sanırım 5 sene boyunca ilkokul 1.siniftan 5 kadar kus vurmaya calistim, ama bir kere bile basaramadim.Halbuki ben cok iyi bilye oynardim, ne alakasi var demeyin, ne de olsa ikisinde de kucuk seylerle kucuk seyleri vurmaya calisiyorsun...
der tepe gezdim, ama olmadi, olmadi..
iyi vuran cocuklarla gezdim yine olmadi yine olmadi...
pusuya yattim,sercelerin selvimize konduklari bi sira' ne de olsa bir sürü var, mutlak birini vururum' deyip yallah dedim ama olmadi
ta kiii...
yine vuramayacgimi bilerek olesine bahcemizde geziyordum.yine her seye hazir bir avci pozisyonunda, tas tabii ki sapanimin gozunde, ve bir kus gordum, bizim selvide..sapanin lastigini gerdim gerdim, gerdim ve biraktim, o da nesi kusu vurmustum, istemeyerek olmustu, gercekten yine iskalayacagim diye atmistim, ama,iste olmustu, vurmustum onu..sonra dustugu yerden gittim aldim, kalbim o kadar hizli atiyordu ki, sonun da ben de dier cocuklar gibi sahici bir kus vurmustum; kusu elime aldim, sicacikti; elime kan bulasti, kafasina aykşn bir yerden vurmustum onu..kosa kosa ananeme goturdum...
ben bir kus vurdum; ama ondan sonra bir daha yapmadim...
Victor Hugo'dan okduğum ikinci kitapti, 1600 sayfaya yakın olmasına rağmen çok kısa bir sürede bitirmiştim.Kitabı kütüphaneden aldığı için sevdiğim, beni kendimden geçiren yerleri çizemediğimden onları bir kağıda not etmiştim.Daha sonra o sayfaların fotokopisi çektirdiğim zaman fotokopicinin dediği gibi'...bir kitap daha çıktı :)) '...
sonra onlari gözden geçiremedim, hala bir dosyanın içinde öylece duruyorlar...
İnsan öldürmek.
Eger dünya bu dünya olmasaydı,yaptığn kötülükler yanına kar kalsaydı, sanırım olacak olan bu olurdu.
Yapabilr miydim; iikinde zor olurdu, zaten ilki belirlerdi; ama daha sonra bu işi soğunkanlılıkla yapabileceğimi biliyorum.
Fakat dünya o dünya olmadığına ve hiçbir kötülk cezasız kalmadığına göre benim de soğukkanlı bir katil olabilmem pek ihtimal dahilinde gözükmemekte
St. Valentin Günü
14 Şubat, Roma İmparatorluğu zamanından beri 'özel' bir gün. Kadınlık ve evlilik tanrıçası Juno'ya adanmış Lupercalia Bayramı. Bayramı ilginç kılan, o gün, sevgili bulmak isteyen genç kızların isimlerini yazıp bir kavanoza bırakmaları, bekâr erkeklerin de isim çekerek kısmetlerini aramaları. Bu arkadaşlıkların evlilikle sonuçlanması da geleneğe dahil.
Hıristiyanlığın yayıldığı dönemde İmparator 2. Cladius'un karısını, sevgilisini bırakıp savaşa gidecek asker bulmakta zorluk çekince bütün nişan ve evlilikleri yasakladığı; bu dönemde papazlık yapan Valentin'in evlenmek isteyen çiftlerin nikâhını gizlice kıydığı rivayet edilir. Bu anlatımda onun bir ihbar üzerine yakalanıp işkenceye uğradığı ve M.S. 270 yılının 14 Şubat'ında dövülerek öldürüldüğü de var.
Neticede aradan iki asır geçtikten sonra 496 yılında Papa Gelasius, papaz Valentin'i 'aziz' (saint) , 14 Şubat'ı da St. Valentin Günü ilan etti.
'Rönesans'ı Bizans Değil Endülüs Tetikledi' başlıklı, Aksiyon dergisinin 442 sayısında yayınlanan yazıdan iktibas edilmiştir
Peki Rönesans'ı kim yaptı?
Söz dönüp dolaşıp nereye geliyor? Yani Rönesansı Bizans’tan gidenler yapmadı da kim yaptı, ya da nasıl oluştu? Yukarıda sözü edilen 13. yy dönüşümünden ne kast edilmektedir? Bekir Karlığa “Rönesansın başlangıcının 13. yy’da atılan adımlar olduğunu söylüyor. Öncelikle Paris Sorbon Üniversitesi, Londra’da Oxford ve Camridge Üniversiteleri kurulur. Üniversitelerin kuruluşu ve buralarda okutulmaya başlayan kitaplar Avrupa’da önemli düşünce akımlarının doğmasına yol açar. İlk Latinceye tercüme edilen kitaplardan biri İbni Sina’nın 4 bin sayfalık “Şifa” sı olur. 20. yy’ın önemli Ortaçağ tarihçilerinden Ethenjilson “Şifa, Latinceye tercüme edildiği zaman Avrupa’daki aydınlar bu eserin büyüklüğü karşısında adeta çarpıldılar, şoke oldular” demektedir. En büyük kütüphanelerinde bile üçbeş din dışı kitap bulunmayan Avrupa için bu eserin tercüme edilmesi kayda değer etki oluşturur, ama tercümelerin ardı arkası kesilmeyecektir. Kısa bir süre sonra İbni Rüşd’ün eserleri Latinceye kazandırılır. İbni Sina, İbni Rüşd ve Aristo’nun eserleri Avrupa Üniversiteleri’nin temel ders kitabı ve el kitabı haline gelir. Ayrıca İbni Sina’nın Kanun isimli tıp kitabı da tercüme edilir. Bekir Karlığa bir kitabın altı ayrı tercümesi olduğuna dikkat çekerek tercüme furyasının boyutunu ele veriyor. Hem tercümeler hem de üniversitelerde okutuluyor olması Avrupa’da yeni bir fikir hareketinin doğmasına yol açar.
İbn Rüşd'ün özgürlükçü yorumu
Akımların en önemlisi üniversitelerde ortaya çıkan İbni Sinacılar (Avisenist) ve İbni Rüşdcüler (Averoist) akımlarıdır. Mehmet Ali Kılıçbay, Aristoteles şarihi olarak İbni Rüşd’ün özgürlükçü ve ‘liberal’ yorumunun Avrupa’nın yenilikçi kanadını çok etkilediğini söylüyor. Zaten İbni Rüşdcülük en büyük düşünce akımlarından biri olarak karşımıza çıkıyor ilerleyen yıllarda. Avisenizm ve Averoizm kısa zamanda Batı üniversitelerinde doktriner birer ideoloji haline dönüşüyor. Kilise bundan rahatsız olur ve bu akımların yaygınlaşmasını önlemek için 20 küsür yasaklama kararı alır fakat başarılı olamaz. Başaramayınca bu görüşlere karşı alternatif görüşler oluşturma ihtiyacını duyar. İbni Sina’yı, İbni Rüşd’ü okuyup onların Hıristiyani yorumlarını ve eleştirilerini yapan insanların yetiştirilmesine çalışılır. Bu bağlamda büyük Albert, Albertos Magnus ve onun öğrencisi Ortaçağ’ın en büyük düşünürü sayılan Saint Thomas gibi düşünürler İbni Sina’yı, İbni Rüşd’ü okuyup eleştirirken, Aristo’yu yorumluyorlar ve yeni bir din ve felsefe anlayışını şekillendiriyorlar. Tartışmalar, akımlar derken 13. yy bilim ve felsefe alanında Avrupa’nın uyanmaya başladığı ‘akıl’ ve ‘Hiristiyanlık dışı öğretilerle’ haşir neşir olduğu yüzyıl olarak karşımıza çıkıyor.
Bekir Karlığa yaptığı çalışmada Avrupa’da hangi üniversitelerde kimlerin İbni Rüşdcü olduklarını ve bu akımın Rönesansa nasıl ön ayak olduğunu uzun uzun anlatıyor. Paris, Londra ve İtalya’daki üniversitelerde İslam düşünürlerinin tesirleri ortaya çıktığı ve fikirlerinin okutulduğu tartışmaya gerek duyulmayacak açıklıkta. Mehmet Ali Kılıçbay’a, “Size göre Rönesansın oluşumu nasıldır? ” gibi bir soru yönelttiğimde “Konu ortada, şuna buna göresi olmaz” cevabı alıyorum.
İbni Rüşdcülerin değişik üniversitelerde kümelenmesi kiliseyi rahatsız eder. Sözgelimi Paris Sorbon’dan kovulan İbni Rüşdcüler “Fakülte Dezhar” adında teknik bir üniversite kurarlar vs. Kilise durumdan rahatsız olsa, birtakım yaptırımlar yapsa da İbni Rüşdcülük akımı Avrupa’ya damgasını vuracaktır. Latin İbni Rüşdcülerinin önde gelen isimleri şöyle: Jena de la Rochelle, Boece de Dasie, Roger Bacon ve Adam de Buckfield, Siger de Brabant, Jena de Jandun, Dante Alighieri, Ayrıca Bologna ve Padoa üniversitesi çevresinde üniversite adıyla anılan Bologna İbni Rüşdcüleri ve Padoa İbni Rüşdcüleri vardır. Bekir Karlığa, yeni araştırmalar çerçevesinde İtalyan Rönesansının kurucusu Dante’nin, İbni Rüşd’ün tesirinde, İbni Rüşd hayranı ve İbni Rüşd’ü savunan bir kişi olduğunu söylüyor.
İbn Rüşd’ün eserlerinin İbraniceye çevrilmesiyle ortaya çıkan Yahudi İbni Rüşdcülüğü de kayda değer bir akım olarak ortaya çıkar. İsaac Albalag, Moise de Ranbonen, Levi Ben Gershom, Eliya Delmedigo, Jacop ben Abba Mari, Mois ibnh Tibbon, Connymos ben Canymos ben Meir 40 civarındaki Yahudi İbni Rüşdcülerin önde gelenleri. İbni Rüşd etkisine karşı karşı İbni Rüşd’ü okuyarak, reddiye yazarak İbni Rüşd’den etkilenen Hıristiyan düşünürlerin isimleri ise şöyle; Büyük Albert, Saint Thomas, Saint Bonaventure, Robert Kilwerdby, Duns Scot, Gilles de Rome, Raimond Lulle.
Bekir Karlığa, bu düşünürlerin bir kaç şeye karşı çıkarken İbni Rüşd’ün pek çok fikrini alıp benimsediklerini belirtiyor. Kilise İbni Rüşdcülüğü tümüyle yasaklamasına rağmen İbni Rüşdcüler faaliyetlerini sürdürüyorlar. “1650 yılında kıtanın en kuzeyinde yani bugünkü Polonya’da bile Grako Üniversitesinde İbni Rüşdcülerin ders verdiği biliniyor” diyor Karlığa.
Yukarıda sözü edilen İbn Rüşd akımları neyi doğurmuştur sorusuna şöyle bir açıklama getiriyor Karlığa: “Bu hareket üçbeş ana noktayı değiştirdi. Bunlardan birisi bilimle din arasındaki ilişkiyi yeniden şekillendirmek gereği duydu. Ortaçağda skolastik felsefenin, din adamlarının ‘felsefeye gerek yoktur’ tezi ret edildi. Çünkü Bizansla Roma Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra kilise felsefenin din karşıtı olduğunu ilan ederek felsefeyi ret etmiş ve felsefe kitaplarını yasaklamışlardı. Bizans bunu çok kez yaptı. İlkin Justinyanus yaptı, 529 yılında Atina felsefe okulunu kapattı ve filozofları sürdü. Bizans’ta 9. yy’da yine bir anti felsefe hareketi var. 13. yy’da Bizans’ta felsefenin lüzumsuzluğu tartışılıyor, ortaya konuluyor. Bizans herşeyi Ortodoks mezhebi çerçevesinde yerleştirmeye çalışıyor. Batı’da da aynı şey sözkonusu. Batı’da 13.yy’a kadar felsefe resmen yasaklanmamış ama felsefeye ilgi çok azalmış, hemen hemen hiç yok.”
Mehmet Ali Kılıçbay, Rönesansta olan şeyi, “zihniyet devrimi, farklı bir bakış açısıyla bakışın başlaması” olarak yorumluyor. “Hıristiyanlığın ezici tavrına karşı dayanak noktası olarak Hıristiyanlığın olmadığı dönem bulunmuştur.”
13. yy’a yani İslam dünyasından yapılan tercümelere kadar Platon’un iki, Aristo’nun üç kitabı tanınmakta, bir kaç da Hıristiyan filozofun kitabı bilinmektedir. Ki, felsefe denildiğinde din dışındaki bütün bilimler kast edilmekte. Bekir Karlığa bu dönemi şöyle özetliyor: “Demek ki din dışı bilgilere de ihtiyaç vardı. Çünkü Müslümanlara bakıyorlar, din dışı bilgilerle gelişmeye başlamışlar, İslam ilimlerine bakıyorlar, Haçlı savaşları münasebetiyle, Endülüs İslam dünyasına ‘ticaret’ vesilesiyle geliyorlar. Böylece skolastik kilisenin bu anlayışı yıkılmaya başlıyor. İkincisi milli diller doğuyor. Milli dillerle beraber yeni edebiyat ortaya çıkıyor. Rönesansa kadar edebiyatın temel konusu dini büyükleri, din liderlerini ululamak, tazim etmek iken Rönesansla birlikte dünyevi konulara, dünyevi hazlara da yer veriliyor. Ve üçüncü bir husus insan anlayışı değişiyor. Kaderci, fatalist, ‘teslimiyetçi’ insan anlayışından araştırmacı mücadeleci çalışan çırpınan insan kültürü ortaya çıkıyor.”
16. yy nerede, 13. yy nerede. Ne Bizans’tan kaçan on kişinin yaptıkları söylenen şeylere sığınırak yapılan böbürlenme, ne de Batı’nın İslam dünyasından etkilenerek geçirdiği evrimi inkar ederek yeni “yalancı” kahramanlar üretmeye ihtiyaç var. Mehmet Ali Kılıçbay’ın dediği gibi “ Bu eşyanın tabiatına aykırı bir kere...”
Bugün, hikâye anlatmanın ya da dinlemenin iyileştirici gücüne inanan herkesi mutlu edecek bir gün; ‘Dünya Öykü Günü’...
İlki, Türk P.E.N. Yazarlar Derneği ve Edebiyatçılar Derneği’nin ortak önerisiyle geçtiğimiz yıl düzenlenen ‘Dünya Öykü Günü’, bir edebî tür olarak hikâyenin artık daha çok yazılıyor ve daha çok okunuyor oluşunun bir göstergesi. Öykünün kitleselleşmesi ve toplumsal bir taban bulması için özel bir çaba gerektiğine inanan Edebiyatçılar Derneği Genel Başkanı Özcan Karabulut, 14 Şubat Dünya Öykü Günü’yle öykülerle öyküleri, öykücülerle öykücüleri, dillerle dilleri, kültürlerle kültürleri buluşturmak istediklerini söylüyor. Uluslararası PEN Yazar Örgütü’nün de desteklediği ‘Dünya Öykü Günü’ Adana, Antakya, Aydın, Antalya, İzmir, Çanakkale, Bursa, İzmit, İstanbul, Ankara ve Diyarbakır, Lefkoşa, Frankfurt ve Duisburg’da çeşitli etkinliklerle kutlanacak...
Kazancı Bedih Ve Halkın Edebiyatı
Dr.Ali Fuat Bilkan
Aksiyon/Sayı: 477
Kazancı Bedih’in şöhreti yakaladığı yerde, hayatının son yıllarında yeniden kazancılık mesleğine dönmeye karar vermesinin de bir anlamı vardı.
“Gam-ı aşkınla ahvâlim perîşan oldu gittikçe...”
Henüz küçük bir çocuktum. Okul dönüşlerinde Filiz Çayevi’nin önünden geçerken beni heyecanlandıran şiirleri, gazelleri ilk olarak o zaman tanıdım. Kıraathaneye giremediğim için kapıda uzun uzun bekler ve asırlar öncesinin seslerini taşıyan o nağmeleri içime çekerdim. O içli tambur sesiyle mis gibi kokan çayın ahengini sürekli içimde taşıdım... Urfa’da ikindi ezanı serinletici ve huzur verici bir gölge gibi uzayıp giderdi. Kazancı Bedih, Zeynel Abidin cümbüşünün esrarlı tellerine dokunurdu ve içimdeki âlemin sırlı kapıları bir bir açılırdı:
Ziyâ-yı şu’le-i hüsnün füzûn oldukça âlemde
Nice âşüfte diller mest ü hayran oldu gittikçe
Urfa’nın hani bir türküde, “daracık sokakta yâre kavuştum; yâr aşağı ben yukarı savuştum” diye tasvir edilen o daracık sokaklarında hep aynı müzik ve aynı âhenk yaşanırdı. Oturduğumuz ev Nâbî’nin mahallesine yakındı. Kazancı Bedih de o mahallede yaşadı ve hayata gözlerini orada kapadı. Onu ve gazelhan Urfalı sanatçıların kasetlerini hiç anlamadan nasıl ve niçin dinlediğimizi hâlâ çözemedim. Belki de müziğin kendine has diliydi bizi cezbeden. Sanki genlerimizde atalarımızdan kalan bir zevk ve kabulleniş hissi vardı. Belki de söylenen o sırlı kelimeleri anlamlı kılan da oydu. Ruhumuz bu müziği, bu nağmeleri bir yerlerden tanıyordu. Daha 1970’li yıllarda dinlediğim;
Öyle sermestem ki idrâk etmezem dünya nedir
Men kimem sâkî olan kimdir mey ü sahbâ nedir
beyitiyle başlayan ve Leylâ ile Mecnûn’dan alınan şiirin, bir gün Türkoloji tahsilinde imtihan sorusu olarak karşıma çıkacağını nereden bilebilirdim. Dedim ya daha küçücük bir çocuktum ve karşıma bir anlamlar deryası çıkmıştı. Hele;
Tenhâ gecelerde beni eyler müteselli
Baykuş sesini bülbül-i şeydâya değişmem
beyiti, âdeta bir Sebk-i Hindî üslubuyla, yerleşmiş kalıpları alaşağı ediyordu. Baykuşu bülbüle tercih eden bu anlayışı, Sebk-i Hindî hakkında çalışırken yeniden keşfettim.
Eski Urfa’da, bugünkü Ulucami’nin hemen arkasındaki mahallede yaşardık. Evler büyük eyvanlı ve serin mahzenli idi. Evlerin avlusuna “hayat” denirdi. Herkesin hayatı kendine idi ve hayatlarımız yüksek taş duvarlarla çevrili idi. Ama o yüksek duvarları aşıp sokağa taşan iki şey vardı: Sarmaşıklar ve gazeller...
O yıllarda en çok Tenekeci Mahmut, Mükim Tahir ve Kazancı Bedih’in isimlerini duyardık... Poplar, arabeskler, yoz müzikler rağbet görmezdi. Dedim ya hayatlarımız yüksek taş duvarların arkasında yoksul, gururlu ve derin bir sessizlikte sürer giderdi. Aradan yıllar geçti. Hemşehrim Nâbî üzerinde doktora çalışması yapmak nasip olunca, biraz da o eski sesi aramak için kalkıp Urfa’ya gittim. Dar sokaklar, Filiz Çayevi, Bakırcılar Çarşısı ve Tütün Pazarı yerli yerindeydi. O zamanlar Halk Kütüphanesi’nde görev yapan değerli dostum Osman Güzelgöz’ün rahmetli pederi Tenekeci Mahmut’la görüşmek nasip oldu. Tenekeci Mahmut’la Nâbî hakkında hoş bir sohbetimiz oldu. Kazancı Bedih de Tenekeci Mahmut’un talebesi idi. Bu teneke, kazan lakapları beni alıp tâ Mevlânâ’nın Bakırcılar (veya Sahaflar) Çarşısındaki âhenge götürdü... Mevlânâ da herkesin gürültülü zannettiği bir mekânda “sonsuz bir âhengi” yakalamamış mıydı! ... Belki de Kazancı Bedih’in şöhreti yakaladığı yerde, hayatının son yıllarında yeniden kazancılık mesleğine dönmeye karar vermesinin de bir anlamı vardı. Âhenk buradaydı ve o sonsuz âhengi bir kez yakalayan bir daha ondan kopamazdı. Kimbilir, belki de Bedih’in “Gül ruhlarını gonca-i zîbâya değişmem” mısralarından duyduğu zevk de o iklime aitti. Ümmî bir Anadolu sanatçısının eski zaman nağmelerini bu denli ustalıkla sergilemesi, elbette Kerkük-Urfa hattının zengin kültür ve sanat geleneğiyle de alakalıdır. Nitekim Urfa’da daha ziyade Nesimî, Fuzûlî, Nâbî gibi, bu kültür kuşağında yetişen şairlere ait gazeller okunmaktadır. Urfa’da müziğin ve klâsik Osmanlı kültürünün bu denli yoğun ve kesintisiz yaşamasında, elbette ki sıra geceleri, bağ yatıları, esvap geceleri ve daha nice vesileyle bir araya gelmenin ve “cemiyetle” birlikte yaşamanın da rolü büyüktür.
Kazancı Bedih, 1929 yılında Şanlıurfa’nın Hekimdede Mahallesi’nde doğmuştu. Çocukluğumda o semtteki Hekimdede Türbesi’ni, bunaltıcı bir kalabalığın özellikle cuma geceleri ziyaret edip duâ ve niyazda bulundukları bir yer olarak hatırlıyorum. Hz. İbrahim’in doğduğu mağarayı, Hz. Eyüb’ün çile çektiği daracık yeri, Balıklıgöl’ü, Harran’ı ve Urfa’daki pek çok esrarlı mekânı, şiir ve hoyratla bir araya getirince ne kadar büyülü ve zengin bir masalda yaşadığımı şimdilerde daha iyi anlıyorum. Bakırcılıkla uğraşırken bir nevi ritm ve âhenk eğitimi alan Bedih, “Halepli Bahçe”de uzun yaz gecelerini hoyratlarla karşılar. Bu arada ders aldığı hocası Tenekeci Mahmud’un üslubunu kısa sürede kapan ve kendine has yorumuyla yeteneğini ortaya koyan Bedih, sıra gecelerinin aranan ismi oluverir. Memurluk, ticaret ve zor hayat şartlarıyla mücadele sonunda yetmiş yaşında gelen şöhret! ...
Nûş etmediğim dehrde peymâne mi kaldı
Devretmediğim meclis-i rindân mı kaldı
Konuk olduğu bir televizyon programıyla ve “Eşkıya” filminde bir gazel okumasıyla bütün Türkiye’nin dikkatini çeken Kazancı Bedih, daha önce çıkardığı onlarca mahalli kasetin aksine, bu kez bütün Türkiye’nin ilgiyle dinlediği daha profesyonelce hazırlanmış kasetlere imza atmıştır. Oğlu A. Naci Yoluk’u da kendi tarzı ve üslubunda yetiştirerek asırlarca yaşamayı başaran bir âhengin devamına vesile olmuştur.
Bir gün büyüdüm. Başka âlemlerden gelen nağmeleri dinlerken “mest ü hayran” olup eski zamanın izlerini aramaya karar verdim. Üniversite yıllarında “Divan şiirinin bize ait olmadığı”, “halktan kopuk ve anlaşılmaz bir yüksek zümre edebiyatı olduğu” yolunda görüşlerle karşılaştım. Aydınlar, Anadolu’yla ve halkla aralarına aşılması imkânsız bir duvar örmüşlerdi ve bu yüzden Urfa’da hayatları çeviren yüksek taş duvarların arkasındaki zevkten ve kültürden habersizce yaşıyorlardı. Üniversitedeki yıllarımda, şimdi birçoğu üniversitelerde hoca olan arkadaşlarımla geceleri Filiz Çayevi’nde içemediğim çayları yudumlayıp Kazancı Bedih’in gazellerini dinlerdik. Tabiatıyla Eski Edebiyat notları da gayet iyi gelirdi. Çünkü değerli hocamız Ali Osman Coşkun Bey’in sorularına cevap verirken araya Kazancı Bedih’ten mısralar eklerdik! ...
20 Ocak 2004 tarihinde vefâtını, Amerika’da bulunduğum bir sırada öğrendiğim Kazancı Bedih’i rahmetle anarken, yazıma güftesi Şanlıurfalı Lütfî’ye ait olan ve Bedih’i Türkiye’nin gündemine taşıyan şu gazelle son vermek istiyorum:
Nice bu hasret-i dildâr ile giryân olayım
Yanayım aşkınla biryân olayım
Görmedim gül yüzünü âh u figân etmedeyim
Akıdıp göz yaşımı dert ile nâlân olayım
Kapladı bu nâr-ı firkat cism-i gam-âlûdemi
Korkarım haşre kadar böylece sûzan olayım
Sevdiğim rahm et yeter incitme artık kalbimi
Ger dilersen Yusûf-âsâ bend-i zindân olayım
Lütfîyim bülbül gibi gülşende feryâd ederim
Vuslat-ı yâr ile ancak şâd u handan olayım.
Noel Baba Bir Anadolu Ereni
Harun Odabaşı/Aksiyon/Sayı: 473
“Bugünün bir Müslümanı Aziz Nikola döneminde yaşamış olsa idi; —bir taraftan Zeus kültü var, Zerdüş inanç sistemleri var ve tek tanrılı inanç sistemleri açısından bunların hepsi sapkınlık. O zamanda bende tek tanrı bilinci gelişti ise gidebileceğim insan Aziz Nikola’dan başka kim olabilir? Alternatifi var mı? ” “Sevgi yönünden yakın olanlar da “Biz Nasraniyiz” diyenlerdir. Onların mü’minlere sevgileri, onlarda büyüklenip ululuk taslamayan keşiş ve rahiplerin olmasındandır.” (Mâide. 5/82)
Dinler arası diyalog sürecinin Türkiye’deki önemli savunucularından Prof. Dr. Niyazi Öktem’in ilginç bir projesi var. Yılbaşına sayılı günlerin kaldığı şu günlerde Noel Baba unvanı ile kapitalizmin tüketime sunduğu önemli bir ismi, Aziz Nikolas’ı Müslümanların evliya veya Anadolu Ereni olarak kabul etmesini teklif ediyor. 1995 yılında Ortodoks kilisesinde Aziz Nikola için Mevlid okutan Öktem, Hz. Muhammed’den (S.A.V.) önce gelen ve o dönemin en geçerli dini sayılması gereken Hıristiyanlığı, dolayısı ile tek tanrılı dini anlatarak pagan inanç sistemleri ile mücadele eden bir insanın hele ahlaki özellikleri bilindiğinde çok rahatlıkla Müslüman sayılabileceğini söylüyor. Böyle bir empatinin dinler arası barış sürecine olumlu katkılar sağlayacağına da inanıyor. İslamiyetin tarihe bakış açısından ilham aldığını ileri süren Öktem’in perspektifi bakalım sizi ikna edebilecek mi?
—Siz Aziz Nikola’yı niçin ehl—i necat arasında, hatta evliyalar mertebesinde görüyorsunuz?
Sadece Aziz Nikola değil, Hz. Muhammed’e (s.a.v) tebliğ edilen ilk Kur’an ayetine kadar tek Tanrılı dine hizmet etmiş insanlar benim nezdimde Allah yolunda olan, İslam açısından da saygı ile bakılması gereken insanlardır. Bir tarafta pagan inanç sistemleri var; öteki tarafta tahrif edilmiş ya da kısmen tahrif edilmiş hanif dediğimiz tek tanrılı bir din var. İnancını gündeme getiren ve pagan insanlara bunları yaymaya çalışan kişiyi, İslam açısından aziz demesek de bir ‘eren’ olarak kabul etmek gerekir. Aziz Nikola da benim açımdan bir ‘Anadolu ereni’dir.
—Bu bulgularınızı güçlendiren unsurlar neler?
Benim yaptığım tamamı ile bir tarih analizi. Metodum şu: Geçmişte yaşanan olaylara bugünün koşulları ile değil de o günün koşulları ile bakmayı tarihçiliğin temeli görüyorum. Olayları olduğu zamana göre değerlendirmek lazım. Zaten bir süreçtir bu. Hz. İbrahim inanç sistemi içinde Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık var. Tabii Hz. Adem, Hz. Nuh ve diğer peygamberler var ama Hz. İbrahim ile birlikte başlayan ortak bir inanç sistemi mevcut. Belki de Allahü Teala’nın başlatmak istediği bir süreç bu.
—Böyle bir tarih okuması yaparken ilhamınızı nereden alıyorsunuz?
Hiç kuşku yok ki İslam kaynaklarından ilham alarak düşüncelerimi ortaya koyuyorum. Ben ya da bugünün bir Müslümanı, Aziz Nikola döneminde yaşamış olsa idi; —bir taraftan Zeus kültü var, Zerdüş inanç sistemleri var ve tek tanrılı inanç sistemleri açısından bunların hepsi sapkınlık— o zamanda bende tek tanrı bilinci gelişti ise gidebileceğim insan Aziz Nikola’dan başka kim olabilir? Alternatifi var mı?
— ‘Hıristiyanlık tahrif edilmişti’ karşı çıkışına ne cevap verirsiniz?
Olabilir derim. Bugünkü inanç sistemleri içerisinde insanlarımızda İslama ters düşen eğilimler yok mu? Fallar, büyüler, şunlar bunlar... Ama bu insanları ‘Sen Müslüman değilsin’ diye kimse suçlamıyor. Aynı şekilde Aziz Nikola’nın İznik Konsiline katıldığı rivayetleri vardır. İznik konsili, Hıristiyan amentüsünün şekillendiği en önemli toplantı. Orada teslis ve Hz. İsa’nın Allah’ın oğlu olması gündeme geldi. Fakat muhalifler de vardı. Bu muhaliflerin içinde sadece Hz. İsa’nın değil tüm insanların Allah’ın çocukları olduğuna dönük görüşler vardı. Teslisin bugünkü ya da İznik Konsilindeki gibi algılanmaması yönünde görüşler vardır. O karşı çıkan insanlar Müslümandı bence. Hıristiyanlığın en yumuşak karnı teslis. Teslis ve Hz. İsa’nın Allah’ın oğlu olduğu meselesi bugün kendini Müslüman kabul edip de, yatırlardan medet umanlarınki gibi bir anlamda şirktir.
—Bu biraz radikal bir fikir olduğu için tartışmaya yol açacak gibi. Karşı çıkanlar olacaktır.
Ben karşı çıkanlara şunu söylüyorum: Allah indinde tek bir din vardır: İslam. Hz. Muhammed’e (s.a.v) gelen süreç içinde değişik peygamberler gelmiş gitmişler ve insanlar ona bağlanmış, Müslüman değil mi bunlar. Her zaman olduğu gibi dinin uygulanış biçiminde tırnak içinde birtakım sapmalar olagelmiş. Biz 610 tarihine kadar olan bu süreçte bu insanları ne yapacağız? Madem Allah teslim olmamız gereken İslam diye bir dini bize vermiş, Peygamber geldikten sonra herkes sapıtmış mı, tahrifata mı girişmiş? Tevrat’ta, Zebur’da olsun İslam ile çelişmeyen noktalarda tahrifattan söz edebilir miyiz? 10 Emir geçerli değil mi? Hanif din Hz. Adem’den itibaren geliyor. Bu geliş içinde farklı görünümlere bürünebilir. Sadece Aziz Nikola değil başka isim vereyim: Aziz Augustinus. M.S. 4. yüzyılda Kartaca’da yaşamış, Aziz sıfatı verilmiş ve Hıristiyan teolojisinin önemli adamlarından biri. Yaradılışla ilgili o kadar ilginç görüşleri vardır ki. Yaradılış, Hz. Adem, Cennet’ten kovulma ve ilk günah ile ilgili ilginç görüşleri İslam açısından bir yere kadar ters görülmez. Mantıki bir benzer yaklaşımı Mutezile ve hatta Cebriye içerisinde görebiliriz.
—Ahlaki açıdan nasıl biri Aziz Nikolas?
Aziz Nikolas’a baktığımızda tam bir Müslüman. Fakirlere, zayıflara ve gemicilere yardım ediyor. Boşuna Noel Baba imajı yaratılmış değil. Yani İslamın emri olan dürüstlük, kul hakkı yememe, zayıfın yanında olma erdemi onda var. Teslim olma babında Müslüman bir kişi idi diyorum. 1995 yılı 6—7 Aralık Aziz Nikola kutlamalarında ben Yasin—i Şerif okuttum. Benim gözümde kendi açımdan Hz. Muhammed’e (s.a.v) gelen ilk vahye kadar tek tanrılı dine mensup insanlar İslama hizmet etmişlerdir veya İslama geliş sürecinin aşamalarıdır. Olaya bakış tarzım bu.
—Bu bir Niyazi Öktem bakışı tabii. Peki siz bunu bir proje olarak mı düşünüyorsunuz?
Öyle düşünüyorum. Dinler arası diyalog süreci ile uğraştığımız için hem Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı bünyesinde hem de genelde barış sürecine katkı sağlamak için insanların diğer dinlere de empati içersinde bakması lazım. Diğerinin dini, başkasının dini ve daha ötesinde düşmanımın dini haline dönüştürmekten ancak böyle çıkartabiliriz bu işi. Bu açıdan baktığımızda peygamberler için kolay. Yahudi peygamberler deriz ama bizim de kabul ettiğimiz peygamberlerdi onlar. Bu bakış açısı benim için barış sürecine katkı projesidir. Başka şeyleri de gündeme getiriyorum ve tabu gibi görünen konuları tartışmayı teklif ediyorum. Mesela Kutsal Ruh: Kur’an—ı Kerim’de de var. Hz. İsa’nın konumu. Tamam Allah’ın oğlu değil. Ama Hz. İsa’ya Kur’an—ı Kerim’de Kelamullah deniyor ve işte logos. Biz O’na ruhumuzdan üfledik deniyor.
—Günümüzde tüketim toplumuna hitap eden filmlerde gördüğümüz Noel Baba ile gerçek Noel Baba arasında bir fark var mı?
Birbirleri ile hiç alâkası yok. Coca Cola’nın ticarileştirdiği ABD’de ortaya çıkmış bir şey. Bir başka Nicola var; Kayserili. Fakir çocuklara bacadan kapıdan hediye atan kişi o. Muhtemelen Kayseri’den Amerika’ya göç eden Ermenilerin aktardığı bir şey bu Noel Baba. ABD’de 1890’larda iki Nikola karıştırılarak ortaya böyle bir imaj çıkarıldı. Hıristiyanlar bu duruma çok içerliyor. Örneğin Fener Patriği Bartholomeos Aziz Nikola’nın ticarileştirilmesine çok kızıyor. Noel Baba lafını da hiç sevmiyor. Doğrusu kapitalizm bu figürü çok iyi kullanmış.
—Böyle bir projeyi hayata geçirmeniz için önce hüsnükabul görmesi gerekiyor?
Çok zor tabii. Zaman zaman kendim açımdan dinler arası diyalog çalışmalarını şizofrenik bir çalışma olarak görüyorum. Olmayacak bir duaya amin diyorsun gibi geliyor bazen. Ama güzel bir düşüncenin peşinden gidilmesi gerektiğine de inanıyorum.
—Mesafe alınmıyor mu?
Mesafe alınıyor ama barış sürecine ne derece katkı getirir onu kestiremiyorum. Bir yandan Üsame bin Ladin gibi adamlar, diğer tarafta Müslümanlığı haşa Deccal’ın dini olarak görenler varken çok zor bu tabii. Benim arzum o empatik bakışa ulaşmak. Vatikan Türkiye Temsilcisi Marovitch gibi Hz. Muhammed’e (s.a.v) bir bakış getirdiklerinde gerçek mesafe o zaman alınır. Hz. Muhammed’de (s.a.v) göksel ilhamın olduğunu söylüyor. Ve Maroviç bu cümleyi kullanıyor.
—Göksel ilham dediğimiz şey neye tekabul edebilir?
Hz. Muhammed’i (s.a.v) , aziz olarak kabul edemezler. Azizlerin mucize göstermesi lazım ve bu Hıristiyanlara özgü bir unvan. Biraz muğlak olsa da göksel ilham tabirini kullanıyorlar. Ama bir yandan düşünün Kilise yüzyıllar boyunca Hz. Muhammed’i (s.a.v) Deccal olarak görmüş. Dolayısı ile şimdiki Kilise ileri gelenlerinin ‘Hz. Muhammed’de göksel ilham var’ demeleri çok büyük bir mesafe. Oryantalistlerin önemli bir bölümü buna karşı. Özellikle onlar Mekke ayetlerini öne çıkararak İslamiyetin Hıristiyanlığı yerleştirmek için geldiğini iddia ediyorlardı.
Doğumu M.S 260 ya da 270. Akdeniz’de önemli bir liman kenti olan Patara’da bir tüccarın oğlu olarak dünyaya geldi. Babası ölünce kendisine kalan mirası yoksul insanlara yardım etmek için kullandı, yaptığı iyilikler dilden dile dolaşmaya başlayınca diğer bölgelerde de tanınmaya başladı. Gerçekleştirdiği seyahatlerde vaazları ile çok tanrılı ve mitolojik unsurlardan oluşan inanç sistemlerine karşı insanları tek tanrıya inanmaya davet etti. Bu seyahatler ününü daha da pekiştirdi.
Fırtınada zor durumda kalan bir gemiyi batmaktan kurtarınca din adamı olmamasına karşın Denizcilerin Koruyucu Azizi “ Saint Nicholas” olarak anılmaya başlanır. Derken bir gün Myra’ya yerleşme kararı alır, burada piskoposluk görevine getirilir ki Hıristiyan âleminde önem kazanması bu döneme rastlar. Hıristiyan akaidinin şekillendiği 325 İznik Konsiline katıldığı zannediliyor. Yaşamı boyunca hep zor durumdakilerin yardımına koşan Saint Nicholas, bir kabule göre 340’lı yıllarda, 6 Aralık’ta yaşama gözlerini yumdu. Ölse de ünü ve gücü yayılmaya devam etti...
Yine rivayete göre 11. yüzyılda İtalyan askerleri, Saint Nicholas’tan kalan kalıntıları Türkiye’den İtalya’ya götürürler ve Bari’de yaptırılan bir kiliseye yerleştirirler. Dünyanın her köşesinden kiliseye gelen ziyaretçiler efsaneleri kendi ülkelerine taşımaya başlar. Almanya başta olmak üzere pek çok Avrupa ülkesinde 6 Aralık, Saint Nicholas hayırseverlik ve armağan verme günü olarak kutlanmaya başlanır. Saint Nicholas’ın efsaneleri ve ismi tüm bu zaman içinde ülkelere göre yeniden uyarlanır, kimi yerde hediyelerin çoraplara, kimi yerde çocukların tahta ayakkabılarına bırakıldığına inanılır. Derken 17. yy’da Hollandalılarda Sinterklaus’a dönüşen Saint Nicholas efsaneleri, göçmenlerle Amerika’ya kadar uzanır, zamanla Santa Claus olarak anılmaya başlar.
Noel Baba bugünkü sevimli imajını Amerika’da kazandı. 1860’lı yıllarda karikatürist yazar Thomas Nast tarafından kırmızı yanaklı ve göbekli olarak kaleme alınan Santa Claus, uzun süre Harper Weekly dergisinin sevimli ve yardım sever kahramanı oldu. Elflerin atölyelerinin bulunduğu Kuzey Kutbundaki Noel Babanın Kahkaha Vadisi ile iyi ve kötü çocukların listelenme hadisesi de Nast tarafından efsaneye eklendi. 1900’lü yılların ortasına doğru Coca Cola firmasının reklamlarında başrol hakkı kazanan Santa Claus, bu firma için çalışan İsveçli bir ressam tarafından bugünkü sevimli ihtiyar Noel Baba’ya dönüştürüldü. Yüzyıllar boyu 8 geyiği ile dolaştığı varsayılan Noel Baba’ya kırmızı burunlu 9. geyiği Rudolf’u ise 1939’da Montgomary Ward firmasının reklam yazarı kazandırdı. Bu bilinen ilaveler her şeye rağmen tüm dünya tarafından benimsendi ve bugün hemen hemen herkes Noel şarkıları söyleyip, farklı isimlerle ve yeni imajıyla da olsa Aziz Nikolas’ı anıyor.
Bir baba çocuğun elinden tutmuş, alim bir şahsa getirmiş. Demiş ki: “Hocam bu çocuk terbiyeli, bilgili ve görgülüdür. Lütfen bunu talebeliğe kabul ediniz.”
Hoca, hemen ayağa kalkmış. Çocuğun karşısına geçmiş demiş ki: “Lütfen siz bizi talebeliğe kabul ediniz.”
Çocuğun babası şaşırmış. “Nasıl olur hocam? ” demiş.
Hoca:
“Evladım, yıllarca tahsil yaparız ki, edep, terbiye ve ilim öğrenelim diye. Mademki bu çocuk bu meziyetlere sahiptir, en yüksek tahsilden alacağını almış. Artık o bize talebe olmasın da biz ona talebe olalım.” demiş.
Mehmet Akif Ersoy şöyle diyor:
“Göster ilahî bu millet kurtulur.
Tek mucize gaip hazinenden
Bir utanma hissi ver bize.”
Eskiden tekkelerde bir levha vardı. Üzerinde “Edep ya hu! ” diye yazılı idi. Tarikata giren herkese derlerdi ki: “Evvelâ edep, sonra ilim”
Edep, öğretilmez, öğrenilir. Meselâ, çocuğa desen ki, “Edepli ol! ”, çocuk bir şey anlamaz. Fakat ebeveyn yemesinde, içmesinde, giyinmesinde edepli olursa, çocukları da edepli olur.
Bir mecliste otururken, yaşlı, ilim sahibi bir adam geldi. Kalktık, kendisine yer gösterdik ve yerlerimize oturduk. Biraz sonra, bir genç geldi. O yaşlı ve alim adam, hemen ayağa kalktı. “Buyurun efendim.” dedi.
Biz hayretler içinde ona bakarken o yerine oturdu. “İnsana hürmet etmek lazım.” dedi. Gelen çocuk da olsa, o bir insandır. Bu çocuk ilerde çok büyük bir adam olabilir. Biz onu bugün çocuk görsek de, o geleceğin büyüğüdür.
Nefse yüz vermemek lazım. Hürmet etmek hoşumuza gitmese de, hürmet etmek lazım ki, hürmet görelim. Saygı ve hürmet, çok felaketleri önler.
Bir gün Said Nursî Hz., köy yolunda ilerlerken, bakıyor ki, yandaki bahçede içki içiyorlar. Onları görmezlikten gelip, yoluna devam ederken, sarhoşlardan biri koşup geliyor. “Hocam çok büyük hata ettik. Dua et de bir daha içmeyeyim.” diyor. O da dua ediyor. Sadece o adam değil, o mecliste oturanların hepsi, “Yahu hocaefendiye ayıp oldu.” demişler. Hepsi içkiyi bırakmış.
İnsan önce Allah’a karşı edepli olmalıdır. İnsanlar kendilerini insanlara beğendirmek isterler. Halbuki, her Müslüman kendisini Allah’a beğendirmelidir. Şunu da belirtelim ki, bir insanda utanma duygusu varsa, yüzü kızarır. Utanma duygusu yoksa, ne yaparlarsa yapsınlar yüzü kızarmaz.
Edep ve utanma, sadece insanlarda vardır. Başka türler, bu gibi meziyetlerden yoksundurlar.
meşin yuvarlağın peşinde koşan; bunu yaparken kar, yağmur, çamur demeyen, yorulmak nedir bilmeyen; eger kilometre göstergeleri olsa tum hayatları boyuncaki koştukları mesafeyle belki de dünyayı birkaç kere turlayabilecek olan, en cok iş kazasına uğrayan; sıcakta olsa, soğukta olsa, donda olsa, rüzgarda olsa, şortla oynamak durumunda kalan; bazen horlanan, bazense tapılan bir nesne olan zattır fotbolcu
fiiik fiiik diye ses cikartan,
farkli boyutlarda olan, zor bir durumda kertenkele gibi kuyruğunu bırakamayan,bıyık bırakmayı seven yumuşak bir kemirgen...
Bizim evimiz biraz kasaba(simdi ilce oldu) disinda oldugu icin, karinca gormek bakimindan oldukca zengin kaynaklarimiz vardi.
Kucukken yaramaz oldugum icin(simdi olmadigimi solemiyorum) onlara birazcik kotu seyler yapiyordum; ama buyudukce...
artık onlar benim icin farkli varlıklar, belki bazılarıyla aram iyi bile diyebilirim; ama hepsi birbirine benzediğinden hangileriyle dost olduğumu tam olarak bilmiyorum :)))
Hiçbirşeyden çekmedi edebiyat hocalarından çekteği kadar
Edebiyat hocalarının pek çoğunun öbür dünyada yatacak yerleri yoktur! Neden mi? Memleket evlatlarına koskoca Ahmet Hâşim’i yanlış tanıttıkları ve ondan soğuttukları için…
Bugün lise diploması almış yahut halihazırda bu sıralarda oturan hangi memleket evladına Hâşim’den söz etseniz, “Ha, o mu? Çok çirkin bir adammış! ..” diyecektir. Hâşim’e dair akıllarında kalan tek bilgi kırıntısı, onun yüzüne bakılmayacak kadar çirkin; bu sebeple kendisinden nefret eden ve hiçbir kadının yüzüne bakmadığı bir adam olduğudur. İşgüzar edebiyat hocaları, güya öğrencilerine müfredat dışı bir bilgi vererek öğrettiklerinin akılda kalmasını sağlayacak, bir parça bilgiçlik taslayacaklar! Konu Hâşim’e gelince başlarlar onun çirkinliğine, Araplığına dair hikâyeleri anlatmaya. Artık dinlet, dinletebilirsen! Bütün anlattıkları unutulacak, o güzelim şiirler; ‘Gurabahâne–i Laklakan, Frankfurt Seyahatnâmesi ve tadına doyulmaz onca deneme ‘çirkin şair’in gölgesinde kalacaktır! Ahmet Hâşim = Çirkin bir Arap!
Evet, Hâşim’in Yusuf Ziya Ortaç’ın dediği gibi büyük fırlak bir alnı, çukur bir çenesi, ‘Halep çıbanlarının insafsızca kemirdiği kırmızı ve etli bir yüzü’ vardır. Kendisini çirkin bulur, yüzünü beğenmez. Bu yüzden ömrü boyunca ıstırap çekmiştir; ama o, ne yüzüne bakılmayacak kadar çirkin bir adamdır ne de çirkinliği yazdıklarına bir gölge düşürür! Bilseydi ki kıyamete kadar bu sıfatla anılacak; herhalde o meşhur ‘Başım’ şiirini yazmaz ve yakın dostu Yakup Kadri’ye, bir gece suratına bakıp kendi kendine giriştiği, ‘tashih etme’ hikâyesini anlatmazdı! ‘Başım’ şiirinde şöyle der: “Bî haber gövdeme gelmiş, konmuş/ Müteheyyic, mütekallis bir baş,/ Ayırır sanki bu baştan etimi,/ Ömr–i ehrama muâdil bir yaş! / Ürkerim kendi hayalâtımdan,/ Sanki kandır şakağımdan akıyor./ Bir kızıl çehrede âteş gözler/ Bana gûya ki içimden bakıyor./ Bu cehennemde yetişmiş kafaya/ Kanlı bir lokmadır ancak mihenim, / Ah Yarabbi, nasıl birleşti/ Bu çetin başla bu suçsuz bedenim”…
Yakup Kadri ‘Edebiyat ve Gençlik Hatıraları’nda der ki: “Kendisinin son derece çirkin bir adam olduğunu zannediyordu ve bu zan, ona, ilk gençlik çağından, son gençlik dönemine kadar hayatı zehreden tasalardan biri olmuştur.” Hâşim, o dillere destan ‘başını tashih etme’ hadisesini ise şöyle anlatmıştır Yakup Kadri’ye: “Mon cher, dün gece, bu suratımın hali uykumu kaçırdı. Onu şöyle hayalimde bir tashih edeyim, dedim. Mesela alnımı daha muntazam bir şekle soktum. Kafamı lepiska saçlarla örttüm. Yanağımdaki Halep çıbanını sildim. Ağzımı ufalttım, çenemi incelttim. Gene bir şeye benzemedi. Anladım ki bu kafayı kökünden söküp atmaktan başka çare yok.” Şair, Yakup Kadri’ye bu azaplı hadiseyi anlattığında, konu ‘evlenme’ meselesidir. Evlenmekten daima kaçan şair, ‘alacağı kızın kendisini sevmeyeceğine kanaat getirmiştir ve aldatılan bir koca olmak rezaleti, ona, felaketlerin en büyüğü gibi görünmektedir.’ Laf evlenmekten açılınca, “Kadın benim neremi sevecek? ” diye sızlanıyordur Hâşim.
Bütün bunlar doğrudur; ama Ahmet Hâşim’in ‘yüzüne bakılmayacak kadar çirkin’ bir adam olduğu büsbütün efsanedir ve hakikate karşı yapılmış bir haksızlıktır. Onu Bağdatlı olduğu ve Arap soyundan geldiği için ‘kara yağız’ bir adam sananlar ise adamakıllı aldanmıştır. Onun yüzünü güzel ve cazip bulanlar, çirkin olduğunu söyleyenlerden daha fazladır. Hâşim, mavi, evet mavi gözlü ve beyaz tenlidir. Yakup Kadri onun resmini öyle çizer ki ‘çirkin’ dediğinize utanırsınız: “…Bir istihzayı mı, yoksa bir sempatiyi mi ifade ettiği anlaşılmayan bu gülümsemeleri onun mavi gözlerinin ucunda idi. Mavi gözleri dedim. Belki şaşıracaksınız. Zira, Şi’r–i Kamer şairinin yüzünü sade resimlerinde görmüş iseniz ve hele onun Bağdatlı olduğunu biliyorsanız, Ahmet Hâşim’i mutlaka kara yağız bir insan sanmaktasınızdır. Nitekim, ben de kendisini görünceye dek öyle sanıyordum ve karşıma Ahmet Hâşim diye beyaz tenli, kumral bir genç adam çıkınca hayrete düşmüştüm.”
Yakup Kadri, Hâşim’in ‘çirkin’ denilen başının bir cazibeye sahip olduğunu da yazar: “Son derece canlı, cazibeli ve alaka verici bir kafası vardı. Etrafında, ‘O Belde’de tahayyül ettiği “ince, saf ve leyli” yârlardan olmaya can atan kadınlar vardı. Fakat her şeye, masala, büyüye, mucizeye inanan Hâşim, yalnız bir şeye, yalnız kendisinin bir kadın tarafından sevilebileceğine inanmıyordu. Bunun içindir ki ölünceye kadar, daima yakışıklı gençleri, sevişen çiftleri kıskandı.” Yakın arkadaşı Falih Rıfkı Atay da ‘hoş’ bulur Hâşim’in yüzünü: “Hendesesiz, nispetleri karışık, fakat mânâlı bir yüzü vardı. Hoş ve sıcaktı…” Şairin Akademi’den öğrencisi ressam Elif Naci de onun çirkinliğine inanmayanlardandır: “Hâşim’in yüzü güzeldi, fakat onda kendini çirkin sananların ızdırabı vardı. Zaten fikir ve his adamlarının yüzü çirkin olabilir mi? (…) Gülümsüyor, inhinalı kaşları kımıldıyor, gözbebeklerinde renkli ışıklar, dudaklarında o müstehzi bükülüş, çenesindeki çukur, sol yanağındaki kendine çok yaraşan ve Hâşim’in mânâsını tamamlayan Halep çıbanı...” Hâşim’in yüzündeki ‘çirkinlik işareti’ ‘Halep çıbanı’nı da bir efsanedir aslında. Abdülhak Şinasi Hisar onun, şairin çocukluğunda geçirdiği bir kazadan kalma yara izi olduğunu söyler. Zaten, Hâşim’in portresini çizmeye duran hemen herkes, onun yara izini yahut çıbanını geçip zeka kıvılcımları çakan mavi gözlerine takılır. O gözler ki sahibi son nefesini verdiği ana kadar kimi zaman çocukça, kimi zaman istihza ile fakat sürekli ışıltılı bir parıltıyla yanmış ve Tanpınar’ın deyişiyle çevresindekilere hep ümit vermiştir.
Şimdi ey insafsız edebiyat hocaları, eğer Hâşim’in çirkinliğinden söz açıp beyaz teninden ve mavi gözlerinden bahsetmiyorsanız varın rûz–ı mahşerde halinizi siz düşünün! Unutmayın ki, ‘Piyale’ şairinin iki eli yakanızda olacaktır!
14 Şubat
16.02.2004 - 11:54zannedersem kraliceler bugunde dogarlar, ne de olsa yonettikleri hakllarina olesiye asiktirlar
fahişe
16.02.2004 - 11:53para karsiligi etini satan kadin
serçe
16.02.2004 - 11:53sanırım 5 sene boyunca ilkokul 1.siniftan 5 kadar kus vurmaya calistim, ama bir kere bile basaramadim.Halbuki ben cok iyi bilye oynardim, ne alakasi var demeyin, ne de olsa ikisinde de kucuk seylerle kucuk seyleri vurmaya calisiyorsun...
der tepe gezdim, ama olmadi, olmadi..
iyi vuran cocuklarla gezdim yine olmadi yine olmadi...
pusuya yattim,sercelerin selvimize konduklari bi sira' ne de olsa bir sürü var, mutlak birini vururum' deyip yallah dedim ama olmadi
ta kiii...
yine vuramayacgimi bilerek olesine bahcemizde geziyordum.yine her seye hazir bir avci pozisyonunda, tas tabii ki sapanimin gozunde, ve bir kus gordum, bizim selvide..sapanin lastigini gerdim gerdim, gerdim ve biraktim, o da nesi kusu vurmustum, istemeyerek olmustu, gercekten yine iskalayacagim diye atmistim, ama,iste olmustu, vurmustum onu..sonra dustugu yerden gittim aldim, kalbim o kadar hizli atiyordu ki, sonun da ben de dier cocuklar gibi sahici bir kus vurmustum; kusu elime aldim, sicacikti; elime kan bulasti, kafasina aykşn bir yerden vurmustum onu..kosa kosa ananeme goturdum...
ben bir kus vurdum; ama ondan sonra bir daha yapmadim...
sefiller
16.02.2004 - 11:32Victor Hugo'dan okduğum ikinci kitapti, 1600 sayfaya yakın olmasına rağmen çok kısa bir sürede bitirmiştim.Kitabı kütüphaneden aldığı için sevdiğim, beni kendimden geçiren yerleri çizemediğimden onları bir kağıda not etmiştim.Daha sonra o sayfaların fotokopisi çektirdiğim zaman fotokopicinin dediği gibi'...bir kitap daha çıktı :)) '...
sonra onlari gözden geçiremedim, hala bir dosyanın içinde öylece duruyorlar...
kiralık katil
16.02.2004 - 11:30İnsan öldürmek.
Eger dünya bu dünya olmasaydı,yaptığn kötülükler yanına kar kalsaydı, sanırım olacak olan bu olurdu.
Yapabilr miydim; iikinde zor olurdu, zaten ilki belirlerdi; ama daha sonra bu işi soğunkanlılıkla yapabileceğimi biliyorum.
Fakat dünya o dünya olmadığına ve hiçbir kötülk cezasız kalmadığına göre benim de soğukkanlı bir katil olabilmem pek ihtimal dahilinde gözükmemekte
valentine
16.02.2004 - 11:07St. Valentin Günü
14 Şubat, Roma İmparatorluğu zamanından beri 'özel' bir gün. Kadınlık ve evlilik tanrıçası Juno'ya adanmış Lupercalia Bayramı. Bayramı ilginç kılan, o gün, sevgili bulmak isteyen genç kızların isimlerini yazıp bir kavanoza bırakmaları, bekâr erkeklerin de isim çekerek kısmetlerini aramaları. Bu arkadaşlıkların evlilikle sonuçlanması da geleneğe dahil.
Hıristiyanlığın yayıldığı dönemde İmparator 2. Cladius'un karısını, sevgilisini bırakıp savaşa gidecek asker bulmakta zorluk çekince bütün nişan ve evlilikleri yasakladığı; bu dönemde papazlık yapan Valentin'in evlenmek isteyen çiftlerin nikâhını gizlice kıydığı rivayet edilir. Bu anlatımda onun bir ihbar üzerine yakalanıp işkenceye uğradığı ve M.S. 270 yılının 14 Şubat'ında dövülerek öldürüldüğü de var.
Neticede aradan iki asır geçtikten sonra 496 yılında Papa Gelasius, papaz Valentin'i 'aziz' (saint) , 14 Şubat'ı da St. Valentin Günü ilan etti.
Avni Özgürel /Radikal/14 Şubat
foton
16.02.2004 - 11:00Lise 3 müfredatında 'Fotoelektrik' konusunda adı geçen, enerji barındıran küçük taneciklere verilen ad.
ibn rüşd
16.02.2004 - 10:58'Rönesans'ı Bizans Değil Endülüs Tetikledi' başlıklı, Aksiyon dergisinin 442 sayısında yayınlanan yazıdan iktibas edilmiştir
Peki Rönesans'ı kim yaptı?
Söz dönüp dolaşıp nereye geliyor? Yani Rönesansı Bizans’tan gidenler yapmadı da kim yaptı, ya da nasıl oluştu? Yukarıda sözü edilen 13. yy dönüşümünden ne kast edilmektedir? Bekir Karlığa “Rönesansın başlangıcının 13. yy’da atılan adımlar olduğunu söylüyor. Öncelikle Paris Sorbon Üniversitesi, Londra’da Oxford ve Camridge Üniversiteleri kurulur. Üniversitelerin kuruluşu ve buralarda okutulmaya başlayan kitaplar Avrupa’da önemli düşünce akımlarının doğmasına yol açar. İlk Latinceye tercüme edilen kitaplardan biri İbni Sina’nın 4 bin sayfalık “Şifa” sı olur. 20. yy’ın önemli Ortaçağ tarihçilerinden Ethenjilson “Şifa, Latinceye tercüme edildiği zaman Avrupa’daki aydınlar bu eserin büyüklüğü karşısında adeta çarpıldılar, şoke oldular” demektedir. En büyük kütüphanelerinde bile üçbeş din dışı kitap bulunmayan Avrupa için bu eserin tercüme edilmesi kayda değer etki oluşturur, ama tercümelerin ardı arkası kesilmeyecektir. Kısa bir süre sonra İbni Rüşd’ün eserleri Latinceye kazandırılır. İbni Sina, İbni Rüşd ve Aristo’nun eserleri Avrupa Üniversiteleri’nin temel ders kitabı ve el kitabı haline gelir. Ayrıca İbni Sina’nın Kanun isimli tıp kitabı da tercüme edilir. Bekir Karlığa bir kitabın altı ayrı tercümesi olduğuna dikkat çekerek tercüme furyasının boyutunu ele veriyor. Hem tercümeler hem de üniversitelerde okutuluyor olması Avrupa’da yeni bir fikir hareketinin doğmasına yol açar.
İbn Rüşd'ün özgürlükçü yorumu
Akımların en önemlisi üniversitelerde ortaya çıkan İbni Sinacılar (Avisenist) ve İbni Rüşdcüler (Averoist) akımlarıdır. Mehmet Ali Kılıçbay, Aristoteles şarihi olarak İbni Rüşd’ün özgürlükçü ve ‘liberal’ yorumunun Avrupa’nın yenilikçi kanadını çok etkilediğini söylüyor. Zaten İbni Rüşdcülük en büyük düşünce akımlarından biri olarak karşımıza çıkıyor ilerleyen yıllarda. Avisenizm ve Averoizm kısa zamanda Batı üniversitelerinde doktriner birer ideoloji haline dönüşüyor. Kilise bundan rahatsız olur ve bu akımların yaygınlaşmasını önlemek için 20 küsür yasaklama kararı alır fakat başarılı olamaz. Başaramayınca bu görüşlere karşı alternatif görüşler oluşturma ihtiyacını duyar. İbni Sina’yı, İbni Rüşd’ü okuyup onların Hıristiyani yorumlarını ve eleştirilerini yapan insanların yetiştirilmesine çalışılır. Bu bağlamda büyük Albert, Albertos Magnus ve onun öğrencisi Ortaçağ’ın en büyük düşünürü sayılan Saint Thomas gibi düşünürler İbni Sina’yı, İbni Rüşd’ü okuyup eleştirirken, Aristo’yu yorumluyorlar ve yeni bir din ve felsefe anlayışını şekillendiriyorlar. Tartışmalar, akımlar derken 13. yy bilim ve felsefe alanında Avrupa’nın uyanmaya başladığı ‘akıl’ ve ‘Hiristiyanlık dışı öğretilerle’ haşir neşir olduğu yüzyıl olarak karşımıza çıkıyor.
Bekir Karlığa yaptığı çalışmada Avrupa’da hangi üniversitelerde kimlerin İbni Rüşdcü olduklarını ve bu akımın Rönesansa nasıl ön ayak olduğunu uzun uzun anlatıyor. Paris, Londra ve İtalya’daki üniversitelerde İslam düşünürlerinin tesirleri ortaya çıktığı ve fikirlerinin okutulduğu tartışmaya gerek duyulmayacak açıklıkta. Mehmet Ali Kılıçbay’a, “Size göre Rönesansın oluşumu nasıldır? ” gibi bir soru yönelttiğimde “Konu ortada, şuna buna göresi olmaz” cevabı alıyorum.
ibn rüşd
16.02.2004 - 10:56Yahudi İbni Rüşdcüler...
İbni Rüşdcülerin değişik üniversitelerde kümelenmesi kiliseyi rahatsız eder. Sözgelimi Paris Sorbon’dan kovulan İbni Rüşdcüler “Fakülte Dezhar” adında teknik bir üniversite kurarlar vs. Kilise durumdan rahatsız olsa, birtakım yaptırımlar yapsa da İbni Rüşdcülük akımı Avrupa’ya damgasını vuracaktır. Latin İbni Rüşdcülerinin önde gelen isimleri şöyle: Jena de la Rochelle, Boece de Dasie, Roger Bacon ve Adam de Buckfield, Siger de Brabant, Jena de Jandun, Dante Alighieri, Ayrıca Bologna ve Padoa üniversitesi çevresinde üniversite adıyla anılan Bologna İbni Rüşdcüleri ve Padoa İbni Rüşdcüleri vardır. Bekir Karlığa, yeni araştırmalar çerçevesinde İtalyan Rönesansının kurucusu Dante’nin, İbni Rüşd’ün tesirinde, İbni Rüşd hayranı ve İbni Rüşd’ü savunan bir kişi olduğunu söylüyor.
İbn Rüşd’ün eserlerinin İbraniceye çevrilmesiyle ortaya çıkan Yahudi İbni Rüşdcülüğü de kayda değer bir akım olarak ortaya çıkar. İsaac Albalag, Moise de Ranbonen, Levi Ben Gershom, Eliya Delmedigo, Jacop ben Abba Mari, Mois ibnh Tibbon, Connymos ben Canymos ben Meir 40 civarındaki Yahudi İbni Rüşdcülerin önde gelenleri. İbni Rüşd etkisine karşı karşı İbni Rüşd’ü okuyarak, reddiye yazarak İbni Rüşd’den etkilenen Hıristiyan düşünürlerin isimleri ise şöyle; Büyük Albert, Saint Thomas, Saint Bonaventure, Robert Kilwerdby, Duns Scot, Gilles de Rome, Raimond Lulle.
Bekir Karlığa, bu düşünürlerin bir kaç şeye karşı çıkarken İbni Rüşd’ün pek çok fikrini alıp benimsediklerini belirtiyor. Kilise İbni Rüşdcülüğü tümüyle yasaklamasına rağmen İbni Rüşdcüler faaliyetlerini sürdürüyorlar. “1650 yılında kıtanın en kuzeyinde yani bugünkü Polonya’da bile Grako Üniversitesinde İbni Rüşdcülerin ders verdiği biliniyor” diyor Karlığa.
Yukarıda sözü edilen İbn Rüşd akımları neyi doğurmuştur sorusuna şöyle bir açıklama getiriyor Karlığa: “Bu hareket üçbeş ana noktayı değiştirdi. Bunlardan birisi bilimle din arasındaki ilişkiyi yeniden şekillendirmek gereği duydu. Ortaçağda skolastik felsefenin, din adamlarının ‘felsefeye gerek yoktur’ tezi ret edildi. Çünkü Bizansla Roma Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra kilise felsefenin din karşıtı olduğunu ilan ederek felsefeyi ret etmiş ve felsefe kitaplarını yasaklamışlardı. Bizans bunu çok kez yaptı. İlkin Justinyanus yaptı, 529 yılında Atina felsefe okulunu kapattı ve filozofları sürdü. Bizans’ta 9. yy’da yine bir anti felsefe hareketi var. 13. yy’da Bizans’ta felsefenin lüzumsuzluğu tartışılıyor, ortaya konuluyor. Bizans herşeyi Ortodoks mezhebi çerçevesinde yerleştirmeye çalışıyor. Batı’da da aynı şey sözkonusu. Batı’da 13.yy’a kadar felsefe resmen yasaklanmamış ama felsefeye ilgi çok azalmış, hemen hemen hiç yok.”
Mehmet Ali Kılıçbay, Rönesansta olan şeyi, “zihniyet devrimi, farklı bir bakış açısıyla bakışın başlaması” olarak yorumluyor. “Hıristiyanlığın ezici tavrına karşı dayanak noktası olarak Hıristiyanlığın olmadığı dönem bulunmuştur.”
13. yy’a yani İslam dünyasından yapılan tercümelere kadar Platon’un iki, Aristo’nun üç kitabı tanınmakta, bir kaç da Hıristiyan filozofun kitabı bilinmektedir. Ki, felsefe denildiğinde din dışındaki bütün bilimler kast edilmekte. Bekir Karlığa bu dönemi şöyle özetliyor: “Demek ki din dışı bilgilere de ihtiyaç vardı. Çünkü Müslümanlara bakıyorlar, din dışı bilgilerle gelişmeye başlamışlar, İslam ilimlerine bakıyorlar, Haçlı savaşları münasebetiyle, Endülüs İslam dünyasına ‘ticaret’ vesilesiyle geliyorlar. Böylece skolastik kilisenin bu anlayışı yıkılmaya başlıyor. İkincisi milli diller doğuyor. Milli dillerle beraber yeni edebiyat ortaya çıkıyor. Rönesansa kadar edebiyatın temel konusu dini büyükleri, din liderlerini ululamak, tazim etmek iken Rönesansla birlikte dünyevi konulara, dünyevi hazlara da yer veriliyor. Ve üçüncü bir husus insan anlayışı değişiyor. Kaderci, fatalist, ‘teslimiyetçi’ insan anlayışından araştırmacı mücadeleci çalışan çırpınan insan kültürü ortaya çıkıyor.”
16. yy nerede, 13. yy nerede. Ne Bizans’tan kaçan on kişinin yaptıkları söylenen şeylere sığınırak yapılan böbürlenme, ne de Batı’nın İslam dünyasından etkilenerek geçirdiği evrimi inkar ederek yeni “yalancı” kahramanlar üretmeye ihtiyaç var. Mehmet Ali Kılıçbay’ın dediği gibi “ Bu eşyanın tabiatına aykırı bir kere...”
14 Şubat
16.02.2004 - 10:53Bugün, hikâye anlatmanın ya da dinlemenin iyileştirici gücüne inanan herkesi mutlu edecek bir gün; ‘Dünya Öykü Günü’...
İlki, Türk P.E.N. Yazarlar Derneği ve Edebiyatçılar Derneği’nin ortak önerisiyle geçtiğimiz yıl düzenlenen ‘Dünya Öykü Günü’, bir edebî tür olarak hikâyenin artık daha çok yazılıyor ve daha çok okunuyor oluşunun bir göstergesi. Öykünün kitleselleşmesi ve toplumsal bir taban bulması için özel bir çaba gerektiğine inanan Edebiyatçılar Derneği Genel Başkanı Özcan Karabulut, 14 Şubat Dünya Öykü Günü’yle öykülerle öyküleri, öykücülerle öykücüleri, dillerle dilleri, kültürlerle kültürleri buluşturmak istediklerini söylüyor. Uluslararası PEN Yazar Örgütü’nün de desteklediği ‘Dünya Öykü Günü’ Adana, Antakya, Aydın, Antalya, İzmir, Çanakkale, Bursa, İzmit, İstanbul, Ankara ve Diyarbakır, Lefkoşa, Frankfurt ve Duisburg’da çeşitli etkinliklerle kutlanacak...
Zaman/14 Şubat/Kültür Sanat
14 Şubat
16.02.2004 - 10:52kapitalizmin aşk adı altında insanları yolduğu bir gün
kazancı bedih
16.02.2004 - 10:45Kazancı Bedih Ve Halkın Edebiyatı
Dr.Ali Fuat Bilkan
Aksiyon/Sayı: 477
Kazancı Bedih’in şöhreti yakaladığı yerde, hayatının son yıllarında yeniden kazancılık mesleğine dönmeye karar vermesinin de bir anlamı vardı.
“Gam-ı aşkınla ahvâlim perîşan oldu gittikçe...”
Henüz küçük bir çocuktum. Okul dönüşlerinde Filiz Çayevi’nin önünden geçerken beni heyecanlandıran şiirleri, gazelleri ilk olarak o zaman tanıdım. Kıraathaneye giremediğim için kapıda uzun uzun bekler ve asırlar öncesinin seslerini taşıyan o nağmeleri içime çekerdim. O içli tambur sesiyle mis gibi kokan çayın ahengini sürekli içimde taşıdım... Urfa’da ikindi ezanı serinletici ve huzur verici bir gölge gibi uzayıp giderdi. Kazancı Bedih, Zeynel Abidin cümbüşünün esrarlı tellerine dokunurdu ve içimdeki âlemin sırlı kapıları bir bir açılırdı:
Ziyâ-yı şu’le-i hüsnün füzûn oldukça âlemde
Nice âşüfte diller mest ü hayran oldu gittikçe
Urfa’nın hani bir türküde, “daracık sokakta yâre kavuştum; yâr aşağı ben yukarı savuştum” diye tasvir edilen o daracık sokaklarında hep aynı müzik ve aynı âhenk yaşanırdı. Oturduğumuz ev Nâbî’nin mahallesine yakındı. Kazancı Bedih de o mahallede yaşadı ve hayata gözlerini orada kapadı. Onu ve gazelhan Urfalı sanatçıların kasetlerini hiç anlamadan nasıl ve niçin dinlediğimizi hâlâ çözemedim. Belki de müziğin kendine has diliydi bizi cezbeden. Sanki genlerimizde atalarımızdan kalan bir zevk ve kabulleniş hissi vardı. Belki de söylenen o sırlı kelimeleri anlamlı kılan da oydu. Ruhumuz bu müziği, bu nağmeleri bir yerlerden tanıyordu. Daha 1970’li yıllarda dinlediğim;
Öyle sermestem ki idrâk etmezem dünya nedir
Men kimem sâkî olan kimdir mey ü sahbâ nedir
beyitiyle başlayan ve Leylâ ile Mecnûn’dan alınan şiirin, bir gün Türkoloji tahsilinde imtihan sorusu olarak karşıma çıkacağını nereden bilebilirdim. Dedim ya daha küçücük bir çocuktum ve karşıma bir anlamlar deryası çıkmıştı. Hele;
Tenhâ gecelerde beni eyler müteselli
Baykuş sesini bülbül-i şeydâya değişmem
beyiti, âdeta bir Sebk-i Hindî üslubuyla, yerleşmiş kalıpları alaşağı ediyordu. Baykuşu bülbüle tercih eden bu anlayışı, Sebk-i Hindî hakkında çalışırken yeniden keşfettim.
Eski Urfa’da, bugünkü Ulucami’nin hemen arkasındaki mahallede yaşardık. Evler büyük eyvanlı ve serin mahzenli idi. Evlerin avlusuna “hayat” denirdi. Herkesin hayatı kendine idi ve hayatlarımız yüksek taş duvarlarla çevrili idi. Ama o yüksek duvarları aşıp sokağa taşan iki şey vardı: Sarmaşıklar ve gazeller...
O yıllarda en çok Tenekeci Mahmut, Mükim Tahir ve Kazancı Bedih’in isimlerini duyardık... Poplar, arabeskler, yoz müzikler rağbet görmezdi. Dedim ya hayatlarımız yüksek taş duvarların arkasında yoksul, gururlu ve derin bir sessizlikte sürer giderdi. Aradan yıllar geçti. Hemşehrim Nâbî üzerinde doktora çalışması yapmak nasip olunca, biraz da o eski sesi aramak için kalkıp Urfa’ya gittim. Dar sokaklar, Filiz Çayevi, Bakırcılar Çarşısı ve Tütün Pazarı yerli yerindeydi. O zamanlar Halk Kütüphanesi’nde görev yapan değerli dostum Osman Güzelgöz’ün rahmetli pederi Tenekeci Mahmut’la görüşmek nasip oldu. Tenekeci Mahmut’la Nâbî hakkında hoş bir sohbetimiz oldu. Kazancı Bedih de Tenekeci Mahmut’un talebesi idi. Bu teneke, kazan lakapları beni alıp tâ Mevlânâ’nın Bakırcılar (veya Sahaflar) Çarşısındaki âhenge götürdü... Mevlânâ da herkesin gürültülü zannettiği bir mekânda “sonsuz bir âhengi” yakalamamış mıydı! ... Belki de Kazancı Bedih’in şöhreti yakaladığı yerde, hayatının son yıllarında yeniden kazancılık mesleğine dönmeye karar vermesinin de bir anlamı vardı. Âhenk buradaydı ve o sonsuz âhengi bir kez yakalayan bir daha ondan kopamazdı. Kimbilir, belki de Bedih’in “Gül ruhlarını gonca-i zîbâya değişmem” mısralarından duyduğu zevk de o iklime aitti. Ümmî bir Anadolu sanatçısının eski zaman nağmelerini bu denli ustalıkla sergilemesi, elbette Kerkük-Urfa hattının zengin kültür ve sanat geleneğiyle de alakalıdır. Nitekim Urfa’da daha ziyade Nesimî, Fuzûlî, Nâbî gibi, bu kültür kuşağında yetişen şairlere ait gazeller okunmaktadır. Urfa’da müziğin ve klâsik Osmanlı kültürünün bu denli yoğun ve kesintisiz yaşamasında, elbette ki sıra geceleri, bağ yatıları, esvap geceleri ve daha nice vesileyle bir araya gelmenin ve “cemiyetle” birlikte yaşamanın da rolü büyüktür.
Kazancı Bedih, 1929 yılında Şanlıurfa’nın Hekimdede Mahallesi’nde doğmuştu. Çocukluğumda o semtteki Hekimdede Türbesi’ni, bunaltıcı bir kalabalığın özellikle cuma geceleri ziyaret edip duâ ve niyazda bulundukları bir yer olarak hatırlıyorum. Hz. İbrahim’in doğduğu mağarayı, Hz. Eyüb’ün çile çektiği daracık yeri, Balıklıgöl’ü, Harran’ı ve Urfa’daki pek çok esrarlı mekânı, şiir ve hoyratla bir araya getirince ne kadar büyülü ve zengin bir masalda yaşadığımı şimdilerde daha iyi anlıyorum. Bakırcılıkla uğraşırken bir nevi ritm ve âhenk eğitimi alan Bedih, “Halepli Bahçe”de uzun yaz gecelerini hoyratlarla karşılar. Bu arada ders aldığı hocası Tenekeci Mahmud’un üslubunu kısa sürede kapan ve kendine has yorumuyla yeteneğini ortaya koyan Bedih, sıra gecelerinin aranan ismi oluverir. Memurluk, ticaret ve zor hayat şartlarıyla mücadele sonunda yetmiş yaşında gelen şöhret! ...
Nûş etmediğim dehrde peymâne mi kaldı
Devretmediğim meclis-i rindân mı kaldı
Konuk olduğu bir televizyon programıyla ve “Eşkıya” filminde bir gazel okumasıyla bütün Türkiye’nin dikkatini çeken Kazancı Bedih, daha önce çıkardığı onlarca mahalli kasetin aksine, bu kez bütün Türkiye’nin ilgiyle dinlediği daha profesyonelce hazırlanmış kasetlere imza atmıştır. Oğlu A. Naci Yoluk’u da kendi tarzı ve üslubunda yetiştirerek asırlarca yaşamayı başaran bir âhengin devamına vesile olmuştur.
Bir gün büyüdüm. Başka âlemlerden gelen nağmeleri dinlerken “mest ü hayran” olup eski zamanın izlerini aramaya karar verdim. Üniversite yıllarında “Divan şiirinin bize ait olmadığı”, “halktan kopuk ve anlaşılmaz bir yüksek zümre edebiyatı olduğu” yolunda görüşlerle karşılaştım. Aydınlar, Anadolu’yla ve halkla aralarına aşılması imkânsız bir duvar örmüşlerdi ve bu yüzden Urfa’da hayatları çeviren yüksek taş duvarların arkasındaki zevkten ve kültürden habersizce yaşıyorlardı. Üniversitedeki yıllarımda, şimdi birçoğu üniversitelerde hoca olan arkadaşlarımla geceleri Filiz Çayevi’nde içemediğim çayları yudumlayıp Kazancı Bedih’in gazellerini dinlerdik. Tabiatıyla Eski Edebiyat notları da gayet iyi gelirdi. Çünkü değerli hocamız Ali Osman Coşkun Bey’in sorularına cevap verirken araya Kazancı Bedih’ten mısralar eklerdik! ...
20 Ocak 2004 tarihinde vefâtını, Amerika’da bulunduğum bir sırada öğrendiğim Kazancı Bedih’i rahmetle anarken, yazıma güftesi Şanlıurfalı Lütfî’ye ait olan ve Bedih’i Türkiye’nin gündemine taşıyan şu gazelle son vermek istiyorum:
Nice bu hasret-i dildâr ile giryân olayım
Yanayım aşkınla biryân olayım
Görmedim gül yüzünü âh u figân etmedeyim
Akıdıp göz yaşımı dert ile nâlân olayım
Kapladı bu nâr-ı firkat cism-i gam-âlûdemi
Korkarım haşre kadar böylece sûzan olayım
Sevdiğim rahm et yeter incitme artık kalbimi
Ger dilersen Yusûf-âsâ bend-i zindân olayım
Lütfîyim bülbül gibi gülşende feryâd ederim
Vuslat-ı yâr ile ancak şâd u handan olayım.
noel baba
16.02.2004 - 10:38Noel Baba Bir Anadolu Ereni
Harun Odabaşı/Aksiyon/Sayı: 473
“Bugünün bir Müslümanı Aziz Nikola döneminde yaşamış olsa idi; —bir taraftan Zeus kültü var, Zerdüş inanç sistemleri var ve tek tanrılı inanç sistemleri açısından bunların hepsi sapkınlık. O zamanda bende tek tanrı bilinci gelişti ise gidebileceğim insan Aziz Nikola’dan başka kim olabilir? Alternatifi var mı? ” “Sevgi yönünden yakın olanlar da “Biz Nasraniyiz” diyenlerdir. Onların mü’minlere sevgileri, onlarda büyüklenip ululuk taslamayan keşiş ve rahiplerin olmasındandır.” (Mâide. 5/82)
Dinler arası diyalog sürecinin Türkiye’deki önemli savunucularından Prof. Dr. Niyazi Öktem’in ilginç bir projesi var. Yılbaşına sayılı günlerin kaldığı şu günlerde Noel Baba unvanı ile kapitalizmin tüketime sunduğu önemli bir ismi, Aziz Nikolas’ı Müslümanların evliya veya Anadolu Ereni olarak kabul etmesini teklif ediyor. 1995 yılında Ortodoks kilisesinde Aziz Nikola için Mevlid okutan Öktem, Hz. Muhammed’den (S.A.V.) önce gelen ve o dönemin en geçerli dini sayılması gereken Hıristiyanlığı, dolayısı ile tek tanrılı dini anlatarak pagan inanç sistemleri ile mücadele eden bir insanın hele ahlaki özellikleri bilindiğinde çok rahatlıkla Müslüman sayılabileceğini söylüyor. Böyle bir empatinin dinler arası barış sürecine olumlu katkılar sağlayacağına da inanıyor. İslamiyetin tarihe bakış açısından ilham aldığını ileri süren Öktem’in perspektifi bakalım sizi ikna edebilecek mi?
—Siz Aziz Nikola’yı niçin ehl—i necat arasında, hatta evliyalar mertebesinde görüyorsunuz?
Sadece Aziz Nikola değil, Hz. Muhammed’e (s.a.v) tebliğ edilen ilk Kur’an ayetine kadar tek Tanrılı dine hizmet etmiş insanlar benim nezdimde Allah yolunda olan, İslam açısından da saygı ile bakılması gereken insanlardır. Bir tarafta pagan inanç sistemleri var; öteki tarafta tahrif edilmiş ya da kısmen tahrif edilmiş hanif dediğimiz tek tanrılı bir din var. İnancını gündeme getiren ve pagan insanlara bunları yaymaya çalışan kişiyi, İslam açısından aziz demesek de bir ‘eren’ olarak kabul etmek gerekir. Aziz Nikola da benim açımdan bir ‘Anadolu ereni’dir.
—Bu bulgularınızı güçlendiren unsurlar neler?
Benim yaptığım tamamı ile bir tarih analizi. Metodum şu: Geçmişte yaşanan olaylara bugünün koşulları ile değil de o günün koşulları ile bakmayı tarihçiliğin temeli görüyorum. Olayları olduğu zamana göre değerlendirmek lazım. Zaten bir süreçtir bu. Hz. İbrahim inanç sistemi içinde Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık var. Tabii Hz. Adem, Hz. Nuh ve diğer peygamberler var ama Hz. İbrahim ile birlikte başlayan ortak bir inanç sistemi mevcut. Belki de Allahü Teala’nın başlatmak istediği bir süreç bu.
—Böyle bir tarih okuması yaparken ilhamınızı nereden alıyorsunuz?
Hiç kuşku yok ki İslam kaynaklarından ilham alarak düşüncelerimi ortaya koyuyorum. Ben ya da bugünün bir Müslümanı, Aziz Nikola döneminde yaşamış olsa idi; —bir taraftan Zeus kültü var, Zerdüş inanç sistemleri var ve tek tanrılı inanç sistemleri açısından bunların hepsi sapkınlık— o zamanda bende tek tanrı bilinci gelişti ise gidebileceğim insan Aziz Nikola’dan başka kim olabilir? Alternatifi var mı?
— ‘Hıristiyanlık tahrif edilmişti’ karşı çıkışına ne cevap verirsiniz?
Olabilir derim. Bugünkü inanç sistemleri içerisinde insanlarımızda İslama ters düşen eğilimler yok mu? Fallar, büyüler, şunlar bunlar... Ama bu insanları ‘Sen Müslüman değilsin’ diye kimse suçlamıyor. Aynı şekilde Aziz Nikola’nın İznik Konsiline katıldığı rivayetleri vardır. İznik konsili, Hıristiyan amentüsünün şekillendiği en önemli toplantı. Orada teslis ve Hz. İsa’nın Allah’ın oğlu olması gündeme geldi. Fakat muhalifler de vardı. Bu muhaliflerin içinde sadece Hz. İsa’nın değil tüm insanların Allah’ın çocukları olduğuna dönük görüşler vardı. Teslisin bugünkü ya da İznik Konsilindeki gibi algılanmaması yönünde görüşler vardır. O karşı çıkan insanlar Müslümandı bence. Hıristiyanlığın en yumuşak karnı teslis. Teslis ve Hz. İsa’nın Allah’ın oğlu olduğu meselesi bugün kendini Müslüman kabul edip de, yatırlardan medet umanlarınki gibi bir anlamda şirktir.
noel baba
16.02.2004 - 10:37—Bu biraz radikal bir fikir olduğu için tartışmaya yol açacak gibi. Karşı çıkanlar olacaktır.
Ben karşı çıkanlara şunu söylüyorum: Allah indinde tek bir din vardır: İslam. Hz. Muhammed’e (s.a.v) gelen süreç içinde değişik peygamberler gelmiş gitmişler ve insanlar ona bağlanmış, Müslüman değil mi bunlar. Her zaman olduğu gibi dinin uygulanış biçiminde tırnak içinde birtakım sapmalar olagelmiş. Biz 610 tarihine kadar olan bu süreçte bu insanları ne yapacağız? Madem Allah teslim olmamız gereken İslam diye bir dini bize vermiş, Peygamber geldikten sonra herkes sapıtmış mı, tahrifata mı girişmiş? Tevrat’ta, Zebur’da olsun İslam ile çelişmeyen noktalarda tahrifattan söz edebilir miyiz? 10 Emir geçerli değil mi? Hanif din Hz. Adem’den itibaren geliyor. Bu geliş içinde farklı görünümlere bürünebilir. Sadece Aziz Nikola değil başka isim vereyim: Aziz Augustinus. M.S. 4. yüzyılda Kartaca’da yaşamış, Aziz sıfatı verilmiş ve Hıristiyan teolojisinin önemli adamlarından biri. Yaradılışla ilgili o kadar ilginç görüşleri vardır ki. Yaradılış, Hz. Adem, Cennet’ten kovulma ve ilk günah ile ilgili ilginç görüşleri İslam açısından bir yere kadar ters görülmez. Mantıki bir benzer yaklaşımı Mutezile ve hatta Cebriye içerisinde görebiliriz.
—Ahlaki açıdan nasıl biri Aziz Nikolas?
Aziz Nikolas’a baktığımızda tam bir Müslüman. Fakirlere, zayıflara ve gemicilere yardım ediyor. Boşuna Noel Baba imajı yaratılmış değil. Yani İslamın emri olan dürüstlük, kul hakkı yememe, zayıfın yanında olma erdemi onda var. Teslim olma babında Müslüman bir kişi idi diyorum. 1995 yılı 6—7 Aralık Aziz Nikola kutlamalarında ben Yasin—i Şerif okuttum. Benim gözümde kendi açımdan Hz. Muhammed’e (s.a.v) gelen ilk vahye kadar tek tanrılı dine mensup insanlar İslama hizmet etmişlerdir veya İslama geliş sürecinin aşamalarıdır. Olaya bakış tarzım bu.
—Bu bir Niyazi Öktem bakışı tabii. Peki siz bunu bir proje olarak mı düşünüyorsunuz?
Öyle düşünüyorum. Dinler arası diyalog süreci ile uğraştığımız için hem Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı bünyesinde hem de genelde barış sürecine katkı sağlamak için insanların diğer dinlere de empati içersinde bakması lazım. Diğerinin dini, başkasının dini ve daha ötesinde düşmanımın dini haline dönüştürmekten ancak böyle çıkartabiliriz bu işi. Bu açıdan baktığımızda peygamberler için kolay. Yahudi peygamberler deriz ama bizim de kabul ettiğimiz peygamberlerdi onlar. Bu bakış açısı benim için barış sürecine katkı projesidir. Başka şeyleri de gündeme getiriyorum ve tabu gibi görünen konuları tartışmayı teklif ediyorum. Mesela Kutsal Ruh: Kur’an—ı Kerim’de de var. Hz. İsa’nın konumu. Tamam Allah’ın oğlu değil. Ama Hz. İsa’ya Kur’an—ı Kerim’de Kelamullah deniyor ve işte logos. Biz O’na ruhumuzdan üfledik deniyor.
—Günümüzde tüketim toplumuna hitap eden filmlerde gördüğümüz Noel Baba ile gerçek Noel Baba arasında bir fark var mı?
Birbirleri ile hiç alâkası yok. Coca Cola’nın ticarileştirdiği ABD’de ortaya çıkmış bir şey. Bir başka Nicola var; Kayserili. Fakir çocuklara bacadan kapıdan hediye atan kişi o. Muhtemelen Kayseri’den Amerika’ya göç eden Ermenilerin aktardığı bir şey bu Noel Baba. ABD’de 1890’larda iki Nikola karıştırılarak ortaya böyle bir imaj çıkarıldı. Hıristiyanlar bu duruma çok içerliyor. Örneğin Fener Patriği Bartholomeos Aziz Nikola’nın ticarileştirilmesine çok kızıyor. Noel Baba lafını da hiç sevmiyor. Doğrusu kapitalizm bu figürü çok iyi kullanmış.
—Böyle bir projeyi hayata geçirmeniz için önce hüsnükabul görmesi gerekiyor?
Çok zor tabii. Zaman zaman kendim açımdan dinler arası diyalog çalışmalarını şizofrenik bir çalışma olarak görüyorum. Olmayacak bir duaya amin diyorsun gibi geliyor bazen. Ama güzel bir düşüncenin peşinden gidilmesi gerektiğine de inanıyorum.
—Mesafe alınmıyor mu?
Mesafe alınıyor ama barış sürecine ne derece katkı getirir onu kestiremiyorum. Bir yandan Üsame bin Ladin gibi adamlar, diğer tarafta Müslümanlığı haşa Deccal’ın dini olarak görenler varken çok zor bu tabii. Benim arzum o empatik bakışa ulaşmak. Vatikan Türkiye Temsilcisi Marovitch gibi Hz. Muhammed’e (s.a.v) bir bakış getirdiklerinde gerçek mesafe o zaman alınır. Hz. Muhammed’de (s.a.v) göksel ilhamın olduğunu söylüyor. Ve Maroviç bu cümleyi kullanıyor.
—Göksel ilham dediğimiz şey neye tekabul edebilir?
Hz. Muhammed’i (s.a.v) , aziz olarak kabul edemezler. Azizlerin mucize göstermesi lazım ve bu Hıristiyanlara özgü bir unvan. Biraz muğlak olsa da göksel ilham tabirini kullanıyorlar. Ama bir yandan düşünün Kilise yüzyıllar boyunca Hz. Muhammed’i (s.a.v) Deccal olarak görmüş. Dolayısı ile şimdiki Kilise ileri gelenlerinin ‘Hz. Muhammed’de göksel ilham var’ demeleri çok büyük bir mesafe. Oryantalistlerin önemli bir bölümü buna karşı. Özellikle onlar Mekke ayetlerini öne çıkararak İslamiyetin Hıristiyanlığı yerleştirmek için geldiğini iddia ediyorlardı.
kutu
noel baba
16.02.2004 - 10:36SAINT NICOLAS (AZİZ NİKOLAS)
Doğumu M.S 260 ya da 270. Akdeniz’de önemli bir liman kenti olan Patara’da bir tüccarın oğlu olarak dünyaya geldi. Babası ölünce kendisine kalan mirası yoksul insanlara yardım etmek için kullandı, yaptığı iyilikler dilden dile dolaşmaya başlayınca diğer bölgelerde de tanınmaya başladı. Gerçekleştirdiği seyahatlerde vaazları ile çok tanrılı ve mitolojik unsurlardan oluşan inanç sistemlerine karşı insanları tek tanrıya inanmaya davet etti. Bu seyahatler ününü daha da pekiştirdi.
Fırtınada zor durumda kalan bir gemiyi batmaktan kurtarınca din adamı olmamasına karşın Denizcilerin Koruyucu Azizi “ Saint Nicholas” olarak anılmaya başlanır. Derken bir gün Myra’ya yerleşme kararı alır, burada piskoposluk görevine getirilir ki Hıristiyan âleminde önem kazanması bu döneme rastlar. Hıristiyan akaidinin şekillendiği 325 İznik Konsiline katıldığı zannediliyor. Yaşamı boyunca hep zor durumdakilerin yardımına koşan Saint Nicholas, bir kabule göre 340’lı yıllarda, 6 Aralık’ta yaşama gözlerini yumdu. Ölse de ünü ve gücü yayılmaya devam etti...
Yine rivayete göre 11. yüzyılda İtalyan askerleri, Saint Nicholas’tan kalan kalıntıları Türkiye’den İtalya’ya götürürler ve Bari’de yaptırılan bir kiliseye yerleştirirler. Dünyanın her köşesinden kiliseye gelen ziyaretçiler efsaneleri kendi ülkelerine taşımaya başlar. Almanya başta olmak üzere pek çok Avrupa ülkesinde 6 Aralık, Saint Nicholas hayırseverlik ve armağan verme günü olarak kutlanmaya başlanır. Saint Nicholas’ın efsaneleri ve ismi tüm bu zaman içinde ülkelere göre yeniden uyarlanır, kimi yerde hediyelerin çoraplara, kimi yerde çocukların tahta ayakkabılarına bırakıldığına inanılır. Derken 17. yy’da Hollandalılarda Sinterklaus’a dönüşen Saint Nicholas efsaneleri, göçmenlerle Amerika’ya kadar uzanır, zamanla Santa Claus olarak anılmaya başlar.
Noel Baba bugünkü sevimli imajını Amerika’da kazandı. 1860’lı yıllarda karikatürist yazar Thomas Nast tarafından kırmızı yanaklı ve göbekli olarak kaleme alınan Santa Claus, uzun süre Harper Weekly dergisinin sevimli ve yardım sever kahramanı oldu. Elflerin atölyelerinin bulunduğu Kuzey Kutbundaki Noel Babanın Kahkaha Vadisi ile iyi ve kötü çocukların listelenme hadisesi de Nast tarafından efsaneye eklendi. 1900’lü yılların ortasına doğru Coca Cola firmasının reklamlarında başrol hakkı kazanan Santa Claus, bu firma için çalışan İsveçli bir ressam tarafından bugünkü sevimli ihtiyar Noel Baba’ya dönüştürüldü. Yüzyıllar boyu 8 geyiği ile dolaştığı varsayılan Noel Baba’ya kırmızı burunlu 9. geyiği Rudolf’u ise 1939’da Montgomary Ward firmasının reklam yazarı kazandırdı. Bu bilinen ilaveler her şeye rağmen tüm dünya tarafından benimsendi ve bugün hemen hemen herkes Noel şarkıları söyleyip, farklı isimlerle ve yeni imajıyla da olsa Aziz Nikolas’ı anıyor.
edep
16.02.2004 - 10:27Edep
Bir baba çocuğun elinden tutmuş, alim bir şahsa getirmiş. Demiş ki: “Hocam bu çocuk terbiyeli, bilgili ve görgülüdür. Lütfen bunu talebeliğe kabul ediniz.”
Hoca, hemen ayağa kalkmış. Çocuğun karşısına geçmiş demiş ki: “Lütfen siz bizi talebeliğe kabul ediniz.”
Çocuğun babası şaşırmış. “Nasıl olur hocam? ” demiş.
Hoca:
“Evladım, yıllarca tahsil yaparız ki, edep, terbiye ve ilim öğrenelim diye. Mademki bu çocuk bu meziyetlere sahiptir, en yüksek tahsilden alacağını almış. Artık o bize talebe olmasın da biz ona talebe olalım.” demiş.
Mehmet Akif Ersoy şöyle diyor:
“Göster ilahî bu millet kurtulur.
Tek mucize gaip hazinenden
Bir utanma hissi ver bize.”
Eskiden tekkelerde bir levha vardı. Üzerinde “Edep ya hu! ” diye yazılı idi. Tarikata giren herkese derlerdi ki: “Evvelâ edep, sonra ilim”
Edep, öğretilmez, öğrenilir. Meselâ, çocuğa desen ki, “Edepli ol! ”, çocuk bir şey anlamaz. Fakat ebeveyn yemesinde, içmesinde, giyinmesinde edepli olursa, çocukları da edepli olur.
Bir mecliste otururken, yaşlı, ilim sahibi bir adam geldi. Kalktık, kendisine yer gösterdik ve yerlerimize oturduk. Biraz sonra, bir genç geldi. O yaşlı ve alim adam, hemen ayağa kalktı. “Buyurun efendim.” dedi.
Biz hayretler içinde ona bakarken o yerine oturdu. “İnsana hürmet etmek lazım.” dedi. Gelen çocuk da olsa, o bir insandır. Bu çocuk ilerde çok büyük bir adam olabilir. Biz onu bugün çocuk görsek de, o geleceğin büyüğüdür.
Nefse yüz vermemek lazım. Hürmet etmek hoşumuza gitmese de, hürmet etmek lazım ki, hürmet görelim. Saygı ve hürmet, çok felaketleri önler.
Bir gün Said Nursî Hz., köy yolunda ilerlerken, bakıyor ki, yandaki bahçede içki içiyorlar. Onları görmezlikten gelip, yoluna devam ederken, sarhoşlardan biri koşup geliyor. “Hocam çok büyük hata ettik. Dua et de bir daha içmeyeyim.” diyor. O da dua ediyor. Sadece o adam değil, o mecliste oturanların hepsi, “Yahu hocaefendiye ayıp oldu.” demişler. Hepsi içkiyi bırakmış.
İnsan önce Allah’a karşı edepli olmalıdır. İnsanlar kendilerini insanlara beğendirmek isterler. Halbuki, her Müslüman kendisini Allah’a beğendirmelidir. Şunu da belirtelim ki, bir insanda utanma duygusu varsa, yüzü kızarır. Utanma duygusu yoksa, ne yaparlarsa yapsınlar yüzü kızarmaz.
Edep ve utanma, sadece insanlarda vardır. Başka türler, bu gibi meziyetlerden yoksundurlar.
24.01.2004 /Hekimoğlu İsmail/ Zaman
acıpayam
11.02.2004 - 17:43Denizli'nin ilçesi
futbolcu
11.02.2004 - 16:41meşin yuvarlağın peşinde koşan; bunu yaparken kar, yağmur, çamur demeyen, yorulmak nedir bilmeyen; eger kilometre göstergeleri olsa tum hayatları boyuncaki koştukları mesafeyle belki de dünyayı birkaç kere turlayabilecek olan, en cok iş kazasına uğrayan; sıcakta olsa, soğukta olsa, donda olsa, rüzgarda olsa, şortla oynamak durumunda kalan; bazen horlanan, bazense tapılan bir nesne olan zattır fotbolcu
fare
11.02.2004 - 16:37fiiik fiiik diye ses cikartan,
farkli boyutlarda olan, zor bir durumda kertenkele gibi kuyruğunu bırakamayan,bıyık bırakmayı seven yumuşak bir kemirgen...
fetişizm
11.02.2004 - 16:28yüceltme, ululaştırma
karınca
11.02.2004 - 16:23Bizim evimiz biraz kasaba(simdi ilce oldu) disinda oldugu icin, karinca gormek bakimindan oldukca zengin kaynaklarimiz vardi.
Kucukken yaramaz oldugum icin(simdi olmadigimi solemiyorum) onlara birazcik kotu seyler yapiyordum; ama buyudukce...
artık onlar benim icin farkli varlıklar, belki bazılarıyla aram iyi bile diyebilirim; ama hepsi birbirine benzediğinden hangileriyle dost olduğumu tam olarak bilmiyorum :)))
Mahrem
11.02.2004 - 16:02Elif Şafak'ın kitabının ismi,
güzel bir kitap
senem
11.02.2004 - 13:31birazcik kafiye,
senem i renklendirmek icin
Bir 'a' harfidir putu tapilacak kadina ceviren
Ne bir but ne bir puttur onu tahtından edebilen
TDK onaylamis, buyukbaba vermis o ismi
Senem Senem der site sakinleri,
İsim, cisme anlami ruhuyla verir
Senem cisminden ote ruhuyla sevilir
İste ben buna kafiye derim :)))))) ho hoyyyyy!
ahmed haşim
11.02.2004 - 13:16Hiçbirşeyden çekmedi edebiyat hocalarından çekteği kadar
Edebiyat hocalarının pek çoğunun öbür dünyada yatacak yerleri yoktur! Neden mi? Memleket evlatlarına koskoca Ahmet Hâşim’i yanlış tanıttıkları ve ondan soğuttukları için…
Bugün lise diploması almış yahut halihazırda bu sıralarda oturan hangi memleket evladına Hâşim’den söz etseniz, “Ha, o mu? Çok çirkin bir adammış! ..” diyecektir. Hâşim’e dair akıllarında kalan tek bilgi kırıntısı, onun yüzüne bakılmayacak kadar çirkin; bu sebeple kendisinden nefret eden ve hiçbir kadının yüzüne bakmadığı bir adam olduğudur. İşgüzar edebiyat hocaları, güya öğrencilerine müfredat dışı bir bilgi vererek öğrettiklerinin akılda kalmasını sağlayacak, bir parça bilgiçlik taslayacaklar! Konu Hâşim’e gelince başlarlar onun çirkinliğine, Araplığına dair hikâyeleri anlatmaya. Artık dinlet, dinletebilirsen! Bütün anlattıkları unutulacak, o güzelim şiirler; ‘Gurabahâne–i Laklakan, Frankfurt Seyahatnâmesi ve tadına doyulmaz onca deneme ‘çirkin şair’in gölgesinde kalacaktır! Ahmet Hâşim = Çirkin bir Arap!
Evet, Hâşim’in Yusuf Ziya Ortaç’ın dediği gibi büyük fırlak bir alnı, çukur bir çenesi, ‘Halep çıbanlarının insafsızca kemirdiği kırmızı ve etli bir yüzü’ vardır. Kendisini çirkin bulur, yüzünü beğenmez. Bu yüzden ömrü boyunca ıstırap çekmiştir; ama o, ne yüzüne bakılmayacak kadar çirkin bir adamdır ne de çirkinliği yazdıklarına bir gölge düşürür! Bilseydi ki kıyamete kadar bu sıfatla anılacak; herhalde o meşhur ‘Başım’ şiirini yazmaz ve yakın dostu Yakup Kadri’ye, bir gece suratına bakıp kendi kendine giriştiği, ‘tashih etme’ hikâyesini anlatmazdı! ‘Başım’ şiirinde şöyle der: “Bî haber gövdeme gelmiş, konmuş/ Müteheyyic, mütekallis bir baş,/ Ayırır sanki bu baştan etimi,/ Ömr–i ehrama muâdil bir yaş! / Ürkerim kendi hayalâtımdan,/ Sanki kandır şakağımdan akıyor./ Bir kızıl çehrede âteş gözler/ Bana gûya ki içimden bakıyor./ Bu cehennemde yetişmiş kafaya/ Kanlı bir lokmadır ancak mihenim, / Ah Yarabbi, nasıl birleşti/ Bu çetin başla bu suçsuz bedenim”…
Yakup Kadri ‘Edebiyat ve Gençlik Hatıraları’nda der ki: “Kendisinin son derece çirkin bir adam olduğunu zannediyordu ve bu zan, ona, ilk gençlik çağından, son gençlik dönemine kadar hayatı zehreden tasalardan biri olmuştur.” Hâşim, o dillere destan ‘başını tashih etme’ hadisesini ise şöyle anlatmıştır Yakup Kadri’ye: “Mon cher, dün gece, bu suratımın hali uykumu kaçırdı. Onu şöyle hayalimde bir tashih edeyim, dedim. Mesela alnımı daha muntazam bir şekle soktum. Kafamı lepiska saçlarla örttüm. Yanağımdaki Halep çıbanını sildim. Ağzımı ufalttım, çenemi incelttim. Gene bir şeye benzemedi. Anladım ki bu kafayı kökünden söküp atmaktan başka çare yok.” Şair, Yakup Kadri’ye bu azaplı hadiseyi anlattığında, konu ‘evlenme’ meselesidir. Evlenmekten daima kaçan şair, ‘alacağı kızın kendisini sevmeyeceğine kanaat getirmiştir ve aldatılan bir koca olmak rezaleti, ona, felaketlerin en büyüğü gibi görünmektedir.’ Laf evlenmekten açılınca, “Kadın benim neremi sevecek? ” diye sızlanıyordur Hâşim.
Bütün bunlar doğrudur; ama Ahmet Hâşim’in ‘yüzüne bakılmayacak kadar çirkin’ bir adam olduğu büsbütün efsanedir ve hakikate karşı yapılmış bir haksızlıktır. Onu Bağdatlı olduğu ve Arap soyundan geldiği için ‘kara yağız’ bir adam sananlar ise adamakıllı aldanmıştır. Onun yüzünü güzel ve cazip bulanlar, çirkin olduğunu söyleyenlerden daha fazladır. Hâşim, mavi, evet mavi gözlü ve beyaz tenlidir. Yakup Kadri onun resmini öyle çizer ki ‘çirkin’ dediğinize utanırsınız: “…Bir istihzayı mı, yoksa bir sempatiyi mi ifade ettiği anlaşılmayan bu gülümsemeleri onun mavi gözlerinin ucunda idi. Mavi gözleri dedim. Belki şaşıracaksınız. Zira, Şi’r–i Kamer şairinin yüzünü sade resimlerinde görmüş iseniz ve hele onun Bağdatlı olduğunu biliyorsanız, Ahmet Hâşim’i mutlaka kara yağız bir insan sanmaktasınızdır. Nitekim, ben de kendisini görünceye dek öyle sanıyordum ve karşıma Ahmet Hâşim diye beyaz tenli, kumral bir genç adam çıkınca hayrete düşmüştüm.”
Yakup Kadri, Hâşim’in ‘çirkin’ denilen başının bir cazibeye sahip olduğunu da yazar: “Son derece canlı, cazibeli ve alaka verici bir kafası vardı. Etrafında, ‘O Belde’de tahayyül ettiği “ince, saf ve leyli” yârlardan olmaya can atan kadınlar vardı. Fakat her şeye, masala, büyüye, mucizeye inanan Hâşim, yalnız bir şeye, yalnız kendisinin bir kadın tarafından sevilebileceğine inanmıyordu. Bunun içindir ki ölünceye kadar, daima yakışıklı gençleri, sevişen çiftleri kıskandı.” Yakın arkadaşı Falih Rıfkı Atay da ‘hoş’ bulur Hâşim’in yüzünü: “Hendesesiz, nispetleri karışık, fakat mânâlı bir yüzü vardı. Hoş ve sıcaktı…” Şairin Akademi’den öğrencisi ressam Elif Naci de onun çirkinliğine inanmayanlardandır: “Hâşim’in yüzü güzeldi, fakat onda kendini çirkin sananların ızdırabı vardı. Zaten fikir ve his adamlarının yüzü çirkin olabilir mi? (…) Gülümsüyor, inhinalı kaşları kımıldıyor, gözbebeklerinde renkli ışıklar, dudaklarında o müstehzi bükülüş, çenesindeki çukur, sol yanağındaki kendine çok yaraşan ve Hâşim’in mânâsını tamamlayan Halep çıbanı...” Hâşim’in yüzündeki ‘çirkinlik işareti’ ‘Halep çıbanı’nı da bir efsanedir aslında. Abdülhak Şinasi Hisar onun, şairin çocukluğunda geçirdiği bir kazadan kalma yara izi olduğunu söyler. Zaten, Hâşim’in portresini çizmeye duran hemen herkes, onun yara izini yahut çıbanını geçip zeka kıvılcımları çakan mavi gözlerine takılır. O gözler ki sahibi son nefesini verdiği ana kadar kimi zaman çocukça, kimi zaman istihza ile fakat sürekli ışıltılı bir parıltıyla yanmış ve Tanpınar’ın deyişiyle çevresindekilere hep ümit vermiştir.
Şimdi ey insafsız edebiyat hocaları, eğer Hâşim’in çirkinliğinden söz açıp beyaz teninden ve mavi gözlerinden bahsetmiyorsanız varın rûz–ı mahşerde halinizi siz düşünün! Unutmayın ki, ‘Piyale’ şairinin iki eli yakanızda olacaktır!
08.02.2004 Ali Çolak/Turkuaz/Zaman
Toplam 1546 mesaj bulundu