misal: doğumla ilgili bir olayda, gelip de bunu net ortaminda ifşa edip, sürpriz denen devşirme kelimenin hayata gecmesine bir nebze de olsa mani olmak
Hâfız Abdülezel'in harp meydanlarındaki ilk başarısı ise, 1853 Kırım Savaşı'nda olur. Rusya'nın Osmanlı Devleti'nin bir eyaleti olan Eflak ve Boğdan'ı işgal etmesi ile başlayan bu savaşta, Binbaşı Hâfız Abdülezel büyük başarılar kazanır. Düşmanın bozguna uğrayıp kaçışında önemli bir rol oynar.
Bu yıllarda, devletin uçsuz-bucaksız geniş coğrafyasında isyân, ayaklanma ve başkaldırı hareketleri birbirini takip etmektedir. Yunanistan, Rusya'nın ve Fransa'nın yardımıyla Girit'e silâh yığmakta, adadaki Rumları isyâna teşvik edip, adayı Yunanistan'a ilhak etmek istemektedir (1866-1868) .
Bu arada Rumeli'de, Sırbistan ve Karadağ isyânları vardır (1857-1876) . Devlet, hem Girit'e hem de Sırbistan ve Karadağ'a on binlerce asker yığmasına rağmen, isyânlar bir türlü tamamen bastırılamıyordu. Çünkü, güçlü Osmanlı orduları karşısında sıkışan Rum, Sırp ve Karadağlı çeteciler, köylerine kaçıyor, işiyle gücüyle uğraşan mâsum bir vatandaş gibi görünüyor, Türk ordusu çekilince de tekrar dağlara çıkıp köy ve kasabaları basıyor, kan döküyor, yağma yapıyor, etrafa korku saçıyorlardı. İşte bu çetecilerle mücadelede hareket kabiliyeti yüksek, değişik çevre şartlarına hazır, gayr-i nizamî savaşı bilen dirayetli komutanlara ihtiyaç vardı ve Hâfız Abdülezel bu savaşlarda hep aranan ve üstün başarılar kazanan bir komutan oldu. Özellikle 1876'daki Sırp İsyânı’nda, büyük kahramanlıklar gösterdi. 29 Ekim 1876'da, Rus Generali Çarnayef'in komuta ettiği Sırp ordusunu Aleksinaç Meydan Savaşı'nda, bozguna uğratan Osman Paşa'nın en önemli komutanlarından biri de Hâfız Abdülezel'di. Bu savaşta cesareti her türlü takdirin üzerindeydi. Bu yüzden çeşitli nişan ve madalyalarla ödüllendirildi.
Türk devleti 19. asırda kendisi için 'en uzun yüzyılını' yaşıyordu. Sayısız düşmanları vardı ve bu düşmanların doymak bilmeyen ihtirasları. Devlet eski gücünü kaybetmiş, ayakta durma mücadelesi veriyordu. Ve bu mücadelede Hâfız Abdülezellere ne kadar da ihtiyaç vardı. 1876 Sırp İsyânı'nın bastırılmasından kısa bir süre sonra, 24 Nisan 1877'de bu sefer de Rusya, Türkiye'ye savaş ilân etmişti. Rusya Balkanlar'a inmek, Boğazları ele geçirmek, Akdeniz'e ulaşmak, Doğu Anadolu'yu almak istiyordu. Bu yüzden savaş hem batı (Rumeli) , hem de doğu (Kafkas) cephesinde iki yerde birden başladı. Hâfız Abdülezel, batı (Rumeli) yani Balkan Cephesi'nde savaşıyordu. Bu cephede o Plevne'de destanî bir direniş gösteren Ruslarla bir ölüm kalım mücadelesine girişen Gazi Osman Paşa'nın emrinde bir komutandı.
1. 2. ve 3. Plevne Zaferleri dünya harp tarihine geçiyor, bütün dünya gazetelerinin savaş muhabirleri, büyük devletlerin askerî gözlemcileri Plevne yakınlarına gelmiş, şaşkınlık içinde, bu büyük savaşı takip ediyor, dünya basını savaşı günü gününe okuyucularına aktarıyor, Avrupa harp akademilerinde ve genelkurmaylarında Plevne'nin âkıbeti tartışılıyordu. Gazi Osman Paşa'nın ve emrindeki kurmaylarının, savunma savaşı stratejisine yepyeni unsurlar getirdiği, daha Plevne savunmasının ortalarında kabul ediliyordu.
Hâfız Abdülezel'in, Plevne savunmasında kahramanlığı, dillere destan olmuştu. Artık silâhlı kuvvetlerin dışında da herkes onu büyük bir kahraman olarak tanıyordu. 1. Plevne Zaferi’nin (20 Temmuz 1877) kazanılmasında onun rolü büyüktü. O kadar ki, Rusların Plevne'ye ilk saldırılarında, en çok direnen onun komuta ettiği birliklerdi. Düşman, Hâfız Abdülezel'in o müthiş savunması karşısında, binlerce kayıp vermiş ve hemen bütün ağırlıklarını bırakarak bozgun hâlinde kaçmıştı. Bu yüzden bu kahraman birlik, 'Hâfız Bey Tabyası' olarak tarih sayfalarına geçmişti.
Hâfız Abdülezel'in kahramanlığı, silâh arkadaşlarıyla münasebetleri, üstün komuta kabiliyeti, üstlerinin ona saygıyla karışık sevgisini de kazandırmıştı. Üstleri onunla iftihar ediyordu. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'nın efsânevî komutanı, Gazi Osman Paşa, bütün subayların önünde onu alnından öpmüş: 'Abdülezel, sen bizim medâr-ı iftiharımızsın.' demişti. Savaştan sonra, İstanbul'da Hâfız Adülezel'in göğsüne Plevne Kahramanlık Madalyası'nı bizzat devrin paşidâhı Sultan 2. Abdülhamid takmıştı.
Hâfız Abdülezel, bütün bu üstün niteliklerine rağmen, son derece tevazu sahibi, mahcup bir insandı. O kendini, iftihar edilecek bunca özelliğine karşın, düz bir insan, insanlardan bir insan olarak görüyordu. Nitekim, Sultan 2. Abdühamid tarafından ödüllendirildiği ve kendisine kahramanlık madalyası takıldığı an, âdeta şaşırmış, içe dönük bir çocuk gibi, mahcup bir edayla:
-Ben ne yaptım ki, bana bunca ödül veriliyor? diye sormuştu.
Hâfız Abdülezel, Plevne savunmasından sonra da Anadolu'dan Hicaz'a, Basra Körfezi'ne kadar uzanan, Devlet-i Âliye'nin geniş coğrafyasında durup dinlenmeden birçok başarılı hizmetler görmüş, 1885 yılında generalliğe yükseltilmiştir.
1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı ve Berlin Anlaşması'ndan sonra Yunanistan Teselya sancağını işgal etmişti. Şimdi de tarihler 1897 yılını gösterirken Epir'e (Yanya vilâyeti) ve Girit'e göz dikmişti. Bu yüzden buralardaki yerli Rumlar, silâhlandırılıp devlete isyân ettirilmiş, ardından Girit'e on bin gönüllü Yunan askeri gönderilmişti. Bununla da yetinmeyen Yunanistan, Girit'i kendine bağladığını ilân etti. Hem Epir'de, hem de Girit'te Müslüman-Türkler katlediliyordu. Bütün bunlar üzerine, Osmanlı Devleti 18 Nisan 1897'de Yunanistan'a savaş ilân etti. Müşir Ethem Paşa başkomutan tayin edildi. Türk ordusu aynı gün taarruza başladı. İşte bu savaşta Türk ordusunun komutanlarından biri de, Hâfız Abdülezel Paşa idi. Seksen iki yaşındaydı. Ama o ihtiyar arslan, savaş meydanında dimdik ayaktaydı. Bu cihad, onun katıldığı yirmi altıncı cihaddı. Uzun boyu, çatık kaşları, bembeyaz sakalı, nuranî çehresiyle bulunduğu devrin 'Serhat Paşaları'nın tam bir timsaliydi. Göğsü harp meydanlarında alınmış nişan ve madalyalarla doluydu. Ama o, tıpkı yüzyıllar öncesinde doksan küsur yaşında, İstanbul önlerine gelen Mihmandâr-ı Nebevî Hz. Halid Eyyûb el-Ensârî Hazretleri gibi savaş meydanına koşmuştu.
Hâfız Abdülezel Paşa'nın komuta ettiği askerî birliklerin vazifesi çok önemliydi. Onların görevi Milona geçitlerini ele geçirmek ve buradaki güçlü Yunan savunma hatlarını yararak, Türk ordusuna Atina yolunu açmaktı. Prens Konstantin buraya en seçkin kıtalarını sevketmişti. Türk karargâhında Başkomutan Müşir Ethem Paşa endişeliydi. Acaba Türk ordusu bunu başarabilecek miydi? Aslında Başkomutan Müşir Ethem Paşa boşuna endişeleniyordu. Çünkü onun, sakallarını savaş meydanlarında ağartmış Hâfız Abdülezel Paşa gibi ölümden korkmayan komutanları, birer arslan gibi savaşan askerleri vardı.
O gün Hâfız Abdülezel Paşa bir görülmeliydi. Seksen iki yaşındaki bu büyük kahraman, maharetle idare ettiği atının üzerinde yirmi yaşında bir delikanlı gibi dimdik duruyor, birliklerinin önünde Yunan avcı hatlarına doğru yürüyordu. Çünkü karşıdaki Pırnar tepesinin düşmesi Türk ordusuna Milona geçitlerinin yolunu açacaktı. Nur yüzlü komutan askerlerinin önünde, onlara şöyle hitab ediyordu:
-Askerlerim! Şu gördüğünüz tepenin zaptı, bizim için pek büyük, pek şanlı bir muzafferiyet temin etmiş olacaktır. Siz Milona Geçidi gibi en geçilmesi zor olan en çetin yerlere hücûm ederek, Osmanlılık Celadetini bütün cihan nazarında ispat eylemiş er oğlu erler olduğunuz cihetle, tevfikât-ı celîle-i Sübhaniye'ye istinaden bu tepenin üzerinde vukû bulacak haydarâne bir hücûmunuzla, zâten gözü yılmış olan düşmanı külliyen perişan ve sancağımızı dikmekle ilâ-yı şân-ı Osmâniyân edeceğimizi katiyen umut ederim. Eğer bu tepeyi zaptederseniz, önünüzde çiçeklerle süslü, geniş bir sahra, bir cihân-ı zafer açılacak ve bütün millet-i İslâmiyye ve Osmaniyye sizin bu muzafferiyyât-ı kahramanenizle ilân-ı şükrân ve iftihar edecektir. Analarınız sizi ancak bugün için doğurdu, büyüttü. Yeryüzünde bulunan bütün Müslümanların halife-i akdesi olan şevketlü padişâhımız efendimiz hazretleri sizi ancak bugün için besledi, vatan sizden bugün fedâkârlık bekliyor. Hülâsa, bugün şan ve namus-ı devlet ve millet sizin süngülerinize istinad etmektedir. Demin söylediğim gibi, eğer gazanferâne bir hücum ile şu tepeyi zabtedecek olursanız, namus-ı vatanı yüceltmiş ve devletimizin gelecek zaferlerini temin etmiş olacaksınız.
Askerlerim! Size en son bir vasiyyetim var ki, ifâsını ricâ ederim. Eğer ben, şu tepenin tarafınızdan zabt olunduğunu görmeden, şehâdet şerbetini içecek olursam, cesedimi burada toprak altına defnetmeyerek mutlaka bu tepeyi … bu tepeyi zabt ile üzerinde benim için bir mezar kazarak beni oraya gömünüz. Yok eğer tepeyi zabt edemeyecekseniz, bırakın cesedim bu topraklar üzerinde kalsın, vahşi hayvanlara yem olsun!
Evlâtlarım! Sizin dağlar dayanmayan hücumunuza böyle tepeler elbette dayanmaz. Bu cihetle sizden mutlaka bu tepenin zabtını isterim.
Tevfik-i İlâhî rehberimiz, imdâd-ı peygamberî yâverimiz, teveccühât-ı celîle-i hazret-i hilâfet penâhî ise, fark-ı iftihârımızda tâcımızdır.
Haydi arslanlarım! Arş ileri! Dâima ileri!
Hâfız Abdülezel Paşa'nın, yüzyıllar önce Hz. Halid Eyyûb el-Ensârî Hazretlerinin vasiyetini andıran, bu konuşması ve vasiyeti üzerine, Türk ordusu dalga dalga düşman üzerine gidiyor, destanlar yazıyordu. Önlerindeki nur yüzlü yaşlı arslan Hâfız Abdülezel Paşa, düşman hatlarına iyice yaklaşılınca, yanına emrindeki subaylar koştular. Yaşlı arslanı atından indirmek istiyorlardı. Çünkü karşılıklı olarak bombardıman ve ateş hızlanmış, etrafa yağmur gibi gülleler ve mermiler yağıyordu. Fakat Hâfız Abdülezel Paşa:
'Ben Rus Savaşı’na gittim de attan inmedim!
Yunan önünde inmek için ata binmedim! '
diye cevap veriyor, atını Pırnar tepesine, Yunan mevzilerine doğru sürüyor, arkasından kükremiş bir sel gibi Türk ordusu akıyordu. İşte tam o an yüzü acıyla buruştu, sol kolundan vurulmuştu. Subayları, onu yine atından indiremediler. Yaşlı arslan, ileriye dâima ileriye gidiyordu. Bu arada ikinci bir kurşun bu sefer de sağ koluna isabet etti. Fakat Hâfız Abdülezel attan inecek, ölümden korkacak, sipere saklanacak bir komutan değildi. O hâliyle bile, askerlerine ileri, dâima ileri diyordu. Kısa bir süre sonra ise, üçüncü bir kurşun boğazına isabet etti. Ordusunun önünde arslanlar gibi savaşan büyük kahraman, bir an sarsıldı, atından yere düştü. Komutanları hemen etrafına toplandılar. Ama ağlıyorlardı. Çünkü, hayatı boyunca cepheden cepheye koşan, sahabi-misâl bir hayat yaşamaya çalışan, nur yüzlü, gül yüzlü Hâfız Abdülezel Paşa, kendisine örnek aldığı sahabi gibi seksen iki yaşında atından inmemiş, atının üzerinde şehit olmuştu. O, hayatını sahabi gibi yaşamaya çalışmış ve sahabi gibi, Uhud'da şehit düşen Hz. Mus'ab bin Umeyr gibi, Mûte'de şehit düşen Hz. Cafer-i Tayyâr gibi ölmüştü. Komutanlar ve askerleri onun etrafında gözyaşları döküyor, dualar ediyorlardı. Hemen akıllarına, komutanlarının vasiyeti geldi. Paşa'yı, hemen elleri üzerine aldılar, başlarına koydular, tekbir sesleri içinde Türk ordusu, Pırnar tepesine doğru hücuma geçti. Artık Yunan mevzilerinden yağmur gibi yağan, ne top gülleleri, ne kurşun mermileri Türk ordusunu durduramıyordu. Düşman, şaşkınlık içinde bir an olayı seyrediyor ve panik halinde mevzilerini terk edip kaçıyordu. Bu tabloyu, devrin ünlü şâiri İsmail Safâ bir şiirinde ne güzel anlatır:
Ne kahramanmış, o Abdülezel, o merd-i gazâ…
Yiğitlerim, çıkalım gayret eyleyin şu dağa
Diyorken âh vurulmuş, çekilmemiş otağa!
Cerihâsından o dem nâ-ümid imişler hep…
'Vuruldunuz Paşa, siz gitmeyin! ' demişler hep,
Önünde askerinin, rehber-i hayat peder!
Yalın kılıç, atın üstünde, olmak üzre heder;
Hücûm emri verirmiş, vücûdu hûn-âlûd;
Bu vak'a nâmına mutlak olur, medar-ı hulûd,
Sonunda pîr-i dilâver olur sükût-nümâ
Vücudu hâke düşer, rûhu âsuman-peymâ.
Şehid düşmesi, dilhûn eder maiyyetini;
Maiyyetindeki asker tutar vasiyyetini.
Cenâze başta… neferler yürür gider cebele,
Cenâze başta… o tekbir akseder cebele!
Cenâze başta… diyüp 'Lâilâheillallâh! '
Cenâze başta olur hepsi rehneverd-i felâh,
Cenâze başta geçit üstüne düşer âdâ,
Cenâze başta çıkarlar âdûyu çiğneyerek
Cenâze başta âdû olsa payimâl gerek.
Sizin bu hâliniz Osmanlılar! Ne hâlettir?
Değil bu levhayı tasvîre şiirler kâdir.
Dem-i hücûmda tehliller, âman Yâ Rab!
Cihânı titretecek şey, bu hâlet-i agreb!
Nedir bu na'ş ile savlet, o kühsâra hele,
Lâhit yapmış orada süngüler, tüfeklerle!
Dağın başında gömerler şehid-i muhteremi,
Ki azm ü rezmde ayn-ı şebâb imiş haremi,
Geçen muharebeden yarası durur el'an,
Muhâfız-ı vatan olmuş, bu hâfız-ı Kur'ân.
Gömüldü can vererek aldığı yere cismi;
Niçin verilmesin artık o ma'bere ismi?
Niçin denilmeli artık o yerlere Milona?
İlelebet koca Abdülezel’le yâd oluna.
Bu şanlı harb ile Abdülezel karîn-i ebed
Mezarı olsun İlâhî! Meleklere ma'bed!
Pırnar tepesinin düşmesinden sonra Milona geçidi rahatça aşılmış, ardından Losfaki Savaşı kazanılmış, Yenişehir düşmüş, Yunan ordusu cephanesini bırakarak kaçmış, Dömeke Meydan Muharebesi ile Yunan ordusu tamamen dağıtılmıştır. Bu gelişmeler üzerine, Atina'da Yunan hükümeti düşmüş, yeni hükümet Avrupalı büyük devletlere müracaat ederek, barışı sağlamak şartıyla Osmanlı Devleti'nin bütün şartlarını kabul edeceğini peşinen kabul etmiş, Rus Çarı 2. Nikola, 2. Abdülhamid'e telgraf çekerek savaşı durdurmasını rica etmiş, Devlet-i Âliye, Yunanistan'a haddini bildirmiştir.
Kaynaklar
1- Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, Cilt: 8, İstanbul, 1978.
2- 1897 Türk-Yunan Harbi (Hazırlayan: Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı) , İstanbul, 1982.
3- Cemal Kutay, Türkiye İstiklâl ve Hürriyet Mücadeleleri Tarihi, Cilt: 15, İstanbul, 1960.
4- Ali Nihad Tarlan, Edebiyat Meseleleri, İstanbul, 1981.
5- Erol Ülgen, 1897 Türk-Yunan Savaşı'nın Ünlü Komutanlarından Şehit Abdülezel Paşa, Hayatı ve Hakkında Yazılan Şiirler, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı (Belleten-1994) Ankara, 1996, ss. 169-204.
Levh; yassı, düz, üzerine yazı yazılabilecek bir cisim. 'Levh-i Mahfuz'; Allah tarafından üzerine maddî-mânevî, canlı-cansız her şeyin kayıt ve tesbit edildiği mânevî bir levha veya bütün bu hususlara bakan ilm-i ilâhînin bir unvanı kabul edilegelmiştir. Onun için herhangi bir tebeddül, tagayyür söz konusu olmadığından ötürü ona 'Levh-i Mahfuz' denmiştir. Bu mânevî âlem, Burûc sûre-i celilesinde de ifade edildiği gibi, Kur'ân-ı Kerim'in 'Beyt-i Ma'mûr'dan önce taayyün buyurulduğu levha demektir ki; bu, aynı zamanda bu dünya ve ondaki mevcudatın, ukbâ ve ötesindekilerin de bütün vasıflarıyla içinde bulundukları mânevî bir defter-i muhîttir.
Orada eksik bırakılan hiçbir şey yoktur.1 O levhada bir bir her şey kayıt altına alınmıştır.2 O, olmuş, olacak her şeye ait bilginin mündemiç bulunduğu bir kütüktür.3 O, her varlığın maruz kaldığı, kalacağı bütün hâdiseleri ve sonuçları muhtevi bulunan bir defter-i kebirdir.4
Evet, Levh-i Mahfuz, bildiğimiz, bilemediğimiz, bütün kâinatların, bu kâinatlar içindeki eşyâ ve hâdiselerin mukayyet bulunduğu ana kitaptır. Fizikî ve metafizikî dünyalarla alâkalı her nesne, haricî vücut açısından ortaya çıkmadan evvel, Levh-i Mahfuz'da bir taayyün görmüş, belirlenmiş ve mevsimi gelince de, oradaki programa uygunluk içinde ortaya çıkmış/konulmuştur. Her varlığın bu şekilde önceden takdir ve tesbit edilip sonra da ona göre infaz edilmesi cebrîliğe açık gibi görülse de hiç de öyle değildir; zira 'İlim mâlûma tâbidir.' fehvasınca, Allah, olacağı da olmuş gibi bildiğinden, insanların 'ef'âl-i ihtiyariye'leriyle alâkalı takdirlerini şart-ı âdî plânında onların temâyül ve tercihlerine bağlamıştır.
Bazı âlimler, Levh-i Mahfuz'u 'Kitap', 'Kitab-ı Mübîn', 'İmam-ı Mübîn', 'Kitab-ı Meknûn', 'Ümmü'l-Kitap'... gibi unvanlarla da yâd ederler ki, bu tabirlerin hepsi de Kur'ân ve Sünnet-i sahîhadan alınmadır, bunlara kimsenin bir şey demeye hakkı yoktur. Ancak, bu yaklaşımın Levh-i Mahfuz hakikatini aksettirdiği de söylenemez. Bildiğimiz bir şey varsa şudur ki; o, diğer ulvî âlemler gibi mâhiyeti tam ihata edilemeyen ilm-i ilâhînin tecellî alanı diyeceğimiz bir yüce ve nuranî mir'âtın unvanıdır. Levh-i Mahfuz'a, içinde teferruatına kadar her şeyin yazılı bulunduğu künhü nâkabil-i idrak bir âlem diyenler olduğu gibi, onu felekler üstü 'Nefs-i Küllî'nin bir unvanı kabul edenler de az değildir. Ne var ki, böyle hassas bir konuda meseleyi Kur'ân ve sahih Sünnet çizgisi dışına taşıyarak bir kısım fikirler serdetmek de uygun olmasa gerek…
Aslında, her mevzuda olduğu gibi bu konuda da, gaybın lisan-ı belîği olan Hazreti Ruh-u Seyyidi'l-Enâm'dan (aleyhi ekmelüttehâyâ) tavzih edici bir beyana ulaşılacağı âna kadar sükût hem bir esas hem de Allah'a karşı saygı ve edebin ifadesidir. İnsan bu hususlarla alâkalı bildiklerini seslendirirken temkinli olmalı ve 'Allahu a'lem' demeyi ihmal etmemeli; bilmediği/bilemeyeceği konularda da ya bir bilene işarette bulunmalı veya 'bilmiyorum' deyip işin içinden sıyrılmalıdır...
Ulema, Levh-i Mahfuz'un yanında, ' - Allah dilediğini mahv u isbat eder ve ana kitap (Ümmü'l-Kitap) O'nun nezdindedir.'5 âyetinin delâletiyle, bir de 'Levh-i Mahv u İsbat'tan bahsederler ki, burada o hususa temas etmek de yararlı olacaktır:
Evet, Allah, gerek tekvînî emirlerde, gerek teşriî disiplinlerde, 'hikmet-i bâliğa'sı gereğince dilediği şeyleri siler, değiştirir, farklı kalıplara ifrağ eder; hem sistemler arasında hem de arz üzerinde bir kısım tebdil ve tağyirlerde bulunur; içtimaî coğrafyada değişiklikler yapar; bazı milletleri yerle bir eder, onların yerlerine başkalarını getirir; istediğini aziz, istediğini zelil kılar; istediğini güldürür, istediğini ağlatır ve o kuvvet-i kâhiresiyle bütün kâinatları, umum yeryüzünü cemalî ve celâlî tecellîleriyle Levh-i Mahv u İsbat'ın mecâlîsi olarak müşahitlerin müşahedesine arz eder. O, tekvînî emirlerdeki bu tür tasarrufu gibi, teşriî ahkâm-ı sübhânîyesinde de, dünkü bazı hükümleri kaldırır (nesh) , onların yerine yenilerini ikame buyurur; suhuf-u Âdem'in yerine Hazreti Nuh'a inen sayfalarla mesajlarını âleme duyurur. Gün gelir murad-ı sübhânîsini Hazreti İbrahim'e gönderdiği vahiyle dillendirir. Eski sayfalardan aldığını alır, onu yeni ilâvelerle değiştirir, bir kitap hâline getirir ve Hazreti Musa'ya sunar. Daha sonra onda da Zebur'la ayrı bir derinlik ortaya koyar ve Hazreti Davud'un sesiyle makasıdını bir kere daha cihana ilân eder. İncil'le, büyük ölçüde Tevrat'ta bulunmayan, tamamen ledünnî bir farklılığı seslendirir ve Hazreti Mesih'in lisanıyla o büyük değişikliğin mümessili Hazreti Ahmed'i müjdeler; müjdeler ve O'nunla o güne kadar cereyan eden tebeddülleri, tagayyürleri sona erdireceği işaretini verir; mevsimi gelince de: 'Ben bugün sizin dininizi kemale erdirdim. Size olan nimetimi tamamladım. Sizin için din olarak da İslâm'dan hoşnut oldum.'6 beyan-ı sübhânîsiyle o güzeller güzeli Zât'ı muştuların en anlamlısıyla sevindirir.
Değişe değişe, yenilene yenilene hâlihazırdaki tamamiyet ve mükemmeliyete erişmiştir teşriî emirler mecmuası olan din ve diyanet; asırlar ve asırlar boyu devam edegelen tebeddül ve tagayyürlerle günümüzdeki şekle ve desene ulaştığı gibi tekvînî esaslar ve ekosistem. Bütün bunlar ne şekilde ve hangi esbabın perdedarlığı çerçevesinde cereyan ederse etsin, her nesnenin ve her hâdisenin çehresinde bir mahv ve isbatın nümâyan olduğu açıktır. Öyle ki, varlık ve hâdiseler haricî vücutla tanıştığı andan itibaren sürekli bir mahv ve isbat devr-i dâimi içinde olmuşlardır: Varoluşları ölümler, bir bir gelmeleri peşi peşine gitmeler, rengârenk tüllenmeleri sararıp solmalar; şâd u hurrem olmaları âh u efgan etmeler ve yazılıp çizilmeleri de silip değiştirmeler takip etmiş; kanunlar ve kurallar izafî gerçeklikleriyle devam edip dursalar da, zamanın arkasındaki hakikat de diyeceğimiz 'mahv u isbat' hiç mi hiç durmamıştır.
Evet, ne yeryüzü, ne de tabiattaki canlı-cansız hiçbir nesne, hiçbir kimse bu umumî gel-gitten, bu mütemâdî ifnâ ve isbattan vâreste kalamamıştır. Dünkü masmavi renkler bugün sapsarı kesilmiş, dünkü türlerin yerine bugün daha farklı nevi'ler gelip oturmuş, dünkü hâkim milletlerin yerini bugün başka milletler almış, dünkü kültürlerin yerinde bugün başkaları boy atıp gelişmiş, dünkü diyanetler bugün farklı bir dinî hayatla yer değiştirmiştir. Ferdî, içtimaî, iktisadî ve kültürel hayattaki değişim ve dönüşümleri, farklılaşıp başkalaşmaları da aynı şekilde mütalâa edebiliriz.
Hatta bizlerin, şahsî hayatımız itibarıyla bazen canlı-kanlı, bazen hareketsiz ve durgun, bazen kararlı ve azimli, bazen mütereddit ve gel-gitlere açık, bazen kirli ve ruh sefaleti içinde, bazen de tevbe ve nedametle Hak kapısında; yerinde imanla dünyalara meydan okuyacak ölçüde dipdiri, yerinde her hâdise karşısında tir tir titreyecek kadar dermansız bulunduğumuz zamanlar hiç de az değildir. Az değildir cihanlara sığmadığımız dakikalar ve damlada boğulduğumuz meş'um anlar, Hak yolunda küheylanlar gibi koştuğumuz günler ve yorgun, bitkin yığılıp kaldığımız haftalar, aylar.. her hâlimiz Levh-i Kaza ve Kader'den farklı şeyleri canlandırmakta, her tavrımız mahv u isbattan çok değişik kareler ihtiva etmektedir.
İşte bütün bu farklılaşmalar, dönüşmeler ve değişmeler, 'İmam-ı Mübîn' de dediğimiz/diyeceğimiz 'Levh-i Mahfuz' hakikatinin istinsahından ibaret sayılan, tebeddül ve tagayyür edalı, hemen her zaman ayrı renk ve desenlerle tüllenen Levh-i Mahv u İsbat'tan başka bir şey değildir.
Diğer bir yaklaşımla, 'Ümmü'l-Kitap' veya 'İmam-ı Mübîn' de diyeceğimiz 'Levh-i Mahfuz' her şeyin ilmî mebdei, temeli, esası, hendesesi; asla değişmeyen ama bütün değişip dönüşmelere birden bakan; evveli-âhiri aynı anda gören, illeti mâlûlle, sebebi müsebbeple beraber kuşatan lâyetebeddel ve lâyetegayyer bir ana kitap, nezd-i ulûhiyetçe bir ta'yîn-i has, bütün taayyünlerin onun satırlarında yer aldığı bir defter-i kebîr ve mânevî bir tibyândır; şeriat-ı fıtriyenin dünü-bugünü, kavâid-i şer'iyenin geçmişi-geleceği, her nesne ve her hâdisenin ilk şekli ve son durumu (min haysü hüve hüve) bu levhada münderiç ve mündemiç bulunmaktadır. İşte 'Levh-i Mahfuz' böyle bir levhadır ve onun keyfiyet ve mâhiyeti konusunda bir şey söylememiz mümkün değildir; söyleyemeyiz de…
1935-1940 yılları arasında Türkiye’nin resmî fotoğrafçısı olarak çalışan Avusturyalı Othmar Pferschy, bir yasakla ülkeyi terk ettiğinde küskün müydü? Babasının bir hazine değerindeki arşivini İstanbul Modern’e bağışlayan Astrid Von Shell, ‘Hayır’ diyor, ‘Babam Türkiye’yi hep sevdi.’
Othmar Pferschy, Türkiye’nin uzman fotoğrafçısı... Bundan 70 yıl öncenin İstanbul’unu ve Anadolu’sunu merak edenler onun arşivine dönmek zorunda. Cumhuriyetin ilk yıllarında, değişme ve gelişme adına atılmış bütün adımları; modern fabrikaları, barajları, devasa binaları, meydanları, stadyumları, üniversiteleri ve sağlık kuruluşlarını kusursuza yakın bir teknikle kaydetmiş. Ve elbette Türkiye’nin yeni çehresini; at binen, tenis oynayan, eskrim yapan, piyano çalan, laboratuvarda çalışan kentlileri ve mutlu köylüleri...
On binlerce fotoğraftan geriye kalan 3 bin 500 kare şimdi İstanbul Modern Sanatlar Müzesi’nde. Arşivi bağışlayan ise Othmar’ın Alanya’da yaşayan kızı Astrid Von Shell. Babasından devraldığı mirası müzeye teslim ettikten sonra görevini tamamladığına inanan Astrid, “Fotoğraflar Türkiye’ye aitti. Benim evimde durmasının bir anlamı yoktu.” diyor.
Rica minnet işe alınan bir fotoğrafçı
Türkiye’de tanındığı ismiyle “Büyük Othmar” kimdi? Cumhuriyetin resmî fotoğrafçısı olma ayrıcalığını nasıl elde etmişti? Ömrünün son yıllarında Türkiye’den niçin ayrılmak zorunda kalmıştı?
Othmar, 1898 Avusturya doğumlu. 1926’da Türkiye’ye gelişi bir ilânla oluyor. Pera’nın tanınmış fotoğrafçılarından Jean Weinberg’in ünlü stüdyosu Foto Français’de çalışmaya başlıyor. İkinci ilân ise hayatının akışını tamamen değiştiriyor ve onu Türkiye’nin resmî fotoğrafçısı yapıyor. Ülkenin kültür sanat eserleri, tarihî ve turistik güzellikleriyle ilgili ‘artistik’ fotoğrafları toplamak üzere valilere ve belediye reislerine genelge gönderen Dönemin Matbuat Umum Müdürü Vedat Nedim Tör, Othmar’ı neredeyse rica minnet işe alış öyküsünü “Yıllar Böyle Geçti” adlı kitabında şöyle anlatıyor; “Türkiye’nin dört bucağından zarf zarf fotoğraflar yağmaya başladı. Fakat ne fotoğraflar! Aman Allah’ım! Birbirinden gudûbet, birbirinden sâkil, birbirinden zevksiz şeyler. Uykularım kaçtı. Derken İstanbul’dan büyük bir zarf geldi. Açtık baktık, birbirinden güzel ve artistik fotoğraflar. İmza Othmar Pferschy’ye ait.”
Tör, fotoğraflarına hayran kaldığı Avusturyalı genci buldurmak üzere telefona sarılır ve İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ’a talimat verir: “Beyefendi bu zâtı buldurup birinci mevkî yataklıyla Ankara’ya gönderin.” Othmar birkaç gün sonra çıkagelir; ancak Tör’ün deyimiyle başına konan devlet kuşundan habersiz gibidir. Matbuat Umum Müdürlüğü’nün fotoğraf uzmanı olmayı, Mısır’a gideceği gerekçesiyle kabul etmek istemez; fakat Vedat Nedim Tör’ün kibarca paylamasıyla düşünmek için süre ister. Üstelik Tör kendi maaşının iki katını teklif etmiştir genç fotoğrafçıya. Othmar kısa bir süre sonra döner ve “Umum müdürümü selamlıyorum.” der. Karşılıklı gülüşürler ve gün boyunca “Ya reddederse.” diye içi içine sığmayan Tör derin bir oh çeker.
‘Genç Türkiye’nin yeni gözü’ ya da Tör’ün deyimiyle ‘Kemalist Türkiye’nin uzman fotoğrafçısı Othmar, işine dört elle sarılır ve kendisini belge fotoğrafının Cumhuriyet dönemindeki en önemli ve ilk temsilcilerinden biri yapacak kariyerini inşa etmeye başlar. 1935 ile 1940 yılları arasında Türkiye için çektiği fotoğraflar 1936 yılında ‘Fotoğrafla Türkiye’ albümünde yayımlanır. Othmar’ın görevlendirilmesinde, yeni dönemi dünyaya tanıtma isteği vardır ve Münih’te, Türkçe, İngilizce ve Almanca olarak basılan kitap tam da bu amaca hizmet edecektir. Sadece 20 adet basılan kitabın Othmar için yapılan 21. özel baskısı şimdi kızı Astrid’in elinde. “Çocukken hiç elimden düşürmezdim. Babam bu sevgimi bildiği için kitabı bana hediye etti.” diyor. Albüm daha sonra Cumhuriyet’in 75. yılı dolayısıyla yeniden yayımlandı.
Resmi fotoğrafçı olsa da o bir yabancıdır
Avusturyalı fotoğrafçının çalışmaları sadece bu kitapta değil, pullarda, kartpostallarda, kağıt paralarda, broşürlerde, ders kitaplarında ve takvimlerde de kullanılmış o yıllarda. En meşhur fotoğraflarından biri, Atatürk’ü silindir şapkası elinde Büyük Millet Meclisine giderken gösteren fotoğrafı, diğeri ise ellerinde üzüm salkımı tutan üç köylü kızı. Manavgat Şelalesi fotoğrafı ise kağıt 5 liralarda kullanılmış.
Othmar’ın belge fotoğrafında öncü olduğu ve hizmetinde çalıştığı ülkeye değerli bir hazine bırakarak gittiği tartışma götürmez. Ancak mesleğinin ilk yıllarında başına konan devlet kuşunun bir süre sonra onu terk etmesi ve kızının tespitiyle ‘meslektaş kıskançlığı’, Othmar’ın ayrıcalıklı hayatına gölge düşürür. Bir dönem devletin resmî fotoğrafçısı olsa da nihayetinde o bir ‘yabancı’dır ve Türk vatandaşlarına tahsis olunan sanat ve hizmetleri yabancılara yasaklayan ‘küçük sanatlar kanunu’na göre fotoğraf çekmesi yasaktır. Kanunu yürürlüğe sokacak talimatnamenin 24 Mayıs 1934’te hazırlandığı göz önüne alınırsa, Othmar’ın Vedat Nedim Tör tarafından işe alındığı 1935’te de ‘yasaklı’ olduğu anlaşılır. Devlet, hizmetine karşılık, Avusturyalı fotoğrafçıya bir ayrıcalık tanımıştır ve bu özel konumu görevinden ayrılıp kendi stüdyosunda çalıştığı yıllarda da değişmemiştir. Fakat, meslektaşları aynı toleransı göstermezler. O günleri kızı Astrid’den dinleyelim: “Babam uzun yıllar kendi stüdyosunda portre fotoğrafçılığı yaptı, para kazanmak için tanınmış ailelerin düğün fotoğraflarını çekti, yılbaşı için kartpostallar hazırladı. Fakat 1968 yılında, iki meslektaşının onu ihbar etmesiyle kolu kanadı kırıldı. Emniyete gittiğinde, ‘Biz sizi tanıyoruz, hizmetlerinizi biliyoruz; ama kanuna göre para cezası keseceğiz. İkinci bir ihbar gelirse işyerinizi kapatmak zorunda kalırız.’ demişler. Vedat Nedim Tör araya girince Anadolu’ya gitmemek şartıyla İstanbul’da fotoğraf çekmesine izin verildi. Fakat gazetelerde hasta olduğuna dair haberler yayımlanınca bütün müşterisini kaybetti.” O yıllarda 60 yaşını devirmiş bulunan Othmar, 1969’da 45 yıl süren Türkiye macerasına son vererek Münih’e yerleşiyor ve 1984 yılında orada ölüyor.
Othmar, meslekî yasakların ötesinde bir duvara daha çarpar Türkiye’de. 1951 yılında Türk vatandaşlığına geçmek için yaptığı başvuru kabul edilmez. Astrid Von Shell, “Babam, Atatürk’ü derin bir sevgiyle severdi. En güzel fotoğraflarından birini o çekmiştir. Annem, Rum asıllı bir Türk vatandaşıydı, iki erkek kardeşim, Türkiye’de askerlik yaptı. Ben de Türk vatandaşıyım; ama babam çok istemesine rağmen vatandaş olamadı.” diyor. Astrid’e göre, vatandaşlığın önündeki engel, hükümet değişikliği ve babasının CHP’li Kasım Gülek’i referans göstermesiydi. Peki, Othmar, Türkiye’ye kırgın mıydı? “Babam hiç kin tutmadı.” diyor Astrid, “Alman televizyonunda Türkiye’ye olan sevgisini gözleri yaşararak anlatırdı. Sonra da Vedat Bey’in doğum günleri için geldi buraya. Keşke gidişi böyle olmasaydı.”
Othmar’ın gitmeden önce Ankara’ya yaptığı tren yolculuğu da enteresan bir karşılaşmaya sahne olmuş. Kompartımanda tam karşısında oturan orta yaşlı bir adam, “Size kendimi tanıtayım.” demiş ve yılların sırrını orada açıklayıvermiş; “Türkiye’ye geldiğinizden beri sizi takip ediyorum. Ancak artık saklamanın gereği kalmadı.”
Othmar’ın ismini Anadolu’da yaşatmaya devam eden Astrid Von Shell, Ankara’da doğup İstanbul’da büyümüş. Rum asıllı annesinden ötürü herkesten daha fazla İstanbullu olduğuna inanıyor. O, okula giderken İstanbul’da 800 bin kişi yaşıyormuş. Nüfus 1 milyona yükseldiğinde insanların şaşkınlıkla ‘Oooo’ deyişini dün gibi hatırlıyor. Bir de astragan kürklü kadınların Balık Pazarı’ndaki alışverişlerini ve küfeci çocukları. İstanbul onun için büyük bir köy şimdi. Evlenip Almanya’ya gittikten sonra yine kürkçü dükkanına dönen Astrid için Türkiye vazgeçilmez. “Sen Almansın.” diyenlere, “Hayır, Anadoluluyum.” diyor. 1989 yılından bu yana Alanya’da yaşıyor. Ve geçimini turistler için hazırladığı Alanya kartpostallarından sağlıyor. İngilizce basılan Alanya kitabı da bu aralar iyi satıyor. Ancak onu mutlu eden şey, kartpostallarının üzerine babasının imzasını atıyor olması. Astrid, “Babamın Anadolu’ya çıkması yasaklandığında, onun adını Anadolu’da yaşatacağıma söz verdim. Şimdi her kartla bir mesaj gönderiyorum. Babam Anadolu’da yaşıyor.” diyor.
Turistler kartpostalların üzerindeki Othmar’ imzasını tanımıyorlar tabii; çünkü o Avrupa’da değil, Türkiye’de tanınan bir fotoğrafçı. Astrid, Avusturya’dan yayın yapan bir radyoda babasının, ülkesi dışında ün salmış insanlar arasında anlatıldığına şahit olmuş. 68 yaşındaki Astrid Von Shell artık huzurlu... Babasının ölmeden bir ay önce kendisine bıraktığı arşivi müzeye teslim ederek ödevini tamamladığına inanıyor.
Othmar arşivinin İstanbul Modern’e gelmesinde fotoğraf küratörü Engin Özendes’in rolü büyük. “İstemek o kadar kolay olmadı.” diyor Özendes. “Müze kurulduğunda bağışlanan fotoğraf arşivlerinin arasında hep Othmar arşivini de görmek istedim. Teklifi ben götürdüm ve fotoğrafları iyi koruyacağıma dair Astrid’e söz verdim.” Özendes, sadece fotoğrafları değil, Othmar’ın makinelerini, rötuş takımlarını, merceklerini, gazetelerden kestiği kupürleri ve yazışmalarını da getirmiş müzeye. Geride, bir fotoğraf makinesi ve kravatı kalmış. Önümüzdeki yıl sonu bir Othmar sergisi açmaya hazırlanan Özendes, “Bu değerli arşivin bizde olmasına hâlâ inanamıyorum.” diyor.
HALUK ÇOBANOĞLU:
VEDAT NEDİM TÖR’ÜN OTHMAR’I SEÇMESİ GAYET DOĞAL
Othmar’da Alman kalitesini görürüz. İyi bir zanaatkâr, sağlam bir gözü var. Fotoğrafları belge olarak çok önemli; bu yüzden fotoğraf estetiği açısından bakıp yıpratmaya hiç gerek yok. O dönem iyi ki de fotoğraf çekmiş ve iyi ki de çektirmişler. Bu arada gözden kaçırılmaması gereken bir şey var. O dönemde Almanlar ile Rusların görsel bakışları çok örtüşür. Rusya’da Doğu Emekçileri Üniversitesi denen KUTV’da eğitim gören Vedat Nedim Tör’ün bir Alman olan Othmar’daki tekniği keşfetmesi sürpriz değildir. Bugün de devlet, ülkenin sorunlarını ve yeniden yapılanmayı belgelemesi için fotoğrafçı görevlendirmeli. Amerika’da 1930 yılında yaşanan büyük tarım bunalımında devlet yaklaşık elli fotoğrafçıyı ülkenin dört bir yanına dağıtarak fotoğraf çektirmiştir. Biz de depremin hemen sonrasını ve yapılanma aşamasını fotoğraflamalıydık.
Othmar’ın bakışı tamamen teknik bir bakıştır. Bu da onu objektif yapar. Oryantalist bir bakış açısı yoktur. Othmar, Anadolu’yu değil de Viyana’yı çekseydi yine aynı şey çıkardı ortaya. İşte bu yüzden, Beyoğlu’nu fotoğraflayan Selahattin Giz ya da Othmar’ın bıraktığı yerden devam eden Ara Güler’in fotoğrafındaki şiirsellik onda yoktur. Fotoğrafa Henri, Cartier Bresson gibi özel bir ruh katamadığı ortada; ama belge fotoğrafı açısından önemi tartışılmaz. Ayrıca Türk asıllı olmaması hiç mühim değil, önemli olan Türkiyeli olması.
Uzun hürriyet savaşının kaçınılmaz neticesi hakkında benimle konuşurken, Seydi Ömer'in sesinde vakar vardı, umutsuzluk ve keder değil. Kendisini mutlak bir ölümün beklediğini biliyordu. Ölümü aramıyor, ama ondan da kaçmıyordu. Ve eminim, kendisini nasıl bir ölümün beklediğini bilseydi bile, yine ondan kaçmaya çalışmayacaktı. İnsanın, nereye giderse gitsin, kendi kaderini de beraber götürdüğünün farkındaydı...
Seydi Ömer'in adamlarından biri, beze sarılı bir tomar hurma koydu önümüze ve bizi bu basit sofraya dâvet etti. Biz hurma yerken yaşlı cengâver doğrulup: 'Artık gitme vakti geldi kardeşler. Günün doğuşunu burada karşılamayacak kadar yakınız Bu-Sfayya'daki İtalyan karakoluna.'
Seydi Ömer'in arkasından atlarımızı sürdük. Öteki adamlar yaya olarak geliyorlardı. Boğazdan çıkınca, Seydi Ömer'in maiyetinin sandığımdan da kalabalık olduğunu gördüm: Kayaların ya da ağaçların ardından süzülüp çıkan karanlık gölgeler birbiri ardından bize katıldılar. Dışardan bakan biri çevremizde otuz-kırk adamın bulunduğunu tahmin edemezdi, çünkü mücahidler ağaçtan ağaca, kayadan kayaya temkinli, sessiz adımlarla ilerliyordu.
Şafaktan önce vardık Ömer Muhtar'ın ana kampına. Kampta iki yüzü aşkın mücahid vardı. Kuytu, daracık bir boğazda kurulmuştu kamp; kayaların dibinde küçük ateşler yakılmıştı. Bazıları uzanmış yatıyorlardı; bazıları da şafağın ilk ışıkları altında kımıldanan belli belirsiz karartılar halinde dolaşıyor, abdest alıyor, su taşıyor, yemek hazırlıyor ya da ötede beride ağaçlara bağlı atların bakımıyla uğraşıyor, kamp hayatının günlük işlerini yoluna koyuyorlardı. Hemen hepsinin üzerinde eski giysiler vardı; ne o zaman, ne de daha sonra, mücahidler arasında yamasız, kadidi çıkmamış bir card ya da bornoz giyen birini görmedim. İçlerinden çoğu şurasında burasında sargı taşıyordu; bu onların yakınlarda düşmanla karşılaştıklarını gösteriyordu...
Seydi Ömer'le iki gece bir gündüz boyunca mücahidlerle hangi yollardan işe yarar ve düzenli bir yardımın ulaştırılabileceğini görüştük (Bu arada kampın yeri değişmişti) . Hâlen Mısır'dan yetersiz bir yardım geliyordu... Seydi Ömerle, erzak nakil yolu için en uygun alternatifin benim geldiğim yol olduğu ve Mısır vahaları Bahriyya, Farafya ve Siva'da gizli depoların oluşturulması gerektiği konusunda görüş birliğine vardık. Fakat o bu plânın bile İtalyanların gözünden uzun süre saklanabileceğinden emin değildi.
(Seydi Ömer haklıydı. Birkaç ay sonra bu yolla gönderilen bir yardım kervanı Cağbub'la Calu arasında İtalyan saldırısına uğradı. Bunun üzerine İtalyanlar Bir-Tarfavi'de, iki vahanın ortasında müstahkem bir karakol kurup bölgeye devriye birlikleri gönderdiler. Böylece, bu yoldan ikmâl sağlamak, artık son derece tehlikeli bir hâl aldı.)
Yapacak birşey kalmamıştı. Batı'ya doğru katettiğimiz uzun ve yorucu yolu izleyerek geri dönmeyi pek gözüme kestiremediğim için, Seydi Ömer'e izlenebilecek daha kısa bir yolun olup olmadığını sordum. Vardı, ama tehlikeliydi... Zeyd ile ben, bir daha hiç görüşmemek üzere Ömer Muhtar'la vedalaştık. Ömer Muhtar, sekiz aya varmadı, son kurşununa kadar savaşarak İtalyanlar'a esir düştü ve asılarak şehid edildi.
Hâdiseyi Seyyid Muhammed ez-Zuvay ve diğer bazı kaynaklar şöyle anlatıyor: 'Onun asılmasını emreden General Graziani'ydi. Seydi Ömer ve yanındaki bazı mücahîdler, Resulullah'ın (sas) sahabelerinden Seydi Rafi Hazretleri’nin kabrini ziyaret etmeye karar verdikleri zaman İtalyanların tuttuğu bölgenin içerisindeydiler. İtalyanlar her nasılsa onların varlığından haberdâr oldu, ve 11 Eylül 1931 günü vâdiyi her taraftan çok sayıda kuvvetle kuşattı. Sayıları elli kadar olan mücahidler sonuna kadar çarpıştılar, öyle ki, sonunda sadece Ömer Muhtar ve birkaç mücahid sağ kaldı. Son anda Ömer Muhtar'ın atı vurulup yıkıldı; ama Ömer Muhtar kendini toparlayıp ateşe devam etti, tâ ki elinden yaralanıncaya kadar. Fakat bu da onu yıldırmadı, tüfeği öteki eline alıp cephanesi bitinceye kadar ateşi sürdürdü. Artık yapacak birşeyi kalmayınca İtalyanlar üzerine çullanıp esir aldılar. Önce Ömer Muhtar olduğunu anlayamadılar. Ancak kimliğini açıklayınca, elini kolunu bağlayarak önce Sûse'ye, ertesi gün bir destroyerle Bingazi'ye 60 km mesafedeki es-Sulûk'a götürüp hapsettiler. Haber Trablus ve Roma'ya hemen bildirildi ve her yere duyuruldu. Derhal göstermelik bir mahkeme düzenlenerek idam edilmesine dair emir verildi. Dört gün sonra sûreta yargılanacağı mahkemeden önce İtalya'nın Libya Genel Kumandanı Graziani'nin önüne çıkardılar. Aralarında şu muhavere geçti:
- Neden böyle şiddetle İtalyan hükümeti ve ordusuna karşı durmadan savaştın?
- Dinim ve vatanım için.
- Peki varmak istediğin hedef ne idi?
- Sadece sizi topraklarımdan kovmaktı hedefim. Zîrâ siz gasbedici bir kuvvetsiniz. Savaşa gelince, böyle durumlarda yani ülkemiz işgal edilince bu bizim için farzdır. Zafer ise Allah'ın elinde olan bir şey...
- Sen Senusilik için mi savaşıyorsun?
- Sen böyle düşünebilirsin. Ancak ben size karşı sadece dinim ve vatanım için savaşıyorum. Yoksa, mesele zannettiğin gibi basit değil.
- Sen kaç gün içinde mücahidlere seslenip de savaştan vazgeçerek silâhlarını teslim edip bize boyun eğmelerini sağlayabilirsin?
- Bu hususta birşey yapmama imkân yoktur. Biz daha evvel, kanımızın son damlasına kadar savaşacağımıza ve son ferdimize kadar silâhı elden bırakmayacağımıza yemin ettik. Siz de çok iyi biliyorsunuz ki, ben size esir düşerken silâhımı bırakarak teslim olmuş değilim. Beni siz zorla yakalayıp esir ettiniz.
Graziani ona son olarak şöyle sordu: 'Ne dersin, İtalyan Hükümeti, büyük alicenaplığını takınarak senin hayatını bağışlarsa, hayatının geri kalan yıllarını huzur ve barış içinde geçireceğine söz verebilir misin? ' Ömer Muhtar bu soruya şöyle cevap verdi: 'Vallahi, sizler memleketimden çekip gidinceye kadar seninle ve senin güruhunla savaşmaktan bir an bile vazgeçmeyeceğim. Bu uğurda ölümse akıbet, hoş geldi safa geldi... Ve insanın kalbindekini bilen Cenab-ı Hakk'a yemin ederim ki, şu anda ellerim bağlı olmasaydı, bu yaşlı ve bitkin halimle bile, çıplak ellerimle seninle boğuşmakta bir an bile tereddüt etmezdim.' Bunun üzerine Graziani bir kahkaha attı ve Seydi Ömer'in 15 Eylül 1931'de Sulûk çarşısında asılmasını emretti. Dediği gibi de yaptılar. Binlerce kadın erkek Müslümanı hapsedildikleri kamplardan getirterek, liderlerinin asılmasını seyretmek zorunda bıraktılar...' Kurşuna dizmek, düşman da olsa o kişinin asaletini teslim etmek mânâsına geldiğinden, buna yanaşmayan Graziani âdi suçlulara uygulanan darağacında idamı reva görmüştü ona. Fakat esas hükmü tarih verecekti.
Ömer Muhtar ve arkadaşları, işgale uğramış vatanlarını, namuslarını ve nesillerini kurtarma mücadelesi verdiler. Saygısız ve saldırgan bir güruha karşı, imtihan dünyasında imanlarının gereğini yerine getirip, ellerinde kalan tek emanet durumundaki canlarıyla mücahede ettiler. Sebeplerin tükendiği anda da bir yandan Yaratıcı'ya iltica ettiler, bir yandan da mücadeleye devam. Ve sonunda severek O'na yürüdüler. Hayatın hakkını vermek bu olsa gerekti.
O tip işgallere bugün seyrek rastlanıyor. Bizler ise, işgal ve işgalciden ne anlıyorsak, bugün bunların daha sinsi, dolayısıyla daha tehlikeli olanlarıyla karşı karşıyayız. Bu yeni tip işgallerin özelliği bizlerde metafizik gerilim oluşmasına fırsat vermeyecek kadar hileli ve sinsi olması; içimizden, aramızdan, bizden gözükmesi; herşeyi mâsumane yapıyor intibaı vermesi; vatan, iman ve namus gibi değerleri alay konusu yapması; ciddiyetten rahatsızlık duyması, bize rehaveti telkin etmesi... Fakat, 'millet' olma, yani 'hür' ve 'kendi' kalabilmenin hayat kadar, hatta ondan da önemli olduğunu unutmamak için bu gibi mücadeleleri hatırlamak gerekiyor. Bugün bizim için Ömer Muhtar'ın mücadelesi, sonunun nasıl bittiği kadar, hangi şartlarda, hangi inanç ve iradeyle yürütüldüğü açısından da dikkatle üzerinde durmayı gerektiriyor. Bugün, geçmiştekine göre rahat şartlar ve geniş imkânlar altında yaşayan bizlerin metafizik gerilimimizi korumamız, ruhumuzun hayatîyeti açısından şart. 70 yaşının üstünde, yorgun, yaralı, gıdasız kalmış bedeniyle hayatını ortaya koyan Ömer Muhtar'ı ayakta tutan da imanlı ruhuydu.
Yazımızı, bir ilim, tefekkür ve dava insanının şu tesbitleriyle noktalayalım: 'İnsanlar arasında çok cüz'i şeylerle satın alınabilecek kadar ucuz olanları bulunduğu gibi, dünyalar dolusu altın ve elmaslarla satın alınamayacak kadar pahalı olanları da vardır. Milletleri yükselten de, işte bu ikinci kısımda olanlardır. Pahalı insanlar, yağmur yüklü bulutlar gibi, hep yüksek ideal ve faziletlerle yüklüdürler. Bilinsinler, bilinmesinler, onların geçtikleri yerler arkalarından yeşerir gider... Ömer Muhtar, İtalyanlara, 'Ben ölüyorum; ebedî var olacağım. Fakat siz, ölümle biteceksiniz.' diyor. Müslüman, hayatını çok pahalıya satar; fâni hayatı verir, bâki hayatı alır.'
Çöl ve Zâviyeler
Bu mücahede zemininde, olabilecek birçok menfî şart biraraya gelmiştir. Coğrafya ve iklimin zorluğu, su ve gıda azlığı, sıkça yer değiştirme mecburiyeti, silâh yetersizliği, buna karşılık düşmanın silâh üstünlüğü, kitle imha silâhlarına sahip oluşu ve zâlimane tavrı (savaş hukukunu hiçe sayışı) vd. Bütün bunlar gözönüne alındığında, Ömer Muhtar ve arkadaşlarının ortaya koyduğu mücadelenin büyüklüğü daha iyi anlaşılabilir. Coğrafya ve iklim şartlarındaki zorluklarla, ayrıca bölge insanının iman ve eğitim altyapısıyla ilgili olarak, 1890'lardan 1908'e kadar o bölgede kalan ve Senusîleri yakından tanıyan Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi önemli tespitlerde bulunur; sahildeki Trablus'tan çölün içlerine, Fîzan'a gidecek bir yolcunun 30-40 gün, bir devecinin güdümündeki deveyle seyahat etmek zorunda olduğunu, yolculuğun ilk haftasından sonra, 'serir' tâbir edilen dehşetli çöllerin başladığını, 60-70 dereceyi bulan hararetin seyyahı ve deveciyi canından bezdirdiğini belirtir: 'Her tarafta kasvet saçan, kirli sarı bir renk; hayattan hiçbir eser yok... Seyyahın kalbini tahammülsüz bir tazyik hırpalamaya başlar. Mânâsız bir yeis idrakini kaplar. Ateşler içindeki boğazını, gar-gar testisindeki ılık suyla söndürmeye çalışır. Hayvanların en gayretlisi olan, kanının son damlasına kadar insanların hizmetinden feragat etmeyen devenin adımları seyrekleşir... Deveci bir lokma ekmek için dûçar olduğu mihnet ve meşakkati bir inleyiş içinde Rabb-i Rahîm'e arzeder... Mübarek hayvan bu azabgâhta yalnız olmadığını, sahibinin de aynı meşakkatlere mâruz kaldığını pek güzel anlar. Mânâ maddeye, ruh cesede galebe eder. Üç-beş adım daha atmaya takati kalmayan hayvanda yeni bir faaliyet, şâyân-ı hayret bir gayret görülür... Ümit ye'se, hayat memata galebe eder. Adımlar sıklaşır; hayvancağız bu mihnet denizinden, bir selâmet ve rahat limanına varabilmek için çalışmaktan başka çare kalmadığını takdir eder. Deveci okur: Develeri dövmeyiniz! / Onlar kendileri giderler. / İşte zâten yaklaştık. / Yiyecek, içecek bulacağız.
Deveci, ekseriyetle kendiliğinden doğan şiirin her kıtasından sonra 'hayyâ, hâ! ' gibi teşvikat sarfeder. Saatlerce daha gidilir, deveci de teselliye muhtaç bir hâle girer. Bu defa kendi mâneviyâtını takviye için kaside okur. Bitirdiğinde elini başına götürüp 'Ya Seyyidî Abdûsselâm! ' diye istimdat eder ve Nebiyy-i Zîşân'a selâm gönderir. Bu kaside, Arusîye pirlerinden Abdûsselâm el-Esmerî Feyturî Hazretleri’nindir. Mânâsı kısaca şudur: 'Müride nasihat ederim, sözümü anlamalıdır. Büyük azim sahibi olmalıdır; tâ ki kazanıp merâmına nâil olsun. Nâsın hayrete düştüğü gün (mahşerde) beni bayrağımı dikmiş bulurlar. Kuru kemikleri ihya eden Rabbim sözümün doğruluğuna şâhittir ki, yevm-i kıyamette bile mürîdimi bırakmam. Sana kötülük gelemez. 'Ya Abdûsselâm! ' diye beni çağır. Havz-ı Resûlullah'a vâsıl olduğumuzda fukaraya su veririm.' Bu ve emsali kasideler, mihnetkeşlerin elem yüklerini hafifletir, kalblerinde ümit ve tesellînin yeşermesine vesile olur.
Siyasi musîbetler ve tabiî zorluklardan pek bedbaht olan ekser-i ahali, şiddet ve belâların amansız hücumuyla zebun kaldıkça, anne kucağına iltica eden bir masum gibi, zaviyeye gider, müteselli ve metin olarak döner.'
Filibeli Ahmed Hilmi, Kuzey Afrika'da yaygın olarak Senûsîye, Arûsîye, İsevîye, Şâzelîye, Kadîriye, Tayyibîye, Ticanîye ve Rufaîye'nin görüldüğünü, tedrîsat hususunda hepsinin usulünün bir olduğunu belirtir: '5-6 yaşına vâsıl olan bir çocuk, bir tahta parçası, biraz beyaz toprak (tebeşir) , bir hokka, bir beyaz kamış kalem alıp, 'Mahzara' nâmı verilen mektebe gider. Bu mektepler zâviyelere bitişik büyücek birer odadan ibarettir. Bazı zâviyelerde ayrıca odalar bulunmaz, talebe bizim 'semaathâne' ismini verdiğimiz zikir yerinde ders okur. Çocuk muallimin yanına gider. Muallim, üzerine tebeşir sürülerek beyazlatılmış olan tahtaya Besmele'yi ve Fâtiha'nın ilk âyetini yazar ve bunu çocuğa tekrar tekrar okur... Akşam üzeri çocuklar, birer birer gelip hocanın önünde, ezberledikleri âyetleri okurlar. Âyet hıfzedildikten sonra, tahta silinir, kurutulur. Üzerine tebeşir sürülür. Hoca ondan sonraki âyeti yazar. Çocuk bu usulle Kur'ân'ı hıfzeder. Kur'ân'ın üçte birini hıfzeden çocuklar ezberleyecekleri sûreleri bizzat yazmaya muktedir olurlar... Bu usulün zarûri ve tabiî neticesi olarak, mektebi bitiren bir talebe ekseriyetle hâfız-ı Kur'ân olur. En anlayışsızı bile Kur'ân'ın yarısını ezberden okuyabilir. Usul-i tedrîs bu derece müşkül iken, oralarda okuyup yazmak bilmeyenler yüzde onu geçmez. Burası şâyân-ı hayrettir. Bu derece gayretli, bu kadar zeki bir halkın nelere muktedir olabileceğini takdir edebilen bir İslâm mütefekkiri bu halkın mahrumiyet ve rehbersizlik yüzünden dûçar olduğu sefaletleri tahattur ederek kalbinin kanadığını hisseder.
Senûsîler ehemmiyet-i mahsusalarını, yüklendikleri gayelerin büyüklüğünü takdir eder, okur, fikirlerinin merkezîliğine ehemmiyet verir, ve şahsın cemiyete fedâsını lâzım görürler... Şimal-i Afrika'nın mukadderatı, Senûsîlerle pek ziyade alâkadardır.'
Kaynaklar
- Muhammed Esed, Mekke'ye Giden Yol, İnsan Yayınları, 1998.
- Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi, Senûsîler ve Sultan Abdülhamid, Ses Yayınları, 1992.
- Ahmet Ağırakça, Ömer Muhtar, Beyan Yayınları, 1994.
Bir adam bir kadını sever
kadin adami reddeder
adam etrafi tarafindan sevilen biridir
bir gun basina talihsiz bir kaza gelir
hem kadin uzulur hem de onu sevenler
bu adam icin hazin bir sondur
ama o bunu bilmemektedir
cunku o anda büyük buluşmadadir
ve
o hazin sonu tarif edenler, bu olaya isim verenler
hâlâ hayatta olanlardır:
'Allah'ım onun için ne hazin bir son! ' derler
Her şey bir yerde bir zaman başladı. Kim nerde ve ne zaman başladığını bilmiyor. Ama eğer 2000 yıllarda bir gun seçerseniz ve seçtiğiniz günün o günle tam olarak uyuşması (26 nisan perşembe gibi) ihtimali X, ya da bir kisminin uyuşma ihtimali Y (26 perşembe) gibi ve X/Y oranı da 359/23 verilirse; bulabilirsiniz hikayelerin ne zaman başladığını. Tabii burdan da nerden başladını bulabilmek için yerle alakali da bir ihtimal verilmeli. Neyse biz hikayemize dönelim.
Hikayede yer alan şahıslar:
Zeki çocuk Şabbaz
Şabbaz'ın kızkardeşi Makbule
Çocuğun emekli berber dedesi: Hüsamettin Amca
Bakkal Hayri
Çocuğun yatalak annesi Malule
Hikayenin gectigi yer Adıgüzeller Mahallesi
O sabah erkenden kalktı Şabbaz. Okulun ilk günüydü ve bir an önce okula gitmek istiyordu. Aşağıya indi, annesine baktı, annesi hâlâ uyuyordu. Zavallı kadın o meşum kazadan beri yatağa mahlum kalmıştı. Tüm işlerini küçük kızı Makbule görüyordu. Zavallı yavrucak için çok zor oluyordu; ama o hiç ses çıkartmıyordu. Küçük yaşına rağmen ne olup bittiğini anlar gibiydi.
Şabbaz elini yüzünü yıkadıktan sonra karnındaki gurultuyu kesmek için teldolaptan(bozulmayacak yiyeceklerin konduğu saklama yeri) bir şeyler alıp atıştırdıktan sonra yola koyuldu.
Hava güzeldi, eylül ayının tüm sadeliği yazın kavuran sıcaklarını unutturmak, zihinlerden silmek için elinden geleni yapıyordu. Şabbaz okula giderken kendisi gibi üzerinde siyah önlükleri olan çocukları gördü. Ama bu çocuklar onun gibi tek başlarına gitmiyorlardı okula. Kimisinin yanında babası, kimisinin yanında annesi, kimisinin de hem annesi hem babası vardı. Onlar şanslı olamalıydılar. Şabbaz'ın zihnine bir soru takildi. 'Acaba küçük bir mahallede, okulun ilk gününde okula yeni başlayanlar arasında hem annesi hem de babası tarafında okula götürülmem ihtimali ne? ' Bilmiyordu bu sorunun cevabını. Hem ne gerek vardı?
Okula yaklaştıkça siyahlıların sayısı artıyor, çocukların yüzleirndeki ifade korkuya meylediyordu. Ne de olsa burası hepsine yabancı bir yerdi. Senelerce evlerinde kalmışlar, okul denen yerin yakınından bile geçmemişler. Sadece bazenönlükler içinde ablalarını ve abilerini görmüşler, 'Neden böyle giyiniyolar? ' diye merak etmişlerdi. Daha şanslıları; ki bunlar abileri ya da ablaları olanlardı. Onların kardeşleri bu siyah önlük içinde haftanın beş günü okul denen yere neden gittiklerini merak etmiyorlardı. Cevabı basitti: Adam olmak için.
Şabbaz kalabalığını arasına daldı, kendine bir yer buldu. Bazı çocukların ağlama seslerini duyuyordu. 'Ne korkaklar! Ne var ki bunda! Amma çok insan var burda da. Acaba kaç kişi var? Ya da kaç tane kız var ya da kaç tane oğlan? İŞte biri çıktı...' O bunları düşünürken müdür muavini çıkmış aileleri ve yeni gelenleri selamla karşılıyordu.
'Ne çirkin bir adam bu böyle! Göbeği de kocaman.' Muavin yeni gelenlere seslendikten ve onları biraz olsun yatıştırdıktan sonra sırayla isimlerin okunacağını ve ismi okunanların belirtilen sınıflara gideceklerini söyledi.
İsimler okunmaya başlayıp da bazı çocuklar sınıfların yolunu tutunca ağlamaya başladılar. Anneleri babaları yanındaydı ama onlar ağlıyorlardı. Şabbaz hala bulundugu yerde kaç insan oldugunu düşünüyordu. 'Acaba nasil sayabilirim? '
Şabbaz okula gitmemişti ama saymaya biliyordu. Dedesi torununun bakkal Hayri nin yanına çırak verince, bakkal çocuğa saymayı öğretmişti.
'5 kilo, 30 lira, iki tane, buçuk, çeyrek...' Şabbaz hemencecik kavrayivermişti bunları. Bakkal Hayri Şabbazı öz evladı gibi seviyor, ona elinden geldiğince sahip çıkmaya çalışıyordu. Zaten onu okula yazdıran da oydu. Aslında onun bu kadar üstüne titremesinin sebebi vardı; ama o da başka bir hikayede.
Şabbaz kaç kişi olduğunu düşünürken onun adı söylendi; ama o kadar dalmıştı ki nasıl hesaplarıma bunu duymadı. Birkaç kez daha okundu ama o hiçbirini duymadı ve başka isme geçtiler.
Şabbaz 'buldum'dediğinde onu duyan pek insan yoktu. Çünkü çcukların ağlama sesleri, muavinin haporlerden çıkan çatlak sesi, anne babaların çocuklarını avutmak için söyledikleri; o kadar çok ses vardı ki! Bu yuzden Şabbaz ı da duyan olmadı.
'buldum, buldum be' diye hopluyordu Şabbaz!
Acaba gerçekten o kadar insanı saymak için bir yol bulabilmiş miydi?
...
! . Bölümün Sonu (Tüm haklara bana aittir biline :))
kalburüstü...bir şeyler elersiniz içindekilerden arındırmak için elekle. ve eleğin(kalbur) üzerinde kalan iri tanelerdir.
o halde bunlar kodamanlar, kocaman koltuklarda oturup, beslenmelerini gayet hoş bir şekilde yapan semiz aile sınıfıdır
bir çuval inciri berbat etmek
17.07.2005 - 12:53misal: doğumla ilgili bir olayda, gelip de bunu net ortaminda ifşa edip, sürpriz denen devşirme kelimenin hayata gecmesine bir nebze de olsa mani olmak
insan
17.07.2005 - 01:55İnsanları anlayamayanlar güvenmezler
insan
17.07.2005 - 01:55Güvenmeyenler insanları anlayamazlar
üç kalp birarada
17.07.2005 - 01:52sağ tarafta yatan hasta, sol tarafta yatan hasta, ortada yatan hasta
bankin bir ucunda oturan yaşlı adam, diğer ucunda oturan genç kız ve ortada oturan küçük oğlan
hakim, sanık ve kurban
Hafız Abdülezel Paşa
17.07.2005 - 01:06bölüm 2
Hâfız Abdülezel'in harp meydanlarındaki ilk başarısı ise, 1853 Kırım Savaşı'nda olur. Rusya'nın Osmanlı Devleti'nin bir eyaleti olan Eflak ve Boğdan'ı işgal etmesi ile başlayan bu savaşta, Binbaşı Hâfız Abdülezel büyük başarılar kazanır. Düşmanın bozguna uğrayıp kaçışında önemli bir rol oynar.
Bu yıllarda, devletin uçsuz-bucaksız geniş coğrafyasında isyân, ayaklanma ve başkaldırı hareketleri birbirini takip etmektedir. Yunanistan, Rusya'nın ve Fransa'nın yardımıyla Girit'e silâh yığmakta, adadaki Rumları isyâna teşvik edip, adayı Yunanistan'a ilhak etmek istemektedir (1866-1868) .
Bu arada Rumeli'de, Sırbistan ve Karadağ isyânları vardır (1857-1876) . Devlet, hem Girit'e hem de Sırbistan ve Karadağ'a on binlerce asker yığmasına rağmen, isyânlar bir türlü tamamen bastırılamıyordu. Çünkü, güçlü Osmanlı orduları karşısında sıkışan Rum, Sırp ve Karadağlı çeteciler, köylerine kaçıyor, işiyle gücüyle uğraşan mâsum bir vatandaş gibi görünüyor, Türk ordusu çekilince de tekrar dağlara çıkıp köy ve kasabaları basıyor, kan döküyor, yağma yapıyor, etrafa korku saçıyorlardı. İşte bu çetecilerle mücadelede hareket kabiliyeti yüksek, değişik çevre şartlarına hazır, gayr-i nizamî savaşı bilen dirayetli komutanlara ihtiyaç vardı ve Hâfız Abdülezel bu savaşlarda hep aranan ve üstün başarılar kazanan bir komutan oldu. Özellikle 1876'daki Sırp İsyânı’nda, büyük kahramanlıklar gösterdi. 29 Ekim 1876'da, Rus Generali Çarnayef'in komuta ettiği Sırp ordusunu Aleksinaç Meydan Savaşı'nda, bozguna uğratan Osman Paşa'nın en önemli komutanlarından biri de Hâfız Abdülezel'di. Bu savaşta cesareti her türlü takdirin üzerindeydi. Bu yüzden çeşitli nişan ve madalyalarla ödüllendirildi.
Türk devleti 19. asırda kendisi için 'en uzun yüzyılını' yaşıyordu. Sayısız düşmanları vardı ve bu düşmanların doymak bilmeyen ihtirasları. Devlet eski gücünü kaybetmiş, ayakta durma mücadelesi veriyordu. Ve bu mücadelede Hâfız Abdülezellere ne kadar da ihtiyaç vardı. 1876 Sırp İsyânı'nın bastırılmasından kısa bir süre sonra, 24 Nisan 1877'de bu sefer de Rusya, Türkiye'ye savaş ilân etmişti. Rusya Balkanlar'a inmek, Boğazları ele geçirmek, Akdeniz'e ulaşmak, Doğu Anadolu'yu almak istiyordu. Bu yüzden savaş hem batı (Rumeli) , hem de doğu (Kafkas) cephesinde iki yerde birden başladı. Hâfız Abdülezel, batı (Rumeli) yani Balkan Cephesi'nde savaşıyordu. Bu cephede o Plevne'de destanî bir direniş gösteren Ruslarla bir ölüm kalım mücadelesine girişen Gazi Osman Paşa'nın emrinde bir komutandı.
1. 2. ve 3. Plevne Zaferleri dünya harp tarihine geçiyor, bütün dünya gazetelerinin savaş muhabirleri, büyük devletlerin askerî gözlemcileri Plevne yakınlarına gelmiş, şaşkınlık içinde, bu büyük savaşı takip ediyor, dünya basını savaşı günü gününe okuyucularına aktarıyor, Avrupa harp akademilerinde ve genelkurmaylarında Plevne'nin âkıbeti tartışılıyordu. Gazi Osman Paşa'nın ve emrindeki kurmaylarının, savunma savaşı stratejisine yepyeni unsurlar getirdiği, daha Plevne savunmasının ortalarında kabul ediliyordu.
Hâfız Abdülezel'in, Plevne savunmasında kahramanlığı, dillere destan olmuştu. Artık silâhlı kuvvetlerin dışında da herkes onu büyük bir kahraman olarak tanıyordu. 1. Plevne Zaferi’nin (20 Temmuz 1877) kazanılmasında onun rolü büyüktü. O kadar ki, Rusların Plevne'ye ilk saldırılarında, en çok direnen onun komuta ettiği birliklerdi. Düşman, Hâfız Abdülezel'in o müthiş savunması karşısında, binlerce kayıp vermiş ve hemen bütün ağırlıklarını bırakarak bozgun hâlinde kaçmıştı. Bu yüzden bu kahraman birlik, 'Hâfız Bey Tabyası' olarak tarih sayfalarına geçmişti.
Hâfız Abdülezel'in kahramanlığı, silâh arkadaşlarıyla münasebetleri, üstün komuta kabiliyeti, üstlerinin ona saygıyla karışık sevgisini de kazandırmıştı. Üstleri onunla iftihar ediyordu. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'nın efsânevî komutanı, Gazi Osman Paşa, bütün subayların önünde onu alnından öpmüş: 'Abdülezel, sen bizim medâr-ı iftiharımızsın.' demişti. Savaştan sonra, İstanbul'da Hâfız Adülezel'in göğsüne Plevne Kahramanlık Madalyası'nı bizzat devrin paşidâhı Sultan 2. Abdülhamid takmıştı.
Hâfız Abdülezel, bütün bu üstün niteliklerine rağmen, son derece tevazu sahibi, mahcup bir insandı. O kendini, iftihar edilecek bunca özelliğine karşın, düz bir insan, insanlardan bir insan olarak görüyordu. Nitekim, Sultan 2. Abdühamid tarafından ödüllendirildiği ve kendisine kahramanlık madalyası takıldığı an, âdeta şaşırmış, içe dönük bir çocuk gibi, mahcup bir edayla:
-Ben ne yaptım ki, bana bunca ödül veriliyor? diye sormuştu.
Hâfız Abdülezel, Plevne savunmasından sonra da Anadolu'dan Hicaz'a, Basra Körfezi'ne kadar uzanan, Devlet-i Âliye'nin geniş coğrafyasında durup dinlenmeden birçok başarılı hizmetler görmüş, 1885 yılında generalliğe yükseltilmiştir.
Hafız Abdülezel Paşa
17.07.2005 - 01:06bölüm 3
1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı ve Berlin Anlaşması'ndan sonra Yunanistan Teselya sancağını işgal etmişti. Şimdi de tarihler 1897 yılını gösterirken Epir'e (Yanya vilâyeti) ve Girit'e göz dikmişti. Bu yüzden buralardaki yerli Rumlar, silâhlandırılıp devlete isyân ettirilmiş, ardından Girit'e on bin gönüllü Yunan askeri gönderilmişti. Bununla da yetinmeyen Yunanistan, Girit'i kendine bağladığını ilân etti. Hem Epir'de, hem de Girit'te Müslüman-Türkler katlediliyordu. Bütün bunlar üzerine, Osmanlı Devleti 18 Nisan 1897'de Yunanistan'a savaş ilân etti. Müşir Ethem Paşa başkomutan tayin edildi. Türk ordusu aynı gün taarruza başladı. İşte bu savaşta Türk ordusunun komutanlarından biri de, Hâfız Abdülezel Paşa idi. Seksen iki yaşındaydı. Ama o ihtiyar arslan, savaş meydanında dimdik ayaktaydı. Bu cihad, onun katıldığı yirmi altıncı cihaddı. Uzun boyu, çatık kaşları, bembeyaz sakalı, nuranî çehresiyle bulunduğu devrin 'Serhat Paşaları'nın tam bir timsaliydi. Göğsü harp meydanlarında alınmış nişan ve madalyalarla doluydu. Ama o, tıpkı yüzyıllar öncesinde doksan küsur yaşında, İstanbul önlerine gelen Mihmandâr-ı Nebevî Hz. Halid Eyyûb el-Ensârî Hazretleri gibi savaş meydanına koşmuştu.
Hâfız Abdülezel Paşa'nın komuta ettiği askerî birliklerin vazifesi çok önemliydi. Onların görevi Milona geçitlerini ele geçirmek ve buradaki güçlü Yunan savunma hatlarını yararak, Türk ordusuna Atina yolunu açmaktı. Prens Konstantin buraya en seçkin kıtalarını sevketmişti. Türk karargâhında Başkomutan Müşir Ethem Paşa endişeliydi. Acaba Türk ordusu bunu başarabilecek miydi? Aslında Başkomutan Müşir Ethem Paşa boşuna endişeleniyordu. Çünkü onun, sakallarını savaş meydanlarında ağartmış Hâfız Abdülezel Paşa gibi ölümden korkmayan komutanları, birer arslan gibi savaşan askerleri vardı.
O gün Hâfız Abdülezel Paşa bir görülmeliydi. Seksen iki yaşındaki bu büyük kahraman, maharetle idare ettiği atının üzerinde yirmi yaşında bir delikanlı gibi dimdik duruyor, birliklerinin önünde Yunan avcı hatlarına doğru yürüyordu. Çünkü karşıdaki Pırnar tepesinin düşmesi Türk ordusuna Milona geçitlerinin yolunu açacaktı. Nur yüzlü komutan askerlerinin önünde, onlara şöyle hitab ediyordu:
-Askerlerim! Şu gördüğünüz tepenin zaptı, bizim için pek büyük, pek şanlı bir muzafferiyet temin etmiş olacaktır. Siz Milona Geçidi gibi en geçilmesi zor olan en çetin yerlere hücûm ederek, Osmanlılık Celadetini bütün cihan nazarında ispat eylemiş er oğlu erler olduğunuz cihetle, tevfikât-ı celîle-i Sübhaniye'ye istinaden bu tepenin üzerinde vukû bulacak haydarâne bir hücûmunuzla, zâten gözü yılmış olan düşmanı külliyen perişan ve sancağımızı dikmekle ilâ-yı şân-ı Osmâniyân edeceğimizi katiyen umut ederim. Eğer bu tepeyi zaptederseniz, önünüzde çiçeklerle süslü, geniş bir sahra, bir cihân-ı zafer açılacak ve bütün millet-i İslâmiyye ve Osmaniyye sizin bu muzafferiyyât-ı kahramanenizle ilân-ı şükrân ve iftihar edecektir. Analarınız sizi ancak bugün için doğurdu, büyüttü. Yeryüzünde bulunan bütün Müslümanların halife-i akdesi olan şevketlü padişâhımız efendimiz hazretleri sizi ancak bugün için besledi, vatan sizden bugün fedâkârlık bekliyor. Hülâsa, bugün şan ve namus-ı devlet ve millet sizin süngülerinize istinad etmektedir. Demin söylediğim gibi, eğer gazanferâne bir hücum ile şu tepeyi zabtedecek olursanız, namus-ı vatanı yüceltmiş ve devletimizin gelecek zaferlerini temin etmiş olacaksınız.
Askerlerim! Size en son bir vasiyyetim var ki, ifâsını ricâ ederim. Eğer ben, şu tepenin tarafınızdan zabt olunduğunu görmeden, şehâdet şerbetini içecek olursam, cesedimi burada toprak altına defnetmeyerek mutlaka bu tepeyi … bu tepeyi zabt ile üzerinde benim için bir mezar kazarak beni oraya gömünüz. Yok eğer tepeyi zabt edemeyecekseniz, bırakın cesedim bu topraklar üzerinde kalsın, vahşi hayvanlara yem olsun!
Evlâtlarım! Sizin dağlar dayanmayan hücumunuza böyle tepeler elbette dayanmaz. Bu cihetle sizden mutlaka bu tepenin zabtını isterim.
Tevfik-i İlâhî rehberimiz, imdâd-ı peygamberî yâverimiz, teveccühât-ı celîle-i hazret-i hilâfet penâhî ise, fark-ı iftihârımızda tâcımızdır.
Haydi arslanlarım! Arş ileri! Dâima ileri!
Hafız Abdülezel Paşa
17.07.2005 - 01:05bölüm 4
Hâfız Abdülezel Paşa'nın, yüzyıllar önce Hz. Halid Eyyûb el-Ensârî Hazretlerinin vasiyetini andıran, bu konuşması ve vasiyeti üzerine, Türk ordusu dalga dalga düşman üzerine gidiyor, destanlar yazıyordu. Önlerindeki nur yüzlü yaşlı arslan Hâfız Abdülezel Paşa, düşman hatlarına iyice yaklaşılınca, yanına emrindeki subaylar koştular. Yaşlı arslanı atından indirmek istiyorlardı. Çünkü karşılıklı olarak bombardıman ve ateş hızlanmış, etrafa yağmur gibi gülleler ve mermiler yağıyordu. Fakat Hâfız Abdülezel Paşa:
'Ben Rus Savaşı’na gittim de attan inmedim!
Yunan önünde inmek için ata binmedim! '
diye cevap veriyor, atını Pırnar tepesine, Yunan mevzilerine doğru sürüyor, arkasından kükremiş bir sel gibi Türk ordusu akıyordu. İşte tam o an yüzü acıyla buruştu, sol kolundan vurulmuştu. Subayları, onu yine atından indiremediler. Yaşlı arslan, ileriye dâima ileriye gidiyordu. Bu arada ikinci bir kurşun bu sefer de sağ koluna isabet etti. Fakat Hâfız Abdülezel attan inecek, ölümden korkacak, sipere saklanacak bir komutan değildi. O hâliyle bile, askerlerine ileri, dâima ileri diyordu. Kısa bir süre sonra ise, üçüncü bir kurşun boğazına isabet etti. Ordusunun önünde arslanlar gibi savaşan büyük kahraman, bir an sarsıldı, atından yere düştü. Komutanları hemen etrafına toplandılar. Ama ağlıyorlardı. Çünkü, hayatı boyunca cepheden cepheye koşan, sahabi-misâl bir hayat yaşamaya çalışan, nur yüzlü, gül yüzlü Hâfız Abdülezel Paşa, kendisine örnek aldığı sahabi gibi seksen iki yaşında atından inmemiş, atının üzerinde şehit olmuştu. O, hayatını sahabi gibi yaşamaya çalışmış ve sahabi gibi, Uhud'da şehit düşen Hz. Mus'ab bin Umeyr gibi, Mûte'de şehit düşen Hz. Cafer-i Tayyâr gibi ölmüştü. Komutanlar ve askerleri onun etrafında gözyaşları döküyor, dualar ediyorlardı. Hemen akıllarına, komutanlarının vasiyeti geldi. Paşa'yı, hemen elleri üzerine aldılar, başlarına koydular, tekbir sesleri içinde Türk ordusu, Pırnar tepesine doğru hücuma geçti. Artık Yunan mevzilerinden yağmur gibi yağan, ne top gülleleri, ne kurşun mermileri Türk ordusunu durduramıyordu. Düşman, şaşkınlık içinde bir an olayı seyrediyor ve panik halinde mevzilerini terk edip kaçıyordu. Bu tabloyu, devrin ünlü şâiri İsmail Safâ bir şiirinde ne güzel anlatır:
Ne kahramanmış, o Abdülezel, o merd-i gazâ…
Yiğitlerim, çıkalım gayret eyleyin şu dağa
Diyorken âh vurulmuş, çekilmemiş otağa!
Cerihâsından o dem nâ-ümid imişler hep…
'Vuruldunuz Paşa, siz gitmeyin! ' demişler hep,
Önünde askerinin, rehber-i hayat peder!
Yalın kılıç, atın üstünde, olmak üzre heder;
Hücûm emri verirmiş, vücûdu hûn-âlûd;
Bu vak'a nâmına mutlak olur, medar-ı hulûd,
Sonunda pîr-i dilâver olur sükût-nümâ
Vücudu hâke düşer, rûhu âsuman-peymâ.
Şehid düşmesi, dilhûn eder maiyyetini;
Maiyyetindeki asker tutar vasiyyetini.
Cenâze başta… neferler yürür gider cebele,
Cenâze başta… o tekbir akseder cebele!
Cenâze başta… diyüp 'Lâilâheillallâh! '
Cenâze başta olur hepsi rehneverd-i felâh,
Cenâze başta geçit üstüne düşer âdâ,
Cenâze başta çıkarlar âdûyu çiğneyerek
Cenâze başta âdû olsa payimâl gerek.
Sizin bu hâliniz Osmanlılar! Ne hâlettir?
Değil bu levhayı tasvîre şiirler kâdir.
Dem-i hücûmda tehliller, âman Yâ Rab!
Cihânı titretecek şey, bu hâlet-i agreb!
Nedir bu na'ş ile savlet, o kühsâra hele,
Lâhit yapmış orada süngüler, tüfeklerle!
Dağın başında gömerler şehid-i muhteremi,
Ki azm ü rezmde ayn-ı şebâb imiş haremi,
Geçen muharebeden yarası durur el'an,
Muhâfız-ı vatan olmuş, bu hâfız-ı Kur'ân.
Gömüldü can vererek aldığı yere cismi;
Niçin verilmesin artık o ma'bere ismi?
Niçin denilmeli artık o yerlere Milona?
İlelebet koca Abdülezel’le yâd oluna.
Bu şanlı harb ile Abdülezel karîn-i ebed
Mezarı olsun İlâhî! Meleklere ma'bed!
Pırnar tepesinin düşmesinden sonra Milona geçidi rahatça aşılmış, ardından Losfaki Savaşı kazanılmış, Yenişehir düşmüş, Yunan ordusu cephanesini bırakarak kaçmış, Dömeke Meydan Muharebesi ile Yunan ordusu tamamen dağıtılmıştır. Bu gelişmeler üzerine, Atina'da Yunan hükümeti düşmüş, yeni hükümet Avrupalı büyük devletlere müracaat ederek, barışı sağlamak şartıyla Osmanlı Devleti'nin bütün şartlarını kabul edeceğini peşinen kabul etmiş, Rus Çarı 2. Nikola, 2. Abdülhamid'e telgraf çekerek savaşı durdurmasını rica etmiş, Devlet-i Âliye, Yunanistan'a haddini bildirmiştir.
Kaynaklar
1- Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, Cilt: 8, İstanbul, 1978.
2- 1897 Türk-Yunan Harbi (Hazırlayan: Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı) , İstanbul, 1982.
3- Cemal Kutay, Türkiye İstiklâl ve Hürriyet Mücadeleleri Tarihi, Cilt: 15, İstanbul, 1960.
4- Ali Nihad Tarlan, Edebiyat Meseleleri, İstanbul, 1981.
5- Erol Ülgen, 1897 Türk-Yunan Savaşı'nın Ünlü Komutanlarından Şehit Abdülezel Paşa, Hayatı ve Hakkında Yazılan Şiirler, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı (Belleten-1994) Ankara, 1996, ss. 169-204.
Levh-i Mahfuz
17.07.2005 - 01:03Sızıntı/Mayıs 2005
Levh-i Mahfuz ve Berisi
Levh; yassı, düz, üzerine yazı yazılabilecek bir cisim. 'Levh-i Mahfuz'; Allah tarafından üzerine maddî-mânevî, canlı-cansız her şeyin kayıt ve tesbit edildiği mânevî bir levha veya bütün bu hususlara bakan ilm-i ilâhînin bir unvanı kabul edilegelmiştir. Onun için herhangi bir tebeddül, tagayyür söz konusu olmadığından ötürü ona 'Levh-i Mahfuz' denmiştir. Bu mânevî âlem, Burûc sûre-i celilesinde de ifade edildiği gibi, Kur'ân-ı Kerim'in 'Beyt-i Ma'mûr'dan önce taayyün buyurulduğu levha demektir ki; bu, aynı zamanda bu dünya ve ondaki mevcudatın, ukbâ ve ötesindekilerin de bütün vasıflarıyla içinde bulundukları mânevî bir defter-i muhîttir.
Orada eksik bırakılan hiçbir şey yoktur.1 O levhada bir bir her şey kayıt altına alınmıştır.2 O, olmuş, olacak her şeye ait bilginin mündemiç bulunduğu bir kütüktür.3 O, her varlığın maruz kaldığı, kalacağı bütün hâdiseleri ve sonuçları muhtevi bulunan bir defter-i kebirdir.4
Evet, Levh-i Mahfuz, bildiğimiz, bilemediğimiz, bütün kâinatların, bu kâinatlar içindeki eşyâ ve hâdiselerin mukayyet bulunduğu ana kitaptır. Fizikî ve metafizikî dünyalarla alâkalı her nesne, haricî vücut açısından ortaya çıkmadan evvel, Levh-i Mahfuz'da bir taayyün görmüş, belirlenmiş ve mevsimi gelince de, oradaki programa uygunluk içinde ortaya çıkmış/konulmuştur. Her varlığın bu şekilde önceden takdir ve tesbit edilip sonra da ona göre infaz edilmesi cebrîliğe açık gibi görülse de hiç de öyle değildir; zira 'İlim mâlûma tâbidir.' fehvasınca, Allah, olacağı da olmuş gibi bildiğinden, insanların 'ef'âl-i ihtiyariye'leriyle alâkalı takdirlerini şart-ı âdî plânında onların temâyül ve tercihlerine bağlamıştır.
Bazı âlimler, Levh-i Mahfuz'u 'Kitap', 'Kitab-ı Mübîn', 'İmam-ı Mübîn', 'Kitab-ı Meknûn', 'Ümmü'l-Kitap'... gibi unvanlarla da yâd ederler ki, bu tabirlerin hepsi de Kur'ân ve Sünnet-i sahîhadan alınmadır, bunlara kimsenin bir şey demeye hakkı yoktur. Ancak, bu yaklaşımın Levh-i Mahfuz hakikatini aksettirdiği de söylenemez. Bildiğimiz bir şey varsa şudur ki; o, diğer ulvî âlemler gibi mâhiyeti tam ihata edilemeyen ilm-i ilâhînin tecellî alanı diyeceğimiz bir yüce ve nuranî mir'âtın unvanıdır. Levh-i Mahfuz'a, içinde teferruatına kadar her şeyin yazılı bulunduğu künhü nâkabil-i idrak bir âlem diyenler olduğu gibi, onu felekler üstü 'Nefs-i Küllî'nin bir unvanı kabul edenler de az değildir. Ne var ki, böyle hassas bir konuda meseleyi Kur'ân ve sahih Sünnet çizgisi dışına taşıyarak bir kısım fikirler serdetmek de uygun olmasa gerek…
Aslında, her mevzuda olduğu gibi bu konuda da, gaybın lisan-ı belîği olan Hazreti Ruh-u Seyyidi'l-Enâm'dan (aleyhi ekmelüttehâyâ) tavzih edici bir beyana ulaşılacağı âna kadar sükût hem bir esas hem de Allah'a karşı saygı ve edebin ifadesidir. İnsan bu hususlarla alâkalı bildiklerini seslendirirken temkinli olmalı ve 'Allahu a'lem' demeyi ihmal etmemeli; bilmediği/bilemeyeceği konularda da ya bir bilene işarette bulunmalı veya 'bilmiyorum' deyip işin içinden sıyrılmalıdır...
Ulema, Levh-i Mahfuz'un yanında, ' - Allah dilediğini mahv u isbat eder ve ana kitap (Ümmü'l-Kitap) O'nun nezdindedir.'5 âyetinin delâletiyle, bir de 'Levh-i Mahv u İsbat'tan bahsederler ki, burada o hususa temas etmek de yararlı olacaktır:
Levh-i Mahfuz
17.07.2005 - 01:02Evet, Allah, gerek tekvînî emirlerde, gerek teşriî disiplinlerde, 'hikmet-i bâliğa'sı gereğince dilediği şeyleri siler, değiştirir, farklı kalıplara ifrağ eder; hem sistemler arasında hem de arz üzerinde bir kısım tebdil ve tağyirlerde bulunur; içtimaî coğrafyada değişiklikler yapar; bazı milletleri yerle bir eder, onların yerlerine başkalarını getirir; istediğini aziz, istediğini zelil kılar; istediğini güldürür, istediğini ağlatır ve o kuvvet-i kâhiresiyle bütün kâinatları, umum yeryüzünü cemalî ve celâlî tecellîleriyle Levh-i Mahv u İsbat'ın mecâlîsi olarak müşahitlerin müşahedesine arz eder. O, tekvînî emirlerdeki bu tür tasarrufu gibi, teşriî ahkâm-ı sübhânîyesinde de, dünkü bazı hükümleri kaldırır (nesh) , onların yerine yenilerini ikame buyurur; suhuf-u Âdem'in yerine Hazreti Nuh'a inen sayfalarla mesajlarını âleme duyurur. Gün gelir murad-ı sübhânîsini Hazreti İbrahim'e gönderdiği vahiyle dillendirir. Eski sayfalardan aldığını alır, onu yeni ilâvelerle değiştirir, bir kitap hâline getirir ve Hazreti Musa'ya sunar. Daha sonra onda da Zebur'la ayrı bir derinlik ortaya koyar ve Hazreti Davud'un sesiyle makasıdını bir kere daha cihana ilân eder. İncil'le, büyük ölçüde Tevrat'ta bulunmayan, tamamen ledünnî bir farklılığı seslendirir ve Hazreti Mesih'in lisanıyla o büyük değişikliğin mümessili Hazreti Ahmed'i müjdeler; müjdeler ve O'nunla o güne kadar cereyan eden tebeddülleri, tagayyürleri sona erdireceği işaretini verir; mevsimi gelince de: 'Ben bugün sizin dininizi kemale erdirdim. Size olan nimetimi tamamladım. Sizin için din olarak da İslâm'dan hoşnut oldum.'6 beyan-ı sübhânîsiyle o güzeller güzeli Zât'ı muştuların en anlamlısıyla sevindirir.
Değişe değişe, yenilene yenilene hâlihazırdaki tamamiyet ve mükemmeliyete erişmiştir teşriî emirler mecmuası olan din ve diyanet; asırlar ve asırlar boyu devam edegelen tebeddül ve tagayyürlerle günümüzdeki şekle ve desene ulaştığı gibi tekvînî esaslar ve ekosistem. Bütün bunlar ne şekilde ve hangi esbabın perdedarlığı çerçevesinde cereyan ederse etsin, her nesnenin ve her hâdisenin çehresinde bir mahv ve isbatın nümâyan olduğu açıktır. Öyle ki, varlık ve hâdiseler haricî vücutla tanıştığı andan itibaren sürekli bir mahv ve isbat devr-i dâimi içinde olmuşlardır: Varoluşları ölümler, bir bir gelmeleri peşi peşine gitmeler, rengârenk tüllenmeleri sararıp solmalar; şâd u hurrem olmaları âh u efgan etmeler ve yazılıp çizilmeleri de silip değiştirmeler takip etmiş; kanunlar ve kurallar izafî gerçeklikleriyle devam edip dursalar da, zamanın arkasındaki hakikat de diyeceğimiz 'mahv u isbat' hiç mi hiç durmamıştır.
Evet, ne yeryüzü, ne de tabiattaki canlı-cansız hiçbir nesne, hiçbir kimse bu umumî gel-gitten, bu mütemâdî ifnâ ve isbattan vâreste kalamamıştır. Dünkü masmavi renkler bugün sapsarı kesilmiş, dünkü türlerin yerine bugün daha farklı nevi'ler gelip oturmuş, dünkü hâkim milletlerin yerini bugün başka milletler almış, dünkü kültürlerin yerinde bugün başkaları boy atıp gelişmiş, dünkü diyanetler bugün farklı bir dinî hayatla yer değiştirmiştir. Ferdî, içtimaî, iktisadî ve kültürel hayattaki değişim ve dönüşümleri, farklılaşıp başkalaşmaları da aynı şekilde mütalâa edebiliriz.
Hatta bizlerin, şahsî hayatımız itibarıyla bazen canlı-kanlı, bazen hareketsiz ve durgun, bazen kararlı ve azimli, bazen mütereddit ve gel-gitlere açık, bazen kirli ve ruh sefaleti içinde, bazen de tevbe ve nedametle Hak kapısında; yerinde imanla dünyalara meydan okuyacak ölçüde dipdiri, yerinde her hâdise karşısında tir tir titreyecek kadar dermansız bulunduğumuz zamanlar hiç de az değildir. Az değildir cihanlara sığmadığımız dakikalar ve damlada boğulduğumuz meş'um anlar, Hak yolunda küheylanlar gibi koştuğumuz günler ve yorgun, bitkin yığılıp kaldığımız haftalar, aylar.. her hâlimiz Levh-i Kaza ve Kader'den farklı şeyleri canlandırmakta, her tavrımız mahv u isbattan çok değişik kareler ihtiva etmektedir.
İşte bütün bu farklılaşmalar, dönüşmeler ve değişmeler, 'İmam-ı Mübîn' de dediğimiz/diyeceğimiz 'Levh-i Mahfuz' hakikatinin istinsahından ibaret sayılan, tebeddül ve tagayyür edalı, hemen her zaman ayrı renk ve desenlerle tüllenen Levh-i Mahv u İsbat'tan başka bir şey değildir.
Diğer bir yaklaşımla, 'Ümmü'l-Kitap' veya 'İmam-ı Mübîn' de diyeceğimiz 'Levh-i Mahfuz' her şeyin ilmî mebdei, temeli, esası, hendesesi; asla değişmeyen ama bütün değişip dönüşmelere birden bakan; evveli-âhiri aynı anda gören, illeti mâlûlle, sebebi müsebbeple beraber kuşatan lâyetebeddel ve lâyetegayyer bir ana kitap, nezd-i ulûhiyetçe bir ta'yîn-i has, bütün taayyünlerin onun satırlarında yer aldığı bir defter-i kebîr ve mânevî bir tibyândır; şeriat-ı fıtriyenin dünü-bugünü, kavâid-i şer'iyenin geçmişi-geleceği, her nesne ve her hâdisenin ilk şekli ve son durumu (min haysü hüve hüve) bu levhada münderiç ve mündemiç bulunmaktadır. İşte 'Levh-i Mahfuz' böyle bir levhadır ve onun keyfiyet ve mâhiyeti konusunda bir şey söylememiz mümkün değildir; söyleyemeyiz de…
Dipnotlar
1. En'âm sûresi, 6/59
2. Yâsîn sûresi, 36/12
3. Kaf sûresi, 50/4
4. Hadîd sûresi, 57/22
5. Ra'd sûresi, 13/39
6. Mâide sûresi, 5/3
Othmar Pferschy
17.07.2005 - 00:56Aksiyon/Sayı: 549/
1935-1940 yılları arasında Türkiye’nin resmî fotoğrafçısı olarak çalışan Avusturyalı Othmar Pferschy, bir yasakla ülkeyi terk ettiğinde küskün müydü? Babasının bir hazine değerindeki arşivini İstanbul Modern’e bağışlayan Astrid Von Shell, ‘Hayır’ diyor, ‘Babam Türkiye’yi hep sevdi.’
Othmar Pferschy, Türkiye’nin uzman fotoğrafçısı... Bundan 70 yıl öncenin İstanbul’unu ve Anadolu’sunu merak edenler onun arşivine dönmek zorunda. Cumhuriyetin ilk yıllarında, değişme ve gelişme adına atılmış bütün adımları; modern fabrikaları, barajları, devasa binaları, meydanları, stadyumları, üniversiteleri ve sağlık kuruluşlarını kusursuza yakın bir teknikle kaydetmiş. Ve elbette Türkiye’nin yeni çehresini; at binen, tenis oynayan, eskrim yapan, piyano çalan, laboratuvarda çalışan kentlileri ve mutlu köylüleri...
On binlerce fotoğraftan geriye kalan 3 bin 500 kare şimdi İstanbul Modern Sanatlar Müzesi’nde. Arşivi bağışlayan ise Othmar’ın Alanya’da yaşayan kızı Astrid Von Shell. Babasından devraldığı mirası müzeye teslim ettikten sonra görevini tamamladığına inanan Astrid, “Fotoğraflar Türkiye’ye aitti. Benim evimde durmasının bir anlamı yoktu.” diyor.
Rica minnet işe alınan bir fotoğrafçı
Türkiye’de tanındığı ismiyle “Büyük Othmar” kimdi? Cumhuriyetin resmî fotoğrafçısı olma ayrıcalığını nasıl elde etmişti? Ömrünün son yıllarında Türkiye’den niçin ayrılmak zorunda kalmıştı?
Othmar, 1898 Avusturya doğumlu. 1926’da Türkiye’ye gelişi bir ilânla oluyor. Pera’nın tanınmış fotoğrafçılarından Jean Weinberg’in ünlü stüdyosu Foto Français’de çalışmaya başlıyor. İkinci ilân ise hayatının akışını tamamen değiştiriyor ve onu Türkiye’nin resmî fotoğrafçısı yapıyor. Ülkenin kültür sanat eserleri, tarihî ve turistik güzellikleriyle ilgili ‘artistik’ fotoğrafları toplamak üzere valilere ve belediye reislerine genelge gönderen Dönemin Matbuat Umum Müdürü Vedat Nedim Tör, Othmar’ı neredeyse rica minnet işe alış öyküsünü “Yıllar Böyle Geçti” adlı kitabında şöyle anlatıyor; “Türkiye’nin dört bucağından zarf zarf fotoğraflar yağmaya başladı. Fakat ne fotoğraflar! Aman Allah’ım! Birbirinden gudûbet, birbirinden sâkil, birbirinden zevksiz şeyler. Uykularım kaçtı. Derken İstanbul’dan büyük bir zarf geldi. Açtık baktık, birbirinden güzel ve artistik fotoğraflar. İmza Othmar Pferschy’ye ait.”
Tör, fotoğraflarına hayran kaldığı Avusturyalı genci buldurmak üzere telefona sarılır ve İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ’a talimat verir: “Beyefendi bu zâtı buldurup birinci mevkî yataklıyla Ankara’ya gönderin.” Othmar birkaç gün sonra çıkagelir; ancak Tör’ün deyimiyle başına konan devlet kuşundan habersiz gibidir. Matbuat Umum Müdürlüğü’nün fotoğraf uzmanı olmayı, Mısır’a gideceği gerekçesiyle kabul etmek istemez; fakat Vedat Nedim Tör’ün kibarca paylamasıyla düşünmek için süre ister. Üstelik Tör kendi maaşının iki katını teklif etmiştir genç fotoğrafçıya. Othmar kısa bir süre sonra döner ve “Umum müdürümü selamlıyorum.” der. Karşılıklı gülüşürler ve gün boyunca “Ya reddederse.” diye içi içine sığmayan Tör derin bir oh çeker.
‘Genç Türkiye’nin yeni gözü’ ya da Tör’ün deyimiyle ‘Kemalist Türkiye’nin uzman fotoğrafçısı Othmar, işine dört elle sarılır ve kendisini belge fotoğrafının Cumhuriyet dönemindeki en önemli ve ilk temsilcilerinden biri yapacak kariyerini inşa etmeye başlar. 1935 ile 1940 yılları arasında Türkiye için çektiği fotoğraflar 1936 yılında ‘Fotoğrafla Türkiye’ albümünde yayımlanır. Othmar’ın görevlendirilmesinde, yeni dönemi dünyaya tanıtma isteği vardır ve Münih’te, Türkçe, İngilizce ve Almanca olarak basılan kitap tam da bu amaca hizmet edecektir. Sadece 20 adet basılan kitabın Othmar için yapılan 21. özel baskısı şimdi kızı Astrid’in elinde. “Çocukken hiç elimden düşürmezdim. Babam bu sevgimi bildiği için kitabı bana hediye etti.” diyor. Albüm daha sonra Cumhuriyet’in 75. yılı dolayısıyla yeniden yayımlandı.
Resmi fotoğrafçı olsa da o bir yabancıdır
Avusturyalı fotoğrafçının çalışmaları sadece bu kitapta değil, pullarda, kartpostallarda, kağıt paralarda, broşürlerde, ders kitaplarında ve takvimlerde de kullanılmış o yıllarda. En meşhur fotoğraflarından biri, Atatürk’ü silindir şapkası elinde Büyük Millet Meclisine giderken gösteren fotoğrafı, diğeri ise ellerinde üzüm salkımı tutan üç köylü kızı. Manavgat Şelalesi fotoğrafı ise kağıt 5 liralarda kullanılmış.
Othmar Pferschy
17.07.2005 - 00:55bölüm 2
Othmar’ın belge fotoğrafında öncü olduğu ve hizmetinde çalıştığı ülkeye değerli bir hazine bırakarak gittiği tartışma götürmez. Ancak mesleğinin ilk yıllarında başına konan devlet kuşunun bir süre sonra onu terk etmesi ve kızının tespitiyle ‘meslektaş kıskançlığı’, Othmar’ın ayrıcalıklı hayatına gölge düşürür. Bir dönem devletin resmî fotoğrafçısı olsa da nihayetinde o bir ‘yabancı’dır ve Türk vatandaşlarına tahsis olunan sanat ve hizmetleri yabancılara yasaklayan ‘küçük sanatlar kanunu’na göre fotoğraf çekmesi yasaktır. Kanunu yürürlüğe sokacak talimatnamenin 24 Mayıs 1934’te hazırlandığı göz önüne alınırsa, Othmar’ın Vedat Nedim Tör tarafından işe alındığı 1935’te de ‘yasaklı’ olduğu anlaşılır. Devlet, hizmetine karşılık, Avusturyalı fotoğrafçıya bir ayrıcalık tanımıştır ve bu özel konumu görevinden ayrılıp kendi stüdyosunda çalıştığı yıllarda da değişmemiştir. Fakat, meslektaşları aynı toleransı göstermezler. O günleri kızı Astrid’den dinleyelim: “Babam uzun yıllar kendi stüdyosunda portre fotoğrafçılığı yaptı, para kazanmak için tanınmış ailelerin düğün fotoğraflarını çekti, yılbaşı için kartpostallar hazırladı. Fakat 1968 yılında, iki meslektaşının onu ihbar etmesiyle kolu kanadı kırıldı. Emniyete gittiğinde, ‘Biz sizi tanıyoruz, hizmetlerinizi biliyoruz; ama kanuna göre para cezası keseceğiz. İkinci bir ihbar gelirse işyerinizi kapatmak zorunda kalırız.’ demişler. Vedat Nedim Tör araya girince Anadolu’ya gitmemek şartıyla İstanbul’da fotoğraf çekmesine izin verildi. Fakat gazetelerde hasta olduğuna dair haberler yayımlanınca bütün müşterisini kaybetti.” O yıllarda 60 yaşını devirmiş bulunan Othmar, 1969’da 45 yıl süren Türkiye macerasına son vererek Münih’e yerleşiyor ve 1984 yılında orada ölüyor.
Othmar, meslekî yasakların ötesinde bir duvara daha çarpar Türkiye’de. 1951 yılında Türk vatandaşlığına geçmek için yaptığı başvuru kabul edilmez. Astrid Von Shell, “Babam, Atatürk’ü derin bir sevgiyle severdi. En güzel fotoğraflarından birini o çekmiştir. Annem, Rum asıllı bir Türk vatandaşıydı, iki erkek kardeşim, Türkiye’de askerlik yaptı. Ben de Türk vatandaşıyım; ama babam çok istemesine rağmen vatandaş olamadı.” diyor. Astrid’e göre, vatandaşlığın önündeki engel, hükümet değişikliği ve babasının CHP’li Kasım Gülek’i referans göstermesiydi. Peki, Othmar, Türkiye’ye kırgın mıydı? “Babam hiç kin tutmadı.” diyor Astrid, “Alman televizyonunda Türkiye’ye olan sevgisini gözleri yaşararak anlatırdı. Sonra da Vedat Bey’in doğum günleri için geldi buraya. Keşke gidişi böyle olmasaydı.”
Othmar’ın gitmeden önce Ankara’ya yaptığı tren yolculuğu da enteresan bir karşılaşmaya sahne olmuş. Kompartımanda tam karşısında oturan orta yaşlı bir adam, “Size kendimi tanıtayım.” demiş ve yılların sırrını orada açıklayıvermiş; “Türkiye’ye geldiğinizden beri sizi takip ediyorum. Ancak artık saklamanın gereği kalmadı.”
Othmar Pferschy
17.07.2005 - 00:54bölüm 3
Kendimi hiç Alman gibi hissetmedim
Othmar’ın ismini Anadolu’da yaşatmaya devam eden Astrid Von Shell, Ankara’da doğup İstanbul’da büyümüş. Rum asıllı annesinden ötürü herkesten daha fazla İstanbullu olduğuna inanıyor. O, okula giderken İstanbul’da 800 bin kişi yaşıyormuş. Nüfus 1 milyona yükseldiğinde insanların şaşkınlıkla ‘Oooo’ deyişini dün gibi hatırlıyor. Bir de astragan kürklü kadınların Balık Pazarı’ndaki alışverişlerini ve küfeci çocukları. İstanbul onun için büyük bir köy şimdi. Evlenip Almanya’ya gittikten sonra yine kürkçü dükkanına dönen Astrid için Türkiye vazgeçilmez. “Sen Almansın.” diyenlere, “Hayır, Anadoluluyum.” diyor. 1989 yılından bu yana Alanya’da yaşıyor. Ve geçimini turistler için hazırladığı Alanya kartpostallarından sağlıyor. İngilizce basılan Alanya kitabı da bu aralar iyi satıyor. Ancak onu mutlu eden şey, kartpostallarının üzerine babasının imzasını atıyor olması. Astrid, “Babamın Anadolu’ya çıkması yasaklandığında, onun adını Anadolu’da yaşatacağıma söz verdim. Şimdi her kartla bir mesaj gönderiyorum. Babam Anadolu’da yaşıyor.” diyor.
Turistler kartpostalların üzerindeki Othmar’ imzasını tanımıyorlar tabii; çünkü o Avrupa’da değil, Türkiye’de tanınan bir fotoğrafçı. Astrid, Avusturya’dan yayın yapan bir radyoda babasının, ülkesi dışında ün salmış insanlar arasında anlatıldığına şahit olmuş. 68 yaşındaki Astrid Von Shell artık huzurlu... Babasının ölmeden bir ay önce kendisine bıraktığı arşivi müzeye teslim ederek ödevini tamamladığına inanıyor.
Othmar arşivinin İstanbul Modern’e gelmesinde fotoğraf küratörü Engin Özendes’in rolü büyük. “İstemek o kadar kolay olmadı.” diyor Özendes. “Müze kurulduğunda bağışlanan fotoğraf arşivlerinin arasında hep Othmar arşivini de görmek istedim. Teklifi ben götürdüm ve fotoğrafları iyi koruyacağıma dair Astrid’e söz verdim.” Özendes, sadece fotoğrafları değil, Othmar’ın makinelerini, rötuş takımlarını, merceklerini, gazetelerden kestiği kupürleri ve yazışmalarını da getirmiş müzeye. Geride, bir fotoğraf makinesi ve kravatı kalmış. Önümüzdeki yıl sonu bir Othmar sergisi açmaya hazırlanan Özendes, “Bu değerli arşivin bizde olmasına hâlâ inanamıyorum.” diyor.
HALUK ÇOBANOĞLU:
VEDAT NEDİM TÖR’ÜN OTHMAR’I SEÇMESİ GAYET DOĞAL
Othmar’da Alman kalitesini görürüz. İyi bir zanaatkâr, sağlam bir gözü var. Fotoğrafları belge olarak çok önemli; bu yüzden fotoğraf estetiği açısından bakıp yıpratmaya hiç gerek yok. O dönem iyi ki de fotoğraf çekmiş ve iyi ki de çektirmişler. Bu arada gözden kaçırılmaması gereken bir şey var. O dönemde Almanlar ile Rusların görsel bakışları çok örtüşür. Rusya’da Doğu Emekçileri Üniversitesi denen KUTV’da eğitim gören Vedat Nedim Tör’ün bir Alman olan Othmar’daki tekniği keşfetmesi sürpriz değildir. Bugün de devlet, ülkenin sorunlarını ve yeniden yapılanmayı belgelemesi için fotoğrafçı görevlendirmeli. Amerika’da 1930 yılında yaşanan büyük tarım bunalımında devlet yaklaşık elli fotoğrafçıyı ülkenin dört bir yanına dağıtarak fotoğraf çektirmiştir. Biz de depremin hemen sonrasını ve yapılanma aşamasını fotoğraflamalıydık.
ARİF AŞÇI:
BRESSON’DAKİ ŞİİRSELLİK OTHMAR’DA ARANMAZ
Othmar’ın bakışı tamamen teknik bir bakıştır. Bu da onu objektif yapar. Oryantalist bir bakış açısı yoktur. Othmar, Anadolu’yu değil de Viyana’yı çekseydi yine aynı şey çıkardı ortaya. İşte bu yüzden, Beyoğlu’nu fotoğraflayan Selahattin Giz ya da Othmar’ın bıraktığı yerden devam eden Ara Güler’in fotoğrafındaki şiirsellik onda yoktur. Fotoğrafa Henri, Cartier Bresson gibi özel bir ruh katamadığı ortada; ama belge fotoğrafı açısından önemi tartışılmaz. Ayrıca Türk asıllı olmaması hiç mühim değil, önemli olan Türkiyeli olması.
BiR YUDUM SEVGi
16.07.2005 - 11:11kalmadı, başka sevgi pinarina
sümbül
16.07.2005 - 04:06zümbül derler bizim orda
mini etek
15.07.2005 - 22:03giyene bağlı.
eger giyen hatunun bacakları kisa ise bu mini(k) etek olmayacaktir. eger hatun uzun bacakli ise olacaktir.
yani goreceli bi kavramdir :)
kayda şahan
15.07.2005 - 21:59dikkate alınmasında bir mahsur yoktur
Ömer Muhtar
15.07.2005 - 21:31bölüm 2
Uzun hürriyet savaşının kaçınılmaz neticesi hakkında benimle konuşurken, Seydi Ömer'in sesinde vakar vardı, umutsuzluk ve keder değil. Kendisini mutlak bir ölümün beklediğini biliyordu. Ölümü aramıyor, ama ondan da kaçmıyordu. Ve eminim, kendisini nasıl bir ölümün beklediğini bilseydi bile, yine ondan kaçmaya çalışmayacaktı. İnsanın, nereye giderse gitsin, kendi kaderini de beraber götürdüğünün farkındaydı...
Seydi Ömer'in adamlarından biri, beze sarılı bir tomar hurma koydu önümüze ve bizi bu basit sofraya dâvet etti. Biz hurma yerken yaşlı cengâver doğrulup: 'Artık gitme vakti geldi kardeşler. Günün doğuşunu burada karşılamayacak kadar yakınız Bu-Sfayya'daki İtalyan karakoluna.'
Seydi Ömer'in arkasından atlarımızı sürdük. Öteki adamlar yaya olarak geliyorlardı. Boğazdan çıkınca, Seydi Ömer'in maiyetinin sandığımdan da kalabalık olduğunu gördüm: Kayaların ya da ağaçların ardından süzülüp çıkan karanlık gölgeler birbiri ardından bize katıldılar. Dışardan bakan biri çevremizde otuz-kırk adamın bulunduğunu tahmin edemezdi, çünkü mücahidler ağaçtan ağaca, kayadan kayaya temkinli, sessiz adımlarla ilerliyordu.
Şafaktan önce vardık Ömer Muhtar'ın ana kampına. Kampta iki yüzü aşkın mücahid vardı. Kuytu, daracık bir boğazda kurulmuştu kamp; kayaların dibinde küçük ateşler yakılmıştı. Bazıları uzanmış yatıyorlardı; bazıları da şafağın ilk ışıkları altında kımıldanan belli belirsiz karartılar halinde dolaşıyor, abdest alıyor, su taşıyor, yemek hazırlıyor ya da ötede beride ağaçlara bağlı atların bakımıyla uğraşıyor, kamp hayatının günlük işlerini yoluna koyuyorlardı. Hemen hepsinin üzerinde eski giysiler vardı; ne o zaman, ne de daha sonra, mücahidler arasında yamasız, kadidi çıkmamış bir card ya da bornoz giyen birini görmedim. İçlerinden çoğu şurasında burasında sargı taşıyordu; bu onların yakınlarda düşmanla karşılaştıklarını gösteriyordu...
Seydi Ömer'le iki gece bir gündüz boyunca mücahidlerle hangi yollardan işe yarar ve düzenli bir yardımın ulaştırılabileceğini görüştük (Bu arada kampın yeri değişmişti) . Hâlen Mısır'dan yetersiz bir yardım geliyordu... Seydi Ömerle, erzak nakil yolu için en uygun alternatifin benim geldiğim yol olduğu ve Mısır vahaları Bahriyya, Farafya ve Siva'da gizli depoların oluşturulması gerektiği konusunda görüş birliğine vardık. Fakat o bu plânın bile İtalyanların gözünden uzun süre saklanabileceğinden emin değildi.
(Seydi Ömer haklıydı. Birkaç ay sonra bu yolla gönderilen bir yardım kervanı Cağbub'la Calu arasında İtalyan saldırısına uğradı. Bunun üzerine İtalyanlar Bir-Tarfavi'de, iki vahanın ortasında müstahkem bir karakol kurup bölgeye devriye birlikleri gönderdiler. Böylece, bu yoldan ikmâl sağlamak, artık son derece tehlikeli bir hâl aldı.)
Yapacak birşey kalmamıştı. Batı'ya doğru katettiğimiz uzun ve yorucu yolu izleyerek geri dönmeyi pek gözüme kestiremediğim için, Seydi Ömer'e izlenebilecek daha kısa bir yolun olup olmadığını sordum. Vardı, ama tehlikeliydi... Zeyd ile ben, bir daha hiç görüşmemek üzere Ömer Muhtar'la vedalaştık. Ömer Muhtar, sekiz aya varmadı, son kurşununa kadar savaşarak İtalyanlar'a esir düştü ve asılarak şehid edildi.
Hâdiseyi Seyyid Muhammed ez-Zuvay ve diğer bazı kaynaklar şöyle anlatıyor: 'Onun asılmasını emreden General Graziani'ydi. Seydi Ömer ve yanındaki bazı mücahîdler, Resulullah'ın (sas) sahabelerinden Seydi Rafi Hazretleri’nin kabrini ziyaret etmeye karar verdikleri zaman İtalyanların tuttuğu bölgenin içerisindeydiler. İtalyanlar her nasılsa onların varlığından haberdâr oldu, ve 11 Eylül 1931 günü vâdiyi her taraftan çok sayıda kuvvetle kuşattı. Sayıları elli kadar olan mücahidler sonuna kadar çarpıştılar, öyle ki, sonunda sadece Ömer Muhtar ve birkaç mücahid sağ kaldı. Son anda Ömer Muhtar'ın atı vurulup yıkıldı; ama Ömer Muhtar kendini toparlayıp ateşe devam etti, tâ ki elinden yaralanıncaya kadar. Fakat bu da onu yıldırmadı, tüfeği öteki eline alıp cephanesi bitinceye kadar ateşi sürdürdü. Artık yapacak birşeyi kalmayınca İtalyanlar üzerine çullanıp esir aldılar. Önce Ömer Muhtar olduğunu anlayamadılar. Ancak kimliğini açıklayınca, elini kolunu bağlayarak önce Sûse'ye, ertesi gün bir destroyerle Bingazi'ye 60 km mesafedeki es-Sulûk'a götürüp hapsettiler. Haber Trablus ve Roma'ya hemen bildirildi ve her yere duyuruldu. Derhal göstermelik bir mahkeme düzenlenerek idam edilmesine dair emir verildi. Dört gün sonra sûreta yargılanacağı mahkemeden önce İtalya'nın Libya Genel Kumandanı Graziani'nin önüne çıkardılar. Aralarında şu muhavere geçti:
- Neden böyle şiddetle İtalyan hükümeti ve ordusuna karşı durmadan savaştın?
- Dinim ve vatanım için.
- Peki varmak istediğin hedef ne idi?
- Sadece sizi topraklarımdan kovmaktı hedefim. Zîrâ siz gasbedici bir kuvvetsiniz. Savaşa gelince, böyle durumlarda yani ülkemiz işgal edilince bu bizim için farzdır. Zafer ise Allah'ın elinde olan bir şey...
- Sen Senusilik için mi savaşıyorsun?
- Sen böyle düşünebilirsin. Ancak ben size karşı sadece dinim ve vatanım için savaşıyorum. Yoksa, mesele zannettiğin gibi basit değil.
- Sen kaç gün içinde mücahidlere seslenip de savaştan vazgeçerek silâhlarını teslim edip bize boyun eğmelerini sağlayabilirsin?
- Bu hususta birşey yapmama imkân yoktur. Biz daha evvel, kanımızın son damlasına kadar savaşacağımıza ve son ferdimize kadar silâhı elden bırakmayacağımıza yemin ettik. Siz de çok iyi biliyorsunuz ki, ben size esir düşerken silâhımı bırakarak teslim olmuş değilim. Beni siz zorla yakalayıp esir ettiniz.
Ömer Muhtar
15.07.2005 - 21:30bölüm 3
Graziani ona son olarak şöyle sordu: 'Ne dersin, İtalyan Hükümeti, büyük alicenaplığını takınarak senin hayatını bağışlarsa, hayatının geri kalan yıllarını huzur ve barış içinde geçireceğine söz verebilir misin? ' Ömer Muhtar bu soruya şöyle cevap verdi: 'Vallahi, sizler memleketimden çekip gidinceye kadar seninle ve senin güruhunla savaşmaktan bir an bile vazgeçmeyeceğim. Bu uğurda ölümse akıbet, hoş geldi safa geldi... Ve insanın kalbindekini bilen Cenab-ı Hakk'a yemin ederim ki, şu anda ellerim bağlı olmasaydı, bu yaşlı ve bitkin halimle bile, çıplak ellerimle seninle boğuşmakta bir an bile tereddüt etmezdim.' Bunun üzerine Graziani bir kahkaha attı ve Seydi Ömer'in 15 Eylül 1931'de Sulûk çarşısında asılmasını emretti. Dediği gibi de yaptılar. Binlerce kadın erkek Müslümanı hapsedildikleri kamplardan getirterek, liderlerinin asılmasını seyretmek zorunda bıraktılar...' Kurşuna dizmek, düşman da olsa o kişinin asaletini teslim etmek mânâsına geldiğinden, buna yanaşmayan Graziani âdi suçlulara uygulanan darağacında idamı reva görmüştü ona. Fakat esas hükmü tarih verecekti.
Ömer Muhtar ve arkadaşları, işgale uğramış vatanlarını, namuslarını ve nesillerini kurtarma mücadelesi verdiler. Saygısız ve saldırgan bir güruha karşı, imtihan dünyasında imanlarının gereğini yerine getirip, ellerinde kalan tek emanet durumundaki canlarıyla mücahede ettiler. Sebeplerin tükendiği anda da bir yandan Yaratıcı'ya iltica ettiler, bir yandan da mücadeleye devam. Ve sonunda severek O'na yürüdüler. Hayatın hakkını vermek bu olsa gerekti.
O tip işgallere bugün seyrek rastlanıyor. Bizler ise, işgal ve işgalciden ne anlıyorsak, bugün bunların daha sinsi, dolayısıyla daha tehlikeli olanlarıyla karşı karşıyayız. Bu yeni tip işgallerin özelliği bizlerde metafizik gerilim oluşmasına fırsat vermeyecek kadar hileli ve sinsi olması; içimizden, aramızdan, bizden gözükmesi; herşeyi mâsumane yapıyor intibaı vermesi; vatan, iman ve namus gibi değerleri alay konusu yapması; ciddiyetten rahatsızlık duyması, bize rehaveti telkin etmesi... Fakat, 'millet' olma, yani 'hür' ve 'kendi' kalabilmenin hayat kadar, hatta ondan da önemli olduğunu unutmamak için bu gibi mücadeleleri hatırlamak gerekiyor. Bugün bizim için Ömer Muhtar'ın mücadelesi, sonunun nasıl bittiği kadar, hangi şartlarda, hangi inanç ve iradeyle yürütüldüğü açısından da dikkatle üzerinde durmayı gerektiriyor. Bugün, geçmiştekine göre rahat şartlar ve geniş imkânlar altında yaşayan bizlerin metafizik gerilimimizi korumamız, ruhumuzun hayatîyeti açısından şart. 70 yaşının üstünde, yorgun, yaralı, gıdasız kalmış bedeniyle hayatını ortaya koyan Ömer Muhtar'ı ayakta tutan da imanlı ruhuydu.
Yazımızı, bir ilim, tefekkür ve dava insanının şu tesbitleriyle noktalayalım: 'İnsanlar arasında çok cüz'i şeylerle satın alınabilecek kadar ucuz olanları bulunduğu gibi, dünyalar dolusu altın ve elmaslarla satın alınamayacak kadar pahalı olanları da vardır. Milletleri yükselten de, işte bu ikinci kısımda olanlardır. Pahalı insanlar, yağmur yüklü bulutlar gibi, hep yüksek ideal ve faziletlerle yüklüdürler. Bilinsinler, bilinmesinler, onların geçtikleri yerler arkalarından yeşerir gider... Ömer Muhtar, İtalyanlara, 'Ben ölüyorum; ebedî var olacağım. Fakat siz, ölümle biteceksiniz.' diyor. Müslüman, hayatını çok pahalıya satar; fâni hayatı verir, bâki hayatı alır.'
Ömer Muhtar
15.07.2005 - 21:29bölüm 4
Çöl ve Zâviyeler
Bu mücahede zemininde, olabilecek birçok menfî şart biraraya gelmiştir. Coğrafya ve iklimin zorluğu, su ve gıda azlığı, sıkça yer değiştirme mecburiyeti, silâh yetersizliği, buna karşılık düşmanın silâh üstünlüğü, kitle imha silâhlarına sahip oluşu ve zâlimane tavrı (savaş hukukunu hiçe sayışı) vd. Bütün bunlar gözönüne alındığında, Ömer Muhtar ve arkadaşlarının ortaya koyduğu mücadelenin büyüklüğü daha iyi anlaşılabilir. Coğrafya ve iklim şartlarındaki zorluklarla, ayrıca bölge insanının iman ve eğitim altyapısıyla ilgili olarak, 1890'lardan 1908'e kadar o bölgede kalan ve Senusîleri yakından tanıyan Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi önemli tespitlerde bulunur; sahildeki Trablus'tan çölün içlerine, Fîzan'a gidecek bir yolcunun 30-40 gün, bir devecinin güdümündeki deveyle seyahat etmek zorunda olduğunu, yolculuğun ilk haftasından sonra, 'serir' tâbir edilen dehşetli çöllerin başladığını, 60-70 dereceyi bulan hararetin seyyahı ve deveciyi canından bezdirdiğini belirtir: 'Her tarafta kasvet saçan, kirli sarı bir renk; hayattan hiçbir eser yok... Seyyahın kalbini tahammülsüz bir tazyik hırpalamaya başlar. Mânâsız bir yeis idrakini kaplar. Ateşler içindeki boğazını, gar-gar testisindeki ılık suyla söndürmeye çalışır. Hayvanların en gayretlisi olan, kanının son damlasına kadar insanların hizmetinden feragat etmeyen devenin adımları seyrekleşir... Deveci bir lokma ekmek için dûçar olduğu mihnet ve meşakkati bir inleyiş içinde Rabb-i Rahîm'e arzeder... Mübarek hayvan bu azabgâhta yalnız olmadığını, sahibinin de aynı meşakkatlere mâruz kaldığını pek güzel anlar. Mânâ maddeye, ruh cesede galebe eder. Üç-beş adım daha atmaya takati kalmayan hayvanda yeni bir faaliyet, şâyân-ı hayret bir gayret görülür... Ümit ye'se, hayat memata galebe eder. Adımlar sıklaşır; hayvancağız bu mihnet denizinden, bir selâmet ve rahat limanına varabilmek için çalışmaktan başka çare kalmadığını takdir eder. Deveci okur: Develeri dövmeyiniz! / Onlar kendileri giderler. / İşte zâten yaklaştık. / Yiyecek, içecek bulacağız.
Deveci, ekseriyetle kendiliğinden doğan şiirin her kıtasından sonra 'hayyâ, hâ! ' gibi teşvikat sarfeder. Saatlerce daha gidilir, deveci de teselliye muhtaç bir hâle girer. Bu defa kendi mâneviyâtını takviye için kaside okur. Bitirdiğinde elini başına götürüp 'Ya Seyyidî Abdûsselâm! ' diye istimdat eder ve Nebiyy-i Zîşân'a selâm gönderir. Bu kaside, Arusîye pirlerinden Abdûsselâm el-Esmerî Feyturî Hazretleri’nindir. Mânâsı kısaca şudur: 'Müride nasihat ederim, sözümü anlamalıdır. Büyük azim sahibi olmalıdır; tâ ki kazanıp merâmına nâil olsun. Nâsın hayrete düştüğü gün (mahşerde) beni bayrağımı dikmiş bulurlar. Kuru kemikleri ihya eden Rabbim sözümün doğruluğuna şâhittir ki, yevm-i kıyamette bile mürîdimi bırakmam. Sana kötülük gelemez. 'Ya Abdûsselâm! ' diye beni çağır. Havz-ı Resûlullah'a vâsıl olduğumuzda fukaraya su veririm.' Bu ve emsali kasideler, mihnetkeşlerin elem yüklerini hafifletir, kalblerinde ümit ve tesellînin yeşermesine vesile olur.
Siyasi musîbetler ve tabiî zorluklardan pek bedbaht olan ekser-i ahali, şiddet ve belâların amansız hücumuyla zebun kaldıkça, anne kucağına iltica eden bir masum gibi, zaviyeye gider, müteselli ve metin olarak döner.'
Filibeli Ahmed Hilmi, Kuzey Afrika'da yaygın olarak Senûsîye, Arûsîye, İsevîye, Şâzelîye, Kadîriye, Tayyibîye, Ticanîye ve Rufaîye'nin görüldüğünü, tedrîsat hususunda hepsinin usulünün bir olduğunu belirtir: '5-6 yaşına vâsıl olan bir çocuk, bir tahta parçası, biraz beyaz toprak (tebeşir) , bir hokka, bir beyaz kamış kalem alıp, 'Mahzara' nâmı verilen mektebe gider. Bu mektepler zâviyelere bitişik büyücek birer odadan ibarettir. Bazı zâviyelerde ayrıca odalar bulunmaz, talebe bizim 'semaathâne' ismini verdiğimiz zikir yerinde ders okur. Çocuk muallimin yanına gider. Muallim, üzerine tebeşir sürülerek beyazlatılmış olan tahtaya Besmele'yi ve Fâtiha'nın ilk âyetini yazar ve bunu çocuğa tekrar tekrar okur... Akşam üzeri çocuklar, birer birer gelip hocanın önünde, ezberledikleri âyetleri okurlar. Âyet hıfzedildikten sonra, tahta silinir, kurutulur. Üzerine tebeşir sürülür. Hoca ondan sonraki âyeti yazar. Çocuk bu usulle Kur'ân'ı hıfzeder. Kur'ân'ın üçte birini hıfzeden çocuklar ezberleyecekleri sûreleri bizzat yazmaya muktedir olurlar... Bu usulün zarûri ve tabiî neticesi olarak, mektebi bitiren bir talebe ekseriyetle hâfız-ı Kur'ân olur. En anlayışsızı bile Kur'ân'ın yarısını ezberden okuyabilir. Usul-i tedrîs bu derece müşkül iken, oralarda okuyup yazmak bilmeyenler yüzde onu geçmez. Burası şâyân-ı hayrettir. Bu derece gayretli, bu kadar zeki bir halkın nelere muktedir olabileceğini takdir edebilen bir İslâm mütefekkiri bu halkın mahrumiyet ve rehbersizlik yüzünden dûçar olduğu sefaletleri tahattur ederek kalbinin kanadığını hisseder.
Senûsîler ehemmiyet-i mahsusalarını, yüklendikleri gayelerin büyüklüğünü takdir eder, okur, fikirlerinin merkezîliğine ehemmiyet verir, ve şahsın cemiyete fedâsını lâzım görürler... Şimal-i Afrika'nın mukadderatı, Senûsîlerle pek ziyade alâkadardır.'
Kaynaklar
- Muhammed Esed, Mekke'ye Giden Yol, İnsan Yayınları, 1998.
- Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi, Senûsîler ve Sultan Abdülhamid, Ses Yayınları, 1992.
- Ahmet Ağırakça, Ömer Muhtar, Beyan Yayınları, 1994.
Hazin son
15.07.2005 - 21:28Bir adam bir kadını sever
kadin adami reddeder
adam etrafi tarafindan sevilen biridir
bir gun basina talihsiz bir kaza gelir
hem kadin uzulur hem de onu sevenler
bu adam icin hazin bir sondur
ama o bunu bilmemektedir
cunku o anda büyük buluşmadadir
ve
o hazin sonu tarif edenler, bu olaya isim verenler
hâlâ hayatta olanlardır:
'Allah'ım onun için ne hazin bir son! ' derler
Tarihi gün
15.07.2005 - 21:25Her Türk Yunan buluşmasında tarihi gün oluyor. Bakalım nu mevzudaki nihai tarihi günü ne zaman göreceğiz?
Zeka Soruları Hikayeleri
15.07.2005 - 21:24I.bölüm
Her şey bir yerde bir zaman başladı. Kim nerde ve ne zaman başladığını bilmiyor. Ama eğer 2000 yıllarda bir gun seçerseniz ve seçtiğiniz günün o günle tam olarak uyuşması (26 nisan perşembe gibi) ihtimali X, ya da bir kisminin uyuşma ihtimali Y (26 perşembe) gibi ve X/Y oranı da 359/23 verilirse; bulabilirsiniz hikayelerin ne zaman başladığını. Tabii burdan da nerden başladını bulabilmek için yerle alakali da bir ihtimal verilmeli. Neyse biz hikayemize dönelim.
Hikayede yer alan şahıslar:
Zeki çocuk Şabbaz
Şabbaz'ın kızkardeşi Makbule
Çocuğun emekli berber dedesi: Hüsamettin Amca
Bakkal Hayri
Çocuğun yatalak annesi Malule
Hikayenin gectigi yer Adıgüzeller Mahallesi
O sabah erkenden kalktı Şabbaz. Okulun ilk günüydü ve bir an önce okula gitmek istiyordu. Aşağıya indi, annesine baktı, annesi hâlâ uyuyordu. Zavallı kadın o meşum kazadan beri yatağa mahlum kalmıştı. Tüm işlerini küçük kızı Makbule görüyordu. Zavallı yavrucak için çok zor oluyordu; ama o hiç ses çıkartmıyordu. Küçük yaşına rağmen ne olup bittiğini anlar gibiydi.
Şabbaz elini yüzünü yıkadıktan sonra karnındaki gurultuyu kesmek için teldolaptan(bozulmayacak yiyeceklerin konduğu saklama yeri) bir şeyler alıp atıştırdıktan sonra yola koyuldu.
Hava güzeldi, eylül ayının tüm sadeliği yazın kavuran sıcaklarını unutturmak, zihinlerden silmek için elinden geleni yapıyordu. Şabbaz okula giderken kendisi gibi üzerinde siyah önlükleri olan çocukları gördü. Ama bu çocuklar onun gibi tek başlarına gitmiyorlardı okula. Kimisinin yanında babası, kimisinin yanında annesi, kimisinin de hem annesi hem babası vardı. Onlar şanslı olamalıydılar. Şabbaz'ın zihnine bir soru takildi. 'Acaba küçük bir mahallede, okulun ilk gününde okula yeni başlayanlar arasında hem annesi hem de babası tarafında okula götürülmem ihtimali ne? ' Bilmiyordu bu sorunun cevabını. Hem ne gerek vardı?
Okula yaklaştıkça siyahlıların sayısı artıyor, çocukların yüzleirndeki ifade korkuya meylediyordu. Ne de olsa burası hepsine yabancı bir yerdi. Senelerce evlerinde kalmışlar, okul denen yerin yakınından bile geçmemişler. Sadece bazenönlükler içinde ablalarını ve abilerini görmüşler, 'Neden böyle giyiniyolar? ' diye merak etmişlerdi. Daha şanslıları; ki bunlar abileri ya da ablaları olanlardı. Onların kardeşleri bu siyah önlük içinde haftanın beş günü okul denen yere neden gittiklerini merak etmiyorlardı. Cevabı basitti: Adam olmak için.
Şabbaz kalabalığını arasına daldı, kendine bir yer buldu. Bazı çocukların ağlama seslerini duyuyordu. 'Ne korkaklar! Ne var ki bunda! Amma çok insan var burda da. Acaba kaç kişi var? Ya da kaç tane kız var ya da kaç tane oğlan? İŞte biri çıktı...' O bunları düşünürken müdür muavini çıkmış aileleri ve yeni gelenleri selamla karşılıyordu.
'Ne çirkin bir adam bu böyle! Göbeği de kocaman.' Muavin yeni gelenlere seslendikten ve onları biraz olsun yatıştırdıktan sonra sırayla isimlerin okunacağını ve ismi okunanların belirtilen sınıflara gideceklerini söyledi.
İsimler okunmaya başlayıp da bazı çocuklar sınıfların yolunu tutunca ağlamaya başladılar. Anneleri babaları yanındaydı ama onlar ağlıyorlardı. Şabbaz hala bulundugu yerde kaç insan oldugunu düşünüyordu. 'Acaba nasil sayabilirim? '
Şabbaz okula gitmemişti ama saymaya biliyordu. Dedesi torununun bakkal Hayri nin yanına çırak verince, bakkal çocuğa saymayı öğretmişti.
'5 kilo, 30 lira, iki tane, buçuk, çeyrek...' Şabbaz hemencecik kavrayivermişti bunları. Bakkal Hayri Şabbazı öz evladı gibi seviyor, ona elinden geldiğince sahip çıkmaya çalışıyordu. Zaten onu okula yazdıran da oydu. Aslında onun bu kadar üstüne titremesinin sebebi vardı; ama o da başka bir hikayede.
Şabbaz kaç kişi olduğunu düşünürken onun adı söylendi; ama o kadar dalmıştı ki nasıl hesaplarıma bunu duymadı. Birkaç kez daha okundu ama o hiçbirini duymadı ve başka isme geçtiler.
Şabbaz 'buldum'dediğinde onu duyan pek insan yoktu. Çünkü çcukların ağlama sesleri, muavinin haporlerden çıkan çatlak sesi, anne babaların çocuklarını avutmak için söyledikleri; o kadar çok ses vardı ki! Bu yuzden Şabbaz ı da duyan olmadı.
'buldum, buldum be' diye hopluyordu Şabbaz!
Acaba gerçekten o kadar insanı saymak için bir yol bulabilmiş miydi?
...
! . Bölümün Sonu (Tüm haklara bana aittir biline :))
kalburüstü
14.07.2005 - 22:41kalburüstü...bir şeyler elersiniz içindekilerden arındırmak için elekle. ve eleğin(kalbur) üzerinde kalan iri tanelerdir.
o halde bunlar kodamanlar, kocaman koltuklarda oturup, beslenmelerini gayet hoş bir şekilde yapan semiz aile sınıfıdır
müsaade etmek
14.07.2005 - 22:38müsaade buyurdunuz efendim
Toplam 1546 mesaj bulundu