Bosna kimliğini yok olmaktan kurtaran, böylece Balkanlar’da ikinci bir ‘Endülüs vak’asının yaşanmasının önüne geçen Aliya İzzetbegoviç’in ülkemizde ‘Bilge Kral’ lakabıyla anılır olmasında, sanırım, benim özel bir rolüm ve katkım var. ‘Bilge Kral’ın dün sonsuzluğa göçmesiyle benim yaşam sayfalarımdaki en anlamlı yaprakların bir bölümü de uçup gidince, belleğimde uçuşan anılarda ve anılarla Aliya İzzetbegoviç’i yad ettim. Aliya’yı. Bosna halkı, günlük konuşmalarda ondan öyle söz ederdi...
Aliya İzzetbegoviç, galiba ‘Son Osmanlı’ idi. Son nefesini,21. yüzyıla kadar uzatmayı başarabilen bir ‘Son Osmanlı’. Türkçe bilmeksizin, ayyıldızın Bosna kimliğinin bir parçası olmasını, dünyada yüzlerin Washington’a, Moskova’ya, Londra’ya, Berlin’e vs. döndüğü bir zaman diliminde gözünü İstanbul’dan hiç ayırmamış olduğu için, galiba, ‘Son Osmanlı’ o idi. Eşi, amansız savaş yıllarında İstanbul’da yaşadığı için, benliğinin ve yüreğinin bir bölümü Bosna-Hersek topraklarında, yani ‘Osmanlı’nın kalbi’ Rumeli’de idiyse, diğer yarısı buradaydı; bizimle, Dersaadet’te, yani İstanbul’da.
Önemi ve değerinin hak ettiği ölçüde anlaşılmadığını düşündüğüm bir ‘Rumeli dervişi’ idi o. Osmanlı kimliğinden ötürü, bir bey oğlu; yani Begoviç. İzzet Bey oğullarından. İzzetbegoviç. Ali’nin Boşnakça ifadesiyle, Aliya. Aliya İzzetbegoviç!
Tertemiz beyaz, bilge çizgilerin oturduğu, derin mavi gözlerinin süslediği yüzünde, feylesofluk kadar kararlı bir kişiliğin gizlendiğini pek az kişi kavramıştı. Buna, Bosna Savaşı’nın durdurulmasında ve Dayton Antlaşmaları’nın gerçekleştirilmesinde rol oynayan Amerikalı devlet adamı Richard Holbrooke dahil. Holbrooke, anılarında Dayton’da kendilerine en fazla zorluğu, umduklarının aksine ne Sırbistan lideri Slobodan Miloşeviç ve ne de Hırvatistan lideri Franjo Tudjman’ın çıkartmadığını, en inatçı diplomatik direncin Bosna-Hersek lideri Aliya İzzetbegoviç’ten geldiğini belirtmiştir.
Benim ‘Bilge Kral’ı, o özelliğiyle keşfetmem de, Dayton’a giden yolun başlarında olmuştu.1995 Eylül ayında Ankara’da yaptığı temaslar hakkında –Holbrooke, Amerikan barış planını ona sunmak üzere Ankara’ya gelmişti- bilgi almak için akşam İstanbul’a dönmek niyetiyle başkente gittiğimde, kendisini Dalmaçya’nın Split şehrine geri götürecek özel uçakta bir kişilik yer olduğu ve istediğim takdirde, birlikte Split’e gidebileceğimi öğrenmiştim. Tereddüt etmeden uçağa dahil oldum. Elimde küçük bir çanta bile yoktu. Ama İzzetbegoviç’le yolda sohbet etmek uğruna her sürpriz ve sıkıntıyı memnuniyetle kabule hazırdım.
O unutulmaz Ankara-Split uçak yolculuğu, berbat hava şartları nedeniyle Saraybosna’ya karayoluyla gidilmesi zorunluluğuna dönüşünce, şansım bir kez daha yaver gitmiş oldu. Aksi halde İzzetbegoviç’i Saraybosna’ya uçuracak olan BM armalı İngiliz helikopterinde bana yer yoktu. Split’ten Türkiye’ye geri dönecek iken, Mostar’a soluk ışıklar altında birlikte börek yiyerek sohbetimizi sürdürdüğümüz, amansız İgman Dağı’ndan bizi Saraybosna’ya götürecek havaalanının altından giden yeraltı tüneline varabilmek için farlarımız ve bizi taşıyan her iki jipin motorlarının susturulduğu, sis ve yağmurdan birkaç metre önümüzü göremeden, virajlarla Sırp mevzilerinin yanı başından kıvrıla kıvrıla indiğimiz o maceralı yolculuğu yapamayacaktım. O dönemdeki Saraybosna Büyükelçimiz Şükrü Tufan, o dönemdeki Bosna-Hersek Dışişleri Bakanı Muhammed Şakirbey, ben ve ‘Bilge Kral’...860 metre uzunluğunda, yer yer 1,50 metre yüksekliğinde, iki insanın yan yana geçemeyeceği darlıktaki tüneli birbirimiz ardına, birlikte kat ettik.
O yolculuğun ardından yazdığım ilk yazının başlığıydı: Bilge Kral...
Yolda, ‘Doğu ile Batı Arasındaki İslam’ kitabındaki fikirlerinin ‘felsefi sohbeti’ne koyulduk. Bir ara, hayret nidasıyla, ‘Bunları ben yazmışım’ diye sordu; ‘O kadar puslu ve uzak bir geçmişte kalmış ki...’ Savaş ve günlük siyasetin gerekleri, İzzetbegoviç’i, kuramsal kimliğinden besbelli çok uzaklaştırmıştı. Önemli olan, her iki özelliğini de, bir Müslüman kuramcı ve kültürel-ulusal devlet ve siyaset kimliğini de mükemmelen başarabilmiş olmasıydı. Hak ettiği ölçüde fark edilmediğini düşündüğüm, onun bu her iki yanı ve özelliğidir.
Doğu ile Batı arasında İzzetbegoviç...
İzzetbegoviç, Yugoslavya’da ‘köktendinci İslamcı’ sıfatıyla, komünist rejim döneminde büyük haksızlıklara uğradı.1970’te kaleme aldığı ‘İslami Bildirge’ kendisine büyük saldırılar getirdi. Hapse atıldı. Oysa, ‘Doğu ile Batı Arasındaki İslam’ başlıklı kitabında, özgün düşünceler ortaya atan ve İslam düşüncesini çağdaş döneme taşıyan bir ‘mütefekkir’, bir ‘feylesof’ olduğu görülebilir. Örneğin, İslam ile demokrasinin bağdaşabilirliğinin en önemli postülaları o kitapta mevcuttur. İslam pratiği ile Anglo-Sakson düşünce kalıbı arasındaki çarpıcı benzerlikler, sadece o kitapta ortaya konmuştur. Fransız kökenli ‘pozitivist cereyanlar’ ve ‘ateizm’e karşılık Anglo-Sakson düşüncesiyle İslam arasındaki kesişme noktaları, İzzetbegoviç tarafından ortaya konmuştu.
İzzetbegoviç’in İslam düşüncesine katkısı ile Prof. Fazlurrahman’ın düşünceleri arasında önemli yakınlıklar bulunuyor. Fazlurrahman’ın Türkiye’de tanınmasında büyük rol sahibi bulunan değerli düşünce adamı Prof. Mehmet Aydın’ın, devlet bakanı sıfatıyla Başbakan Tayyip Erdoğan’ın yanında, ölümünden tam bir gün önce Aliya İzzetbegoviç’i ziyaret etmesi, İlahi bir rastlantı sayılabilir mi acaba? ..
Tayyip Erdoğan ve Mehmet Aydın, Avrupa Anayasası’nın tartışıldığı bir forumdan Türkiye’ye dönmekteydiler ve ‘Avrupa kültürünün temeli Hıristiyanlık’tır’ tespitine karşı koymuşlardı. Aliya İzzetbegoviç, ‘Avrupa’daki İslam’ın en çarpıcı temsilcisi ve sancaktarı idi. Avrupa örfü ile İslam’ın hoşgörü mekaniğini, şahsında ve Bosna-Hersek’in Avrupalı ve Müslüman kimliğinin meczedilmesinde temsil etmişti. Bu eşsiz özelliği, kuramsal alana geçirdiği gibi, Bosna-Hersek’in var oluş mücadelesinde, halkını adeta ‘soykırımlar geçidi’nde ilerleyişinde yöneterek, Avrupa kıt’asında ve tarihte ‘Endülüs’ün tekerrürü’nü önlemiştir.
O nedenle, ‘bilge’ydi ve hem de ‘kral’dı. Bilge Kral’dı o. Aliya İzzetbegoviç. Bilge Kral. Nur içinde yatsın...
sayfa 139
...
' 'Şimdi aramızda noksan olan şeyin ne olduğunu biliyorum! ' dedi.' Bu eksik sana değil, bana ait...Bende, inanmak noksanmış...Beni bu kadar çok sevdiğine bir türlü inanamadığım için, sana aşık olmadığımı zannediyormuşum...Bunu şimdi anlıyorum.Demek ki, insanlar benden inanmak kabiliyetini almışlar...Ama şimdi inanıyorum...Sen beni inandırdın...Seni seviyorum...Seni istiyorum...İçimde müthiş bir arzu var...Bir iyi olsam! ..Ne zaman iyi olacağım acaba? ...' '
sayfa 124
...
'Ona hakikaten dargın değildim; asla kızmıyordum.Sadece müteessirdim.'Bunun böyle olmaması lazımdı' diyordum.Demek ki beni bir turlu sevemiyordu.Hakkı vardı.Beni hayatımda hiç, hiç kimse sevmemişti.Zaten kadınlar pek acayip mahluklardı.Bütün hatıralarımı toplayarak bir hüküm vermek istediğim zaman, kadınların hiçbir zaman sahiden sevemeyecekleri neticesine varıyordum.'
sayfa 111
...
'Bu hareketsizliğin, korkuya dayanan bu tereddüdün daha zararlı olduğunu, insan münasebetlerinde bir noktada taş kesilmiş gibi kalınmayacağını, ileriye atılmayan her adımın insanı geriye götürdüğünü ve yaklaştırmayan anların muhakkak uzaklaştırdığını karanlık bir şekilde seziyor ve içimde sessizce yanan...'
Kürk Mantolu Madonna'dan
(YKY,10.Baskı)
...
sayfa 89
...
'Bir ruh, ancak bir benzerini bulduğu zaman ve bize, bizim aklımıza, hesaplarımıza danışmaya lüzum bile görmeden, meydana çıkıyordu...'
...
sayfa 96
...
'Başkasına merhamet etmek, ondan daha kuvvetli olduğunu zannetmektir ki, ne kendimizi bu kadar büyük, ne de başkalrını bizden daha zavallı görmeye hakkımız yoktur...'
...
' Ben binaya girer girmez, ince siyah bıyıklı, kahverengi gözlü nazik bir genç salonu geçerek beni dansa davet etti.'Cevher Dudaev' dedi ve daha önce duymadığım için bana çok garip gelen Kafkasya dilinde yedi isim daha sıralayıverdi.Şakın bakışlarımı fark eden Cevher: 'Bizde, insanın yedi atasının isimlerini bilmek ve söylemek adettir', diye ekledi.
...
sayfa: 17
... Vaynahlar...
Bu halka dair ilk belgeler M.Ö 6. yüzyıla ait.Çeçenler, kendilerine aslen 'Nohçi' olarak adlandırırlar.Bazıları kelimeyi Nuh Peygamber'le irtibatlandırır.Diğer iki görüş de bu terimi, Çeçence'de 'pulluk'manasına gelen'noh' kelimesine ve yine Çeçence'de 'insanlar, millet' manalarına gelen 'nah' kelimesine dayandırır.
14.yüzyıl Gürcü misyoneri Yevfiminiy, kelimeyi 'Nahçuo' olarak alıyor; manasını da 'insanlar, halk' olarak veriyordu.İşte 'Vaynah' da, Çeçen ve İnguşlar'ın kendilerine verdikleri 'bizim insanlarımız' manasına gelen isimdir.
'Ona soruyorlar:
-Cevher Dudaev, Çeçenlerin kaç generali vardır?
Cevher gülüyor
- Her Çeçen generaldir! İnanmazsanız gidin, bulduğunuz ilk Çeçene, ' Sen general misin? ' diye sorun.O zaman anlarsınız.Evet her Çeçen generaldir; ben sadece ilyon birincisiyim! '
Buraya yazacağm her şey bu kitabın içinden alınmadır, ve yazılan her şey şahsım tarafından belirlenmiştir
Amacım: Çeçenlerin dramını bir nebze olsun bu kitap vasıtasıyla anlatabilmektir
Fatih Harbiye' si ilk okudugum kitabıydı, daha sonra Dokuzuncu Hariciye Koğuşu..
Yalnızız romanına birkaç defa başlamama rağmen, sonunu getirmeye muvaffak olamadım.Bunda romanın sıkıcı olması gibi bir durum sözkonusu değildi; sadece ben bu kitabı daha sonra okurum diye erteliyordum, bakalım ne zaman kadar!
Aradan on yıl geçince Milli Mücadele ile noktalanan savaşların ateşi sönmüş, hayata hamaset, heyecan değil de akıl ve ihtiyaçlar hakim olmuştu. Cumhuriyet’in onuncu yıl kutlamalarında Mustafa Kemal’e bir gencin; “Paşam bunlar güzel sözler, ama gençliğe ideoloji lazım” demesi fikir hayatımızdaki boşluğu göstermesi bakımından dikkat çekicidir.
İşte bu boşluğu doldurmak için bazı aydınlar Kadro dergisini çıkardılar. İşin anlaşılmaz tarafı ise Marksizm’i rehber edinmiş bu derginin elemanları devletin bünyesinde çalışıyorlardı; bir başka söyleyişle maaşıyla karınlarını doyurdukları devletin kuyusunu kazıyorlardı. Bilerek veya bilmeyerek resmi makamların desteklediği bunlara karşı Peyami Safa yalın kılıç mücadeleye girişti. Felaketi zamanında görüp, fikre ancak fikirle karşı konabileceği şuuruyla kalemi eline aldı. Kadro dergisinin etrafında toplanan aydınlar yapılan devrimleri sosyalizme giden bir aşama olarak telakki ediyorlardı; aksi takdirde yapılanların gardropp devriminden ileriye gidemeyeceğini söylüyorlardı. Bu telakkinin tutarsız olduğunu göstermek için Peyami Safa “Türk İnkılabına Bakışlar” eserini yazdı. İnkılapların mesnetsiz olmadığını, biri medeniyetçilik, diğeri milliyetçilik olmak üzere iki esaslı unsura dayandığını ortaya koydu. Bunları belirten Peyami Safa metafiziksiz bir hayatın çöl olacağını da her fırsatta tekrarlıyordu. Onun merceğiyle modern dünyamızı değerlendirebilseydik, hayatımıza metafizik derinlik katar, yüreğimizin farkına gerçekten varır, daha insanca, her bakımdan tatminkar, şiirsel ahengi bulunan bir dünya kurabilirdik.
Bir de milletler arasındaki misyonumuzu belirtmek için “Doğu Batı Sentezi”ni yazdı. Bu kitapta bütün büyük medeniyetlerin bir sentez olduğunu belirtti. Ne Doğu’ya, ne de Batı’ya gözlerimizi kapamamamız, oralardaki güzellikleri sosyal bünyemizde mezcetmemiz gerektiğini vurguladı. Bunlar insanlığı tamamlayan iki büyük coğrafya, iki büyük kültür bölgesiydi. Tarihimizin ve coğrafi konumumuzun da bu senteze bizi zorladığını belirtiyordu.
Peyami Safa’nın sosyal meseleleri görmezlikten geldiği, sadece ferdin psikolojik sıkıntılarıyla uğraştığı zannedilir. Halbuki onun eksiksiz roman diyebileceğimiz “Matmazel Noraliya’nın Koltuğu” adlı çalışmasında, sanatını zedelemeden insanı hayrette bırakan konulara el attığını görüyoruz. “Sendika mücadeleleri, milyonlarca iş saatinin kaybolmasından ve maliyet fiyatlarının artmasından başka netice vermediği için, işçiye üretici olarak kazandırdığı zammı tüketici olarak kaybettirir, patrona da ücrette zam olarak kaybettiğini fiyatlara zam olarak kazandırır.” (s.220) Bir sonraki sayfada da şunları okuyoruz: “İnsan, madde planında, kazandığı para kadar hürdür. Çalışmanın sermayeye, çalışanın çalıştırana esir olduğu bir dünyada iktisadi hürriyet, sadece sermayenin hürriyeti demektir. Kendi müesseselerini öteki sosyal müesseselerden de, insan ruhundan da ayrı, müstakil ve mücerret bir kıymetler nizamı sanan hukukçular, siyasi hürriyeti psikolojik hürriyetten ayrı düşünüp sadece fertle devlet arasındaki münasebet çerçevesi içine hapsetmekle sun’i bir tecrit yapmışlardır. İnsanın siyasi hürriyeti ne iktisadi, ne de ruhi hürriyetten ayrı düşünülemez.”
Onun sağlığında beş üniversitemiz bulunmasına rağmen ilim dünyamızda “Duyularımızın dışındaki idrak”ten söz eden sadece odur. Aydın beyni, zeka fışkıran gözleriyle dünyayı tarıyordu. Üniversite öğretim üyelerimizin pek çoğu yumruklarını sıkarak “görmediğim şeye inanmam” diye bağırırlarken, o, Duke Üniversitesi’nin Parapsikoloji laboratuvarlarının direktörü Prof. Dr. J. B. Rhine’nin E.s.p. olarak ifade ettiği “Duyularımızın dışındaki idrak”in zaman ve mekana bağlı olmayıp iş gören insan ruhunun öldükten sonra yaşadığına inandıracak neticeler elde ettiğini bir kitabında uzun uzadıya konu ediyordu.
İlmi kafada ideolojiye yer yoktur; çünkü ideoloji öyle bir samyelidir ki düşünce yeteneğini kurutur. Bütün ideolojilerin ortak zaafını yakalayıp, beyninin farkında olan insanlar için hiçbir anlam ifade etmeyeceğini şu cümlelerle ortaya koymuştur: “Yıldızların ve mezarların önünde, sonsuzluk ve yokluk problemlerinin önünde susan ideolojiler, insana kendini aşan gayeler teklif edemedikleri için, onun kendisiyle kendi arasına hiçbir transcedant prensibin ve hiçbir idealin mesafesini koyamamışlardır.”
Zihin seviyemiz yükseldikçe, şüphesiz ki Peyami Safa gündemimize gelecektir. Ondaki büyüklüğü ve derinliği işte o zaman fark edeceğiz. Tabii aynı zamanda bize neler verdiğinin şuuruna varacağız.
Peyami Safa, sanat ve tefekkürün atbaşı gittiği bir idraktir; sanatının içinde tefekkürünü, tefekkürünün içinde sanatını eritmiştir. Ama Peyami Safa denince akla romancılığı gelir. Herhalde o da kendisini romancı olarak tanımlardı; çünkü daha çocukluk yaşlarında romana düşkünlüğünü şu sözlerle belirtiyor:
“On üç yaşımda ‘Eski Dost’ diye yazdığım ilk çocukluk romanımın müsveddelerini hâlâ saklıyorum.” Elbette ki meyil, yetenek önemli unsurlardır; fakat bunların pişirilmesi ve geliştirilmesi gerekir. Bunlarda klasikleri, şişirilmemiş, tabii yankılara sebep olmuş romanları okumanın yanı sıra, hayatın seyri çok önemli rol oynar. Pek çok sanatkarda görüldüğü üzere dramatik olayların mutlu sonuçlar doğurduğuna Peyami Safa’nın hayatında da şahit oluyoruz. “Benim şuurum bir facia atmosferi içinde doğdu. Ben iki yaşında iken babam ve kardeşim Sivas’ta on ay içinde öldü. Böyle kısa fasılalarla hem kocasını, hem de çocuğunu kaybeden bir kadının hıçkırıkları arasında kendimi bulmaya başladım. Belki bütün kitaplarımı dolduran ‘Bir facia beklemek vehmi’ ve yaklaşan her ayak sesinden bir tehlike sezmek korkusu, böyle bir başlangıcın neticesidir.” Tam bir dürüstlük ve yüreklilikle ifade ettiği ‘Bir facia beklemek vehmi’ ve ‘bir tehlike sezmek korkusu’ psikolojik olaylardır. İşte bunlar, sonraki hayat çizgisi romanlarında psikolojik atmosferin esmesine sebep olmuşlardır. Bu da ancak tahlille mümkündür. Dolayısıyla romanımıza tahlilin Peyami Safa ile girmesinin sebebi yaşadıklarıdır.
Nasıl resimle fotoğraf birbirinden farklıysa, romanla sinema sanatı da birbirinden farklıdır. Fotoğraf, makine ile tespittir. Resimde ise ressam ile resmi yapılanın şahsiyeti, eşyanın özellikleri işin içine karışır. Sanatkar olan ressam, resmini yaptığı şahsın iç dünyasını, eşyanın özelliklerini de yansıtmaya çalışır. Romancı da kahramanlarının ruh dünyalarına girer; onlardaki karanlık dehlizleri ya tahlillerle, yahut da olaylarla günışığına çıkarır. Dış tespite yönelik olan sinema, her ne kadar kahramanın iç dünyası hakkında fikir verirse de bir romancı gibi nüfuz edemez. Roman böylece sinema sanatından ayrılır; tabii aynı zamanda gazetecilikteki röportajdan da.
Peyami Safa, eşyanın insana göre değiştiğini belirten belki ilk romancıdır. Dünya romanına getirdiği bu zenginliği en çarpıcı şekilde Mustafa Baydar’la yaptığı konuşmada söylediği şu cümlelerden anlıyoruz: “Bir meşhur Amerikan yazarının romanı bir bakkal dükkanının tasviri ile başlar. Burada dükkanın görünüşü, romanın şahıslarından biri olmayan romancının gözüne göredir. Oysaki bir bakkal dükkanındaki eşya oraya giren roman şahıslarından her birinin maksadına, mesleğine göre değişir. Telefon etmek için o dükkana giren adamın gördüğü eşya, sandalye almak için girenin gördüklerinden ve görüş tarzlarından başkadır. Oraya bir katili aramak için giren polisle, dükkanı kiralamak için giren müşterinin görüşleri başkadır. Harici dikkati gelişmiş bir adamla, dalgın ve içine kapalı bir adamın görüşleri başkadır. Roman bu farklılıkları belirttiği zaman canlı ve doğrudur.” Romancının ele aldığı insanın psikolojisini, şahsiyetini, niyetini ortaya koyması bakımından eşyanın değerlendirilmesi gerektiğine bundan daha dikkat çekici bir örnek verilebilir mi?
Peyami Safa’nın çocuk denecek yaşta ailesinin geçim derdiyle boğuşması, yine o dönemde yıllarını hastahane kapılarında geçirmesi olgunlaşması, hayatı tanıması yönünden çok önemlidir. İnsanın bildiği, yaşadığı konuyu yazması başka, hayal ederek bir konuyu yazması başkadır. Yakasına yapışan rahatsızlık yıllarca onu hastane kapılarında sürüklemeseydi, bir şaheser olan “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu”nu kaleme alabilir miydi?
Peyami Safa, romanı sadece telif planında bırakmadı, şekli, tekniği ve üslubu hakkında çok ciddi makaleler yazdı. Bu vadide otorite kabul edilmeseydi, Behçet Kemal Çağlar ona; “Romana dair yazdıkların gibi şiire dair yaz da önümüzü görelim.” kabilinden mektup yazar mıydı? Romanlarını okuyunca, o konudaki bilgilerinin teoride kalmadığını, eserlerine yansıdığını görüyoruz. “Matmazel Noralya’nın Koltuğu”, “Yalnızız” romanlarının Balzac’ın, Dostoyevski’nin eserlerinden hiç de geri kalan yanları yok. Hatta fazlalıkları bulunduğunu söylemenin de aşırı bir cüretkarlık olduğunu zannetmiyorum. Edebiyattan lezzet almak isteyenler, bilhassa roman ve hikaye yazmayı arzu edenler, sanatla ilgili yazdıklarını, romanlarını döne döne okumalıdırlar. İşte o zaman genç yazarlar ne yaptıklarını ve ne yapmaları gerektiğini daha iyi idrak ederler.
Mevsimin sıcak bir gününde (15 Haziran 1961) ömrünü milletine vermiş, gencecik yaşta eline aldığı kalemi hiç düşürmemiş Peyami Safa’nın cenaze merasimi vardı. Roman, hikaye, makale, fikir, deneme, inceleme türlerinde pek çok esere imza atmış, milletinin sanat, kültür, ilim hayatına ciddi katkılarda bulunmuş bir dâhi Hakk’ın rahmetine uğurlanıyordu.
Ünlü bir Marksiste; “Peyami’yi ikna edebilseydik, Türkiye’yi komünist yapardık.” dedirtecek kadar devletin yanında olan bu insanın sevenlerini güvenlik güçleri mezarlığa yaklaştırmıyorlardı. Demokratik rejimi, milletin bağımsızlığını ve geleceğini savunan bir aydına bu muamelenin niçin yapıldığını o zaman anlayamamıştım; aradan kırk iki yıl geçti; bugün de anlayabilmiş değilim. Herhalde aziz milletimize gönül verenlerin, devletimizi ecdat yadigarı kabul edip, onu gözbebekleri gibi koruyanların kaderi budur.
Toplumumuzda devletin veya ideolojik maksatlarla yabancı devletlerin destekleri olmazsa, kitap telifinden geçinmek mümkün değildir. Onun için Peyami Safa gazetelerde günlük yazılar yazıyor, dergilerde incelemeler yayınlıyor, gece gündüz çalışıp Server Bedi imzasıyla geniş çevreler için eserler hazırlıyordu. Kendisi de bir makalesinde; on sekiz yıllık yazı hayatında bir hafta tatil yapamadığından ve dolayısıyla edebi endişeyle yazdığı kitaplarını bu koşuşturmanın yaraladığından yakınır. Dünyadaki bütün otoriteleri tanıdığı, megalomaniyi de kendisine yakıştıramadığı için eserlerinin yaralı olduğunu söyleyebiliyordu. Belki bu kadar çok yazmak zorunda kalmasaydı, her gün makale yetiştirmenin telaşını yaşamasaydı, eserlerinin üzerinde döne döne durabilseydi, mutlaka çok daha güzel, derin eserler verirdi. Ama bugün sanat ve fikir hayatımız ele alınınca, Peyami Safa’nın, onun çok önemli bir köşe taşı, hatta birkaç dalda zirvesi olduğunu her vicdan sahibi kabul eder.
Peyami Safa’nın yazı hayatını üçe ayırabiliriz; gazete ve dergilerdeki makaleleri, fikri ve ilmi çalışmaları, roman ve hikayeleri. Devrinin en önemli gazete ve dergilerinde en etkili, en çok okunan yazardı. Karmaşık bir meseleyi, kitaplık çapta bir konuyu, herkesin anlayabileceği bir şekilde, eksiksizce bir gazete makalesine sığdırırdı. Öyle makaleleri vardır ki onlara ne bir kelime ilave etmek, ne de onlardan bir kelime çıkarmak mümkündür. Zaten bunun için bir gazeteden bir başka gazeteye geçti mi on binlerce okuyucu onu takip ederdi. Sovyet Rusya’nın her fırsatta bizi tehdit ettiği netameli, hatta elemli yıllarımızda, onun içimizdeki taraftarlarının üzerlerine bir dev hışmıyla gidiyordu. Onları gafiller ve mahutlar olarak ikiye ayırırdı; gafillerin uyanması için gayret sarf ederdi, mahutları ise Şam kılıcını andıran haşin kalemiyle biçerdi. Ona cevap vermeleri, ondan gelen salvoları göğüslemeleri mümkün değildi, onu ancak iftiracılıkla suçlayarak etkisiz hale getirmeye çalışırlardı. Fakat şurası muhakkak ki o hiç kimseye iftira etmedi, kime “komünist” demişse, ya sicilliydi, yahut da sonradan bağımsız mahkemelerce komünizm faaliyeti yaptığı için mahkum edildi.
Fıkra, makale yazmak kolay değildi. Fıkrada ele alınan hikmetli bir olayla meseleye yaklaşılırdı; onda bir renk, bir lezzet bulunurdu; motiflerle süslenmiş fıkra, okuyanın zihnine çivi gibi çakılırdı. Dimağda perde aralanır, damakta tad kalırdı. Peyami Safa öyle fıkralar yazardı ki, yıllar geçse de okuyanın unutması mümkün olmazdı. Ciddiyetin ifadesi olan makalede ise ilmi hava eserdi. Kamuyu ilgilendiren herhangi bir konunun eksiksiz bir şekilde çerçeve içine alınmasına dikkat edilir, aklın ışığında ve günün şartlarının muvacehesinde çözüm yolları gösterilirdi. Artık o günler çok gerilerde kaldı; bunun için gazetelerin tirajlarında yazarlar değil de başka unsurlar rol oynuyor.
“Türk düşüncesi” adındaki dergisinde akademik meseleleri konu edinirdi. Oradaki yazıları muhteva bakımından ne kadar doyurucu, üslup bakımından nasıl da kıvraktı. Bu da bizi onun fikir ve sanat tarafına götürür. Kısmetse bu tarafını haftaya ele alacağımız büyük dâhimizi ölüm yıldönümünde fatihalarla yâd ediyoruz.
Arada bir içki aldığım oluyor; ama sigara hiç içmem. İçkiye de sıcak bakmam aslında.
Yüzüğünüzün altın olmadığını görüyorum. Dini bir hassasiyet var mı?
Yok. Dini inancım vardır. Ama bunu propaganda anlamında kullanmayı sevmem.
Gümüş veya altın fark etmez. Müslümanlığın tam gereklerini yerine getirdiğim söylenemez; ama saygım çok fazla. Evvelki maçta oldu. Bir tane oyuncu, haç işareti çıkardı. Dedim ki işte, o çıkarırken bir şey demiyoruz, öbürü dua edince kızıyoruz. Cuma namazı kılmak neden suç olsun ki? O yazılar çok çirkindi. Biz Osmanlıların torunlarıyız. Hoşgörünün en geniş olduğu ülkelerden bir tanesiydik. Ne oldu bize?
Futbolcuların dini inançlarını yaşamak isteği, takım içi dinamikleri nasıl etkiliyor?
Bizim işimiz futbol. Namazını kılıyorsa gitsin kılsın, başka bir şey yapıyorsa gitsin yapsın. Futbolcunun özgür olmasından yanayım. Dünya Kupası’nda, bulunduğumuz yer itibarıyla cuma namazı kılmak isteyen bir gruba, cami olmadığı için bir hoca gelmesinden niye rahatsız oluyor insan? Ama ben şimdi durup dururken, işimi bırakıp da camiye gidiyorsam o başka.
Hiç kimse de onu yapmıyor herhalde.
Öyle şey olur mu ya. İşini hiç yapmayan insan, devamlı namaz kılıyorsa benim için Müslüman değildir.
Siz cumaya gider misiniz?
Giderim. Dünya Kupası sırasında oyuncularımla birlikte kıldım. Ama çoğu zaman onlarla kılmam. Aynı camiye gitmem. Spekülasyon olmasın diye.
Maçlara oruçlu çıkan oluyor mu?
Genelde çıkmıyor. Tutmasını tavsiye etmiyorum. İş yaparken sağlığını etkiler.
Trabzonspor’un ilk günlerinde oruçlu çalışıyordunuz. Ve size anlayış göstermedikleri için de kırgındınız o zaman.
Ben oruç tuttum, oynadım, doğrudur.
İftar oluyordu, hâlâ sizi çalıştırıyorlardı. O yüzden mi futbolcuların dini hassasiyetlerine önem veriyorsunuz?
Bir defa inanç, insanın huzur bulduğu şeydir. Affedersin, içki içen insan rahatlıyor, ona izin veriyorsun da, yaptığın ibadetin kimseye zararı yok ya.
Dış görünüşünüze ilişkin eleştirileri dikkate aldığınız oldu mu?
Tam tersine, ben giyim konusunda oyuncuyken, iddialı konuşayım, birinciydim. Dünya Kupası’nda üç kıyafetim vardı. Bir tanesini eleştirmişler, hacı kıyafeti diye. Dedim ki bu benim kabahatim değil. Dışımdaki olaylar beni ilgilendirmez. Gerçi uyum olarak seçim yapma hakkınız var; ama o zaman yoktu, getirdiler. Dışımdaki elbiseyi suçluyorsunuz, beni suçlamıyorsunuz. Yani saçım bozuksa berberin kabahati, elbise bozuksa konfeksiyoncunun kabahati. Benim kabahatim yok.
Nerede kestiriyorsunuz saçınızı?
Kasapta (Gülmeler) .
Hangi kuaförde?
Önemli değil ya. Bizim kasabımız iyidir yani. Benim saçım güzel.
Değiştirmişsiniz. Böyle değildi.
Değiştirmedim. Saçım rahat taranabilir olmalı. Tarayınca böyle görünüyor. Ben elimi atmak, saçımla uğraşmak, zaman kaybetmek istemiyorum. Saçımın stilini değiştirmek istemiyorum. Çocukluğumdan beri bir stilim var. Beni öyle tanıyorlar. Beni tanımazlar diye korkuyorum.
Ayakkabılarınız ne marka?
Gucci değil demişlerdi! Gucci giyiyorum ayıp olmasın diye. Bütün markalardan var. Ne olacak yani? Ne önemi var? Bizde guci guci vardı, eskiden koyunlara delerdi. Marka takıntısı var herkeste. Buna karşıyım ve inadına da tersini giyerim. Benim yaşamım bu. Yaptıklarım ortada. Bunları vizyonu olmayan adam taşıyabilir mi? Vizyon, misyon, karizma. Hepsi yabancı kelime. Tabii bunlar olmasın demiyorum, olacaktır mutlaka; ama bunları ön plana çıkaranlar! Adamlık var mı sizde adamlık? Adam Türkçe kelimedir. Adam olan bunların hepsini yapar. Ama bunların adam olması kolay değil.
Allah’tan bıyığınız yok. Bıyıklı olsaydınız, sizi daha mı çok eleştirirlerdi?
Bıyık bıraktım bir ara. Ben oyuncuyken sakalım vardı. Fazla yakışıklı olduğum için keseyim dedim!
Hayatınızdaki lüksler neler? Artık çok para kazanıyorsunuz.
Yo ben çok para kazanmıyorum. Değer kazanıyorum. Ben bu çayı zevkle içmek istiyorum. İçemiyorum. Devamlı bir iş var aklımda. Çocukluğumda doğanın, yeşilin içersindeydim. Deniz tertemizdi. Ben şimdi onu istiyorum. Şartlarım iyi olsun, evimde oturayım diye düşünüyorum. Yeşil bir bahçeli evim var Trabzon’da. Ama oraya gidemiyorum işte.
Bir tane mi eviniz var?
Üç tane evimiz var. Fazla para harcamıyorum. Çocuklarımızı okutuyoruz.
Eğitim enstitüsünde okuduğunuz yıllarda anarşi vardı. Öğrenci olaylarına karıştınız mı?
Ben denge unsuruydum, uçlarda yoktum. Gruplara ayrılırlardı, ben ortada dururdum. Karışmazdım. Ama hepsi dostlarımızdı.
Bu seçimde AK Parti’ye mi, CHP’ye mi oy verdiniz?
Oy vermedim.
Ondan önceki seçimde?
ANAP’a verdim.
Kendinizi siyasi açıdan nasıl tanımlarsınız?
Muhafazakar. Ama solda bazı düşüncelere de katılırım. Mesela birçok konuda Halk Parti’nin söylemi ile AK Parti’nin söyleminin örtüşen yanları çok fazla var. Ben ikisinin ortalamasını istiyorum. Özgürlüklere kesinlikle inanıyorum. Ama dini inançlarımın da yerine getirilmesini istiyorum. Şimdi hem özgürlükler var diyeceksin hem de onun hayatına müdahale edeceksin. Bu yanlış. Dünyaya da bakınca siyasi düşünceler tam oturmuş değil. Yani böyle sağsol diye, şu bu düşünce diye ayırmaktansa, insanın yaşayabileceği bir ortamı getirmek lazım.
Futbolcular, genç yaşta elde ettikleri paraları ve şöhreti kaldırabiliyorlar mı?
Sosyal olarak gelir düzeyi düşük gruplardan geliyorlar. Tabii sıkıntılar oluyor. Sürekli yukarı doğru büyüyorlar. Ekonomik olarak da, sosyal olarak da sınıf aşmış oluyorlar. İlgi ve sevgiyi taşımak kolay değildir. Ayrıca parayı kullanmanın zorluklarını çekiyorlar. İki şeyi birden yaşıyorlar. “Senden iyisi yoktur”la, “senden kötüsü yoktur”u. O zaman iç dünyalarında çok dalgalanma oluyor tabii. Birçoğunun hanımı aşırı ilgiden dolayı rahatsız oluyor. O dalgalanmalar sahaya yansıyor.
En büyük eksikliğiniz lisan mı?
Evet. Bu konuda zamanı iyi kullanamadık. Almancam var, konuşuyorum; ama çok iyi değil. Şimdi İngilizce çalışıyorum da yaş olarak zorlanıyorsun, zaman olmuyor. Tabii benim öğreneceğim şeyler, simültane tercüman gibi olmayacak. Ama yani derdimi anlatmak, karşımdaki konuşmada biraz yardımcı olsun diye yani.
Futbolun dışında kitap okuyor musunuz?
Kitap okumayı severim. Şimdi, daha az okuyorum; ama daha önceden psikoloji ve felsefe ağırlıklı kitaplar okuyordum. Mesela ben Doğan Cüceloğlu’nun kitaplarının çoğunu okudum. Bana çok faydası olduğunu düşünüyorum.
En son ne okudunuz?
Valla bilmiyorum ki, bir seneyi geçti. Şu anda sadece futbolla ilgili kitaplar okuyorum. Bir de zaman bulabilirsem Felsefe Kongresi’ne gitmek istiyorum.
Eşimle ilişkilerimde romantiğim
Neden Trabzon’da oturuyorsunuz?
Küçük kız orada Anadolu lisesinde okuyor. Gelmek istemedi deprem olduktan sonra. Gidip geliyoruz işte.
İşkolik olmanızın altında yatan en önemli şey ne?
Ailedir herhalde. Beş kardeşiz biz Yaşım on beşti. Hem aileme bakıyordum hem de okuyordum. Kendi yaş grubumda lider pozisyonundaydım. Bu, yapı meselesi. Liderlik doğuştan oluyor. Mahallede takım yapardık, ben kurardım. Benden büyükler bile beni çağırırlardı. Kazandığım parayı babama verip bir kısmını tekrar alırdım.15 yaşındayım, Sebat’taydım. Elli bin lira aldım. Babama verdim. “Baba, çanta alacağım, ver bana yirmi beş bin lira.” dedim. Bu bir anlayış. Halbuki al çantanı sonra eve gel değil mi? Sonra öğretmen oldum. İşte, mahallede, çevrede, ailede hep ön planda, lider pozisyonunda olduk.
Daima sorumluluk almaya itti sizi hayat.
Bir kere alınca tabii bütün işlerim böyle oldu. Ben gezmeye giderken bile kendi sosyal hayatımı yaşayamıyorum.
Ama işinizi çok abartıyorsunuz.
Hanım da bana kızıyor, aynı şeyleri söylüyor.
Bütün yumurtaları tek sepete koyarak neleri kaybediyorsunuz?
Çok şeyleri kaybettim aile ve çocuk konusunda. Birlikte uzun tatil yapamıyoruz. Çocuklarım büyüdü, biri üniversite mezunu oldu, master yapıyor. Öbürü Anadolu lisesinde. Onlarla, sevginin sıcaklığını, yakınlığını tam kullanamadım. Sıkıntılar oldu; ama eşim çok özveride bulundu. Beni hiç yormadı. Ben her şeyimi aileme adamışım. Çocuklarım rahat okusun, aileme bakayım. Koşullarımız zor. Hem evde rahat oturayım hem de kazanayım yok. Hanım, Allah razı olsun hanım hep destekledi beni. Onun birikimi, deneyimi, sabrı, hoşgörüsü fazla. Öğretmenliğini beş sene yaptı. Çocuklar yüzünden bıraktı.
Kızlarınız sizin hangi özelliklerinizi taşıyor?
Çok düzgünler. Ağır başlı, sorumlulukla yaşamasını seven. Klasik Türk insanı. Bu dönemde babasının bulunduğu pozisyon itibarıyla daha başka türlü olabilirlerdi.
Yeterince baba ilgisi göremedikleri için hiç şikayetçi oluyorlar mı?
Hiç olmadılar. Belki bana hissettirmediler. Birbirimizi çok seviyoruz. Ama aile bağlarının daha sıcak olması için o ortamı sağlayamadık. Onun ezikliğini yaşıyoruz.
Her şeyi içinize atıyorsunuz sanki.
Evet sıkıntıları içime, mutlulukları dışıma.
Ülser var mı sizde?
Gastritim var. Ülkenin beklentileri, benim sorunumdan daha önemli.
Neden suratınız çoğu kez asık?
Doğru söylüyorsunuz. Genelde öyle bir üslubum var. Bulunduğum yer, yaptığım iş, sorumluluk duyma anlayışından bu bana yerleşti.
Romantik misiniz?
Eşimle olan ilişkilerimde romantiğimdir. Gençlik yıllarında daha da fazlaydı. Çünkü romantizm zaman ayırılması gereken bir olay. Hanımla anlaşarak evlendim.
Hâlâ âşık mısınız ona?
Tabii; ama aşkın o şiddeti olmuyor. Bir süre sonra birlikte olmanın verdiği güven var. Ama o uzaklaştığı zaman yanınızdan, onu hissediyorsanız, bence aşk odur.
Ekonomik olarak ezik büyümeniz, para harcama alışkanlıklarınızı nasıl değiştirdi?
Ne kadar param olursa olsun, ihtiyacımı karşılarım. Daha fazlasının harcanmasından yana değilim.
Boş yere cimri demiyorlar size.
Cimri lafını biri söyledi, yayıldı gidiyor. Doğru değil. Ben para harcarım; ama savurganlığı sevmem. Kimseye borcum yok. Ama çok alacaklarımız yerler var. Hoş görüyorum.
Prensip olarak, istendiğinde borç veren bir insan mısınız?
Borç değil, yardım olarak veririm. Ama onu söylemem.
Nasıl eğlenirsiniz?
Eğlenmeye fazla zaman ayırdığım söylenemez.
Galiba bir kere Laila’ya gittiniz?
Evet Başkan’la birlikte gittik. Konumum itibarıyla Laila’ya gitmek istemem. Şart değil Laila. Ben yaylaya gidiyorum. (Gülmeler)
Nuriye Akman'ın Röportajı
17.08.2003
Zaman
Spor Medyası Hıncal'ın tuzağına düştü
Futboldan pek hazzetmediğimi biliyorsunuz. Beni karşılaşmalar ve sonuçlar değil, futbolun nasıl algılandığı ve insanın kişiliğini nasıl biçimlendirdiği ilgilendiriyor.
Bugüne kadar Şenol Güneş’i hep uzaktan izledim. Kendisine yapılan saldırılar karşısında beyefendiliğinden hiç taviz vermemesine hayran oldum. Kasıntı değil, mütevazıydı. Onunla iyi dost olunur diye düşündüm kendi kendime. Bana göre tek kusuru, işkolik oluşu, hayatı katı bir görev anlayışının penceresinden seyretmesi, futbolun dışında bir ilgi ve haz alanı yaratamayışıydı. Ama bu da bir seçimdi, belki de işkolik olduğu için başarılı oluyordu.Onu beklediğimden daha konuşkan buldum; ama beklemediğim kadar hızlı konuşuyordu. Hemen her soruma heyecanla cevap verdi. Cevaplarını bana bir lütuf gibi sunmadı, gerçekten doğaldı, konumunun altını kabaca çizmiyordu, kibardı. Ancak telaffuz ettiği kelimeleri anlamakta güçlük çektim. Diyaloğa katılış biçimine, samimiyetine, sabrına hayran oldum; fakat ifadelerini netleştirmek için dinlerken de, yazarken de epey çaba sarf ettim. Kendisine kardeşçe bir tavsiyem olacak. “Hocam biliyorum, yapacak çok işiniz var; ama biraz daha esnek olunuz, sükunet bulunuz. Lütfen konuşma hızınızı düşürünüz, kelimeleri tane tane söyleyiniz. Ne anlatırsanız anlatın, bildikleriniz karşınızdakinin anlayabildiği kadardır, bunu unutmayınız.”
Görev süreniz bitince kendinize nasıl bir meydan okuma alanı açacaksınız?
Şu anki pozisyonuma uygun bir iş bulmam lazım. Dışarıda bir milli takım olabilir, burada devam edebilirim. Bir kulüp de olabilir. Yeter ki saygınlığı olsun. Mukavelem bitince Federasyon benimle çalışmak istiyorsa teklif onlardan gelecek. Benden değil.
İngiltere maçını kaybederseniz 2004’e kadar kalma kararınızı sorgular mısınız?
Hayır. O zamana kadar benim görevime de son verilmesi doğru ve şık olmaz. Alan alırken iyi düşünsün, kolay bırakmasın, öbürü de hemen kaçmasın. Nasılsa başka yer iyi para veriyor diye çamura yatmasın.
Haluk Ulusoy’la bir güven problemi yaşadınız. Durumu katlanılabilir bir hale nasıl getirdiniz?
Benden kaynaklanan bir şey yoktu. Yapılan anlaşmalar neyse maddi ve manevi, hepsine uydum. Medyaya maaş ödemelerinin eksik olduğunu yansıtan Federasyon’dan bazı kişiler, sonra tekzip ettiler ve konu kapandı. Ama ben yıpranmış oldum. Başkan da bunun içerisine sokuldu. Bir kırgınlık oldu. Sıcaklık kayboldu. Kayba uğrayan benim; ama konuyu açan da kapatan da onlar. Temmuz 2000’de geldim.2002’nin ortalarında bu konu ortaya atıldı. Hâlâ aynı ödeme yapılıyor. Değişen bir şey yok ki. Bunun arkasındaki oyunu bilmiyorum. Başkan’ı etkilemiş olabilirler.
Başkan’la şu anda ilişkinizin düzeyi nasıl?
Değişen hiçbir şey yok. Ben işimi yapıyorum, o da işini yapıyor.
İlişkiniz sıcak değil belli ki.
Sıcak bir ilişkiye de gerek yok zaten. Ben yine Başkan’ın başarılı olmasını isterim. Çünkü, büyük bir emek verdi. Hâlâ da gayret ediyor. O başkan, ben de çalışanım. Bana göre maddi manevi alacaklarım var. Onlara göre yok. Olabilir. Ben işimi yapıyorum.
Paranın miktarı ne?
Önemli değil. Mukavele, ikinci yıl para artırılır diyor. Ondan vazgeçtim. Buradaki ödemeler iki ay sonra Digitürk’le anlaşma yapıldığı için aşağıya düşüyor. Ben bir şey demiyorum. Geçen sene diyorlar ki, “Biz bunu ödemiyoruz, hocanın para sorunu var”. Onlar “Bizim yaptığımız normal.” diyorlar. Ayrılmam veya tavır koymam gerekiyor. Bu kavga bir şey kazandırmaz, Türkiye’nin geleceğini zora sokar.
Yüzde kaç azaldı size yapılan ödemeler?
Yüzde 40’a yakın. Benim kızdığım; eksik ödeme işe başladığımdan üç ay sonra ortaya çıkmasına rağmen,2002’nin onuncu ayında gazeteye yansıtıp, bunu sorun gibi gösterip sonra da kapatmaları.
O zaman sizin bir dönem daha devam etme şansınız fazla yok.
Onu bilemem. Ben bir sorun çıkarmıyorum. Özveri yapıyorum. Buna karşın bir sıkıntı doğuyorsa ben ne yapayım? Ben Türkiye adına hesap yapıyorum. Türkiye bizden bir başarı bekliyor. Bir buçuk sene bekledim cevap vermek için. Daha önce cevap verseydim enerjim bitecekti. Yorum yapmadan işime devam ediyorum. Buna rağmen kamuoyunda başka türlü gösterilmemden rahatsız oldum. Ülkenin insanı, benimle başkanı etle tırnak gibi görüyor. Ve öyleydik. Bunun ayrılmasından yana değilim. Yarın Federasyon veya Başkan beni istemezse saygı duyarım, işimi kapatır giderim.
Haluk Bey, Dünya Kupası dönüşünde yaptığınız basın toplantısında onu iki cümlede geçiştirdiğiniz için sizi nankörlükle suçladı mı?
Böyle bir laf bana söylenmiyor; ama kamuoyunda bu işleniyor. Onu veya beni istemeyenler, bazen onu kullanarak, bazen beni kullanarak yıkmaya çalışıyorlar. O da buna çok güzel göğüs geriyor. İnandığını yapan bir kişi. Başarıyı ben sahiplenmişim gibi gösterdiler ki, tarzım hiç değil. Kaldı ki buranın patronu Başkan. Biz görevliyiz. Başkan’ı yıpratmak isteyenler benim üzerime geldiler. Arkasından yönetim tarafından olay paraya çevrildi.
Bunun miktarı ne Allah aşkına?
Onlar gazeteye bir rakam veriyorlar; ama o miktar değil. Ben ne alıyorum, söyleyin dedim yönetime, bir buçuk aydır yazıyı vermiyorlar bana. Burada tek kaybeden benim. Düşüncemi Başkan’a da söyledim. “Ben size gelip de bana ayrıca para verin mi dedim? Hayır. Ne anlaştık sizinle? On’a. Ne veriyorsunuz? , Beş. Niye o zaman şikayet ediyorsunuz? Gördüğüm başkanların en iyilerinden bir tanesi Haluk Ulusoy. Genç olması itibarıyla çok savaşçı. Zaafı şu; çevresi onu çok etkiliyor. Olumsuz kararlar alabiliyor.
Bazı kesimlerin sizi Milli Takım antrenörlüğüne layık görmemelerinin sınıfsal bir açıklaması var mı?
Çok sebebi olabilir. Benim üslup olarak mesafeli olmam bunlardan biridir. Ben ilişkilerimle iş bulan, ilişkilerimi kullanmayı seven biri değilim. Bazı gazetecilerle ilişkiniz varsa, size bakış farklı olabiliyor.
Onlarla oturup kalkmadığınız için mi onca ağır eleştiriyi yaptılar?
Evet. En yakın dediğiniz, size düşüncenizden dolayı sahip çıkan adam, bir süre sonra o tarafa geçebiliyor. Kendi şartları itibarıyla buna ihtiyaç duyuyor. İster öyle yazsın, ister ben yalnız kalayım. Ben düşüncemde zengin olmak istiyorum.
Taşradan gelmeniz, onların İstanbullu oluşu da bir etken mi?
Onlar ne İstanbullu, ne Türk olarak öndeler. Ama çalışmamı engellemeye çalışıyorlar. Sırf işler kötü gitsin diye gayret ettiler. Beni aşağılamak için kullanıyor geldiğim yeri. Ben evrenselim, Türkiye’yi temsil ediyorum. Ama adam benim bölgemi aşağılarsa, ben onu sahiplenmek mecburiyetindeyim. İki tip insan var: Bir, yıkanlar. İki, yapanlar. Yapanların işi zordur. Düzeyli olacağız, düzenli olacağız, çok çalışacak, planlayacak, üretecek ve başarıyı yakalayacağız. Ama yıkanlar öyle değil. Yıkılacak, kaos olacak, ondan faydalanacak. Çünkü iş kötü gittiğinde “Ben demedim mi? ” diyecek. “Bununla olmaz” diyor. Bakıyor ki oluyor. Bu sefer olmaması için yazılar yazıyor, kampı karıştırıp oyuncunun kafasını bozuyor. İşler iyi gidiyor, “oldu ama o yapmadı” diyor bu sefer.
Kıskançlık da var mı?
Hayır çıkarcılık var. Medyadakilerin bazıları, emeklerinden daha fazla para kazanıyorlar. Düzgün çalışanlar ses getirmiyor. Kavga, gürültü, saldırı ses getiriyor. Akıl değil, duygu kullanılıyor. Kamuoyu kan görmeye alıştırılıyor. Böyle yapınca o yayın kuruluşundan aldığı para artıyor. Transfer yapanlara dikkat edin, bu üslubu göreceksiniz.
Ama bazıları da otuz yıldır aynı köşede duruyorlar.
Bir tane var ondan. O da köşesinde durmuyor, gazeteyi yönetiyor. Herkes onun etkisi altında.
Sizin de düşmanlarınızı dostunuz yapmaya hiç çabanız yok.
Hayır. Fazla yok. Üslubumu değiştirmeyeceğim.
“İt ürür, kervan yürür” der gibisiniz.
Düşünce belki öyle; ama onu söylemiyorum. Küçükken köpek vardı bizim köylerimizde, havlardı, korkardım, geçemezdim evin önünden. Büyüdüm, yine aynı köpekler havlıyor. Baktım hiçbir şey yapmıyor. Adam çok güzel hikaye anlatıyor. Ama içeriği boş. Biz millet olarak hikayeyi severiz. Ne anladın? Hiçbir şey. Ama çok güzel anlattı! Yapılan haksızlığı millet görüyor. Ben ayrıca hakkımı aramak durumunda değilim. Çünkü onlarla savaşırsam, enerjim boşa gidecek.
Üç dört kişilik bir çete ile mi karşı karşıyasınız?
Ben onlara bakmıyorum. Yetiştiğimiz alan dar ve fakirdi. Ama, hayallerimiz çok büyüktü. O günden bugüne hep aldığım işi iyi yapmaya çalıştım. Bana yapılan haksızlıkların hesabını sormadım. İsyan etmedim. O gün, açken, kimse imkan vermezken, bana sahip çıkmayanlar, bugün iş iyiyken, bunun da hesabını artık bana soruyorlarsa, bunun ayıbı benim değil, ülkenin. Düzgün, kaliteli, araştırıcı, planlı, programlı, iş üreten adamlar istemiyorlar. Diyor ki “Bu anlayış seni yok edecek”. Halbuki bu düşünce onları yok edecek.
Maçlar öncesinde Fatih Terim benzeri esip gürlemediğiniz, kendi takımınızın dev, karşınızdakinin cüce olduğunu söylemediğiniz, kendinize güvenmiyorsunuz gibi bir izlenim yarattığınız için ağır eleştirilere uğradınız.
Ben bilginin, aklın ön planda olmasını düşünüyorum. Duyguyu bunun üzerine koyabilirsiniz. Eğer duyguyu ön plana çıkarırsanız, mantık yok olur. Fatih Hoca’nın da insana bakışının iyi olduğunu düşünüyorum, Mustafa Denizli’nin de. Tarzlarımız aynı olmayabilir. Gayet normaldir. Ben elimdeki gruba çağın gereği olarak neyi nasıl öğreteceğimi biliyorum. Daha önce de belki Fatih Hoca’nın babacan–sert tarzına ihtiyaç vardı. Anlayışlar değişebiliyor zamanla. Babam beni döverdi, niye top oynuyorsun diye. Çünkü pantolon eskirdi. Şimdi aileler çocuklarına diyor ki, futbol oynayın. Dolayısıyla Türkiye’nin dönemlerine iyi bakmak lazım. Bugün böyle, yarın daha farklı olacak.
Hıncal Uluç’a tek bir sual sormanız gerekse soru ne olurdu?
“Ne iş yapıyorsunuz? ” diye sorardım.
Erman Toroğlu’na ne sorardınız?
Valla onu konuşmak istemiyorum. “Ben eleştiririm. Çünkü ben bu mesleği yaptım, kokusunu aldım” diyor. Hıncal’a veya Kazım gibi olanlara demek istiyor ki, “Siz bunların derdini bilmezsiniz”. İşi bilenin, nasıl eleştireceğini daha iyi bilmesi gerekir.
Kazım Kanat’a nedir sualiniz?
Onu bırak. Bunların babası, piri Hıncal Uluç’tur.
Onun sizinle derdi ne?
Şimdi açıklamayayım. Mahkememiz var. Bir buçuk senedir devam ediyor. Ben futbolcuyken, kampa gelip bana futbolla ilgili soru sorup, bilgi alan birisiydi. Şu tarafını takdir ediyorum ama Hıncal Uluç’un. Anlatım tarzı güzel. Kelimeleri düzgün kullanıyor. Ama hikayesinin içeriğini hiç beğenmiyorum. Medyada sıkıntı veren bu anlayışı getiren bence o. Kötüyü örnek aldılar hep. Ama öbürleri aynı üslubu yüzüne gözüne bulaştırdılar, daha saldırgan oldular. Çünkü kelimeleri kullanamıyorlar. Ayrıca ilişkileri o kadar güçlü değil. Medya içerisinde biraz daha gücü fazla Hıncal Uluç’un. Trabzonspor’dan kovulduğumda Kenan Sönmez’in yanına gittim, Sabah Gazetesi’ne. Kulüple ilgili düşüncemi anlattım. Haşmet de oradaydı. O zaman sanat yorumcusuydu galiba. Futbolla ilgisi yoktu. Sonra bir baktım beni eleştiriyor. Ula Haşmet futbolu bilmiyordun ya. Onun da düzgün yanları var. Sanatta, edebiyatta kendini geliştirmesi, anlatım tarzını güzelleştiriyor. Benim yaptıklarımı anlatsa, herhalde yüzyıl anlatır. Ama kendisinin hiç yapmadığı bir şeyi, sanki çok şeyi yapmış gibi anlatıyor. Neyse, gazetenin politikasında böyle bir saldırganlık anlayışı vardı. Bir baktım ki Hıncal Uluç, o gazeteyi hegemonyası altına almış. Çoğu onun kontrolü altında. O tarafına saygı duymak lazım. Yön verebiliyor. Ama futbolla bir ilgisi yok. Futbolun cazibesinden yararlanıp, kendi gündemini yaratıyor. Spor medyası da bu tuzağa düştü.
90 Dakika’yı veya Erman Toroğlu’nun programını izliyor musunuz?
Yok. Bana bir şey vermiyor ki. Kafalarında peşin hüküm var. Beni yok sayanları ben yok saymıyorum. Çünkü birlikte iş yapacağız. Bunun da tek çaresi bir araya gelmektir. Üç yıl çalıştığınız bir yerde, hiç sizinle birlikte olmayan, düşüncenizi bilmeyen bir adam sizi yorumlarsa kamuoyuna, yanlış yapmış olmaz mı?
“Bir araya gelmemiz lazım.” diyorsunuz; ama bir kere onları yemeğe davet ettiniz mi?
Benim işim değil. Benim basın toplantılarım, antrenmanlarım var. Herkese açık. Gelebilirlerdi. Davet de yaptım iki kez spor müdürlerine. Muhabir, yorumcu, kim varsa alın gelin dedim. Yine gelmediler. Ben şahıs olarak niye gideceğim ona? Siz bana saldırıyorsunuz. Size gelip konuşacağım! O zaman benim kişiliğim değişir.
Şahsi olarak çağırmanızı beklediler belki.
Kim o ya? Eğer arayıp bana bir şey sormuşsa da ilgilenmemişsem o zaman haksızlığı ben yapmışımdır. Farklı düşüncelerin olması gerektiğine inanırım. Ama fikir olmalı içinde. “Ben seni istemiyorum” diyor. Bu fikir değil ki. Hem beni yok sayıyorsun hem de beni konuşuyorsun.
Filli Boya reklamını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Milli Takım’da Filli Boya. Peki Milli Takım’ın neresinde bunlar? Ama Filli Boya’da varlar. Niye? Milli Takım başarılı. Hangi katkıları var? İşin içinde hiç yoklar ki. İşte onun için diyorum ki bir, futbolun tansiyonunu yükseltmek, bir de kalitesini yükseltmek isteyenler var.
Öcal Uluç da Hıncal Uluç’un tam tersine yazdı.
Yazılarının iki tanesinde beni eleştirdi. Haklıydı kendi açısından. Ben haksız bir yergi kadar, haksız bir övgü de istemiyorum.100 tane varsa medyada, bunun 95’i iyi.5’i sıkıntı yaratıyor. Şimdi kazançlarına bakalım. Öcal mı, Hıncal mı daha çok kazanıyor? Hıncal kazanıyor. İşte sıkıntı bu. Akıl, bilgi, daha Türkiye’de yerini ve hakkını bulmadı.
Kaç milyarlık dava açtınız?
Para önemli değil. Toplam 25 mi,30 mu öyle bir şey. Biz göreve geldikten sonra, yazın Ümit Davala ile Arif’in bir mankenle adı geçiyor. Sekiz ay sonra Slovakya maçı var. Kamptayız, yazı çıkıyor. Niye? Kampta gerginlik olsun, Şenol gitsin. Eylülde Milli Takım antrenörlerinin toplantısı vardı İsviçre’de. Orada bizden üç tane sporcu ismi istiyorlar, “Üçü de size ait olmayacak.” diyorlar. Biz yazıp veriyoruz, üç yabancı sporcuyu. Marttaki kampta “Nasıl hoca ki, oyunculara güvenmiyor, listeye ismini koymadı” diye yazıyor bu. Yani oyunculara güvensizliğimi salacak ki, başarısız olunsun. Sırf ben başarısız olayım diye, ülkeyi batırmaya çalışan adamlar bunlar ya! Bunları konuşmaya değmez. O kadar çok işimiz var ki.
Kimilerince karizması olmayan bir teknik adam; ama Turk futbolunun şu ana kadarki en buyuk başarılarını da yaşayan bir adam,
şanslı ve bir o kadar çalışkan, işine bağlı bir adam
alia izzetbegoviç
21.10.2003 - 13:49Bilge Kral’ ya da ‘Son Osmanlı’: ALİYA
Cengiz Çandar
Bosna kimliğini yok olmaktan kurtaran, böylece Balkanlar’da ikinci bir ‘Endülüs vak’asının yaşanmasının önüne geçen Aliya İzzetbegoviç’in ülkemizde ‘Bilge Kral’ lakabıyla anılır olmasında, sanırım, benim özel bir rolüm ve katkım var. ‘Bilge Kral’ın dün sonsuzluğa göçmesiyle benim yaşam sayfalarımdaki en anlamlı yaprakların bir bölümü de uçup gidince, belleğimde uçuşan anılarda ve anılarla Aliya İzzetbegoviç’i yad ettim. Aliya’yı. Bosna halkı, günlük konuşmalarda ondan öyle söz ederdi...
Aliya İzzetbegoviç, galiba ‘Son Osmanlı’ idi. Son nefesini,21. yüzyıla kadar uzatmayı başarabilen bir ‘Son Osmanlı’. Türkçe bilmeksizin, ayyıldızın Bosna kimliğinin bir parçası olmasını, dünyada yüzlerin Washington’a, Moskova’ya, Londra’ya, Berlin’e vs. döndüğü bir zaman diliminde gözünü İstanbul’dan hiç ayırmamış olduğu için, galiba, ‘Son Osmanlı’ o idi. Eşi, amansız savaş yıllarında İstanbul’da yaşadığı için, benliğinin ve yüreğinin bir bölümü Bosna-Hersek topraklarında, yani ‘Osmanlı’nın kalbi’ Rumeli’de idiyse, diğer yarısı buradaydı; bizimle, Dersaadet’te, yani İstanbul’da.
Önemi ve değerinin hak ettiği ölçüde anlaşılmadığını düşündüğüm bir ‘Rumeli dervişi’ idi o. Osmanlı kimliğinden ötürü, bir bey oğlu; yani Begoviç. İzzet Bey oğullarından. İzzetbegoviç. Ali’nin Boşnakça ifadesiyle, Aliya. Aliya İzzetbegoviç!
Tertemiz beyaz, bilge çizgilerin oturduğu, derin mavi gözlerinin süslediği yüzünde, feylesofluk kadar kararlı bir kişiliğin gizlendiğini pek az kişi kavramıştı. Buna, Bosna Savaşı’nın durdurulmasında ve Dayton Antlaşmaları’nın gerçekleştirilmesinde rol oynayan Amerikalı devlet adamı Richard Holbrooke dahil. Holbrooke, anılarında Dayton’da kendilerine en fazla zorluğu, umduklarının aksine ne Sırbistan lideri Slobodan Miloşeviç ve ne de Hırvatistan lideri Franjo Tudjman’ın çıkartmadığını, en inatçı diplomatik direncin Bosna-Hersek lideri Aliya İzzetbegoviç’ten geldiğini belirtmiştir.
Benim ‘Bilge Kral’ı, o özelliğiyle keşfetmem de, Dayton’a giden yolun başlarında olmuştu.1995 Eylül ayında Ankara’da yaptığı temaslar hakkında –Holbrooke, Amerikan barış planını ona sunmak üzere Ankara’ya gelmişti- bilgi almak için akşam İstanbul’a dönmek niyetiyle başkente gittiğimde, kendisini Dalmaçya’nın Split şehrine geri götürecek özel uçakta bir kişilik yer olduğu ve istediğim takdirde, birlikte Split’e gidebileceğimi öğrenmiştim. Tereddüt etmeden uçağa dahil oldum. Elimde küçük bir çanta bile yoktu. Ama İzzetbegoviç’le yolda sohbet etmek uğruna her sürpriz ve sıkıntıyı memnuniyetle kabule hazırdım.
O unutulmaz Ankara-Split uçak yolculuğu, berbat hava şartları nedeniyle Saraybosna’ya karayoluyla gidilmesi zorunluluğuna dönüşünce, şansım bir kez daha yaver gitmiş oldu. Aksi halde İzzetbegoviç’i Saraybosna’ya uçuracak olan BM armalı İngiliz helikopterinde bana yer yoktu. Split’ten Türkiye’ye geri dönecek iken, Mostar’a soluk ışıklar altında birlikte börek yiyerek sohbetimizi sürdürdüğümüz, amansız İgman Dağı’ndan bizi Saraybosna’ya götürecek havaalanının altından giden yeraltı tüneline varabilmek için farlarımız ve bizi taşıyan her iki jipin motorlarının susturulduğu, sis ve yağmurdan birkaç metre önümüzü göremeden, virajlarla Sırp mevzilerinin yanı başından kıvrıla kıvrıla indiğimiz o maceralı yolculuğu yapamayacaktım. O dönemdeki Saraybosna Büyükelçimiz Şükrü Tufan, o dönemdeki Bosna-Hersek Dışişleri Bakanı Muhammed Şakirbey, ben ve ‘Bilge Kral’...860 metre uzunluğunda, yer yer 1,50 metre yüksekliğinde, iki insanın yan yana geçemeyeceği darlıktaki tüneli birbirimiz ardına, birlikte kat ettik.
O yolculuğun ardından yazdığım ilk yazının başlığıydı: Bilge Kral...
Yolda, ‘Doğu ile Batı Arasındaki İslam’ kitabındaki fikirlerinin ‘felsefi sohbeti’ne koyulduk. Bir ara, hayret nidasıyla, ‘Bunları ben yazmışım’ diye sordu; ‘O kadar puslu ve uzak bir geçmişte kalmış ki...’ Savaş ve günlük siyasetin gerekleri, İzzetbegoviç’i, kuramsal kimliğinden besbelli çok uzaklaştırmıştı. Önemli olan, her iki özelliğini de, bir Müslüman kuramcı ve kültürel-ulusal devlet ve siyaset kimliğini de mükemmelen başarabilmiş olmasıydı. Hak ettiği ölçüde fark edilmediğini düşündüğüm, onun bu her iki yanı ve özelliğidir.
Doğu ile Batı arasında İzzetbegoviç...
İzzetbegoviç, Yugoslavya’da ‘köktendinci İslamcı’ sıfatıyla, komünist rejim döneminde büyük haksızlıklara uğradı.1970’te kaleme aldığı ‘İslami Bildirge’ kendisine büyük saldırılar getirdi. Hapse atıldı. Oysa, ‘Doğu ile Batı Arasındaki İslam’ başlıklı kitabında, özgün düşünceler ortaya atan ve İslam düşüncesini çağdaş döneme taşıyan bir ‘mütefekkir’, bir ‘feylesof’ olduğu görülebilir. Örneğin, İslam ile demokrasinin bağdaşabilirliğinin en önemli postülaları o kitapta mevcuttur. İslam pratiği ile Anglo-Sakson düşünce kalıbı arasındaki çarpıcı benzerlikler, sadece o kitapta ortaya konmuştur. Fransız kökenli ‘pozitivist cereyanlar’ ve ‘ateizm’e karşılık Anglo-Sakson düşüncesiyle İslam arasındaki kesişme noktaları, İzzetbegoviç tarafından ortaya konmuştu.
İzzetbegoviç’in İslam düşüncesine katkısı ile Prof. Fazlurrahman’ın düşünceleri arasında önemli yakınlıklar bulunuyor. Fazlurrahman’ın Türkiye’de tanınmasında büyük rol sahibi bulunan değerli düşünce adamı Prof. Mehmet Aydın’ın, devlet bakanı sıfatıyla Başbakan Tayyip Erdoğan’ın yanında, ölümünden tam bir gün önce Aliya İzzetbegoviç’i ziyaret etmesi, İlahi bir rastlantı sayılabilir mi acaba? ..
Tayyip Erdoğan ve Mehmet Aydın, Avrupa Anayasası’nın tartışıldığı bir forumdan Türkiye’ye dönmekteydiler ve ‘Avrupa kültürünün temeli Hıristiyanlık’tır’ tespitine karşı koymuşlardı. Aliya İzzetbegoviç, ‘Avrupa’daki İslam’ın en çarpıcı temsilcisi ve sancaktarı idi. Avrupa örfü ile İslam’ın hoşgörü mekaniğini, şahsında ve Bosna-Hersek’in Avrupalı ve Müslüman kimliğinin meczedilmesinde temsil etmişti. Bu eşsiz özelliği, kuramsal alana geçirdiği gibi, Bosna-Hersek’in var oluş mücadelesinde, halkını adeta ‘soykırımlar geçidi’nde ilerleyişinde yöneterek, Avrupa kıt’asında ve tarihte ‘Endülüs’ün tekerrürü’nü önlemiştir.
O nedenle, ‘bilge’ydi ve hem de ‘kral’dı. Bilge Kral’dı o. Aliya İzzetbegoviç. Bilge Kral. Nur içinde yatsın...
21.10.2003 /Zaman
serbest kürsü dostluğu
21.10.2003 - 13:46serbest kursu dostluğu
benim baya var; yuz yuze görüştüklerim bile var,
sabahattin ali
21.10.2003 - 11:47sayfa 163
...
'Hayat ancak bir kere oynanan bir kumardır, ben onu kaybettim.'
sabahattin ali
21.10.2003 - 11:46sayfa 139
...
' 'Şimdi aramızda noksan olan şeyin ne olduğunu biliyorum! ' dedi.' Bu eksik sana değil, bana ait...Bende, inanmak noksanmış...Beni bu kadar çok sevdiğine bir türlü inanamadığım için, sana aşık olmadığımı zannediyormuşum...Bunu şimdi anlıyorum.Demek ki, insanlar benden inanmak kabiliyetini almışlar...Ama şimdi inanıyorum...Sen beni inandırdın...Seni seviyorum...Seni istiyorum...İçimde müthiş bir arzu var...Bir iyi olsam! ..Ne zaman iyi olacağım acaba? ...' '
sabahattin ali
21.10.2003 - 11:42sayfa 124
...
'Ona hakikaten dargın değildim; asla kızmıyordum.Sadece müteessirdim.'Bunun böyle olmaması lazımdı' diyordum.Demek ki beni bir turlu sevemiyordu.Hakkı vardı.Beni hayatımda hiç, hiç kimse sevmemişti.Zaten kadınlar pek acayip mahluklardı.Bütün hatıralarımı toplayarak bir hüküm vermek istediğim zaman, kadınların hiçbir zaman sahiden sevemeyecekleri neticesine varıyordum.'
sabahattin ali
21.10.2003 - 11:39sayfa 111
...
'Bu hareketsizliğin, korkuya dayanan bu tereddüdün daha zararlı olduğunu, insan münasebetlerinde bir noktada taş kesilmiş gibi kalınmayacağını, ileriye atılmayan her adımın insanı geriye götürdüğünü ve yaklaştırmayan anların muhakkak uzaklaştırdığını karanlık bir şekilde seziyor ve içimde sessizce yanan...'
sabahattin ali
21.10.2003 - 11:37Kürk Mantolu Madonna'dan
(YKY,10.Baskı)
...
sayfa 89
...
'Bir ruh, ancak bir benzerini bulduğu zaman ve bize, bizim aklımıza, hesaplarımıza danışmaya lüzum bile görmeden, meydana çıkıyordu...'
...
sayfa 96
...
'Başkasına merhamet etmek, ondan daha kuvvetli olduğunu zannetmektir ki, ne kendimizi bu kadar büyük, ne de başkalrını bizden daha zavallı görmeye hakkımız yoktur...'
milyon birinci
21.10.2003 - 11:32...
' Ben binaya girer girmez, ince siyah bıyıklı, kahverengi gözlü nazik bir genç salonu geçerek beni dansa davet etti.'Cevher Dudaev' dedi ve daha önce duymadığım için bana çok garip gelen Kafkasya dilinde yedi isim daha sıralayıverdi.Şakın bakışlarımı fark eden Cevher: 'Bizde, insanın yedi atasının isimlerini bilmek ve söylemek adettir', diye ekledi.
...
sayfa: 17
milyon birinci
21.10.2003 - 11:28... Vaynahlar...
Bu halka dair ilk belgeler M.Ö 6. yüzyıla ait.Çeçenler, kendilerine aslen 'Nohçi' olarak adlandırırlar.Bazıları kelimeyi Nuh Peygamber'le irtibatlandırır.Diğer iki görüş de bu terimi, Çeçence'de 'pulluk'manasına gelen'noh' kelimesine ve yine Çeçence'de 'insanlar, millet' manalarına gelen 'nah' kelimesine dayandırır.
14.yüzyıl Gürcü misyoneri Yevfiminiy, kelimeyi 'Nahçuo' olarak alıyor; manasını da 'insanlar, halk' olarak veriyordu.İşte 'Vaynah' da, Çeçen ve İnguşlar'ın kendilerine verdikleri 'bizim insanlarımız' manasına gelen isimdir.
sayfa 14-15
milyon birinci
21.10.2003 - 11:23'Ona soruyorlar:
-Cevher Dudaev, Çeçenlerin kaç generali vardır?
Cevher gülüyor
- Her Çeçen generaldir! İnanmazsanız gidin, bulduğunuz ilk Çeçene, ' Sen general misin? ' diye sorun.O zaman anlarsınız.Evet her Çeçen generaldir; ben sadece ilyon birincisiyim! '
Sayfa 11
milyon birinci
21.10.2003 - 11:20Buraya yazacağm her şey bu kitabın içinden alınmadır, ve yazılan her şey şahsım tarafından belirlenmiştir
Amacım: Çeçenlerin dramını bir nebze olsun bu kitap vasıtasıyla anlatabilmektir
milyon birinci
21.10.2003 - 11:19Milyon Birinci
Cevher Dudaev'in Eşinin Anıları
Yazan: Alla Dudaeva
Çeviren: İlyas Ahmadov
Şule Yayinlari
2. Baski, Temmuz 2003
sabahattin ali
20.10.2003 - 16:12Yapı Kredi Yayınları Sabahattin Ali'ni eserlerini yayınladı:
Bütün Hikayeleri 1 ve 2
Kürk Mantolu Madonna
İçimizdeki Şeytan
Kuyucaklı Yusuf
takvim
17.10.2003 - 12:33yaprak yaprak dokulen gunlerin agaci
peyami safa
17.10.2003 - 12:13Fatih Harbiye' si ilk okudugum kitabıydı, daha sonra Dokuzuncu Hariciye Koğuşu..
Yalnızız romanına birkaç defa başlamama rağmen, sonunu getirmeye muvaffak olamadım.Bunda romanın sıkıcı olması gibi bir durum sözkonusu değildi; sadece ben bu kitabı daha sonra okurum diye erteliyordum, bakalım ne zaman kadar!
peyami safa
17.10.2003 - 12:09Mütefekkir Peyami Safa
Aradan on yıl geçince Milli Mücadele ile noktalanan savaşların ateşi sönmüş, hayata hamaset, heyecan değil de akıl ve ihtiyaçlar hakim olmuştu. Cumhuriyet’in onuncu yıl kutlamalarında Mustafa Kemal’e bir gencin; “Paşam bunlar güzel sözler, ama gençliğe ideoloji lazım” demesi fikir hayatımızdaki boşluğu göstermesi bakımından dikkat çekicidir.
İşte bu boşluğu doldurmak için bazı aydınlar Kadro dergisini çıkardılar. İşin anlaşılmaz tarafı ise Marksizm’i rehber edinmiş bu derginin elemanları devletin bünyesinde çalışıyorlardı; bir başka söyleyişle maaşıyla karınlarını doyurdukları devletin kuyusunu kazıyorlardı. Bilerek veya bilmeyerek resmi makamların desteklediği bunlara karşı Peyami Safa yalın kılıç mücadeleye girişti. Felaketi zamanında görüp, fikre ancak fikirle karşı konabileceği şuuruyla kalemi eline aldı. Kadro dergisinin etrafında toplanan aydınlar yapılan devrimleri sosyalizme giden bir aşama olarak telakki ediyorlardı; aksi takdirde yapılanların gardropp devriminden ileriye gidemeyeceğini söylüyorlardı. Bu telakkinin tutarsız olduğunu göstermek için Peyami Safa “Türk İnkılabına Bakışlar” eserini yazdı. İnkılapların mesnetsiz olmadığını, biri medeniyetçilik, diğeri milliyetçilik olmak üzere iki esaslı unsura dayandığını ortaya koydu. Bunları belirten Peyami Safa metafiziksiz bir hayatın çöl olacağını da her fırsatta tekrarlıyordu. Onun merceğiyle modern dünyamızı değerlendirebilseydik, hayatımıza metafizik derinlik katar, yüreğimizin farkına gerçekten varır, daha insanca, her bakımdan tatminkar, şiirsel ahengi bulunan bir dünya kurabilirdik.
Bir de milletler arasındaki misyonumuzu belirtmek için “Doğu Batı Sentezi”ni yazdı. Bu kitapta bütün büyük medeniyetlerin bir sentez olduğunu belirtti. Ne Doğu’ya, ne de Batı’ya gözlerimizi kapamamamız, oralardaki güzellikleri sosyal bünyemizde mezcetmemiz gerektiğini vurguladı. Bunlar insanlığı tamamlayan iki büyük coğrafya, iki büyük kültür bölgesiydi. Tarihimizin ve coğrafi konumumuzun da bu senteze bizi zorladığını belirtiyordu.
Peyami Safa’nın sosyal meseleleri görmezlikten geldiği, sadece ferdin psikolojik sıkıntılarıyla uğraştığı zannedilir. Halbuki onun eksiksiz roman diyebileceğimiz “Matmazel Noraliya’nın Koltuğu” adlı çalışmasında, sanatını zedelemeden insanı hayrette bırakan konulara el attığını görüyoruz. “Sendika mücadeleleri, milyonlarca iş saatinin kaybolmasından ve maliyet fiyatlarının artmasından başka netice vermediği için, işçiye üretici olarak kazandırdığı zammı tüketici olarak kaybettirir, patrona da ücrette zam olarak kaybettiğini fiyatlara zam olarak kazandırır.” (s.220) Bir sonraki sayfada da şunları okuyoruz: “İnsan, madde planında, kazandığı para kadar hürdür. Çalışmanın sermayeye, çalışanın çalıştırana esir olduğu bir dünyada iktisadi hürriyet, sadece sermayenin hürriyeti demektir. Kendi müesseselerini öteki sosyal müesseselerden de, insan ruhundan da ayrı, müstakil ve mücerret bir kıymetler nizamı sanan hukukçular, siyasi hürriyeti psikolojik hürriyetten ayrı düşünüp sadece fertle devlet arasındaki münasebet çerçevesi içine hapsetmekle sun’i bir tecrit yapmışlardır. İnsanın siyasi hürriyeti ne iktisadi, ne de ruhi hürriyetten ayrı düşünülemez.”
Onun sağlığında beş üniversitemiz bulunmasına rağmen ilim dünyamızda “Duyularımızın dışındaki idrak”ten söz eden sadece odur. Aydın beyni, zeka fışkıran gözleriyle dünyayı tarıyordu. Üniversite öğretim üyelerimizin pek çoğu yumruklarını sıkarak “görmediğim şeye inanmam” diye bağırırlarken, o, Duke Üniversitesi’nin Parapsikoloji laboratuvarlarının direktörü Prof. Dr. J. B. Rhine’nin E.s.p. olarak ifade ettiği “Duyularımızın dışındaki idrak”in zaman ve mekana bağlı olmayıp iş gören insan ruhunun öldükten sonra yaşadığına inandıracak neticeler elde ettiğini bir kitabında uzun uzadıya konu ediyordu.
İlmi kafada ideolojiye yer yoktur; çünkü ideoloji öyle bir samyelidir ki düşünce yeteneğini kurutur. Bütün ideolojilerin ortak zaafını yakalayıp, beyninin farkında olan insanlar için hiçbir anlam ifade etmeyeceğini şu cümlelerle ortaya koymuştur: “Yıldızların ve mezarların önünde, sonsuzluk ve yokluk problemlerinin önünde susan ideolojiler, insana kendini aşan gayeler teklif edemedikleri için, onun kendisiyle kendi arasına hiçbir transcedant prensibin ve hiçbir idealin mesafesini koyamamışlardır.”
Zihin seviyemiz yükseldikçe, şüphesiz ki Peyami Safa gündemimize gelecektir. Ondaki büyüklüğü ve derinliği işte o zaman fark edeceğiz. Tabii aynı zamanda bize neler verdiğinin şuuruna varacağız.
07.07.2003 / Mehmed Niyazi/ Zaman
peyami safa
17.10.2003 - 12:09Romancı Peyami Safa
Peyami Safa, sanat ve tefekkürün atbaşı gittiği bir idraktir; sanatının içinde tefekkürünü, tefekkürünün içinde sanatını eritmiştir. Ama Peyami Safa denince akla romancılığı gelir. Herhalde o da kendisini romancı olarak tanımlardı; çünkü daha çocukluk yaşlarında romana düşkünlüğünü şu sözlerle belirtiyor:
“On üç yaşımda ‘Eski Dost’ diye yazdığım ilk çocukluk romanımın müsveddelerini hâlâ saklıyorum.” Elbette ki meyil, yetenek önemli unsurlardır; fakat bunların pişirilmesi ve geliştirilmesi gerekir. Bunlarda klasikleri, şişirilmemiş, tabii yankılara sebep olmuş romanları okumanın yanı sıra, hayatın seyri çok önemli rol oynar. Pek çok sanatkarda görüldüğü üzere dramatik olayların mutlu sonuçlar doğurduğuna Peyami Safa’nın hayatında da şahit oluyoruz. “Benim şuurum bir facia atmosferi içinde doğdu. Ben iki yaşında iken babam ve kardeşim Sivas’ta on ay içinde öldü. Böyle kısa fasılalarla hem kocasını, hem de çocuğunu kaybeden bir kadının hıçkırıkları arasında kendimi bulmaya başladım. Belki bütün kitaplarımı dolduran ‘Bir facia beklemek vehmi’ ve yaklaşan her ayak sesinden bir tehlike sezmek korkusu, böyle bir başlangıcın neticesidir.” Tam bir dürüstlük ve yüreklilikle ifade ettiği ‘Bir facia beklemek vehmi’ ve ‘bir tehlike sezmek korkusu’ psikolojik olaylardır. İşte bunlar, sonraki hayat çizgisi romanlarında psikolojik atmosferin esmesine sebep olmuşlardır. Bu da ancak tahlille mümkündür. Dolayısıyla romanımıza tahlilin Peyami Safa ile girmesinin sebebi yaşadıklarıdır.
Nasıl resimle fotoğraf birbirinden farklıysa, romanla sinema sanatı da birbirinden farklıdır. Fotoğraf, makine ile tespittir. Resimde ise ressam ile resmi yapılanın şahsiyeti, eşyanın özellikleri işin içine karışır. Sanatkar olan ressam, resmini yaptığı şahsın iç dünyasını, eşyanın özelliklerini de yansıtmaya çalışır. Romancı da kahramanlarının ruh dünyalarına girer; onlardaki karanlık dehlizleri ya tahlillerle, yahut da olaylarla günışığına çıkarır. Dış tespite yönelik olan sinema, her ne kadar kahramanın iç dünyası hakkında fikir verirse de bir romancı gibi nüfuz edemez. Roman böylece sinema sanatından ayrılır; tabii aynı zamanda gazetecilikteki röportajdan da.
Peyami Safa, eşyanın insana göre değiştiğini belirten belki ilk romancıdır. Dünya romanına getirdiği bu zenginliği en çarpıcı şekilde Mustafa Baydar’la yaptığı konuşmada söylediği şu cümlelerden anlıyoruz: “Bir meşhur Amerikan yazarının romanı bir bakkal dükkanının tasviri ile başlar. Burada dükkanın görünüşü, romanın şahıslarından biri olmayan romancının gözüne göredir. Oysaki bir bakkal dükkanındaki eşya oraya giren roman şahıslarından her birinin maksadına, mesleğine göre değişir. Telefon etmek için o dükkana giren adamın gördüğü eşya, sandalye almak için girenin gördüklerinden ve görüş tarzlarından başkadır. Oraya bir katili aramak için giren polisle, dükkanı kiralamak için giren müşterinin görüşleri başkadır. Harici dikkati gelişmiş bir adamla, dalgın ve içine kapalı bir adamın görüşleri başkadır. Roman bu farklılıkları belirttiği zaman canlı ve doğrudur.” Romancının ele aldığı insanın psikolojisini, şahsiyetini, niyetini ortaya koyması bakımından eşyanın değerlendirilmesi gerektiğine bundan daha dikkat çekici bir örnek verilebilir mi?
Peyami Safa’nın çocuk denecek yaşta ailesinin geçim derdiyle boğuşması, yine o dönemde yıllarını hastahane kapılarında geçirmesi olgunlaşması, hayatı tanıması yönünden çok önemlidir. İnsanın bildiği, yaşadığı konuyu yazması başka, hayal ederek bir konuyu yazması başkadır. Yakasına yapışan rahatsızlık yıllarca onu hastane kapılarında sürüklemeseydi, bir şaheser olan “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu”nu kaleme alabilir miydi?
Peyami Safa, romanı sadece telif planında bırakmadı, şekli, tekniği ve üslubu hakkında çok ciddi makaleler yazdı. Bu vadide otorite kabul edilmeseydi, Behçet Kemal Çağlar ona; “Romana dair yazdıkların gibi şiire dair yaz da önümüzü görelim.” kabilinden mektup yazar mıydı? Romanlarını okuyunca, o konudaki bilgilerinin teoride kalmadığını, eserlerine yansıdığını görüyoruz. “Matmazel Noralya’nın Koltuğu”, “Yalnızız” romanlarının Balzac’ın, Dostoyevski’nin eserlerinden hiç de geri kalan yanları yok. Hatta fazlalıkları bulunduğunu söylemenin de aşırı bir cüretkarlık olduğunu zannetmiyorum. Edebiyattan lezzet almak isteyenler, bilhassa roman ve hikaye yazmayı arzu edenler, sanatla ilgili yazdıklarını, romanlarını döne döne okumalıdırlar. İşte o zaman genç yazarlar ne yaptıklarını ve ne yapmaları gerektiğini daha iyi idrak ederler.
30.06.2003/ Mehmed Niyazi/ Zaman
peyami safa
17.10.2003 - 12:08Peyami Safa’nın bir yönü
Mevsimin sıcak bir gününde (15 Haziran 1961) ömrünü milletine vermiş, gencecik yaşta eline aldığı kalemi hiç düşürmemiş Peyami Safa’nın cenaze merasimi vardı. Roman, hikaye, makale, fikir, deneme, inceleme türlerinde pek çok esere imza atmış, milletinin sanat, kültür, ilim hayatına ciddi katkılarda bulunmuş bir dâhi Hakk’ın rahmetine uğurlanıyordu.
Ünlü bir Marksiste; “Peyami’yi ikna edebilseydik, Türkiye’yi komünist yapardık.” dedirtecek kadar devletin yanında olan bu insanın sevenlerini güvenlik güçleri mezarlığa yaklaştırmıyorlardı. Demokratik rejimi, milletin bağımsızlığını ve geleceğini savunan bir aydına bu muamelenin niçin yapıldığını o zaman anlayamamıştım; aradan kırk iki yıl geçti; bugün de anlayabilmiş değilim. Herhalde aziz milletimize gönül verenlerin, devletimizi ecdat yadigarı kabul edip, onu gözbebekleri gibi koruyanların kaderi budur.
Toplumumuzda devletin veya ideolojik maksatlarla yabancı devletlerin destekleri olmazsa, kitap telifinden geçinmek mümkün değildir. Onun için Peyami Safa gazetelerde günlük yazılar yazıyor, dergilerde incelemeler yayınlıyor, gece gündüz çalışıp Server Bedi imzasıyla geniş çevreler için eserler hazırlıyordu. Kendisi de bir makalesinde; on sekiz yıllık yazı hayatında bir hafta tatil yapamadığından ve dolayısıyla edebi endişeyle yazdığı kitaplarını bu koşuşturmanın yaraladığından yakınır. Dünyadaki bütün otoriteleri tanıdığı, megalomaniyi de kendisine yakıştıramadığı için eserlerinin yaralı olduğunu söyleyebiliyordu. Belki bu kadar çok yazmak zorunda kalmasaydı, her gün makale yetiştirmenin telaşını yaşamasaydı, eserlerinin üzerinde döne döne durabilseydi, mutlaka çok daha güzel, derin eserler verirdi. Ama bugün sanat ve fikir hayatımız ele alınınca, Peyami Safa’nın, onun çok önemli bir köşe taşı, hatta birkaç dalda zirvesi olduğunu her vicdan sahibi kabul eder.
Peyami Safa’nın yazı hayatını üçe ayırabiliriz; gazete ve dergilerdeki makaleleri, fikri ve ilmi çalışmaları, roman ve hikayeleri. Devrinin en önemli gazete ve dergilerinde en etkili, en çok okunan yazardı. Karmaşık bir meseleyi, kitaplık çapta bir konuyu, herkesin anlayabileceği bir şekilde, eksiksizce bir gazete makalesine sığdırırdı. Öyle makaleleri vardır ki onlara ne bir kelime ilave etmek, ne de onlardan bir kelime çıkarmak mümkündür. Zaten bunun için bir gazeteden bir başka gazeteye geçti mi on binlerce okuyucu onu takip ederdi. Sovyet Rusya’nın her fırsatta bizi tehdit ettiği netameli, hatta elemli yıllarımızda, onun içimizdeki taraftarlarının üzerlerine bir dev hışmıyla gidiyordu. Onları gafiller ve mahutlar olarak ikiye ayırırdı; gafillerin uyanması için gayret sarf ederdi, mahutları ise Şam kılıcını andıran haşin kalemiyle biçerdi. Ona cevap vermeleri, ondan gelen salvoları göğüslemeleri mümkün değildi, onu ancak iftiracılıkla suçlayarak etkisiz hale getirmeye çalışırlardı. Fakat şurası muhakkak ki o hiç kimseye iftira etmedi, kime “komünist” demişse, ya sicilliydi, yahut da sonradan bağımsız mahkemelerce komünizm faaliyeti yaptığı için mahkum edildi.
Fıkra, makale yazmak kolay değildi. Fıkrada ele alınan hikmetli bir olayla meseleye yaklaşılırdı; onda bir renk, bir lezzet bulunurdu; motiflerle süslenmiş fıkra, okuyanın zihnine çivi gibi çakılırdı. Dimağda perde aralanır, damakta tad kalırdı. Peyami Safa öyle fıkralar yazardı ki, yıllar geçse de okuyanın unutması mümkün olmazdı. Ciddiyetin ifadesi olan makalede ise ilmi hava eserdi. Kamuyu ilgilendiren herhangi bir konunun eksiksiz bir şekilde çerçeve içine alınmasına dikkat edilir, aklın ışığında ve günün şartlarının muvacehesinde çözüm yolları gösterilirdi. Artık o günler çok gerilerde kaldı; bunun için gazetelerin tirajlarında yazarlar değil de başka unsurlar rol oynuyor.
“Türk düşüncesi” adındaki dergisinde akademik meseleleri konu edinirdi. Oradaki yazıları muhteva bakımından ne kadar doyurucu, üslup bakımından nasıl da kıvraktı. Bu da bizi onun fikir ve sanat tarafına götürür. Kısmetse bu tarafını haftaya ele alacağımız büyük dâhimizi ölüm yıldönümünde fatihalarla yâd ediyoruz.
23.06.2003/Mehmed Niyazi/ Zaman
şenol güneş
17.10.2003 - 11:54Futbolcularımla aynı camiye gitmem
Sigara ve içkiyle aranız nasıl?
Arada bir içki aldığım oluyor; ama sigara hiç içmem. İçkiye de sıcak bakmam aslında.
Yüzüğünüzün altın olmadığını görüyorum. Dini bir hassasiyet var mı?
Yok. Dini inancım vardır. Ama bunu propaganda anlamında kullanmayı sevmem.
Gümüş veya altın fark etmez. Müslümanlığın tam gereklerini yerine getirdiğim söylenemez; ama saygım çok fazla. Evvelki maçta oldu. Bir tane oyuncu, haç işareti çıkardı. Dedim ki işte, o çıkarırken bir şey demiyoruz, öbürü dua edince kızıyoruz. Cuma namazı kılmak neden suç olsun ki? O yazılar çok çirkindi. Biz Osmanlıların torunlarıyız. Hoşgörünün en geniş olduğu ülkelerden bir tanesiydik. Ne oldu bize?
Futbolcuların dini inançlarını yaşamak isteği, takım içi dinamikleri nasıl etkiliyor?
Bizim işimiz futbol. Namazını kılıyorsa gitsin kılsın, başka bir şey yapıyorsa gitsin yapsın. Futbolcunun özgür olmasından yanayım. Dünya Kupası’nda, bulunduğumuz yer itibarıyla cuma namazı kılmak isteyen bir gruba, cami olmadığı için bir hoca gelmesinden niye rahatsız oluyor insan? Ama ben şimdi durup dururken, işimi bırakıp da camiye gidiyorsam o başka.
Hiç kimse de onu yapmıyor herhalde.
Öyle şey olur mu ya. İşini hiç yapmayan insan, devamlı namaz kılıyorsa benim için Müslüman değildir.
Siz cumaya gider misiniz?
Giderim. Dünya Kupası sırasında oyuncularımla birlikte kıldım. Ama çoğu zaman onlarla kılmam. Aynı camiye gitmem. Spekülasyon olmasın diye.
Maçlara oruçlu çıkan oluyor mu?
Genelde çıkmıyor. Tutmasını tavsiye etmiyorum. İş yaparken sağlığını etkiler.
Trabzonspor’un ilk günlerinde oruçlu çalışıyordunuz. Ve size anlayış göstermedikleri için de kırgındınız o zaman.
Ben oruç tuttum, oynadım, doğrudur.
İftar oluyordu, hâlâ sizi çalıştırıyorlardı. O yüzden mi futbolcuların dini hassasiyetlerine önem veriyorsunuz?
Bir defa inanç, insanın huzur bulduğu şeydir. Affedersin, içki içen insan rahatlıyor, ona izin veriyorsun da, yaptığın ibadetin kimseye zararı yok ya.
Dış görünüşünüze ilişkin eleştirileri dikkate aldığınız oldu mu?
Tam tersine, ben giyim konusunda oyuncuyken, iddialı konuşayım, birinciydim. Dünya Kupası’nda üç kıyafetim vardı. Bir tanesini eleştirmişler, hacı kıyafeti diye. Dedim ki bu benim kabahatim değil. Dışımdaki olaylar beni ilgilendirmez. Gerçi uyum olarak seçim yapma hakkınız var; ama o zaman yoktu, getirdiler. Dışımdaki elbiseyi suçluyorsunuz, beni suçlamıyorsunuz. Yani saçım bozuksa berberin kabahati, elbise bozuksa konfeksiyoncunun kabahati. Benim kabahatim yok.
Nerede kestiriyorsunuz saçınızı?
Kasapta (Gülmeler) .
Hangi kuaförde?
Önemli değil ya. Bizim kasabımız iyidir yani. Benim saçım güzel.
Değiştirmişsiniz. Böyle değildi.
Değiştirmedim. Saçım rahat taranabilir olmalı. Tarayınca böyle görünüyor. Ben elimi atmak, saçımla uğraşmak, zaman kaybetmek istemiyorum. Saçımın stilini değiştirmek istemiyorum. Çocukluğumdan beri bir stilim var. Beni öyle tanıyorlar. Beni tanımazlar diye korkuyorum.
Ayakkabılarınız ne marka?
Gucci değil demişlerdi! Gucci giyiyorum ayıp olmasın diye. Bütün markalardan var. Ne olacak yani? Ne önemi var? Bizde guci guci vardı, eskiden koyunlara delerdi. Marka takıntısı var herkeste. Buna karşıyım ve inadına da tersini giyerim. Benim yaşamım bu. Yaptıklarım ortada. Bunları vizyonu olmayan adam taşıyabilir mi? Vizyon, misyon, karizma. Hepsi yabancı kelime. Tabii bunlar olmasın demiyorum, olacaktır mutlaka; ama bunları ön plana çıkaranlar! Adamlık var mı sizde adamlık? Adam Türkçe kelimedir. Adam olan bunların hepsini yapar. Ama bunların adam olması kolay değil.
Allah’tan bıyığınız yok. Bıyıklı olsaydınız, sizi daha mı çok eleştirirlerdi?
Bıyık bıraktım bir ara. Ben oyuncuyken sakalım vardı. Fazla yakışıklı olduğum için keseyim dedim!
Hayatınızdaki lüksler neler? Artık çok para kazanıyorsunuz.
Yo ben çok para kazanmıyorum. Değer kazanıyorum. Ben bu çayı zevkle içmek istiyorum. İçemiyorum. Devamlı bir iş var aklımda. Çocukluğumda doğanın, yeşilin içersindeydim. Deniz tertemizdi. Ben şimdi onu istiyorum. Şartlarım iyi olsun, evimde oturayım diye düşünüyorum. Yeşil bir bahçeli evim var Trabzon’da. Ama oraya gidemiyorum işte.
Bir tane mi eviniz var?
Üç tane evimiz var. Fazla para harcamıyorum. Çocuklarımızı okutuyoruz.
Eğitim enstitüsünde okuduğunuz yıllarda anarşi vardı. Öğrenci olaylarına karıştınız mı?
Ben denge unsuruydum, uçlarda yoktum. Gruplara ayrılırlardı, ben ortada dururdum. Karışmazdım. Ama hepsi dostlarımızdı.
Bu seçimde AK Parti’ye mi, CHP’ye mi oy verdiniz?
Oy vermedim.
Ondan önceki seçimde?
ANAP’a verdim.
Kendinizi siyasi açıdan nasıl tanımlarsınız?
Muhafazakar. Ama solda bazı düşüncelere de katılırım. Mesela birçok konuda Halk Parti’nin söylemi ile AK Parti’nin söyleminin örtüşen yanları çok fazla var. Ben ikisinin ortalamasını istiyorum. Özgürlüklere kesinlikle inanıyorum. Ama dini inançlarımın da yerine getirilmesini istiyorum. Şimdi hem özgürlükler var diyeceksin hem de onun hayatına müdahale edeceksin. Bu yanlış. Dünyaya da bakınca siyasi düşünceler tam oturmuş değil. Yani böyle sağsol diye, şu bu düşünce diye ayırmaktansa, insanın yaşayabileceği bir ortamı getirmek lazım.
Futbolcular, genç yaşta elde ettikleri paraları ve şöhreti kaldırabiliyorlar mı?
Sosyal olarak gelir düzeyi düşük gruplardan geliyorlar. Tabii sıkıntılar oluyor. Sürekli yukarı doğru büyüyorlar. Ekonomik olarak da, sosyal olarak da sınıf aşmış oluyorlar. İlgi ve sevgiyi taşımak kolay değildir. Ayrıca parayı kullanmanın zorluklarını çekiyorlar. İki şeyi birden yaşıyorlar. “Senden iyisi yoktur”la, “senden kötüsü yoktur”u. O zaman iç dünyalarında çok dalgalanma oluyor tabii. Birçoğunun hanımı aşırı ilgiden dolayı rahatsız oluyor. O dalgalanmalar sahaya yansıyor.
En büyük eksikliğiniz lisan mı?
Evet. Bu konuda zamanı iyi kullanamadık. Almancam var, konuşuyorum; ama çok iyi değil. Şimdi İngilizce çalışıyorum da yaş olarak zorlanıyorsun, zaman olmuyor. Tabii benim öğreneceğim şeyler, simültane tercüman gibi olmayacak. Ama yani derdimi anlatmak, karşımdaki konuşmada biraz yardımcı olsun diye yani.
Futbolun dışında kitap okuyor musunuz?
Kitap okumayı severim. Şimdi, daha az okuyorum; ama daha önceden psikoloji ve felsefe ağırlıklı kitaplar okuyordum. Mesela ben Doğan Cüceloğlu’nun kitaplarının çoğunu okudum. Bana çok faydası olduğunu düşünüyorum.
En son ne okudunuz?
Valla bilmiyorum ki, bir seneyi geçti. Şu anda sadece futbolla ilgili kitaplar okuyorum. Bir de zaman bulabilirsem Felsefe Kongresi’ne gitmek istiyorum.
Eşimle ilişkilerimde romantiğim
Neden Trabzon’da oturuyorsunuz?
Küçük kız orada Anadolu lisesinde okuyor. Gelmek istemedi deprem olduktan sonra. Gidip geliyoruz işte.
İşkolik olmanızın altında yatan en önemli şey ne?
Ailedir herhalde. Beş kardeşiz biz Yaşım on beşti. Hem aileme bakıyordum hem de okuyordum. Kendi yaş grubumda lider pozisyonundaydım. Bu, yapı meselesi. Liderlik doğuştan oluyor. Mahallede takım yapardık, ben kurardım. Benden büyükler bile beni çağırırlardı. Kazandığım parayı babama verip bir kısmını tekrar alırdım.15 yaşındayım, Sebat’taydım. Elli bin lira aldım. Babama verdim. “Baba, çanta alacağım, ver bana yirmi beş bin lira.” dedim. Bu bir anlayış. Halbuki al çantanı sonra eve gel değil mi? Sonra öğretmen oldum. İşte, mahallede, çevrede, ailede hep ön planda, lider pozisyonunda olduk.
Daima sorumluluk almaya itti sizi hayat.
Bir kere alınca tabii bütün işlerim böyle oldu. Ben gezmeye giderken bile kendi sosyal hayatımı yaşayamıyorum.
Ama işinizi çok abartıyorsunuz.
Hanım da bana kızıyor, aynı şeyleri söylüyor.
Bütün yumurtaları tek sepete koyarak neleri kaybediyorsunuz?
Çok şeyleri kaybettim aile ve çocuk konusunda. Birlikte uzun tatil yapamıyoruz. Çocuklarım büyüdü, biri üniversite mezunu oldu, master yapıyor. Öbürü Anadolu lisesinde. Onlarla, sevginin sıcaklığını, yakınlığını tam kullanamadım. Sıkıntılar oldu; ama eşim çok özveride bulundu. Beni hiç yormadı. Ben her şeyimi aileme adamışım. Çocuklarım rahat okusun, aileme bakayım. Koşullarımız zor. Hem evde rahat oturayım hem de kazanayım yok. Hanım, Allah razı olsun hanım hep destekledi beni. Onun birikimi, deneyimi, sabrı, hoşgörüsü fazla. Öğretmenliğini beş sene yaptı. Çocuklar yüzünden bıraktı.
Kızlarınız sizin hangi özelliklerinizi taşıyor?
Çok düzgünler. Ağır başlı, sorumlulukla yaşamasını seven. Klasik Türk insanı. Bu dönemde babasının bulunduğu pozisyon itibarıyla daha başka türlü olabilirlerdi.
Yeterince baba ilgisi göremedikleri için hiç şikayetçi oluyorlar mı?
Hiç olmadılar. Belki bana hissettirmediler. Birbirimizi çok seviyoruz. Ama aile bağlarının daha sıcak olması için o ortamı sağlayamadık. Onun ezikliğini yaşıyoruz.
Her şeyi içinize atıyorsunuz sanki.
Evet sıkıntıları içime, mutlulukları dışıma.
Ülser var mı sizde?
Gastritim var. Ülkenin beklentileri, benim sorunumdan daha önemli.
Neden suratınız çoğu kez asık?
Doğru söylüyorsunuz. Genelde öyle bir üslubum var. Bulunduğum yer, yaptığım iş, sorumluluk duyma anlayışından bu bana yerleşti.
Romantik misiniz?
Eşimle olan ilişkilerimde romantiğimdir. Gençlik yıllarında daha da fazlaydı. Çünkü romantizm zaman ayırılması gereken bir olay. Hanımla anlaşarak evlendim.
Hâlâ âşık mısınız ona?
Tabii; ama aşkın o şiddeti olmuyor. Bir süre sonra birlikte olmanın verdiği güven var. Ama o uzaklaştığı zaman yanınızdan, onu hissediyorsanız, bence aşk odur.
Ekonomik olarak ezik büyümeniz, para harcama alışkanlıklarınızı nasıl değiştirdi?
Ne kadar param olursa olsun, ihtiyacımı karşılarım. Daha fazlasının harcanmasından yana değilim.
Boş yere cimri demiyorlar size.
Cimri lafını biri söyledi, yayıldı gidiyor. Doğru değil. Ben para harcarım; ama savurganlığı sevmem. Kimseye borcum yok. Ama çok alacaklarımız yerler var. Hoş görüyorum.
Prensip olarak, istendiğinde borç veren bir insan mısınız?
Borç değil, yardım olarak veririm. Ama onu söylemem.
Nasıl eğlenirsiniz?
Eğlenmeye fazla zaman ayırdığım söylenemez.
Galiba bir kere Laila’ya gittiniz?
Evet Başkan’la birlikte gittik. Konumum itibarıyla Laila’ya gitmek istemem. Şart değil Laila. Ben yaylaya gidiyorum. (Gülmeler)
şenol güneş
17.10.2003 - 11:52Nuriye Akman'ın Röportajı
17.08.2003
Zaman
Spor Medyası Hıncal'ın tuzağına düştü
Futboldan pek hazzetmediğimi biliyorsunuz. Beni karşılaşmalar ve sonuçlar değil, futbolun nasıl algılandığı ve insanın kişiliğini nasıl biçimlendirdiği ilgilendiriyor.
Bugüne kadar Şenol Güneş’i hep uzaktan izledim. Kendisine yapılan saldırılar karşısında beyefendiliğinden hiç taviz vermemesine hayran oldum. Kasıntı değil, mütevazıydı. Onunla iyi dost olunur diye düşündüm kendi kendime. Bana göre tek kusuru, işkolik oluşu, hayatı katı bir görev anlayışının penceresinden seyretmesi, futbolun dışında bir ilgi ve haz alanı yaratamayışıydı. Ama bu da bir seçimdi, belki de işkolik olduğu için başarılı oluyordu.Onu beklediğimden daha konuşkan buldum; ama beklemediğim kadar hızlı konuşuyordu. Hemen her soruma heyecanla cevap verdi. Cevaplarını bana bir lütuf gibi sunmadı, gerçekten doğaldı, konumunun altını kabaca çizmiyordu, kibardı. Ancak telaffuz ettiği kelimeleri anlamakta güçlük çektim. Diyaloğa katılış biçimine, samimiyetine, sabrına hayran oldum; fakat ifadelerini netleştirmek için dinlerken de, yazarken de epey çaba sarf ettim. Kendisine kardeşçe bir tavsiyem olacak. “Hocam biliyorum, yapacak çok işiniz var; ama biraz daha esnek olunuz, sükunet bulunuz. Lütfen konuşma hızınızı düşürünüz, kelimeleri tane tane söyleyiniz. Ne anlatırsanız anlatın, bildikleriniz karşınızdakinin anlayabildiği kadardır, bunu unutmayınız.”
Görev süreniz bitince kendinize nasıl bir meydan okuma alanı açacaksınız?
Şu anki pozisyonuma uygun bir iş bulmam lazım. Dışarıda bir milli takım olabilir, burada devam edebilirim. Bir kulüp de olabilir. Yeter ki saygınlığı olsun. Mukavelem bitince Federasyon benimle çalışmak istiyorsa teklif onlardan gelecek. Benden değil.
İngiltere maçını kaybederseniz 2004’e kadar kalma kararınızı sorgular mısınız?
Hayır. O zamana kadar benim görevime de son verilmesi doğru ve şık olmaz. Alan alırken iyi düşünsün, kolay bırakmasın, öbürü de hemen kaçmasın. Nasılsa başka yer iyi para veriyor diye çamura yatmasın.
Haluk Ulusoy’la bir güven problemi yaşadınız. Durumu katlanılabilir bir hale nasıl getirdiniz?
Benden kaynaklanan bir şey yoktu. Yapılan anlaşmalar neyse maddi ve manevi, hepsine uydum. Medyaya maaş ödemelerinin eksik olduğunu yansıtan Federasyon’dan bazı kişiler, sonra tekzip ettiler ve konu kapandı. Ama ben yıpranmış oldum. Başkan da bunun içerisine sokuldu. Bir kırgınlık oldu. Sıcaklık kayboldu. Kayba uğrayan benim; ama konuyu açan da kapatan da onlar. Temmuz 2000’de geldim.2002’nin ortalarında bu konu ortaya atıldı. Hâlâ aynı ödeme yapılıyor. Değişen bir şey yok ki. Bunun arkasındaki oyunu bilmiyorum. Başkan’ı etkilemiş olabilirler.
Başkan’la şu anda ilişkinizin düzeyi nasıl?
Değişen hiçbir şey yok. Ben işimi yapıyorum, o da işini yapıyor.
İlişkiniz sıcak değil belli ki.
Sıcak bir ilişkiye de gerek yok zaten. Ben yine Başkan’ın başarılı olmasını isterim. Çünkü, büyük bir emek verdi. Hâlâ da gayret ediyor. O başkan, ben de çalışanım. Bana göre maddi manevi alacaklarım var. Onlara göre yok. Olabilir. Ben işimi yapıyorum.
Paranın miktarı ne?
Önemli değil. Mukavele, ikinci yıl para artırılır diyor. Ondan vazgeçtim. Buradaki ödemeler iki ay sonra Digitürk’le anlaşma yapıldığı için aşağıya düşüyor. Ben bir şey demiyorum. Geçen sene diyorlar ki, “Biz bunu ödemiyoruz, hocanın para sorunu var”. Onlar “Bizim yaptığımız normal.” diyorlar. Ayrılmam veya tavır koymam gerekiyor. Bu kavga bir şey kazandırmaz, Türkiye’nin geleceğini zora sokar.
Yüzde kaç azaldı size yapılan ödemeler?
Yüzde 40’a yakın. Benim kızdığım; eksik ödeme işe başladığımdan üç ay sonra ortaya çıkmasına rağmen,2002’nin onuncu ayında gazeteye yansıtıp, bunu sorun gibi gösterip sonra da kapatmaları.
O zaman sizin bir dönem daha devam etme şansınız fazla yok.
Onu bilemem. Ben bir sorun çıkarmıyorum. Özveri yapıyorum. Buna karşın bir sıkıntı doğuyorsa ben ne yapayım? Ben Türkiye adına hesap yapıyorum. Türkiye bizden bir başarı bekliyor. Bir buçuk sene bekledim cevap vermek için. Daha önce cevap verseydim enerjim bitecekti. Yorum yapmadan işime devam ediyorum. Buna rağmen kamuoyunda başka türlü gösterilmemden rahatsız oldum. Ülkenin insanı, benimle başkanı etle tırnak gibi görüyor. Ve öyleydik. Bunun ayrılmasından yana değilim. Yarın Federasyon veya Başkan beni istemezse saygı duyarım, işimi kapatır giderim.
Haluk Bey, Dünya Kupası dönüşünde yaptığınız basın toplantısında onu iki cümlede geçiştirdiğiniz için sizi nankörlükle suçladı mı?
Böyle bir laf bana söylenmiyor; ama kamuoyunda bu işleniyor. Onu veya beni istemeyenler, bazen onu kullanarak, bazen beni kullanarak yıkmaya çalışıyorlar. O da buna çok güzel göğüs geriyor. İnandığını yapan bir kişi. Başarıyı ben sahiplenmişim gibi gösterdiler ki, tarzım hiç değil. Kaldı ki buranın patronu Başkan. Biz görevliyiz. Başkan’ı yıpratmak isteyenler benim üzerime geldiler. Arkasından yönetim tarafından olay paraya çevrildi.
Bunun miktarı ne Allah aşkına?
Onlar gazeteye bir rakam veriyorlar; ama o miktar değil. Ben ne alıyorum, söyleyin dedim yönetime, bir buçuk aydır yazıyı vermiyorlar bana. Burada tek kaybeden benim. Düşüncemi Başkan’a da söyledim. “Ben size gelip de bana ayrıca para verin mi dedim? Hayır. Ne anlaştık sizinle? On’a. Ne veriyorsunuz? , Beş. Niye o zaman şikayet ediyorsunuz? Gördüğüm başkanların en iyilerinden bir tanesi Haluk Ulusoy. Genç olması itibarıyla çok savaşçı. Zaafı şu; çevresi onu çok etkiliyor. Olumsuz kararlar alabiliyor.
Bazı kesimlerin sizi Milli Takım antrenörlüğüne layık görmemelerinin sınıfsal bir açıklaması var mı?
Çok sebebi olabilir. Benim üslup olarak mesafeli olmam bunlardan biridir. Ben ilişkilerimle iş bulan, ilişkilerimi kullanmayı seven biri değilim. Bazı gazetecilerle ilişkiniz varsa, size bakış farklı olabiliyor.
Onlarla oturup kalkmadığınız için mi onca ağır eleştiriyi yaptılar?
Evet. En yakın dediğiniz, size düşüncenizden dolayı sahip çıkan adam, bir süre sonra o tarafa geçebiliyor. Kendi şartları itibarıyla buna ihtiyaç duyuyor. İster öyle yazsın, ister ben yalnız kalayım. Ben düşüncemde zengin olmak istiyorum.
Taşradan gelmeniz, onların İstanbullu oluşu da bir etken mi?
Onlar ne İstanbullu, ne Türk olarak öndeler. Ama çalışmamı engellemeye çalışıyorlar. Sırf işler kötü gitsin diye gayret ettiler. Beni aşağılamak için kullanıyor geldiğim yeri. Ben evrenselim, Türkiye’yi temsil ediyorum. Ama adam benim bölgemi aşağılarsa, ben onu sahiplenmek mecburiyetindeyim. İki tip insan var: Bir, yıkanlar. İki, yapanlar. Yapanların işi zordur. Düzeyli olacağız, düzenli olacağız, çok çalışacak, planlayacak, üretecek ve başarıyı yakalayacağız. Ama yıkanlar öyle değil. Yıkılacak, kaos olacak, ondan faydalanacak. Çünkü iş kötü gittiğinde “Ben demedim mi? ” diyecek. “Bununla olmaz” diyor. Bakıyor ki oluyor. Bu sefer olmaması için yazılar yazıyor, kampı karıştırıp oyuncunun kafasını bozuyor. İşler iyi gidiyor, “oldu ama o yapmadı” diyor bu sefer.
Kıskançlık da var mı?
Hayır çıkarcılık var. Medyadakilerin bazıları, emeklerinden daha fazla para kazanıyorlar. Düzgün çalışanlar ses getirmiyor. Kavga, gürültü, saldırı ses getiriyor. Akıl değil, duygu kullanılıyor. Kamuoyu kan görmeye alıştırılıyor. Böyle yapınca o yayın kuruluşundan aldığı para artıyor. Transfer yapanlara dikkat edin, bu üslubu göreceksiniz.
Ama bazıları da otuz yıldır aynı köşede duruyorlar.
Bir tane var ondan. O da köşesinde durmuyor, gazeteyi yönetiyor. Herkes onun etkisi altında.
Sizin de düşmanlarınızı dostunuz yapmaya hiç çabanız yok.
Hayır. Fazla yok. Üslubumu değiştirmeyeceğim.
“İt ürür, kervan yürür” der gibisiniz.
Düşünce belki öyle; ama onu söylemiyorum. Küçükken köpek vardı bizim köylerimizde, havlardı, korkardım, geçemezdim evin önünden. Büyüdüm, yine aynı köpekler havlıyor. Baktım hiçbir şey yapmıyor. Adam çok güzel hikaye anlatıyor. Ama içeriği boş. Biz millet olarak hikayeyi severiz. Ne anladın? Hiçbir şey. Ama çok güzel anlattı! Yapılan haksızlığı millet görüyor. Ben ayrıca hakkımı aramak durumunda değilim. Çünkü onlarla savaşırsam, enerjim boşa gidecek.
Üç dört kişilik bir çete ile mi karşı karşıyasınız?
Ben onlara bakmıyorum. Yetiştiğimiz alan dar ve fakirdi. Ama, hayallerimiz çok büyüktü. O günden bugüne hep aldığım işi iyi yapmaya çalıştım. Bana yapılan haksızlıkların hesabını sormadım. İsyan etmedim. O gün, açken, kimse imkan vermezken, bana sahip çıkmayanlar, bugün iş iyiyken, bunun da hesabını artık bana soruyorlarsa, bunun ayıbı benim değil, ülkenin. Düzgün, kaliteli, araştırıcı, planlı, programlı, iş üreten adamlar istemiyorlar. Diyor ki “Bu anlayış seni yok edecek”. Halbuki bu düşünce onları yok edecek.
Maçlar öncesinde Fatih Terim benzeri esip gürlemediğiniz, kendi takımınızın dev, karşınızdakinin cüce olduğunu söylemediğiniz, kendinize güvenmiyorsunuz gibi bir izlenim yarattığınız için ağır eleştirilere uğradınız.
Ben bilginin, aklın ön planda olmasını düşünüyorum. Duyguyu bunun üzerine koyabilirsiniz. Eğer duyguyu ön plana çıkarırsanız, mantık yok olur. Fatih Hoca’nın da insana bakışının iyi olduğunu düşünüyorum, Mustafa Denizli’nin de. Tarzlarımız aynı olmayabilir. Gayet normaldir. Ben elimdeki gruba çağın gereği olarak neyi nasıl öğreteceğimi biliyorum. Daha önce de belki Fatih Hoca’nın babacan–sert tarzına ihtiyaç vardı. Anlayışlar değişebiliyor zamanla. Babam beni döverdi, niye top oynuyorsun diye. Çünkü pantolon eskirdi. Şimdi aileler çocuklarına diyor ki, futbol oynayın. Dolayısıyla Türkiye’nin dönemlerine iyi bakmak lazım. Bugün böyle, yarın daha farklı olacak.
Hıncal Uluç’a tek bir sual sormanız gerekse soru ne olurdu?
“Ne iş yapıyorsunuz? ” diye sorardım.
Erman Toroğlu’na ne sorardınız?
Valla onu konuşmak istemiyorum. “Ben eleştiririm. Çünkü ben bu mesleği yaptım, kokusunu aldım” diyor. Hıncal’a veya Kazım gibi olanlara demek istiyor ki, “Siz bunların derdini bilmezsiniz”. İşi bilenin, nasıl eleştireceğini daha iyi bilmesi gerekir.
Kazım Kanat’a nedir sualiniz?
Onu bırak. Bunların babası, piri Hıncal Uluç’tur.
Onun sizinle derdi ne?
Şimdi açıklamayayım. Mahkememiz var. Bir buçuk senedir devam ediyor. Ben futbolcuyken, kampa gelip bana futbolla ilgili soru sorup, bilgi alan birisiydi. Şu tarafını takdir ediyorum ama Hıncal Uluç’un. Anlatım tarzı güzel. Kelimeleri düzgün kullanıyor. Ama hikayesinin içeriğini hiç beğenmiyorum. Medyada sıkıntı veren bu anlayışı getiren bence o. Kötüyü örnek aldılar hep. Ama öbürleri aynı üslubu yüzüne gözüne bulaştırdılar, daha saldırgan oldular. Çünkü kelimeleri kullanamıyorlar. Ayrıca ilişkileri o kadar güçlü değil. Medya içerisinde biraz daha gücü fazla Hıncal Uluç’un. Trabzonspor’dan kovulduğumda Kenan Sönmez’in yanına gittim, Sabah Gazetesi’ne. Kulüple ilgili düşüncemi anlattım. Haşmet de oradaydı. O zaman sanat yorumcusuydu galiba. Futbolla ilgisi yoktu. Sonra bir baktım beni eleştiriyor. Ula Haşmet futbolu bilmiyordun ya. Onun da düzgün yanları var. Sanatta, edebiyatta kendini geliştirmesi, anlatım tarzını güzelleştiriyor. Benim yaptıklarımı anlatsa, herhalde yüzyıl anlatır. Ama kendisinin hiç yapmadığı bir şeyi, sanki çok şeyi yapmış gibi anlatıyor. Neyse, gazetenin politikasında böyle bir saldırganlık anlayışı vardı. Bir baktım ki Hıncal Uluç, o gazeteyi hegemonyası altına almış. Çoğu onun kontrolü altında. O tarafına saygı duymak lazım. Yön verebiliyor. Ama futbolla bir ilgisi yok. Futbolun cazibesinden yararlanıp, kendi gündemini yaratıyor. Spor medyası da bu tuzağa düştü.
90 Dakika’yı veya Erman Toroğlu’nun programını izliyor musunuz?
Yok. Bana bir şey vermiyor ki. Kafalarında peşin hüküm var. Beni yok sayanları ben yok saymıyorum. Çünkü birlikte iş yapacağız. Bunun da tek çaresi bir araya gelmektir. Üç yıl çalıştığınız bir yerde, hiç sizinle birlikte olmayan, düşüncenizi bilmeyen bir adam sizi yorumlarsa kamuoyuna, yanlış yapmış olmaz mı?
“Bir araya gelmemiz lazım.” diyorsunuz; ama bir kere onları yemeğe davet ettiniz mi?
Benim işim değil. Benim basın toplantılarım, antrenmanlarım var. Herkese açık. Gelebilirlerdi. Davet de yaptım iki kez spor müdürlerine. Muhabir, yorumcu, kim varsa alın gelin dedim. Yine gelmediler. Ben şahıs olarak niye gideceğim ona? Siz bana saldırıyorsunuz. Size gelip konuşacağım! O zaman benim kişiliğim değişir.
Şahsi olarak çağırmanızı beklediler belki.
Kim o ya? Eğer arayıp bana bir şey sormuşsa da ilgilenmemişsem o zaman haksızlığı ben yapmışımdır. Farklı düşüncelerin olması gerektiğine inanırım. Ama fikir olmalı içinde. “Ben seni istemiyorum” diyor. Bu fikir değil ki. Hem beni yok sayıyorsun hem de beni konuşuyorsun.
Filli Boya reklamını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Milli Takım’da Filli Boya. Peki Milli Takım’ın neresinde bunlar? Ama Filli Boya’da varlar. Niye? Milli Takım başarılı. Hangi katkıları var? İşin içinde hiç yoklar ki. İşte onun için diyorum ki bir, futbolun tansiyonunu yükseltmek, bir de kalitesini yükseltmek isteyenler var.
Öcal Uluç da Hıncal Uluç’un tam tersine yazdı.
Yazılarının iki tanesinde beni eleştirdi. Haklıydı kendi açısından. Ben haksız bir yergi kadar, haksız bir övgü de istemiyorum.100 tane varsa medyada, bunun 95’i iyi.5’i sıkıntı yaratıyor. Şimdi kazançlarına bakalım. Öcal mı, Hıncal mı daha çok kazanıyor? Hıncal kazanıyor. İşte sıkıntı bu. Akıl, bilgi, daha Türkiye’de yerini ve hakkını bulmadı.
Kaç milyarlık dava açtınız?
Para önemli değil. Toplam 25 mi,30 mu öyle bir şey. Biz göreve geldikten sonra, yazın Ümit Davala ile Arif’in bir mankenle adı geçiyor. Sekiz ay sonra Slovakya maçı var. Kamptayız, yazı çıkıyor. Niye? Kampta gerginlik olsun, Şenol gitsin. Eylülde Milli Takım antrenörlerinin toplantısı vardı İsviçre’de. Orada bizden üç tane sporcu ismi istiyorlar, “Üçü de size ait olmayacak.” diyorlar. Biz yazıp veriyoruz, üç yabancı sporcuyu. Marttaki kampta “Nasıl hoca ki, oyunculara güvenmiyor, listeye ismini koymadı” diye yazıyor bu. Yani oyunculara güvensizliğimi salacak ki, başarısız olunsun. Sırf ben başarısız olayım diye, ülkeyi batırmaya çalışan adamlar bunlar ya! Bunları konuşmaya değmez. O kadar çok işimiz var ki.
şenol güneş
17.10.2003 - 11:49Kimilerince karizması olmayan bir teknik adam; ama Turk futbolunun şu ana kadarki en buyuk başarılarını da yaşayan bir adam,
şanslı ve bir o kadar çalışkan, işine bağlı bir adam
cevher dudayev
17.10.2003 - 11:4721 Nisan 1996' da düzenelenen haince bir suikast sonucu şehit edildi
cevher dudayev
17.10.2003 - 11:45Çeçenistan-İçkeriya Cumhuriyeti'nin ilk Cumhurbaşkanı
cevher dudayev
17.10.2003 - 11:45Halkı ve ülkesinin bağımsızlığı için o da biçok Çeçen gibi ölümü göze alabilen bir şehit
Toplam 1546 mesaj bulundu