Seu Kuyt Adlı Üyenin Nedir Yazıları - Antoloj ...

  • bayhan gürhan

    11.02.2004 - 13:12

    Bayhan’lar ve Barış’lar

    Kar kalınlığının 50-70 cm’yi bulması demek, evde mahsur kalmak ve ev eğlenceliklerinden kam almak demek.

    Cuma günü, ikinci kez izleme fırsatı bulduğum Bayhan’ın Armağan Çağlayan’a verdiği cevap o kadar hoştu ki Clinton ve araba süren mü’min kadınlar konulu yazımı bilgisayarımın sarı klasörlerine havale edip Tarantino’nun filmlerine çok yakışacağını düşündüğüm Bayhan’ı yazmak istedim. Sahne şu: Çağlayan ‘O ayakkabıları hiçççç beğenmedim.’ diyor, Bayhan cevaplıyor: “Canın sağ olsun abi...”

    Bu diyalog birden başka bir yönetmeni daha hatırlattı bana. Radikal feministlerin çok sevdiği Marlen Gorris’i ve 70’lerde çektiği ‘Bir Sessizlik Sorgusu’nu. Film birbirini hiç tanımayan üç kadının butik sahibi bir erkeği öldürmeleri ve tutuklandıktan sonra farklı bir direniş biçimi geliştirerek, ‘eril’ dünyanın dilini kullanmayı reddetmeleri üzerine kuruluydu. Kadınlar kendilerini savunmuyorlar, doğal olarak mahkeme heyeti ve jüri sanık kadınlardan nefret ediyordu. Ancak mahkeme ilerledikçe salona alınan bir grup kadın da bu eyleme zımnen katıldılar, alkışlarla ve sözsüz ‘duruşlarla’... Gorris’in filmi sessiz ve uysal görünen bir kitlenin meşru kabul edilen üst dile eklenmemeyi reddetme vurgusu ile ilginçti.

    Pop Star ‘tezgahı’ sosyal katmanların temsil edildiği, kimi plastik çatışmaların dışında aslında derinden derine nelerin çatıştığını gösteren bir sosyoloji ve psikoloji laboratuvarına dönüştü epeydir. İki kategori, iki katman yarışıyor aslında: Bayhan’lar ve Barış’lar. Bayhan bir Hakan Taşıyan değil. Alt sınıftan, ağzı laf yapmayan, ama gerektiğinde İngilizce şarkı söyleyen, ‘aidiyet’ sorunu olmayan, üst dile eklemlenmeyi umursamadığını safiyane dehasıyla, bastıra bastıra vurgulayan bir melez. Barış da bir Erol Evgin değil. Şehirliliği, merkezin değerlerinin taşıyıcısı olmayı ‘bizler’ ‘onlar’ gibi hiç de şık olmayan sınıfsal sulara sürükleyen potansiyel kanaat önderi, bir cins Çelik. Barış da tıpkı Bayhan gibi bir ‘duruş’un sahibi: Bayhan’ların sahne alabildiği bir ortam için ‘bizim gibiler’ fazla iyidir duruşu. Lakin bunu çok ‘belli ettiği’ için oyun dışı kaldı, şimdi onun yerini doldurma işi diğer şehirli-cici çocuğun; ailenizin loli-pop’u, pastörize Tarkan Abidin’in. Tabii halkımız son bir manipülasyonla atağa geçip “Türk pop starı dediğin feleğin çemberinden geçmiş olmalı, arabesk bir yanı olmalı ama Batılılık ölçütlerinde formatlanabilecek kadar da ergonomik olmalı” deyip Firdevs’i taçlandırmazsa.

    Aslında Firdevs ile Bayhan arasında ‘acıların çocuğu’ olma bağlamında hiçbir fark yok; tek fark Firdevs’teki, her şeyi geride bırakmak, daha dantelalı, köpüklü, tüylü terlikli bir hayata; mutlu ve arabalı insanlara yol boyu eşlik edecek, onlara geçici ve gerekli acılar temin edecek bir müzik kariyerine atardamardan bağlanmak arzusu. Firdevs gibi pop star olmanın kendisini idealize eden biriyle; yani ayakkabısının hayati mesele olduğunu bilen biriyle, tahakküm ilişkisi kurmak kolay. Ama o dilin, o jargonun içinde olmayı iplememeyi ‘mesele’ yapan biriyle, ‘canın sağ olsun’ yani ‘söylediğini arkamı döndüğüm an unutacağım’ diyen biriyle aynı ilişkiyi kurabilmek güç. Jürinin Bayhan’dan etkilenmesinin de, gıcık kapmasının da nedeni bu. Bayhan, her yerde eğilip bükülmek zorunda kalan, ezilip horlanan sınıfı için dimdik bir ‘omurga’nın reklamını yapıyor. İlk elemelere kısa pantolonla gelmiş, çocuksu bir katil olan bu kenar-şehirli çocuğa her şey irtifa temin etti. Bir kötürüm için tekerlekli sandalye ne ise, ezilen sınıflar için o kadar elzem bir ihtiyaç: Bayhan duruşu, Bayhan bakışı. Anlamı şu: “Acının kalbinde piştim, sabrettim, dik durdum, yalnızca kaderime teslim oldum; sen de öyle yap güzel kardeşim; bak İngilizcesi de şu: Keep walking my friend.”

    27.01.2004 /Nihal B.Karaca

  • zenci

    11.02.2004 - 13:10

    Zenci, Martin Luther King ve hak mücadelesi

    Batı dünyasında son yüzyılda yaşanan en büyük gerçeklerden biri neredeyse mücadele kelimesi ile özdeş biçimde anılabilecek olan zenci gerçeğidir.

    Siyasi ve politik anlamda ön plana çıksa da aslında insani düzeyde olan ve hâlâ devam eden mücadeleleriyle doludur zenci ve zencilerin tarihi. Derisinin rengi farklı; ama sureten insan olarak yaratılmış insanların yaratılıştan sahip oldukları hakları, haksız yere gasp edenlerden geri alma mücadelesi bunun bir diğer adı. Ve karşımızda ABD, Fransa, Somali vb. dünyanın dört bir yanında ülkelerin isimleri değişse de kaderi değişmeyen zenciler. Acılarla, eziyetlerle, işkencelerle, yokluklarla, göçlerle, istismarlarla dopdolu uzun bir zaman.

    Söz konusu hak arama mücadelesinin yoğunluğu, genişliği ve kamuoyuna mal oluşu itibarıyla olsa gerek farklı nedenlerle de olsa hakkını istirdat etme mücadelesi verenlere zenci deniliyor hemen hemen bütün dünyada. Bu anlayışa göre Fransa’da başörtüsü ile devlet okullarında okuma mücadelesi veren Müslüman bacılarımız zenci, Amerika’da güvenlik sebepleri ile kanunun açık hükmüne rağmen haksız yere kuşkularla günlerce gözaltında tutulan Müslümanlar zenci, Türkiye’de üç nesil sonrasının gününü gün etmelerine mani olacak zann ve vehminin mahkûm ettiği nice hayırlı faaliyetlere imza atanlar zenci. Listeyi uzatabiliriz; ama netice değişmeyecek. Hakk’ın ölçüleri ile dizayn edilmemiş, evrensel doğruları bulamamış beşeri otoritenin karşısına çıkan, az veya çok, küçük veya büyük oranda muhalefet eden herkes zenci bu dünyada.

    Hak mücadelesinde ikna esas

    Zenci kelimesi ABD ile birlikte anılınca farklı bir mahiyet kazanıyor dünyanın birçok ülkesine nispetle. Çünkü zenci şimdilerde eski; ama eskisinin yeni dünyasının en büyük gerçeği. Zencilerin yeni dünyadaki serüveni kuruluş yıllarında karın tokluğuna çalışan köleler olarak başlamış. Yeni dünyanın efendileri onları zor kullanma dahil her yolu meşru ve mubah görerek yurtlarından yuvalarından etmiş. Binlercesinin Atlas Okyanusu’nda telef olması pahasına getirmiş onları gemilerle kendi refah ve saadetleri için.

    Üç nesil, dört nesil ses ve soluğu çıkmadan kaderlerine razı biçimde hayatlarını köle olarak sürdürürken dünü, bugünü ve yarını birden gören içerden insanların varlığı ve yönlendirmeleri ile bir hak arama mücadelesi başlamış ABD’de. “Derimizin rengi farklı da olsa Hakk’ın hakkınız dediği şeyleri istiyoruz” bu mücadelenin ana teması olmuş. Ama adı üzerinde mücadele. Taraflar ise dünün ve bugünün köleleri ile kendisini her şeye kadir gören devlet. Güç dengesinin olmadığı böyle bir mücadelede sebepler hükmünü icra etmiş ve geride nice dul kadın ve erkekler, öksüz ve yetim çocuklar, seylaplar haline gelen gözyaşları, harap olmuş evler, yurtlar, yuvalar, ümitsizlik dünyasına dalıp intiharda çözüm arayan gençler, payimal olan ırzlar ve namuslar. Hasılı tek cümle ile bitmeyen, bitmeyecek olan çileler.

    M.L.King belli bir kıvama gelmiş bu hak arayışının bir halkasında yani 20 yüzyılın ilk yarısında yaşamış akıllı birisi. Devlet ve devletin zenci politikasına arka çıkan beyazlarla olan mücadelesinde nereden, nereye, nereye kadar ve nasıl sorularına kendi içinde tutarlı cevaplar bulmuş ve onu hayata geçirmeye azimli bir aksiyon insanı. İnsan hakları özelinde ABD’nin bütün dünyada estirdiği rüzgârın da yardımı ile müsait bir zaman ve zeminin sahibi.

    Onun en büyük silahı sanırım silahsız mücadele yolunu tercih etmiş olmasıdır. “Medenilere galebe ikna iledir” cümlesi ile ifade edilen düstur onun son nefesine kadar samimiyetle savunduğu bir hakikat. Bu yolu önermiş o renktaşlarına. Gösteriler esnasında zenci çocukların üzerine polis köpeklerinin salındığı bir anlayışa son vermenin yollarını göstermiş. Ölme ve öldürmelerin, yaralama ve yaralanmaların, tutuklanma ve işkencelerin kaçınılamaz kader olmadığını her fırsatta ifade etmiş. Radikalizmin, en basit şekliyle dahi olsa terörizmin haklı davalarında kendilerini haksız konuma sürükleyeceğini anlatmış. Bu düşünce ve faaliyetleri ile bazı renktaşlarının hain ithamına maruz kalsa da doğru bildiği yoldan vazgeçmemiş. ABD başkanı ile defalarca görüşmüş. Bazı zenci ayaklanmalarını bastırması için başkanın ricasına muhatap olmuş. “Bizim misyonumuz Amerikan ruhunu (çoğulculuğu) kurtarmaktır. Tarih beni çepeçevre kuşatmış durumda. Benim basit ve küçük hatalarım bu özelliğim dolayısıyla küçük değil büyüktür.” demiş ve her adımını dikkatle atmaya çalışmış. Ve sonuç; bu düşünce yapısı ile birilerinin yürüyen tekerine çomak sokmuş ve faili meçhuller listesine yazılmış.

    Fakat aradan zaman geçmiş, 39 yaşında büyük bir ihtimalle devletle irtibatlı birimlerden birinin eliyle faili meçhul cinayetin kurbanı olan zenci kökenli M.L.King’in doğum yıldönümü bütün ABD’de resmi tatil ilan edilmiş. Yani itibarı iade edilmiş. Ve bu seneki törenlere bizzat ABD Başkanı Bush katıldı. Yaklaşan seçimlerin bu ziyarette rolü var veya yok ayrı mesele. Nitekim bu nedenle söz konusu ziyareti samimiyetsizce bulan, protesto eden insanlar da oldu kamuoyunda. Ama ABD’deki zenci tarihinin köşe taşı bu insanın mezarına giden, çiçek koyan, dua okuyan, siyasi alanda yorumlayacak olursak bütün bunlarla aslında özür dileyen ABD başkanıdır.

    Görüldüğü gibi hayat Kur’an’ın da işaret buyurduğu şekliyle tekdüze değil. Bugün galip olan yarın mağlup olabiliyor. M.L.King aslında bu zincirin sadece bir halkasından ibaret. Nerede haşa! kainatı kendisinin yarattığını iddia edecek derecede inkarı uluhiyet bataklığına saplanan, haşmetli, görkemli saltanatları ile bütün dünyaya meydan okuyan Nemrud’lar, Firavun’lar? Nerede topyekûn insanlığı savaşa sürükleyen Hitler’ler, Mussolini’ler, Stalin’ler? Ve madalyonun öbür yüzü; nerede çağdaşları tarafından taş ve tükürük yağmuruna tutulan; ama bugün azizlerden aziz kabul edilen peygamberler, peygamber dostları, havariler, ashaplar.

    Bizim zencilerimiz...

    M.L.King’in hatırlattığı şeyler bunlar. Ama ülkemiz açısından düşünülecek olduğunda bazı şeyler ne kadar da birbirine benziyor değil mi? Biz de “Demokrasi Şehitleri” diye adlandırdığımız Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve F. Rüştü Zorlu’ya itibarlarını iade etmedik mi? Biz de onların cesetlerini Yassıada’dan alıp devlet töreni ile İstanbul’a taşımadık mı?

    Neydi suçu onların? Zenciydi onlar. Statükonun yürüyen tekerine çomak sokmuşlardı. Taşralı oldukları halde şehirlilere hüküm etmeye kalkmışlardı. Bedevi iken medenilerin yarınlarına müdahil olmuşlardı. Tabii ki böylesi bir suçun cezası idamdan başkası olamazdı. Fakat işin aslı idam edilen bu üç kişi değil, onların arkasındaki milletti. Milletin düşüncesi, zihniyeti, imanı ve ümidi idi.

    Bu perspektiften günümüze bakıyorum da, zenci üretmeye devam ediyoruz her nedense. Hiç şüpheniz olmasın yarınki nesillerin heykellerini dikecekleri nice insanlara zenci demesek bile zenci muamelesi yapıyoruz. Kendi doğrularımızı şaşmaz ve yanılmaz görüyoruz. İlim her şeyin temeli dediğimiz halde ilmi bakış açısını ıskalıyoruz. Kim ne derse desin benim doğruma muhalif ise değer vermiyoruz. Hepsinden öte yarın hem halk, hem tarih hem de Hak huzurunda nasıl hesap vereceğimiz şuurundan uzak bulunuyoruz.

    Sormadan edemiyorum kendime; neden büyüklerin büyüklüklerini hep onlar öldükten sonra takdir ediyoruz? Hayatta iken onları neden bin bir çile ve ıstırap ile yaşatıyor, cennet kevserlerine eşdeğer gözyaşlarının için için akmasına sebep oluyoruz? Bu, insanoğlunun şaşmaz ve değişmez kaderi midir acaba? Değiştiremez miyiz onu? Tabiri diğerle zenci üretimine son veremez miyiz? Ne dersiniz?

    31.01.2004/Ahmet Kurucan/Zaman

  • kaplumbağa

    05.02.2004 - 13:15

    bir diğer adı tosba dır...
    evini üzerinde taşır, bu evi kütüphane, ofis, normal bir ev gibi vs kullanabilirler...
    en meşhur kaplumbağalar ninja kaplumbağalardır, oldukça yetenekli tosbalardır...
    yavaş oldukları söylenir; ama zaten acele etcek bir durumları yokutr, ne de olsa evi, ve ona gereken herbir şey yanında...
    rivayetlere göre kendini bilmez bir tavşanı yarışta geçtiği söylenmektedir...
    kara da olduğu gibi suda yaşayanları da mevcuttur

  • orhan gencebay

    05.02.2004 - 13:09

    en cok, aslinda sadece bunu, soylediğim(mirildandiğim) şarkısı
    batsın bu dünya...
    ...
    ben ne yaptim kader sanaaaaaa, mahkum ettin beni banaaaaaaa
    her nefeste bir sitem var,
    şikayetim yoktur benim(isyankarsizlaştırilmış hali :)))
    şikayetim yoktur benimmmmmmm
    şaşıran ben mi yoksa sen miydin bilemedimmmmmm
    öyle bir dert verdin ki kendime gelemedimmmmm,
    çıkmaz bir sokaktayım yolumu bulamadımmmmmm
    offfffffffffffffff, offffffffffffff, offfff

  • rize

    05.02.2004 - 12:58

    sırf 'onun' için gormediğim bu memleketi seviyorum

  • paranoyak

    05.02.2004 - 12:56

    Paranoya İhtiyacı

    Milletlerin kaderine hükmeden/hükmetmek isteyen kaba kuvvet temsilcileri, öteden beri, ideolojileri adına veya yaptıkları kötülükleri meşru ve mâkul gösterme hesabına yığınlarda her zaman ürperti hâsıl edecek şeyleri kullanagelmişlerdir; yani, “ideoloji tehlikede”, “modernite tehdit altında”, “her yanda demokrasi düşmanları var”, “lâiklik gitti, gidiyor…” gibi yâvelerle sürekli saf halk yığınları arasında korku ve telâş uyarmış ve ülkeyi bir baştan bir başa âdeta tımarhaneye çevirmişlerdir.
    Bunları yapanların ya kendileri de paranoyak veya gâye ve hedeflerine ulaşabilmek için böyle toplumsal bir paranoyaya ihtiyaç hissediyorlar; hissediyor, bazen aldatabildikleri veya robotlaştırdıkları insanlarla şöyle–böyle bir terör estiriyor; bazen gelecek adına saf kitleleri endişe ve telâşa sürüklüyor; bazen kitle imha silahları ve NBC yalanlarıyla herkesi aldatıyor/aldattıklarını sanıyor; bazen de irtica yaygaralarıyla hiçbir şeyden haberi olmayan yığınlar arasında korku ve telâş meydana getirip, onları türlü türlü vehimlere, daha doğrusu toplumsal paranoyaya sürüklüyorlar.

    Millet, aslı–astarı olmayan vehimlerle kıvranıp durmuş, toplum paranoya yaşamış, onların umurunda bile değil; onlarca önemli olan, o bir avuç oligarşik azınlığın mutluluğu, onların çıkarları ve kaba kuvveti elinde bulunduranların hâkimiyet ve istibdadıdır. Bunlar, postmodern işgallerine, tagallüplerine, tahakkümlerine “sistem tehlikedeydi”, “resmî ideoloji sarsıntı yaşıyordu”, “nükleer silahların insanlığı tehdidi söz konusuydu”, “çağdışı görüntüler temâşâ zevkimize ilişiyordu..” diye bir kısım bahaneler bulup, sonra biraz da bunları yalanlarla besleyince, artık top onların, çevkan onların, istedikleri gibi hareket edebiliyor ve istedikleri her yere rahatlıkla müdahalede bulunabiliyor; cinayetler işliyor, ocaklar söndürüyor ve bütün bunları saf yığınların ruhunda uyardığı paranoyaya emanet ediyorlar.

    Paranoyakların özellikleri

    Paranoya, her şeyden şüphe etme, şundan–bundan kötülük geleceği endişesi içinde bulunma, kendini güvensiz hissetme ve vehimle oturup kalkma hastalığı. Bazen buna, bencillik, kibir, gurur, yaptıklarını beğenme gibi hususların da inzimam etmesi söz konusu olur ki, artık o zaman böyle biri tam bir psikopat ve bir deli demektir.

    Hekimler, psikopatlar arasında paranoyak bünye gösterenlerle alâkalı bilhassa şu hususlara dikkat çekerler: 1– Kendine fevkalâde değer verme; kibir, gurur ve çalım… gibi tavırlarla “ben” hipertrofisi; 2– Herhangi bir haksızlığa uğrama, zulme maruz kalma düşüncesi uyaran güvensizlik ve aşırı şüphecilik marazı; 3– Düşünce çerçevesini belirleyecek olan muhakemelerindeki yanlışlık ve hatalardan ötürü vehim yaşama; sonra da içine düştüğü evhamı güçlendirme adına saçma ve gayr–ı mantıkî deliller üretme hastalığı; 4– Nihayet herkesi tutarsız ve güvensiz gördüğünden sosyal uyuşmazlık ve emniyetsizlik bunalımı. Eksik veya tamam, onlara göre paranoya, bazen bu emârelerin hepsiyle, bazen de bir–ikisiyle kendini hissettirir ki; her zaman halkla beraber olsa da böyle birinin cinnetinde şüphe yoktur.

    Paranoya, müstaid ruhlarda hafiften başlar, yavaş yavaş gelişir; derken değişik telkin, tesir, evham bombardımanı ve yanlış muhâkeme sebebiyle zamanla tam bir cinnet–i mustatil halini alır ve kahreden bir evhama dönüşür: Böyle bir maraza yakalanan insan, zulme uğrayacağı vehmiyle oturur–kalkar; herkesin kendisi için kötülük plânladığı endişesiyle kıvranır durur.. ihtimallere hüküm bina ederek pek çok kimseyi potansiyel suçlu görmeye başlar ve böylelerini bertaraf etme stratejileri üretir; “Onlar bana zulmetmeden ben mutlaka onları ezmeliyim.” diyerek masum insanlara karşı savaş ilan eder; kan döker, kan içer ve zamanla âdeta bir kanlı kâbus hâlini alır. Bazen kendi kuruntularını ideal sayarak bunları ihyâ, ikâme ve tâmim uğruna her türlü fezâyi ve fecâyii irtikâp eder. Bununla da kalmaz, hâkimiyetinin temâdîsine engel gördüğü veya öyle vehmettiği kimselere karşı her zaman hasmâne bir tavır içinde bulunur; fırsat doğduğu ve gücü yettiği zaman da bunların hakkından gelmeyi asla ihmal etmez.

    Paranoya, bir korku, şüphe ve vehim hastalığı olarak bütün suiniyetlerin, suizanların da kaynağı gibidir. Onun ikliminde şekillenir bütün ayrıştırıcı düşünceler, “biz” ve “ötekiler” mülâhazaları. Orada kararlaştırılır nâhak yere infazlar ve en dırahşan nâsiyeleri karalamalar. İrtica ile alâkalı bütün klişeler o evham atmosferinin ürünüdür. Akla–hayale gelmedik bütün baskınlar o vehim atmosferinin boşalması, her şeyin dışa vurmasının da bir ifadesidir.

    Paranoyak, kendinden başka kimseyi tanımaz; vefasızdır, ahd ü peymânına asla güven olmaz; kat’iyen adalet tanımaz ve hakka karşı da fevkalâde saygısızdır. Dahası o, bu kabîl değerlere bağlı yaşamayı aptallık sayar. İnanıyorum dese de inancı yoktur; bu itibarla da hâlis mü’minlerin en samimâne davranışları arkasında dahi dünyevî bazı mülâhazaların olabileceği kuşkusuyla oturur kalkar. Zaman zaman en masum hareketlerden dahi işkillenir ve en yararlı gayretleri bile kuşkuyla karşılar ve sorgular.

    Paranoyak, aynı zamanda sırf kendini gören, kendini düşünen, kendi cismânî arzuları arkasında koşan bir hodgâm ve bir bencil; kendine hayranlık duyan ve her hâlükârda kendini, kendi davranışlarını, eda ve endamını beğenen bir narsisttir; kendisinin ortaya koyduğu düşünce, tedbir ve çözümlerin dışındaki her şeye karşı tenkitleri hazırdır. O, yazılıp–çizilen şeylerin hepsini yanlış bulur, söylenen sözlerin tutarsız olduğunu iddia eder ve her şeyi, herkesi kapkara gösterir; çünkü hiç kimse o değildir. Ortaya konan düşünce, tedbir ve çözümler onun kafasından çıkmamıştır; o yazıları o yazmamış ve o sözleri de o söylememiştir. Bu itibarla da, bunların hiçbirinin doğru, yerinde ve isabetli olması düşünülemez.

    Paranoyağın dışında her şey; bütün yerler–gökler, dağlar–taşlar, çağlayan sular–uçuşan kuşlar, her yerde kıpır kıpır hareket eden canlılar ve bir üst basamaktaki insanlar, hatta velîler ve peygamberler… evet her şey ve herkes onun nazarında göründüğünden farklıdır ve mutlaka kuşkuyla karşılanmalıdır. Gariptir, o, bu haliyle bir çelişki yaşadığının da farkında değildir; bir taraftan her şeyi, her nesneyi ve herkesi göründüğünden farklı vehmederken, nefsânî arzuları ve cismânî dürtüleri açısından zevklerine olabildiğine düşkün bir bohem, diğer yandan da çıkarlarının delisi bir hodbin; kin, nefret ve öfkelerinin esiri bir talihsiz ve şehevânî duygularının da âzat kabul etmez bir kölesidir: Canının istediği her şeyden kâm almak ister; bir ömür boyu cismânî istekleri arkasında koşturur durur; hayvanî hislerini yaşamada ölesiye bir tehâlük gösterir; salar kendini her türlü müstehcenlik ve levsiyâta.. ne ar, ne hayâ, ne millî kültür, ne de toplum kuralları; görmez, gözetmez bunları, gördüğü kadar olsun bir saniyelik nefsânî tatminini... Benlik, bir baş belası denecek ölçüde kuşatmıştır bütün ufuklarını; kibir, çalım, caka, başkalarını küçük görüp aşağılama onun her zamanki hâli; herkese ve her şeye hükmetme humması ise lâzım–ı gayri mufârıkıdır. Elinden gelse bütün dünyayı hâkimiyeti altına almak ister; bir kere de bunu o mel’un kafasına koymuş ise, gerçekleştirmek için her çareye başvurur, her vesileyi değerlendirir ve gözünü kırpmadan her mesâvîyi rahatlıkla irtikâp edebilir: yalan söyler, âlemi aldatır veya aldatmaya çalışır; verdiği sözlerde durmaz, döner; emanete hıyanet eder, akla–hayale gelmedik entrikalar çevirir, cinayet işler; masum, gayri masum demeden herkesin kanına girer; icabında kendisi gibi düşünenleri bile öldürür; ne yapar yapar, sun’î düşman cepheleri oluşturur ve bütün bunlar insanları aldatmaya yetmediği takdirde ar, namus, şeref, hukuk, demokrasi, adalet, insan hakları demeden “Kuvvetin de lâyüs’el bir hakkı var.” mülâhazasıyla yürür bir gece kaba kuvvetle hedef kitlenin üzerine...

    Evrensel değerlere sırt çevirme

    Paranoyak hiçbir zaman evrensel insanî değerleri görmez ve görmek istemez. O, bu değerleri, hasım ilan ettiği cepheye karşı kullanabildiği takdirde dilden düşürmez; aksine, kendi kirli düşüncelerini gerçekleştirmeye engel gördüğünde de gözünü kırpmadan din, iman, kültür, ahlâk, hukuk her şeyi yerle bir eder, sonra da üzerinde tepinir. O, hayâ hissi olmayan bir yüzsüzdür; ne ettiklerinden utanır, ne de planladığı kötülüklerden; utanmak şöyle dursun, o, yerinde başarılı komplolar kurmayı, değişik entrikalarla ötekiler dediği kimseleri bertaraf edip devre dışı bırakmayı, farklı yol ve yöntemlerle halkın malını iç etmeyi akıllılık, mârifet ve başarı sayar; sayar ve herkesin gözünün içine baka baka yer, yutar; sonra da yan gelir, kulağı üzerine yatar. Paranoyağın davranışları da, zihnî yapısı gibi sisli–dumanlı ve değişkendir: Sımsıcak göründüğü durumları olduğu gibi sopsoğuk kesildiği zamanları da az değildir. Düşünce teşevvüşlerine denk renk değişiklikleri de hayret vericidir; bir bukalemun gibi çok rahatlıkla her şekle, her kılığa girebilir ve her kesimden görünebilir. Eğer Müslüman görünmek ona dünyevî bir şey kazandırıyorsa, hemen dindarlık taslamaya durur ve bir mü’min gibi davranır; ezkaza rüzgarlar muhalif esmeye başlarsa, o zaman da asıl kimliğine döner ve kabalıkların en hoyratçasını gösterir. Şartlar ve ortam, gücünü kullanmaya elverişli olduğunda, karşı cephe dediklerinin hiçbirini iflâh etmez, hepsini ezer–geçer. Güçsüz düştüğü veya gücünü kullanamadığı durumlarda ise, hiç tereddüt etmeden herkesin elini–ayağını öper ve tam bir zillet tavrı sergiler.

    Paranoyak, aklen de, hissen de mâlûldür. Bu maraz hâli onda hem bir tabiat, hem de gâye gibidir; bu itibarla da, her zaman bir seciyesizlik örneği sergilemenin yanında, tıpkı bir kısım frengili veya AIDS’liler gibi sürekli virüsünü başkalarına da bulaştırma hummasıyla yaşar; yaşar ve bir paranoyaklar cephesi oluşturmak için elinden gelen her şeyi yapar: Yerinde kendine karşı mevhum düşmanlar üretir, yerinde hemen herkesin ciddi bir tehdit altında bulunduğu vehmini uyarır; gerekirse kendisi de bizzat, terör türü bir kısım eylemler tertip ederek saf kitleleri böyle bir tehdidin var olduğuna inandırır. Her zaman hile, hud’a düşünür.. yalan söyler.. sürekli iki yüzlü davranır.. çok defa suret–i haktan görünür, herkesi aldatmaya ve kafasında kurguladığı şeylere onları da inandırmaya çalışır; bütün bunları yaparken de elinden geldiğince kendinden emin görünmeye olabildiğine özen gösterir; gösterir ama, yine de her tavrından güvensizlik, telâş ve tedirginlik dökülür.

    Aslında o her hâliyle tam bir yalandır; oturuşu–kalkışı, ağlayışı–gülüşü, şiddeti–mülâyemeti, sevinci–kederiyle mücessem bir yalan. Hep olduğundan farklı görünmeye çalışır; düşündükleri gibi konuşmaz, gerçek niyetini hep saklı tutar ve birbirinden farklı karakterler sergiler. Bu kadar çok varyasyonlu yaşadığından ötürü de, bir gün gerçek yüzünün ortaya çıkacağı endişesiyle sürekli yüreği ağzına gelir ve ölür ölür dirilir. Bu itibarla da, paranoyağın yayıp yağını çıkarmak istediği zâhirde başkalarıdır; ama, hakikatte o acayip iğneli fıçı içinde yayılan ve hırpalanan da yine kendisidir. Bu açıdan da, o, yer yer değişik zevk ü safa ve gülüp oynamalarla avunmaya çalışsa da, pek de mutlu olduğu söylenemez.

    Paranoyağın iç dünyası tozlu–dumanlı ve fesada açık olduğundan onun en olumlu işlerinde dahi hep bir bozgunculuk ve fesat söz konusudur; ne var ki o, bu fesada “fesat” demeye de hiçbir zaman yanaşmaz; yanaşmaz ve değişik demagojilerle fesadı “salâh” göstermeye çalışır. Oturur kalkar bozgunculuk yapar, insanları birbirine düşürür, milletin farklı kesimlerini yer yer karşı karşıya getirir, düşman kamplar oluşturur; sonra bu bölünmüşlüğü, bu çözülmüşlüğü kendi hesabına değerlendirmeye durur. O, kendi gibi düşünmeyenleri veya çıkarlarına engel gördüklerini, yerinde antidemokratik olmakla suçlar, yerinde moderniteyi tehdit ediyor gibi gösterir; bunlar da yetmezse ne yapar eder, irtica yaygaralarıyla herkesin sesini keser ve mutlaka planlarını gerçekleştirir. Yalandır bunların hepsi, fesattır onun bütün yaptıkları, ikiyüzlülüktür her işi ve bir aldatmacadır her tavrı, her düşüncesi. Ama ne kadar insan vardır bütün bunları sezip anlayan! ?

    Paranoyak tam bir delidir; ne var ki, o bunun farkında değildir. Aksine o, kendini akıllı ve bilgili sanır; dolayısıyla da kendinden başka herkesin bir mânâda beyinsiz ve muhâkemesiz olduğuna inanır. Öyle sansa ve öyle inansa da, hiçbir zaman onun mutlu olduğu söylenemez; zira o, her an kendini ayrı bir düşman cephesi karşısında ve dünya çapında terörist örgütlerle kuşatılmış olarak vehmeder. Korkar ve titrer hayalinde îka ettiği bu saf saf düşmanlardan. Başa çıkamayacağını düşünür ve çevresindekilerden yardım dilenmeyi dener; onları da aynı düşmanların düşmanlığına, insanlık için bir tehdit unsuru olduğuna inandırması lâzımdır.. evet ona göre, düşüncelerinin, tasarılarının ve operasyonlarının meşru görünmesi adına herkesin aynı ölçüde vehme ve hezeyâna itilmesi zarurîdir; zira onun planlarının gerçekleşmesi adına toplumsal, hatta uluslararası bir paranoyaya ihtiyaç vardır. Bunun için de mutlaka şöyle–böyle, gazeteleriyle–mecmualarıyla, televizyonlarıyla–radyolarıyla bütün medya kuruluşları harekete geçirilmeli; çeşit çeşit tehdit unsurları sıralanmalı; demokrasinin, insan haklarının, cumhuriyet esaslarının tehlikede olduğu üzerinde durulmalı; yığınlar, ülkenin ellerinden uçup gideceği yalanına inandırılmalı; saf halk kitleleri üzerinde toplumun dört bir yandan kuşatıldığı vehmi uyarılmalı ve ne yapıp ne edip herkes delirtilmelidir ki zirvedeki mustatil cinnet yadırganmasın.

    Paranoyaya ihtiyacı olanlar...

    Evet, ezenlerin, başkalarına hükmetmek isteyenlerin, gözlerine kestirdikleri değişik coğrafyaları işgal edenlerin toplum/toplumlar çapında böyle bir paranoyaya ihtiyaçları var. Kinin, nefretin, hırsın, din düşmanlığının delirttiği bu insanların, idare etmeyi düşledikleri kimseleri korkutarak, ürküterek, telâşlandırarak, vehim ve hezeyâna sürükleyerek kendilerine benzetmeye çalışmaları bence bu cinnet mantığına göre normaldir. Aslında böylelerinden başka bir şey beklemek de aldanmışlık olur.

    Maalesef bugün, Çin Seddi’nden Merâkeş’ e, Kapadokya’dan okyanus ötesi ülkelere kadar hemen her yerde iflâh etmeyen bir paranoya yaşandığını/yaşatıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunun için birkaç düzine terörist lâzımsa, paranoya ihtiyacıyla kıvranıp duran mütegallipler, kaba kuvvet temsilcileri, ülkeleri sömürmek isteyen postmodern müstemlekeciler bu işi kiralık birkaç kanlı katille yaptırabilecekleri gibi, üç–beş zavallıyı aldatarak veya robotlaştırarak da arzu ettikleri her renkte, her desende bir sürü terörizm imal edebilirler.

    Şimdilerde kısmen de olsa bunu başarmış sayılırlar. Evet, bu kadar alınıp satılan, kiralık kanlı katil veya aldatılmış beyinsiz bulunduktan sonra, her yerde terör adıyla bir fitne ateşi tutuşturabilir, değişik yörelerde suikastlar planlayabilir, dinî duygu ve dinî düşünceyi kullanarak bazı kıt akılları provoke edebilir; böylece hem bütün bir toplumu hatta insanlığı evham ve hezeyâna çekmiş olur, hem de yakıp yıktıklarına, asıp kestiklerine ve üzerine çullanıp ezdiklerine karşı tutarsız da olPsa bir bahane bulmuş sayılırlar.

    Dünya çapında bütün bu işleri plânlayanlar ister birer paranoyak, ister birer psikopat olsun çok fark etmez. Ortada bir gerçek var ki o da; dünyanın bazı bölgelerinde bir kısım kaba kuvvet temsilcilerinin, dünyaya hükmetme ve kendi ideolojilerini hâkim kılma hırsıyla; bazı yerlerde de küfre kilitlenmiş bir kısım muannitlerin, küfürlerini, temerrütlerini, din–iman ve Kur’ân düşmanlıklarını sürdürebilmeleri için, yığınların vehimlendirilmesine, toplumsal paranoyaların yaşanmasına, kitlelerin hezeyâna çekilmesine ihtiyaçları var. Bana öyle geliyor ki, bütün toplum gerçekten cinnet yaşasa dahi, kaba kuvvetin temsilcileri, yalan söylemekten, halkı aldatmaktan, dimağlara vehim pompalamaktan ve herkesi kendilerine benzetmekten vazgeçmeyeceklerdir.

    18.01.2004 /M.Fettullah Gülen/Zaman

  • allah (c.c)

    05.02.2004 - 12:24

    Buyuklugunu anlamak icin dusunmek gerek; ama bu sadece O'nun buyuklugunu anlmaya yetmeyecektir, bununla ancak 'buyuk' kelimesinin manasini idrak edebilirsiniz.O'nun buyuklugu her seyin uzerindedir.Aklin, anlamlarin uzerinde...

  • öğretmen

    20.01.2004 - 14:21

    ilkokulda ezberlediğimiz bir şey, aklımda kalmış:

    öğretmenim canım benim, canım benim,
    seni ben pek çok pek çok severim
    sen bir ana, sen bir baba
    ...(hatırlayamadım)

    okut öğret ve nihayet, yurda yararlı insan et(x2)

  • avrupa fatihi

    20.01.2004 - 14:12

    cim... bom... bom..

  • arzu_m

    20.01.2004 - 14:11

    ankara,
    çok çalışıyor,
    çalışma o kadar diyorum;
    ama çalışan demir ışıldar,
    heralde ışıl ışıl olsa gerek..
    selamlarımla arzu_m

  • anlatım bozukluğu

    20.01.2004 - 14:10

    öss de tek türkçe yanlışım vardı, o da anlatım bozukluğu sorusuydu, eğer ilk işaretlediğimi değiştirmeseydim, o da yanlış olmayacaktı; ama adı üstünde işte, yanlış anladık ve yanlış yaptık :))

  • alaska

    20.01.2004 - 14:06

    uzak..

    belli olmaz, belki de yakında görebilirim :))))

  • aksiyon

    20.01.2004 - 14:05

    Türkiye'nin en çok satan haftalık haber dergisi

  • koca

    20.01.2004 - 13:59

    'koca' 'karı' başına gelirse 'kocakarı'olur, ki bu da yaşlı insan demektir...
    burdan çıkarılacak sonuç, karının başına gelen koca, karıyı yaşlandırır...

    Eğer 'karı' 'koca' nın başına gelirse 'karıkoca' olur, ki bu da evlenmiş insanlar demektir..
    Burdan çıkarılacak sonuç, eğer karıyı başa getirirseniz, mutlaka sizi nikah masasına oturtur :)))

    Bu yüzden hep kocalar başa gelmeli, ve karıları yaşlandırmalıdırlar; :)))))
    yaşasın kocalar; yaşlansın karılar :)))))
    he he he he

  • eski türk filmleri

    20.01.2004 - 13:54

    hani o saçlarına taç yaptığın çiçekler,
    hani o güzel gözlüm ceyanların pınarı,
    hani kuşlar ağaçlar, bin bir renkli çeçekler,
    nasıl yakalamıştık saçlarından baharı,
    ...
    bu tür şarkıları hep türk filmlerinden öğrendim, radyo da eski bir şarkı çıksa ve ben mırıldanmaya başlasam, ananem ya da annem'oğlum sen bunu nerden biliyorsun' diye sorduklarında' türk filmlerinden' cevabını veririm..
    ...
    ben türk filmi hastası olanlardanım,
    eski evimizdeyken,tv de bir filme rastgelince hemen kırmızı perdeleri çekerdim, ve izlemeye koyurlurdum, bir de annem çay filan demlemişse, offf değmeyin keyfime...
    ...
    eski türk filmleri müthiş bir olaydır...
    ...
    bundan baya bir zaman önce, sanırım geçen sene, nişantaşından osmanbeye çıkarken İzzet Günay ı gördüm, afalladım onu görünce, ne de olsa sevdiğim jönlerden biriydi...
    insanın çocukluğunda severek izlediği, özellikle de siyah beyaz karelerde tanıklık ettiği birini böyle capcanlı ve renkli bir şekilde karşısında görmesi, ona zamanın yokluğunu hissettriyor, ben İzzet Günay'ı hep ilk gördüğüm şekilde sanıyorken-küçükken aklıma öyle kazımışım- bu şekilde zamandan aşınmış bir şekilde görmek...'acaba o yaşlanırken ben nerdeydim' sorusunu akla getiriyor..

    türk filmlerini seviyorum

  • eti puf

    20.01.2004 - 13:45

    eti puf...
    kimin çocukluğunda yoktu ki o, herkes kıyısından köşesinden yemiştir..
    gerçekten de kapağını açmak oldukça güç olurdu, bazen sinirlenirdim ve eciş bücüş hale getirirdim, sonra açardım, öyle ezilmiş halde yemek de bir başka zevk olurdu...
    şimdi markete gittim, en az dört tane alırım,
    eskiden beyaz olanına(hindistan cevizli) bayılırdım, şimdilerde ise favorim siyah olanı...

  • oscar wilde

    20.01.2004 - 13:38

    Dorian Gray'in Portresi

  • Çay

    20.01.2004 - 13:34

    çiyyy, çiyyyy, çiyyyyy....
    tavşan kanı çay burda, gel bilader gel, tavşan kanı bunlar,
    inammazsan kes de, pardon tat da bak, tavşan kanı, gel gel gel,,,
    armudun iyisi orda tavşanın iyisi burda, gel vatandaş gel, çaya gel, eğer gelmezsen yüksek kalori müptela olsun, çayo çok şekerli içip, kalbinizde çarpıntı olsun, gel vatandaş geli çarpıntı yapmayan çay burda,her derde deva çay burda, halis ve muhlis rize çayıdır, zerre dene ratyosyan içermez, anam babam ölsün, çernopil bu çayın yakınından bilem geçmemiştir, gellllllllllllll, geeelllllllllllll :))))

  • lego

    20.01.2004 - 13:29

    Geçen gün bir oyuncak mağazasına uğradım, şöyle bir baktım, legolara da bakmayı ihmal etmedim; ama çocukluğumun(acikcasi şimdi de evde olursam ve yapmak istersem teknik legorimla uğraşıyorum) oyuncaği acayip pahalanmış.Eskiden de pahalıydı ama şimdi ateş pahası, en iyisi gidip anavatanından almak, belki birgün...

  • lego

    20.01.2004 - 13:27

    Paranoya ve legolar

    Yıllar önce George Orwell’in kurguladığı anti–ütopik dünyaya doğru koşar adım gidiyoruz. Üstelik bu koşunun startını, kendilerini demokrasi ve özgürlüğün beşiği olarak görenler verdiler.

    İnanılmaz bir paranoyanın desteklediği ‘kendinden başka herkesten şüphelenen’ paranoyası bir dönemin demir perde ülkelerine taş çıkartırcasına özgür gelişmiş ülkeleri sarmış durumda.

    Lego özellikle çocuklar için geliştirici zekayı sivrilten çok önemli bir oyuncak. Basit olduğu kadar çocuğun zekasını ve becerisini zorlayıcı bir özelliği olduğu için önemli ve etkili bir oyuncak lego. ABD lego sektörü inanılmaz gelişmiş durumda. Ülkenin birçok yerinde 40–50 yıllık kullanılmış legoların bile bit pazarlarında satıldığına şahit olmak mümkün. Evladiyelik oyuncaklar yani. Ancak ABD’nin gelişen sanat ve yayıncılık ortamı çocuklara çok farklı oyun alanları ve oyuncak türleri sunduğu için legonun iktidarı devrildi devrilecek. Spidermanların, Superman, Hulk, Daredevillerin karşısında sarsılan lego kalesi, yeni bir atraksiyon ile kaybettiği tepeleri geri almaya çabalıyor. Bunun için de inanılmaz bir şeyi yapmaya başladı. Son lego dergilerinin tamamı, kötücül karakterlerin, hayal üstü varlıkların legolarıyla dolu. Tuhaf yüzlü yaratıklar, eciş bücüş pörtlek kötülerin tak–tamamla parçalarının reklamlarıyla dolu lego dergileri. Oyuncak tarihinin son yüz yılına damgasını vurmuş legoculuk da kirlendi ve kolay kolay temizlenecek gibi de değil. Çocuklar artık ev, çiftlik hayvanları filan gibi bilinen masum şeyler yerine, çizgi kahramanlar, hayali ucubeleri birleştirmeyi deniyorlar.

    11 Eylül saldırısı sonunda başta sinema olmak üzere Amerikan sanatının her alanı bu konuya eğilmeye başlamıştı. Ancak bu konuda en radikal ve sorumsuz yayını ilginçtir Amerikan çizgi sektörü yaptı. Spiderman gizli hislerini Usame için kullandı, enkazın yanına gelip yaralı kurtarma çalışmalarına katılırken, diğer yandan Afganistan’a operasyon yapacak ekip gibi çalıştı. Şüphesiz bu tür bilinçsiz yayınların ekildiği tarlalar bir süre sonra son derece tehlikeli mahsul verecektir.

    Amerikalılar bir yandan eğitim alanında güç kaybedip, yeni nesillerini kendine güveni olmayan, hayali düşmanların korkuttuğu jenerasyon olarak yetiştirirken, diğer yandan abuk sabuk bahanelerle saldırdıkları ülkelerden gelecek tehlikeye karşı, ‘pire için yorgan yakma’ paranoyasına saplanıyor.

    Eğer şu veya bu nedenden dolayı ABD’ye gidecek olursanız, öncelikle sizi sınıflandırmalarına izin vereceksiniz. Onlar için, tehlikeli, zararsız veya yararlı turist olduğuna karar verecekler. Bundan sonra parmaklarınızı digital ekrana bastırıp parmak izinizi bırakacaksınız. Hem sağ, hem sol işaret parmağınızın resmini çekmeden ülkeye girmenize izin vermezler asla. Bu da yeterli değil. Peşinden afilli bir web cam resmi çekilecek! Eh bunca fişleme, potansiyel düşman muamelesinden sonra hâlâ girmek isterseniz ülkelerine buyrun girin.

    Aslında aklı başında birçok Amerikalı işin farkında. Uzun vadede ABD’nin kendisini dünyadan soyutladığını ve en geç birkaç on yıl sonra kapalı bir topluma dönüşeceğini şimdiden görebiliyorlar. Kendi gölgesinden bile korkan, silah zoruyla, hot/zot ile sağa sola gözdağı vermeye kalkışan bir süper gücün bir süre sonra bumerang gibi kendi silahıyla kendi dizinden vurulacağından emin fütürist Amerikalılar.

    Beni şaşırtan şey ise bir yandan bütün dünyadan korkan ve her an birilerinin kendilerine kötülük yapacağından geceleri uyku uyuyamayan bu paranoyak zihniyetin nasıl oluyor da hâlâ Mars’a filan araç yolladığıdır. Yani Ortadoğu’dan, Güney Amerika’dan, Afrika’dan, Asya’dan ödü kopan bir ülke düşman portföyüne bir de intergalaktik tehlikeleri ne diye ekliyor ki?

    Belki yakında bu sorunun cevabını bulabiliriz...

    19.01.2004 /M. Nedim Hazar/ Zaman

  • ısrar

    20.01.2004 - 13:24

    'ısrar etmek' nin isim hali...
    Bazı konularda ısrar edilebilir, örneğin daha iyi olmak, daha anlayışlı olmak vs; bazen de ısrar edilmesi daha iyi olur; çünkü o hallerde insan muhatabını ya da muhatap olduğu nesneyi istemediği bir konuma sürükleyebilir

  • john steinbeck

    20.01.2004 - 13:23

    Okuduğum ilk kitabı 'inci' ydi ve çok beğenmiştim, sonra da 'fareler ve insanlar'ını okudum,
    o da inci yi aratmayacak kadar iyiydi

  • elif şafak

    20.01.2004 - 13:21

    “Cehaletin kutsanmasına anlam veremiyorum”

    Türk okurunun Pinhan, Mahrem, Şehrin Aynaları ve Bit Palas adlı romanlarıyla tanıdığı Elif Şafak’ın yeni romanı “The Saint of Incipient Instanities”, Amerika’da Ekim 2004’te Farrar, Straus and Giroux Yayınevi tarafından yayımlanacak. Romanın Aslı Biçen tarafından yapılan çevirisi ise Mart 2004’te Metis Yayınları tarafından basılacak.

    Romanda, farklı kültürlerden gelerek Boston’da buluşan bir grup genci ve onların kimlik sancılarını, keskin bir mizahla anlatan Elif Şafak’la romanı, yazarlık serüveni ve Amerika’daki yaşamın onun yazarlığı üzerindeki etkilerini konuştuk. Bu arada hatırlatalım, Elif Şafak yazılarıyla bu haftadan itibaren Turkuaz’da olacak.

    Amerika’da yaşam, yazma eyleminizi nasıl etkiledi? Yeni romanınızın oluşumu, oradaki yaşamınız arasındaki paralelliklerden bahseder misiniz?

    Amerika göçmen toplumu. Geçmişi zedelenmişlere hitap eden bir toplum. Dünyanın geri kalan yerlerinde ise geçmiş ve kökler belirleyici, babanızın kim olduğu, hangi aileden geldiğiniz, kuşakların sürekliliği, toplumsal ağlar, ailevi bağlar, süreklilik duygusu... Ben bunlara dahil hissetmiyorum kendimi. Benim gibi “göçebe taifesi”nden olanlar için göçmen toplumunda olmayı seçmek tesadüf değil herhalde. Fakat işin zorluğu burada iken aklınız geride bıraktıklarınızda. Ne tam buradasınız, ne tam orada. Bir eşikte yaşıyorum. Romanımda da eşikte yaşayanlar anlatılıyor.

    Önceki romanlarınızın dokusunda deyim yerindeyse temelinde İstanbul vardı. Şimdi İstanbul’dan uzakta olmak, yazar kimliğinizde bir değişiklik yarattı mı?

    İstanbul’dan ayrı kalmak daimi bir sızı benimle beraber gelen. Zedelenmiş bir aşk ile bağlıyım İstanbul’a. Ne onunla olabiliyorum ne onsuz galiba. Buraya geldikten sonra bir sene boyunca rüyalarımda hiç mekan görmedim. Daha yeni yeni İstanbul’u ve New York’u görüyorum rüyalarımda. Tanıdık yerler görmeye başlamam bir sene sürdü tastamam. Mekan duygusu uzunca bir dönem zedelendi.

    Romanınızı İngilizce olarak yazdınız. Türkçe dışında bir dilde düşünmek ve o dili roman yazacak kadar iyi kullanmak nasıl mümkün oluyor? Romanınızı Türkçe yazmanız mümkün değil miydi? Neden İngilizce yazdınız?

    Yeni kitabımı İngilizce yazmamın birincil sebebi hikayenin kafamda, zihnimde, kimyamda İngilizce şekillenmiş olması. Ne zaman ki İngilizce rüya görmeye başladım, İngilizce yazmaya başladım. Tıpkı çocukluğumda İspanya’da yaşarken İspanyolca yazdığım gibi. Ancak ve ancak dilin içinde yaşıyorsanız ve dil de sizin içinizde yaşıyorsa o dilde edebiyat yazabilirsiniz. Yoksa “hadi şimdi de İngilizce yazayım” diye yazamazsınız. Benim için İngilizce yazmaya başlamak büyük bir riskti. Bildiğim sulardan çıkıp, bilmediğim sulara girdim. Ama roman sürükledi bu yöne, ben de o riski aldım.

    Önceki romanlarınız dil ve anlatım açısından kusursuz sayılabilecek bir yapıya sahip. Türkçenin olanakları ve güzelliği pek çok açıdan romanlarınızın ana izleği içinde kendine önemli bir yer ediniyor. Yabancı bir dilde yazarak bu olanaklardan vazgeçmek zor olmadı mı?

    Pek çok romancının aksine ne anlattığım kadar neyi nasıl anlattığımı da önemsedim hep. Dil, edebiyatımın ayrılmaz bir parçası oldu. Türkçenin katmanlarını çok seviyorum. Ne var ki, Türkçe baltalanmış, zedelenmiş bir dil. Osmanlıca mirastan, Arapça Farsça kelimelerden kurtulma adına fena halde budanmış bir dil. Benim eski kelimeler ile yeni kelimeleri harmanlamam pek çok insanı şaşırttı Türkiye’de. Kullandığım Osmanlıca kelimelere hayret ettiler. Osmanlıca kelimelerden vazgeçmediğim için beni “modernite projesi”ne ihanet etmekle suçlayanlar oldu. Ben Türkiye’de cehaletin kutsanmasına anlam veremiyorum. Bilmediği kelimeleri öğreneceği yerde, cehaletini kutsayıp Türkçeyi 200 kelimeden ibaret bir dile çevirmeye kalkışabiliyor insanlar.

    İngilizcenin yapısal ve dokusal farklılığı daha farklı yazmaya itiyor. Bizde dilin romancı üzerindeki etkisi üzerinde pek durulmaz. Genel hatlarıyla Türkiye’de romancılık dili pek önemsemez. Romancılar Türkçeyi özensiz kullanır. Önemli olan ne anlattığınızdır, nasıl anlattığınız daha geri planda kalır. Benim için böyle olmadı hiçbir zaman. Dili çok önemsiyorum. Dilin yazarın üzerinde bir hakimiyeti olduğuna inanıyorum. İngilizce yazmaya başlayınca gördüm ki farklı yazıyorum. Bu tamamen iki dil arasındaki farklılıktan kaynaklanıyor. İngilizce kelime hazinesi açısından çok güçlü bir dil. Gerçi biz dildeki Arapça Farsça Osmanlıca kelimelerden arınmak, “milli dil” kurmak adına elimizde makaslar Türkçeyi acımasızca kırpmasaydık, Türkçenin de kelime hazinesi çok genişti vaktiyle.

    İngilizce yazmaya başladığımda İngilizcenin kelime hazinesi karşısında etkilenmediğimi söylesem yalan olur. Bir dilden bir dile geçerken üslûbum değişti. İçimdeki başka başka sesler açığa çıkma fırsatı buldular. Her şeyden evvel içimdeki mizah açığa çıktı. İngilizce yazarken mizahı serbest bırakabiliyorum. Türkçe yazarken ölçülü ölçülü salıyorum içimdeki engin mizah duygusunu.

    Dillerin dokusu ve mayası o kadar farklı ki her iki dili farklı biçimlerde kullanıyorum. Eğer mizah ve hiciv yapmak istiyorsam İngilizce yazmayı tercih ederim, yok eğer daha durgun ve hüzünlü ise yazımın aksi Türkçe yazmayı tercih ederim. Geçmişi yazmak için Türkçeyi, bugünü yazmak için İngilizceyi tercih ederim.

    Amerika’da olduğunuz süre içinde Türkiye’deki gazete ve dergilere sürekli olarak yazmaya devam ettiniz. Bu yazılar, kendinizden haber vermek anlamı da taşıyor mu bir parça? Üstelik, sürekli yazma temrini yapmak, yazarlık pratikliği sağlıyor mu?

    Amerika’dan Türkiye’ye yazmaya devam etmemin birkaç sebebi var. Birincisi, ben hayatı yazı aracılığıyla algılıyor, yazarak yaşıyorum. İkincisi, edebiyat ile siyasetin, siyaset ile kültürün kesişim noktalarında gezinmeyi seviyorum. Romancı sadece roman yazar. Geri kalanla ilgilenmez zannını yıkmak istiyorum. Üçüncüsü, Türkiye’dekileri Amerika’dan, Amerika’dakileri Türkiye’den haberdar etsin istiyorum yazılarım. Dördüncüsü ve en önemlisi, yazı benim bavulum. Çocukluğumdan beri bir ülkeden bir ülkeye sürüklendim durdum. Hiçbir zaman bir yere yerleşemeden. Oradan oraya giderken benimle beraber gelen tek şey, hayatımdaki yegane süreklilik yazı oldu.

    Bu romanda, kendi yaşamınızdan izdüşümler var mı?

    Kendi yaşamımdan izdüşümler var elbette. Her şeyden önce “yabancılık” duygusu üzerine bir kitap bu. Ben ruhen bir göçebeyim. Çocukluğumdan beri bir yere yerleşmeden, kök salmadan, bir ülkeden bir ülkeye yolculuk edip durdum. Yerleşik hayata ve yerleşiklere yarı gıpta yarı hayret ile bakan bir göçebeyim. Benim için yaşam bir yere yerleşmekten ziyade, sürekli bir yol hali. Daimi yolculuk. Bu roman da o yolculukta bir sonraki durak.

    Üretken bir yazar olduğunuzu düşünüyorum. Hızlı yazdığınızı ve zaman zaman çok yazdığınızı da söyleyebilirim. Yazı ile olan ilişkinizi, son romanınızı yazma serüveninizi de göz önünde bulundurarak anlatır mısınız biraz?

    Hızlı mı yazıyorum, çok mu yazıyorum tartışılır; çünkü bunlar göreli sıfatlar. Kime göre, neye göre, hangi kıstaslara göre? Nedir yazmanın hızı? Bir kitap kaç senede yazılmalıdır? Var mı bunların evrensel formülleri? Boris Vian 2–3 ayda bir roman bitirirdi. Samuel Beckett, Godot’yu Beklerken’i 3 ayda yazdı. Iris Murdoch, 30’un üzerinde kitap yayınladı. Halide Edip Adıvar, Hüseyin Rahmi Gürpınar peş peşe romanlar yayınladılar. Yüzlerce örnek verebilirim size. Yazmanın genel geçer bir reçetesi, formülü kuralı yok. Tek bildiğim, yazmak benim için soluk almak demek. Soluk alan birine “çok nefes aldın, dur biraz bekle” denir mi? Benim için yazı, yaşam ile iç içe, kenetlenmiş.

    Bir röportajınızda sezgiyle yazdığınızı söylemişsiniz, nedir sezgiyle yazmak? Yeni romanınız da sezgisel bir sürecin sonunda mı oluştu?

    Sezgiyle yazmak yanlış anlaşıldı çok insan tarafından. Çünkü biz “ifrat ve tefrit” toplumuyuz. İlla ki ya kara olacak ya ak. Sezgi ile yazmak, aklı, bilgiyi, kurguyu kullanarak yazmanın tezadı demek değil. Hiç kurgu yapmam demek değil. Tam tersine her roman için hayli araştırma ve titizlikle kurgu yaparım. Ama tüm bu parçaları bir arada tutan zamk akli bir zamk değil. Sezgisel bir zamk. Bazen nereye gideceğini bilmezsiniz yazının. O alır başını gider. Karakterler kendilerini dillendirir, hikaye kendini sürükler. Bazen yazı bir vecd halidir. Adeta yazı kendini yazdırır. Ben kâtibiyim hayal gücümün.

    18.01.2004
    SEVENGÜL SÖNMEZ/ Zaman/ Turkuaz

  • ilaç

    20.01.2004 - 13:19

    iyi olmak için kullanılan, suni ve doğal olarak bulunabilen, genellikle kapsül biçiminde olup, kutu ve şişelere hapsedilmiş olan iyi; olmaya vasıta olanlardır

Toplam 1546 mesaj bulundu