orhan pamuk..okduğum ilk kitabıydı; eh doğruyu söylemek gerekirse okduğum tek kitabı; çünkü beğenmedim; ama birkaç kişiden işittiğime göre 'benim adım kırmızı' baya bir güzelmiş..
dişleri için ağzı küçük olan hayvan; ya da ağzı için dişleri büyük olan hayvan...
şimdi ne yaptım; bir kusur? nasıl yaptım bu kusuru? çünkü tavşanı kendi anotomime göre değerlendirdim; şimdi burdan çıkacak sonuç nedir? her insan içinde bulunduğu şartlara göre değerlendirilmelidir; böylece benim yaptığım hatadan uzak durulmuş olur
evet her seyi üniversite öğrencileri tarafından hazırlanmış, ellerinden geldiklerince, gonullerinin yettigince hazirlanmiş bir dergi..
inşallah daha iyi olacak
Gazeteyi dolu dolu hissettiğim günler pazar ve pazartesi günleri
...
Turkuaz ekinde
Mustafa Armağan'ın tarih yazıları
Elif Şafak'ın yazıları
Ali Ural'ın gazete küpürlerinden yola çıkılmış dehşetengiz yazıları
Ali Çolak'ın şairlerle alakalı güzel yazıları
...
'Yani baktin ki baskalari seni hirpalamak uzere, kendi kendini hirpalamalisin kalkan niyetine'
...
'Hem gozden irak kalabilseydi eger, bu kadar cirkin olmazdi'
...
zarf:... mektubu mektup yapan bu kapalilik, bu gozden iraklikti. Intihar ettigi gun agzi acik bir zarf birakti geride. İcine gozunu koydo.'Gozu acik gitmis' diye agladi sevenleri. Huzur icinde yatsin diye zarfini sup yalayip kapadilar'
...
'Oysa oteki ogretmenlerden daha iyi degildim. sadece cok cok daha sismandim. Gorunusum ana babalara guven veriyordu. Ben baslarinda oldugum surece, cocuklarin yere dusup yaralanmasindan, birbirlerini hirpaamasindan, kesici aletlerle oynamasindan daha az endise ediyorlardi. İci cilekli puding kivaminda ve tadinda ruyalarla yumasitiyordum. Ben varken, maket bicaklari daha az kesici, masalarin kenarlari daha az sivri, itip kakismalar daha az sert, hatta bahcedeki kaydirak bile daha az kaygandi. Ben ortaliktayken cocuklar guven icindeydi. Belli ki bu is icinbicilmis kaftandim.'
...
ay tutulmasi:... hazir kimse gormuyorken pudrasini tazeler.
...
baykus: ugursuz kusmus baykus; gece gordugu, geceyi gordugu icin.
...
'Sadece... umursamiyordu; hicbir seyi umursamiyordu. Artik her seyi yapabilecegini hissediyordu. Madem ki her seyi yapabilirdi, en iyisi hicbir sey yapmamakti'. dosto bundan yeraltindan notlarinda bahseder; ben de cok hissetmisimdir bu duyguyu
...
' Parcalanmis yahut hic kurulmamis yuvalarla tazelenebilirdi tas evler; ahsap olanlar, dalli budakli aile agaclarinin kokerinden alirdi hayat suyunu. Bu sebepten, ici bosaltilan tas evler gene oyle vakur kalabilirler, terk edilen ahsap evler ise bir daha iflah olmuyordu.'
...
'...erkek kismi ne zaman igreti hayallerden kurrtulmak istese, uykunun nizamina siginirdi.'
...
' Sirf yalniz kalmaktan korktuklari icin tukenmisliklerini surduren, orumcek baglamis sevdalarina taze isimli cocuklar doguranlar var ya, iste onlar hafizasi en kuvvetli olanlardir'
...
' kimlik:... Ben biz'e karismis sessizce. Bir daha onu goren olmamis.'
...
'elmas bir gozdor yurek. ve cizilmeyegorsun bir kere, artik sedefsi bir yirtikla bakacaktir cumle aleme'
...
'Mide bir masal diyaridir. Hudut boylarini cikolatadan muhafizlar bekler. Muhafizlari yiyince, hicbir engel kalmaz rejimi bozanin onunde. ucsuz bucaksiz ve yasaksiz bir alemin kapilari aciliverir hududu gecince. Mide bir masal diyardir. Ve o masal diyari boyunca insan ile hayvan, zarif ile kaba, guzelile cirki, uygar ile vahsi, cekici ile igrenc arasindaki mesafe topu topu bir lokmaciktir.O da cabucak ham yapilir.'
...
'sevgililik boyle birsey iste. mahremiyet kaybi.'
...
'Isin tuhaf taraf yani su ki, benim kadar sismansaniz eger, insanalr sizi hic gormezler. Bakar ve seyrederler, birbirlerine gosterir ve aralarinda konusurlar. Seyirlik bir malzemeyimdir onlarin nezninde. Bakislarinin beni rahatsiz edebilecegini akillarindan bile gecirmezler. Surekli seyrederler. Ama gormezler. Cusseme bakmaktan firsat bulup da gozlerimi gormezler. İcimi gormezler.'
...
'Gorenle gorulenin arasina araci iyi gelir bazen' dedi. 'Isin ilginc yani ne biliyor musun, Tanrinin da ayni seyi yaptigina inaniyoruz. O devamli goruyor, biz de devamli goruyoruz degil mi? Ve Tanri gordukleriyle arasina aracilar koyuyor. Peygamberler mesela ya da melekler... Azrail mesela ya da Cebrail...Bizlerse hem gorulmekten korkuyoruz, hem de goremediklerimizden. Gorunur olsun diye, alamet bekliyoruz. Mucizeleri de bu yuzden bu kadar onemsiyoruz. Mucize gormek istiyoruz. Aslinda, bazen kendi kendime dusunuyorum da, sanki tum varligimizi ve tabii yoklugumuzu da, gormek ve gorulmek uzerine kurmusuz.'...'Biliyor musun, belki de en derin yaralarimizi gozlerden aliyoruz.'
...
'Oysa ask dedikleri solup kurumaya mahkumdur, bir sebebi oldugundan itibaren'
...
'yay: Olum mahkumlarini olduren kilici topraga gomerlermis bir muddet. Gorduklerini unutsun diye. Ayni isi yapan yay ise muhakkak kirilirmis. Gorduklerini unutmayi basaramadigi icin en iyisi onu kirmakmis'
Çanakkale destanımızdan bir demet hatıra sunmak için “ÇANAKKALE Kalbe Gömülü Değerler” isimli kitaptan bir–iki hâtıra nakletmek istiyorum... Yazar H. Hüseyin Maltepe, Kanlısırt mevkiinde siperlerin orta taraflarında yaralı düşen bir Anzak subayını kucağına alarak kendi arkadaşlarına teslim eden bir kahramanımızı anlatıyor. Bu sahne aynı şekilde anıt hâline getirilmiştir. Bu anıtın resmi kitaba da alınmıştır...
Bir İngiliz subayı, iki siper arasında yaralı düşer. Arkadaşlarına “Beni kurtarın! ” diye acı acı feryat eder. Fakat arkadaşlarından hiçbirisi siperinden kafasını çıkarmaya cesaret edemezler... Bir müddet sonra onun acı acı inlemesine dayanamayan merhametli insanımız, silahının ucunda dalgalandırdığı beyaz bir mendille yavaşça siperinden çıkar ve yaralıya doğru ilerler. Diğerleri şaşkın; “Bu Türk askeri ne yapmak istiyor? ” derler. Türk neferi yaralıya usulca sokulur, onu kucağına alır ve arkadaşlarının bulunduğu siperin önüne gelir ve taşıdığı yaralı subayı incitmeden bırakır. İşte, o anda bu olayı çok yakından izleyen Teğmen Casey, vatanına döndükten sonra Avustralya genel valisi olunca, o zamana kadar Türkler hakkında edindiği bilgilerin yanlış olduğunu çok iyi bildiği için, Türkler aleyhinde yazılı bütün yanlışların düzeltilmesine vesile olur.
Yıllar sonra Genel Vali Casey, Çanakkale’ye gelmiş ve şunları söylemiştir: “25 Nisan 1915 günü Conkbayırı’nda Türkler ve Birleşik Kuvvetler arasında korkunç siper savaşları oluyordu. Siperler arasında 8 veya 10 metre mesafe var. Süngü hücumundan sonra savaşa ara verildi. Askerler siperlerine çekildi. İki siper arasında açıkta ağır yaralı ve bir bacağı kopmak üzere olan İngiliz yüzbaşısı avazı çıktığı kadar bağırıyor, ağlıyor ve ‘Kurtarın beni! ’ diye yalvarıyordu. Ancak hiçbir siperden kimse çıkıp yardım edemiyordu. Çünkü en küçük bir kıpırdamada yüzlerce kurşun yağıyordu... Bu sırada akıl almaz bir şey oldu. Türk siperlerinden beyaz bir mendil sallandı. Arkasından aslan yapılı bir Türk neferi siperden çıktı. Hepimiz donakaldık. Kimse nefes almıyor ona bakıyordu... Asker, yaralı İngiliz subayını okşar gibi yerden kucakladı. Kolunu omzuna attı ve bizim siperlere doğru yürümeye başladı. Yaralıyı usulca yere bırakıp, geldiği gibi kendi siperlerine döndü. Teşekkür bile edemedik. Savaş alanlarında günlerce, bu kahraman Türk askerinin cesareti, güzelliği ve insan sevgisi konuşuldu... Biz Çanakkale Yarımadası’ndan Türklerle savaşarak ve binlerce insanımızı kaybederek, kahraman Türk milletine ve onun eşsiz vatan sevgisine duyduğumuz büyük takdir ve hayranlıkla ayrıldık.”
Şiddetli taarruzlar sırasında 15. Alay 9. Bölük’ten Kütahyalı Mustafa Çavuş, gece baskınlarının birisinde yaralanıp bayılmıştı. Arkadaşları onu öldü biliyorlardı. Kendine gelince bir yere gizlendi. Yarası ağırdı. İki gün yerinden kıpırdayamadı. Üçüncü gün matarasındaki suyu da bitmişti. Kanı dinmişti; ama çok bitkindi. Son anlarının geldiğini düşünüyordu. Dudakları kurumuş ve çatlamış ve sonra da bayılmıştı. Bu sırada dudaklarına değen su ile kendine geldi. Bir de baktı bir Anzak askeri kendisine su içiriyordu. Bir müddet sonra o kayboldu. Ertesi gün Mustafa’yı bizimkiler bulup götürdüler ve Kocadere köyünde sargı yerine getirip tedavi ettiler. Mustafa iyileşip arkadaşlarının yanına döndü. Ama o Anzak askerini hiç aklından çıkarmıyordu. Yine bir gün süngü hücumu başladı. Bir Anzak askerinin yaralı düştüğünü gördü. Bu kendisine su verip hayata dönmesine vesile olan askerdi. Herkes siperlerine çekildi; fakat o yaralı asker hâlâ iki siper ortasında yatıyordu. Sıcak bir gün ve gece üstünden geçmesine rağmen o ortadaydı ve kıpırdanıyordu. Mustafa Çavuş daha fazla dayanamadı. Arkadaşlarına “Beni koruyun” diyerek okun yaydan fırladığı gibi siperinden çıktı o yaralıya doğru koştu. Çevik bir hareketle onu kucaklayıp arkadaşlarının bulunduğu siperin önüne koydu. Aynı hızla gerisin geriye siperine doğru koştu. Fakat onun maksadını tam anlayamayan Anzak askerlerinin kurşunlarına hedef oldu. Onun için Mustafa Çavuş şehit oldu. Kahraman Çavuş, inancının verdiği şefkat ve merhametten dolayı içtiği suyun bedelini canıyla ve şereflice ödemişti...
Sırlarla dolu Çanakkale Zaferi’mizi her sene daha derin bir heyecanla kutlamanın yanında yeni nesillere bu destan bütün yönleriyle anlatılmalı, getirilip gezdirilmelidir. Alınacak ibretler yanında, bu lâhûti güzellikten şehitlerimizin bizleri saran ruhaniyetlerinden de istifade etmiş oluruz. Hem unutmayalım, ağaç kökü ile gürler... Bizde böyle muhteşem bir kök var elhamdülillah... Fakat bu hazinenin farkında olmamız lâzımdır...
“Onunla tanışmamız bir ağlama sahnesinde gerçekleşmişti. Yani ben onu ağlarken buldum ve tanıştım.
Sokakta, bir kenara çekilip ağlayan beyefendi bir insanla karşılaşmış ve ilgilenmiştim. Bu koca adam ne diye böyle sarsıla sarsıla ağlayıp gözyaşı döküyordu; dikkatimi çekmişti. Yanına yaklaştım, derdine ortak olmak istedim. Ama o kendi halinde kalmak istiyordu. Yakınımızda işyerim vardı, davet ettim, gelmek istemiyordu. ‘Gel bir çay içelim. Sana bir şey sormayacağım. Seni bu halde bırakıp gidemem, ne olur beni kırma.’ diye yalvardım, yakardım ve sonunda ikna ettim. Odama geçip oturduk. Bir müddet sessiz kaldıktan sonra yavaş yavaş açılmaya başladı. ‘Bir eğitim projemiz vardı. Durumları çok iyi olan bir iş sahibinden büyük bir destek sözü almıştım. Her şey tamamdı; ama şimdi onlar bunu yerine getiremiyorlar. Her şey altüst oldu. Ben şimdi ne yapacağım? ’ diyordu. Biraz daha deşince meseleyi kavradım ve güzel insanın daha fazla üzülmemesi için o yükün altına girdim. O zaman sevincini görecektiniz! ..”
Kimden bahsedildiğini elbette tahmin etmişsinizdir. Hacı Kemal Erimez’den elbette. Anlatan, isminin mahfuz kalmasını ısrarla rica ettiği için ondan bahsetmeyeceğim. Cenab-ı Hak her ikisinden de ebediyyen râzı olsun. Gözyaşlarında her ne hikmetse çok büyük sırlar var. Elbette özü ağlamayanın, gözü ağlamaz. Zaten münafığın gözyaşları ağlama sayılmaz.
O da “yağmur gözlü” mürşidi gibi gözyaşları ile bazı gecelerde inler dururdu. Onunla yakınlık kuranlar, beraber yolculuğa çıkanlar çoğu kere hıçkırıklı ağlayışlara şâhit olmuşlardır. Bunlar hep bir derdin emareleriydi. Onun yakınları pek çok geceler karanlığın onun inleyişleriyle yırtıldığını, uykuların delindiğini görmüşlerdi. Ama gündüzlerin de ona göre aydınlık ve mütebessim geçtiğini de fark etmişlerdir.
Bir gün yaşı kendinden küçük bir dert arkadaşına, “Gel seninle birisine gidelim. Çok sehavetli birisi... Meseleleri anlarsa, kendini adayabilir.” der. Sonra beraber giderler. Bir tatil günü evine varırlar. Bakarlar ki, denize nâzır bahçeli evinde uzanmış İmam-ı Gazali Hazretleri’nin “Âbidler Yolu” kitabını okumaktadır. Derhal Hacı Kemal Bey yüksek sesle “Yat hacı, yat... Milletin çocuğu ne idüğü belirsiz yerlerde mahvolsun, sen yat bakalım! ” diyerek bağırmaya başlar. Arkadaşı telaştadır: “Bu zat şimdi bizi kovar! Birazdan bizi kapı önüne bırakır! ” diye endişelenir; fakat ona hiçbir şey söyleyemez. Ama ev sahibi gayet mülayemet ve samimiyetle “Gel hele hacım... Siz bizi nereye çağırdınız da gelmedik. Şöyle bir buyur bakalım.” diyerek karşılar. Oradan ayrılıp giderlerken dertdaşı ona “Ya Hacı Kemal ağabey sen ne yaptın orada öyle? ” diye sorar. O da “Ne yapmışım ben? ” der. Arkadaşı “Nasıl bağırıyordun! .. Az daha ev sahibi bizi kovacak diye ödüm patladı! ” deyince “Hiç merak etme, o bizi kovamaz. Çünkü ben on beş gecedir teheccütlerde onun için dua ediyorum... Ama gidelim bir başkasına aynı şeyi yapalım, o kovabilir! ” der.
İşte böyle bir dua ve yalvarışla, o daha geceden problemlerini hallediyor, gündüzleri de onların meyvelerini toplamaya gidiyordu. Bir kolejde çok emeği vardı. Oraya gelen sanki derhal müthiş bir câzibeye kapılıyor ve memleketinde de öyle bir ilim-irfan yuvası kurmaya başlıyordu. İşte bunun için bu kolej hakkında şunları söylemişti: “Ne var bu binada? ! . Bundan daha güzel binalar var... Ama niye insanlara bu bina çok çarpıcı ve câzip geliyor öyleyse? Sırrını söyleyeyim mi? Şu mermerlerin, şu merdivenlerin hepsinde de gözyaşı vardır... Şimdi anladınız mı meseleyi? ..”
Her şeyi Allah’tan bekleme, O’na yalvarıp, O’na sızlanma, her şeyi O’ndan bilme esastır. O’nun rızası için yapma, O’nun gücüne dayanarak hareket etme, ayrılınmaması gereken doğru yoldur... İşte bütün mesele burada... Gerisi boş lâf... Hem de neticesiz gayretlerdir...
az :)))
ama bu siralar eski aşklarimdan kahveye dondum, kısa bir flort olcak tahminim; ebedi askim cayi birazcik ihmal ediyorum...
bir bardak cay yetmez; daha yok mu; bir de harbiden caysa ben affetmem onu
Osmanlı döneminde “Şehzadeler Şehri” olarak bilinen Amasya’ya 1861 yılında uğrayan Fransız gezgin Perrot, şehir için Anadolu’nun Oxford’u benzetmesini yapmış. Orta Anadolu’da... Karadeniz’e yakın ama Karadenizli değil. Havayoluyla ulaşımı komşu il Samsun’dan yapılıyor. Asırlar boyu hep gözde olmuş, pohpohlanmış, kartal yuvası konumunu şehzadelerle taçlandırmış bir şehir Amasya.
Anadolu’nun bağrında bir medeniyet merkezi... Ancak, iki asırdır adı sanı anılmıyor. İşte bu unutulmuşluğu kırmak; halim selim, kendi halindeki yaşantısından kurtulup, içinde barındırdığı olağanüstü mirası bütün dünyayla paylaşmak istiyor. Yalıboyu Konakları’nın restorasyonu ve turizme açılması sadece bir başlangıç.
Öyle ya, tarih derseniz 7 bin yıllık bir geçmişe sahip. Doğa derseniz gölü ve ormanı görülmeye değer. Ortasından geçen nehrin kıyısında bir çay içmek bile ömre bedel. Misket elması ve kuru bamyası da cabası...
Çabalar, şehrin ortasından nazlı nazlı akan Yeşilırmak’a bakan Saat Kulesi’ni elden geçirmekle başlar. 1939 yılında yeniden yapılmak üzere yıkılan, ancak bir türlü yapılamayan Saat Kulesi ahşap bir mimari ile inşa edilir. Ardından nehir kıyısındaki zarif konaklara inat, şehri çevreleyen kayalıklardan daha sert, soğuk ve duygusuz bir duruş sergileyen şehir kulübü ahşapla kaplanır. Sıra Yalıboyu Konakları’na gelince önce sahipleri teşvik edilir. Yapamazlar veya yaptıramazlarsa, restore edebilecek kişilere satmaları salık verilir. İstanbul Boğazı’ndaki yalılar gibi, Yalıboyu Konakları da eşsiz bir güzelliğe sahipti, dolayısıyla saklı kalmamalıydı. Temenniler ve teşvikler adresini bulur; yenileme faaliyetleri sonrası tarihi yapı ve konaklar bir bir günlük hayatın parçası olur.
Şehir güzelleşti
Sadece Yalıboyu evlerinin restorasyonu Amasya’nın imajının parlatılması için yeterli olmazdı elbette. Şehir de güzelleştirilmeliydi. İçinden Yeşilırmak’ın geçtiği, dağların kuşattığı bir vadide kendini güvende hisseden Amasya, Ferhat ile Şirin’e nazire yaparcasına, düğüne hazırlanan gelinler gibi allanıp pullanmalı, restore edilip güzelleştirilmeliydi. Nehrin iki yakası yeniden düzenlenir. Gezi ve yürüyüş yolları yapılır. Restoran, çay bahçesi, otel ve pansiyonların geleneksel mimariye uygun olarak yapılandırılması sağlanır. Doğaya saygılı bir kültür turizminin gelişmesidir amaç. Eskiden şehre gelen misafir kalacak bir yer bulamazken, şimdi kaplıca tesislerinden Yalıboyu Konakları’na, şehrin zirvesindeki otellerden zevkle döşenmiş pansiyonlara kadar çeşitli alternatifler bulabiliyor.
Dik vadilerden ovalara
Amasya engebeli bir coğrafyada kurulmuş. Dümdüz ovada ilerlerken birdenbire önünüzde dağlar yükseliveriyor. Dağları aşınca Yeşilırmak boyunca düzlükler başlıyor. Geniş meyve bahçeleri arasında süzülen ırmak, bir anda iki dağın arasına sıkışıveriyor. Demiryolu bile, kayalar içine oyulmuş tünellerle ancak aşabiliyor dar boğazı. Dünyanın başka hiçbir yerinde görmenin mümkün olmadığı doğal güzellikleri barındırıyor.
Amasya, 1075 yılında Türkler tarafından fethedilmiş. O tarihte yapılan bir köprü halen kullanılmakta. ‘Şehzadeler Şehri’ denmesi boşuna değil; genellikle tahtın vârisi olan şehzadeler eğitim için Amasya’ya idareci olarak atanır Osmanlı döneminde. Bu yüzden şehir medreseler, camiler, çeşmeler ve çeşitli eserlerle dolu. Amasya sadece şehzadelere değil, birçok ünlü ilim adamına ve sanatçıya kapılarını açar; Osmanlı hat sanatının büyük ustası Şeyh Hamdullah bunlardan sadece biri.
Tacın gizemli şehri
Amasya’da Türk İslam döneminden bakiye eserler bir yana daha eski tarihlere dayanan kaya mezarlar ve su kanalları başlı başına turistik bir değer. Amasya’ya 1861 yılında uğrayan Fransız gezgin Perrot, şehir için “Anadolu’nun Oxford’u” benzetmesini yapmış. Amasya’ya sadece, İlhanlılar döneminden kalma şimdilerde Amasya Müzesi’nde sergilenen- mumyaları görmek için bile gidilebilir. Kaplıcalar ve yemyeşil ormanlar içindeki Borabay Gölü gezilip görülmeye değecek diğer turizm değerleri.
Restore edilerek konaklama tesisine dönüştürülen ahşap Harşena Otel’de Amasya’nın yöreye has yemekleri ikram ediliyor. Akıl hastalarının dünyada ilk kez müzikle tedavi edildiği Bimarhane’de çayınızı yudumlarken, ‘şanslıysanız’ halk dansları gösterilerini izleyebilirsiniz.
Henüz dokuz aylık evliydi. Komünist Yugoslavya rejimi tarafından içeri alındıktan bir hafta sonra biricik kızı dünyaya geldi. Arkadaşlarıyla birlikte jet hızıyla yargılandı. Suçları, Türk ve Müslüman kimliklerine sahip çıkmaktı. Üç arkadaşıyla birlikte idama mahkum edildi. Üç aylık kızı, eşi, annesi, babası ve kardeşleriyle tel örgü gerisinde son defa görüşmesine izin verildiğinde teller kızını görmeyi engelliyordu. Yakınları ağlıyordu. Ama Nazmi Ömer ölüme giderken bile son derece metanetliydi. Ve ağzından şu tarihi sözler dökülüyordu; “Ağlamayın, sizi Türkiyeli kardeşlerime emanet ediyorum. Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti.”60 yıldır saklı kalan; hapis cezaları, 4 idam ve 200 bin Makedonya Türk’ünün Türkiye’ye göçüyle sonuçlanan hazin bir hikayenin dosyasını açıyoruz. İşgalci Bulgarlar ile baskıcı komünist Tito rejimine karşı mevcudiyetlerini, kimliklerini ve inançlarını korumayı amaçlayan kahraman Türk gençlerinin ve onların kurdukları Yücel Teşkilatı’nın hikayesi bu. Türk basınında ilk defa yayınlanacak bu dosyada, o günleri yaşayan son Yücelciler ile idam edilen dört şehitten birinin eşiyle görüşme de yer alıyor.
Yıl 1937. Herkes, muhtemel bir savaşı ve sonrasında neler olabileceğini konuşuyor. Üsküp’te Şuayb Aziz ve bir grup idealist Türk genci de Makedonya’nın gelişmelerden nasıl etkilenebileceği üzerine fikir alışverişinde bulunuyorlar. Aziz, daha sonra kurulacak Yücel Teşkilatı’nın başına geçecek kişidir. O yıllarda ülkede iki grup vardır; Stalin’in desteklediği Titocular ve İngilizlerin arka çıktığı kraliyet taraftarı Mihaylovistler. Aziz’e göre iki grup arasındaki mücadelede kimin galip geleceği önemsizdi. Çünkü her halükârda Türkler ve Müslümanlar zarar görecekti. İngilizlerle işbirliği yapan Stalin, savaş sonrasında Müslümanları Balkanlar’dan silmeyi tasarlıyordu. İkinci Dünya Savaşı başlamıştı. Almanya ise Balkanlar’ı emniyete almadan Ruslara saldırmak istemiyordu. Şuayb Aziz, bu sebeple Almanların bölgedeki Türk ve Müslüman nüfus ile dost olmaya çabalayacağını ön görüyordu. Nitekim Almanlar 1941’de Makedonya’yı, Yugoslavya’nın ezeli rakiplerinden Bulgaristan’ın denetimine bırakınca, Ruslar, Balkanlar’daki planlarından uzaklaşır gibi olmuşlardı.
Ancak Bulgarlar, Vardar Makedonyası denilen bölgede son derece baskıcı bir yönetim anlayışı ortaya koyuyor ve Türkleri aşağılıyordu. Bu gelişme üzerine zaten ‘Türklerin milli varlıklarını, manevi değerlerini, örf, adet ve geleneklerini korumak ve yaşatmak amacıyla’ kıpırdanışa geçmiş olan Türk gençleri Yücel Teşkilatı’nın çekirdeğini oluşturdular. Bu atmosferde Türkiye’den gizlice getirtilebilen başta Kur’an—ı Kerim olmak üzere, Atatürk’ün Nutuk’u, Mehmet Akif’in Safahat’ı, Ziya Gökalp, Mehmet Emin Yurdakul, Namık Kemal ve Yahya Kemal Beyatlı’nın şiir kitaplarıyla gençler arasında şuur oluşturulmaya gayret edildi. Her geçen gün büyüyen teşkilat 1943’te Türkiye’nin Üsküp Konsolosu Emin Vefa Gerçek ile temasa geçti. 1944’te Tito liderliğindeki komünist Yugoslavya kuruldu. Bundan önceki yönetim Sırp—Hırvat—Sloven Krallığı’ydı. Teşkilat, Türklerin lehine bazı haklar koparma niyetiyle komünist organlara adamlarını yerleştirdi. Sonunda 1945’te Türkiye’nin Belgrad Büyükelçisi Kamil Koperler ile irtibat kuruldu. İlk defa böyle bir teşkilatın varlığından söz edilmekteydi. Tüzük maddelerini ve iki sayfalık önsözü bizzat kaleme alan teşkilat başkanı Şuayb Aziz, oluşuma Yücel adı verildiğini açıklamıştı.
Teşkilat başkanı Şuayb Aziz, Üsküp Ataullah Efendi Medresesi’nde eğitim görmüştü. Fıkıh, kelam ve tasavvuf konularında eğitim aldığı Mısır El Ezher Üniversitesi’ni ikincilikle bitirmişti. Ankara’da üniversite öğretim üyeliği için bağlantı kurmuş ancak 2. Dünya Savaşı’nda sınırların kapanmasıyla Türkiye’ye dönememişti. Üsküp’te üst düzey devlet görevlerini reddederek teşkilat faaliyetleriyle uğraştı. Geçimini çiftçilikle sağlamaktaydı.
Teşkilat yönetim komitesinden Nazmi Ömer, Belgrad Üniversitesi hukuk mezunuydu. Tito rejiminde Üsküp İdare Mahkemesi Genel Sekreterliğini yürüttü. Teşkilat veznedarı Ali Abdurrahman, matbaacılık ve öğretmenlik yapıyor, Birlik gazetesini çıkartıyordu. Adem Ali, teşkilata silah temin etmekle ve bunları saklanmakla ilgilendi. Abdülkerim Sezer ağır ceza hakimiydi. Teşkilat genel sekreteri Şerafeddin Ferid ise Fransızca öğretmeniydi. Zaten teşkilatın yüzde 90’ı öğretmenlerden oluşuyordu.
Yücelciler en çaplı organizasyonu Üsküp ve Köprülü şehirlerinde gerçekleştirdi. Gizlilik ilkesine son derece riayet eden teşkilat üyeleri yeni alfabeyle ilk Türk gazetesi Birlik’i 23 Aralık 1944’te çıkarmaya başladı. Gazete logosunun yanında cami resmi vardı. Daha sonra gazeteyi ele geçiren komünistler cami resmini kaldırdı. Üsküp Radyosu’nda ilk Türkçe yayını Yücelciler yaptı. Aynı zamanda çok sayıda Türk öğretmenin yetiştiği kurslar düzenlendi. Buralarda Türkçe dersleri verildi. Makedonya’nın en iyi öğretmenleri arasındaki üyeler, Türklerin yaşadığı en ücra köylere kadar giderek öğrenciler için Türk alfabeli okuma kitapları hazırladı. Hapis yıllarında bile Üsküp Türk Tiyatrosu’nda sahnelenmek üzere çok sayıda tiyatro eserini Türkçeye çevirdiler.
Bir başka bilgi: Bulgar işgali sırasında Üsküp’teki Türkiye konsolosluğunun güvenliği Yücelci gençlerce sağlandı. Ayrıca bölge hususunda Türkiye’yi ilgilendiren her türlü istihbarat da Şuayb Aziz ve Nazmi Ömer tarafından Belgrad Büyükelçiliği’ne ulaştırıldı. Konsolos ve büyükelçi vasıtasıyla Türkiye, bu teşkilattan haberdar oluyordu. Ancak ne mücadele süreci, ne tutuklamalar, ne de idamlar sırasında Türkiye, teşkilata destek çıkmadı. Yardım talebinde bulunan teşkilat, İnönü yönetiminden, ‘Misak—ı Milli dışındaki Türkler bizi ilgilendirmiyor’ cevabını aldı.
İkinci Dünya Savaşı’nın karışık yıllarında arayış ve mücadele içine giren sadece Türkler değildi. Arnavutlar iki ayrı örgüt kurdu. Balistler, Müslüman; Nasyonal Demokratik Şikiptar adlı örgüt ise milliyetçi—komünist Arnavutlarca organize edildi. Balistler, Sırplara karşı yaklaşık 80 bin kayıp verdi. Bosna’daki Müslümanların haklarını savunmak amacıyla, Aliya İzzetbegoviç’in de en genç üye olarak içinde yer aldığı Genç Müslümanlar teşkilatı faaliyete geçti. Prizren’deki Türkler, Genç Türkler adı altında örgütlendi. Niyetleri farklı örgütler de vardı. VMRO isimli örgütün amacı Makedonya’yı Bulgaristan’a bağlamaktı. Drajistler ise kralcı Sırpların teşkilatıydı. Komünist Tito rejimi, kral yanlısı 400 bin Sırp’ı da tutukladı.
İlk tutuklama ve idamlar
1947’de Tito, Stalin’in de baskısıyla Yugoslavya’daki bütün milliyetçi teşkilatları ortadan kaldırmaya çalıştı. İlk tutuklamalar 1947 Ağustos’unda gerçekleşti. İlk grup tutuklu 16 kişinin duruşması 19 Ocak’ta başladı. Bu süreçte basın aracılığıyla ve hoparlörler kullanılarak Yücelciler aleyhinde kamuoyu oluşturulmakta, Türkler sindirilmeye ve psikolojik baskı altına alınmaya çalışılmaktaydı. Tutuklanan Türklerin avukat tutmalarına izin verilmedi. Yönetimin tayin ettiği avukatlar da hapis korkusuyla savunma yapamıyorlardı. 25 Ocak ’ta mahkeme jet hızıyla kararını verdi. 27 Şubat 1948 tarihinde dört teşkilat üyesi Şuayb Aziz, Adem Ali, Ali Abdurrahman ve Nazmi Ömer kurşuna dizilerek idam edildi. Geriye kalanlar o zamanın idamdan sonraki en büyük cezası olan 20 yıl ile 8 yıl arasında hapis cezalarına çarptırıldı. Mayıs 1948 ve sonrasında da 2. ve 3. grup tutuklama ve sürgün furyası başladı. Bu Yücelciler de 9 yıl ile 1 yıl arasında hapis ve dört ay ile bir ay arasında sürgün cezası aldı. Edinilen bilgilere göre tutuklanarak cezaya çarptırılan Yücelci sayısı 63. Oysa Yücelci sayısı yüzlerle ifade ediliyor. Ancak, sadece ceza alanlar bilinebildiği için net bir rakam verilemiyor.
Serbest göçe izin verilen 1953’ten 1967’ye kadar 200 bin civarında Türk, Anavatan'a göç etti. Göç öncesinde Makedonya’da yaklaşık 300 bin Türk yaşamaktaydı. Son nüfus sayımına göre bu ülkedeki Türk nüfusu yüzde 3,85. Arnavutlar yüzde 25, Makedonlar yüzde 65. Göç sırasında Yücel Teşkilatı üyelerinin tamamına yakını da Türkiye'ye geldi. Birbirleriyle irtibatlarını kesmeyen Yücelciler 1957’den bu yana düzenledikleri mevlit programlarıyla dört şehitlerini anıyorlar.
Türkiye’de Yücel Teşkilatı hakkında araştırma yapan tek kişi Araştırmacı—Yazar H. Yıldırım Ağanoğlu. Rumeli Türkleri Kültür ve Dayanışma Derneği Kültür Müdürlüğü’nü ve arşiv sorumluluğunu yapan Ağanoğlu, annesinin Yücelciler hakkında anlattıklarıyla büyümüş. 1996’da bu teşkilatı araştırmaya başlayan Ağanoğlu, Türkiye’ye göç eden Yücelciler’den Hüseyin Baykal, Refik Özer ve Şerafettin Ferit’in, 1950’den beri faaliyetini sürdüren Rumeli Türkleri Derneği’nde başkanlık yaptığını belirliyor. Hayatta olan Yücel Teşkilatı Merkez Komite üyesi Refik Özer’in araştırmasına destek verdiği Ağanoğlu, 2003 yılında teşkilatla ilgili 32 sayfalık bir kitapçık bastırmış. Bugün teşkilatla ilgili elde bulunan tek kaynak bu. Bir de Mehmet Ardıcı isimli Yücelci’nin 1991 yılında basılan anı kitabı var.
Makedonya Türkleri’nin yaşadığı bu drama, o tarihlerde Türkiye basını da ilgi göstermemiş. Yücelciler’in yargılanması ve idam edilmesiyle ilgili Ağanoğlu’nun bulabildiği tek haber kupürü Trakya Postası isimli mahalli bir gazeteye ait. Gazetenin idamlardan 10 gün sonra yaptığı haberde “Bu haksızlıkları unutmayacağız. Üsküp’te oynanan kanlı dramdan medeniyet utansın” deniliyor.
Ağanoğlu'nun yanı sıra, yaşayan son Yücelciler’den Necati Çetiner, Refik Özer, Kemal Hakimoğlu, Hüseyin Çelik ve 1948’de şehit olan Nazmi Ömer’in eşi Hacer Yücel’le görüştük. Yücelciler’e o günlerde neler yaptıklarını ve Türkiye ile ilişkilerini sorduk. Tarihe ışık tutacak bilgiler ortaya çıktı. Şunu da belirtmekte fayda var. Görüştüğümüz son tanıklar hâlâ o günleri yaşıyormuş gibi heyecanlanıyor, korkarak bilgi veriyor ve çekingen davranıyor.
O günleri anlatırken korkusunu gizleyemeyen teşkilat üyesi Necati Çetiner, Makedonya’yı işgal eden Bulgarlar’ın Türklere çok zalimce davrandıklarını söylüyor. Teşkilatlanan komünistlere karşı neler yapacaklarını konuştuklarını anlatan Çetiner, Yücel Teşkilatı’nın hücreler halinde örgütlendiği bilgisini veriyor. Her hücre kendi üyelerini tanıyor. İrtibatı en üsttekiler sağlıyor. Çetiner, Üsküp konsolosu aracılığıyla Türkiye’ye Almanların mühimmat sevkiyatları hakkında askeri istihbarat verdiklerini ifade ediyor. 1944’te demokratik bir Yugoslavya kurulmasını bekliyorlar ama baskıcı komünist Tito rejimiyle karşı karşıya kalıyorlar. “Türkleri komünizmden korumak için faaliyet içindeydik. Yönetim, Türkleri komünist teşkilatı içine çekmek istedi. Ağızdan kulağa propaganda yaptık. Girmedik. Ne var bu Türklerde, komünizme girmediler dediler” diyen Çetiner, Türkiye destek verseydi idamların durdurulabileceğine ve 200 bin Türk’ün göç etmek zorunda kalmayacağına inanıyor. Çok ağır şartlarda geçen hapis cezası bittikten sonra 32 yaşında Türkiye’ye gelen Çetiner, her şeye sıfırdan başlamış. İki çocuğu ve 4 torunu dünyaya gelen 82 yaşındaki Çetiner eşiyle birlikte yaşıyor.
“Büyükelçiyle aleni görüşme hataydı”
Teşkilatın hayattaki Merkez Komite üyelerinden Refik Özer, Türk medyasının tutuklamalar sırasında bir satır haber yapmamasına sitem ederek, “Oranın gazeteleri manşet yapıyorlardı. Burada ses yok. Olanlardan Türkiye’nin haberinin olmaması mümkün değil. Neden yazılmadığını bilemiyoruz” diyor.
Özer, konsolostan sonra Türkiye Belgrad Büyükelçisi ile temasa geçilmesi hakkında şunları söylüyor: “Teşkilatın başkanı Şuayb Aziz büyükelçi ile görüşüyor. Tüzüğü veriyor. Büyükelçi, Şuayb Aziz’e beraber ortaya çıkalım demiş. Büyük bir hata. Onlar büyükelçilikte iken Şuayb Aziz meydana çıkmayacaktı. Büyükelçi almayacaktı onu. Kuşların bile fotoğrafını çekiyorlardı.”
Özer, Türkiye’ye geldikten sonra en aktif çalışan Yücelciler’den. Gayretleriyle, Üsküp'te şehit düşmüş iki kişinin eşine, Türkiye’de şehit olmuş gibi paye verilmesini ve maaş bağlanmasını sağlamış. Savaş yıllarında Makedonya’da 300 bin Türk yaşadığını, bunların hayat haklarını korumak için mücadele verdiklerini ifade eden Özer, oradayken bir başkasının hayatını tehlikeye atmamak için evlenmemiş. Özer ilk evliliğini 40 yaşında Türkiye’ye göç ettikten sonra yapmış ve dört çocuğu olmuş. Özer, kendileri gibi Arnavutların da yargılandığını ve onlardan iki kişinin idam edildiğini aktarıyor.
“Misak—ı Milli dışındaki Türklerle uğraşmayız”
Bir başka teşkilat üyesi Kemal Hakimoğlu ise Yücel Teşkilatı’nın kendisi gibi genç Türkleri komünist teşkilatlanmadan uzak tutmak için kurulduğunu belirtiyor. Türk gençlerini Komünist Parti’de görev vererek birbirine düşürmek istediklerini, kendisine de bu yolda teklifte bulunduklarını anlatan Hakimoğlu, “Girenlerden haftada bir malumat istiyorlardı. Müslümandım, Türk’tüm. Bu, örfüme ve an'aneme aykırıydı. Büyüklerim de hükümet ve polis teşkilatından uzak durmamı istemişti. Pasif davranış yaptık. Onların komünist teşkilatına girmedik. Yardımcı olmadık. 17, 18 yaşındaydım. Bizim grupta 30, 35 kişi vardık” diye konuşuyor. Türkiye’nin kendilerine destek verip vermediğini sorduğumuz Hakimoğlu’nun cevabı çok ilginç: “Teşkilat tarafından buraya gelenler oldu 1947—48’lerde, idamlardan önce. Dışişleri Bakanlığı’na gitmişler. Demişler ki, bizi izliyorlar, bizim hiçbir gücümüz, kuvvetimiz yok. Hiç olmazsa gelin bir serzenişte bulunun. O zamanki CHP’li yetkililer, ‘Misak—ı Milli dışındaki Türklerle biz uğraşmayız’ demişler.”
Yıllar sonra 1953’te Hakimoğlu’nun dayısının oğlu CHP İstanbul il yönetiminden Sami Funda, Yugoslavya’ya giderek oradaki Türklerin durumuyla ilgili geniş bir araştırma yapar ve rapor hazırlar. Çok iyi Sırpça bilen Funda’nın raporu MİT’te beğenilir. Büyük para teklif edilir ama ‘Bunu ülkem için yaptım diyerek’ reddeder.
Hakimoğlu, Makedonların Bulgarlardan daha milliyetçi bir millet olduğunu da kaydediyor: “Onlarda bir laf vardır: Susa susa. Söylerlerse kulağa asma, bildiğini yap. Hâlâ öyle devam ediyorlar. Gidin Üsküp’e bakın her taraf harabe içinde. Gecekondu muhiti. Onların tarafındaki inşaatlar modern.” Hakimoğlu da Türklerin gayrimüslimlerden daha fazla olduğunun, Türkiye’nin biraz destek çıkması halinde göçün yaşanmayabileceğinin altını çiziyor.
Makedonya’da o sıralar 300 ile 400 bin arasında Türk yaşadığını ifade eden Hüseyin Çelik, Yücel Teşkilatı’nın bütün Türklerce bilindiğini dile getiriyor. Türkiye’nin, bir ara yardım gelecek denilmesine rağmen hiç destek vermediğini söyleyen Çelik; “Ben öyle biliyorum, iki gün kalmıştı. İsmet Paşa iki gün daha bekleyin dedi. Silahlı bir örgüt değildik ama herkesin bir silahı vardı. Hazır olmuştuk. Bir harekat başlatabilirdik. Yukarısı daha iyi bilirdi. Üçer kişiydik. Teşkilatta ben üç kişiyi tanırdım. Öyle giderdi. Sonra yakaladılar hepimizi. Birbirimizi gördük. Türkiye destek verseydi Makedonya bugün o şekilde olmazdı, orada kalırdık. Çünkü köyleri de teşkilatlandırmıştık. Mücadelemiz komünizme karşıydı. Ama hiç destek gelmedi. Silahlı bir hareket olacaktı” diye konuşuyor.
Çelik, şehit mezarlarının nerede olduğunu kimsenin bilmediğini, idam edilen dört kişiden biri olan Nazmi Ömer’i yakalanmadan bir gün önce gördüğünü dün gibi hatırlıyor.
“ŞEHİDİMİN MEZARINI GÖSTERSİNLER YETER”
Şehit Nazmi Ömer’in eşi Hacer Yücel’in anlattıklarını dinleyip de duygulanmamak imkansız. O tarihlerde Hacer Hanım 23 yaşındadır. Babası bir gün artık evlenme çağının geldiğini ve kendisini Nazmi Ömer’in istediğini söyler. 1946’da evlenirler. Eşi tutuklandığında 9 aylık evlidirler. Tutuklamadan bir hafta sonra 28 Ağustos 1947’de kızı dünyaya gelir. Eşini göstermezler. Aradan üç ay geçer. Nazmi Ömer idama mahkum edilmiştir. Son bir defa görüşmeleri için davet ederler. Eşinin annesi, babası, altı kardeşi ve üç aylık kızıyla birlikte hapishaneye giderler. Gerisini Hacer Yücel şöyle anlatıyor: “O, bir taraftaydı. Teller aşırı duruyoruz. İçeri alındıktan sonra sadece o an gördüm. Hepimiz ağlıyoruz. Kızımı göremiyor ki, yüzünü, gözünü. Elinde bir mendil vardı, onu verdi ona. Ağlamayın dedi, ne ağlıyorsunuz öyle. Ben gidiyorum ama sizi arkamdaki (Türkiye’yi kastederek) milyonlarca kız kardeş ve kardeşe emanet ediyorum. Yaşasın Atatürk Türkiyesi, yaşasın Türkiye, dedi. Derken hemen kolundan tutup götürdüler. Bir daha da göremedim. Mezarını da görmedim. Nereye gömüldüğünü bilmiyorum.”
İdamdan sonra Nazmi Ömer’in ailesi tarafından verilen yatağını iade etmişler. Hacer Yücel, yatağı öpüp koklarken içinden bir not çıkmış. Anne, babası ve kardeşlerine hitaben yazılan notta, “Eşim Hacer ve kızım Ayla’ya iyi bakın” diyormuş.
Hacer Yücel, 1957’de Türkiye’ye gelinceye kadar sürekli takip edilmiş. Orada kaldığı süre içinde 1950’de kurdukları Türk tiyatrosunda önemli rollerde oynamış. Bir daha hiç evlenmeyen Yücel, eşinin ailesinden ve kızından ayrılmamış. Bugün iki de torunu var.
Yücel, evlilikleri süresince sormasına rağmen, faaliyetleri hakkında kendisine bir kelime bilgi vermediğini söylüyor. İdamdan sonra babasını da ‘sen bile bile kızını bir Yücelci ile evlendirdin, sen de onlar dansın’ diye tutuklayarak 20 yıla mahkum ediyorlar. Türkiye destek verseydi, idamların olmayacağını ifade eden Yücel, “Ölüme giderken bile yaşasın Türkiye, yaşasın Atatürk Türkiyesi demesini hiç unutamıyorum” diyor.
Refik Özer’in gayretleriyle üç aydan üç aya 300 milyon TL şehit maaşı alan Yücel, Türkiye’den ne bekliyorsunuz sorusunu şöyle cevaplandırıyor: “Türkiye’den bir şey beklemiyorum. Mezarını bana göstersinler yeter. Alsınlar buraya gömsünler yeter. Nereye gömüldükleri belli değil. Kimse de bir şey söylemedi.”
Su Donarken Şaşırır mı?
Nuri Balta/Sızıntı 2003 Ocak
Tabiat kanunları dediğimiz fizik ve kimyada geçerli sebep-netice münasebeti her zaman beklendiği veya tahmin edildiği gibi cereyan etmeyebilir. Birçok kanun istisnasıyla yeknesaklığı ve alışılmışlığı bozar. Kanunları yaratan Sonsuz Kudret Sahibi Zât'ın, koyduğu kanunlarının esiri olmadığını, istediği gibi değişiklikler yaparak gösterir. Bu farklı icraatlar bazen ayrı bir kanun halinde ifade edilebileceği gibi, bazen istisna, bazen de mucize olarak tarif edilebilir.
1969 yılında, Tanzanya'da lise öğrencisi Mpemba'nın başından ilginç bir olay geçti. Okulda öğrenciler, sıcak süt ile şekeri karıştırarak dondurma yapıyordu. Mpemba, bir gün sıcak süt ve şeker karışımını, (aceleci davranarak, soğumasını beklemeden) diğer öğrencilere ait ılımış sütler ile beraber buzluğa koydu. Bir süre sonra dondurmaları buzluktan çıkarma zamanı geldiğinde, Mpemba'yı bir sürpriz bekliyordu. Mpemba, diğerlerinden daha sıcak olarak buzluğa koyduğu sütünün, daha çabuk donduğunu hayretle gördü. Fizik öğretmenine koştu, fakat öğretmeni yanlışlık yapmış olabileceğini, çünkü böyle bir şeyin imkânsız olduğunu söyledi.
Mpemba, öğretmenine inandı. Aynı yıl Tanga ilçesinde dondurma yapıp satan bir arkadaşıyla karşılaştı. Arkadaşı dondurmayı daha çabuk yapmak için sütü sıcak olarak dondurucuya koyduğunu söyledi. Mpemba arkadaşının da aynı hâdiseyi tecrübe ettiğini gördü.
Mpemba lisede Newton kanunlarını ve ısıyla alâkalı bilgileri aldıktan sonra sıcak suyun ılık sudan daha çabuk donmasının sebebini fizik öğretmenine tekrar sordu. Öğretmeni ona yine dikkatsizce bir araştırma yapmış olabileceğini söyledi. Mpemba ısrar edip tartışmaya devam edince öğretmeni: 'Söyleyeceğim şey şu ki; bu Mpemba'nın fiziği ama genel fizik değil.' Bu tartışmadan ve alaycı ifadeden sonra öğretmen ve sınıftaki arkadaşları Mpemba'nın fizik ve matematikteki hatalarına, 'Bu Mpemba fiziği, bu Mpemba matematiği...' diye devamlı alay ettiler. Fakat Mpemba yılmadı ve okuldaki fizik lâboratuarında yaptığı çalışmada yine aynı sonucu buldu.
Bir gün, bir fizik profesörü olan Dr. Osborne, Mpemba'nın lisesini ziyaret etti. Bu Mpemba için iyi bir fırsattı. Sıcak suyun daha çabuk donması meselesini Dr. Osborne'ye de sordu. Profesör, bu duruma hemen bir açıklama getiremeyeceğini, fakat deneyi sonra yapacağını söyledi. Lâboratuarına geldiğinde, Mpemba'nın iddiasını test etmesi için yardımcı teknisyenlerden birine görev verdi. Teknisyen de deney sonucunda sıcak suyun daha çabuk donduğunu gördü. Fakat, 'İstediğimiz sonucu alıncaya kadar deneyi tekrarlayacağız.' dedi. Tekrar yapılan deneyler de aynı sonucu verdi. Bu süreçte Mpemba ve Profesör Osborne olaydan iyice emin oldular ve 1969 yılında çalışmalarının raporunu yazıp yayımladılar.
Bugün hâlâ bu olay, sebebi açıklanamamış bir hâdise olarak bilim dünyasını şaşırtmaya devam etmektedir.
İçinde eşit miktarda su bulunan benzer iki kap alıyoruz. Aralarındaki tek fark, bir tanesindeki suyun sıcaklığının diğerinden fazla olması. Şimdi iki kabı da eşit şartlarda soğumaya bırakıyoruz (Soğuk bir kış gününde dışarıya ya da evimizdeki buzluğa koyuyoruz.) . Deneyimiz sıcak suyun daha çabuk donmasıyla sonuçlanıyor.
Mpemba vakası imkânsız gibi görünüyor. Şöyleki: Ilık suyun 30 0C olduğunu ve 10 dakikada donduğunu farz edelim. Sıcak su ise 90 0C'de olsun. Başlangıçta sıcak olan su 30 0C'ye gelinceye kadar biraz vakit kaybedecek, dolayısıyla donuncaya kadar 10 dakikadan fazla zaman geçecek. Başlangıçta sıcak olan su, ılık suyun geçirdiği safhaların aynısını yaşayacak, ilâve olarak, ılık suyun ilk durumuna gelinceye kadar biraz vakit kaybedecek ve daha uzun sürede donacak. Bu ispat, mantıklı gözüküyorsa da hatalıdır.
Bu ispatın yanlış tarafı, her iki suyun donma süreçlerini karşılaştırırken; sadece ortalama sıcaklığı temel almasıdır. Her iki suyun da ortalama sıcaklık değişimlerinin yanında, diğer faktörler de göz önüne alınınca; sıcak su, ılık suyun başlangıçtaki sıcaklığına geldiğinde, ılık suyun başlangıçta sahip olduğu durumlardan farklı durumlara sahip olacaktır. Çünkü sıcak su 90 0C'den 30 0C'ye gelinceye kadar buharlaşmadan dolayı daha az kütlesi olacak, içinde daha az çözünmüş halde gaz bulunacak, çözünmüş gazların azlığı suyun aşırı soğumasına sebep olacak, suda sıcaklık farklılığından dolayı akımlar olacak ve kendi etrafındaki havanın şartlarını değiştirecektir. Bu beş değişiklik önemlidir ve aşağıda tek tek izah edilecektir. Dolayısıyla yukarıdaki ispat doğru değildir. Mpemba hâdisesi birçok bilim adamı tarafından kontrollü olarak denenmiş ve ispatlanmıştır.
Yukarıdaki açıklamalara rağmen, Mpemba vakasının sebebi halen tam bilinmiyor. Mümkün olabilecek bir çok açıklama yapılmıştır. Fakat şimdiye kadar bu hâdisede en önemli rolü oynayan sebep bulunamamıştır.
Atomu parçalayan modern çağın bilim adamları, bu hâdisenin sebebini bulamıyorlar. Çünkü, sebebi bulmayı zorlaştıran çeşitli faktörler var; kabın şekli ve boyutları, dondurucunun şekli ve boyutları, sudaki çözülmüş halde bulunan gazlar ve diğer erimiş mineraller, dondurulma vaktinin belirlenme şekli bunların başlıcalarıdır.
Mpemba hâdisesinin gerçekleşmesi hususunda bilim adamları arasında ihtilaf yok, fakat olayın gerçekleşme şartları şekli hususunda fikir ayrılıkları vardır. Çok değişik deneyler ve şartlar altında yapılmıştır. Yukarıda bu mekânizmanın sebebi olabilecek faktörleri saymıştık. Aşağıda bu faktörler tek tek incelenecektir. Görünen şu ki; Mpemba hâdisesinin mekanizmasını her türlü başlangıç şartları karşısında açıklayan bir sebep bulunamamıştır. Çünkü başlangıç şartları değiştikçe olayda rol oynayan sebepler de değişmektedir.
Mpemba hâdisesi bütün başlangıçtaki şartları için geçerli değildir. Meselâ, bir kaptaki suyun sıcaklığı 99,9 0C, diğerininki 0,01 0C olsa, elbette ki düşük sıcaklıktaki erken donar. Bunun gibi Mpemba vakası bazı başlangıç sıcaklıkları, kapların şekilleri ve soğutma durumları için gerçekleşmez.
Buharlaşma: Başlangıçta sıcak olan su, başlangıçta ılık olan suyun sıcaklığına geldiğinde buharlaşmadan dolayı fark edilebilir derecede kütle kaybına uğruyor. Azalan kütle suyun çabuk soğumasını ve donmasını sağlayacaktır. Böylece başlangıçta sıcak olan çabuk donacak fakat diğerine göre daha az kütleye sahip buz olacaktır.
Eğer suyun sıcaklığını tamamen buharlaşma yoluyla kaybettiğini farz etsek, teorik hesaplamalar, Mpemba hâdisesinin sebebinin buharlaşma olduğunu gösteriyor. Fakat bu, hâdisede rol oynayan tek mekânizma değildir. Çünkü kütle kaybının olmadığı kapalı kaplarda (buharlaşan su tekrar soğur ve kaba geri su olarak döner) Mpemba hâdisesi yine gerçekleşiyor. Ayrıca birçok bilim adamı yaptıkları çalışmalarda bu olayda buharlaşmanın tek başına rol oynamadığını ispatlamıştır.
Çözülmüş Gazlar: Sıcak suda ılık suya göre daha az çözülmüş halde gaz vardır. Çünkü su ısındıkça içindeki çözülmüş gazlar sudan dışarı çıkar. Böylece başlangıçta sıcak olan suda ılık suya göre daha az çözülmüş halde gaz vardır. Bilim adamları arasındaki görüşe göre çözülmüş gazların azlığı suyun özelliklerini değiştiriyor; ısının iletim yoluyla yayılmasını kolaylaştırması (böylece çabuk soğumasını sağlar) , birim kütledeki suyu dondurmak için gerekli olan ısı miktarını düşürmesi, suyun kaynama noktasını değiştirmesi gibi. Bu açıklamayı destekleyen deneyler yapılmıştır, fakat açıklamayı destekleyebilecek teorik hesaplamalar yoktur.
Aşırı Soğuma: Su, her zaman, deniz seviyesinde 0 0C de donmaz. Suyun 0 0C'nin altında, meselâ -5 0C, -10 0C'de donmasına aşırı soğuma diyoruz.
Suyun donmaya başlaması için buz kristallerinin çekirdeklerinin teşkili gerekmektedir. Çekirdeklenmenin başlaması için de suda çözünmüş gazlar, toz parçaları ya da kabın pürüzlü yüzeyleri gibi faktörlerin olması gerekir. Suda bu tür kristalleşmeyi başlatacak faktörler yoksa, su -20 0C'lere kadar donmadan aşırı soğuyabilir. Başlangıçta sıcak olan suyun içinde ılık suya göre daha az halde çözünmüş gaz olur. Bu durumda başlangıçta sıcak olan su, aşırı soğumaya uğrar. Bu durumu şöyle açıklayabiliriz: Başlangıçta ılık olan su, -2 0C'de donmaya başlarsa, başlangıçta sıcak olan su -8 0C gibi bir sıcaklıkta donmaya başlar.
Daha erken donmaya başlayan suyun yüzeyinde oluşan buz tabakası, dış ortam ile su arasında bir yalıtım oluşturup, suyun sıcaklığını kaybetmesini bir miktar önler ve geç donmasını sağlar. Başlangıçta sıcak olan su, daha geç donmaya başlar ve o ana kadar dışarı ile daha fazla ısı alış-verişi gerçekleştirerek daha çabuk soğur ve donar.
İletim: Su soğudukça kendi içinde ısı iletim akımları (suyun hareket etmesi) ve düzgün olmayan sıcaklık dağılımları oluşur. Yoğunluk, yükselen sıcaklıkla azalır ve yoğunluğu az fakat sıcaklığı fazla olan su yukarı çıkar, böylece suyun üst kısmı alt kısmından daha sıcak olur. Su ısısını genelde yüzeyden kaybediyorsa, üst tarafı daha sıcak olan su, her taraf aynı sıcaklıkta olan suya göre ısısını daha çabuk kaybeder. Başlangıçta sıcak olan suyun ortalama sıcaklığı, başlangıçta ılık olan suyun sıcaklığına geldiğinde, üst kısmı daha sıcak olan bir su olarak gelir. Dolayısıyla daha büyük bir soğuma hızına sahip olacaktır. Yapılan deneylerde sıcaklık farkından dolayı suyun içinde akımın olduğu kesin fakat, Mpemba hâdisesinin sebebinin iletim olduğu ispatlanamamıştır.
Çevre: Son bir sebep olarak Mpemba hâdisesi, suyun kendisinden ziyade çevresine olan tesirine bağlanıyor. Başlangıçta sıcak olan su kendi çevresini herhangi bir şekilde değiştirip soğumaya tesir edebilir. Mesela kap, sıcaklığı iyi iletmeyen donmuş haldeki bir yüzeye bırakılsa, sıcak su yüzeyi eritip daha iyi bir soğuma ortamı oluşturabilir. Fakat bu genel bir açıklama değildir, çünkü deneylerin çoğu donmuş bir yüzeye temas eden kaplarda yapılmamıştır.
Kısaca, sıcak su hemen hemen bütün durumlarda ılık sudan daha çabuk donuyor. Bu imkânsız değildir, çünkü birçok deneyle ispatlanmıştır. Açıklama olabilecek birçok sebep bulunmuşsa da, üzerinde anlaşılan bir sebep bulunamamıştır. Çok değişik mekanizmalar ön görülmüşse de, deneyle tasdiklenmiş olarak kesin bir sebep bulunamamıştır.
Sıcak suyun soğuk sudan daha çabuk donduğu asırlar öncesinden bilinen bir hâdiseydi. Bu hâdise, Mpemba tarafından bilim dünyasının gündemine tekrar getirilmeden önce Aristoteles, Bacon, Descartes ve başkaları tarafından biliniyordu. Avrupa'da en son Mpemba'dan 500 yıl önce tartışılmış ve modern düşüncelere ters geldiği için üzerinde durulmamış, bilim adamları arasında halka ait bir inanış olarak algılanmış.
Mpemba'nın 1969 yılında Tanzanya'da bir lise öğrencisi iken bu hâdiseyi fark etmesi ve üzerinde ısrarla durması, bilim adamlarının ve öğretmenlerin, bilim dışındaki şahısların düşünceleri ve buluşları hakkında önyargılı davrandığına dair dramatik bir misaldir. Kim bilir şimdiye kadar peşin hükümlü öğretmen ve bilim adamları tarafından kaç tane Einstein olabilecek öğrencinin önü bu yaklaşımlardan tıkanmıştır?
Mpemba hâdisesinin sebebi ile ilgili daha sonra yapılan çalışmaların tamamı açık bir sonuca ulaşmadı ve açıklamasız kaldı. Sebep olabilecek değişik faktörler defalarca incelendi. Bu konu popüler 'New Scientist' dergisinde birkaç defa yazıldı. Daha sonra ortaya çıktı ki, bu olay, aslında birçok kişi tarafından biliniyormuş. Fakat hiç kimse bu olayın mantıkî ve ilmî sebebini açıklayamıyor.
Kâinatta gözlemlenen, gelenekselleşmiş anlayışlarla uyuşmayan veya halihazırdaki ilmî düşüncelere ters düşen hâdiseler, ilk bakışta ne kadar basit ve önemsiz görünse de bilimde ve kâinat anlayışımızda köklü değişimler meydana getirme potansiyeline sahiptir. Bilim tarihi 'anormalin' (sıradışı, aykırı) olarak algılanmış bu tür fenomenlerle gelişen pek çok devrime sahne olmuştur. Galile'nin teleskopla Ay'ın yüzeyindeki çıkıntıları fark edip orada da dünyadaki gibi dağlar olabileceğini ortaya çıkarması, o zamana kadar kabul edilegelen yıldızların ve gök cisimlerinin mükemmel küre şeklinde ilâhî varlıklar olarak düşünülmesini, dolayısıyla da Ay altı âlemde (yeryüzünde) geçerli fizik kanunlarının bütün kâinatta geçerli olamayacağı fikrini ciddi biçimde sarsmış ve modern astronomi ve fiziğin gelişmesine zemin hazırlamıştır. Planck tarafından incelenen, karacisim ışıması şeklinde, ayrıntı gibi kabul edilebilecek bir fenomen de bütün klâsik fiziği kökünden değiştiren kuantum fiziğinin keşfine vesile olmuştur. Kâinat kitabındaki her hâdiseyi küçük-büyük, sıradan-enteresan demeden, dikkatle okumak ve arkasında yatan sebepleri anlamaya çalışmak, kâinatın işleyişindeki küllî kanunları daha doğru anlamak için en temel bir ön şarttır. Derinlemesine tetkik edildiği taktirde basit gördüğümüz hâdiselerin arkasındaki muazzam kompleks sistemin farkına varabiliriz. Bu muhteşem sistemi dilediği gibi evirip çeviren ve bakmasını bilenlerde hayret ve takdir hissi uyaran Kudreti Sonsuz'un sınırsız ilmine saygı duymayı öğrenebiliriz.
kara kitap
19.04.2004 - 20:55orhan pamuk..okduğum ilk kitabıydı; eh doğruyu söylemek gerekirse okduğum tek kitabı; çünkü beğenmedim; ama birkaç kişiden işittiğime göre 'benim adım kırmızı' baya bir güzelmiş..
tavşan
19.04.2004 - 20:51dişleri için ağzı küçük olan hayvan; ya da ağzı için dişleri büyük olan hayvan...
şimdi ne yaptım; bir kusur? nasıl yaptım bu kusuru? çünkü tavşanı kendi anotomime göre değerlendirdim; şimdi burdan çıkacak sonuç nedir? her insan içinde bulunduğu şartlara göre değerlendirilmelidir; böylece benim yaptığım hatadan uzak durulmuş olur
Antiparantez
10.04.2004 - 14:28evet her seyi üniversite öğrencileri tarafından hazırlanmış, ellerinden geldiklerince, gonullerinin yettigince hazirlanmiş bir dergi..
inşallah daha iyi olacak
dumur
02.04.2004 - 16:04dumura uğramak;
ilkokuldaki türkçe derslerindeki gibi bir de cümle içinde kullanim:
-Abi gördün mü bana yaptığını, resmen dumura uğradım
zaman gazetesi
25.03.2004 - 18:14Kesip biçtiğim gazete
zaman gazetesi
25.03.2004 - 18:13Gazeteyi dolu dolu hissettiğim günler pazar ve pazartesi günleri
...
Turkuaz ekinde
Mustafa Armağan'ın tarih yazıları
Elif Şafak'ın yazıları
Ali Ural'ın gazete küpürlerinden yola çıkılmış dehşetengiz yazıları
Ali Çolak'ın şairlerle alakalı güzel yazıları
...
zaman gazetesi
25.03.2004 - 18:06Kırmızıdan maviye gecen gazete ve bunu semeresini gören..
Kendini yenilemeye, geliştirmeye çöalışan bir gazete...
elif şafak
23.03.2004 - 15:19Mahrem'den:
'Yani baktin ki baskalari seni hirpalamak uzere, kendi kendini hirpalamalisin kalkan niyetine'
...
'Hem gozden irak kalabilseydi eger, bu kadar cirkin olmazdi'
...
zarf:... mektubu mektup yapan bu kapalilik, bu gozden iraklikti. Intihar ettigi gun agzi acik bir zarf birakti geride. İcine gozunu koydo.'Gozu acik gitmis' diye agladi sevenleri. Huzur icinde yatsin diye zarfini sup yalayip kapadilar'
...
'Oysa oteki ogretmenlerden daha iyi degildim. sadece cok cok daha sismandim. Gorunusum ana babalara guven veriyordu. Ben baslarinda oldugum surece, cocuklarin yere dusup yaralanmasindan, birbirlerini hirpaamasindan, kesici aletlerle oynamasindan daha az endise ediyorlardi. İci cilekli puding kivaminda ve tadinda ruyalarla yumasitiyordum. Ben varken, maket bicaklari daha az kesici, masalarin kenarlari daha az sivri, itip kakismalar daha az sert, hatta bahcedeki kaydirak bile daha az kaygandi. Ben ortaliktayken cocuklar guven icindeydi. Belli ki bu is icinbicilmis kaftandim.'
...
ay tutulmasi:... hazir kimse gormuyorken pudrasini tazeler.
...
baykus: ugursuz kusmus baykus; gece gordugu, geceyi gordugu icin.
...
'Sadece... umursamiyordu; hicbir seyi umursamiyordu. Artik her seyi yapabilecegini hissediyordu. Madem ki her seyi yapabilirdi, en iyisi hicbir sey yapmamakti'. dosto bundan yeraltindan notlarinda bahseder; ben de cok hissetmisimdir bu duyguyu
...
' Parcalanmis yahut hic kurulmamis yuvalarla tazelenebilirdi tas evler; ahsap olanlar, dalli budakli aile agaclarinin kokerinden alirdi hayat suyunu. Bu sebepten, ici bosaltilan tas evler gene oyle vakur kalabilirler, terk edilen ahsap evler ise bir daha iflah olmuyordu.'
...
'...erkek kismi ne zaman igreti hayallerden kurrtulmak istese, uykunun nizamina siginirdi.'
...
' Sirf yalniz kalmaktan korktuklari icin tukenmisliklerini surduren, orumcek baglamis sevdalarina taze isimli cocuklar doguranlar var ya, iste onlar hafizasi en kuvvetli olanlardir'
...
' kimlik:... Ben biz'e karismis sessizce. Bir daha onu goren olmamis.'
...
'elmas bir gozdor yurek. ve cizilmeyegorsun bir kere, artik sedefsi bir yirtikla bakacaktir cumle aleme'
...
'Mide bir masal diyaridir. Hudut boylarini cikolatadan muhafizlar bekler. Muhafizlari yiyince, hicbir engel kalmaz rejimi bozanin onunde. ucsuz bucaksiz ve yasaksiz bir alemin kapilari aciliverir hududu gecince. Mide bir masal diyardir. Ve o masal diyari boyunca insan ile hayvan, zarif ile kaba, guzelile cirki, uygar ile vahsi, cekici ile igrenc arasindaki mesafe topu topu bir lokmaciktir.O da cabucak ham yapilir.'
...
'sevgililik boyle birsey iste. mahremiyet kaybi.'
...
'Isin tuhaf taraf yani su ki, benim kadar sismansaniz eger, insanalr sizi hic gormezler. Bakar ve seyrederler, birbirlerine gosterir ve aralarinda konusurlar. Seyirlik bir malzemeyimdir onlarin nezninde. Bakislarinin beni rahatsiz edebilecegini akillarindan bile gecirmezler. Surekli seyrederler. Ama gormezler. Cusseme bakmaktan firsat bulup da gozlerimi gormezler. İcimi gormezler.'
...
'Gorenle gorulenin arasina araci iyi gelir bazen' dedi. 'Isin ilginc yani ne biliyor musun, Tanrinin da ayni seyi yaptigina inaniyoruz. O devamli goruyor, biz de devamli goruyoruz degil mi? Ve Tanri gordukleriyle arasina aracilar koyuyor. Peygamberler mesela ya da melekler... Azrail mesela ya da Cebrail...Bizlerse hem gorulmekten korkuyoruz, hem de goremediklerimizden. Gorunur olsun diye, alamet bekliyoruz. Mucizeleri de bu yuzden bu kadar onemsiyoruz. Mucize gormek istiyoruz. Aslinda, bazen kendi kendime dusunuyorum da, sanki tum varligimizi ve tabii yoklugumuzu da, gormek ve gorulmek uzerine kurmusuz.'...'Biliyor musun, belki de en derin yaralarimizi gozlerden aliyoruz.'
...
'Oysa ask dedikleri solup kurumaya mahkumdur, bir sebebi oldugundan itibaren'
...
'yay: Olum mahkumlarini olduren kilici topraga gomerlermis bir muddet. Gorduklerini unutsun diye. Ayni isi yapan yay ise muhakkak kirilirmis. Gorduklerini unutmayi basaramadigi icin en iyisi onu kirmakmis'
çanakkale şehitleri
17.03.2004 - 14:18Düşmanları bile takdir etmişti
Çanakkale destanımızdan bir demet hatıra sunmak için “ÇANAKKALE Kalbe Gömülü Değerler” isimli kitaptan bir–iki hâtıra nakletmek istiyorum... Yazar H. Hüseyin Maltepe, Kanlısırt mevkiinde siperlerin orta taraflarında yaralı düşen bir Anzak subayını kucağına alarak kendi arkadaşlarına teslim eden bir kahramanımızı anlatıyor. Bu sahne aynı şekilde anıt hâline getirilmiştir. Bu anıtın resmi kitaba da alınmıştır...
Bir İngiliz subayı, iki siper arasında yaralı düşer. Arkadaşlarına “Beni kurtarın! ” diye acı acı feryat eder. Fakat arkadaşlarından hiçbirisi siperinden kafasını çıkarmaya cesaret edemezler... Bir müddet sonra onun acı acı inlemesine dayanamayan merhametli insanımız, silahının ucunda dalgalandırdığı beyaz bir mendille yavaşça siperinden çıkar ve yaralıya doğru ilerler. Diğerleri şaşkın; “Bu Türk askeri ne yapmak istiyor? ” derler. Türk neferi yaralıya usulca sokulur, onu kucağına alır ve arkadaşlarının bulunduğu siperin önüne gelir ve taşıdığı yaralı subayı incitmeden bırakır. İşte, o anda bu olayı çok yakından izleyen Teğmen Casey, vatanına döndükten sonra Avustralya genel valisi olunca, o zamana kadar Türkler hakkında edindiği bilgilerin yanlış olduğunu çok iyi bildiği için, Türkler aleyhinde yazılı bütün yanlışların düzeltilmesine vesile olur.
Yıllar sonra Genel Vali Casey, Çanakkale’ye gelmiş ve şunları söylemiştir: “25 Nisan 1915 günü Conkbayırı’nda Türkler ve Birleşik Kuvvetler arasında korkunç siper savaşları oluyordu. Siperler arasında 8 veya 10 metre mesafe var. Süngü hücumundan sonra savaşa ara verildi. Askerler siperlerine çekildi. İki siper arasında açıkta ağır yaralı ve bir bacağı kopmak üzere olan İngiliz yüzbaşısı avazı çıktığı kadar bağırıyor, ağlıyor ve ‘Kurtarın beni! ’ diye yalvarıyordu. Ancak hiçbir siperden kimse çıkıp yardım edemiyordu. Çünkü en küçük bir kıpırdamada yüzlerce kurşun yağıyordu... Bu sırada akıl almaz bir şey oldu. Türk siperlerinden beyaz bir mendil sallandı. Arkasından aslan yapılı bir Türk neferi siperden çıktı. Hepimiz donakaldık. Kimse nefes almıyor ona bakıyordu... Asker, yaralı İngiliz subayını okşar gibi yerden kucakladı. Kolunu omzuna attı ve bizim siperlere doğru yürümeye başladı. Yaralıyı usulca yere bırakıp, geldiği gibi kendi siperlerine döndü. Teşekkür bile edemedik. Savaş alanlarında günlerce, bu kahraman Türk askerinin cesareti, güzelliği ve insan sevgisi konuşuldu... Biz Çanakkale Yarımadası’ndan Türklerle savaşarak ve binlerce insanımızı kaybederek, kahraman Türk milletine ve onun eşsiz vatan sevgisine duyduğumuz büyük takdir ve hayranlıkla ayrıldık.”
Şiddetli taarruzlar sırasında 15. Alay 9. Bölük’ten Kütahyalı Mustafa Çavuş, gece baskınlarının birisinde yaralanıp bayılmıştı. Arkadaşları onu öldü biliyorlardı. Kendine gelince bir yere gizlendi. Yarası ağırdı. İki gün yerinden kıpırdayamadı. Üçüncü gün matarasındaki suyu da bitmişti. Kanı dinmişti; ama çok bitkindi. Son anlarının geldiğini düşünüyordu. Dudakları kurumuş ve çatlamış ve sonra da bayılmıştı. Bu sırada dudaklarına değen su ile kendine geldi. Bir de baktı bir Anzak askeri kendisine su içiriyordu. Bir müddet sonra o kayboldu. Ertesi gün Mustafa’yı bizimkiler bulup götürdüler ve Kocadere köyünde sargı yerine getirip tedavi ettiler. Mustafa iyileşip arkadaşlarının yanına döndü. Ama o Anzak askerini hiç aklından çıkarmıyordu. Yine bir gün süngü hücumu başladı. Bir Anzak askerinin yaralı düştüğünü gördü. Bu kendisine su verip hayata dönmesine vesile olan askerdi. Herkes siperlerine çekildi; fakat o yaralı asker hâlâ iki siper ortasında yatıyordu. Sıcak bir gün ve gece üstünden geçmesine rağmen o ortadaydı ve kıpırdanıyordu. Mustafa Çavuş daha fazla dayanamadı. Arkadaşlarına “Beni koruyun” diyerek okun yaydan fırladığı gibi siperinden çıktı o yaralıya doğru koştu. Çevik bir hareketle onu kucaklayıp arkadaşlarının bulunduğu siperin önüne koydu. Aynı hızla gerisin geriye siperine doğru koştu. Fakat onun maksadını tam anlayamayan Anzak askerlerinin kurşunlarına hedef oldu. Onun için Mustafa Çavuş şehit oldu. Kahraman Çavuş, inancının verdiği şefkat ve merhametten dolayı içtiği suyun bedelini canıyla ve şereflice ödemişti...
Sırlarla dolu Çanakkale Zaferi’mizi her sene daha derin bir heyecanla kutlamanın yanında yeni nesillere bu destan bütün yönleriyle anlatılmalı, getirilip gezdirilmelidir. Alınacak ibretler yanında, bu lâhûti güzellikten şehitlerimizin bizleri saran ruhaniyetlerinden de istifade etmiş oluruz. Hem unutmayalım, ağaç kökü ile gürler... Bizde böyle muhteşem bir kök var elhamdülillah... Fakat bu hazinenin farkında olmamız lâzımdır...
15.03.2004 /Zaman/Abdullah Aymaz
hacı kemâl erimez
17.03.2004 - 14:16Ben o büyük insanı ağlarken tanıdım
“Onunla tanışmamız bir ağlama sahnesinde gerçekleşmişti. Yani ben onu ağlarken buldum ve tanıştım.
Sokakta, bir kenara çekilip ağlayan beyefendi bir insanla karşılaşmış ve ilgilenmiştim. Bu koca adam ne diye böyle sarsıla sarsıla ağlayıp gözyaşı döküyordu; dikkatimi çekmişti. Yanına yaklaştım, derdine ortak olmak istedim. Ama o kendi halinde kalmak istiyordu. Yakınımızda işyerim vardı, davet ettim, gelmek istemiyordu. ‘Gel bir çay içelim. Sana bir şey sormayacağım. Seni bu halde bırakıp gidemem, ne olur beni kırma.’ diye yalvardım, yakardım ve sonunda ikna ettim. Odama geçip oturduk. Bir müddet sessiz kaldıktan sonra yavaş yavaş açılmaya başladı. ‘Bir eğitim projemiz vardı. Durumları çok iyi olan bir iş sahibinden büyük bir destek sözü almıştım. Her şey tamamdı; ama şimdi onlar bunu yerine getiremiyorlar. Her şey altüst oldu. Ben şimdi ne yapacağım? ’ diyordu. Biraz daha deşince meseleyi kavradım ve güzel insanın daha fazla üzülmemesi için o yükün altına girdim. O zaman sevincini görecektiniz! ..”
Kimden bahsedildiğini elbette tahmin etmişsinizdir. Hacı Kemal Erimez’den elbette. Anlatan, isminin mahfuz kalmasını ısrarla rica ettiği için ondan bahsetmeyeceğim. Cenab-ı Hak her ikisinden de ebediyyen râzı olsun. Gözyaşlarında her ne hikmetse çok büyük sırlar var. Elbette özü ağlamayanın, gözü ağlamaz. Zaten münafığın gözyaşları ağlama sayılmaz.
O da “yağmur gözlü” mürşidi gibi gözyaşları ile bazı gecelerde inler dururdu. Onunla yakınlık kuranlar, beraber yolculuğa çıkanlar çoğu kere hıçkırıklı ağlayışlara şâhit olmuşlardır. Bunlar hep bir derdin emareleriydi. Onun yakınları pek çok geceler karanlığın onun inleyişleriyle yırtıldığını, uykuların delindiğini görmüşlerdi. Ama gündüzlerin de ona göre aydınlık ve mütebessim geçtiğini de fark etmişlerdir.
Bir gün yaşı kendinden küçük bir dert arkadaşına, “Gel seninle birisine gidelim. Çok sehavetli birisi... Meseleleri anlarsa, kendini adayabilir.” der. Sonra beraber giderler. Bir tatil günü evine varırlar. Bakarlar ki, denize nâzır bahçeli evinde uzanmış İmam-ı Gazali Hazretleri’nin “Âbidler Yolu” kitabını okumaktadır. Derhal Hacı Kemal Bey yüksek sesle “Yat hacı, yat... Milletin çocuğu ne idüğü belirsiz yerlerde mahvolsun, sen yat bakalım! ” diyerek bağırmaya başlar. Arkadaşı telaştadır: “Bu zat şimdi bizi kovar! Birazdan bizi kapı önüne bırakır! ” diye endişelenir; fakat ona hiçbir şey söyleyemez. Ama ev sahibi gayet mülayemet ve samimiyetle “Gel hele hacım... Siz bizi nereye çağırdınız da gelmedik. Şöyle bir buyur bakalım.” diyerek karşılar. Oradan ayrılıp giderlerken dertdaşı ona “Ya Hacı Kemal ağabey sen ne yaptın orada öyle? ” diye sorar. O da “Ne yapmışım ben? ” der. Arkadaşı “Nasıl bağırıyordun! .. Az daha ev sahibi bizi kovacak diye ödüm patladı! ” deyince “Hiç merak etme, o bizi kovamaz. Çünkü ben on beş gecedir teheccütlerde onun için dua ediyorum... Ama gidelim bir başkasına aynı şeyi yapalım, o kovabilir! ” der.
İşte böyle bir dua ve yalvarışla, o daha geceden problemlerini hallediyor, gündüzleri de onların meyvelerini toplamaya gidiyordu. Bir kolejde çok emeği vardı. Oraya gelen sanki derhal müthiş bir câzibeye kapılıyor ve memleketinde de öyle bir ilim-irfan yuvası kurmaya başlıyordu. İşte bunun için bu kolej hakkında şunları söylemişti: “Ne var bu binada? ! . Bundan daha güzel binalar var... Ama niye insanlara bu bina çok çarpıcı ve câzip geliyor öyleyse? Sırrını söyleyeyim mi? Şu mermerlerin, şu merdivenlerin hepsinde de gözyaşı vardır... Şimdi anladınız mı meseleyi? ..”
Her şeyi Allah’tan bekleme, O’na yalvarıp, O’na sızlanma, her şeyi O’ndan bilme esastır. O’nun rızası için yapma, O’nun gücüne dayanarak hareket etme, ayrılınmaması gereken doğru yoldur... İşte bütün mesele burada... Gerisi boş lâf... Hem de neticesiz gayretlerdir...
14.03.2004 /Zaman/Abdulllah Aymaz
eminem
17.03.2004 - 14:13oy oy eminem nedir bu güzellikler nedir bu güzellikler
parmağında yüzükler
kolunda bilezikler
oy sana dolanayım
oy oy eminem
...
bir bardak çay
17.03.2004 - 12:43az :)))
ama bu siralar eski aşklarimdan kahveye dondum, kısa bir flort olcak tahminim; ebedi askim cayi birazcik ihmal ediyorum...
bir bardak cay yetmez; daha yok mu; bir de harbiden caysa ben affetmem onu
Amasya
17.03.2004 - 11:23Anadolu'nun Oxford'u
Ali İhsan Gülcü /Aksiyon/sayi: 460
Osmanlı döneminde “Şehzadeler Şehri” olarak bilinen Amasya’ya 1861 yılında uğrayan Fransız gezgin Perrot, şehir için Anadolu’nun Oxford’u benzetmesini yapmış. Orta Anadolu’da... Karadeniz’e yakın ama Karadenizli değil. Havayoluyla ulaşımı komşu il Samsun’dan yapılıyor. Asırlar boyu hep gözde olmuş, pohpohlanmış, kartal yuvası konumunu şehzadelerle taçlandırmış bir şehir Amasya.
Anadolu’nun bağrında bir medeniyet merkezi... Ancak, iki asırdır adı sanı anılmıyor. İşte bu unutulmuşluğu kırmak; halim selim, kendi halindeki yaşantısından kurtulup, içinde barındırdığı olağanüstü mirası bütün dünyayla paylaşmak istiyor. Yalıboyu Konakları’nın restorasyonu ve turizme açılması sadece bir başlangıç.
Öyle ya, tarih derseniz 7 bin yıllık bir geçmişe sahip. Doğa derseniz gölü ve ormanı görülmeye değer. Ortasından geçen nehrin kıyısında bir çay içmek bile ömre bedel. Misket elması ve kuru bamyası da cabası...
Amasya
17.03.2004 - 11:22Çabalar, şehrin ortasından nazlı nazlı akan Yeşilırmak’a bakan Saat Kulesi’ni elden geçirmekle başlar. 1939 yılında yeniden yapılmak üzere yıkılan, ancak bir türlü yapılamayan Saat Kulesi ahşap bir mimari ile inşa edilir. Ardından nehir kıyısındaki zarif konaklara inat, şehri çevreleyen kayalıklardan daha sert, soğuk ve duygusuz bir duruş sergileyen şehir kulübü ahşapla kaplanır. Sıra Yalıboyu Konakları’na gelince önce sahipleri teşvik edilir. Yapamazlar veya yaptıramazlarsa, restore edebilecek kişilere satmaları salık verilir. İstanbul Boğazı’ndaki yalılar gibi, Yalıboyu Konakları da eşsiz bir güzelliğe sahipti, dolayısıyla saklı kalmamalıydı. Temenniler ve teşvikler adresini bulur; yenileme faaliyetleri sonrası tarihi yapı ve konaklar bir bir günlük hayatın parçası olur.
Şehir güzelleşti
Sadece Yalıboyu evlerinin restorasyonu Amasya’nın imajının parlatılması için yeterli olmazdı elbette. Şehir de güzelleştirilmeliydi. İçinden Yeşilırmak’ın geçtiği, dağların kuşattığı bir vadide kendini güvende hisseden Amasya, Ferhat ile Şirin’e nazire yaparcasına, düğüne hazırlanan gelinler gibi allanıp pullanmalı, restore edilip güzelleştirilmeliydi. Nehrin iki yakası yeniden düzenlenir. Gezi ve yürüyüş yolları yapılır. Restoran, çay bahçesi, otel ve pansiyonların geleneksel mimariye uygun olarak yapılandırılması sağlanır. Doğaya saygılı bir kültür turizminin gelişmesidir amaç. Eskiden şehre gelen misafir kalacak bir yer bulamazken, şimdi kaplıca tesislerinden Yalıboyu Konakları’na, şehrin zirvesindeki otellerden zevkle döşenmiş pansiyonlara kadar çeşitli alternatifler bulabiliyor.
Dik vadilerden ovalara
Amasya engebeli bir coğrafyada kurulmuş. Dümdüz ovada ilerlerken birdenbire önünüzde dağlar yükseliveriyor. Dağları aşınca Yeşilırmak boyunca düzlükler başlıyor. Geniş meyve bahçeleri arasında süzülen ırmak, bir anda iki dağın arasına sıkışıveriyor. Demiryolu bile, kayalar içine oyulmuş tünellerle ancak aşabiliyor dar boğazı. Dünyanın başka hiçbir yerinde görmenin mümkün olmadığı doğal güzellikleri barındırıyor.
Amasya, 1075 yılında Türkler tarafından fethedilmiş. O tarihte yapılan bir köprü halen kullanılmakta. ‘Şehzadeler Şehri’ denmesi boşuna değil; genellikle tahtın vârisi olan şehzadeler eğitim için Amasya’ya idareci olarak atanır Osmanlı döneminde. Bu yüzden şehir medreseler, camiler, çeşmeler ve çeşitli eserlerle dolu. Amasya sadece şehzadelere değil, birçok ünlü ilim adamına ve sanatçıya kapılarını açar; Osmanlı hat sanatının büyük ustası Şeyh Hamdullah bunlardan sadece biri.
Tacın gizemli şehri
Amasya’da Türk İslam döneminden bakiye eserler bir yana daha eski tarihlere dayanan kaya mezarlar ve su kanalları başlı başına turistik bir değer. Amasya’ya 1861 yılında uğrayan Fransız gezgin Perrot, şehir için “Anadolu’nun Oxford’u” benzetmesini yapmış. Amasya’ya sadece, İlhanlılar döneminden kalma şimdilerde Amasya Müzesi’nde sergilenen- mumyaları görmek için bile gidilebilir. Kaplıcalar ve yemyeşil ormanlar içindeki Borabay Gölü gezilip görülmeye değecek diğer turizm değerleri.
Restore edilerek konaklama tesisine dönüştürülen ahşap Harşena Otel’de Amasya’nın yöreye has yemekleri ikram ediliyor. Akıl hastalarının dünyada ilk kez müzikle tedavi edildiği Bimarhane’de çayınızı yudumlarken, ‘şanslıysanız’ halk dansları gösterilerini izleyebilirsiniz.
yücelci türkler
17.03.2004 - 11:2060 yıllık sırrı açıklıyoruz: YÜCELCİ TÜRKLER
Emin Akdağ – Haşim Söylemez /Aksiyon/sayi: 479
Henüz dokuz aylık evliydi. Komünist Yugoslavya rejimi tarafından içeri alındıktan bir hafta sonra biricik kızı dünyaya geldi. Arkadaşlarıyla birlikte jet hızıyla yargılandı. Suçları, Türk ve Müslüman kimliklerine sahip çıkmaktı. Üç arkadaşıyla birlikte idama mahkum edildi. Üç aylık kızı, eşi, annesi, babası ve kardeşleriyle tel örgü gerisinde son defa görüşmesine izin verildiğinde teller kızını görmeyi engelliyordu. Yakınları ağlıyordu. Ama Nazmi Ömer ölüme giderken bile son derece metanetliydi. Ve ağzından şu tarihi sözler dökülüyordu; “Ağlamayın, sizi Türkiyeli kardeşlerime emanet ediyorum. Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti.”60 yıldır saklı kalan; hapis cezaları, 4 idam ve 200 bin Makedonya Türk’ünün Türkiye’ye göçüyle sonuçlanan hazin bir hikayenin dosyasını açıyoruz. İşgalci Bulgarlar ile baskıcı komünist Tito rejimine karşı mevcudiyetlerini, kimliklerini ve inançlarını korumayı amaçlayan kahraman Türk gençlerinin ve onların kurdukları Yücel Teşkilatı’nın hikayesi bu. Türk basınında ilk defa yayınlanacak bu dosyada, o günleri yaşayan son Yücelciler ile idam edilen dört şehitten birinin eşiyle görüşme de yer alıyor.
Yıl 1937. Herkes, muhtemel bir savaşı ve sonrasında neler olabileceğini konuşuyor. Üsküp’te Şuayb Aziz ve bir grup idealist Türk genci de Makedonya’nın gelişmelerden nasıl etkilenebileceği üzerine fikir alışverişinde bulunuyorlar. Aziz, daha sonra kurulacak Yücel Teşkilatı’nın başına geçecek kişidir. O yıllarda ülkede iki grup vardır; Stalin’in desteklediği Titocular ve İngilizlerin arka çıktığı kraliyet taraftarı Mihaylovistler. Aziz’e göre iki grup arasındaki mücadelede kimin galip geleceği önemsizdi. Çünkü her halükârda Türkler ve Müslümanlar zarar görecekti. İngilizlerle işbirliği yapan Stalin, savaş sonrasında Müslümanları Balkanlar’dan silmeyi tasarlıyordu. İkinci Dünya Savaşı başlamıştı. Almanya ise Balkanlar’ı emniyete almadan Ruslara saldırmak istemiyordu. Şuayb Aziz, bu sebeple Almanların bölgedeki Türk ve Müslüman nüfus ile dost olmaya çabalayacağını ön görüyordu. Nitekim Almanlar 1941’de Makedonya’yı, Yugoslavya’nın ezeli rakiplerinden Bulgaristan’ın denetimine bırakınca, Ruslar, Balkanlar’daki planlarından uzaklaşır gibi olmuşlardı.
Ancak Bulgarlar, Vardar Makedonyası denilen bölgede son derece baskıcı bir yönetim anlayışı ortaya koyuyor ve Türkleri aşağılıyordu. Bu gelişme üzerine zaten ‘Türklerin milli varlıklarını, manevi değerlerini, örf, adet ve geleneklerini korumak ve yaşatmak amacıyla’ kıpırdanışa geçmiş olan Türk gençleri Yücel Teşkilatı’nın çekirdeğini oluşturdular. Bu atmosferde Türkiye’den gizlice getirtilebilen başta Kur’an—ı Kerim olmak üzere, Atatürk’ün Nutuk’u, Mehmet Akif’in Safahat’ı, Ziya Gökalp, Mehmet Emin Yurdakul, Namık Kemal ve Yahya Kemal Beyatlı’nın şiir kitaplarıyla gençler arasında şuur oluşturulmaya gayret edildi. Her geçen gün büyüyen teşkilat 1943’te Türkiye’nin Üsküp Konsolosu Emin Vefa Gerçek ile temasa geçti. 1944’te Tito liderliğindeki komünist Yugoslavya kuruldu. Bundan önceki yönetim Sırp—Hırvat—Sloven Krallığı’ydı. Teşkilat, Türklerin lehine bazı haklar koparma niyetiyle komünist organlara adamlarını yerleştirdi. Sonunda 1945’te Türkiye’nin Belgrad Büyükelçisi Kamil Koperler ile irtibat kuruldu. İlk defa böyle bir teşkilatın varlığından söz edilmekteydi. Tüzük maddelerini ve iki sayfalık önsözü bizzat kaleme alan teşkilat başkanı Şuayb Aziz, oluşuma Yücel adı verildiğini açıklamıştı.
Teşkilat başkanı Şuayb Aziz, Üsküp Ataullah Efendi Medresesi’nde eğitim görmüştü. Fıkıh, kelam ve tasavvuf konularında eğitim aldığı Mısır El Ezher Üniversitesi’ni ikincilikle bitirmişti. Ankara’da üniversite öğretim üyeliği için bağlantı kurmuş ancak 2. Dünya Savaşı’nda sınırların kapanmasıyla Türkiye’ye dönememişti. Üsküp’te üst düzey devlet görevlerini reddederek teşkilat faaliyetleriyle uğraştı. Geçimini çiftçilikle sağlamaktaydı.
Teşkilat yönetim komitesinden Nazmi Ömer, Belgrad Üniversitesi hukuk mezunuydu. Tito rejiminde Üsküp İdare Mahkemesi Genel Sekreterliğini yürüttü. Teşkilat veznedarı Ali Abdurrahman, matbaacılık ve öğretmenlik yapıyor, Birlik gazetesini çıkartıyordu. Adem Ali, teşkilata silah temin etmekle ve bunları saklanmakla ilgilendi. Abdülkerim Sezer ağır ceza hakimiydi. Teşkilat genel sekreteri Şerafeddin Ferid ise Fransızca öğretmeniydi. Zaten teşkilatın yüzde 90’ı öğretmenlerden oluşuyordu.
Yücelciler en çaplı organizasyonu Üsküp ve Köprülü şehirlerinde gerçekleştirdi. Gizlilik ilkesine son derece riayet eden teşkilat üyeleri yeni alfabeyle ilk Türk gazetesi Birlik’i 23 Aralık 1944’te çıkarmaya başladı. Gazete logosunun yanında cami resmi vardı. Daha sonra gazeteyi ele geçiren komünistler cami resmini kaldırdı. Üsküp Radyosu’nda ilk Türkçe yayını Yücelciler yaptı. Aynı zamanda çok sayıda Türk öğretmenin yetiştiği kurslar düzenlendi. Buralarda Türkçe dersleri verildi. Makedonya’nın en iyi öğretmenleri arasındaki üyeler, Türklerin yaşadığı en ücra köylere kadar giderek öğrenciler için Türk alfabeli okuma kitapları hazırladı. Hapis yıllarında bile Üsküp Türk Tiyatrosu’nda sahnelenmek üzere çok sayıda tiyatro eserini Türkçeye çevirdiler.
Bir başka bilgi: Bulgar işgali sırasında Üsküp’teki Türkiye konsolosluğunun güvenliği Yücelci gençlerce sağlandı. Ayrıca bölge hususunda Türkiye’yi ilgilendiren her türlü istihbarat da Şuayb Aziz ve Nazmi Ömer tarafından Belgrad Büyükelçiliği’ne ulaştırıldı. Konsolos ve büyükelçi vasıtasıyla Türkiye, bu teşkilattan haberdar oluyordu. Ancak ne mücadele süreci, ne tutuklamalar, ne de idamlar sırasında Türkiye, teşkilata destek çıkmadı. Yardım talebinde bulunan teşkilat, İnönü yönetiminden, ‘Misak—ı Milli dışındaki Türkler bizi ilgilendirmiyor’ cevabını aldı.
yücelci türkler
17.03.2004 - 11:19İkinci Dünya Savaşı’nın karışık yıllarında arayış ve mücadele içine giren sadece Türkler değildi. Arnavutlar iki ayrı örgüt kurdu. Balistler, Müslüman; Nasyonal Demokratik Şikiptar adlı örgüt ise milliyetçi—komünist Arnavutlarca organize edildi. Balistler, Sırplara karşı yaklaşık 80 bin kayıp verdi. Bosna’daki Müslümanların haklarını savunmak amacıyla, Aliya İzzetbegoviç’in de en genç üye olarak içinde yer aldığı Genç Müslümanlar teşkilatı faaliyete geçti. Prizren’deki Türkler, Genç Türkler adı altında örgütlendi. Niyetleri farklı örgütler de vardı. VMRO isimli örgütün amacı Makedonya’yı Bulgaristan’a bağlamaktı. Drajistler ise kralcı Sırpların teşkilatıydı. Komünist Tito rejimi, kral yanlısı 400 bin Sırp’ı da tutukladı.
İlk tutuklama ve idamlar
1947’de Tito, Stalin’in de baskısıyla Yugoslavya’daki bütün milliyetçi teşkilatları ortadan kaldırmaya çalıştı. İlk tutuklamalar 1947 Ağustos’unda gerçekleşti. İlk grup tutuklu 16 kişinin duruşması 19 Ocak’ta başladı. Bu süreçte basın aracılığıyla ve hoparlörler kullanılarak Yücelciler aleyhinde kamuoyu oluşturulmakta, Türkler sindirilmeye ve psikolojik baskı altına alınmaya çalışılmaktaydı. Tutuklanan Türklerin avukat tutmalarına izin verilmedi. Yönetimin tayin ettiği avukatlar da hapis korkusuyla savunma yapamıyorlardı. 25 Ocak ’ta mahkeme jet hızıyla kararını verdi. 27 Şubat 1948 tarihinde dört teşkilat üyesi Şuayb Aziz, Adem Ali, Ali Abdurrahman ve Nazmi Ömer kurşuna dizilerek idam edildi. Geriye kalanlar o zamanın idamdan sonraki en büyük cezası olan 20 yıl ile 8 yıl arasında hapis cezalarına çarptırıldı. Mayıs 1948 ve sonrasında da 2. ve 3. grup tutuklama ve sürgün furyası başladı. Bu Yücelciler de 9 yıl ile 1 yıl arasında hapis ve dört ay ile bir ay arasında sürgün cezası aldı. Edinilen bilgilere göre tutuklanarak cezaya çarptırılan Yücelci sayısı 63. Oysa Yücelci sayısı yüzlerle ifade ediliyor. Ancak, sadece ceza alanlar bilinebildiği için net bir rakam verilemiyor.
Serbest göçe izin verilen 1953’ten 1967’ye kadar 200 bin civarında Türk, Anavatan'a göç etti. Göç öncesinde Makedonya’da yaklaşık 300 bin Türk yaşamaktaydı. Son nüfus sayımına göre bu ülkedeki Türk nüfusu yüzde 3,85. Arnavutlar yüzde 25, Makedonlar yüzde 65. Göç sırasında Yücel Teşkilatı üyelerinin tamamına yakını da Türkiye'ye geldi. Birbirleriyle irtibatlarını kesmeyen Yücelciler 1957’den bu yana düzenledikleri mevlit programlarıyla dört şehitlerini anıyorlar.
Türkiye’de Yücel Teşkilatı hakkında araştırma yapan tek kişi Araştırmacı—Yazar H. Yıldırım Ağanoğlu. Rumeli Türkleri Kültür ve Dayanışma Derneği Kültür Müdürlüğü’nü ve arşiv sorumluluğunu yapan Ağanoğlu, annesinin Yücelciler hakkında anlattıklarıyla büyümüş. 1996’da bu teşkilatı araştırmaya başlayan Ağanoğlu, Türkiye’ye göç eden Yücelciler’den Hüseyin Baykal, Refik Özer ve Şerafettin Ferit’in, 1950’den beri faaliyetini sürdüren Rumeli Türkleri Derneği’nde başkanlık yaptığını belirliyor. Hayatta olan Yücel Teşkilatı Merkez Komite üyesi Refik Özer’in araştırmasına destek verdiği Ağanoğlu, 2003 yılında teşkilatla ilgili 32 sayfalık bir kitapçık bastırmış. Bugün teşkilatla ilgili elde bulunan tek kaynak bu. Bir de Mehmet Ardıcı isimli Yücelci’nin 1991 yılında basılan anı kitabı var.
Makedonya Türkleri’nin yaşadığı bu drama, o tarihlerde Türkiye basını da ilgi göstermemiş. Yücelciler’in yargılanması ve idam edilmesiyle ilgili Ağanoğlu’nun bulabildiği tek haber kupürü Trakya Postası isimli mahalli bir gazeteye ait. Gazetenin idamlardan 10 gün sonra yaptığı haberde “Bu haksızlıkları unutmayacağız. Üsküp’te oynanan kanlı dramdan medeniyet utansın” deniliyor.
Ağanoğlu'nun yanı sıra, yaşayan son Yücelciler’den Necati Çetiner, Refik Özer, Kemal Hakimoğlu, Hüseyin Çelik ve 1948’de şehit olan Nazmi Ömer’in eşi Hacer Yücel’le görüştük. Yücelciler’e o günlerde neler yaptıklarını ve Türkiye ile ilişkilerini sorduk. Tarihe ışık tutacak bilgiler ortaya çıktı. Şunu da belirtmekte fayda var. Görüştüğümüz son tanıklar hâlâ o günleri yaşıyormuş gibi heyecanlanıyor, korkarak bilgi veriyor ve çekingen davranıyor.
yücelci türkler
17.03.2004 - 11:19“Türkiye’ye istihbarat veriyorduk”
O günleri anlatırken korkusunu gizleyemeyen teşkilat üyesi Necati Çetiner, Makedonya’yı işgal eden Bulgarlar’ın Türklere çok zalimce davrandıklarını söylüyor. Teşkilatlanan komünistlere karşı neler yapacaklarını konuştuklarını anlatan Çetiner, Yücel Teşkilatı’nın hücreler halinde örgütlendiği bilgisini veriyor. Her hücre kendi üyelerini tanıyor. İrtibatı en üsttekiler sağlıyor. Çetiner, Üsküp konsolosu aracılığıyla Türkiye’ye Almanların mühimmat sevkiyatları hakkında askeri istihbarat verdiklerini ifade ediyor. 1944’te demokratik bir Yugoslavya kurulmasını bekliyorlar ama baskıcı komünist Tito rejimiyle karşı karşıya kalıyorlar. “Türkleri komünizmden korumak için faaliyet içindeydik. Yönetim, Türkleri komünist teşkilatı içine çekmek istedi. Ağızdan kulağa propaganda yaptık. Girmedik. Ne var bu Türklerde, komünizme girmediler dediler” diyen Çetiner, Türkiye destek verseydi idamların durdurulabileceğine ve 200 bin Türk’ün göç etmek zorunda kalmayacağına inanıyor. Çok ağır şartlarda geçen hapis cezası bittikten sonra 32 yaşında Türkiye’ye gelen Çetiner, her şeye sıfırdan başlamış. İki çocuğu ve 4 torunu dünyaya gelen 82 yaşındaki Çetiner eşiyle birlikte yaşıyor.
“Büyükelçiyle aleni görüşme hataydı”
Teşkilatın hayattaki Merkez Komite üyelerinden Refik Özer, Türk medyasının tutuklamalar sırasında bir satır haber yapmamasına sitem ederek, “Oranın gazeteleri manşet yapıyorlardı. Burada ses yok. Olanlardan Türkiye’nin haberinin olmaması mümkün değil. Neden yazılmadığını bilemiyoruz” diyor.
Özer, konsolostan sonra Türkiye Belgrad Büyükelçisi ile temasa geçilmesi hakkında şunları söylüyor: “Teşkilatın başkanı Şuayb Aziz büyükelçi ile görüşüyor. Tüzüğü veriyor. Büyükelçi, Şuayb Aziz’e beraber ortaya çıkalım demiş. Büyük bir hata. Onlar büyükelçilikte iken Şuayb Aziz meydana çıkmayacaktı. Büyükelçi almayacaktı onu. Kuşların bile fotoğrafını çekiyorlardı.”
Özer, Türkiye’ye geldikten sonra en aktif çalışan Yücelciler’den. Gayretleriyle, Üsküp'te şehit düşmüş iki kişinin eşine, Türkiye’de şehit olmuş gibi paye verilmesini ve maaş bağlanmasını sağlamış. Savaş yıllarında Makedonya’da 300 bin Türk yaşadığını, bunların hayat haklarını korumak için mücadele verdiklerini ifade eden Özer, oradayken bir başkasının hayatını tehlikeye atmamak için evlenmemiş. Özer ilk evliliğini 40 yaşında Türkiye’ye göç ettikten sonra yapmış ve dört çocuğu olmuş. Özer, kendileri gibi Arnavutların da yargılandığını ve onlardan iki kişinin idam edildiğini aktarıyor.
“Misak—ı Milli dışındaki Türklerle uğraşmayız”
Bir başka teşkilat üyesi Kemal Hakimoğlu ise Yücel Teşkilatı’nın kendisi gibi genç Türkleri komünist teşkilatlanmadan uzak tutmak için kurulduğunu belirtiyor. Türk gençlerini Komünist Parti’de görev vererek birbirine düşürmek istediklerini, kendisine de bu yolda teklifte bulunduklarını anlatan Hakimoğlu, “Girenlerden haftada bir malumat istiyorlardı. Müslümandım, Türk’tüm. Bu, örfüme ve an'aneme aykırıydı. Büyüklerim de hükümet ve polis teşkilatından uzak durmamı istemişti. Pasif davranış yaptık. Onların komünist teşkilatına girmedik. Yardımcı olmadık. 17, 18 yaşındaydım. Bizim grupta 30, 35 kişi vardık” diye konuşuyor. Türkiye’nin kendilerine destek verip vermediğini sorduğumuz Hakimoğlu’nun cevabı çok ilginç: “Teşkilat tarafından buraya gelenler oldu 1947—48’lerde, idamlardan önce. Dışişleri Bakanlığı’na gitmişler. Demişler ki, bizi izliyorlar, bizim hiçbir gücümüz, kuvvetimiz yok. Hiç olmazsa gelin bir serzenişte bulunun. O zamanki CHP’li yetkililer, ‘Misak—ı Milli dışındaki Türklerle biz uğraşmayız’ demişler.”
Yıllar sonra 1953’te Hakimoğlu’nun dayısının oğlu CHP İstanbul il yönetiminden Sami Funda, Yugoslavya’ya giderek oradaki Türklerin durumuyla ilgili geniş bir araştırma yapar ve rapor hazırlar. Çok iyi Sırpça bilen Funda’nın raporu MİT’te beğenilir. Büyük para teklif edilir ama ‘Bunu ülkem için yaptım diyerek’ reddeder.
Hakimoğlu, Makedonların Bulgarlardan daha milliyetçi bir millet olduğunu da kaydediyor: “Onlarda bir laf vardır: Susa susa. Söylerlerse kulağa asma, bildiğini yap. Hâlâ öyle devam ediyorlar. Gidin Üsküp’e bakın her taraf harabe içinde. Gecekondu muhiti. Onların tarafındaki inşaatlar modern.” Hakimoğlu da Türklerin gayrimüslimlerden daha fazla olduğunun, Türkiye’nin biraz destek çıkması halinde göçün yaşanmayabileceğinin altını çiziyor.
yücelci türkler
17.03.2004 - 11:19“Silahlı hareket yapacaktık”
Makedonya’da o sıralar 300 ile 400 bin arasında Türk yaşadığını ifade eden Hüseyin Çelik, Yücel Teşkilatı’nın bütün Türklerce bilindiğini dile getiriyor. Türkiye’nin, bir ara yardım gelecek denilmesine rağmen hiç destek vermediğini söyleyen Çelik; “Ben öyle biliyorum, iki gün kalmıştı. İsmet Paşa iki gün daha bekleyin dedi. Silahlı bir örgüt değildik ama herkesin bir silahı vardı. Hazır olmuştuk. Bir harekat başlatabilirdik. Yukarısı daha iyi bilirdi. Üçer kişiydik. Teşkilatta ben üç kişiyi tanırdım. Öyle giderdi. Sonra yakaladılar hepimizi. Birbirimizi gördük. Türkiye destek verseydi Makedonya bugün o şekilde olmazdı, orada kalırdık. Çünkü köyleri de teşkilatlandırmıştık. Mücadelemiz komünizme karşıydı. Ama hiç destek gelmedi. Silahlı bir hareket olacaktı” diye konuşuyor.
Çelik, şehit mezarlarının nerede olduğunu kimsenin bilmediğini, idam edilen dört kişiden biri olan Nazmi Ömer’i yakalanmadan bir gün önce gördüğünü dün gibi hatırlıyor.
“ŞEHİDİMİN MEZARINI GÖSTERSİNLER YETER”
Şehit Nazmi Ömer’in eşi Hacer Yücel’in anlattıklarını dinleyip de duygulanmamak imkansız. O tarihlerde Hacer Hanım 23 yaşındadır. Babası bir gün artık evlenme çağının geldiğini ve kendisini Nazmi Ömer’in istediğini söyler. 1946’da evlenirler. Eşi tutuklandığında 9 aylık evlidirler. Tutuklamadan bir hafta sonra 28 Ağustos 1947’de kızı dünyaya gelir. Eşini göstermezler. Aradan üç ay geçer. Nazmi Ömer idama mahkum edilmiştir. Son bir defa görüşmeleri için davet ederler. Eşinin annesi, babası, altı kardeşi ve üç aylık kızıyla birlikte hapishaneye giderler. Gerisini Hacer Yücel şöyle anlatıyor: “O, bir taraftaydı. Teller aşırı duruyoruz. İçeri alındıktan sonra sadece o an gördüm. Hepimiz ağlıyoruz. Kızımı göremiyor ki, yüzünü, gözünü. Elinde bir mendil vardı, onu verdi ona. Ağlamayın dedi, ne ağlıyorsunuz öyle. Ben gidiyorum ama sizi arkamdaki (Türkiye’yi kastederek) milyonlarca kız kardeş ve kardeşe emanet ediyorum. Yaşasın Atatürk Türkiyesi, yaşasın Türkiye, dedi. Derken hemen kolundan tutup götürdüler. Bir daha da göremedim. Mezarını da görmedim. Nereye gömüldüğünü bilmiyorum.”
İdamdan sonra Nazmi Ömer’in ailesi tarafından verilen yatağını iade etmişler. Hacer Yücel, yatağı öpüp koklarken içinden bir not çıkmış. Anne, babası ve kardeşlerine hitaben yazılan notta, “Eşim Hacer ve kızım Ayla’ya iyi bakın” diyormuş.
Hacer Yücel, 1957’de Türkiye’ye gelinceye kadar sürekli takip edilmiş. Orada kaldığı süre içinde 1950’de kurdukları Türk tiyatrosunda önemli rollerde oynamış. Bir daha hiç evlenmeyen Yücel, eşinin ailesinden ve kızından ayrılmamış. Bugün iki de torunu var.
Yücel, evlilikleri süresince sormasına rağmen, faaliyetleri hakkında kendisine bir kelime bilgi vermediğini söylüyor. İdamdan sonra babasını da ‘sen bile bile kızını bir Yücelci ile evlendirdin, sen de onlar dansın’ diye tutuklayarak 20 yıla mahkum ediyorlar. Türkiye destek verseydi, idamların olmayacağını ifade eden Yücel, “Ölüme giderken bile yaşasın Türkiye, yaşasın Atatürk Türkiyesi demesini hiç unutamıyorum” diyor.
Refik Özer’in gayretleriyle üç aydan üç aya 300 milyon TL şehit maaşı alan Yücel, Türkiye’den ne bekliyorsunuz sorusunu şöyle cevaplandırıyor: “Türkiye’den bir şey beklemiyorum. Mezarını bana göstersinler yeter. Alsınlar buraya gömsünler yeter. Nereye gömüldükleri belli değil. Kimse de bir şey söylemedi.”
mpemba vakası
17.03.2004 - 11:17Su Donarken Şaşırır mı?
Nuri Balta/Sızıntı 2003 Ocak
Tabiat kanunları dediğimiz fizik ve kimyada geçerli sebep-netice münasebeti her zaman beklendiği veya tahmin edildiği gibi cereyan etmeyebilir. Birçok kanun istisnasıyla yeknesaklığı ve alışılmışlığı bozar. Kanunları yaratan Sonsuz Kudret Sahibi Zât'ın, koyduğu kanunlarının esiri olmadığını, istediği gibi değişiklikler yaparak gösterir. Bu farklı icraatlar bazen ayrı bir kanun halinde ifade edilebileceği gibi, bazen istisna, bazen de mucize olarak tarif edilebilir.
1969 yılında, Tanzanya'da lise öğrencisi Mpemba'nın başından ilginç bir olay geçti. Okulda öğrenciler, sıcak süt ile şekeri karıştırarak dondurma yapıyordu. Mpemba, bir gün sıcak süt ve şeker karışımını, (aceleci davranarak, soğumasını beklemeden) diğer öğrencilere ait ılımış sütler ile beraber buzluğa koydu. Bir süre sonra dondurmaları buzluktan çıkarma zamanı geldiğinde, Mpemba'yı bir sürpriz bekliyordu. Mpemba, diğerlerinden daha sıcak olarak buzluğa koyduğu sütünün, daha çabuk donduğunu hayretle gördü. Fizik öğretmenine koştu, fakat öğretmeni yanlışlık yapmış olabileceğini, çünkü böyle bir şeyin imkânsız olduğunu söyledi.
Mpemba, öğretmenine inandı. Aynı yıl Tanga ilçesinde dondurma yapıp satan bir arkadaşıyla karşılaştı. Arkadaşı dondurmayı daha çabuk yapmak için sütü sıcak olarak dondurucuya koyduğunu söyledi. Mpemba arkadaşının da aynı hâdiseyi tecrübe ettiğini gördü.
Mpemba lisede Newton kanunlarını ve ısıyla alâkalı bilgileri aldıktan sonra sıcak suyun ılık sudan daha çabuk donmasının sebebini fizik öğretmenine tekrar sordu. Öğretmeni ona yine dikkatsizce bir araştırma yapmış olabileceğini söyledi. Mpemba ısrar edip tartışmaya devam edince öğretmeni: 'Söyleyeceğim şey şu ki; bu Mpemba'nın fiziği ama genel fizik değil.' Bu tartışmadan ve alaycı ifadeden sonra öğretmen ve sınıftaki arkadaşları Mpemba'nın fizik ve matematikteki hatalarına, 'Bu Mpemba fiziği, bu Mpemba matematiği...' diye devamlı alay ettiler. Fakat Mpemba yılmadı ve okuldaki fizik lâboratuarında yaptığı çalışmada yine aynı sonucu buldu.
Bir gün, bir fizik profesörü olan Dr. Osborne, Mpemba'nın lisesini ziyaret etti. Bu Mpemba için iyi bir fırsattı. Sıcak suyun daha çabuk donması meselesini Dr. Osborne'ye de sordu. Profesör, bu duruma hemen bir açıklama getiremeyeceğini, fakat deneyi sonra yapacağını söyledi. Lâboratuarına geldiğinde, Mpemba'nın iddiasını test etmesi için yardımcı teknisyenlerden birine görev verdi. Teknisyen de deney sonucunda sıcak suyun daha çabuk donduğunu gördü. Fakat, 'İstediğimiz sonucu alıncaya kadar deneyi tekrarlayacağız.' dedi. Tekrar yapılan deneyler de aynı sonucu verdi. Bu süreçte Mpemba ve Profesör Osborne olaydan iyice emin oldular ve 1969 yılında çalışmalarının raporunu yazıp yayımladılar.
mpemba vakası
17.03.2004 - 11:16Bugün hâlâ bu olay, sebebi açıklanamamış bir hâdise olarak bilim dünyasını şaşırtmaya devam etmektedir.
İçinde eşit miktarda su bulunan benzer iki kap alıyoruz. Aralarındaki tek fark, bir tanesindeki suyun sıcaklığının diğerinden fazla olması. Şimdi iki kabı da eşit şartlarda soğumaya bırakıyoruz (Soğuk bir kış gününde dışarıya ya da evimizdeki buzluğa koyuyoruz.) . Deneyimiz sıcak suyun daha çabuk donmasıyla sonuçlanıyor.
Mpemba vakası imkânsız gibi görünüyor. Şöyleki: Ilık suyun 30 0C olduğunu ve 10 dakikada donduğunu farz edelim. Sıcak su ise 90 0C'de olsun. Başlangıçta sıcak olan su 30 0C'ye gelinceye kadar biraz vakit kaybedecek, dolayısıyla donuncaya kadar 10 dakikadan fazla zaman geçecek. Başlangıçta sıcak olan su, ılık suyun geçirdiği safhaların aynısını yaşayacak, ilâve olarak, ılık suyun ilk durumuna gelinceye kadar biraz vakit kaybedecek ve daha uzun sürede donacak. Bu ispat, mantıklı gözüküyorsa da hatalıdır.
Bu ispatın yanlış tarafı, her iki suyun donma süreçlerini karşılaştırırken; sadece ortalama sıcaklığı temel almasıdır. Her iki suyun da ortalama sıcaklık değişimlerinin yanında, diğer faktörler de göz önüne alınınca; sıcak su, ılık suyun başlangıçtaki sıcaklığına geldiğinde, ılık suyun başlangıçta sahip olduğu durumlardan farklı durumlara sahip olacaktır. Çünkü sıcak su 90 0C'den 30 0C'ye gelinceye kadar buharlaşmadan dolayı daha az kütlesi olacak, içinde daha az çözünmüş halde gaz bulunacak, çözünmüş gazların azlığı suyun aşırı soğumasına sebep olacak, suda sıcaklık farklılığından dolayı akımlar olacak ve kendi etrafındaki havanın şartlarını değiştirecektir. Bu beş değişiklik önemlidir ve aşağıda tek tek izah edilecektir. Dolayısıyla yukarıdaki ispat doğru değildir. Mpemba hâdisesi birçok bilim adamı tarafından kontrollü olarak denenmiş ve ispatlanmıştır.
Yukarıdaki açıklamalara rağmen, Mpemba vakasının sebebi halen tam bilinmiyor. Mümkün olabilecek bir çok açıklama yapılmıştır. Fakat şimdiye kadar bu hâdisede en önemli rolü oynayan sebep bulunamamıştır.
Atomu parçalayan modern çağın bilim adamları, bu hâdisenin sebebini bulamıyorlar. Çünkü, sebebi bulmayı zorlaştıran çeşitli faktörler var; kabın şekli ve boyutları, dondurucunun şekli ve boyutları, sudaki çözülmüş halde bulunan gazlar ve diğer erimiş mineraller, dondurulma vaktinin belirlenme şekli bunların başlıcalarıdır.
Mpemba hâdisesinin gerçekleşmesi hususunda bilim adamları arasında ihtilaf yok, fakat olayın gerçekleşme şartları şekli hususunda fikir ayrılıkları vardır. Çok değişik deneyler ve şartlar altında yapılmıştır. Yukarıda bu mekânizmanın sebebi olabilecek faktörleri saymıştık. Aşağıda bu faktörler tek tek incelenecektir. Görünen şu ki; Mpemba hâdisesinin mekanizmasını her türlü başlangıç şartları karşısında açıklayan bir sebep bulunamamıştır. Çünkü başlangıç şartları değiştikçe olayda rol oynayan sebepler de değişmektedir.
Mpemba hâdisesi bütün başlangıçtaki şartları için geçerli değildir. Meselâ, bir kaptaki suyun sıcaklığı 99,9 0C, diğerininki 0,01 0C olsa, elbette ki düşük sıcaklıktaki erken donar. Bunun gibi Mpemba vakası bazı başlangıç sıcaklıkları, kapların şekilleri ve soğutma durumları için gerçekleşmez.
Buharlaşma: Başlangıçta sıcak olan su, başlangıçta ılık olan suyun sıcaklığına geldiğinde buharlaşmadan dolayı fark edilebilir derecede kütle kaybına uğruyor. Azalan kütle suyun çabuk soğumasını ve donmasını sağlayacaktır. Böylece başlangıçta sıcak olan çabuk donacak fakat diğerine göre daha az kütleye sahip buz olacaktır.
Eğer suyun sıcaklığını tamamen buharlaşma yoluyla kaybettiğini farz etsek, teorik hesaplamalar, Mpemba hâdisesinin sebebinin buharlaşma olduğunu gösteriyor. Fakat bu, hâdisede rol oynayan tek mekânizma değildir. Çünkü kütle kaybının olmadığı kapalı kaplarda (buharlaşan su tekrar soğur ve kaba geri su olarak döner) Mpemba hâdisesi yine gerçekleşiyor. Ayrıca birçok bilim adamı yaptıkları çalışmalarda bu olayda buharlaşmanın tek başına rol oynamadığını ispatlamıştır.
Çözülmüş Gazlar: Sıcak suda ılık suya göre daha az çözülmüş halde gaz vardır. Çünkü su ısındıkça içindeki çözülmüş gazlar sudan dışarı çıkar. Böylece başlangıçta sıcak olan suda ılık suya göre daha az çözülmüş halde gaz vardır. Bilim adamları arasındaki görüşe göre çözülmüş gazların azlığı suyun özelliklerini değiştiriyor; ısının iletim yoluyla yayılmasını kolaylaştırması (böylece çabuk soğumasını sağlar) , birim kütledeki suyu dondurmak için gerekli olan ısı miktarını düşürmesi, suyun kaynama noktasını değiştirmesi gibi. Bu açıklamayı destekleyen deneyler yapılmıştır, fakat açıklamayı destekleyebilecek teorik hesaplamalar yoktur.
mpemba vakası
17.03.2004 - 11:16Aşırı Soğuma: Su, her zaman, deniz seviyesinde 0 0C de donmaz. Suyun 0 0C'nin altında, meselâ -5 0C, -10 0C'de donmasına aşırı soğuma diyoruz.
Suyun donmaya başlaması için buz kristallerinin çekirdeklerinin teşkili gerekmektedir. Çekirdeklenmenin başlaması için de suda çözünmüş gazlar, toz parçaları ya da kabın pürüzlü yüzeyleri gibi faktörlerin olması gerekir. Suda bu tür kristalleşmeyi başlatacak faktörler yoksa, su -20 0C'lere kadar donmadan aşırı soğuyabilir. Başlangıçta sıcak olan suyun içinde ılık suya göre daha az halde çözünmüş gaz olur. Bu durumda başlangıçta sıcak olan su, aşırı soğumaya uğrar. Bu durumu şöyle açıklayabiliriz: Başlangıçta ılık olan su, -2 0C'de donmaya başlarsa, başlangıçta sıcak olan su -8 0C gibi bir sıcaklıkta donmaya başlar.
Daha erken donmaya başlayan suyun yüzeyinde oluşan buz tabakası, dış ortam ile su arasında bir yalıtım oluşturup, suyun sıcaklığını kaybetmesini bir miktar önler ve geç donmasını sağlar. Başlangıçta sıcak olan su, daha geç donmaya başlar ve o ana kadar dışarı ile daha fazla ısı alış-verişi gerçekleştirerek daha çabuk soğur ve donar.
İletim: Su soğudukça kendi içinde ısı iletim akımları (suyun hareket etmesi) ve düzgün olmayan sıcaklık dağılımları oluşur. Yoğunluk, yükselen sıcaklıkla azalır ve yoğunluğu az fakat sıcaklığı fazla olan su yukarı çıkar, böylece suyun üst kısmı alt kısmından daha sıcak olur. Su ısısını genelde yüzeyden kaybediyorsa, üst tarafı daha sıcak olan su, her taraf aynı sıcaklıkta olan suya göre ısısını daha çabuk kaybeder. Başlangıçta sıcak olan suyun ortalama sıcaklığı, başlangıçta ılık olan suyun sıcaklığına geldiğinde, üst kısmı daha sıcak olan bir su olarak gelir. Dolayısıyla daha büyük bir soğuma hızına sahip olacaktır. Yapılan deneylerde sıcaklık farkından dolayı suyun içinde akımın olduğu kesin fakat, Mpemba hâdisesinin sebebinin iletim olduğu ispatlanamamıştır.
Çevre: Son bir sebep olarak Mpemba hâdisesi, suyun kendisinden ziyade çevresine olan tesirine bağlanıyor. Başlangıçta sıcak olan su kendi çevresini herhangi bir şekilde değiştirip soğumaya tesir edebilir. Mesela kap, sıcaklığı iyi iletmeyen donmuş haldeki bir yüzeye bırakılsa, sıcak su yüzeyi eritip daha iyi bir soğuma ortamı oluşturabilir. Fakat bu genel bir açıklama değildir, çünkü deneylerin çoğu donmuş bir yüzeye temas eden kaplarda yapılmamıştır.
Kısaca, sıcak su hemen hemen bütün durumlarda ılık sudan daha çabuk donuyor. Bu imkânsız değildir, çünkü birçok deneyle ispatlanmıştır. Açıklama olabilecek birçok sebep bulunmuşsa da, üzerinde anlaşılan bir sebep bulunamamıştır. Çok değişik mekanizmalar ön görülmüşse de, deneyle tasdiklenmiş olarak kesin bir sebep bulunamamıştır.
Sıcak suyun soğuk sudan daha çabuk donduğu asırlar öncesinden bilinen bir hâdiseydi. Bu hâdise, Mpemba tarafından bilim dünyasının gündemine tekrar getirilmeden önce Aristoteles, Bacon, Descartes ve başkaları tarafından biliniyordu. Avrupa'da en son Mpemba'dan 500 yıl önce tartışılmış ve modern düşüncelere ters geldiği için üzerinde durulmamış, bilim adamları arasında halka ait bir inanış olarak algılanmış.
Mpemba'nın 1969 yılında Tanzanya'da bir lise öğrencisi iken bu hâdiseyi fark etmesi ve üzerinde ısrarla durması, bilim adamlarının ve öğretmenlerin, bilim dışındaki şahısların düşünceleri ve buluşları hakkında önyargılı davrandığına dair dramatik bir misaldir. Kim bilir şimdiye kadar peşin hükümlü öğretmen ve bilim adamları tarafından kaç tane Einstein olabilecek öğrencinin önü bu yaklaşımlardan tıkanmıştır?
Mpemba hâdisesinin sebebi ile ilgili daha sonra yapılan çalışmaların tamamı açık bir sonuca ulaşmadı ve açıklamasız kaldı. Sebep olabilecek değişik faktörler defalarca incelendi. Bu konu popüler 'New Scientist' dergisinde birkaç defa yazıldı. Daha sonra ortaya çıktı ki, bu olay, aslında birçok kişi tarafından biliniyormuş. Fakat hiç kimse bu olayın mantıkî ve ilmî sebebini açıklayamıyor.
Kâinatta gözlemlenen, gelenekselleşmiş anlayışlarla uyuşmayan veya halihazırdaki ilmî düşüncelere ters düşen hâdiseler, ilk bakışta ne kadar basit ve önemsiz görünse de bilimde ve kâinat anlayışımızda köklü değişimler meydana getirme potansiyeline sahiptir. Bilim tarihi 'anormalin' (sıradışı, aykırı) olarak algılanmış bu tür fenomenlerle gelişen pek çok devrime sahne olmuştur. Galile'nin teleskopla Ay'ın yüzeyindeki çıkıntıları fark edip orada da dünyadaki gibi dağlar olabileceğini ortaya çıkarması, o zamana kadar kabul edilegelen yıldızların ve gök cisimlerinin mükemmel küre şeklinde ilâhî varlıklar olarak düşünülmesini, dolayısıyla da Ay altı âlemde (yeryüzünde) geçerli fizik kanunlarının bütün kâinatta geçerli olamayacağı fikrini ciddi biçimde sarsmış ve modern astronomi ve fiziğin gelişmesine zemin hazırlamıştır. Planck tarafından incelenen, karacisim ışıması şeklinde, ayrıntı gibi kabul edilebilecek bir fenomen de bütün klâsik fiziği kökünden değiştiren kuantum fiziğinin keşfine vesile olmuştur. Kâinat kitabındaki her hâdiseyi küçük-büyük, sıradan-enteresan demeden, dikkatle okumak ve arkasında yatan sebepleri anlamaya çalışmak, kâinatın işleyişindeki küllî kanunları daha doğru anlamak için en temel bir ön şarttır. Derinlemesine tetkik edildiği taktirde basit gördüğümüz hâdiselerin arkasındaki muazzam kompleks sistemin farkına varabiliriz. Bu muhteşem sistemi dilediği gibi evirip çeviren ve bakmasını bilenlerde hayret ve takdir hissi uyaran Kudreti Sonsuz'un sınırsız ilmine saygı duymayı öğrenebiliriz.
ikiyüzlü
11.03.2004 - 15:17riyakar
erkan oğur
11.03.2004 - 15:08guzel soyluyor
depeche mode
11.03.2004 - 14:45Personal Jesus
Your own personal Jesus
Someone to hear your prayers
Someone who cares
Your own personal Jesus
Someone to hear your prayers
Someone who's there
Feeling unknown
And you're all alone
Flesh and bone
By the telephone
Lift up the receiver
I'll make you a believer
Take second best
Put me to the test
Things on your chest
You need to confess
I will deliver
You know I'm a forgiver
Reach out and touch faith
Reach out and touch faith
Your own personal Jesus...
Feeling unknown
And you're all alone
Flesh and bone
By the telephone
Lift up the receiver
I'll make you a believer
I will deliver
You know I'm a forgiver
Reach out and touch faith
Your own personal Jesus...
Reach out and touch faith
Toplam 1546 mesaj bulundu