Seu Kuyt Adlı Üyenin Nedir Yazıları - Antoloj ...

  • alper

    10.03.2004 - 15:05

    Alper Murat

  • mostar

    10.03.2004 - 15:02

    Taş Hilal'in Öyküsü/Adem Yavuz Aslan

    Dünyanın en güzel kentiydi belki de Mostar; daracık sokakları, taş kesilmiş bir hilali andıran köprüsü ve yemyeşil Neretvası'yla. Şimdi ise binlerce mermiyle delik deşik edilmiş bir şehir. Savaşın acımasızlığı her köşede kendini gösteriyor. Binalar yıkılmış ama Boşnaklar ayakta, insanlar küsmemişler hayata. Yüzlerde buruk bir gülümseme, gözlerde savaşın izleri var. Kentleri ayakta tutanın binalar değil insanlar olduğunun belki de en güzel örneği Mostar.

    Sinan'ın öğrencisi Mimar Hayrettin tarafından yapılmıştı 'taş hilal' Mostar Köprüsü. Neretva Nehrinin yeşil suları üzerinde yüzyıllardır izleyenleri büyülüyordu. Savaş(!) sırasında Hırvat topçusunun bombalarına uzun süre dayandı. Mostarlılar tahta kepenkler ve otomobil lastikleri ile korumaya çalıştılar köprülerini. Zorlu doğa koşullarına 426 yıl direnen Mostar Köprüsü, Hırvatların çağdaş silahlarına dayanamadı ve 9 Kasım 1993 sabahı 08.30'da Neretva'nın yeşil sularına gömüldü.'Taş hilali' yüzyıllarca bağrında saklamış olan Mostar tipik bir Osmanlı kenti görünümünde. Bölgenin Osmanlılar tarafından fethedilmesinden sonra 1483 yılında kurulmuş. O dönemlerde küçük bir yerleşim yeri olan Mostar, Kanuni tarafından Mimar Hayrettin'e yaptırılan Mostar Köprüsü ile önemli bir şehir halini almış. Neretva Nehrinin iki yakasında Podvelez ve Hum dağlarının eteklerinde kurulmuş olan Mostar, tabii güzellikler içerisine serpilmiş Osmanlı döneminden kalma eserleriyle çok ünlü bir ressamın elinden çıkmış tarihi bir gravür gibi. Bu özelliği nedeniyle 1986 yılında Ağa Han Dünya Mimarlık ödülünü almış. Şehirde Osmanlı döneminden kalan 43 cami ile çok sayıda küçük mescit var.

    Mostar, Boşnak dilinde köprü anlamına geliyor. Osmanlının meşhur devlet adamları ailesi Köprülüler de bu kasabadan çıkmış. Mimar Sinan'ın en yetenekli öğrencisi Mimar Hayrettin, kalfalık eseri olarak nitelenen Mostar Köprüsünü 9 ayda bitirmiş. 95 ayak (28.50 metre) yüksekliğinde, 75 ayak (22.50 metre) genişliğinde olan köprü halkın ulaşımını sağlamakla kalmamış şehrin bütün dünyada simgesi olmuş.

    Prof. Dr. Hj Kissling de Sanat Dünyamız dergisinde yayınlanan bir yazısında Mostar Köprüsünü şöyle anlatıyor: 'Kuyumcular Çarşısından gelerek nehre ulaşan yolun kenarında becerikli bir lokantacının işlettiği küçük bir bahçe kahvesinde, bütün heybetiyle Mostar Köprüsünü bir kez daha doya doya seyrettim. Projektörlerle aydınlanmış ve ardına yatan karanlık sırtların silueti önünde bir yay gibi uzanan köprü insana Götterdammerun Operasının muhteşem bir sahnesini hatırlatıyordu. Neretva suyunun yüzyıllar boyunca kemirip oyduğu dar ve derin boğazın üzerinde dünyaya meydan okuyan bir yay biçiminde ve akrobatik bir tesir meydana getirerek uzanan köprü bütün statik kanunlarıyla alay eden bir zarafet ve incelik içindeydi.'

    Evliya Çelebi'nin Seyahatname'sinde Mostar Köprüsü şöyle anlatılır; 'Şehrin bir çok cüretli çocukları köprüden aşağı sıçrayıp nehre düşer ve güya bir kuş gibi uçar, her biri bir çeşit perende atarak suya düşer. Kimi başaşağı, kimi bağdaş kurar, kimisi ikişer, üçer birbirini kucaklayarak suya atlarlar ve derhal kenara çıkıp kayalardan yukarı tırmanarak köprü başına gelirler. Köprü üzerindeki vezirler ve ayanlardan ihsanlar alırlar. Bir çok delikanlılar evlerinden ustalarının dükkanlarına yemek götürürken köprü üzerinde gitmeyip başında yemek tablası ve iki elinde sefertası varken ince korkuluk üzerinden seyirtip seyredenlerin yüreklerine heyecanlar salarlar idi.' 1664-1665 yılları arasında Mostar'da bulunan Evliya Çelebi o dönemde Mostar'ın 53 mahalleden meydana geldiğini, 3 bin kırk ev, 350 dükkan 45 cami ve mescit olduğunu kayıtlarında bulundurur.

    Kara sabah

    Mostar'ın iki yakası arasında bütün statik hesaplarıyla alay edercesine duran Mostar Köprüsü asırlar boyunca karşılaştığı tipilere, fırtınalara, depremlere dayandı ama Hırvatların modern(!) silahlarına dayanamadı ve dünya tarihine 'kara bir gün' olarak geçecek 9 Kasım 1993 sabahı 8.10'da Neretva'nın yeşil sularına gömüldü. Hırvatlar kameralarla saniye saniye görüntüleyip dünya medyasına dağıttılar başarı(!) larını. Şimdi yerinde eğreti bir asma metal köprü var. Estetik yoksulu soğuk halatlar üzerinde geçenler 'böyle bir güzelliğe nasıl kıyılır' diye konuşuyorlar hüzünle.

    2004; Mostar yeniden

    Binlerce top mermisi ile delik deşik olan Mostar bugünlerde tatlı bir heyecanı yaşıyor. Türkiye ve Unesco'nun önderliğinde başlatılan imar projesi hayata geçiyor. Aslına uygun olarak yapılacak Mostar Köprüsüyle birlikte Mostar şehri de baştan sona tekrar restore edilecek ve proje 2004'te bitirilecek. Mostar'ın imarı projesinin start aldığını söyleyen Belediye Başkanı Saffet Oruçeviç 'Mostar Unesco tarafından koruma altına alınan sekizinci kent. Mostar Köprüsü'nün inşaatı dünyanın en büyük projesi olacak. Dünya Bankası ve Unesco projeyi finanse edecek. 8 milyon dolar gereken köprü inşaatı için 1 milyon dolarlık ilk desteği Türkiye verdi. Bu parayla tamire başlayacağız. Bütün dünya bu projeyi destekliyor. 21. yüzyılın en meşhur inşaatı olacak. Mostar tekrar eski ruhuna kavuşacak. İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin projesini hazırladığı 2004 projesi ile Mostar'ın tamamı restore edilecek' şeklinde konuşuyor. Mostar'ın bazı bölgelerinde halen Hırvatlar yaşıyor. Oruçeviç'e 'Peki Hırvatlar ne düşünüyor, size nasıl bakıyorlar? ' diye soruyoruz. Cevap ilginç: 'Onlar bizi yok etmek istediler ancak şimdi daha güçlüyüz. Bizi kendimize getirdiler. Şimdi onların başları önde, yaptıklarından utanıyorlar.'

    http://arsiv.aksiyon.com.tr/arsiv/188/pages/dosyalar/dos5.html

  • mostar

    10.03.2004 - 14:57

    90'lı yılların başında Bosna'da yaşanan savaş, geride binlerce ölünün yanı sıra yurtlarından çıkarılmış, sakat kalmış, ailelerini, evlerini kaybetmiş, acımasızca işkenceye uğratılmış masum insanlar bıraktı. 20. yüzyılın en acımasız katliamlarından birinin yaşandığı Bosna Savaşı'nda tarihi eserler, özellkle Osmanlı'nın bu topraklarda bıraktığı kültürel miras da büyük hasar gördü. Camiler, medreseler, kervansaraylar, çeşmeler, köprüler yerle bir edildi. Osmanlı'nın bu topraklarda bıraktığı en önemli eserlerden biri olan Mostar Köprüsü de savaştan payını almış, Hırvat askerleri tarafından yıkılmıştı. Bosna Savaşı'nın ardından geçen on yıldan sonra bugün tarihi Mostar Köprüsü yeniden inşa ediliyor... Mostar'da yaşayan farklı halkların arasında bir tür manevi köprü olma özelliği de taşıyan bu eserin, Aralık ayında tam olarak kullanıma açılması planlanıyor.

    Yerel politikacılar ve halk bu tarihi köprünün yeniden inşa edilmesinin, iki toplum arasında savaşla zarar gören ilişkileri kuvvetlendireceğini umud ediyorlar. Asırlar boyunca Mostar'ın önemli sembollerinden biri olan köprü, Neretva ırmağı üzerinde bulunuyor. Köprü, Mimar Sinan'ın talebelerinden Mimar Hayreddin tarafından 16. yüzyılda on yıl süren çalışmalar sonucunda inşa edilmiş ve 1993'deki savaşta yıkılıncaya kadar da nehrin iki yakasını ve bu iki yakadaki iki toplumu birbirine bağlayan ana araç olmuş.

    Köprünün yeniden inşası için, UNESCO tarafından başlatılan proje, Dünya Bankası, Avrupa Bankası ve başta Türkiye olmak üzere İtalya, Hollanda, Hırvatistan gibi ülkelerin bağışları ile yürütüldü. Köprüde kullanılan 1,088 taşın hepsi elle oyuldu ve Avrupa'daki tarihi kaynaklara danışarak, köprü hakkında yapılan arkeolojik çalışmalarla bu teknikler korundu

    Balkanlar'da Osmanlı İzleri

    Bosna'daki taş köprü Osmanlı'nın Balkanlardaki tek izi değil. Başta Balkanlar olmak üzere Osmanlı idaresi altında kalmış tüm topraklar, Osmanlı'nın mimari eserlerinden oluşan muhteşem eserlerle dolu. Bu eserler, Osmanlı'nın hakimiyeti altına aldığı bölgelere götürdüğü medeniyetin önemli birer işareti. Geçtiğimiz 20. yüzyılda dünyanın en kanlı, en karmaşalı ve en huzursuz bölgelerinden ikisi Balkan Yarımadası ile Ortadoğu oldu. Her iki bölge de büyük savaşlar, iç savaşlar, işgaller, gerilla hareketleri, etnik temizlikler, sürgünler, mülteciler gördü.

    Oysa hem Balkan Yarımadası hem de Ortadoğu bir zamanlar böyle değildi. Aksine, her iki bölge de asırlar süren bir istikrar, barış ve huzur dönemi yaşamıştı. Balkanlar'da 19. yüzyıla, Ortadoğu'da ise 20. yüzyıla kadar süren bu istikrarın kaynağı, bu bölgelerdeki adalet ve hoşgörüye dayalı Osmanlı hakimiyetiydi.

    Balkanlar'da Osmanlı Nizamı

    Osmanlı İmparatorluğu Balkan Yarımadasına 15. yüzyılın ikinci yarısında, Ortadoğu'ya ise 16. yüzyılın başlarında egemen oldu. Bu coğrafyalara büyük bir siyasi akıl ile giren Osmanlıların en önemli özelliği ise, bölgede barış ve istikrar kurmaları oldu. Osmanlı bölgedeki halkları son derece toleranslı bir sistemle yönetti. Daha önceden fethettikleri topraklardaki Müslümanları kılıçtan geçiren dönemin diğer yönetimleri gibi davranmadı. Aksine, bu bölgelerdeki halklara din ve vicdanözgürlüğü verdi ve herkesin inancını koruyabileceği, dahası tüm gerekleriyle yaşayabileceği bir sistem kurdu. Hiç bir zaman etnik temizlik, zorla din değiştirtme, asimilasyon gibi politikalara başvurmadı. Bu sistem bugün dahi siyaset bilimciler ve politikacılar tarafından hayranlıkla anılmakta ve örnek olarak gösterilmektedir.

    Osmanlı nizamı sayesinde dünyanın karmaşaya açık bölgelerinden biri olan Balkanlar, 19. yüzyıla kadar sürecek olan bir istikrar ve huzura kavuştu. Sırplar, Karadağlılar, Yunanlılar, Bulgarlar, Bosnalılar, Macarlar, Ulahlar, Yahudiler, Çingeneler... Tüm bu Balkan halkları hem kimliklerini koruyarak hem de birbirleriyle çatışmadan barış içinde birarada yaşadılar.

    Çünkü Osmanlı İmparatorluğu sadece topraklarını genişletmeyi değil, aynı zamanda fethettiği topraklara 'nizam' getirmeyi hedefleyen bir anlayışa sahipti. Bu anlayışın temelinde ise hiç şüphesiz adaleti, hoşgörüyü, saygıyı, barışseverliği, fedakarlığı emreden Kuran ahlakı vardı.

    Bugün Bosna'da yeniden inşa edilen Mostar Köprüsü, Osmanlı'nın, dönemin diğer yönetimlerinin aksine, fethettiği toprakları imar ettiğinin, düzene soktuğunun en güzel kanıtlarından biridir. Eski Osmanlı köprüsünün tekrar inşa edilmesi bir anlamda Osmanlı'nın adaletine ve nizamına duyulan özlemin de bir göstergesidir.

    http://www.harunyahya.net/V2/Lang/tr/Pg/WorkDetail/Number/1634

  • filibe

    10.03.2004 - 11:19

    Filibe yollarını arşınlamalı
    Muhsin Öztürk - [email protected]/sayi:445

    Balkan gezimizin son durağı olan Filibe, tipik Osmanlı evleri, antik Yunan'a uzanan tarihi, sıcak insanları ve Çingene Müslümanlarıyla bir hayli ilginç bir şehir. Filibe, Edirne’nin fethinden bir yıl sonra, İstanbul’un fethinden 90 yıl önce Lala Şahin Paşa tarafından Osmanlı topraklarına dahil edilmiş.

    Osmanlı’nın Balkanlar’daki yol güzergahının tam üstünde yer alır; en seçkin konut örnekleriyle pek çoğu yıkılsa da kalan ve ibadete açık camileriyle hâlâ eski günlerden hatıralar taşıyan bir yer Filibe. Bulgaristan mütekabiliyet esası istiyor; eğer cami restore edecekseniz biz de Türkiye’de bir kilise restore edeceğiz diyorlar. Dolayısıyla Bulgaristan sınırları içindeki pek çok cami bakımsız durumda. Tabii, Mimar Sinan tarafından Sofya’da 1566’da inşa edilen tarihi Molla Kadı Seyfullah Efendi Camii hariç; 2001 yılında yeraltı dünyasının ünlü ismi Sedat Peker tarafından restore edilen caminin duvarına asılı levhada kendisine teşekkür ediliyor.

    Hemen her Balkan şehrinin bir asır önceki silueti ile bugünkü silueti arasında önemli farklar var; Selanik’teki camileri göremezsiniz, Doğu Blokunda kalanlar ise devasa toprak renkli taş yapılarla donatılmıştır. Filibe de onlardan biri; Osmanlı’nın güçsüzleşmesiyle birlikte çehresi de değişmeye başlamış. Evliya Çelebi’nin “bir şehr—i azim” dediği ve 53 camii olduğunu söylediği şehirde 1826 Rus işgalinde bir gecede 20 cami yakılmış. Bugüne tipik Osmanlı evlerinin yanısıra üç cami, bir hamam ve bir türbe kalmış. Nelerin yok olduğu ise ancak uzun bir listede anlatılabilir. İmaret Camii ve Muradiye Camii halihazırda ibadet edilebilen fakat oldukça bakımsız hale düşmüş tarihi camiler.

    Emantur’la Yunanistan’dan başladığımız Balkan gezisinin son durağıydı Filibe; gezdiğimiz gördüğümüz onca şehrin özetini onda bulmak mümkündü. Osmanlı mimarisinin yerel nüanslarla zenginleştirilmiş örnekleri, neredeyse insanların sokaklarda yaşadıkları intibaını veren dışarı taşan kafelerin tıklım tıklım doluluğu... Bir de artık Filibe bu isimle değil Plovdiv olarak anılıyor.

    Filibe herşeye rağmen ümit kıran değil ümit aşılayan bir yer. Bir kere kasvetli değil, yani işinde gücünde insanların yaşadığı ve son yıllarda Türkiye ile ilişkileri oldukça gelişen, insani ilişkilerin sıcak olduğu bir yer. Dolayısıyla hem gezilip görülecek yerleri bakımından, hem de —son yıllardaki Türk iş adamlarının yatırımlarına bakılırsa— iş çerçevesinde oldukça cazip. Ayrıca rahatlıkla Türkçe konuşan bir kişiye rastlayacağınız için de yabancılık çekmeyeceksiniz. Balkanlar’ın özeti demiştik; Kavala’da Karaman’dan gidenlerin üçüncü kuşağından Türkçe konuşan genç bir Rumla tanışmıştık; burada da Türk tipi evlerin bulunduğu tepeye çıktığımızda Lamartin’in kaldığı ev olarak bilinen konağın bulunduğu sokakta Türkiye’den göç eden bir Ermeni teyzeyle tanıştık ve sohbet ettik.

    Filibe’de yaşayan Müslümanların bir kısmı Türk ama önemli bir kısmı da Çingene. Çingenelerin genel olarak ne yeri—yurdu ne de belli bir inanç etrafında kümelendiği bilinir. Burada ise namazında niyazında Çingenelerle karşılaştık. Bir itiraf; Cuma Camii olarak bilinen Muradiye Camii’nde kıldığımız cuma namazında elimizde fotoğraf makinası ve çantalarla hafif tedbirli davranmadık değil; tabii namaz sonrası bizi bekleyen şey itiraf edilemeyen bir “suçluluk” duygusuydu. Kalabalık genç topluluğunun bizim kafileden gözlerine kestirdikleri Avukat Mehmet Bey’e sordukları “A be siz Nurcu musunuz? ” muhabbetiyle başlıyor diyalog. Böyle bir şey beklemeyen Mehmet Bey de “ Risale—i Nur okudum vs ” gibi bir çift laf ediyor; diyaloğun nasıl gelişeceğinden habersiz olarak. “A be biz Nurcuyuz be! ” diyerek kendilerini tanıtan Çingene çocuklar akşamları yaptıkları ‘Risale’ sohbetlerinden dem vuruyorlar. Bediüzzaman’ın talebelerinden Mustafa Sungur’un etkisiyle Risalelerle tanışmışlar. Ve Balkan gezisinin bu son durağında “Nurcu Çingene” gençler uğurluyor bizi.

    Filibeli pek çok bestakâr ve yazar saymak mümkün. Hacı Arif Bey onlardan biri. Son not; eğer yolunuz düşer de Filibe’ye giderseniz Muradiye Camii’nin dibindeki börekçiye uğramadan etmeyin.

  • prizren

    10.03.2004 - 11:18

    Prizren'de bitmeyen zaman
    Muhsin Öztürk - [email protected] /sayi:442

    Hem tarihi hem de ‘genç’ bir şehir. Adım başı tarihi camileri ve tarihi yapılarıyla güzel bir taş köprünün süslediği ırmağın kenarına kurulmuş olan Prizren, Osmanlı'dan kalmış bir “hayal” şehri sanki. Kosova’dayız; daha hükümet oluşmamış, hâlâ uluslararası barış gücü tarafından yönetiliyor.

    Kosova’da iki şey dikkat çekiyor; araba mezarları ve inşaat malzemesi satan yerlerin çokluğu. Buradaki imar faaliyetlerinde hiçbir şekilde rüşvet olayının olmadığını söylüyorlar, gerekçesini sonra öğreniyoruz; imar için ruhsata gerek yok. Dolayısıyla yeni yapılaşmaları oldukça dağınık.

    Bu coğrafyaya yabancı olanların beklediği gibi Kosova bir şehrin ismi değil; geniş bir coğrafyanın adı. Buranın iki önemli şehri var; Priştine ve Prizren. Priştine’nin içinden geçiyoruz; rehberimiz bazı tarihi binaların ve camilerin kimler tarafından yapıldığını anlatıyor, Prizren’de olduğu gibi bir şehir insicamından söz edilemeyeceğine değiniyor.

    Kosova, gezi sürecinde dolaşacağımız yerlerin içinde Müslüman yoğunluğunun yüzde 99 gibi Türkiye ölçeklerinde ifade edildiği bir yer. Tabii bu rakamın büyük çoğunluğunu Arnavut Müslümanlar oluşturuyor. Sokaklarında en rahat dolaşabildiğimiz ve mutlaka Türkçe konuşan birileriyle karşılaştığımız için en rahat olduğumuz yerlerden biri oluyor Kosova. Özellikle Priştine’de şehrin girişinde yükselen sitelerde mantar gibi bütün daireleri saran çanak antenlerin tamamının Türk kanallarına dönük olması dikkat çekici.

    O kadar mahsun duruyor ki...

    Kosova’da ilk uğrak yerimiz Murat Hüdevendigar’ın üzerinde tarım yapılan geniş arazisinin ortasında tek bir yapı olarak duran türbesi oluyor. Emantur’la çıktığımız Balkan gezisinde çok yer görüyor, çok şey öğreniyor, inanılmaz güzelikte camiler ve tabiat harikalarına şahit oluyoruz ama hiçbiri Kosova Savaşının yapıldığı yemyeşil ovadan geçerek vardığımız Murat Hüdevandigar’ın türbesi kadar etkilemiyor bizi. Göz yaşları sökün ederken, derin bir sessizlik çöküyor üzerimize. Tarihiğin ‘derunu’ böyle birşey olmalıydı. Daha gençliğinde Ohri’den göç ederek Türkiye’ye yerleşen, şimdi de türbenin başında hüngür hüngür ağlayan Esat Abi’nin duygularını anlamak ve anlatabilmek isterdim. Yasin okunuyor, çıkışta türbeye bakan aileyle bir çift laf ediliyor, ardından Prizren’e doğru yola çıkıyoruz.

    Ohri’den söz ederken aramızda oylama yapıldığından, gezdiğimiz şehirlere ‘rey’ verdiğimizden bahsetmiştim; itiraf ediyorum benim reyim Prizren’e gitmişti. “Niye Prizren? ” derken ne bir cami, ne bir külliye, ne bir doğal güzellik, ne de nehrin üzerinde kurulu olan taş köprü tek başına ‘şu’ diyebileceğim bir etki değil. Prizren’in herbiri çok önemli tek tek eserleri değil, oluşturduğu atmosferdi beni bu karara götüren. Onca yoldan sonra geldiğimiz yer tastamam bir Osmanlı kentiydi. “Nasıl oluyor da bu kadar uzak ama bu kadar bizden bir yer olabiliyor” dedirten bir yerdi. İlk durakladığımız yer fethedilen yeni topraklara yapılan ilk yapı olan taştan küçük bir minare, minber ve zeminden oluşan ‘namazgah’ oluyor. Şehri ortadan bölen Bistriça ırmağından Sinan Paşa Camii’ne doğru yaklaştığımızda adeta büyülenmiştik. Evleriyle, camileriyle, taş köprüsüsüyle, ırmağıyla tablo gibi bir şehirdi burası. Bayraklı Cami, Mehmet Paşa Hamamı ve Sadi, Halveti gibi tarikatlere ait tekkeleri görebilir, Bistriça ırmağının kenarındaki kafelerde kahvenizi yudumlar, Prizren’in Sultanahmet Köftecisini hatırlatan köftelerinin tadına bakabilirsiniz. Şadırvan semti denilen Sinan Paşa Camii’nin bulunduğu sokak Prizren’in gençlerin akın ettiği en hareketli mekanlarından biri. Hem tarihi hem de ‘genç’ bir şehir. Adım başı tarihi camileri ve tarihi yapılarıyla güzel bir taş köprünün süslediği ırmağın kenarına kurulmuş olan Prizren, doyumsuz bir panorama sunuyor sakinlerine.

    Şehirde Türk askerleri kadar diğer Nato üyesi ülkelerin askerleri de dikkat çekiyor. Keçe külahlı Arnavut Müslümanlarla sık sık karşılaşıyoruz. Koyun yününden elde üretilen bu külahlardan alabilir hatta başınıza takabilirsiniz ama Makedonya sınırına geldiğinizde çantanızda taşısanız sağlığınız ve selametiniz açısından iyi olur. Çünkü bu keçeler Makedonların hiç hoşuna gitmiyor.

  • ohri

    10.03.2004 - 11:17

    Uyuyan güzel: Ohri
    Muhsin Öztürk - [email protected]/sayi:441

    Ohri, Osmanlı’nın balkanları tarif ederken ‘sol kol’ olarak nitelediği coğrafya üzerine yoğunlaşan gezimizin ilk durağı değildi ama ‘işte burası bir Osmanlı kenti’ dediğimiz ilk şehir sayılırdı. Ohri, Osmanlı’nın balkanları tarif ederken ‘sol kol’ olarak nitelediği coğrafya üzerine yoğunlaşan gezimizin ilk durağı değildi ama ‘işte burası bir Osmanlı kenti’ dediğimiz ilk şehir sayılırdı.

    Gümülcine, İskece, Kavala üzerinden geçerek bomboş sokaklarıyla paskalya yortusunu idrak eden Selanik’de konaklamıştık ilk gün. Selanik’in ‘yıkılarak yeniden kurulmuş’ ve modern yüzü, Manastır’ın geçtiğimiz yıllardan izler taşıyan hafif gergin havası zihnimde şaşırtıcı tortular olarak kaldı. Pisi pisine gitti ‘Resneli Niyazi’ sözünden hatırlayacağınız Resne şehri üzerinden geçerek vardığımız Ohri, güneşin grup ettiği, şehrin tek tük yanan ışıklarının gölde ışık danslarına dönüştüğü akşam vaktinde belli belirsiz silüetiyle karşılamıştı bizi. Sanki, asıl gezi şimdi başlıyordu.

    Kosova ve Bulgaristan’ı da kapsayan gezide Ohri’ye özel önem atfetmememiz mümkün değil; yol arkadaşlarımız içinde yapılan ankette en çok etkilenen şehirlerin içinde Üsküple atbaşı koşuyordu Ohri. Yugoslavya’dan bakiye altı devletten bir olan Mekadonya’nın şirin bir şehri olan Ohri’nin eski bloktan izler taşımadığını söylersek bizi ilk yalanlayan yapı gölün kenarına kurulmuş şimdi otel olarak kullanılan devasa biçimsiz bina olur. Bunun dışında gölü çevreleyen ve görüntü kirliliği oluşturan yapılar yerine özellikle sahille çarşının çakıştığı yerden kaleya çıkan yolda nefis ahşap yapılar Osmanlı ev ve mahallesinin en güzel örneklerini sergiliyor. Nur Akın’ın Balkanlar’da Osmanlı Yapıları başlıklı çalışmasında bu evlerin özelliklerini ve mimari çizimlerini ayrıntısıyla bulabilirsiniz.

    Emantur’un “Avrupa’da Osmanlı İzleri” başlığı altında Haluk Dursun rehberliğinde Balkanlara düzenlediği kültür turlarından birine katılarak Ohri’ye kadar gelmiştik ama burası için bir kaç günün yeterli olmadığını, Ohri’nin korunan tarihi doku, yaşayan manevi gelenekler ve eşsiz güzelliğiyle ‘yaşanılası’ bir sayfiye yeri olduğu aklımıza kazındı. İster Zeynel Paşa Camii, Ayasofya, Osmanlı evleri gibi tarihi yerler görebilir, ister şehre ve göle hakim olan kaleye çıkabilir, isterseniz çarşıya iner mutlaka Türkçe konuşan birileriyle karşılaşacağınız için dilediğiniz gibi dolaşabilir, kafelere takılabilir, bir akşam vakti Ohri’den çıkan balıkların tadına bakabilir, dilerseniz de havaların ısındığı bugünlerde mavi suyun tadını çıkartabilirsiniz. Belki de dünyanın en temiz en berrak yüzmeye en elverişli göllerinden biri Ohri. Kafilede pek çok kişi not etti; “tatil için yurt dışına çıkılacaksa Ohri’ye gidilecek” diye. Hatta potansiyeli görenler “niye bir otelde biz yapmıyoruz bile” dediler ciddi ciddi. Hem gezilecek hem görülecek bir yer burası.

    Makedonya genelinde olduğu gibi burada da müslüman çoğunluğu Arnavutlar oluşturuyor. %8’lik bir Türk nüfusu var. Ayrıca torbeş denilen makedon asıllı müslümanlar da. Çarşıya çıktığımızda, bir ara Ohri Zaman’da çalıştığını öğrendiğimiz şimdi bilgisayar işiyle uğraşan bir gençle tanışıyor, onun bilgisayarından dünyada neler olup bittiğini öğreniyor, maillerimizi kontrol ediyoruz.

    Şiir gibi...

    Göle paralel Arnavutluk sınırına doğru 30 km gidildiğinde başlı başına tabiat harikası Ohri gölünü besleyen kaynağa ulaşıyorsunuz. Belki de günününüz yarısını eşsiz manzaraya ayırmalı Arnavutluk’la Makedonya’nın kesiştiği yerde maviyle yeşilin aşkına tanık olmalısınız. Bir diğer göl—kaynak meşki Türkiye’den pek çok sanatçının katıldığı şiir akşamlarıyla ünlü Ohri’ye 15 km uzaklıktaki Struga’da gerçekleşiyor. Ohri Gölü’nden taşarak oluşan, “Drina Köprüsü” romanından hatırlayacağınız Drina ırmağının görülesi ‘doğuş’ manzarası, şiir akşamları için niye buranın tercih edildiğini özetliyor. “Özal’ın ziyaret ettiği dergah” olarak ünlenen kısaca Halveti Dergahı olarak geçen Halveti Pir Muhammed Hayati Tekkesi’ne Ohri’ya mülaki olduğumuz ilk akşam uğramış hem dergahın hem insanların sıcaklığı ile adeta büyülenmiştik. Ertesi gün sabah namazında kendimizi buraya atıp, Halveti zikrine katıldık. Sabah serinliğini sıcacık bir yuvaya dönüştüren sobanın etrafında yüzyıllardır süre gelen geleneğe uygun olarak kahvelerimizi yudumluyoruz. Ohri sokakların sezsizliğini çöpçüler ve bi de dergahtan dağılan dervişler bozuyor, yeni bir güne hazırlanırken. Gün ola hayr ola...

  • halka

    10.03.2004 - 11:15

    The Ring

    Şeytan kendisiyle röportaj yapılmasını bekliyor
    Nihal Bengisu Karaca - [email protected] /sayi:431

    Filme adını veren ‘halka’ metaforu pek çok yerde anlamını yeniden üretiyor. Birincisi, üst üste yüz kere halka çizdiğinizde derinlik kazanmış bir karanlık, ürkütücü bir boşluk elde ediyorsunuz. Bu boşluk varoluşumuzun arkaik tarafına gizlenmiş, ‘cehennem’ bilgisinden başka bir şey değil. Daha başta, Dreamworks grafiğinin, hani şu aydedeye oturup bulutlara olta sallandırmış çocuğun ‘czzttt’lamasından anlıyorsunuz ters bir şeyle karşı karşıya olduğunuzu. Olacak şey değil, teknik bir arıza olabilir mi, mümkünü yok.

    Mesele ince bir czzzzttt sesi/paraziti eşliğinde kendi kendine açılan TV’lere ve o TV’lerden evlere saçılan dehşete gönderme yapmakmış. Filmi öylesine ürkütücü yapan da bu ince elenmişlik sık dokunmuşluk hali zaten. Bu hal, bu yazıyı yazarken bile sık sık arkama dönüp bakmamı zorunlu kılıyor; acaba hazır klavye elimin altında iken bir kenara vasiyetimi yazsam mı gibi bir duyguya bile kapılıyorum, kapalı bir TV nin açılması olasılığı ise inanın tek başına kalp krizi geçirmeme neden olabilir. Abartmıyorum. Ring bir başyapıt değil ama gerçek bir korku filmi. Korku filmi taklidi yapan teen slasherlar bizi epey hımbıllaştırmış, Halka’yı izledikten sonra tıpkı 80’li yıllarda olduğu gibi, birkaç gün etkisinden kurtulamadım. Hâlâ acaba yazıyı yazmak için sabah ezanını mı beklesem diye lafı uzatıp duruyorum. Neyse, korkunun ecele faydası yok. Filmimizin baş kahramanı gazeteci Rachel Keller da böyle düşündü, yaşanacak 7 günü kaldığını bile bile sıkı bir araştırma içine girdi. Başta bu video kasedi önemsememişti. Ama o video kasedi aynı günde izleyen dört gencin belli bir süre sonra aynı günde ölmesi, ölenler arasında kuzeninin de bulunması hem araştırmacı merakını hem de akrabalık bağını tetiklemiş, kasedi bir şekilde ele geçirmişti. Video-kaset Bnuelvari kabus görüntülerinden oluşuyordu. Saçını tarayan bir kadın, kıyıya vurmuş ölü atlar, duvara yaslanmış merdiven, güneş tutulmasını andıran ‘halka’ şeklinde görüntüler vs. Kaset bittikten 2 sn. sonra bir telefon geliyordu, küçük bir kız sesi ‘yedi gün’ diyor ve telefonu kapatıyordu; bu, o kasedi izleyenin yedi günlük ömrü kaldığı anlamına geliyordu. Rachel kasedi meslekdaşı Noah’a izletmekte sakınca görmedi. Araştırmasına başladıktan kısa bir süre sonra yedi gün sonra öleceğini anladı, ne çare ihmalle ortada bıraktığı kasedi küçük oğlu da izlemişti artık. Noah’ın elde ettiği bulgular kasedin doğaüstü yollarla oluştuğunu, herhangi bir kamera tarafından çekilmediğini söylüyordu. İzler onları bir zamanlar at yetiştirmiş ama karısını kaybettikten sonra bütün düzeni dağılmış bir adamın yaşadığı adaya götürdü. Adam inkar etse de onlar bu ailenin küçük ve sorunlu bir kızı olduğunu ve ailenin başına gelen belalarda bu küçük kızın payı olduğunu keşfettiler. Film modern bir şehir efsanesinin, gotik dönemlere has bir ‘cadı’ fikrine eklemlenmesi ve şeytani iradenin medya aygıtlarının gücünü ve ‘ağ’ını kullanmaktaki ustalığıyla bir hastalık gibi yayılmak istemesi üzerine kurulu. Bir ABD/Japon yapımı olan filme David Lynch’in ‘Mullholand Çıkmazı’ndan tanıdığımız Naomi Watts farklı bir gerilim katıyor. Koji Suzuki’nin aynı adlı kitabından Ehren Kruger’in uyarladığı senaryonun başarılı olduğu söylenebilir, çünkü filmin en büyük kozu filmde gösterilen ya da ima edilen hiçbir şeyin harcanmaması, boşlukların itinayla doldurulması. Halka, fantastik bir konunun, kendi içinde tutarlı ve uygun zaman aralıkları ile aydınlanan bir mantık örgüsüne sahip olmak koşuluyla nasıl da ikna edici ve kökten sarsıcı olabileceğinin delili. Filme adını veren ‘halka’ metaforu pek çok kere anlamını yeniden üretiyor. Birincisi, üst üste yüz kere halka çizdiğinizde derinlik kazanmış karanlık bir boşluk elde ediyorsunuz ve bu boşluk varoluşumuzun arkaik tarafına gizlenmiş, ‘cehennem’ bilgisinden başka bir şey değil. (Bazı çocukların içiçe geçen halkalardan oluşan spiral görüntülerden korktuğunu biliyor muydunuz?) Zaten kasedi izledikten yedi gün sonra televizyon önünde bulunan cesedlerin aşırı deforme olmuş yüzlerindeki dehşet de bunu kanıtlıyor; dünyayı ayağımıza getirmede günden güne haddini aşan cihaz, ‘ayağımıza getirme’ konusunda sınır tanımıyor. İkincisi kahramanlarımız yedinci günün sonunda araştırmaya başladıkları yere dönerek koca bir ‘sıfır’ elde ediyorlar, bir başka deyişle bir halka çizmiş oluyorlar. Üçüncü bir neden ise televizyon kültürünü oluşturan sebep-sonuç denkleminin fasit bir daireye dönüşmüş olması. Filmin televizyon, video, aktarma cihazları üzerinden televizyon dünyasının üretim ve tüketim ilişkilerini eleştiren ve hatta mahkum eden protest ve entelektüel bir tavrı olduğunu söylemek lazım. Kased tarikıyle cinayet işleyen ölü-hanım kızımızın kullandığı tek kanal, birilerinin felaketlerini alıp bir hastalık gibi yayan medya ile, bulduğu herşeyi izlemek, izlemeden duramamak gibi bir zaafiyete teslim olmuş izleyici arasındaki dönüşümlü ‘mecburiyet’ ilişkisi. Bir korku filminin ‘fikir’ taşıması halinde nasıl daha da korkunç hale geleceğini gösteren ilk film -benim açımdan- Anne Rice’in romanından uyarlanan Neil Jordan imzalı ‘Vampirle Görüşme’ olmuştu. Aynı deneyimi tekrar yaşamama neden olan ‘Halka’yı bu açıdan ayrıca kutluyor ve aklından zoru olanlara şiddetle tavsiye ediyorum. Halka/Ring Yön: Gore Verbinski Oyn: Naomi Watts, Martin Henderson, Brian Cox, David Dorfman, Daveigh Chase Sen: Ehren Kruger

  • karıncayiyen

    10.03.2004 - 11:14

    Pembe Panter in cizgi filminde gormussunuzdur; kucuk bir karincayla olan yiyebilme-yenmeme durumunu. hep karincayiyen kaybedecek sekilde ciziliyor ve oynatiliyor... bu karincayiyen in durumu da diger ornekleri gibi, jerry i yemeye calisan tom, road runner i yemeye calisan cayote, bugs bunny avlamaya calisan elmer, temelden dayak yiyen, yok daha dogrusu ispanaktan dayak yiyen Kabasakal vs vs...bunlara bicilen rol ne yaparlarsa yapsinlar asla amaclarina ulasamayacak olmalaridir;
    peki neden o zaman hala cizgi filmde oynamaya devam ediyorlar diye soracak olursaniz; tek soyleyebilcegim onlarin bir cizgi kole olduklaridir... en guzel saraylarda yasalar da, en buyuk zaferleri kazansalar da, her zaman bir koleden baska birsey olamamalari...yani tum nimetler onlari cizenlerin, tum zaferlerin onlari cizenlerin; tabii ki tum sefillikler de...
    aslinda surekli dayak yiyen kabasakal degil; surekli dayak yiyen onu cizenin iyilik karsisindaki dusunceleri; surekli ezilen, asagilanan, turlu turlu sekillere sokulan av karsisinda avci rolunu oynayanlar degil; sadece cizenin avci dusunceleri; ama gercek hayat bundan farkli; ne cakallar her zaman kaybediyor; ne de karincalar her zaman kazaniyor; denge:cizgi fillerde denge yok; cunku onu cizen alelade bir insan; ve insan surekl dengeyi koruyabilen bir varlik degildir; ve bu yaptiklarina da yansir; bir eser yapicisindan bagimsiz dusunulemez; o halde hayattaki dengeyi kuran Bir'i var; cunku hayatta mutlaka birseylerin eksilmesi, yerlerine yeni seylerin gelmesi; ve birilerinin birseyler kazanmasi, sonra kayiplar; iste bunlar oylece, kim denk gelirseyle belirlenen seyler degildir;
    babasini kaybedenin babasi sadece gitmesi gerektigi icin, yani serseri bir kursun olan olum tabiriyle gocup gitmemistir; ya da servetini, oglunu, herhangi birseyini kaybeden; ayni sey kazanimlar icin de gecerlidir;
    o halde bunu bir duzene sokan, bunlari bir sistem icinde yapan Bir' i vardir.
    Bu sebebe binaen ne tum avcilar korkunctur; ne tum avlar masum

  • karıncayiyen

    10.03.2004 - 10:56

    İlk once gerekli bilgiyi nerde bulabileceginizi yazim,sonra da benim karincayiyen hakkinda soyleyeceklerimi...

    http://www.sizinti.com.tr/konu.sizinti? SIN=c45290e469&k=52&1887047082

    burdan guzel bir yazi okuyabilirsiniz karincayiyen hakkinda..

  • fok

    08.03.2004 - 17:28

    http://www.sizinti.com.tr/konu.sizinti? SIN=ef3f7bfb55&k=416&901992913

    adresinden ulasabilirsiniz, foklar hakkinda bilmediginiz seyler ogrenebilirsiniz

  • ayşe hatun önal

    08.03.2004 - 17:20

    ceksene elini, kirican mi belimi, hamurunda ayilik var diyen, mankenmiz :))) bu hatun bile sarkiici olduktan sonra,ne diim, nice kasetlere :))))

  • ozon

    06.03.2004 - 18:42

    delik,
    bir turlu yamayamiyoruz,
    set,
    bir nevi cardak :)))

  • fil

    06.03.2004 - 18:38

    tatli br hayvan,
    kocaman bir cusse; ama o cusseye cocuk ifdesi veren bir tatlilik, ben onlari 'Yesil Yol'daki o kocaman; cocuk yurekli siyahi adama benzetiyorum...

  • pearl jam

    06.03.2004 - 18:34

    man of the hour,
    radio eksen de bir numarada, guzel

  • kaktüs

    06.03.2004 - 18:33

    sert bir mizaci var, onu bu hale koyan yasadigi yerin kosullarinin cetin olmasi,
    su kaybetmemek icin dikenli olmayi(buharlasmayi azaltma/yuzeyi kucultulmesi) goze almis, kumlarin bekcisi

  • defter

    06.03.2004 - 18:31

    muhim

  • kukla

    06.03.2004 - 18:24

    her kuklaya rolunu veren bir el ve bu rolu vermede kullanilan ip/ipler vrdir,
    eller hunerliyse kukla konusmaya, sarki soylemeye baslar; eller ona iyi de soyletebilir, kotu de;
    kukla on hayat veren ellerden bagimsz dusunulemez

  • sırtlanlar

    06.03.2004 - 18:22

    cocukken ananem bize hep sirtlan hikayeleri anlatirdi, biz de acayip korkardik, tabii o zamanlar bu denli korkunc bir hayvanin(oluleri mezarlarindan cikartip goturoyormus, onlari sirtlaniyormus...) olduguna inanmazdim; ama sonra var oldugunu gordum...
    sirtlanlar, les yiyen hayvanlar

  • ev kızı

    06.03.2004 - 18:19

    Sıdıka

  • depeche mode

    06.03.2004 - 18:17

    Depeche Mode Enjoy the Silence lyrics
    Words like violence
    Break the silence
    Come crashing in
    Into my little world
    Painful to me
    Pierce right through me
    Can't you understand
    Oh my little girl

    All I ever wanted
    All I ever needed
    Is here in my arms
    Words are very unnecessary
    They can only do harm

    Vows are spoken
    To be broken
    Feelings are intense
    Words are trivial
    Pleasures remain
    So does the pain
    Words are meaningless
    And forgettable

    All I ever wanted
    All I ever needed
    Is here in my arms
    Words are very unnecessary
    They can only do harm

    Enjoy the silence

  • depeche mode

    06.03.2004 - 18:17

    Depeche Mode Little 15 lyrics
    Little fifteen
    You help her forget
    The world outside
    You're not part of it yet
    And if you could drive
    You could drive her away
    To a happier place
    To a happier day
    That exists in your mind
    And in your smile
    She could escape there
    Just for a while
    Little fifteen

    Little fifteen
    Why take the smooth with the rough
    When things run smooth
    It's already more than enough
    She knows your mind
    Is not yet in league
    With the rest of the world
    And its little intrigues
    Do you understand
    Do you know what she means
    As time goes by
    And when you've seen what she's seen
    you will
    Little fifteen

    Little fifteen
    Why does she have to defend
    Her feelings inside
    Why pretend
    She's not had a life
    A life of near misses
    Now all that she wants
    Is three little wishes
    She wants to see with your eyes
    She wants to smile with your smile
    She wants a nice surprise
    Every once in a while
    She wants to see with your eyes
    She wants to smile with your smile
    She wants a nice surprise
    Every once in a while
    Little fifteen

  • depeche mode

    06.03.2004 - 18:16

    little 15,
    televizyonda izlemis ve dinlemistim ve cok hosuma gitmisti, daha sonra free love, dream on,enjoy the silince...

  • nirvana

    04.03.2004 - 20:28

    Album: Bleach
    Love Buzz

    Would you believe me when I tell you
    You are the queen of my heart
    Please don't deceive me when I hurt you
    Just ain't the way it seems

    Can you feel my love buzz

  • allah (c.c)

    04.03.2004 - 20:23

    Anlamak, mumkun mu?
    Bilmek, mumkun mu?
    Hissetmek mumkun mu?
    O'na yaklasilan her adimda baska bir sekle(ruhen ve belki de madden de) burunur
    Ne dusurseniz dusunun O'nun varligini gormezden gelemezisiniz; bu suna benzer muhtesem bir saray var ve siz, oraya sadece soluklanmak, biraz uyumak, biraz da birseyler yemek icin gelen; o muhtesem saraydaki esyelarin yerlerini degistirmek istiyorsunuz, ya da cok begendiginiz bir seyi goturmek istiyorsunuz, benim olsun istiyorsunuz; o rahat dosseklerde yatarken bu yataklar ne de guzelmis; o mukellef yemeklerden tadarken ne de tatli, leziz yemekler; o guzelim odalari dolasirken ne de guzel, ne de derin bir guzellikle suslenmis ve esyalar ne guzelde yerli yerinde; evet bir sahibi var bu sarayin...
    Her gordugunuz, her dusundugunuz sey O 'nun varligina delil; tabii ki bu deliller sadece bizim kit akillarimiz icin gereklidir;

    insallah tum gonuller O'na doner

Toplam 1546 mesaj bulundu