatmaya.” Arzunuz başım üstüne. Buyrun, Ahmet Turan Alkan hocamı takdimimdir. Kendisi, her konuda aynı düşünmesem de uzaktan hayran olduğum bir insandı. Yakından tanıyınca, bu hissim daha da arttı. Bu yıl gazeteyi mükemmelleştirmek için 5 gün boyunca beyin fırtınası yaptığımız Didim’de bütün oturumları o yönetti. Gündüzleri, Hocamızın ironik düşünce tarzıyla tanışıp hayran olduk, geceleri söylediği hüzünlü türkülerle hüzünlendik. Neyse ki Alkan, sadece türkünün hüzünlüsünü seviyor. Genelde, şakacı, çevresine sıcaklık yayan bir insan. Bu söyleşi; hiç kurgusuz, hazırlıksız, akla düşen kelimelerin dile sakince bırakılmasıyla oluştu.

    Sivas’ta yaşamanızı, büyük şehir korkunuza mı bağlamalı?

    İsabet olur. Büyük şehrin, benim zihin ve beden konforumu tehdit eden bir sürü riski var. Her gün üç–dört saati yollarda geçirmek, başkalarının, mesela bir dolmuş şoförünün yönetiminde kalmak, eve yeterince zaman ayıramamak beni geriyor. Zamanımı kendim planlamayı seviyorum. Akrabalarım randevu ile gelirler eve. Fakültede kapıya yazı asıyorum, “Bu ziyaret şart mıydı, iyi düşündünüz mü? ” diye. Yapmakta olduğum iş, zihnî yoğunlaşmayı gerektiriyor. Hazırlık olmaksızın bir işe girişmek beni ürkütüyor. Bazen derse hazırlıksız girdiğim oluyor. Birkaç dakika panik... Ben bu çocuklara ne anlatacağım, maaşımı nasıl hak edeceğim?

    Kendinizi sürekli suçlu hissettiğiniz bir konu var mı?

    Mesela anneme sağlığında yeterince yakınlık gösteremediğimi, akademik kimliğimi ihmal ettiğimi düşünüyorum. On seneden beri vaktimin büyük kısmını gazete, dergi, kitap işlerine verdim. Halbuki beni iyi tanıyan birkaç dostum “Ahmet, akademisyenliği gazeteciliğe kurban etme. Senin bu tarafın çok iyi. Kendini tarihte yoğunlaştır.” diye ikaz ettiler. Ama yazı yazmak, okunmak, insanların dikkatlerini çekmek, onlara yön vermek nefsime hoş geldi.

  • ahmet turan alkan

    30.09.2003 - 11:18

    Eşinizle nasıl evlendiniz?

    Lisede yedek edebiyat öğretmenliği yapıyordum, eşim matematik öğretmeniydi. Âşık oldum. Sonra istettim. Eşimin kendisine duyduğum alakadan haberi bile yoktu. Hatta o günlerde “Bir başkası da istiyor, acaba ona mı varacak.” filan diye paniğe kapıldım. Hayatımın ilk ve son içkisini o zaman içmiştim.

    Niye böyle bir endişeye kapıldınız?

    O benim tabiatımdan. Lisede kızların ilgisini çeken bir tip değildim mesela. Hiç flört etmedim. Gençlik aşklarım, hep platonik, ben sana hayran sen çama tırman cinsinden tek taraflı aşklardı. O halim galiba bu noktada bir patlamaya yol açtı ve şunu düşündüm. Herkes bir şey içiyor ve rahatlıyor. Acaba bu içki nasıl bir şey? Manasız bir şeymiş. Problem çözmediği kesin, üstelik unutturmuyor bile. Şuurum tıkır tıkır çalışıyor. Nasıl vermezsiniz falan diyorum. Oysa benim vehmimden kaynaklanmış.

    Niye ona sevginizi söylemiyorsunuz?

    O cesaret nerede? Çok içine kapalıydım. Fakülte yıllarında polis kontrolünde fakülteye girip çıkan, bir türlü sosyalleşememiş insanlardık. Kız arkadaş çevremiz olmadı; ama Allah’a çok şükür çok mutlu bir evliliğim oldu.

    Eşinizin başını örtmesini istediniz mi?

    Eşimi başı açık, son derece şık bir genç hanım olarak beğendim. Başta kendisine örtünmeyi teklif ettim, reddedince onu olduğu gibi kabul etmek gerektiğini hissettim. Geçen sene birlikte hacca gitmek nasip oldu. Kendisiyle ayrı otellerde kalmak zorunda kaldık. Adeta ikinci nişanlılık gibi çok tatlı, tam gençlere yaraşır bir âşıkdaşlık fırsatı oldu. Her sabah gidiyorum, otelinden alıyorum, tenha bir yer bulup gazoz, çay içiyoruz. El ele tutuşup geziyoruz. Gece yarılarında yine onu getirip oteline bırakıyorum. Tabii Kabe’nin manevî ikliminde her şey çok lezzetli.

    Muhafazakâr dünyanın evlilik modelini nasıl değerlendiriyorsunuz?

    Evliliklerin çoğunda tencere kapağa denk geliyor. Beni rencide eden şey, daha ziyade kadın zorluyor, tencere kapağa uysun diye. Kadın, kendisi gibi kalmaya çalıştığı zaman problem çıkıyor. Geleneğimiz kadınlara bu misyonu yüklüyor. Yani sen kocana itaat edeceksin, onu mutlu edeceksin. Bu hakça bir şey değil. Erkek de karısını mutlu etmekle görevli. Erkeklerin kullandığı argüman şu: “Bu Allah’ın emri.” Ama Allah adildir. Geleneğin kadınları daralttığını, zorladığını ve fedakârlık yapmaya ittiğini, hanımlarınsa ailede biçimlenen geleneksel terbiye ile buna itaat ettiğini görüyorum.

    Kadını erkeğin kölesi gibi görenler de var ama.

    Bunu İslam adına söyleyen bence haltetmiştir; bühtan ediyordur.

    İsmet Özel gibi fikirlerini açıkça ifade eden pek görülmüyor; ama erkekler arasında, kadını kölesi gibi görenlerin azınlık teşkil ettiğine inanıyor musunuz?

    Maalesef hayır ve bu noktada İslam inancını benimseyip benimsememenin anlamlı bir kriter teşkil ettiğini düşünmüyorum. Kendini laik diye tarif edenler arasında da bu saygısızlık biçimi anlamlı miktarda tekrarlanıyor. Kadınında şahsiyet eseri görmeyen erkekle aynı dinden değilim ben. Feministlerden hazetmem; ama kadını, iğreti bir cins gibi görenlere de saygı duymam. Açlık, eğitimsizlik, çevre kirlenmesi veya çocukların istismarı gibi bir insanlık meselesidir bu. Üstelik kılıktan kılığa bürünür.

    “Kadınlar tarlalarınızdır.” ayeti gündeme geldi biliyorsunuz; sizce bu ayet, İsmet Özel’in yorumladığı gibi mi anlaşılmalı?

    Tefsir alimi değilim, megaloman da değilim; o yorumu paylaşmak için her iki branşta da ama özellikle ikincisinde hayli mesafe almak gerekiyor anlaşılan. Bu, beni titreten hatta ürküten bir yorum tarzı.

    Flört eden gençlere kızıyor musunuz?

    Âşıkdaşlığa hayır demiyorum. İki insan birbirini görmeli, anlamalı, tanımalı. Karşılıklı saygı ve sevgi çerçevesinde arkadaşlığın manası olur. Fakat kızım olsa da işte 18 yaşında, oğlanın biriyle bir yerlerde görsem ne yaparım diye düşünüyorum. Yani gelsin adam gibi istesin, işin adı konulsun isterim.

    Oğullarınızın kız arkadaşları var mı?

    Bu hususta bilgi sahibi değilim. Varsa bile bana söylemezler herhalde; ama getirseler, tanıştırsalar, çok hoşuma gider. Bu hususta da ikiyüzlü olduğumu kabul ediyorum. Yani ciddi bir şekilde ilgilendiklerini bilsem. Ama öyle dokun geç! Ona kızarım.

    İslami camiada arkadaşlıkları legalize etmek için, belirli süreler için nikâh yapıldığını duyuyoruz.

    Bunlara ahlaksızlık olarak bakıyorum. Benim için muta olsun, olmasın, nikâhın çok mühim bir şartı vardır: Topluma duyurmak. Şimdi biz bunu üniversitelerde yaşıyoruz. Kız geliyor, oğlan geliyor, “biz evliyiz”. E, nasıl nikâh kıydınız peki? “Kendi kendimize nikâh kıydık. İki tane de ağzı sıkı arkadaş bulduk”. Oğlum bu nikâh değil ki. Siz gizli kapaklı bir iş yapıyorsunuz. “Ailelerimiz duyarsa? ” Kardeşim, onların duyma hakkı var yahu. Neslin takibi problemi var. Problem yaratmak istemem ama, muta nikâhı bile layıkınca duyurulduğu zaman, benim için nikâhtır. Ha onlar derler ki, “Biz bir ay sonra ayrılacağız.” O onların bileceği bir iş ve ayrıntıya girip hukuki tarafına karışamam. Hayrettin Karaman Hoca beni gebertir!

  • ahmet turan alkan

    30.09.2003 - 11:17

    Erkekler, bilgili kadını eş almak ister mi?

    Açık konuşalım, her kültürde erkek, kendisiyle fikrî planda rekabet edebilecek eş fikrine sıcak bakmaz. Yanlış ama fiilî hakikat bu. Lakin bilgi, problemli bir kavram. Etrafımızdaki her şeyi görmüyoruz. Kızıl ve mor ötesi ışınları, onların eşyaya nasıl yansıdığını görsek, belki huzursuz oluruz. Bilmek de böyle bir şey. Bilginin insanları mutlu ettiği, pozitivist telakkinin beslediği bir efsane. Evliliğin nihai gayesi yüksek bilgi üretimi değil, iki insanın saadetidir. Belki de belli hadde kadar bilmek, mutluluğumuz için gereklidir.

    Öte yandan bu dünyaya onu bilmeye, evren kitabını okuyup çözmeye geldik.

    Tamam da, aşk diye bir şey var. Dünyayı bilmek, anlamak, tefekkür, tezekkür gibi kavramları evlilikle ilintilendirmeden düşünelim. Evliliğin en yüksek mertebesi her daim aşk üzre olmak. Aşk, bilgilenme ihtiyacının sona erdiği yerdir. Aşk, âşıkın mâşukundan başka her şeyi önemsiz gördüğü bir düzlemdir.

    İnsan kendini inşa ederken bir sürü kitap okuyor, değişik topluluklara giriyor, birçok deneyim kazanıyor. Sana değen her şey, senin üstüne bir tuğla koyuyor. Eşin de aynı süreci yaşıyor. Bu sürecin paralel olarak gitmesi mümkün mü?

    Değil. Kendinizi inşa ederken, evvela kendinize, sonra en yakınınıza karşı yabancılaşmaya başlayacaksınız; üzerinize konulan her tuğla sizi başka biri yapacak ve günün birinde hayat arkadaşınıza baktığınızda onu tanıyamaz hale geleceksiniz. Oysa, eski tip evliliklerde kendini zamanla tazeleyen ve aşinalığı aşk haline çeviren bir şey var. Bu yapı, bugün, kadın cinsinin daha ezik durumda kalması gibi anlaşılıyorsa da, mutluluğa hizmet ediyordu. Modern kuşak, daha çok şey biliyor fakat daha mutsuz yaşıyor, mutsuz ölüyor.

    Peki ne yapacağız?

    Bilginin karşısına mutluluğu koyacağız. Benim için ne önemli? Mesela kariyer, başarı önemli. O yol insanı kolay kolay mutluluğa götürmez. O zaman hayatımıza doğru hedefler koyacağız. Peki, yirmi yaşında bir çocuk bunu nasıl yapabilir? Yaşlı kuşak bunun içindir işte. El yordamı sandığımız tecrübeyle onları hayata karşı güçlendirir.

    Geçenlerde Necibe başlıklı bir yazınızda tesettürlü hanımların dramını yazdınız…

    Bu yazı standart Türk erkeğinin, Ekmek Teknesi’ndeki Necibe Hanım’a ayılıp bayıldığı yolundaki bir varsayımdan kaynaklanmıştı. Çok ilginç cevaplar aldım hanımlardan ve temsil kabiliyeti olan bir probleme parmak bastığımı fark ettim: Tesettürlü hanımların çoğu çalışmıyor. Eşleri dışarıya çıkınca güzel makyajlı, alımlı, çalımlı hanımlar görüyor. İster istemez evdekiyle mukayese ediyor. Evdeki, çoluk çocuk, ev işleriyle uğraşmaktan kendine bakmaya fırsat bulamamış, onlarla fizikî planda rekabet etmesi mümkün değil. Kadınlar dışarıdakiyle rekabet etmek gerektiğini hissediyorlar. Bu, onlarda gerginlik meydana getiriyor. Hanım diyor ki “Beyim gelirken, makyaj yapıyorum, kıyafetimi değiştiriyorum. Güleryüzle karşılıyorum. Fakat bir saat sonra yeniden ev işleri, yemek, namaz, abdest, tekrar üst değiştiriyorum. Bu bizi ikiye bölüyor.”

  • ahmet turan alkan

    30.09.2003 - 11:17

    Şizofrenik bir şey yani.

    Evet. Ama o kadar da büyütülmemesi gerekir. Eşiniz için makyaj da yaparsınız, süslenirsiniz de. Abdest alırken yüzündeki pudra vs. gidecektir. Yeniden boyarsınız. Yani sırtına da namaz başörtünü al, onu çıkart, tekrar öyle otur. Çok fazla parçalanmana gerek yok. Ha erkekler olarak bunun karşılığını yapıyor muyuz, işte tıraştı, pantolon ceketti, hayır. Yapamıyoruz; ama biz hanımlarımızdan istiyoruz. O da ayrı bir samimiyetsizlik konusu.

    Kadın, kocayı kaçırmamak için bu yarılmayı yaşıyor da, erkek niye yaşamıyor?

    Dürüst olalım, geleneksel kültürümüz kadının ihanetini çok sert bir şekilde ayıplarken, erkeğinkini hoşgörüyle karşılıyor. Bu ne İslamîdir, ne de doğru bir şey. Bir evlilik akdi yaptınsa buna sadık kalmak zorundasın. Ölene kadar değil belki ama evli kaldığın sürece.

    Sırf zevkini tatmin için bir erkeğe Allah’ın ikinci bir kadın alma hakkını verdiğine inanıyor musunuz?

    Din bir ölçüler sistemidir. Alt ve üst barajlar belirlenmiştir. Ortada kalan cevaz alanını, kötü niyetliyseniz istismar edebilirsiniz. Din istismarını sadece Müslümanlar değil, Hıristiyanlar da, Museviler de yapıyorlar. Çünkü dinî metinler esnektir. Dinî argüman kullanmak suretiyle bir konuda iki farklı görüş geliştirmek pekala mümkündür. Evet, iki, üç, dört, kâğıt üzerinde var. Fakat o ayetin sonunda Cenab–ı Hak diyor ki, “Sizin için hayırlısı bir tanedir.” Kendimizi aldatmayı kafaya koymuşsak bir şekilde meşrulaştırırız onu. Doğrusu, ben dünyaya kadın olarak gelmek istemezdim.

    Kendini inşa etmek açısından mı?

    Evet. Kendimi inşa edeceğim, ben Ahmet olacağım. Resim yapmak istiyorsam, resim yapacağım. Seyahat etmek istiyorsam, seyahat edeceğim. Zaman içinde insanların inşa ettiği İslam kültürü içinde kadın bunu yapamıyor. En büyük problem bu işte. Evlilik bahsinde kadını tali bir mahlukmuş gibi takdim eden değer hükmü ortaya konması, bu işe katkıda bulunan her Müslüman’ın sırtındaki ayıptır. Evliliğin içini doldurmak, ona estetik bir boyut ilave etmek, iki insanın bir arada inşa ettiği bir sanat eseri haline getirmek, bize düşen bir görev. Hanımına değer veriyor musun, onu hoş tutuyor musun, onu onore ediyor musun? Ona kendini inşa etmesi için hangi şansları veriyorsun? Şans vermeyi de bırak. Onu destekle. Bu aynı zamanda senin dinî görevin, müminliğinin sınandığı bir şey.

    28.09.2003/Nuriye Akman

  • edward said

    30.09.2003 - 11:15

    Edward Said’in ölümü üzerine bir ‘Teessür’ yazısı

    Edward Said öldü. Ağır ve acımasız, amanvermez bir hastalıkla savaşıyordu. Sonunda, beklenen oldu: Said,68 yaşında yenik düştü kansere; –ve ben, uzun yıllardan beri ilk defa, hiç tanışmadığım, görmediğim, elini sıkmadığım, kucaklaşmadığım, sesini bile duymadığım birinin ölümünden sonra, kendimi ağır bir hüznün, umarsız bir kederin akarında buldum.

    Jose Ortega Y Gasset’in, ‘The Dehumanisation of Art’ta, bir gerçekliğin, farklı bakışaçılarından, birbirinden farklı birçok gerçekliğe bölündüğünü kanıtlamak için yazdığı bir denemeyi anımsıyorum. Ölmek üzere olan önemli bir kişinin yatağı başında, hastanın eşi, doktor ve arkaplanda ise, bütünüyle profesyonel nedenlerle orada bulunan bir gazeteci ile bir ressam durmaktadır. Ressam, tesadüfen oradadır. Eş, doktor, gazeteci ve ressam aynı olayı, hastanın ölümünü izlemektedirler. Ama bu olayın, orada hazır bulunanlardan her birini çok farklı biçimde etkilediğini bildirir Ortega; –şöyle der: ‘Bu sahnenin, olayı büyük bir acıyla yaşayan eş için ifade ettiği şeyle, orada kayıtsızca olupbitenleri seyreden ressam için ifade ettiği şey arasında hemen hemen hiçbir ilişki yoktur.’ Ortega, ölümün ne ifade ettiğinin ‘ölçülebilmesi’ için, bu olayla orada hazır bulunanlar arasındaki ‘teessüri mesafe’nin (‘emotional distance’) bilinmesi gerektiğini söyler.

    Şunu söylemek istiyorum: Said, ölürken onun yanı başında değildim. Ortega’nın tasvir ettiği bağlamda bir ‘yakınlık’ da olmadı onunla aramızda. Ama, o ‘teessüri mesafe’nin kısaldığını, iyice kısaldığını; onun, bir okuryazar olarak benim yaşamımdaki entelektüel ağırlığının, duygusal (ya da ‘teessüri’) bir ağırlığa dönüştüğünü farkettim birden. Ruh’un diyalektiği, galiba böyle bir şey işte!

    Şunu da söylemeliyim: ‘Oryantalizm’e, ‘Beginnings’e, ‘Kış Ruhu’na, ‘Entelektüel’e, ‘Kültür ve Emperyalizm’e... ilişkin okumalarımın, beni, sadece zihinsel düzlemde değil, ama, ‘insanca, pek insanca’ düzlemde bir okumaya hazırladığının da ayırdındaydım elbet. Said benim için gerçek bir yirminci yüzyıl aydınıydı: Yazıyor, ama İsrail tanklarını da taşlıyordu...

    Bir ‘teessüri’ ölüm yazısında yeri da denebilir. Ama, Said’in, Oryantalizm’in, “Şark” ile (çoğu zaman) “Garp” arasındaki ontolojik ve epistemolojik ayrıma dayanan bir düşünme biçemi [olduğu]’na ilişkin belirlemesini; dahası, bu biçemin (üslubun) , ‘Şarkla–Şark hakkında saptamalar yaparak, ona ilişkin görüşleri meşrulaştırarak, onu betimleyerek, öğreterek, oraya yerleşerek, onu yöneterek– uğraşan’ Oryantalizmin, ‘Şark’a egemen olmakta, Şark’ı yeniden yapılandırmakta, Şark üzerinde yetke kurmakta kullan[dığı]’ bir ‘Batı biçemi’ olduğuna ilişkin tanımlamasını da, burada zikretmeden geçemeyeceğimizi düşünüyorum. Said için ‘Garp’la Şark arasındaki ilişki, bir iktidar, bir egemenlik ilişkisi[dir]’. Bryan S.Turner, Asaf Hüseyin, Robert Olson ve Cemil Kureşi’nin ortaklaşa editörlüğünü yaptıkları Oryantaliztler ve İslamiyatçılar: Oryantalizt İdeolojinin Eleştirisi’ başlıklı derlemeye yazdığı, ‘Oryantalizm ve İslamda Sivil Toplum Meselesi’ adlı yazısında bu tanımı daha da açık seçik kılacak ve elbette daha kapsamlı, kuşatıcı bir dilegetirişe dönüştürür: ‘Oryantalizm, Batı’nın tanımladığı ve kontrol ettiği kavramlar, tablolar ve kategorilerin içinde anlamlandırılabilecek garip, erotik, farklı, ama anlaşılabilir ve kavranabilir bir Doğu anlayışını ön plana çıkaran bir söylemdir. Bilmek, tahakküm etmektir.’ Bilgi ile iktidar (ya da, ’tahakküm’) mekanizmaları arasındaki bağıntıları da Fuat Keyman, Mahmut Mutman ve Meyda Yeğenoğlu, birlikte yayına hazırladıkları ‘Oryantalizm, Hegemonya ve Kültürel Fark’ın ‘Giriş’ bölümünde şöyle ifade etmişlerdir:’ “Doğu” veya daha genel olarak dünyanın Batı Avrupa ve Kuzey Amerika “dışı” yerleri üzerine son iki ve üç yüzyılda geliştirilen tarihsel, coğrafi, antropolojik bilgiler ve düşünceler, edebi ve sanatsal söylemler ve temsiller, bu bilgileri ve söylemleri geliştiren Batılıların ekonomik ve siyasal güç konumlarından, bu güç konumuna bağlı ideolojik söylemlerden ve psişik–öznel kuruluştan, fantazilerden ve mitlerden bağımsız değildir.’

    Pekiyi de, bütün bunların bizim için, Bir Doğu’lu (‘Şark’lı) bir toplum olarak Türk toplumu için ne anlamı var? Bana öyle geliyor ki, Türkiye’nin Avrupa Birliği ile olan ilişkilerini kuşatıcı bir biçimde anlayabilmek için Said’in ‘Oryantalizm’ ini okumak gerekir. Acaba Sayın Erdoğan, Sayın Gül ve Dışişleri Bakanlığımızın, görevleri gereği bu meseleyle uğraşan bürokratları, Said’i okumuşlar mıdır? Okumuşlarsa, bizim AB umutlarımızın hiçbir kayıt ve koşulda gerçekleşme olanağı bulunmadığını öğrenmiş olmaları gerekir. Said, bize, AB’ye girme çabalarının bir Sisyphos mitos’u olduğunu gösteriyor çünkü; –ya da ateşten denizleri mumdan kayıklarla geçmeye kalkışmak, demek olduğunu!

    (Said üzerine yazmaya devam edeceğim.)

    28.09.2003/Zaman/Hilmi Yavuz

  • voleybol milli takımı

    30.09.2003 - 11:14

    Altın kızlar...

    İtalyanların ünlü bir sözü vardır. Böylesi kritik maçlar için; “Şampiyon olmak için önce final kaybetmek gerekiyor.” Bugüne kadar düzenlenen 23 Avrupa şampiyonasının sadece 6'sına iştirak eden ve Ankara'daki hariç hiçbirinde 10.luktan daha iyi bir derece elde edemeyen A milli kızlarımız için gümüş madalya da inanılmaz bir başarı.

    Polonya daha önceden tam dört kez final oynamış ve dördünde de Rusya'ya kaybetmişti. Güçlü fizikleriyle file üstünde müthiş bir üstünlük sağlayan Polonyalılara karşı blokta neredeyse hiç yoktuk. Glinka gibi dünya starı bir pasöre sahip Polonyalılar maç boyunca o kadar az hata yaptı ki galibiyeti sonuna kadar hak ettiler. Manşetten hiç top getiremeyen kızlarımız Glinka'nın vurduğu hiçbir smaçı da çıkartamadı. İlk setin moral bozukluğuyla iyice çöken A milliler, ikinci setin başındaki pozisyon hatasıyla iyice demoralize oldu. Daha önce oynadıkları maçlara bakarak blokta sıfır çeken kızlarımız hücumda da döküldüler. Polonya çabuk hücumu seven ve iyi organize eden taraftı. Onların bu direncini kırmak için ne akıllı plaseler, ne de smaçlar faydalı oldu.

    Halbuki maçtan saatler önce bırakın salonu, salonun bulunduğu semte dahi girmek mahşeri kalabalıktan dolayı neredeyse imkansızdı. Salona getirilen kupayı gördüğümüzde ise şampiyonluğa olan inancımız bir kat daha artmıştı. Zira daha maç oynanmadan kupanın üstünde Türkiye'nin birinciliği ilan ediliyordu. Neticede Ay–Yıldızlılarımızın elde etmiş olduğu bu başarı Türk sporu adına bir devrim niteliğinde. Rahmetli Deniz Esinduy'un kızları elde ettikleri gümüş madalyayla alkışı ziyadesiyle hak ediyor. Bütün Türkiye bu başarıyı doyasıya yaşadı. Başarıyı hazmetmek ve çıtayı korumak daha önemli. Tam 17 kez Avrupa şampiyonu olan Rusya'nın Ankara'da 5.likle yetindiğini düşünürsek kızlarımızın yaptığı bu çıkışın farkına daha iyi varacağız.

    SERKAN AKCAN

    29.09.2003/Zaman

  • voleybol milli takımı

    30.09.2003 - 11:12

    Filede Avrupa ikincisi olduk

    23. Avrupa Bayanlar Voleybol Şampiyonası'nın finalinde Türkiye, Polonya'ya 3–0 yenilerek Avrupa ikincisi oldu. Karşılaşmaya kötü başlayan ve özellikle takımın şampiyonada finale dek yükselmesinde büyük rol oynayan Bahar, Neslihan ve Natalia'dan ilk sette bir türlü verim alamayan Türkiye, Polonya'nın yüksek oyuncularının kenar hücumlarına bloklarda yetersiz kaldı.

    Ay–Yıldızlı kızlarımız, bir ara Aysun'un servisleriyle oyunu toparlasa da Polonya'nın ve sahanın en başarılı oyuncusu Glinka'nın hücumlarını bir türlü engelleyemedi. Özellikle savunma bölgesinin ortasına bırakılan toplarla etkili olan Polonya, kızlarımız manşetlerde de sorun yaşayınca ilk seti 25–17 önde tamamladı.

    Tutuk oyununu 2. sette de sürdüren milliler, bu kez de Skowronska'nın etkili smaç servisleri karşısında çaresiz kaldı. Bu sette de farkın kapanmasına izin vermeyen Polonya, hücumda ve savunmada dağınık bir oyun sergileyen Türkiye karşısında fazla zorlanmadı. Neslihan'ın inişli çıkışlı grafiği Ay–Yıldızlılara bir ivme getirmezken, file üstünde Skowronska ve Glinka ile etkili oyununu sürdüren Polonya,2. seti de 25–14 önde tamamladı.2. setin başında takım dizilişinden yitirilen 1 sayı, kenar yönetiminin de en az oyuncular kadar gergin olduğunun adeta bir göstergesi oldu. Karşılaşma boyunca ilk kez 3. sette öne geçmeyi başaran Türkiye, savunma bloklarında ve hücum organizasyonlarında yakaladığı hareketlilikle setin ortalarına dek maçı dengede tutmayı başardı. Ancak Polonya, aradaki farkı açarak, seti 25–17, maçı da 3–0 kazanmayı başardı. Türkiye şampiyonada fair play ödülü alırken, milli takımımızdan Gülden de en iyi libero seçildi. Hollanda’yı 3–2 mağlup eden Almanya ise üçüncü oldu. Öte yandan Cumhurbaşkanı A.Necdet Sezer, eşiyle birlikte karşılaşmayı izledi.

    Esinduy’a vefa borcu

    Bayan Voleybol Milli Takımımız, Avrupa Şampiyonası’nda ikinci olarak tarihî bir başarıya imza attı. Milliler gümüş madalyayı takımımızın bugünlere gelmesinde önemli pay sahibi olan ve önceki günlerde vefat eden antrenör Deniz Esinduy’a armağan etti. Ay–Yıldızlılar maçtan sonra Esinduy’un fotoğrafı önünde toplanarak vefa örneği gösterdi.

    Bülent Karadaş / Ankara

    29.09

  • edward said

    29.09.2003 - 15:56

    Edward Said

    1935 yılında Kudüs’te doğan Edward Said,2003’te ABD’de öldü. O Kudüs’ün çocuğuydu ve “tarihi Kudüs’ün Müslüman kimliği”nin tipik temsilcilerinden biriydi. Kudüs Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar için kutsal bir şehirdir. Dinlerin ve peygamberlerin en büyük hatıraları bu şehrin mekanlarına sinmiş durumda. Her dinden insan Kudüs’te kendinden bir şey bulur. Bu açıdan Edward Said için Kudüs hem aidiyetinin mekanı hem ana yurdunun merkeziydi.

    Kudüs tarihi çoğulcu kimliğini İslamiyet’e borçludur. Çünkü ancak Müslümanların hakimiyeti dönemlerinde üç din bir arada ve barış içinde yaşama imkanlarını bulabilmiştir. Bunu en iyi bilen ve tasdik edenlerden biri de Edward Said’di.

    Edward Said, iki özelliğiyle her zaman hatırlanacaktır: Bunlardan biri “Oryantalizm” adlı şaheser çalışmasıyla, diğeri Filistin mücadelesine verdiği destekle. Edward Said, tarihi Müslüman ulemanın ve 19. yüzyıl Batı aydınlarının bir bölümünün yaptıklarının bir benzerini yaptı hayatı boyunca. Muhalif entelektüel kimliğiyle boy gösterdi.

    O, sadece dört duvar arasında bilimsel çalışma yapan, yazı yazan ve bununla yetinen biri değildi. Her fırsatta davası uğruna aktif çalışmalar yaptı, gösterilere katıldı, protestolara imza attı, Filistinli çocukların yanında İsrail tanklarına taş attı ve böylelikle kamusal alana çıkan bir entelektüel ve bilim adamı profili çizdi.

    Edward Said, Hıristiyan bir ailede doğmuş ve hep Hıristiyan kalmış biri olmakla beraber, İslam diniyle ve Müslümanlarla ilişkisini daima sıcak tutmuş, onlarla birlikte mücadele etmişti. Hiçbir şekilde kendi davasını onların davasından ayrı görmüyordu. Haberlerin Ağında İslam adlı kitabını, Batı’da iletişim kurumları ve medyanın İslam’a ilişkin utanç verici manipülasyonlarını teşhir etti.

    Birçok çalışmasında Batı’nın niçin bir “Müslüman öteki” yaratma ihtiyacını ortaya koymaya çalıştı ve kendini hep Müslümanların yanında tutum almak zorunda hissetti. Bunun en büyük ispatı bir Filistinli olarak Filistin mücadelesine verdiği destek değildir sadece, doğrudan “Oryantalizm” kitabıdır. Kendi alanında bir dönüm noktası sayılan kitabında Said, Batı’nın Müslüman Doğu’ya bakışının tarihî, kültürel, politik ve edebî köklerine iniyor, oryantalizmin Batılı zihnin bir inşaı olduğunu göstermeye çalışıyordu.

    Edward Said bu kitabında herkese şunu gösterdi: Batı için Doğu sadece coğrafi bir evren değil, aynı zamanda dinî bir vakıadır ve bu dinî vakıayı domine eden diğer dinlerden (Yahudilik, Hıristiyanlık vd.) çok Müslümanlıktır. Çünkü dün olduğu gibi bugün de Doğu ile İslam iç içe geçmiş bulunmaktadır ve bu karşılıklı kurbiyet Batı’nın bilinçaltında yerleşik bir unsur olarak yerini almış bulunmaktadır. Batı’nın gözünde Doğu Hıristiyanlığı makbul değilse, bunun bir sebebi İslamiyet’le olan tarihî beraberliğidir.

    Batı’nın tahrifatlarına örnek verirken Edward Said’in başvurduğu argümanların büyük bir bölümü İslamiyet ve İslam kültürüyle ilgilidir. Bu açıdan Batı’nın oryantalizm üzerinden Doğu’ya yönelttiği zihinsel saldırılara kendisinin de maruz kaldığını düşünüyordu. Oryantalizm kitabıyla yaptığı şey bir tür kendini savunmadır. Çünkü Edward Said’i yakından izleyenler bilir ki, bu büyük Filistinli yazar, İslamiyet’le beraber veya başka bir ifadeyle İslamiyet üzerinden Doğu Hıristiyanlığı’nı da savunmuştur.

    Edward Said yüksek kariyer sahibi bir insandı. Adam gibi adamdı. Batı’nın kalbinde en yüksek perdeden bildiği doğruları savundu; ruhunu ve bilgisini satmadı; haksızlıklara, iki yüzlü politikalara ve hukuk ihlallerine karşı tepkilerini ortaya koydu. Onuruyla yaşadı, onuruyla öldü. Geriye zengin bir miras bıraktı. Bu mirasa Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Filistinliler ortaktır.

    27.09.2003 /Ali Bulaç/Zaman

  • edward said

    29.09.2003 - 15:54

    Edward Said’den özür diliyoruz

    Abdulbari Atwan /Zaman

    Dr. Edward Said’i ilk kez Herald Tribune gazetesinde 1974’te yazdığı Arap ve Müslümanlara yönelik Batı ırkçılığını eleştiren makalesini okuduğumda tanımıştım. Said, makalesinde Amerikalılardan ezici bir çoğunluğun, Arap topraklarını kurak çöller, her Arap’ı şehvet düşkünü ve kendisi devesi üzerinde, arkasında ise örtülü dört kadınıyla birlikte çöllerde gezinen biri olduğuna inandıklarını ifade ediyordu.
    O makaleden beridir onun siyasi ve kültürel ürünlerini yoğun bir şekilde takip ediyorum. Filistin Ulusal Konseyi bizleri bir araya getirdiği zaman mutluluğum had safhadaydı. Onun Ebu Ammar’ın (Yaser Arafat) ve Filistin yönetiminin Batı dünyasında yaşananlar ve ABD’deki siyasî çalışma araçları hususundaki cehaletlerine getirdiği keskin yorumlarını dinlemek için yanına oturmuştum. Bu yüzden konseyin 1991 yılında Cezayir’de gerçekleştirilen dönem toplantısında istifasını sunmasına ve Oslo anlaşmalarına katı muhalif bir tutum sergilemesine hiç şaşırmamıştım. Son gelişmeler görüşlerinin doğruluğunu ortaya koymuştu çünkü.

    Duruş sahibi bir insandı ve gerçek bağımsız Arap aydınını temsil ediyordu. Kendini soyutlamayı kararlaştırdığında ilkelerine ve kendi sorunlarına bağlandı. Arap medeniyetini kötülemeye veya İslam hakkında yanıltıcı bir tablo sunmaya çalışanlarla çok çetince savaştı.

    Edward Said, asla Irak rejiminin yanında olmadı. Irak rejimine, lideri Saddam Hüseyin’e ve diktatörlüğüne yönelik eleştirilerinde oldukça sertti; ancak Amerikan kibrine de hep karşı çıktı. Onun Amerikan yönetiminin Kuveyt’i kurtarmak gibi insanî hedeflere gizlenmiş emperyalist niyetlerinin farkında olması, Kenan Mekki ve Fuad Acemi gibi Amerikan emperyalist hedeflere hizmet yolunda çalışan bazı Iraklıların ve Arapların saldırılarının hedefi haline getirdi.

    Edward Said’in periyodik olarak yazdığı Körfez ülkeleri gazetelerinden bir tanesi, ABD’ye karşı kışkırtıcı görüşlere yer verildiği için Said’in yazısını yayınlamama yolunu seçmişti. Said çok kızmış, kraldan çok kralcı olunmasını garipsemiş ve adı geçen gazeteyle ilişiğini koparma kararı almıştı. Makalelerini ücretsiz olarak gazetemize göndermeye başladı ve yayınlanması karşılığı ödemede bulunulmasını reddetti.

    Edward Said, sadece Filistinliler ve Araplar için değil, tüm insanlık için ilmî ve akademik bir övünç vesilesiydi. Hayatını, deneyimlerini ve engin bilgisini kültürel emperyalizmin bütün şekil ve renkleriyle mücadelede kullandı. Asla grupçu veya ırkçı olmadı. İslam’ı ve İslam medeniyetini hiçbir Müslüman’ın savunamayacağı şekilde savundu. Amerika’da yaşadığı halde Amerika’ya karşı koydu. Coca Cola ve Mc Donald’s kültürüyle Amerikanlaşmış, kendi Müslüman ve Arap köklerini hor gören Arap ve Müslümanlarla asla uzlaşmadı.

    Edward Said, nerede olursa olsun Arap kaygılarını taşıyan, nezaket, kültürel derinlik, siyasî ve akademik deneyim, başkalarını ikna etmede ve akıllarından önce kalplerini kazanmadaki seçkin üslubu bir arada toplayan eşsiz bir şahsiyete sahip olduğu gibi farklı yeteneklere de sahip dünyanın dört bir yanında sorunlarımızın elçisi ve işaretlerimizden bir işaretti.

    Araplar olarak bizlerin gerçek serveti, petrol kuyuları değil, Edward Said, Faruk El–Baz, Ahmed Zuveyl, Necip Mahfuz, Mahmud Derviş, Adonis, El–Cevahiri ve Abdurrahman Munif gibi önemli akıllarımızdır. Petrol aidatları bizleri parçaladı ve içimizdeki bazı beyinsizlerin yüzünden lanete dönüştü. Bu durum Edward Said gibi ümmetin rehberlerini bu beyinsizler ve özellikle de içlerinden yönetimde bulunanlar sebebiyle Arap görüntüsünde oluşan bozuklukları iyileştirme mücadelesi vermek zorunda bırakmıştır.

    Geriye Edward Said’den açıkça özür dilemem gerektiğini itiraf etmem kaldı. Filistin yönetimi ile birlikte Ramallah’a gitmeleri ve görev almaları sebebiyle eleştirdiği bazı Filistinli aydınların zafer günlerinde onu eleştirmiştim. Yönelttiğim eleştiri çekingen ve özür dileme mahiyetinde oldukça yumuşaktı; ancak eleştiri konusunda oldukça hassas olduğu için çok üzülmüş ve beni azarlamıştı. Çok pişmanlık duymuş, üzülmesiyle üzülmüş ve suçluluk duygusu hissetmiştim. Bir kez daha özür dileğimi tekrarlıyorum.

    Evet Edward Said’i kaybettik. Kaybımız çok büyük gerçekten. Belki de onun yerini doldurmak için çok yıllara veya asırlara ihtiyaç duyacağız. Allah’tan rahmet diliyoruz.

    (Londra’da yayımlanan El–Kudüs gazetesi,26 Eylül 2003) Gazetenin yazı işleri müdürü

    27.09.2003

  • edward said

    29.09.2003 - 15:48

    Edward W. Said’in hatırasına

    Zaineb Istrabadi /29.09.2003/Zaman

    Edward Said ile 14 yıldan fazla ‘birlikte’ çalışma onuruna sahibim. Kendisi, ‘Sen bir takımın üyesisin.’ diyerek, ‘için’ kelimesi yerine ‘birlikte’ kelimesi kullanmamda ısrar ederdi. Gerçekten de öyleydi. Onun yaşamının parçası olan herkes, takımının bir üyesi gibi hissederdi. Bu olağanüstü insan, büyüleyici bir öğretmen, konuşmacı, yazar, edebiyat, müzik ve kültür eleştirmeni, klasik piyanist, insan hakları savunucusu ve ezilmiş Filistin halkının başta gelen sözcüsüydü. Aynı zamanda, bir eş, baba, meslektaş ve arkadaştı.
    Kendisi belki de en iyi, Batı’da Ortadoğu ve İslami araştırmaların yönünü değiştiren Oryantalizm kitabı ile tanınıyor. Ancak, aynı zamanda Arap–İsrail ihtilafı üzerine çeşitli kitaplar yazdı. Bu eserlerinde, Amerikalı okurlarına bıkmadan ve öncelikle, Filistinlilerin İsrail yönetiminin 1948’den günümüze dek uyguladığı ve onları evlerinden çıkaran, yaşamlarını ve toplumlarını paramparça eden sistematik bir politikanın ‘kurbanları’ olduğunu açıkladı. Bununla birlikte, Yahudilerin Avrupa’daki tarihlerini göz önüne alarak İsraillilerin çoğunun korkularını anlıyordu; ancak tarihsel olarak kendilerine hiçbir kötülük yapmayan Filistinlileri işgal altına almalarını hiçbir şeyin meşru kılmayacağını da biliyordu.

    Bütün bunları, Amerika’nın genellikle Arap ve Müslümanlara düşman iklimi içinde cesurca yaptı.

    Kendisi Filistin halkının Amerika’daki en etkili sözcüsü haline geldi ve Filistin yönetimiyle yakın ilişkisi bulunan sürgündeki Filistin Parlamentosu’nun üyesi oldu.1993’te Oslo Anlaşmaları ile dehşete kapılan Profesör Said, Arapça ve İngilizce yazdığı seri makalelerle bu anlaşmalara ve şartlarını gizlice müzakere eden Filistin liderliğine ağır eleştirilerde bulundu. Bu anlaşmaların, Filistinlilerin yaşamlarını daha zorlaştıracağını ve İsraillilere Filistinlilerin yaşamlarını daha fazla çekilmez hale getirecekleri ve nihayetinde Güney Afrika’daki ayrımcılığa benzer bir devlete doğru gidileceğini doğru bir şekilde tahmin etti. İsrail’in Filistin kent ve kasabalarını yeniden işgal edeceğini dahi tahmin etti. Dedikleri oldu. Bugün, bir yandan İsrailliler ile Filistinlileri birbirinden ayıran bir duvar örülürken bir yandan da Filistinlilerin evleri yıkılıyor ve toprakları müsadere ediliyor. Kendisi, Filistinlilerin direnişinin artacağını ve Filistinlilere artarak uygulanan zulmün daha fazla şiddete yol açacağını da tahmin etmişti. Bunlar doğal olarak onu, Amerikan yönetimi, Yaser Arafat, Ehud Barak ve Ariel Şaron hakkında ağır eleştiriler yapmaya yöneltti.

    Edward Said, aynı zamanda Arap ve İslam dünyası konusunda bıkmadan usanmadan çalıştı. Hıristiyan bir ailede dünyaya gelmesine karşın kendisini daha çok Arap–İslam medeniyetinin bir parçası olarak hissediyordu. Medyada, Araplar, Müslümanlar ve İslam’ın kendisi konusunda yapılan olumsuz tasvirlerden müteessir oluyordu. Bu nedenle, bu konuda yanlış yönlendirme yapan gazete, dergi ve filmler konusunda çok sayıda eleştirel makale yazdı. ‘Haberlerin Ağında İslam’ adlı kitabını,1979’daki İran rehine krizinin Amerikan medyasındaki yansıtılışının bir sonucu olarak kaleme aldı. İslam, medenileşmemiş barbarların, fanatiklerin ve katillerin dini olarak sunuldu ve bu yaklaşım filmlere ve diğer televizyon programlarına yansıtılageldi. O, sadece bu yansıtma biçimini eleştirmedi, aynı zamanda bu yanlış betimlemelerin neden yapıldığını ve Amerikan dış ve iç siyasetini desteklemenin bir yönü şeklinde sürdürüldüğünü ortaya koydu. Doğru bilgileri elde etme imkanı bulunmasına rağmen bugün İslam’a, Müslümanlara ve Araplara olan düşmanlık hiç bu kadar yüksek bir noktaya çıkmadı. Kendisi bazan kafasını sallayarak ‘işlerin’ yıllar geçtikçe daha çok kötüye gittiğini söylerdi.

    Profesör Said, belki de en çok siyasi çalışmalarıyla tanınır; ancak asıl katkılarını edebi ve kültürel eleştiri alanlarında yapmıştır. Müzik eleştirisi alanında da muazzam katkıları olmuştur. İsrailli yakın arkadaşı orkestra şefi Daniel Barenboim ile bir dizi projede birlikte çalışmıştır. Bana göre bunlardan en önemlisi, İsrailli, Arap ve Filistinli genç müzisyenleri aynı orkestrada bir araya getiren Doğu–Batı Divanı’dır. Profesör Said ve Barenboim, New York’taki iki ayrı programda halkın karşısına çıktı. Buradaki tartışmalar ve diğer özel görüşmeler geçtiğimiz yıl ‘Paradokslar ve Paralellikler: Müzik ve Toplumda Gezintiler.’ adlı kitabın ortaya çıkmasını sağladı.

    Geride kalan yıllarda 20’nin üzerinde kitap ve düzinelerce makale yazan bu olağanüstü insan, her zaman dostlarına da zaman ayırmıştır. Kendisi için önem arz eden konularda, cana yakın, etkili, eğlenceli ve hararetli olmuştur. Ofisinin önünde her zaman onunla görüşmek için bekleyen öğrencileri ve diğer insanlar ol

  • bakkal

    29.09.2003 - 15:43

    şakir efe..adamcağız bizi az kazıklamadı; ama biz de ondan az püsküt araklamadık(çalmak): ama rahmetli iyi adamdı..

  • edward said

    26.09.2003 - 16:48

    Filistin davasının efsane ismi Edward Said hayatını kaybetti

    Filistin davasının ileri gelen savunucularından Filistinli Profesör Edward Said, New York’ta tedavi gördüğü hastanede hayatını kaybetti.

    67 yaşındaki Said,1990’lı yılların başından bu yana lösemi tedavisi görüyordu. Sürgündeki Filistin Parlamentosu’nda 14 yıl görev yapan Said’in, uluslararsı basında makaleleri yayımlanıyordu. Edebi metin eleştirmenliği de yapan Said,1935'te varlıklı bir Hıristiyan ailenin çocuğu olarak Kudüs’te dünyaya geldi; çocukluğunu Kahire'de, yaşamının büyük bölümünü ise ABD’de geçirdi.

    ‘Filistin Sorunu’, ‘Son Gökyüzünün Ardından’, ‘Müziksel Ayrıntılar’, ‘Kültürel Emperyalizm’ ve ‘Oryantalizm’ gibi eserlere imza atan Said, yazılarında Filistinlilere zulmettiğini söylediği İsrail’i de kıyasıya eleştirdi.10 kitabı 14 dile çevrilen Said'in 1978'de yayınlanan Oryantalizm adlı eseri dünya çapında büyük çığır açmıştı.

    Edward Said,2000’de Lübnan sınırında bir İsrail karakoluna taş atarak tartışmalara yol açmış, öğretim görevlisi olarak çalıştığı Columbia Üniversitesi, profesörü söz konusu eylemin yasaları çiğnemediği gerekçesiyle korumuştu.1957 yılında Princeton Üniversitesi’nden mezun olan Edward Said, Harvard’da yüksek lisans eğitimi görmüş ve yine aynı üniversiteden profesörlük unvanı almıştı. Said, Columbia’nın yanı sıra Yale, Harvard ve Johns Hopkins üniversitelerinde ders veriyordu.

    Saddam ve Hafız Esad’ı despot liderler olarak niteleyen Said, ‘Şeytan Ayetleri’ kitabının yazarı Salman Rüşdi için ölüm fetvası çıkaran Humeyni'yi de sert bir dille kınamıştı.

    80’li yılların sonunda Filistin lideri Arafatla görüş ayrılığına düşen Said, bu yüzden Filistin’e gitmiyordu. Said, Arafat'ın kabul ettiği Oslo görüşmelerini özellikle Filistinli mültecilere ihanet olarak görerek protesto etmişti. Filistinlilere “çok az toprak ve sınırlı hakimiyet vadeden” Oslo sürecinin hiçbir yere varamayacağını savunan Said'in öngörüleri aradan geçen yıllar içinde ‘bir şekilde’ gerçekleşmiş oldu.

    Arap entelektüelleri içinde bazılarının ‘zirve isim’ diye niteledikleri Edward Said, Siyonizm'i kökten reddedişinin yanı sıra, Filistinlilerle İsraillilerin birlikte yaşamasını da kesin bir dille reddediyordu. Çok yönlülüğüyle de tanınan Said, İslam medeniyetinin önde gelen savunucularından biri olmasının yanı sıra müzik eleştirileri de yazan mükemmel bir piyanistti. Filistin, kendi dramını dünyaya haykıran bu efsane ismi kaybetmenin derin üzüntüsünü yaşıyor. Edward Said, evli ve iki çocuk babasıydı. Dış Haberler Servisi


    26.09.2003 /Zaman

Toplam 1546 mesaj bulundu