oyun cok guzel bir sey..ilk 2 numarayi oynadik ve bayildik..bir hafta 3 arkadas geceli gunduzlu, nobetlese ve degismeli olarak bu oyunu bitirdik..sonra da bunun 2 si varsa 1 i de vardir deyip gititk 1 numarayi aldik; ama pek hosumuza gitmedi..fakat gecen gun bir tv kanalinda 3 numaranin ciktigini ogrendik ve ekranda oyundan kesitler izlerken(buna demo diyorlar) agizimizin suyu akti. Hemen gittik alalim diye; ama bize soylenen 1 ay kadar sonra gelecegi.. Bekliyoruz :)
Masallar çocuklar içindir. Masallar mutluluk kıvılcımlarıdır sizin içinizdekileri ateşleyen. Masallar hayat değildir. Masallar gerçek olsaydı eğer, masallar roman, hikâye nazarında olurken; romanlar ve hikâyeler masal olurdu. Bu anlatacaklarım 18 yaşından küçükler için uygun değildir. Çünkü anlatacağım masal onlara göre de değildir.
Masal modern zamanda geçmektedir. Bir biri ardına uzanan yüksek tepeler arasında; 6 madenci cüce kendi madenlerinde çalışmakta; üzerleri kir pas içinde, sadece bir şey aramaktadırlar: altın
Bir müzik parçasının iyi ya da kötü olması bana göre, iyi bir romanın sahip olduklarına sahip olup olmadığında aranmalıdır. İyi bir sahne, oturmuş karakterler ve karakterlerin hislerinin olaylar karşısında düz bir çizgi değil de eğri büğrü çizgilerde hareket etmesidir. Eğer bir müzik parçası bu özelliklerden bir kısmını sağlarsa, iyi olma yolunda baya adım atmış demektir. Bana göre nirengi noktası şurasıdır: Dağıtmak-toplamak, yüklenmek-salıvermek, iğrendirmek, gerçeği yansıtmak.
Arkada yüksek sesle başlayan müzik birden hız keser ve çaresiz kediler gibi mırıldanmaya başlar. Dinleyen, gidişatın gelgitleri arasında ne olacağını beklemektedir. Çünkü aynı çizgide ilerleyen müzik parçasının nağmeleri, dinleyen üzerinde bir merak uyandırmayacağı gibi, tek sesli olmaktan da kurtulamaz. Oysa kutsallığın bataklık içinde anlatılması; kötü bir kadının melek gibi tasvir edilip, ona en büyük günahlardan birinin işletilmesi ve bunun yapılan müzikte vücuda getirilmesi, insanın özüne inmektir ki; özü yakalayabilen her şeyin bir nebze olsun kalıcılığı vardır.
Modern zamanlarda prensesler çoğalıp, herkesin prenses kadar alımlı olduğu devirde, cadılar sırra kadem basmışlar. Çoğunuz 7 tane cüce ve onların pamuk prenseslerindeki, üvey annenin yaşlı bir kadın kılığına girip, pamuk prensese zarar vermeye gittiği sahneyi bilir. O sahnede, kötü de olsa güzel olan üvey anne, yaşlı, çirkin bir kadın kılığına bürünmüştür. Oysa bizim zamanımızda, insanlar sadece güzel kılıklara bürünmekte. Bu da anlayış farkının ne denli değiştiğini gösteriyor. Her yer pamuk prensesin türünden kızların yapıldığı yerlere dönüştü. Peki, bir altın prenses yapıp da, cüce sayısını 6 ya indirirseniz ne olur? İyi bir parça olur! (Rammstein- sonne 2)
Cücelerden biri bir parça altın bulur madende. Sesler vardır birbirleri içine geçen kuvvetli, maden kazma sesleriyle inlemekte; dövülen toprak ana, evlatlarına haykırmaktadır. Ama insan gaddardır ve istediğini almak için her şeyi yapmaya hazırdır.
Pamuk prenses iyidir, güzeldir, saftır, yardımseverdir, kin gütmez; sadece katışıksız bir sevgidir; ihtirasları yoktur, kötülük nedir bilmez. Altın prenses ise, sadece güçle yaşar; sevgiyi bilmez, kalbi altın gibidir; ama başkaları için değil, sadece kendi için altın. Tutkuları vardır, bir erkeğe sahip olmak istemez; nice erkek ona kul köle olmalıdır. Hayatı altındır. Altın tozlarını çeker burnuna altın rüyalar görmek için. Bulutların üzerinde dans etmez altın çeken altın prenses; kendini kocaman altın külçelerinin üzerinde hayal eder. Fakat altın, kötüdür. Altın parlaktır, insanı ihtişamlı olmaya davet eder; insanın bastırdığı dürtülerini harekete geçirir; altın baştan çıkarıcıdır; altın katildir, insan öldürür, öldürtür; altın yeraltına hapsedilmiştir; çünkü bulunması istenmemiştir. Ama insan kazmış ve bulmuştur onu. Altın da, onu özgürlüğüne kavuşturan insan olduğu için; ona içindeki tutkudan bir parça vermiştir. Nice eller kana bulanmıştır ona ulaşmak için; nice insanlar satılmıştır altın için; nice ailelerin ölümüne sebep olmuştur altın.
Altın prenses yaşar; ama bizim için değil. Pamuk prenses gibi boğazına takılan bir elmadan dolayı kısa bir sürede olsa cansız kalmaz; altın prensesi öldürmeye gelen kötü bir kadın yoktur; çünkü zaten o kötüdür. Altın prenses kötülüğün şuh kızlarından biridir. Kral babanın, kraliçe ananın kızı değil; direkt kötülüğün evladıdır. Güzelliği erkeklerin için yakar; ama o da damarlarında dolaşan altın gibi; sahip olunmak için değil; sadece başköşede ya da en değerli yerde durmak için doğmuştur.
Cam bir tabutta, 6 cücenin omuzlarında etrafı tepelerle çevrili modern diyarda, bir elma ağacının dalındaki bir elmanın altına bırakılmaya götürülürken; onu öldüren damarlarına enjekte ettiği aşırı oranda altındır: altın vuruş
Cüceler ise bir inip bir yükselen, arkada sert seslerin raks ettiği bir parçayı seslendirmektedirler: bir inip bir yükselen.(Rammstein sone 2) İndiğinde insanı içine alan, çıktığında insanı yukarıdan aşağıya, altın taşların üzerine bırakan… Düştüğünde çıkan kan altınların üzerine sıçrar ve altın prenses kan kokan altınları damarlarına çeker. Ama o kadar insanın katili olan insanlar, damarlarında altın barındıran altın prensesi de öldürür; çünkü tutkunun aşırısı sadece kanla yazılır.
6 cüce muhteşem şarkılarını söylerlerken, madenden altın prensesin yattığa cam tabuta kadar uzanan görüntülerde, ağaçtaki elma düşer; çalınan parça en tepeye çıktığında ve cam tabut paramparça olur; altın prenses canlanır.
Pamuk prensesi öldüren elma, altın prensesi canlandırmıştır. Biri altından vücuda sahipken, biri pamuk ipliği gibi saf ve incedir. Biri ihtirasın diğer adı iken, biri güzelliğin ve gerçek sevginin anahtarıdır.
Modern zamanlar tutkularıyla geldi ve nice insana kendilerinin üvey anne kraliçe kadar güzel olarak gösterip, aldattılar ve aldatmaya da devam ediyorlar. Oysa kapımıza kadar gelen, sadece bir cadı, hem de altın prensesin annesi olan
bu bizim taner :) hafif kilolu, hafif sarişın, saglam bir adamdir taner..her ne kadar aşk acisi çektirdiyseler de o altindan kalkabilecek(pek inanmasam da) bir adamdir..
kasali adam diye bir yazi yazmistim..o adam tanerdir :)
ne kadar light sigara icse de iyi bir adamdir
cok fazla izlemesem de, denk geldigimde kacirmazdim bu cizgi filmi..su siralar bir araba firmasinin reklaminda da boy gosteriyor..muzik esliginde dans eden transformer
Yazımın başlığı, Çeçen direniş liderlerinden Aslan Mashadov (Meşhedov) ’un öldürüldüğünü duyunca onun hakkında aklıma ilk gelen değerlendirme cümlesiydi. Mashadov’un önceki gün Çeçenistan’ın başkenti Grozni (Coharkale) ’ye 20 kilometre uzaklıktaki Tolstoy-Yurt köyünde gizlendiği evin altındaki sığınakta Rus iç istihbarat ve güvenlik servisi FSB ajanları tarafından öldürüldüğü artık malum. Hem Çeçen ve hem de Rus kaynaklar televizyonlardan da gösterilen, yerde kanlar içinde yatan, sol gözünün altında kurşun izi görülen kır saçlı, kır sakallı kişinin Mashadov olduğunu teyit etmiş bulunuyorlar.
Aslan Mashadov, bir gün bağımsızlığını görmeyi umut ettiği vatanının bağımsızlığı için öldü. İsteseydi kendi yaşındaki birçok Çeçen lider gibi mücadelesine vatanı dışında devam edebilirdi; ama o vatanını vatanında savunmayı tercih etti ve bunun için hayatını verdi.
Elli üç yaşında ölen Mashadov dünyanın gelmiş geçmiş en büyük canisi Joseph Stalin ve onun gizli servis şefi ve celladı Lavrenti Beria’nın Deportatsiia diye bilinen tehcir ya da zorunlu göç politikasının kurbanı bir Çeçen ailenin çocuğu olarak vatanından çok uzakta 1944 yılında kitle halinde sürüldükleri Kazakistan’ın Karadantinski eyaletine bağlı Osakarovski şehrinin Şakay köyünde 1951 yılında doğdu. Stalin sürgünlerinin vatanlarına geri dönüşüne imkan veren kararnamenin çıkmasından sonra 1957 yılında 6 yaşındayken vatanına geri döndü, yaşı geldiğinde orduya girdi, 1972 yılında Tiflis’te okuduğu askerî okuldan topçu subayı olarak mezun oldu. Daha sonra 1978 yılında Leningrad Askerî Akademisi’ni de bitirdi. Kızılordu’da topçu subayı olarak Rusya’nın Uzakdoğu bölgeleri ile, Macaristan, Afganistan ve Litvanya’da görev yaptı. Sonraları Afganistan’da görev yapmaktan dolayı utanç duyduğunu açıkça itiraf etti.
Mashadov, Sovyetler Birliği’nin yıkılmaya başladığı 1991 yılında ordudan istifa etti, Çeçenistan’a geri döndü. Bağımsızlık hareketinin başladığı bu yıl harekete katıldı, 1992 yılından itibaren Çeçenistan’ın ilk devlet başkanı Cahar Dudayev’in yanında yer aldı. Çeçen ordusunun teşkilinde çok önemli bir rol oynadı. Dudayev tarafından önce Genelkurmay Başkan Yardımcısı, daha sonra da Genelkurmay Başkanı yapıldı.
1994-1996 Birinci Çeçen Savaşı’nda olağanüstü askerî başarılara, operasyonlara imza attı. Başkent Grozni’yi ilk saldırıya karşı olağanüstü bir şekilde savundu, taktik geri çekilmeden sonra Grozni’yi yeniden ele geçirdi, Rus kuvvetlerini hezimete uğrattı ve bunun sonucunda Rusya’yı barış ve görüşme masasına oturtmayı başardı. Birinci savaşın sonunda imzalanan Hasavyurt Anlaşması, Mashadov’un askerî başarısının sonucuydu büyük ölçüde ve Çeçenistan 1996 yılında imzalanan bu anlaşma ile 1999 yılına kadar fiilî bir bağımsız dönem yaşadı. Mashadov herkesin düzgün yapıldığını söylediği 1997 seçimlerinde yüzde 60 oyla, öldürülen Dudayev’in yerine yeni devlet başkanı seçildi ve başkanlığı, Şamil Basayev ve taraftarlarının 1999 sonbaharında Dağıstan’a ani bir baskın düzenlemesi ve bunun sonucunda İkinci Çeçen Savaşı’nın patlak vermesine kadar devam etti ve bu savaşla birlikte hem Çeçenistan ve hem Mashadov için eskisinden daha kanlı ve acımasız bir yeni dönem başladı. Rus ordusunun Çeçenistan’a yeniden girmesiyle Mashadov da silahlı mücadelesine kaldığı yerden devam etti ve sonunda bu uğurda hayatını verdi.
Çeçen direniş ve mücadelesinin milliyetçi kanadına mensup Mashadov, anlattığım gibi çok iyi bir askerdi. Liderliğini yaptığı askerî kadroları hep kabul edilen savaş hukukuna göre yönetti. Rusların iddialarının aksine hiçbir zaman gayri insani ve ‘terörist’ metotlara başvurmadı; hatta bunları yasakladı; askerlerinden hep Cenevre Savaş Hukuku’na uymalarını istedi.
Mashadov, Rusya’nın iddia ettiği gibi asla terörist olmadı; hiçbir zaman terörist metotlara itibar etmedi; üstelik kendisine bağlı olmayan bazı Çeçen grupların savaş metotlarını kınadı, bunları kabul etmediğini açıkça ve defalarca söyledi.
Aslan Mashadov başlıkta da söylediğim gibi iyi bir adam, iyi bir askerdi. Bugün burada onu rahmetle ve saygıyla anıyorum...
SORU: Merhum Zübeyr Gündüzalp hakkında “Gayret-i diniye sahibi idi; hayatında lâubalîliğe hiç yer vermemişti.” buyuruyorsunuz. Bu hususu da şerh sadedinde Zübeyr Ağabeyi anlatır mısınız?
CEVAP: Büyük doğumların ve iz bırakan hareketlerin temelinde Asr-ı Saadet’in iz düşümü denebilecek bir hayat tarzı vardır. Her dönemde insanlığa yeni ufuklar gösterenler, doya doya sıcak bir çorba yudumlayamayan, sırtlarına geçirecek bir palto bulamayan ve dünya nimetlerinden kâm alma peşine kat’iyen takılmayan kimseler olmuşlardır. Fakat, onlar öyle beklentisiz ve o denli fedâkarâne yaşamışlardır ki, maddî fakirliklerine rağmen mana âleminin sultanları hâline gelmiş ve bütün mü’min gönülleri kendilerine taht yapmışlardır. Bediüzzaman hazretlerinin ilk talebeleri de o kıvamda insanlardır.
Onlardan birini ilk dinlediğim anı hiç unutamam: O günlerde Isparta’da ikamet eden Üstad Hazretleri, Doğu’ya bir talebesini göndermişti. O zat, halkın içinde bazı hakikatleri anlatırken, dizlerindeki yamaları göstermemek için, sırtındaki eski pardösünün etekleriyle onları kapamaya çalışıyordu. Anlattığı hakikatler de çok cazip gelmekle beraber, asıl onun kendi hâli, sadeliği, samimiyeti ve bir sahabe hayatı yaşaması bana çok tesir etmişti. Onu görünce, “Aradığım insanları şimdi buldum” demekten kendimi alamamıştım. Zaten, ondan sonra etrafa saçılan ışıktan tohumlar, o tohumlar üzerine bina edilen büyük kompleksler ve dünyanın yedi bucağında açılan okullar hep bu “ilkler”in tesiriyle hasıl olan samimiyet zemininde ve onların izinden giden insanların gayretleriyle günyüzüne çıktı. İşte, sonraki nesiller için birer yâd-ı cemil olan bu kahramanlardan biri de Zübeyr Gündüzalp idi.
Bir İnsanı Tanıma Vesileleri
Zübeyr Ağabey’i tanımayı kendi adıma şeref kabul ederim; ondan gerektiği gibi istifade edememeyi de bahtsızlık sayarım. Fakat, onu çok iyi tanıdığımı söyleyemem; çünkü, bazen onun çağırması bazen de kendi ziyaret isteğim neticesinde yanına gidip gelsem ve defalarca görüşmüş olsam da bir insanın sadece ziyaretlerle tam tanınabileceğini zannetmiyorum. Bir insanla aynı evde yatıp kalkmıyorsanız, aynı mutfağı ve banyoyu kullanmıyorsanız ve onun yirmi dört saatine nigehban değilseniz “onu tanıyorum” diyemezsiniz; o iddianız yalan olur. Bir insanı, annesi ve babası biraz tanır. Kendini talebe yetiştirmeye adayan, onları her an kontrol eden, yatıp kalktıkları ve ders müzakere ettikleri yerlerde bile öğrencilerini takipten geri durmayan, onların arkadaşlarıyla münasebetlerini dahi bilen ve her an üzerlerine titreyen bir terbiyeci de talebelerini kısmen tanıyabilir. Fakat sıradan arkadaşların birbirlerini gerçekten tanımaları çok zordur.
Bir insanın namaz kılışına ve namazda huşû ifade eden bazı sesler çıkarışına hüküm bina ederek onun hakkında olumlu kanaat beyan edenlere Hazreti Ömer efendimiz “Alış-veriş ve ticaret hayatına da baktınız mı? ” diye sormuş ve bir insanı gerçekten tanımak için, onunla bir müddet birlikte bulunmak, alışveriş yapmak ve yolculuk etmek gerektiğini söylemiştir. Evet, insanda psikozların kuyruklarını dikip dolaştığı anlar vardır. O anlardaki tavır ve davranışlar bir insanın karakterini açığa vurma bakımından çok önemlidir. Mesela, tanıdığınızı zannettiğiniz insanla, üzerinize cürümler yağdırıldığı, suç üstüne suç isnadında bulunulduğu bir bela ve musibet atmosferini paylaştınız mı? Onunla beraber mahkeme salonlarına ve hapse girdiniz mi? Keder, tasa ve sevinç gibi iyi-kötü her hâle ait bazı ortaklıklarınız oldu mu? Eğer bu sorulara “evet” cevabı veremiyorsanız, o insanı tanıdığınızı iddia etmeniz doğru olmayabilir. Dolayısıyla, ben de Zübeyr Ağabeyi tam tanıdığımı söyleyemem. Bu açıdan, onu, yakından tanıyan insanlara sormak, onların hatıralarını dinlemek gerektiğini düşünüyor ve ifadelerimin o büyük insanı anlatmaktan çok uzak olduğunu itiraf etmekle beraber bir vefa duygusuyla bazı hususlara değinmek istiyorum.
Zübeyr Ağabey’de gördüğüm en dikkat çekici özellik ondaki gayret-i diniye idi. Bildiğiniz üzere, gayret-i diniye, din uğrunda çalışıp-çabalama, dinin şeref ve itibarının korunması mevzuunda hassas davranma manasına geldiği gibi yasaklara karşı duyarlı olma ve fuhşiyâttan, münkerâttan uzak durmayı da ihtiva eder. Gayret-i diniye, Allah’ın sevip hoşgördüğü şeyleri, fevkalâde bir iştiyakla yerine getirip hoşlanmadığı hususlara karşı da olabildiğince kararlı davranmak ve Allah sevgisiyle dolu olup O’nun herkes tarafından sevilmesi için çalışıp çabalamak demektir. Zübeyr Ağabey de, evvelen ve bizzat İslam’a ve Kur’an’a, sonra da Bediüzzaman ve Risale-i Nur’a tahsis-i nazar etmiş; kalb ve ruh ufkuna yönelmiş, ahlâk-ı haseneyi hayat hâline getirmişti. Nazarları İslam’a, Kur’an’a, Peygamber Efendimiz’e, Bediüzzaman’a ve Nurlara çevirme hususunda kıskançlık ölçüsünde bir duyarlılık gösterirdi. Yanında başka şeylerin konuşulmasından hoşlanmaz, sürekli mesleğin esaslarından bahisler açardı. Üstad hazretlerinden ve Nurlardan bahsederken, kendinden geçiyormuş gibi olurdu. En yakın arkadaşları bile onun Üstad’a bağlılığını fazla bulabilirlerdi. Öyle ki, mesela siz, “Üstad hazretleri o kadar hislendi ki mendilini elinden hiç bırakmadı, sürekli burnunu sildi.” deseydiniz, eğer Zübeyr Ağabey bu ifadenizde “burnu akıyordu” manasına zerre kadar bir tahfif sezmişse, ağzınıza bir yumruk indirmediği kalırdı. O kadar ciddi ve yürekten bir bağlılığı vardı Üstad’a karşı. Nurlara bağlılığından mı Üstad’ın zatına yürüyordu, yoksa ona sadakatinden dolayı mı Nurlara koşuyordu, bilemeyeceğim. Fakat, Bekir Berk onun hakkında Üstad’ın “yâver-i azam”ı derdi.
Zübeyr Ağabey’in güldüğünü hiç görmedim. Abus çehreli değildi, tebessüm ettiğine de şahit oldum; fakat, tam bir ciddiyet ve vakar abidesiydi. O, ihsan ve itkan ufkunun kahramanı; azim, sebat, gayret ve teslimiyet timsali bir dava adamıydı. Hadd-i zatında, ciddiyetsiz ve lâubalî bir kimsenin, dava adamı olması da mümkün değildir. Bir insan, iç dünyasında, kalb ve vicdanında ciddiliğe ulaşamamışsa, o sadece yıldız görünme sevdasında bir ateş böceğidir. Bir serçe uzun müddet tavus kuşu olarak arz-ı endam edemez. İnsan, şuurun ve zihinaltının çocuğudur; onlardan kaçıp kurtulamaz. İçte ihsan olmalıdır ki, dışta itkan olsun. İnsanın iç dünyası ciddi olmalıdır ki, bu onun dış dünyasına da aksetsin. Evet, onun gülmesinde bile bir ciddiyet nümayandı, ciddi ve vakur haline rağmen de hep inşirah vericiydi.
Zübeyr Ağabey çoğu zaman hastaydı; pek çok rahatsızlıkları vardı. Rahatsızlıklarından dolayı da konuşması zor anlaşılırdı. Sürekli ilaç kullanır, bir sürü hap alırdı. Bana bir veya iki defa özel odasında bulunan bir çuval ilacını göstermişti. Daracık bir odası vardı. Odada sergi yok denecek kadar azdı. Sadece bir bölüm, seccade ile kapanmıştı; bir tarafta da yatakçık gibi küçük ve basit bir kanepe vardı. Bir köşe perdeliydi; o perdenin arkasına bir leğen ve bir maşrapa gibi bazı şeyler sıkıştırmıştı. İhtimal abdest ve guslünü de orada alıyordu. Her şeyi o odacığın içindeydi. İmkanların kendisine tebessüm ettiği dönemde bile o muktesidâne, sâbikûn u evvelûn gibi gayet sade, samimi ve Allah’la irtibatını zedelememe mevzuunda tavizsiz yaşıyordu. Son günlerinde bile, ceketinin sökülmüş kolundaki ipliklerden tutup hafifçe çekseydiniz, ihtimal ceketinin bir yere kadar yırtıldığını görürdünüz. Pantolonunun paçaları da ceketinin kollarına denkti; o kadar müstağni yaşıyordu. Belki de odasında ilaçtan başka sermayesi yoktu; yani, para değeri olan bir şey varsa, o da ilaçlarıydı. Bir de, Üstâdımızın üzerinde namaz kıldığı bir seccade vardı ki, onun için çok kıymetliydi.
Zübeyr Ağabey, kendisini görenlerde hemen inanmış bir insanı görmüş olma hissi uyarırdı. İddiası yoktu, şakası yoktu, latifesi yoktu ama muhataplarını mutlaka inandırır ve ikna ederdi. Söz ve tavırlarıyla rahatsız edici de değildi. Şahsen, bana söylediği şeylerden hiçbirine karşı içimde hiçbir tepki hissetmedim. Oysa ki, biraz Arapça hecelemeye başlayan, bir yabancı dil öğrenen hemen herkesin yaptığı kadar ben de bencillik ve gurur emareleri sergileyebilirdim. Kendime göre temel düşüncelerim ve kriterlerim de vardı; fakat o, bunların hepsini elinin tersiyle itti, yerlerine doğrularını koydu ve ben onun hiçbir sözüne itiraz etme ihtiyacı duymadım. Yanlış bulduğu her söz ve tavrım karşısında gayet ciddi bir baba, bir üstad gibi beni dizinin dibine oturtup kendi usulünce konuştu, anlattı ve benim içimden ona karşı hiçbir itiraz sesi yükselmedi. Bu bana ait bir fazilet değildi; onun üslup bilmesine ve samimiyetine ait bir şeydi. Belki, onun Hazreti Üstad’a ve Nurlara çok bağlı olduğuna inanmam da bu kabulümde tesirli olmuştu.
Onun Afyon müdafaasını ne zaman okusam gözyaşlarımı tutamam. Her okuyuşumda, samimi, yürekten ve söylediği her kelimeyi mürekkep yerine kanıyla yazmaya hazır hâliyle Zübeyr Ağabey gelir gözlerimin önüne. İman onun gönlünde öyle bir kora dönüşmüştü ki, hapishaneleri, lüks otel köşelerine tercih ediyor ve şöyle diyordu, “Biz, iman ve İslâmiyet hizmeti uğrunda zâlimlerin zulmüne mâruz kaldığımız vakit, hapishane köşelerinde veya darağaçlarında ölmeyi, istirahat döşeğindeki ölüme tercih ederiz. Görünüşü hürriyet, hakikati istibdad-ı mutlak olan bir esaret içinde yaşamaktansa, hizmet-i Kur'âniyemizden dolayı zulmen atıldığımız hapishanede şehid olmayı büyük bir lûtf-u İlâhî biliriz.” Evet, o çok yürekten bağlanmıştı i'la-yı kelimetullaha ve insanlığın kurtuluşunu onda görüyordu.
Öyle bir dava adamıydı ki, “Teessür ve ıztırap karşısında kalbden bir parça kopacaksa, ‘Bir genç dinsiz olmuş’ haberi karşısında o kalbin atom zerrâtı adedince paramparça olması lâzım gelir” diyor ve idam sehpalarında noktalanabilecek bir yolda yürürken bile hakikati haykırmaktan geri durmuyordu. “Yirmi seneden beri milyonlarla insana din, iman, İslâmiyet, fazilet dersi veren ve onları dinsizlikten muhafaza eden Kur'ân tefsiri Risale-i Nur uğrunda idam edileceksem, sehpaya 'Allah Allah, yâ Rasulallah' sadalarıyla koşarak gideceğim.” demek ancak Zübeyr Gündüzalp gibi sadıklara has bir cesaret ve samimiyet ifadesiydi.
Allah rahmet eylesin, Urfalı Abdurrahman Ağabey’in vakfettiği bir ev vardı. Basit, dar ve rutubetli bir evdi; kış günleri sobayla ısıtmaya çalışırlardı. Zübeyr Ağabey’in, o evin orta katında kaldığı zamanlar da olmuştu. Alt kattaki küçük salonda da dersler yapılırdı. Ders esnasında o, odasından çıkıp gelir, daha kapıdan içeri girer girmez, kendisine yer gösterilmesini hiç beklemeden, varlığını belli etmek istemezcesine, boş bulduğu bir yere diz çöküp oturur ve mezamir dinliyor gibi okunan Risaleyi dinlerdi.
Zübeyr Ağabey, dualarında ısrarlı davranır; Üstad’ından gördüğü üzere, dua ederken ellerini kucağına düşürmez ve kollarını ciddiyet içinde kaldırırdı. Kanaat-i acizanemce, dua ederken o şekilde yapmak esastır. Dua, Cenab-ı Hak’tan bazı ekstra şeyler istemek manasına gelir. Böyle bir isteğin de kendine göre bir keyfiyeti olmalıdır ki, o keyfiyet “ilhah”tır; yani ısrarlı davranmak ve o işin üzerine düşmektir. Deprem sonrasında ya da Tsunami akabinde yapılan yardımların muhtaçlara dağıtılması sahnelerini izlemişsinizdir. Bir ekmek alabilmek için kollarını olabildiğince açan, dağıtım yapan görevlilere var güçleriyle ellerini uzatan ve sonunda istediğini alan insanlara şahit olmuşsunuzdur. Tabii bir köşeye oturan ve elini kucağına düşürüp bekleyen kimselerin hiçbir şey elde edemediklerini de görmüşsünüzdür. Bizim Cenab-ı Allah’tan istediğimiz şeyler o dağıtılan yardımlardan daha önemsiz olmadığı gibi kendi halimiz de o muhtaçların durumundan daha iyi değildir. Öyleyse, bize düşen de -riya, süm’a ve taşkınlıklara girmeden- kollarımızı Peygamber Efendimiz’in yaptığı ve seleflerimizin de tatbik ettiği gibi ciddiyet içerisinde yukarıya kaldırmak ve dualarımızda ısrarcı olmaktır.
Zübeyr Ağabey, nasıl yaşadı ise öyle de Allah’a yürüdü. Cenab-ı Hak, çoklarına nasip ettiği gibi bana da onun ahirete teşyîine katılma imkanını lutfeyledi. Fatih Camii’nde cenaze namazı kılındıktan sonra, o omuzlar üzerinde son yolculuğunu yaparken hafif hafif yağmur çiselemeye başladı. Tam ağaçların altında yürümeye başlamıştık ki, birden bire nereden çıktığını bilemediğim güvercine benzeyen bir sürü kuşun kanat seslerini duydum. Kuş sürüsünün, çok geniş bir alanı kapladıktan sonra “pırr” edip onun tabutunun üzerinden fezanın açıklarına doğru uçuverdiğini gördüm. Başkalarına “Siz de gördünüz mü? ” diye sormadım; çünkü, ehl-i imanın vefatına semanın ağladığı ve onları uğurlamak için ruhanilerin adeta yarış yaptığı hakikatinin Zübeyr Ağabey için de gerçekleştiğine inancım tamdı. O, “secde izi”yle nakşolmuş samimi bir sima ve dırahşan bir çehreydi. “Sîmâhum fî vucûhihim min eseri’s-sucûd” hakikatının canlı ve insanlara tesir edebilecek bir örneğiydi.
Zübeyr Ağabey’i yâd ederken Abdurrahman b. Avf’ın sözlerini hatırladım. O büyük sahabi, vefatından az önce kendisine ikram edilen bir parça et ve bir dilim ekmeğe uzanırken ağlar ve şöyle der: “Peygamber Efendimiz ahirete göçtü de ne kendisi ne de ailesi arpa ekmeğiyle bile hiç doymadı. Hamza şehadet şerbeti içti, onun için bir kefen bile bulunamadı. Mus’ab b. Umeyr şehit oldu, onu da kefenleyecek bir şey bulamadık. Oysa onların hepsi bizden daha hayırlı idi. Biz ise dünyadan alacağımızı aldık. Sıkıntılarla imtihan olduk sabrettik, ama rahatlık ve mal-mülkle imtihan edilince şükredip kazandık mı bilemeyeceğim! ..”
Onları Anlamadılar
Evet, onlar mana âleminin birer sultanıydılar ama dünya onları tanıyamadı. Onların, mahviyet, tevazu ve hacâletle mühürlenen tabiatları başkalarını aldattı. İnsanlardan bazıları gururlarına; kimileri hasetlerine ve bir kısmı da bencilliklerine yenildiler ve ne Hulusi Efendi’yi, ne Tahirî Mutlu’yu, ne Sadullah Nutku’yu ne de Mehmet Feyzi’yi tanıyabildiler. Oysa, onlar bir dirilişin ilk mimarları ve Hazreti Mîmâr-ı Azam’ın vefalı temsilcileriydiler.. Hasan Feyzi'ye, Hafız Ali'ye, Hoca Sabri’ye ve Hüsrev Efendi’ye sonraki nesillerin de ihtiyacı vardı. Dünya Ahmet Fevzi'yi, Atıf Efendi’yi ve Asım Bey’i mutlaka bilmeliydi. Bir ışık kaynağının hâlesini teşkil eden, herbiri ayrı birer derinlik adamı olan ve bazıları itibarıyla hala dipdiri ve olabildiğine canlı, Nur Risaleleri’ni dünyanın yetmiş diline çevirerek herkese ulaştırmak için çalışan başyüce insanlar herkes tarafından kabul edilmeliydi. Fakat maalesef, alperen yürekli ve uhrevî derinlikli Zübeyir Gündüzalp misali vefa abidelerini insanlık gerektiği gibi tanıyamadı..
Onlar çok gerilerde durdular, çok küçük göründüler, hep mahviyet içinde oldular.. el-âlem de yalnızca o görünüşe ve o duruşa baktı, onları sadece zahire göre değerlendirdi. Onların herbirisi ihtimal bir kutbiyeti, bir gavsiyeti temsil ediyorlardı ama nâdanlar bunu anlayamadılar. Zaten, sohbet-i nâdanla telezzüz edenlerin onları anlamaları da beklenemezdi. Anlamadılar ve kendilerine yazık ettiler. Bilmem ki, biz onları gerektiği ölçüde anlamaya muvaffak olabildik mi? ..
Soru sahiplerine hemen arz edeyim ki, tıpta her geçen gün yeni bilgiler ve bulgular elde edilmekte, insanlığın hayrına olan sevinilecek hizmetler üretilmektedir.
Bundan herkes sevinir, mutluluk duyar. Peygamberimiz (sas) ’ in hadislerinden aldığımız işaretlere göre tıp ilmi daha da gelişecek, nihayet bütün dertlere deva bulunacaktır. İki şey müstesna tabii. Biri ihtiyarlık, ikincisi de ölüm! İhtiyarlıktan ve ölümden kurtarma ilacı bulunamayacaktır.
Ancak bu ikisinin dışındaki gelişmeleri, büyük bir ümitle bekleyebiliriz. Nitekim Peygamberimiz (sas) tıptaki çalışmaları teşvik ettiği hadisinde şöyle buyurmuştur:
- Allah ilacını yaratmadığı derdi de yaratmamıştır. Bir yerde dert varsa mutlaka onun devası da vardır. Yeter ki insanlık, ümidini kesmesin, deva araştırmasına devam etsin! ..
İşte bu çarelerin biri de, organ nakli buluşudur.
Organ nakli, insan hayatında oldukça mühim yer işgal etmektedir. Çünkü bu çarenin alternatifi yoktur. Varsa zaten organ nakline gerek de olmaz, cevaz da.
Yeni ve alternatifi olmayan bir uygulama olduğundan bazı ilim adamları henüz bu uygulamaya da olumlu bakmasa da, İslam dünyasının şu andaki belli başlı İslami kuruluşları, organ bağışının ve naklinin (şartlarına uyulması halinde) caiz olduğu yolunda kararlar almışlar, bunu da kendi özel yayınlarında insanlığa duyurmuşlardır...
Mesela, Mısır’daki Ezher Fetva Kurulu, Suudi Arabistan’daki İslam Konferansı Teşkilatı’na bağlı İslam Fıkıh Akademisi, Kuveyt Evkaf ve Din İşleri Başkanlığı’na bağlı Fetva Kurulu, Dünya İslam Birliği’ne bağlı Fıkıh Akademisi, organ nakli ve bağışı konusunda fetvalar vermişlerdir. Bunlara bizim Diyanet İşleri Başkanlığı’mıza bağlı Fetva Kurulu’nun da fetvasını ekleyebilirsiniz. (Bakınız, Diyanet Vakfı İlmihali. Organ Nakli -168)
Konuya ait bilgiyi şöyle özetleyebiliriz:
Ölenden organ nakli yapıldığı gibi, yaşayandan da organ bağışı alınmaktadır..
İkisi de birbirine benzerse de küçük farklar vardır aralarında. Şöyle ki:
Ölüden yapılacak organ naklinin caiz olabilmesi için gerekli şartları şöyle ifade edebiliriz:
1- Hastaya organ naklinden başka çare bulunmadığı konusunda ehliyetli tıp adamlarının karar vermiş olmaları gerek.
2- Konunun uzmanları olan doktorlar, hastanın bu nakille iyi olacağı yolunda kuvvetli kanaat sahibi olmaları gerek.
3- Ölümünden önce hastanın kendisinin, ölümünden sonra da mirasçılarının organın nakline izin vermiş olmaları gerek.
4- Tıbben ve dinen! ölümün kesinleşmiş olması gerek.
5- Organın maddi bir karşılık ve para mukabilinde satılıyor olmaktan uzak olmak.
6- Alıcının da bu nakilde rızası bulunmak.
Bunlar ölenden alınacak organ naklinde aranan şartlar. Bunlara bir de yaşayandan nakledilecek organın şartlarını ilave edecek olursak şunu da ifade edebiliriz:
1- Organı kendi isteğiyle hibe edecek olan insanın sağlığını bu hibenin bozmayacağı yolunda doktorların görüşleri kesin olmalıdır.
2- Doktorların bu naklin başarılı olacağı, hayati tehlikenin bulunmayacağı yolunda raporları bulunmalıdır.
3- Organ bağışında bir ücret ve maddi menfaat söz konusu olmamalıdır.
Burada akla gelen bir suali de cevaplayalım. Verilen organ, yerleştirildiği öteki bedende biyolojik görevini yapacaktır. O şahsın iyilik veya kötülük yapmasında bir etkisi bulunmayacağından sorumluluğu olmayacaktır. İsterse bu insan gayrimüslim olsun. Çünkü günahı işleyen organ değil, organa yön veren insanın kendi iradesidir. İrade sahibinindir sorumluluklar.
Ayrıca nakledilen organ, tekrar dirilmede ilk bedenindeki yerini alacak, sonrakinde sabit kalamayacaktır. Geniş bilgi için adı geçen eserin ikinci cildine bakılabilir.
ajitasyon
15.06.2005 - 23:31isim, tıp Fransızca agitation
1. Çırpıntı.
2. Kışkırtma.
kaynak: tdk
votka
15.06.2005 - 23:27yapılan bir ankete gore:
'2004’te yedi ilde yapılan bir kamuoyu araştırmasında “Ruslar denince aklınıza ne geliyor? ” diye sorulmuş. Alınan cevaplar şöyle:
Yüzde 33,6’sı “hayat kadınları”, 20,9’u “soğuk”, 12,2’si “votka”, 9,7’si “kültür-sanat”, 9,4’ü “sosyalizm-komünizm”, 2,9’u “kadın ticareti”, 0,9’u “ticaret”, 0,4’ü “spor”, 0,3’ü “turizm” demiş. (Hakan Aksay, Rusları nasıl bilirsiniz? DA Dergisi, sayı: 17) '
viceroy cigarettes
15.06.2005 - 23:26sadece berbat!
patavatsız
15.06.2005 - 23:25pattadanak, gümbürdenenek lafa atlayan buyuk(!) sahsiyet..ne zaman ne soyleyecegi belli olmadigindan uzak durulmasi tavsiye edilir
güllaç
15.06.2005 - 23:24severim..ilk defa istanbul'da yedim..guzel bir tatlidir kendileri..dahasi ramazani yasatan tatlardan biri(cok fani bir yaklaşım oldu)
haybeden gerçeküstü aşk
15.06.2005 - 15:24arkadaş zannedersem harbiden gerçeküstü aşk yazmak istemiş ama eli sürçmüş
şimdi
14.06.2005 - 15:15imdi
bizim oralarda soz arasinda simdi yerine hindi derler :))
-hindi netcez be abi?
mor ve ötesi
01.06.2005 - 15:48adamlarin sahne performanslari bana gore kotu..konserden pek zevk almamis biri olaraktan
sezai karakoç
01.06.2005 - 15:47Fikir adami, dava adami, şair
prince of percia
01.06.2005 - 15:46oyun cok guzel bir sey..ilk 2 numarayi oynadik ve bayildik..bir hafta 3 arkadas geceli gunduzlu, nobetlese ve degismeli olarak bu oyunu bitirdik..sonra da bunun 2 si varsa 1 i de vardir deyip gititk 1 numarayi aldik; ama pek hosumuza gitmedi..fakat gecen gun bir tv kanalinda 3 numaranin ciktigini ogrendik ve ekranda oyundan kesitler izlerken(buna demo diyorlar) agizimizin suyu akti. Hemen gittik alalim diye; ama bize soylenen 1 ay kadar sonra gelecegi.. Bekliyoruz :)
cadı kazanı
27.05.2005 - 03:05izledim, beendim..daniel d. lewis vardi..bu adama deli oluyorum..su katilmamis karizma
küresel ısınma
20.05.2005 - 01:20küresel olarak ısınan her şey, bir gün gelir soğur
fes
18.05.2005 - 21:06fes başım(n) a fes başım(n) a püsülü ben olayım
şaban daha güzel söylüyordu tabii
şavk
18.05.2005 - 21:05ananemin ışık manasında kullandığı kelime..şöyle derdi:
şavkı kapat oğlum!
rammstein
18.05.2005 - 20:50DU HAST
Du
Du hast
Du hast mich
Du
Du hast
Du hast mich
Du hast mich gefragt
Du hast mich gefragt
Und ich hab nichts gesagt
Willst du bis der tod euch scheide
Treu ihr sein für alle tage
NEIN
Willst du bis zum tod der scheide
Sie lieben auch in schlechten tagen
NEIN
...
YOU HATE
You
You hate
You hate me
You
You hate
You hate me
You hate me to say
You hate me to say
You hate me to say
And I did not obey
Will you until death does sever
Be upright to her forever
Never
Will you 'til death be her rider
Her lover too, to stay inside her
Never
rammstein
18.05.2005 - 20:486 Cüceler ve 6n Prenses (Rammstein- Sonne 2)
Masallar çocuklar içindir. Masallar mutluluk kıvılcımlarıdır sizin içinizdekileri ateşleyen. Masallar hayat değildir. Masallar gerçek olsaydı eğer, masallar roman, hikâye nazarında olurken; romanlar ve hikâyeler masal olurdu. Bu anlatacaklarım 18 yaşından küçükler için uygun değildir. Çünkü anlatacağım masal onlara göre de değildir.
Masal modern zamanda geçmektedir. Bir biri ardına uzanan yüksek tepeler arasında; 6 madenci cüce kendi madenlerinde çalışmakta; üzerleri kir pas içinde, sadece bir şey aramaktadırlar: altın
Bir müzik parçasının iyi ya da kötü olması bana göre, iyi bir romanın sahip olduklarına sahip olup olmadığında aranmalıdır. İyi bir sahne, oturmuş karakterler ve karakterlerin hislerinin olaylar karşısında düz bir çizgi değil de eğri büğrü çizgilerde hareket etmesidir. Eğer bir müzik parçası bu özelliklerden bir kısmını sağlarsa, iyi olma yolunda baya adım atmış demektir. Bana göre nirengi noktası şurasıdır: Dağıtmak-toplamak, yüklenmek-salıvermek, iğrendirmek, gerçeği yansıtmak.
Arkada yüksek sesle başlayan müzik birden hız keser ve çaresiz kediler gibi mırıldanmaya başlar. Dinleyen, gidişatın gelgitleri arasında ne olacağını beklemektedir. Çünkü aynı çizgide ilerleyen müzik parçasının nağmeleri, dinleyen üzerinde bir merak uyandırmayacağı gibi, tek sesli olmaktan da kurtulamaz. Oysa kutsallığın bataklık içinde anlatılması; kötü bir kadının melek gibi tasvir edilip, ona en büyük günahlardan birinin işletilmesi ve bunun yapılan müzikte vücuda getirilmesi, insanın özüne inmektir ki; özü yakalayabilen her şeyin bir nebze olsun kalıcılığı vardır.
Modern zamanlarda prensesler çoğalıp, herkesin prenses kadar alımlı olduğu devirde, cadılar sırra kadem basmışlar. Çoğunuz 7 tane cüce ve onların pamuk prenseslerindeki, üvey annenin yaşlı bir kadın kılığına girip, pamuk prensese zarar vermeye gittiği sahneyi bilir. O sahnede, kötü de olsa güzel olan üvey anne, yaşlı, çirkin bir kadın kılığına bürünmüştür. Oysa bizim zamanımızda, insanlar sadece güzel kılıklara bürünmekte. Bu da anlayış farkının ne denli değiştiğini gösteriyor. Her yer pamuk prensesin türünden kızların yapıldığı yerlere dönüştü. Peki, bir altın prenses yapıp da, cüce sayısını 6 ya indirirseniz ne olur? İyi bir parça olur! (Rammstein- sonne 2)
Cücelerden biri bir parça altın bulur madende. Sesler vardır birbirleri içine geçen kuvvetli, maden kazma sesleriyle inlemekte; dövülen toprak ana, evlatlarına haykırmaktadır. Ama insan gaddardır ve istediğini almak için her şeyi yapmaya hazırdır.
Pamuk prenses iyidir, güzeldir, saftır, yardımseverdir, kin gütmez; sadece katışıksız bir sevgidir; ihtirasları yoktur, kötülük nedir bilmez. Altın prenses ise, sadece güçle yaşar; sevgiyi bilmez, kalbi altın gibidir; ama başkaları için değil, sadece kendi için altın. Tutkuları vardır, bir erkeğe sahip olmak istemez; nice erkek ona kul köle olmalıdır. Hayatı altındır. Altın tozlarını çeker burnuna altın rüyalar görmek için. Bulutların üzerinde dans etmez altın çeken altın prenses; kendini kocaman altın külçelerinin üzerinde hayal eder. Fakat altın, kötüdür. Altın parlaktır, insanı ihtişamlı olmaya davet eder; insanın bastırdığı dürtülerini harekete geçirir; altın baştan çıkarıcıdır; altın katildir, insan öldürür, öldürtür; altın yeraltına hapsedilmiştir; çünkü bulunması istenmemiştir. Ama insan kazmış ve bulmuştur onu. Altın da, onu özgürlüğüne kavuşturan insan olduğu için; ona içindeki tutkudan bir parça vermiştir. Nice eller kana bulanmıştır ona ulaşmak için; nice insanlar satılmıştır altın için; nice ailelerin ölümüne sebep olmuştur altın.
Altın prenses yaşar; ama bizim için değil. Pamuk prenses gibi boğazına takılan bir elmadan dolayı kısa bir sürede olsa cansız kalmaz; altın prensesi öldürmeye gelen kötü bir kadın yoktur; çünkü zaten o kötüdür. Altın prenses kötülüğün şuh kızlarından biridir. Kral babanın, kraliçe ananın kızı değil; direkt kötülüğün evladıdır. Güzelliği erkeklerin için yakar; ama o da damarlarında dolaşan altın gibi; sahip olunmak için değil; sadece başköşede ya da en değerli yerde durmak için doğmuştur.
Cam bir tabutta, 6 cücenin omuzlarında etrafı tepelerle çevrili modern diyarda, bir elma ağacının dalındaki bir elmanın altına bırakılmaya götürülürken; onu öldüren damarlarına enjekte ettiği aşırı oranda altındır: altın vuruş
Cüceler ise bir inip bir yükselen, arkada sert seslerin raks ettiği bir parçayı seslendirmektedirler: bir inip bir yükselen.(Rammstein sone 2) İndiğinde insanı içine alan, çıktığında insanı yukarıdan aşağıya, altın taşların üzerine bırakan… Düştüğünde çıkan kan altınların üzerine sıçrar ve altın prenses kan kokan altınları damarlarına çeker. Ama o kadar insanın katili olan insanlar, damarlarında altın barındıran altın prensesi de öldürür; çünkü tutkunun aşırısı sadece kanla yazılır.
6 cüce muhteşem şarkılarını söylerlerken, madenden altın prensesin yattığa cam tabuta kadar uzanan görüntülerde, ağaçtaki elma düşer; çalınan parça en tepeye çıktığında ve cam tabut paramparça olur; altın prenses canlanır.
Pamuk prensesi öldüren elma, altın prensesi canlandırmıştır. Biri altından vücuda sahipken, biri pamuk ipliği gibi saf ve incedir. Biri ihtirasın diğer adı iken, biri güzelliğin ve gerçek sevginin anahtarıdır.
Modern zamanlar tutkularıyla geldi ve nice insana kendilerinin üvey anne kraliçe kadar güzel olarak gösterip, aldattılar ve aldatmaya da devam ediyorlar. Oysa kapımıza kadar gelen, sadece bir cadı, hem de altın prensesin annesi olan
taner
12.05.2005 - 18:58bu bizim taner :) hafif kilolu, hafif sarişın, saglam bir adamdir taner..her ne kadar aşk acisi çektirdiyseler de o altindan kalkabilecek(pek inanmasam da) bir adamdir..
kasali adam diye bir yazi yazmistim..o adam tanerdir :)
ne kadar light sigara icse de iyi bir adamdir
transformer
11.05.2005 - 13:59cok fazla izlemesem de, denk geldigimde kacirmazdim bu cizgi filmi..su siralar bir araba firmasinin reklaminda da boy gosteriyor..muzik esliginde dans eden transformer
Aslan Mashadov
11.05.2005 - 13:58İyi adam, iyi askerdi...
Yazımın başlığı, Çeçen direniş liderlerinden Aslan Mashadov (Meşhedov) ’un öldürüldüğünü duyunca onun hakkında aklıma ilk gelen değerlendirme cümlesiydi. Mashadov’un önceki gün Çeçenistan’ın başkenti Grozni (Coharkale) ’ye 20 kilometre uzaklıktaki Tolstoy-Yurt köyünde gizlendiği evin altındaki sığınakta Rus iç istihbarat ve güvenlik servisi FSB ajanları tarafından öldürüldüğü artık malum. Hem Çeçen ve hem de Rus kaynaklar televizyonlardan da gösterilen, yerde kanlar içinde yatan, sol gözünün altında kurşun izi görülen kır saçlı, kır sakallı kişinin Mashadov olduğunu teyit etmiş bulunuyorlar.
Aslan Mashadov, bir gün bağımsızlığını görmeyi umut ettiği vatanının bağımsızlığı için öldü. İsteseydi kendi yaşındaki birçok Çeçen lider gibi mücadelesine vatanı dışında devam edebilirdi; ama o vatanını vatanında savunmayı tercih etti ve bunun için hayatını verdi.
Elli üç yaşında ölen Mashadov dünyanın gelmiş geçmiş en büyük canisi Joseph Stalin ve onun gizli servis şefi ve celladı Lavrenti Beria’nın Deportatsiia diye bilinen tehcir ya da zorunlu göç politikasının kurbanı bir Çeçen ailenin çocuğu olarak vatanından çok uzakta 1944 yılında kitle halinde sürüldükleri Kazakistan’ın Karadantinski eyaletine bağlı Osakarovski şehrinin Şakay köyünde 1951 yılında doğdu. Stalin sürgünlerinin vatanlarına geri dönüşüne imkan veren kararnamenin çıkmasından sonra 1957 yılında 6 yaşındayken vatanına geri döndü, yaşı geldiğinde orduya girdi, 1972 yılında Tiflis’te okuduğu askerî okuldan topçu subayı olarak mezun oldu. Daha sonra 1978 yılında Leningrad Askerî Akademisi’ni de bitirdi. Kızılordu’da topçu subayı olarak Rusya’nın Uzakdoğu bölgeleri ile, Macaristan, Afganistan ve Litvanya’da görev yaptı. Sonraları Afganistan’da görev yapmaktan dolayı utanç duyduğunu açıkça itiraf etti.
Mashadov, Sovyetler Birliği’nin yıkılmaya başladığı 1991 yılında ordudan istifa etti, Çeçenistan’a geri döndü. Bağımsızlık hareketinin başladığı bu yıl harekete katıldı, 1992 yılından itibaren Çeçenistan’ın ilk devlet başkanı Cahar Dudayev’in yanında yer aldı. Çeçen ordusunun teşkilinde çok önemli bir rol oynadı. Dudayev tarafından önce Genelkurmay Başkan Yardımcısı, daha sonra da Genelkurmay Başkanı yapıldı.
1994-1996 Birinci Çeçen Savaşı’nda olağanüstü askerî başarılara, operasyonlara imza attı. Başkent Grozni’yi ilk saldırıya karşı olağanüstü bir şekilde savundu, taktik geri çekilmeden sonra Grozni’yi yeniden ele geçirdi, Rus kuvvetlerini hezimete uğrattı ve bunun sonucunda Rusya’yı barış ve görüşme masasına oturtmayı başardı. Birinci savaşın sonunda imzalanan Hasavyurt Anlaşması, Mashadov’un askerî başarısının sonucuydu büyük ölçüde ve Çeçenistan 1996 yılında imzalanan bu anlaşma ile 1999 yılına kadar fiilî bir bağımsız dönem yaşadı. Mashadov herkesin düzgün yapıldığını söylediği 1997 seçimlerinde yüzde 60 oyla, öldürülen Dudayev’in yerine yeni devlet başkanı seçildi ve başkanlığı, Şamil Basayev ve taraftarlarının 1999 sonbaharında Dağıstan’a ani bir baskın düzenlemesi ve bunun sonucunda İkinci Çeçen Savaşı’nın patlak vermesine kadar devam etti ve bu savaşla birlikte hem Çeçenistan ve hem Mashadov için eskisinden daha kanlı ve acımasız bir yeni dönem başladı. Rus ordusunun Çeçenistan’a yeniden girmesiyle Mashadov da silahlı mücadelesine kaldığı yerden devam etti ve sonunda bu uğurda hayatını verdi.
Çeçen direniş ve mücadelesinin milliyetçi kanadına mensup Mashadov, anlattığım gibi çok iyi bir askerdi. Liderliğini yaptığı askerî kadroları hep kabul edilen savaş hukukuna göre yönetti. Rusların iddialarının aksine hiçbir zaman gayri insani ve ‘terörist’ metotlara başvurmadı; hatta bunları yasakladı; askerlerinden hep Cenevre Savaş Hukuku’na uymalarını istedi.
Mashadov, Rusya’nın iddia ettiği gibi asla terörist olmadı; hiçbir zaman terörist metotlara itibar etmedi; üstelik kendisine bağlı olmayan bazı Çeçen grupların savaş metotlarını kınadı, bunları kabul etmediğini açıkça ve defalarca söyledi.
Aslan Mashadov başlıkta da söylediğim gibi iyi bir adam, iyi bir askerdi. Bugün burada onu rahmetle ve saygıyla anıyorum...
10.03.2005 /Zaman/Fikret Ertan
zübeyir gündüzalp
10.05.2005 - 20:0709.05.2005/www.herkul.org
Bir İman Abidesi
SORU: Merhum Zübeyr Gündüzalp hakkında “Gayret-i diniye sahibi idi; hayatında lâubalîliğe hiç yer vermemişti.” buyuruyorsunuz. Bu hususu da şerh sadedinde Zübeyr Ağabeyi anlatır mısınız?
CEVAP: Büyük doğumların ve iz bırakan hareketlerin temelinde Asr-ı Saadet’in iz düşümü denebilecek bir hayat tarzı vardır. Her dönemde insanlığa yeni ufuklar gösterenler, doya doya sıcak bir çorba yudumlayamayan, sırtlarına geçirecek bir palto bulamayan ve dünya nimetlerinden kâm alma peşine kat’iyen takılmayan kimseler olmuşlardır. Fakat, onlar öyle beklentisiz ve o denli fedâkarâne yaşamışlardır ki, maddî fakirliklerine rağmen mana âleminin sultanları hâline gelmiş ve bütün mü’min gönülleri kendilerine taht yapmışlardır. Bediüzzaman hazretlerinin ilk talebeleri de o kıvamda insanlardır.
Onlardan birini ilk dinlediğim anı hiç unutamam: O günlerde Isparta’da ikamet eden Üstad Hazretleri, Doğu’ya bir talebesini göndermişti. O zat, halkın içinde bazı hakikatleri anlatırken, dizlerindeki yamaları göstermemek için, sırtındaki eski pardösünün etekleriyle onları kapamaya çalışıyordu. Anlattığı hakikatler de çok cazip gelmekle beraber, asıl onun kendi hâli, sadeliği, samimiyeti ve bir sahabe hayatı yaşaması bana çok tesir etmişti. Onu görünce, “Aradığım insanları şimdi buldum” demekten kendimi alamamıştım. Zaten, ondan sonra etrafa saçılan ışıktan tohumlar, o tohumlar üzerine bina edilen büyük kompleksler ve dünyanın yedi bucağında açılan okullar hep bu “ilkler”in tesiriyle hasıl olan samimiyet zemininde ve onların izinden giden insanların gayretleriyle günyüzüne çıktı. İşte, sonraki nesiller için birer yâd-ı cemil olan bu kahramanlardan biri de Zübeyr Gündüzalp idi.
Bir İnsanı Tanıma Vesileleri
Zübeyr Ağabey’i tanımayı kendi adıma şeref kabul ederim; ondan gerektiği gibi istifade edememeyi de bahtsızlık sayarım. Fakat, onu çok iyi tanıdığımı söyleyemem; çünkü, bazen onun çağırması bazen de kendi ziyaret isteğim neticesinde yanına gidip gelsem ve defalarca görüşmüş olsam da bir insanın sadece ziyaretlerle tam tanınabileceğini zannetmiyorum. Bir insanla aynı evde yatıp kalkmıyorsanız, aynı mutfağı ve banyoyu kullanmıyorsanız ve onun yirmi dört saatine nigehban değilseniz “onu tanıyorum” diyemezsiniz; o iddianız yalan olur. Bir insanı, annesi ve babası biraz tanır. Kendini talebe yetiştirmeye adayan, onları her an kontrol eden, yatıp kalktıkları ve ders müzakere ettikleri yerlerde bile öğrencilerini takipten geri durmayan, onların arkadaşlarıyla münasebetlerini dahi bilen ve her an üzerlerine titreyen bir terbiyeci de talebelerini kısmen tanıyabilir. Fakat sıradan arkadaşların birbirlerini gerçekten tanımaları çok zordur.
Bir insanın namaz kılışına ve namazda huşû ifade eden bazı sesler çıkarışına hüküm bina ederek onun hakkında olumlu kanaat beyan edenlere Hazreti Ömer efendimiz “Alış-veriş ve ticaret hayatına da baktınız mı? ” diye sormuş ve bir insanı gerçekten tanımak için, onunla bir müddet birlikte bulunmak, alışveriş yapmak ve yolculuk etmek gerektiğini söylemiştir. Evet, insanda psikozların kuyruklarını dikip dolaştığı anlar vardır. O anlardaki tavır ve davranışlar bir insanın karakterini açığa vurma bakımından çok önemlidir. Mesela, tanıdığınızı zannettiğiniz insanla, üzerinize cürümler yağdırıldığı, suç üstüne suç isnadında bulunulduğu bir bela ve musibet atmosferini paylaştınız mı? Onunla beraber mahkeme salonlarına ve hapse girdiniz mi? Keder, tasa ve sevinç gibi iyi-kötü her hâle ait bazı ortaklıklarınız oldu mu? Eğer bu sorulara “evet” cevabı veremiyorsanız, o insanı tanıdığınızı iddia etmeniz doğru olmayabilir. Dolayısıyla, ben de Zübeyr Ağabeyi tam tanıdığımı söyleyemem. Bu açıdan, onu, yakından tanıyan insanlara sormak, onların hatıralarını dinlemek gerektiğini düşünüyor ve ifadelerimin o büyük insanı anlatmaktan çok uzak olduğunu itiraf etmekle beraber bir vefa duygusuyla bazı hususlara değinmek istiyorum.
zübeyir gündüzalp
10.05.2005 - 20:07Bir Dava Adamı
Zübeyr Ağabey’de gördüğüm en dikkat çekici özellik ondaki gayret-i diniye idi. Bildiğiniz üzere, gayret-i diniye, din uğrunda çalışıp-çabalama, dinin şeref ve itibarının korunması mevzuunda hassas davranma manasına geldiği gibi yasaklara karşı duyarlı olma ve fuhşiyâttan, münkerâttan uzak durmayı da ihtiva eder. Gayret-i diniye, Allah’ın sevip hoşgördüğü şeyleri, fevkalâde bir iştiyakla yerine getirip hoşlanmadığı hususlara karşı da olabildiğince kararlı davranmak ve Allah sevgisiyle dolu olup O’nun herkes tarafından sevilmesi için çalışıp çabalamak demektir. Zübeyr Ağabey de, evvelen ve bizzat İslam’a ve Kur’an’a, sonra da Bediüzzaman ve Risale-i Nur’a tahsis-i nazar etmiş; kalb ve ruh ufkuna yönelmiş, ahlâk-ı haseneyi hayat hâline getirmişti. Nazarları İslam’a, Kur’an’a, Peygamber Efendimiz’e, Bediüzzaman’a ve Nurlara çevirme hususunda kıskançlık ölçüsünde bir duyarlılık gösterirdi. Yanında başka şeylerin konuşulmasından hoşlanmaz, sürekli mesleğin esaslarından bahisler açardı. Üstad hazretlerinden ve Nurlardan bahsederken, kendinden geçiyormuş gibi olurdu. En yakın arkadaşları bile onun Üstad’a bağlılığını fazla bulabilirlerdi. Öyle ki, mesela siz, “Üstad hazretleri o kadar hislendi ki mendilini elinden hiç bırakmadı, sürekli burnunu sildi.” deseydiniz, eğer Zübeyr Ağabey bu ifadenizde “burnu akıyordu” manasına zerre kadar bir tahfif sezmişse, ağzınıza bir yumruk indirmediği kalırdı. O kadar ciddi ve yürekten bir bağlılığı vardı Üstad’a karşı. Nurlara bağlılığından mı Üstad’ın zatına yürüyordu, yoksa ona sadakatinden dolayı mı Nurlara koşuyordu, bilemeyeceğim. Fakat, Bekir Berk onun hakkında Üstad’ın “yâver-i azam”ı derdi.
Zübeyr Ağabey’in güldüğünü hiç görmedim. Abus çehreli değildi, tebessüm ettiğine de şahit oldum; fakat, tam bir ciddiyet ve vakar abidesiydi. O, ihsan ve itkan ufkunun kahramanı; azim, sebat, gayret ve teslimiyet timsali bir dava adamıydı. Hadd-i zatında, ciddiyetsiz ve lâubalî bir kimsenin, dava adamı olması da mümkün değildir. Bir insan, iç dünyasında, kalb ve vicdanında ciddiliğe ulaşamamışsa, o sadece yıldız görünme sevdasında bir ateş böceğidir. Bir serçe uzun müddet tavus kuşu olarak arz-ı endam edemez. İnsan, şuurun ve zihinaltının çocuğudur; onlardan kaçıp kurtulamaz. İçte ihsan olmalıdır ki, dışta itkan olsun. İnsanın iç dünyası ciddi olmalıdır ki, bu onun dış dünyasına da aksetsin. Evet, onun gülmesinde bile bir ciddiyet nümayandı, ciddi ve vakur haline rağmen de hep inşirah vericiydi.
Zübeyr Ağabey çoğu zaman hastaydı; pek çok rahatsızlıkları vardı. Rahatsızlıklarından dolayı da konuşması zor anlaşılırdı. Sürekli ilaç kullanır, bir sürü hap alırdı. Bana bir veya iki defa özel odasında bulunan bir çuval ilacını göstermişti. Daracık bir odası vardı. Odada sergi yok denecek kadar azdı. Sadece bir bölüm, seccade ile kapanmıştı; bir tarafta da yatakçık gibi küçük ve basit bir kanepe vardı. Bir köşe perdeliydi; o perdenin arkasına bir leğen ve bir maşrapa gibi bazı şeyler sıkıştırmıştı. İhtimal abdest ve guslünü de orada alıyordu. Her şeyi o odacığın içindeydi. İmkanların kendisine tebessüm ettiği dönemde bile o muktesidâne, sâbikûn u evvelûn gibi gayet sade, samimi ve Allah’la irtibatını zedelememe mevzuunda tavizsiz yaşıyordu. Son günlerinde bile, ceketinin sökülmüş kolundaki ipliklerden tutup hafifçe çekseydiniz, ihtimal ceketinin bir yere kadar yırtıldığını görürdünüz. Pantolonunun paçaları da ceketinin kollarına denkti; o kadar müstağni yaşıyordu. Belki de odasında ilaçtan başka sermayesi yoktu; yani, para değeri olan bir şey varsa, o da ilaçlarıydı. Bir de, Üstâdımızın üzerinde namaz kıldığı bir seccade vardı ki, onun için çok kıymetliydi.
Zübeyr Ağabey, kendisini görenlerde hemen inanmış bir insanı görmüş olma hissi uyarırdı. İddiası yoktu, şakası yoktu, latifesi yoktu ama muhataplarını mutlaka inandırır ve ikna ederdi. Söz ve tavırlarıyla rahatsız edici de değildi. Şahsen, bana söylediği şeylerden hiçbirine karşı içimde hiçbir tepki hissetmedim. Oysa ki, biraz Arapça hecelemeye başlayan, bir yabancı dil öğrenen hemen herkesin yaptığı kadar ben de bencillik ve gurur emareleri sergileyebilirdim. Kendime göre temel düşüncelerim ve kriterlerim de vardı; fakat o, bunların hepsini elinin tersiyle itti, yerlerine doğrularını koydu ve ben onun hiçbir sözüne itiraz etme ihtiyacı duymadım. Yanlış bulduğu her söz ve tavrım karşısında gayet ciddi bir baba, bir üstad gibi beni dizinin dibine oturtup kendi usulünce konuştu, anlattı ve benim içimden ona karşı hiçbir itiraz sesi yükselmedi. Bu bana ait bir fazilet değildi; onun üslup bilmesine ve samimiyetine ait bir şeydi. Belki, onun Hazreti Üstad’a ve Nurlara çok bağlı olduğuna inanmam da bu kabulümde tesirli olmuştu.
zübeyir gündüzalp
10.05.2005 - 20:06İdam Sehpası da Olsa! ...
Onun Afyon müdafaasını ne zaman okusam gözyaşlarımı tutamam. Her okuyuşumda, samimi, yürekten ve söylediği her kelimeyi mürekkep yerine kanıyla yazmaya hazır hâliyle Zübeyr Ağabey gelir gözlerimin önüne. İman onun gönlünde öyle bir kora dönüşmüştü ki, hapishaneleri, lüks otel köşelerine tercih ediyor ve şöyle diyordu, “Biz, iman ve İslâmiyet hizmeti uğrunda zâlimlerin zulmüne mâruz kaldığımız vakit, hapishane köşelerinde veya darağaçlarında ölmeyi, istirahat döşeğindeki ölüme tercih ederiz. Görünüşü hürriyet, hakikati istibdad-ı mutlak olan bir esaret içinde yaşamaktansa, hizmet-i Kur'âniyemizden dolayı zulmen atıldığımız hapishanede şehid olmayı büyük bir lûtf-u İlâhî biliriz.” Evet, o çok yürekten bağlanmıştı i'la-yı kelimetullaha ve insanlığın kurtuluşunu onda görüyordu.
Öyle bir dava adamıydı ki, “Teessür ve ıztırap karşısında kalbden bir parça kopacaksa, ‘Bir genç dinsiz olmuş’ haberi karşısında o kalbin atom zerrâtı adedince paramparça olması lâzım gelir” diyor ve idam sehpalarında noktalanabilecek bir yolda yürürken bile hakikati haykırmaktan geri durmuyordu. “Yirmi seneden beri milyonlarla insana din, iman, İslâmiyet, fazilet dersi veren ve onları dinsizlikten muhafaza eden Kur'ân tefsiri Risale-i Nur uğrunda idam edileceksem, sehpaya 'Allah Allah, yâ Rasulallah' sadalarıyla koşarak gideceğim.” demek ancak Zübeyr Gündüzalp gibi sadıklara has bir cesaret ve samimiyet ifadesiydi.
Allah rahmet eylesin, Urfalı Abdurrahman Ağabey’in vakfettiği bir ev vardı. Basit, dar ve rutubetli bir evdi; kış günleri sobayla ısıtmaya çalışırlardı. Zübeyr Ağabey’in, o evin orta katında kaldığı zamanlar da olmuştu. Alt kattaki küçük salonda da dersler yapılırdı. Ders esnasında o, odasından çıkıp gelir, daha kapıdan içeri girer girmez, kendisine yer gösterilmesini hiç beklemeden, varlığını belli etmek istemezcesine, boş bulduğu bir yere diz çöküp oturur ve mezamir dinliyor gibi okunan Risaleyi dinlerdi.
Zübeyr Ağabey, dualarında ısrarlı davranır; Üstad’ından gördüğü üzere, dua ederken ellerini kucağına düşürmez ve kollarını ciddiyet içinde kaldırırdı. Kanaat-i acizanemce, dua ederken o şekilde yapmak esastır. Dua, Cenab-ı Hak’tan bazı ekstra şeyler istemek manasına gelir. Böyle bir isteğin de kendine göre bir keyfiyeti olmalıdır ki, o keyfiyet “ilhah”tır; yani ısrarlı davranmak ve o işin üzerine düşmektir. Deprem sonrasında ya da Tsunami akabinde yapılan yardımların muhtaçlara dağıtılması sahnelerini izlemişsinizdir. Bir ekmek alabilmek için kollarını olabildiğince açan, dağıtım yapan görevlilere var güçleriyle ellerini uzatan ve sonunda istediğini alan insanlara şahit olmuşsunuzdur. Tabii bir köşeye oturan ve elini kucağına düşürüp bekleyen kimselerin hiçbir şey elde edemediklerini de görmüşsünüzdür. Bizim Cenab-ı Allah’tan istediğimiz şeyler o dağıtılan yardımlardan daha önemsiz olmadığı gibi kendi halimiz de o muhtaçların durumundan daha iyi değildir. Öyleyse, bize düşen de -riya, süm’a ve taşkınlıklara girmeden- kollarımızı Peygamber Efendimiz’in yaptığı ve seleflerimizin de tatbik ettiği gibi ciddiyet içerisinde yukarıya kaldırmak ve dualarımızda ısrarcı olmaktır.
zübeyir gündüzalp
10.05.2005 - 20:06Sema Ağlıyordu...
Zübeyr Ağabey, nasıl yaşadı ise öyle de Allah’a yürüdü. Cenab-ı Hak, çoklarına nasip ettiği gibi bana da onun ahirete teşyîine katılma imkanını lutfeyledi. Fatih Camii’nde cenaze namazı kılındıktan sonra, o omuzlar üzerinde son yolculuğunu yaparken hafif hafif yağmur çiselemeye başladı. Tam ağaçların altında yürümeye başlamıştık ki, birden bire nereden çıktığını bilemediğim güvercine benzeyen bir sürü kuşun kanat seslerini duydum. Kuş sürüsünün, çok geniş bir alanı kapladıktan sonra “pırr” edip onun tabutunun üzerinden fezanın açıklarına doğru uçuverdiğini gördüm. Başkalarına “Siz de gördünüz mü? ” diye sormadım; çünkü, ehl-i imanın vefatına semanın ağladığı ve onları uğurlamak için ruhanilerin adeta yarış yaptığı hakikatinin Zübeyr Ağabey için de gerçekleştiğine inancım tamdı. O, “secde izi”yle nakşolmuş samimi bir sima ve dırahşan bir çehreydi. “Sîmâhum fî vucûhihim min eseri’s-sucûd” hakikatının canlı ve insanlara tesir edebilecek bir örneğiydi.
Zübeyr Ağabey’i yâd ederken Abdurrahman b. Avf’ın sözlerini hatırladım. O büyük sahabi, vefatından az önce kendisine ikram edilen bir parça et ve bir dilim ekmeğe uzanırken ağlar ve şöyle der: “Peygamber Efendimiz ahirete göçtü de ne kendisi ne de ailesi arpa ekmeğiyle bile hiç doymadı. Hamza şehadet şerbeti içti, onun için bir kefen bile bulunamadı. Mus’ab b. Umeyr şehit oldu, onu da kefenleyecek bir şey bulamadık. Oysa onların hepsi bizden daha hayırlı idi. Biz ise dünyadan alacağımızı aldık. Sıkıntılarla imtihan olduk sabrettik, ama rahatlık ve mal-mülkle imtihan edilince şükredip kazandık mı bilemeyeceğim! ..”
Onları Anlamadılar
Evet, onlar mana âleminin birer sultanıydılar ama dünya onları tanıyamadı. Onların, mahviyet, tevazu ve hacâletle mühürlenen tabiatları başkalarını aldattı. İnsanlardan bazıları gururlarına; kimileri hasetlerine ve bir kısmı da bencilliklerine yenildiler ve ne Hulusi Efendi’yi, ne Tahirî Mutlu’yu, ne Sadullah Nutku’yu ne de Mehmet Feyzi’yi tanıyabildiler. Oysa, onlar bir dirilişin ilk mimarları ve Hazreti Mîmâr-ı Azam’ın vefalı temsilcileriydiler.. Hasan Feyzi'ye, Hafız Ali'ye, Hoca Sabri’ye ve Hüsrev Efendi’ye sonraki nesillerin de ihtiyacı vardı. Dünya Ahmet Fevzi'yi, Atıf Efendi’yi ve Asım Bey’i mutlaka bilmeliydi. Bir ışık kaynağının hâlesini teşkil eden, herbiri ayrı birer derinlik adamı olan ve bazıları itibarıyla hala dipdiri ve olabildiğine canlı, Nur Risaleleri’ni dünyanın yetmiş diline çevirerek herkese ulaştırmak için çalışan başyüce insanlar herkes tarafından kabul edilmeliydi. Fakat maalesef, alperen yürekli ve uhrevî derinlikli Zübeyir Gündüzalp misali vefa abidelerini insanlık gerektiği gibi tanıyamadı..
Onlar çok gerilerde durdular, çok küçük göründüler, hep mahviyet içinde oldular.. el-âlem de yalnızca o görünüşe ve o duruşa baktı, onları sadece zahire göre değerlendirdi. Onların herbirisi ihtimal bir kutbiyeti, bir gavsiyeti temsil ediyorlardı ama nâdanlar bunu anlayamadılar. Zaten, sohbet-i nâdanla telezzüz edenlerin onları anlamaları da beklenemezdi. Anlamadılar ve kendilerine yazık ettiler. Bilmem ki, biz onları gerektiği ölçüde anlamaya muvaffak olabildik mi? ..
Organ Bağışı
10.05.2005 - 20:03Organ bağışı ve nakli caiz mi? (1)
Soru sahiplerine hemen arz edeyim ki, tıpta her geçen gün yeni bilgiler ve bulgular elde edilmekte, insanlığın hayrına olan sevinilecek hizmetler üretilmektedir.
Bundan herkes sevinir, mutluluk duyar. Peygamberimiz (sas) ’ in hadislerinden aldığımız işaretlere göre tıp ilmi daha da gelişecek, nihayet bütün dertlere deva bulunacaktır. İki şey müstesna tabii. Biri ihtiyarlık, ikincisi de ölüm! İhtiyarlıktan ve ölümden kurtarma ilacı bulunamayacaktır.
Ancak bu ikisinin dışındaki gelişmeleri, büyük bir ümitle bekleyebiliriz. Nitekim Peygamberimiz (sas) tıptaki çalışmaları teşvik ettiği hadisinde şöyle buyurmuştur:
- Allah ilacını yaratmadığı derdi de yaratmamıştır. Bir yerde dert varsa mutlaka onun devası da vardır. Yeter ki insanlık, ümidini kesmesin, deva araştırmasına devam etsin! ..
İşte bu çarelerin biri de, organ nakli buluşudur.
Organ nakli, insan hayatında oldukça mühim yer işgal etmektedir. Çünkü bu çarenin alternatifi yoktur. Varsa zaten organ nakline gerek de olmaz, cevaz da.
Yeni ve alternatifi olmayan bir uygulama olduğundan bazı ilim adamları henüz bu uygulamaya da olumlu bakmasa da, İslam dünyasının şu andaki belli başlı İslami kuruluşları, organ bağışının ve naklinin (şartlarına uyulması halinde) caiz olduğu yolunda kararlar almışlar, bunu da kendi özel yayınlarında insanlığa duyurmuşlardır...
Mesela, Mısır’daki Ezher Fetva Kurulu, Suudi Arabistan’daki İslam Konferansı Teşkilatı’na bağlı İslam Fıkıh Akademisi, Kuveyt Evkaf ve Din İşleri Başkanlığı’na bağlı Fetva Kurulu, Dünya İslam Birliği’ne bağlı Fıkıh Akademisi, organ nakli ve bağışı konusunda fetvalar vermişlerdir. Bunlara bizim Diyanet İşleri Başkanlığı’mıza bağlı Fetva Kurulu’nun da fetvasını ekleyebilirsiniz. (Bakınız, Diyanet Vakfı İlmihali. Organ Nakli -168)
Konuya ait bilgiyi şöyle özetleyebiliriz:
Ölenden organ nakli yapıldığı gibi, yaşayandan da organ bağışı alınmaktadır..
İkisi de birbirine benzerse de küçük farklar vardır aralarında. Şöyle ki:
Ölüden yapılacak organ naklinin caiz olabilmesi için gerekli şartları şöyle ifade edebiliriz:
1- Hastaya organ naklinden başka çare bulunmadığı konusunda ehliyetli tıp adamlarının karar vermiş olmaları gerek.
2- Konunun uzmanları olan doktorlar, hastanın bu nakille iyi olacağı yolunda kuvvetli kanaat sahibi olmaları gerek.
3- Ölümünden önce hastanın kendisinin, ölümünden sonra da mirasçılarının organın nakline izin vermiş olmaları gerek.
4- Tıbben ve dinen! ölümün kesinleşmiş olması gerek.
5- Organın maddi bir karşılık ve para mukabilinde satılıyor olmaktan uzak olmak.
6- Alıcının da bu nakilde rızası bulunmak.
Bunlar ölenden alınacak organ naklinde aranan şartlar. Bunlara bir de yaşayandan nakledilecek organın şartlarını ilave edecek olursak şunu da ifade edebiliriz:
1- Organı kendi isteğiyle hibe edecek olan insanın sağlığını bu hibenin bozmayacağı yolunda doktorların görüşleri kesin olmalıdır.
2- Doktorların bu naklin başarılı olacağı, hayati tehlikenin bulunmayacağı yolunda raporları bulunmalıdır.
3- Organ bağışında bir ücret ve maddi menfaat söz konusu olmamalıdır.
Burada akla gelen bir suali de cevaplayalım. Verilen organ, yerleştirildiği öteki bedende biyolojik görevini yapacaktır. O şahsın iyilik veya kötülük yapmasında bir etkisi bulunmayacağından sorumluluğu olmayacaktır. İsterse bu insan gayrimüslim olsun. Çünkü günahı işleyen organ değil, organa yön veren insanın kendi iradesidir. İrade sahibinindir sorumluluklar.
Ayrıca nakledilen organ, tekrar dirilmede ilk bedenindeki yerini alacak, sonrakinde sabit kalamayacaktır. Geniş bilgi için adı geçen eserin ikinci cildine bakılabilir.
04.01.2005 /Ahmed Şahin/Zaman
Toplam 1546 mesaj bulundu