ilkokulda güzelyazı dersleri olurdu; bu dersler için de hazırlanmış defterler: güzelyazı defterleri.
işte kaligrafi dedikleri güzel yazı yazma sanatıdır.
cümle içinde kullanmak gerekirse bir zamanlarki türkçe derslerini yad etmek maksadıyla
Kaligrafi metoduna aşina olan babam, annemin yüzünü bu yeteneğiyle dekore etmişti :)
seviyeli beraberlikler; bana çağrıştıdığı abesle iştigal etmek..seviyeli ne demek, beraberlik ne demek; seviyeli beraberlik ne demek?
bir isim uydurulmuş, insanlar da buna inanmış..seviyeli beraberlik yoktur; saygıyı içeren birliktelik vardır; sevgiyi içeren birliktelik vardır; güveni içeren; hangisi seviyeli olmanin önşartıdır? Buna cevap veremezsiniz; çünkü seviyeli diyen bir referans noktası belirlememiştir. O yüzden manası yoktur bu terimin
tertemiz bir su ya da size görünen bu; bir avuç toprak, avucun içindeki toprağın suya boşaltılması ve bir belirsizlik: bulanık
Bulanık suda balık avlanmaz
Bulanık suda yüzülmez
Bulanık suda açılınılmaz
İnsanların bazıları da bulanıktır; onlara sır verilmez, dost edinilmez; çünkü bulanık olan insanın içinden ne çıkacağı belli değildir
evet yeni albümü dinledim...sert gerçekten şebnem ferah in da soyledigi gibi..sozler gene çok iyi..üzerine yazı yazalabilecek cinsten..ama bana sözler şarkıları çok zorluyor gibi geldi; hani bir anda akıveren sözler değil bunlar..eminm ki şebnem f. da zorlandı; çünkü öyle görünüyor; açıkcası dinlerken ben de zorlandım :))
daha tam olarak tadini alamadim; ama yakında bir şeyler olmaya başlar :)
Nostradamus, 1556'da kehanetlerini merak eden Kraliçe Catherine de Medici'nin de tesiriyle, Kral 2. Henry tarafından saraya çağrıldı. Kralın özel doktoru ve aynı zamanda sarayın astrologu oldu. Dörtlü mısralar hâlindeki yaklaşık bin kehaneti ihtiva eden on ciltlik 'Centuries' adlı eseri, “Michel de Nostradamus'un Kehanetleri” adıyla yayımladı. 1566 yılının Haziran ayında Franciscan Manastırı’nda öldü. Hayatı sırlarla doludur. İlgili belgelerin azlığı bir yana, kâhinin elinden çıkmış metinler de tarihçiyi, çözümlenmesi neredeyse imkânsız, hatta hiçbir kâideye uymayan, her yöne çekilebilecek abuk-sabuk bir dilin karanlıklarına iter. Tarihçinin karşılaştığı diğer bir problem ise, kâhinin eserine ilişkin olarak ortaya atılan her çeşit taklit, uydurma ve hilekârlığın çokluğudur. Orijinal metinlerin hemen hepsi yok olmuş ve popüler baskılar, her defasında daha fazla hayâl mahsulü, bölük pörçük dörtlükler hâline getirilmiştir. Bu farklı baskılardan orijinal olan hangisidir? İnsanların geleceği bilme merakından dolayı, Yüzyıllar (Centuries) 1989'a kadar 170 baskı yapmıştır.
Nostradamus'un, hemen herkesin söyleyebileceği, her mânâya çekilmeye müsait, fakat işaret ettiği hâdiseyi tam olarak karşılayamayacağı için de daima bir yanı sırlı kalıyormuş intibaı veren dörtlüklerinden birisi, Nostradamyenler (Nostradamus'u şişirip efsaneleştirenler) tarafından sık atıf yapılarak meşhur bir kehanet hâline getirilmiştir. Fakat, Nostradamus'un Maskesi (The Mask of Nostradamus) kitabının yazarı Amerikalı James Randi bu dörtlüğün diğerleri gibi, olan-biten hâdiselerle örtüşmediğini gözler önüne sermiştir. James Randi, Nostradamus'un doğduğu ve 16 yaşına kadar yaşadığı köyü (Saint-Rémy-de-Provence) ve çevresini adım adım dolaşmış, onun tesiri altında kaldığı ortam ve devir ile dörtlüklerine yansıyan düşünceleri (hatta anlamsız ifadeleri) karşılaştırmıştır. Bu arada dörtlüklerde geçen birçok coğrafî şekil, yer ismi ve tabiat gözlemlerinin Nostradamus'un köyünün çevresinde bulunduğunu tespit etmiştir. Şâir ruhlu genç Nostradamus'un gezip dolaştığı, hayallere daldığı mekânlardır buralar. Ve James Randi, Nostradamus'un, 16. yüzyıl Fransa’sında, bir yandan şiir, kehanet ve hurafe meraklısı saray çevrelerinin zaaflarını keşfeden uyanık şâir, diğer yandan da kâhin üretme ihtiyacındaki çevrelerin ve genel olarak bütün bir toplumun elbirliğiyle şekillendirdiği zorakî bir kâhin olduğu neticesine varmıştır. Bu duruma, yukarıda sözünü ettiğimiz dörtlük ve bunun etrafında oluşturulan gerçek dışı yakıştırmalar tipik bir örnek olarak verilebilir. Nostradamyenlere göre Kral 2. Henry'nin ölümünü haber veren Nostradamus'un Birinci Centuries’inin otuz beşinci dörtlüğü şu şekildedir:
'İhtiyar, genç aslana binecek
Savaş alanında tekil düelloda
Altın kafeste gözlerini oyacak
Gözün biri yitecek, sonra ölüm, zalim ölüm.'
Şimdi de vuku bulan hâdiselere bakalım: 1559 yılı yazında, Paris aynı anda iki büyük evlilik törenine şahit oluyordu. Bunlardan biri, Kral 2. Henry'nin kızı Elizabeth ile İspanya Kralı 2. Philippe'in, diğeri ise, Henry'nin kız kardeşi Marguerite ile Savoie Dükü'nün düğünleriydi. Kutlama şenliklerinin kapanışı için saray, Saint-Antoine Caddesi’nde (şimdiki Vosges Meydanı) bir turnuva düzenlemişti. Son bir oyunda Kral 2. Henry ile Montgomery Kontu karşı karşıya geldi. Kontun fırlattığı mızrak, çarptığı yerde kırıldıktan sonra Henry'nin kafatasına saplandı ve Kral on gün sonra korkunç acılar içinde hayatını kaybetti. Bu, bu tip turnuvalarda rastlanan bir kazaydı. Nostradamyenler ise, yukarıdaki dörtlükte bu kaza haberini görmek istediler. Fakat James Randi'nin tespitiyle, dörtlükteki tarifler gerçek hayattaki duruma uymuyordu. Kral ile Kont arasındaki yaş farkı sadece birkaç yıldı. Yani genç ve yaşlı nitelemelerini gerektiren bir durum yoktu. Kral, savaş alanında öldürülmedi (şiirde geçen Lâtince bellum kelimesi, savaş anlamına gelmektedir) . Söz konusu olan, bugünün spor müsabakaları arasında sayılabilecek bir turnuvaydı. ‘Altın kafes’ deyimi hiçbir mânâ ifade etmemektedir. Zırhlar ve koruyucu kasklar, kral için bile imâl edilse, asla altından yapılmıyordu. Bunun için çok yumuşak bir metal kullanılıyordu. Aslan ise, hiçbir zaman Fransa krallarının amblemi olmamıştı. Nostradamyenler, dörtlüğün son mısraında geçen 'classes' kelimesini, Yunanca'daki klâsis (kırık, yara) olarak anlamak istemişlerdir. Fakat Nostradamus Lâtince öğrenmişti, Yunanca değil; eğer 'classes' kelimesine antik bir anlam vermek isteseydi, Lâtince 'flottes' (donanmalar) kelimesine müracaat ederdi. Dolayısıyla, ne mânâ bütünlüğü, ne de kullanılan kelimeler açısından kehanete konu edilecek bir özellik taşımayan bu dörtlük de Nostradamyenlerin elinde, belki şâirinin bile aklına gelmeyen hâdiselerin habercisi bir malzeme hâlini almıştı. Matbaa Fransa'ya geleli yarım asır kadar bir zaman olmuştu. James Randi'ye göre, gözlem, hayal ve ifade gücüne sahip, kâbiliyetli bir söz ustası olan Nostradamus, dörtlüklerinin, çoğaltılıp yayılan edebî çalışmalar arasına girmesi, tanınması ve aranan bir kitap olması için de elinden gelen gayreti göstermişti (Rouzé & Ziegler, 1992) .
Nostradamus'un dörtlüklerini kehanet olarak görüp, birçoğunu tekellüflü (zorlamalı) olarak yorumlayanlara göre bazı kehanet örnekleri şunlardır: 2000'lerde, Avrupa ile İtalya arasında savaş; Chiren'in birliklerin başına gelmesi ve Avrupa ordusunun savaşı kazanması. 2020 yılında, atomik bir saldırı Roma'da taş üzerinde taş kalmaması (atom kelimesini kendisi kullanmadığı hâlde) . 2050 yılında, iki Almanya'nın birleşmesi ve yerküre üzerinde 57 yıl süreyle barışın hâkim olması. Ayrıca, Nostradamus'un büyük bir kâhin olarak tanınıp herkesçe kabul edilmesi. 2076 yılında, bir ihtimal, Avrupa ile Asya/Afrika ülkeleri arasında 4. Dünya Savaşı'nın çıkması. Savaşın 25 yıl sürmesi ve bitiminde yarı yarıya çöle dönmüş bir dünya bırakması. 2106 yılında, 4. Dünya Savaşı'nın sona ermesi ve 1.000 yıllık barış döneminin başlaması. Bugün için düşünülmesi bile zor olan olağanüstü buluş ve gelişmelerin ortaya çıkması. Yüksek bir hayat düzeyi. 3750 yılında, yeni bir savaş ve o güne değin yaşanmamış ölçüde bir korku dalgası. 3797 yılında, son günün gelip çatması ve yeryüzü ile gökyüzünün yepyeni bir çevreye bürünmesi. İnsanoğlunun ölümsüzlüğe erişmesi. Her türlü kötülüğün, bir daha geri gelmemek üzere saf dışı edilmesi ve ölümün ölümsüzlüğe dönüşmesi. Üçüncü Dünya Savaşı 2076'da, dördüncüsü ise 2106'da çıkacak. Dördüncü Dünya Savaşı sonrasında bin yıllık ‘barış çağı’ yaşanacak. Hayat 3797 yılında sona erecek. Nostradamus'a göre sadece insanlık bitecek, dünya hiç yok olmayacak.
Belli ki Nostradamus, eserini genel bir takım söylemler, metaforik dizeler hâlinde vermiş ve her duruma, her hâdiseye uydurulabilir yuvarlak lâflar etmiş. Büyük bir hâdise olduğunda da aklı evvel birileri, Nostradamus'un kutsal(!) metinlerini yaprak yaprak karıştırıp bu hâdiselere uygun bir dörtlük bulmuş (ve buluyor) .
Nostradamus'un 'Yüzyıllar' isimli eserindeki bir dörtlüğü:
'Tanrı’nın şehrinde büyük bir gümbürtü kopacak
Çıkacak kaos, iki kardeşi helâk edecek
Güçlü kale zorluklara tahammül ederken, yüce lider dayanamayacak
Büyük şehir yandığı sırada, büyük savaşların üçüncüsü patlayacak.'
Bu dörtlükleri yorumlayanlar diyorlar ki: Şiirde geçen 'Tanrı'nın şehri' New York'tur. 'Helâk olan iki kardeş' 11 Eylül saldırısına maruz kalan İkiz Kule’lerdir. 'Güçlü kale' Pentagon'dur. 'Yüce lider' Amerika'dır.
P. Whitmure göre, 'Astroloji ve buna dayalı kâhinlik, hem geçmişte hem de günümüzde bâtıl inançların en derin olanıdır.' Nostradamus'un 946 kehânetinden ancak 70 tanesi, zorlayarak, meydana gelen hâdiselere bir dereceye kadar uydurulmuştur. Bunların da ekseriyeti hemen herkesin her şeyle irtibatlandırabileceği, gerçekleşmesi muhtemel hâdiselerdir. Nostradamus, kötü niyetli bazı kişilerce şişirilmiş basit bir şarlatandır. İşin garip tarafı: Allah, âhiret ve kader gibi bedihî hakikatlere inanmakta güçlük çekenlerin, bu tür fırsatçıların saçma sapan sözlerine kolayca inanmalarıdır. Nostradamus gibilerin en iyi dostu, yalanları unutturan zamandır. Meselâ, 'falan tarihte, filan adam öldürülecek' derler. Adam gerçekten öldürülürse, bu iyi reklâm olur ve çok uzun süre unutulmaz. Hâdise gerçekleşmediği takdirde, bu yalan kısa sürede unutulur gider. Nostradamus, kehânetlerinde 'mukaddes yazıları rehber tutup, astonomik hesaplarla sonuca gittiğini' itiraf etmektedir. Bu mesele araştırıldığında onun, “Muhyiddin-i Arabî”nin eserlerinden de bazı haberleri aşırdığını görüyoruz. O büyük velînin geleceğe dâir çeşitli işaretlerini, kendi kafasına göre yorumlamak, Nostradamus’a lâyık bir sahtekârlıktır.
Charles Ward'e göre; “O, bilmecelerle konuşan biridir. Sathî bir Hıristiyan, samimi bir putperesttir. Önceden yakılacağını haber verdiği Pouzin şehrini kendisi yakmıştır! ” Nostradamus belirsiz, çift mânâlı, her tevile açık sözler söylemekte ustadır. Bernard Capp'ın tespitine göre o, sözlerini dramatik bir belirsizliğe büründürmekte mâhirdi. Bu yüzden de kehânetleri çağımıza kadar canlı(!) tutuldu. Araştırmacı James Laver'in Nostradamus hakkında yaptığı araştırma raporundaki ifadeleri daha da enteresandır: 'Yazıları, şiir ve edebiyat kaidelerine uymaz; düzensizdir ve uydurulmuş kelimelerle dolu birer lâf yığınıdır. Şiirlerinden doğru dürüst bir mânâ çıkarmak mümkün değildir. Sözlerinin çoğu anlamsız bir kelime yığınıdır.' Kehanetleriyle ilgili yorumların hepsini kritiğe tâbi tutsak pek sağlam bir şey ortada kalmaz. Veya başkaları başka, hem de hiç alâkası olmayan yorum ve yakıştırmalar yapabilir. Nitekim bir Türk gazeteci ve yazarı yukarıdaki dörtlük hakkında şunları söylemiştir: 'Şimdi gelin Nostradamus'un aynı şiirini 2000'lerin Türkiye'sine uyarlayalım, daha doğrusu canımızın istediği gibi şerhedelim; '2000'de yapılacak olan genel seçimler, Allah tarafından korunan şehirde, yani evliyaların en büyüklerinden olan Hacı Bayram Veli'nin yattığı Ankara'da büyük bir gümbürtü kopartacak, iktidar el değiştirecek. Siyasî görüşleri aynı olmasına rağmen bir türlü biraraya gelemeyen düşman kardeşler, M.Y. ve T.Ç. silinip gidecekler. Kale gibi güçlü olan devlet bu gümbürtüye dayanacak, ama yüce lider S. D.'nin bütün ümitleri suya düşecek ve siyaset sahnesini terk edecek...’ Nostradamus'un şiirinin ilk üç mısraını böyle yorumladıktan sonra ‘Büyük şehirde bir yangın çıkacak ve bu yangının hemen ardından Üçüncü Dünya Savaşı patlayacak’ dediği satıra da istediğiniz mânâyı verebilir, yani uydurabilirsiniz.” (Murat Bardakçı, Hürriyet gazetesi) .
Velâyet hakikatine misâl: Müştak Dede
1759'da Bitlis'te doğan Müştak Dede'nin asıl ismi, Peygamber Efendimiz'in (sas) ismine hürmeten konmuş olan Muhammed Mustafa'dır. Kendisi medrese tahsili görmüş, daha sonra Şems-i Bitlisî'nin yanında tahsiline devam etmiştir. Ayrıca Hacı Hasan Şirvânî'nin yanında da eğitim görüp mutasavvıf bir şâir olarak yetişen Müştak Dede, sürekli seyahatler etmiştir. 1847'de basılan divanında, rumuz ve işaretler vardır. Gerçek bir veli ve sûfî olan Müştak Dede'nin divanından Ankara'nın başşehir olacağına dâir şiir, olmuş olacak her şeyin Allah'ın katında ilim nev'inden yazıldığına (kaderin varlığına) açık bir delildir. Müştak Dede'nin divanı, Allah'ın velilerin kalbine ve zihinlerine değişik vasıtalarla (sünuhat, tüluat, sezgi, ilham, altıncı his, rüya vb) ulaştırdığı kaderî plânda ilmî varlıkları olan, ama haricî varlık elbisesi giymemiş geleceğe dâir hâdiseleri istediği takdirde, izin verdiği ölçülerde ulaştırdığına dâir binlerce misalden biridir. Müştak Dede'nin geleceğe dâir haberleri, Nostradamus'un haberleriyle kıyaslanmayacak kadar açık ve nettir. Meselâ Müştak Dede, daha başşehir olmadan yüz sene önce, hiç yoruma gerek kalmadan, üsûlüne uygun olarak, ama ehlinin anlayacağı şekilde Ankara'nın, İstanbul gibi başşehir olacağını haber vermiştir. Bu şiir, İstanbul'da Takvim hâne-i Âmire'de, Hicri 1268 senesinde taş basma olarak basılan divanın 29. sayfasında mevcuttur:
1. Me'vâ-yı nâzenîne ki(m) 'Elf' olursa 'Efser' Elif=A
2. Lâbût olur o me'vâ İslambol ile hemser
3. 'Nun ve Kalem' başından alınsa 'Nun'u Yunus, Nun=N
4. Aldıkça harf-i diğer olur bu remz azhar.
5. Miftah-ı Sûre-i Kaf serhadd-i Kaf tâ 'Kaf' Kaf=K
6. Munzam olunmak ister 'Ra'yı Resul-i Peygamber Ra=R
7. Hâ-yı hû ile âhir maksud oldu zâhir Hû=H
8. Beyt-i Veliyyu'l-Ekrem Elhâc Abd-i Ekber
9. Ey Pâdişah-ı Fahham Sultan Hacı Bayram
10. Ruhundan ister ikram Müştak-ı abd-i çâker.
Bu şiirin 1, 3, 5, 6 ve 7. mısraları 'elif', 'nun', 'kaf', 'ra' ve 'he' ile, yani aslî harflerle Osmanlıca yazılışa uygun olarak Ankara'yı,
İkinci mısra, rumuzlu olarak haber verilen bu şehrin başşehir olacağını,
Yedinci mısra, bu oluşun 'Hâ-yı hû' ile yani İstiklâl Savaşı'na işaretle, gürültü ve patırtı ile vuku bulacağını,
Birinci mısra, bunun ebced hesabı ile 341 tutan Efser'e 'Elf' yani bin ilâve olunmak suretiyle 1341’de vukua geleceğini göstermektedir.
İkinci mısrada İstanbul ile hemser=başabaş olacağı bildirilen şehrin Ankara olduğu, birinci mısradaki “Me'vâ-yı nâzenin” kelimeleriyle 8 ve 9. mısralardaki ifadelerle de açıklanmış bulunmaktadır. Zîrâ Bayram Veli'nin türbesi Ankara'dadır.
Hakikaten ‘Düstur’un 5. cildinin, 381. sayfasında Ankara'nın başşehir olarak kabulüne dâir 27 sayılı umûmî heyet kararı 13.10.1339 Rumî tarihi taşımakta. Bu tarih ise, Hicri 1341 senesine tekabul etmektedir.
Aslında 3. beytteki 'Nun ve kalem... başından alınsa 'Nun'u Yusuf', ifadesinde Yunus Emre gibi dervişlerin başlarına koydukları “Nûn”ların da daha sonra Tekkelerin kapanmasıyla başlarından alınacağına, o kıyafetlerin de kaldırılacağına bir işaret vardır.
Fakat Müştak Dede bir kâhin değil; bir velidir. Büyücülükle de asla alâkası yoktur.
Konuyu Peygamberimiz'in (sas) bir hadîs-i şerifi ile noktalayalım: 'Bütün müneccimler (kâhinler) yalancıdır.'
Osmanlı Akıncıları
Hadi İSTEK /Sızıntı/Temmuz 2005
Osmanlı’dan ne zaman bahsedilse, söz dönüp dolaşır akıncılara gelir. Aklımızda, ‘Akıncı nedir, hangi işlerden mesuldür, nasıl yaşar ve gâyesi nedir? ’ gibi birçok soru oluşur.
Akıncılar yağma gâyesiyle düşman içine giren ve talanla hayatlarını geçiren bir topluluk değildi. Onlar, kendilerine kılıç çekmeyene kılıç çekmez; ‘aman’ dileyene dokunmazlardı. Serhat topraklarında yaşayan akıncıların pek çoğu, Avrupa ve Balkan dillerini bilen, aynı zamanda bilgili ve kültürlü insanlardı.
Akıncılar, baştan neyi kabul ettiklerini çok iyi biliyor, ölümle kol kola hayatlarını devam ettiriyor ve bunu sırf Allah rızasını kazanmak uğruna yapıyorlardı.
Akıncılar, gönüllerindeki aşk ve heyecanla kendilerini devletin milletin ve dinlerinin bekâsına adamış, gerektiğinde canını vermekten çekinmeyen Hak fedaileriydi. Gönlünde bu aşk ve heyecanı tutuşturabilen insan, cihadı en büyük ideali hâline getirir ve bu uğurda ölmeyi cana minnet bilir. Kalemiyle cihada iştirak eden yazardan, doğruluğu hâl diliyle anlatan Müslüman’ın yaptığı cihada kadar, çeşitli cihat şekilleri vardır. Akıncılar da haksızlığı, hak bilen düşmanla yaka paça olmayı tercih etmişler ve bunun neticesinde peygamberlikten sonra mertebelerin en büyüğü olan şehitliği talep etmişlerdir.
İslâm gerektiğinde silâhlı mücadeleye cevaz vermiştir; ama, bu konuda birçok şart belirlemiştir. Müslümanların din, nesil ve mallarının müdafaa edilmesi, düşünce hak ve hürriyetlerinin korunması, yapılan karşılıklı anlaşmalara uyulmaması, Müslümanlara ve onların himayesinde bulunanlara zulmedilmesi, bu hususlardan sadece bazılarıdır. Ama ne acıdır ki biz, bu hakikatleri hiçbir zaman olduğu gibi dışarıya anlatamamışızdır.
Akıncıların vazifesi, başlarındaki beylerin önderliğinde sınır muhafazasına çalışmaktır. Akıncılar, bulundukları toprakları korumakla birlikte gelebilecek saldırılara ve tehditlere karşı caydırıcı bir güç konumundaydılar. Avrupalıların sonraki asırlarda kurduğu özel komando birliklerini akıncılardan ilhâm alarak oluşturduğuna dâir rivayetler vardır.
Akıncıların akınlarını, Hz. Peygamber (sas) dönemindeki seriyyelere benzetebiliriz. Gerektiği yerde düşmana fiilen karşı koyma, halkın can ve mal güvenliğini koruma ve bu uğurda savaşma, akıncıların vazgeçilmez hayat tarzıydı.
Bir eski eğri kılıç... Kakmalarla süslü kını,
Bununla belki yapılmıştı Türk’ün ilk akını!
Bir eski eğri kılıç... Kabzasında yakutlar,
Bununla belki kırılmıştı bir zaman putlar....
Orhan Seyfi Orhon
Osmanlı, Hazreti Peygamber’in (sas) : “Ne zulmediniz ne de zulme uğrayınız.” sözünü kendine şiar edinmişti. O kimsenin hakkına tecavüz edip, kimseyi ezmezken; ezilmemeye, zulme uğramamaya da dikkat ediyordu. Bunun için Payitaht’ta ordu savaş için hazırlanırken, hafif piyade birliği olan akıncılarla zaman kazanılıyor, âni baskınlara karşı teyakkuzda olunuyor ve sınır muhafaza ediliyordu. Akıncılar, Fatih Sultan Mehmet’in şu sözlerini kendilerine düstur ediniyor gibidir: “Bu zahmet din yolunadır, ahirette Allah huzuruna varınca inayet ola. Zîrâ elimizde İslâm kılıcı var. Eğer bu zahmeti ihtiyar etmezsek, bize gazi demek yalan olur.” Yine şanlı padişah Fatih Sultan Mehmet: “Üstümüze kılıç çekilmedikçe, ülkemize girilmedikçe, teb’ama cefa edilmedikçe bizden kimseye zarar gelmez.” derken, onun akıncıları da aksini yapamazdı zaten. Müslümanlar, tarihin hiçbir devrinde, devlet, millet ve fert olarak kimseyi istismar etmedikleri gibi, hâkim oldukları yerlerde sömürü ve istismara da hiçbir şekilde izin vermediler.
Akıncılığın temelinin Osman Gazi döneminde, Köse Mihal tarafından atıldığı söylenir. Orhan Gazi zamanında daimî piyade ve süvari askerlerinin teşkiline kadar hep akıncılar kullanılmıştır. Osmanlı uç beyliğinin kısa sürede devlet hâline gelmesi de, akıncılar sayesinde olmuştur. Akıncılığın bir ocak şeklinde kurulmasında Evrenos Beyin büyük emeği olmuştur.
İlk zamanlar akıncı beylerinin çoğu, Osman Gazinin yoldaşları olan kumandanların çocuklarıydı. Akıncı beylerinin yetkileri çok geniştir, onlar istediklerini ocağa alır istemediklerini de ocaktan çıkarabilirlerdi. Divan-ı Hümâyun bu işlere hiç karışmazdı. Çok güvenilen akıncı beyi büyük bir selâhiyete sahipti, emirleri doğrudan doğruya padişahtan alırdı.
Akıncı beylerinin rütbeleri sancak beyi seviyesindeydi. Akıncı eri, yüzlerce defa canını ortaya koyduğu için, diğer birçok ocağın subayından imtiyazlıydı. Akıncılar içerisinde fedai, dalkılıç, serdengeçti, deli, azap, gönüllü, beşli gibi şahıs ve grup isimleri vardı. Küçük rütbeli akıncı zabitlerine ‘toyca’ veya ‘taviçe’ denirdi. 16. yüzyıl sonlarında 40 bin olan akıncı mevcudu, zaman içerisinde artma ve azalmalar göstermiştir.
Akıncılar, yakaladıkları esirlerden aldıkları bilgileri merkeze iletirlerdi. Akınlar, katılan akıncı sayısına göre isimler alırdı. 100 kişiden az akıncıyla yapılana çete, 100’den fazla kişiyle yapılana haramilik, akıncı beyinin kumandası altında yapılana ise, akın denirdi.
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik;
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!
Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı ilerle!
Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kâfilelerle
Yahya Kemal Beyatlı
Silâh ve teçhizatları uygun olmadığından, akıncılar kale kuşatmasına katılmazlardı; ancak akıncı fedâilerinden serdengeçtiler, kuşatılmış kaledeki düşmanın arasına dalarlardı.
Akıncılar, sürekli ordu birliklerine dahil değildir. Rumeli’de serhat boylarına yakın yerlerde yaşayan akıncılar, sınır bölgelerinde pürüz çıkaran düşman memleketlerine âni baskınlar tertipleyerek onları yıpratırlardı.
Bu gruplar içerisinde en ilginci ‘deli’ adı verilendir. Düşmanı görünce âdeta deliye dönen bu grubun mensuplarını kimse durduramazdı. Ordu ile sefere iştirak ettiklerinde, savaşın en ön safında yer alır ve düşmana ilk onlar saldırırdı. Bu gruptan olanlar bazen hiçbir silâh kullanmaz, sadece kendilerini savunmak için yanlarında bulundurdukları kalkanlarla düşmanın içerisine dalar, kendilerine yapılan kılıç hamlelerini kalkanlarıyla savuşturup, mermere vurarak sertleştirdikleri o koca elleriyle düşmanın yüzünde şimşekler çaktırırlardı. Topu topu bir avuç deliyle baş edemeyen düşman, geride kendi sayısına yakın Türk ordusunu görünce paniğe kapılır ve birer ikişer kaçışırdı. Bu delilerin bir kısmı eğersiz ata biner, bir kısmı da akşama kadar ellerini mermer gibi sert cisimlere vurarak nasır bağlatırdı. Kat kat nasır bağlamış bu eller, düşman için kılıçtan daha tesirli bir silâh olurdu. Deli adıyla anılan bu süvariler, 15. yüzyıl sonlarından itibaren istihdam edilmişlerdir. Önceleri sadece Avrupa’daki sınır boylarında kullanılan deliler, ‘bayrak’ adı altında 60’ar kişilik ocaklara ayrılırdı. Başlarındaki kumandanlarına Delibaşı denirdi. Delibaşın altında gönüllü ağası ve bölük ağası gibi zabitler vardı. Deli süvarisi olmak isteyen, cesaretiyle kendini ispatlamak zorundaydı. 16. yüzyılda kurt, sırtlan, pars gibi vahşi hayvan derilerinden yapılmış elbiseler giyen delilerin, atları da akıncılarınki gibi çevik ve dayanıklıydı. Delilerin silâhları ise, akıncılarınki gibi kılıç, kalkan mızrak, balta ve bozdoğandı. Akıncılar Hazreti Hamza ve Hazreti Ali’yi pîr olarak görürlerdi.
Bilmemiş var mı geniş yeryüzünün serhaddi,
Yıkmış ufkunda durup karşı koyan her seddi.
Yeni bir ülkede yem vermek için atlarına
Nice bin atlı kapılmıştı fetih rüzgârına.
Yahya Kemal Beyatlı
Akıncılığa kabul edilmek çok zordu. Bunun için doğrudan doğruya beyin rızası gerekirdi. Zîrâ kötü bir akıncı, birliğin mahvına sebep olabilirdi. Çok süratli intikâl, seri hareket, harikulâde süvarilik, fevkalâde silâhşorluk bu işin olmazsa olmazlarındandı.
Bazı istisnalar haricinde akıncılık, babadan oğula geçerdi. Akıncılar savaş zamanlarında ordudan önce düşman arazisine girerek, orduya yol açar ve kurulması muhtemel pusuları bozardı. Akıncılar düşman topraklarına girecekleri zaman, kademeli olarak birkaç bölüme ayrılır, ilk kuvvetin karşısına mukavemet eden bir düşman çıkarsa, arkadakiler yetişip ona yardım ederdi. Akıncıların hücumları âni ve sert olduğundan, hemen her zaman düşman kuvvetlerini sarsıp dağıtırdı. Ayrıca ordunun yolu üzerindeki hububat muhafazasını sağlamak, esirler vasıtasıyla düşmandan haber toplamak, köprü ve geçit gibi yerleri emniyet altında tutmak da akıncıların vazifeleri arasındaydı.
Akıncı olabilmenin şartlarından birisi de, Osmanlı Türk’ü olmaktı. Devşirmelerin devletin her kademesine, hatta sadrazamlığa kadar, yükselebilme imkânı varken, akıncı olmaları imkânsızdı.
Bir akıncı adayı; imam, köy kethüdası veya dürüst birini kefil göstermek zorundaydı.
Akıncı ordu birlikleri diğer ordu ocakları gibi komuta kademesine bölünürdü. Her on akıncıyı onbaşı; yüz akıncıyı subaşı; bin akıncıyı da, binbaşı komuta ederdi. Bir hareketin akın adını alabilmesi için, bu akına beyinin katılması gerekiyordu.
Bu komuta zincirini, bütün kuvvetlerin başında olan akıncı beyi tanımlardı. Akıncı beyini devlet tayin ederdi. Bu önemli kumandanlık uzun süre Mihaloğlu, Evrenosoğlu, Turhanoğlu ve Malkoçoğlu gibi ünlü akıncı ailelerinde kalmış ve babadan oğula intikal etmiştir. Mihaloğlu, Sofya’da; Evrenosoğulları, Arnavutlukta; Turhanoğulları, Mora’da; Malkoçoğulları da Silistre dolaylarında bulunurlardı. Osmanlı’da akıncılar, merkezî idareye bağlı değildi, sınır boylarında ocaklar hâlinde teşkilâtlandırılmıştı. Her mıntıkanın kumandanı ayrıydı ve akıncılar mensup oldukları sülâlenin ismiyle anılırdı.
Akıncıların en yiğitleri ‘dalkılıç’ ve ‘serdengeçti’ adı ile anılırdı. Bunlar akıncıların fedai kısımlarıydı. Bu fedailerin düşman içine dalmak ve mahzûr bulunan bir kaleye girmek gibi çok zor görevleri vardı. Bu yiğitlerin çoğunun böyle bir vazifeden geri dönme ihtimalleri azdı. İhtiyar Cezzar Ahmet Paşa karşısında ilk yenilgisini tadan Napolyon’un şu sözleri, Osmanlı askerini anlamak açısından mânidârdır: “Osmanlı askerini dalkılıç olmaya mecbur edecek kadar sıkıştırmak el vermez, bir kere dalkılıç olmayı göze almış birkaç yüz adam meydana çıkarsa, mağlup olmamak mümkün değildir.’
Akıncılar, ordunun genellikle beş günlük mesafe ilerisinde yol alırlardı. Bir düşman ordusuna dalmak gerektiği zaman, bu vazifeyi yapacaklar ordudan ayrılır, düşmanı vurmak icabeden yere kadar giderler, âni ve şiddetli şekilde düşman saflarına dalarlardı. Bunun neticesinde düşman şaşırır ve bozguna uğrardı.
Düşmanın iktisadî ve mânevî yapısını alt üst ederek savaşın kazanılmasında önemli rol oynayan akıncıların akın taktiği şöyleydi: Akıncı ordusu belirli bölümlere ayrılır, ayrılanlar da daha küçük birliklere bölünerek yollarına devam ederdi. Sefer yapılacak ülkede her birliğin ele geçireceği şehir ve kasabalar önceden kararlaştırılır, dönüşte birlikler gene belirli yerlerde, fakat daha önce ayrıldıkları mevkilerde olmamak üzere birleşerek, vatan topraklarına dönerdi. Bu durum düşman ülkesini korku içerisinde bırakırdı. Kasırgalar gibi esip geçen akıncıların, ne zaman, nerede ortaya çıkacakları hakkında yüzlerce söylenti çıkardı.
Devlet tarafından akıncıların isimlerini, eşkallerini ve tımara (toprağa) sahip olanların listelerini gösteren bir defter tutulurdu. Defterler iki nüsha hâlinde tanzim edilir, bunlardan biri merkezdeki defterhanede, diğeri de akıncıların bulundukları eyalet veya sancakların kadılıklarında muhafaza edilirdi. Böylece herhangi bir yolsuzluğa meydan verilmezdi. Her akın sonunda şehit veya malûllerin yerine, kuvvetli gençler akıncı olarak kaydedilirdi. Akıncılara tahsis edilen bir maaş yoktu. Elde ettikleri ganimetlerin 1/5’ini pençlik (humus) vergi olarak verdikten sonra, kalanlarla geçimlerini temin ederlerdi. Bazılarının ise tımarları (işleyebilecekleri toprakları) vardı.
Akıncıların atları hızlı, dayanıklı ve süratli olanlardan seçilirdi. Akıncılar sefere çıkarken yanlarında dört-beş at götürürler, yorulan atları konak yerlerinde bırakarak, hız kaybetmeden yollarına devam ederlerdi.
Uzun mesafeleri, kısa sürede koşabilecek şekilde yetiştirilen ve birçok meziyeti olan akın atlarının eskisi kadar yetiştirilememesi, bu teşkilâtın zayıflama sebeplerindendir. Fetihler döneminin sona ermesi ve duraklama devrinin başlaması ile akıncılar görülmez olmuştur. 1595 yılında Koca Sinan Paşanın Eflak’ta Prens Mihal’e yenilmesi üzerine Tuna’nın öte yakasında kalan akıncıların ve akın atlarının pek çoğu telef olmuştur. 16. yüzyıldan itibaren sayıları iyice azalan akıncılar, geri hizmetlerde kullanılmaya başlanmıştır. Akıncıların yerini bu dönemden sonra Kırım Hanlarının emri altındaki Tatar askerleri almıştır. Akıncı adı 1826 yılında resmen ortadan kalkmıştır.
Akıncıların parolası, “Yazılan gelir başa”ydı. Yazılan mademki başa gelecekti, ölümden korkmak niyeydi? Bu yiğitler gözlerini budaktan sakınmaz, her yerde şehadeti ararlardı. Gece âbid olan bu Hak fedaileri, gündüz birer arslan kesilirlerdi. Akıncılardaki ruh hâlini anlamak, Kur’an-ı Kerim’in çeşitli yerlerinde geçen, “Malınızla ve canınızla cihat edin.” âyetini kavramaya bağlıdır. Çiftçilerin ellerindeki tohumları toprağın altında çürümeyeceğine inandıkları ve ellerindeki tohumları tereddüt etmeden toprağın bağrına saçıp beklemeye durdukları gibi, akıncılar da yapmış oldukları güzel işlerin karşılığını mutlaka göreceklerine inandıklarından, hayatlarını Hakk’ı korumaya ve ülkelerini savunmaya adamışlardır. Evet herkes inandığı kadar gerilime geçecek, o kadar bu yola baş koyacak ve o kadar toprağın bağrına tohum saçacaktır.
Evet bugün Zaman gazetesinin Turkuaz ekinde çıktı bu haber. İlk başta okuyup okumamakta tereddüt ettim ve daha sonra okudum. Müthiş bir hikâye. Zaman gazetesnin net adresinden de ulaşılabilir bu yazıya:
http://www.zaman.com.tr/? bl=turkuaz&alt=haberler&trh=20050717&hn=193097
Eski Başbakan Bülent Ecevit’in “Sultan Vahdettin vatan haini değildi. Kurtuluş Savaşı’na belirgin şekilde destek verdi.” sözleri tarihçilerden destek buldu.
Kuva-yı Milliye hareketinin Vahdettin tarafından başlatıldığını vurgulayan Osmanlı Araştırmaları Vakfı Başkanı Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Cumhuriyet ve Osmanlı dönemindeki yöneticileri ‘iyi’ ya da ‘kötü’ diye ayırmanın haksızlık olacağını belirtti. Akgündüz, “1922’den sonra Vahdettin hakkında söylenen hiçbir ithamı tarihsel kaynak olarak kabul etmiyorum. Siyasi demeçler belge olmaz. Vahdettin çok iyi yetişmiş bir diplomattır. Vatanı için hayatını, sülalesini feda etmiştir.” şeklinde konuştu. Kuva-yı Milliye başarıya ulaşana kadar Sultan Vahdettin ile Mustafa Kemal’in birbirini desteklediğini anlatan Akgündüz, daha sonra Hakimiyet-i Milliye gazetesinin Vahdettin’e ‘vatan haini’ demeye başladığını kaydetti. Akgündüz, sözlerini şöyle sürdürdü: “Anadolu’da kurtuluş hareketi başlatmak için Osmanlı Genelkurmayı Erenköy’de günler süren toplantı yapıyor. ‘Kimi bu işle görevlendirelim’ tartışması yapılıyor. Burada çıkan isimlerden biri Mustafa Kemal. Neticede karar Mustafa Kemal lehine veriliyor. Bunu 19 Mayıs’tan 3 ay önce söylüyorlar. Heyet Vahdettin’e giderek kararı iletiyor. Mustafa Kemal’in cumhuriyetçi olduğunu, saltanatı yıkıp kendisini devirebileceğini de söylüyorlar. Vahdettin ise ‘Vatan ve millet tehlikede. Vatanım kurtulsun da kim neyi kurarsa kursun. Getirin Mustafa Kemal’i görüşmek istiyorum.’ karşılığını verir.”
Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölüm Başkanı Prof. Dr. Murat Belge de fikirleri yüzünden Vahdettin’i vatan haini ilan etmenin yanlış olduğunu belirtti. “Bir padişah kendi devletini, memleketini istemez mi? ” sorusunu yönelten Belge, şu görüşleri dile getirdi: “Vahdettin, Damat Ferit ve Ali Kemal’in İttihat Terakki’ye karşı birikmiş nefretleri var. İttihat Terakki, insanları nefret ettirecek çok şey yapmış. Ankara’daki hareketi de İttihat Terakki’nin yeni bir direnişi olarak yorumluyorlar. Bu da çok yanlış. Mustafa Kemal de İttihat Terakki tarafından itilmiştir. Ama çevresindeki adamların yüzde 80’i ittihatçıydı. Bazı tarih kitaplarında Vahdettin ve diğerleri hakkında yanlış bilgiler var. İdeolojimize göre akları karaları tespit ediyoruz. Çocuk o kitabı okuyunca bizim istediğimiz şekilde şunlar iyi şunlar kötü diyecek. II. Abdülhamit de benzer suçlamalara maruz kaldı. Abdülhamit, belki dağılan imparatorluğu kurtarmanın yolunu İslam birliği olarak düşündü. O zamanki düşmanları İngiltere ve Fransa’nın bünyesindeki Müslümanlara ulaşmaya çalıştı. Bunlar gerçek dışı düşünceler değildi. Abdülhamit gerçekçi ve kafası çalışan bir adamdı.”
Ders kitaplarımızda Vahdettin’in vatan haini olarak gösterilmesine tepki gösteren Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi Yard. Doç. Dr. Hanefi Bostan ise ‘ciddi bir içerik sorgulaması’ gerektiğini ifade etti. Vahdettin’in, Mustafa Kemal’in Anadolu’ya gönderilmesinde büyük emeği olduğunu kaydeden Bostan, kitaplardaki hain suçlamasının kaldırılmasını istedi. Bostan, “Ancak Vahdettin’in hatası yoktu demek de yanlış olur. İngilizlerin İstanbul’u işgali sırasında yaptığı yanlışlar vardır. Bunları bilerek yaptığını söylemek de yanlış olur. Olayları zamanın koşullarında değerlendirmek gerekir. Ancak hiçbir şey bir insanı vatan haini ilan etmemize yetmez.” dedi.
Mütarekenin koyu karanlığında İstanbul’dan bir ümit ışığı göremeyince yüzünü Anadolu’ya çeviren ve bunun için planlar yapan birçok vatansever gibi Vahdettin’in hem İngilizleri idare eden, hem de aynı zamanda bir Anadolu mücadelesinin başlatılmasını temine çalışan bir politika izlediğini görmezden gelemeyiz. Ayrıca O Sevr’i kesinlikle imzalamamıştır. Bu mudur ihanet?
Bugünlerde misafirlerinin üzerine serin gölgelerini salan asır-dîde ağaçlarıyla Yıldız Parkı’nın içerisinde Malta Köşkü’nün küçük bir odasındayız. 16 Kasım 1922 tarihinde bu şirin köşk, ömrünün en kâbus dolu gecelerinden birini yaşamaktadır. Osmanlı Padişahı Mehmed Vahdettin (doğrusu “Vâhidüddin”) o gün İngilizlerin İşgal Orduları Başkomutanı General Harrington’a bir mektup yazarak İstanbul’da hayatını tehlikede gördüğü için sığınma talebinde bulunmuş, “Bir an evvel İstanbul’dan mahal-i âhare” (bir başka yere) naklini istemiştir. İmza yerinde “Padişah” değil, yalnızca “Halife-i Müslimîn Mehmed Vahdettin” yazısı okunmaktadır. Çünkü 15 gün önce saltanat Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kaldırılmış ve Osmanoğulları üzerinde yalnızca Hilafet makamı bırakılmış, bu da TBMM’nin meşru hakkı sayılarak “Türkiye Devleti makam-ı Hilafetin istinadgâhıdır” hükmünü içeren önergenin 6. maddesiyle kanunlaşmıştır. 101 pare top atışıyla kutlanmıştı bu önemli olay. İlginç bir tevafuk eseri olarak o akşam Mevlid kandilidir ve bu rastlaşma uğur telakki edilip o akşam ile ertesi gün resmi bayram ilan edilmiştir. (Yani Saltanatın kaldırılması bayramı bile dinî bir vesileyle kutlanmıştır!)
623 yıllık, okumakla bitmeyecek büyük bir destanı arkasında bırakan Vahdettin, Malta Köşkü’nün bu ıssız odasında uykusuz bir gece geçirmeye hazırlanmaktadır. Atalarını düşünür, Fatih’i, Yavuz’u, Kanuni’yi; bir de bugünü… Ağabeyi Sultan II. Abdülhamid’in imparatorluğun sınırlarını tutan kudretli elini hatırlar, özler, öper. Bir Osmanlı padişahının bu acınası duruma düşmesinin, düşmanı olan İngilizlere iltica talebinde bulunmasının ağırlığını dakika dakika bir zehir gibi içer. Elinin altındaki Hazineden tek kuruş almadığı gibi, henüz 4 aylıkken kaybettiği babası Abdülmecid’den kalma elmaslı sorguç ve som altından bir çekmeceyi makbuz karşılığında Hazine-i Hassa müdürüne teslim eder. Yanına, Sultanlık tahsisatı olan 50 bin liradan başka bir para almadan ertesi sabah İngilizlerin gönderdiği otomobillerle Malta Köşkü’nden Dolmabahçe Sarayı’na geçer, oradan da İngiliz donanmasına ait bir istimbotla Malaya zırhlısına. Malta adasında göreceğiz onu. Sonra Mekke, San Remo ve son durağı olan Şam’da…
1926’da San Remo’da sefalet içinde vefat ettiğinde Gazi Mustafa Kemal Adana’dadır. Roma Büyükelçiliği bir telgrafla ölüm haberini ulaştırır kendisine. Murat Bardakçı’nın Şahbaba’sına göre Gazi, “İsteseydi” demiştir, “Topkapı Sarayı’nın bütün cevahirini götürüp öyle bir ordu kurup dönerdi ki… Ama yapmadı.” Tarihteki en köklü devlet tecrübelerinin birinin içinden gelen Vahdettin, bulunduğu mevkinin gerektirdiği sorumluluğu daima müdrikti. Hiçbir zaman bir karşı ihtilal düşünmedi, bu tekliflerle kendisine gelenleri hep geri çevirdi, hatta Mekke’deyken Hilafeti devralmak isteyen Şerif Hüseyin’in kendisini siyasetine alet edeceğini fark eder etmez, İtalya’ya dönmüş ve muhtemelen kalsaydı sahip olabileceği bazı maddî ödülleri elinin tersiyle geri çevirmeyi bilmişti. Osmanlı’ydı ve Osmanlı olmanın ağırlığını, o en güç dönemlerinde bile asla unutmamıştı. İngilizlere sığındığı halde onların elinde oyuncak olmaması bile yeter bunu ispat için.
Vahdettin hakkında en çok sorulan soru, ister istemez neden vatanını bırakıp düşmanların eline kaçtığı üzerinde odaklanmaktadır. Gerçekten de cevaplanması çok zor bir sorudur bu. Hele Osmanlılık şuurundan bahsediyorsak…
Her şeyden önce o karanlık günlerin koordinatlarını zihnimizde iyi tespit etmemiz gerek. Birincisi, yukarıda belirttiğimiz gibi, Saltanat 1 Kasım’da TBMM tarafından kaldırılmış ve Vahdettin’in üzerinde yalnız Halifelik makamı kalmıştır; yani ‘kaçarken’ padişah olarak kaçmamıştır! İkincisi, 5 Kasım akşamı İsmet Paşa ve heyeti trenle Lozan’a hareket etmiştir. Dahası, İngiltere, Fransa ve İtalya barış görüşmelerine Osmanlı hükümetinin de katılmasını istemektedirler. Hatta bu isteklerini Sadrazam Tevfik Paşa’ya da bildirmişlerdir. Ancak Tevfik Paşa, Ankara hükümetine de haber vermiş, görüşmelere beraber katılınmasını teklif etmiştir. Ortam gerginleşmiş, savaşı kazanan Ankara hükümeti, İstanbul’un bu işe ortak edilmesini hazmedememiştir. TBMM “kızgın ve asabî”dir Rauf Orbay’ın deyişiyle. Her şeye rağmen, artık yalnız Halife de olsa Vahdettin’in tarafını tutanlar ile muzaffer Ankara hükümeti yanlıları arasındaki uçurum gitgide büyümektedir. İşte 16 Kasım’da Vahdettin’in aldığı üzücü kararın arkasındaki siyasî zemin budur. Vahdettin’in yurdu terk ettiği haberi Meclis’e işte bu kızgın ortamda bir bomba gibi düşmüştür.
Bu durumda sormak gerekmez mi: Vahdettin ‘Ben bu işte yokum’ diyerek çekip gitmekle Ankara’nın işini kolaylaştırmamış mıdır? Eğer kalsaydı, muhtemelen Lozan’da işler daha da karışmayacak ve zaten bocalayan diplomasimizin elleri daha fazla bağlanmayacak mıydı? Nitekim hemen ertesi günü (18 Kasım 1922) Abdülmecid, TBMM tarafından halife seçilmemiş midir? Konyalı Mehmed Vehbi Efendi tarafından ‘hal’ (hilafetten indirme) fetvası verilen Vahdettin’in gitmesi, muhakkak ki Ankara’nın işini kolaylaştırmıştır. Bu çabasının takdir edilmeyişine tepki gösterdiği bir konuşmasında sonraları şu anlamlı cümleleri söylemiştir: “Facialara ve olaylara kalkan olamadı isem de, paratoner vazifesi gördüm. Bütün musibetleri üzerime çektim, kendimi feda ederek vatanı kurtarmaya çalıştım.”
Vahdettin hain değildir; çünkü...
Bu iddiayı birkaç başlık halinde cevaplandıralım:
Vahdettin, Sevr’i kesinlikle imzalamamıştır. Bu mudur ihanet?
Mütarekenin koyu karanlığında İstanbul’dan bir ümit ışığı göremeyince yüzünü Anadolu’ya çeviren ve bunun için planlar yapan birçok vatansever gibi Vahdettin’in hem İngilizleri idare eden, hem de aynı zamanda bir Anadolu mücadelesinin başlatılmasını temine çalışan bir politika izlediğini görmezden gelemeyiz.
İşte bir tanıklık: Rauf Orbay anlatıyor:
“Bu arada Mustafa Kemal, Padişah tarafından sık fasılalarla ve hemen hemen her Cuma selamlığından sonra kabul ediliyor, kararlarımız istikametinde telkinlere devam ediyordu. Vahdettin’in kumandanlar arasında, veliahdlığı günlerinde beraberinde yaptığı Almanya seyahatinin müsbet intibaları sebebiyle de en yakından tanıdığı ve şahsına itimad ettiği Mustafa Kemal’di.”
Rauf Orbay’ın bahsettiği Cuma selamlıkları, 16 Mayıs’a kadar devam etmiş, 15 Mayıs’ta Vahdettin’le görüşen Mustafa Kemal, ertesi gün de Cumadan sonra yeniden padişah tarafından kabul edilmiş ve görüşme sonrasında da vedalaşmışlardı. Ertesi sabah bakanlarla da vedalaşan Mustafa Kemal’i İçişleri Bakanı Mehmed Ali Bey uğurlamış ve kendisine örtülü ödenekten 1000 altını, makbuz karşılığında teslim etmişti. Yani Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’dan Bandırma vapuruyla kaçarak gittiği kesinlikle doğru değildir. Olamazdı da zaten. Nitekim Boğaz’daki İngiliz gemileri arasından geçmesi, ancak Harbiye Nazırı’nın mührü ve hemen aynı gün Vahdettin’in imzasıyla, dahası 5 Mayıs’ta resmi gazetede yayımlanmasıyla, yani resmî izinler dahilinde mümkün olabilmiş, İngiliz yetkililerin izni alınmıştı. Bu mudur ihanet?
1919 başlarında İstanbul tam bir işsiz Osmanlı generalleri temerküz kampı gibidir. Bu kadar tecrübeli ve yetenekli paşanın İstanbul’da toplanmış olması, her an imha edilmeleri tehlikesini beraberinde getirmektedir. Bu yüzden İstanbul’da bulunarak mücadele etmelerindense Anadolu’ya geçerek görünüşte pasif gibi de olsa bir göreve atanmaları yeğdir. Nitekim Kâzım Karabekir 19 Nisan 1919’da Trabzon’a çıkmış, Ali Fuad Paşa Konya’ya gitmiş ve Milli Mücadele’nin ilk ışıklarını yakmışlardır. Ancak başsız kalan bu hareketi derleyip toparlayacak, aynı zamanda siyasî ve örgütçü yetenekleri de olan tartışılmaz bir isim aranmaktadır. Mustafa Kemal Paşa’nın ismi böyle bir ortamda ortaya çıkmış, kendisine sunulan listede bir zamanlar yaveri olan Mustafa Kemal’in ismini gören Vahdettin kararını vermiş ve 9. Ordu Müfettişi göreviyle ve İngilizlerin gözünü boyamak için asayişi sağlamak bahanesiyle gönderildiğine dair işlemler için gereken girişimlerde bulunmuştur. Sonuçta Kızkulesi’nde demirlemiş bekleyen Bandırma vapuruyla Mustafa Kemal ve emrindeki 18 subay Samsun’a hareket edebilmişlerdir. (Miralay Refet Bele Paşa’nın ismi İngilizlere nedense bildirilmemiştir ama Samsun’a ayak basanların arasında o da vardır.) Bu mudur hainlik?
Vahdettin’in, Başkâtibi Ali Fuat Türkgeldi’ye söylediği şu sözlerle noktalayalım: “Ben milletin ateşli külü üzerine oturdum; taht-ı saltanatın kuş tüyünden minderleri üzerine oturup gömülmedim! Bunlardan kimseye bahsedilemiyor, millete de malumat verilemiyor. Elbette bir gün tarih bu hakayıkı (hakikatleri) yazar.”
Bu yıllarda özellikle bürokrasi ve solcu gençlik üzerinde etkili bir gazete olan Cumhuriyet, Türkiye'nin karışık döneminde de eski kimliğinden uzak yayın yapar. Bu dönemde Cumhuriyet okuyanlar ile okumayanlar, sistemin işleyişindeki bazı kışkırtmalar sonucu birbirine girer.
Gazete; iktidarlar, örfi idare ve askeri yönetimler tarafından en çok kapatma cezası alanların başında gelir. 10 Ağustos 1940'ta 'Bu adamlar benimle uğraşmak istiyor' diyerek Cumhuriyet Gazetesi'ni 90 gün süreyle kapatır İsmet İnönü. Bundan önce de kapatıldığı gibi bundan sonraki dönemlerde de, başta askeri yönetimlerin bulunduğu zamanlar olmak üzere Cumhuriyet kısa veya uzun aralıklarla kapatma cezası alır. Kenan Evren döneminde de, çoğunlukla olduğu gibi yine İlhan Selçuk'un bir yazısı sebebiyle kapatılır gazete. Tarih 24 Ocak 1983'tür. 18 Şubat günü tekrar çıkmasına izin verildiğinde Nadir Nadi, başyazısında şunlardan yakınacaktır: 'Biz Cumhuriyetçiler için Atatürk'ün hayatta bulunduğu dönem gazetenin en parlak, en huzurlu yılları oldu. Nedense Atatürk'ten sonra yazgımız değişti.'
Bu dönemde gazetenin kadrosunda bugün liberaller olarak öne çıkacak genç isimler vardı. Hem de bunlar idari kademelerde görevliydi. Hasan Cemal bu ekibin başını çekiyordu. Hasan Cemal'i, yabancı dili ve solu biliyor olması sebebiyle İlhan Selçuk, Oktay Akbal ve Sami Karaören aldırmıştı gazetenin İstanbul'daki merkezine. Cemal, 2 Nisan 1981'de gazetenin genel yayın müdürlüğüne getirildi. Karaören, bu konuda, 'Gençtir, yabancı dil biliyor, koşar, Cumhuriyet'i şey yapabilir. İşte yakışıklı makışıklı adamdır dedik. Ama Hasan Cemal tam bir ihanet içinde oldu. Ama şunu çok açık söylüyorum, vaktiyle komünistliği kimselere bırakmayanlar sonradan dönüş yapan kişiler oldular' iddiasındadır. Aileden Leyla-Bülent Uşaklıgil'in kızları Emine Hanım da müessese müdürlüğüne tayin edilir. Eski kadrosuna göre epey genç olan ekip gazeteyi liberal bir çizgiye getirmeyi kararlaştırır. Hatta Sami Karaören, liberal çizgiye gelme konusunda Hasan Cemal'in şu düşüncesini de kendilerine aktardığını söylüyor: 'Hep birlikte olduğumuz bir ortamda iken Nadir Bey'e teklif etti. 'Efendim' dedi 'biz öyle bir gazete olalım ki Atatürk'ün aleyhinde de bir yazı çıkabilsin Cumhuriyet'te.'
Liberaller uzaklaştırıldı
Bütün bunlar damla damla birikti. Osman Ulagay'ın, 1991'deki seçimden sonra yeni oluşacak hükümetin adresini, SHP'den ziyade DYP-ANAP olarak göstermesi ve İlhan Selçuk gibi isimlerin buna karşı tavır alması sonucunda Cumhuriyet Gazetesi'nin tarihindeki en önemli kriz patlak verdi. Hasan Cemal'in arkasındaki liberaller, İlhan Selçuk'un arkasındaki Kemalistlerin gazeteden ayrılması ile 5 Kasım 1991'den sonra gazetenin tek hakimi oldu. Ama gazeteden ayrılanların 'Cumhuriyet okumuyoruz' kampanyası, gazetenin geleceğini tehlikeye atınca eski ekip işi bıraktı. Ve 10 Nisan 1992 tarihinden itibaren de İlhan Selçuk ekibi yine Cumhuriyet'e geri döndü.
Bu olaylar gerçekleştiğinde Cumhuriyet Gazetesi'nin tirajı 120-130 binler civarında idi. Daha sonra sürekli düşerek 60, hatta 30-40 binlere inen satış bugün 45 ile 60 bin civarında. 7 Mayıs 2004'te 80 yaşını dolduracak olan Cumhuriyet Gazetesi'nin tirajı, 27 Mayıs'tan sonra diğer gazetelerin bir hafta kapatılması sonucu 500 bine ulaşması dışında 130 binlerden yukarı çıkmadı. Ve 1991'deki son hadiseden sonra eski okurlarını kaybettiği gibi yeni okur da kazanamadı. Gazetenin 1969-1977 tarihlerinde müessese müdürlüğünü yapan Sadun Tanju'nun, Cumhuriyet Olayı kitabındaki söylediklerine kulak verince, görülüyor ki gazetenin neden gerilediği ve okur kaybettiği konusunda 10 yıl önce yazılmış bir kitap bile hâlâ yol gösterici olabiliyor: 'Gazete, ülkenin ekonomik, sosyal ve siyasal gelişme grafiklerini izleyemiyor, geride kalıyordu. (...) Cumhuriyet, 1970'lerin başından itibaren, yayın ve politikaları ve içeriği ile ülkedeki gelişmeleri iyi izlemeliydi. Bunu yapamadı. Doğrusu yapmak istemedi. (...) ... Cumhuriyet, yeni oluşumları kendi görüş açısıyla değerlendirmiş; bir başka anlamda muhafazakarlığın kurbanı olmuştur. Bugün artık eleştiri yapmanın bile zamanı geçmiş bulunuyor.'
Cumhuriyet Gazetesi, dünyadaki gelişmeleri nasıl görüp değerlendirebilirdi ki. Çünkü gazetenin başında, on yıl önce Emin Karaca'ya '...Türkiye'de bir 'sivil toplum' için daha kırk fırın ekmek yemek lazımdır' diyen bir gazeteci-aydın-yazar olan İlhan Selçuk bulunmakta idi.
10 Nisan 1992'den sonra Kemalistlerin geri dönmesinden sonra gazetede yukarıda bahsedilen gelişmeler oldu. Cumhuriyet'in 90 milyara yükselen borçları ödenemez hale geldi. En büyük alacaklı ise İmar Bankası, dolayısıyla Kemal Uzan'dı. Uzan, alacakları konusunda anlaşmaya yanaşmadı, hatta icra yolunu tercih etti. Fakat Cumhuriyet, borçlarından kurtulabilmek için Yönetim Kurulu Başkanı Osman Nuri Torun'un bulduğu planı uyguladı. Bu plan 9 Aralık 1992'de yılında sonuca ulaştı ve gazetenin iflası sağlandı. Bu itirafın sahibi Cumhuriyet Gazetesi'nin 1967'den 1986 yılının başına kadar yazı işleri müdürlüğünü yapan ve halen gazetenin ikinci sayfasında yayınlanan makaleleri düzenleyen Sami Karaören. Karaören, Aksiyon'a aynen şunları söyledi: 'İcralar, hacizler vardı. Fakat (O zamanki yönetim kurulu başkanı) Osman Nuri Torun, çok güzel bir şey hazırladı. Dedi ki, 'Bir tek kurtuluş yolu var. İflasını sağlamak.' Hakimler yardımcı oldu. İflasını sağladık. İflas edince kurtulduk. Biz, sıfır borçlu yepyeni bir Cumhuriyet kurduk. Borçlardan kurtulmuş olduk. Hâlâ daha alacağı olanlar, bulurlarsa alacaklar! Bu yeni Cumhuriyet'in borcu yok.'
Sami Karaören, 'Hakimler yardımcı oldu' diyerek Cumhuriyet Matbaacılık ve Gazetecilik Türk Anonim Şirketi'nin 9 Aralık 1992'deki iflası hakkında şaibeli bir durumu açığa vururken, gazeteden alacaklı olanların da böylece haklarını tahsil edemediğini dile getiriyor bu açıklamasıyla.
Bundan sonra Türkocağı Caddesi, No: 39/41 Cağaloğlu adresinde bulunan 34599 ticaret sicil numaralı Cumhuriyet Matbaacılık ve Gazetecilik Türk Anonim Şirketi iflas etmiş, ardından 10 Mayıs 2000 tarihinde yine Türkocağı Caddesi, No. 39/41 Cağaloğlu adresinde 437909 sicil numarası ile Yeni Gün Holding Anonim Şirketi kurularak İstanbul Ticaret Odası'na tescil ettirilmişti.
Yaşayabilmek ve Türk medyasındaki diğer gazetelerle baş başa mücadele edebilmek için holdingleşen Cumhuriyet Gazetesi, Yeni Gün Holding'in de finans sorununa çözüm bulamaması sebebiyle hâlâ sermaye arayışını sürdürüyor. Maliye eski bakanlarından Zekeriya Temizel'in gazete adına temasları sürdürdüğü iddia edilirken, Cumhuriyet, bugün Türk medyasında, nerede ise tüm medya patronlarının hissesi bulunduğu bir gazete olarak da dikkat çekiyor.
Gazetenin resmi danışmanı Emre Kongar'a göre Çapan ailesinden işadamı Günay Çapan'ın yüzde 20 ile ortak olduğu, Karamehmet ve Doğan Grubu'nun da elinde hissesini bulundurduğu Cumhuriyet Gazetesi'nde en büyük pay sahibi ise işadamı Turgay Ciner. Günay Çapan'ın ifadesiyle yüzde 60 gibi bir oranla Merkez Grubu Cumhuriyet'te söz sahibi.
Bunlara rağmen okur da para koyarak Cumhuriyet Gazetesi'ne ortak olabiliyor. Günay Çapan, Cumhuriyet'te okurların patron olmasını istediklerini, bu nedenle gazeteye ortak olabilmenin yollarını açtıklarını, fakat okurun buna ilgi göstermediğini söylüyor: 'Sahip çıkmadılar. O zaman niye eleştiriyorsunuz şimdi? Cumhuriyet Gazetesi'nde hâlâ böyle bir imkan varken bunları konuşalım. Niye katılmıyoruz kardeşim! '
Fakat şu da bir gerçek ki, gazeteye kim ortak olursa olsun, destek verirse versin Cumhuriyet Gazetesi'nin yönetimi, İlhan Selçuk'un başında bulunduğu Cumhuriyet Vakfı'nın elinde. Hatta, eski Cumhuriyet çalışanlarının ifadesiyle Cumhuriyet Gazetesi'nde tek yetkili İlhan Selçuk! Patronsuz ve çalışanların çıkardığı gazete olduğunu söyleyen Cumhuriyet'te İlhan Selçuk'un istemediği bir şeyin gerçekleşmesi söz konusu değil.
Cumhuriyet Gazetesi'nin ortaklarından Günay Çapan, gazeteye zor şartlarda destek verdiği halde ortak olarak kabul görmediğini belirterek şunları anlatıyor: 'Sahibi olarak ben Cumhuriyet Gazetesi'nin genel yayın politikası içerisinde, yani gazetenin yayın ilkelerini belirleyen bir noktada değilim. Cumhuriyet'in yazar ve çizerlerinin hiç bir zaman ne fikriyatına ne de zikriyatına müdahil olmadım. Gazeteci değilim, işadamıyım. Birisi gidip cami yaptırıyor. Ben de Cumhuriyet Gazetesi'ne bağış yaptım. Burası daha bir ibadet yeridir diye...'
İlhan Selçuk'un gazetede sözü geçen tek kişi olmasından mıdır bilinmez, dosyayı hazırlarken ortada bir İlhan Selçuk gölgesi dolaşmaktaydı sanki. Görüşme talebinde bulunduğumuz Mehmet Barlas, Osman Ulagay, Hasan Cemal gibi isimler konuşmak istemezken, görüşme gerçekleştirdiğimiz bazı isimler de oldukça temkinli yaklaştı konuya. Hasan Cemal'in, Cumhuriyet'le ilgili yeni bir kitap çalışması içinde olduğunu öğrendik. İlhan Selçuk'un da bir Cumhuriyet kitabı yazacağı söyleniyor uzun zamandır. Nerede ise Türkiye Cumhuriyeti ile yaşıt olan, aralarında sadece 6 ay fark bulunan Cumhuriyet Gazetesi ile ilgili bugüne kadar yazılan tek bir kitap var. O da gazeteci-yazar Emin Karaca'nın kaleme aldığı 'Cumhuriyet Olayı' adlı kitap.
Medya kuruluşları, gazeteler Türkiye'nin kara kutularıdır. Ancak böylesine önemli; bürokrasi, asker ve sivil toplum üzerinde eskiden de olsa etkileyici ve yönlendirici; yayın hayatı boyunca bazı olaylara angaje olduğu bilinen Cumhuriyet gibi bir gazete hakkında bugüne kadar sadece bir kitabın çıkmış olması da oldukça üzücü.
Cumhuriyet Olayı kitabının yazarı Emin Karaca, kitap çıktıktan sonra İlhan Selçuk'un başında bulunduğu gazetenin kendisine adeta 'ambargo' uygulandığını söylerken, aileden Emine Uşaklıgil ise kitabın 'eksik' bile olduğunu düşünüyor.
İlhan Selçuk gölgesi
İşte böylesine, herkesin birbiri hakkında ve olaylar üzerine konuşmakta tedirgin olduğu bir ortamda görüşmek istediğimiz bazı isimler ile randevulaşmak bile çok uzun zaman aldı. Randevu gerçekleştirdiğimizde ise nihayetinde eski çalıştıkları kurum olması ve İlhan Selçuk'un halen başında bulunması sebebiyle görüşme yapmaktan vazgeçmeyi düşündüklerini itiraf edenler oldu. Selçuk görüşme talebimize olumlu yanıt vermezken bugün Cumhuriyet'te çalışmakta olanlardan sadece Sami Karaören'le röportaj gerçekleştirebildik. Cumhuriyet'te eskiden bir şekilde çalışmış olan kişilerden aldığımız bilgilere göre gazetenin halihazırdaki yayın anlayışını 'marjinal, statükocu ve Kemalist' olarak ifade etmek mümkün. Ama gazetede 1962-64 yıllarında çalışmış olan, daha sonraki dönemlerde de kitap kritikleri yazan Hilmi Yavuz'un burada bir itirazı oluyor: 'Bugün çağdaş bir Kemalizm yorumu yapılacaksa eğer bu yorum İlhan Selçuk'un ve onun düşüncelerinin üretildiği Cumhuriyet Gazetesi'nin Kemalizmi değildir bana göre.' 27 yıl çalıştıktan sonra 1993 senesinde Cumhuriyet'ten ayrılan Atilla Dorsay ise bakın bu konuda neler söylüyor: 'Cumhuriyet okuyarak Türkiye'yi takip edemez, Türkiye'nin, hatta dünyanın nabzını tutamazsınız. Cumhuriyet'in yöneticileri sanki sadece kendi gazetelerini okuyorlar gibi geliyor bana.' Hasan Cemal'le birlikte liberal kanadın iki numaralı ismi olan Vatan Gazetecisi idareci ve yazarlarından Okay Gönensin de Cumhuriyet'i okurların neden terk ettiği sorusuna şu yaklaşımı getiriyor: 'Statükocu çünkü. Hâlâ 1950'li, 1960'lı yılların ideolojik takıntılarını devam ettiriyor Cumhuriyet. Hiç bir özgürlükçü açılıma izin vermiyor. Ve hâlâ Türkiye'yi dar kalıplar içinde yorumlamaya devam ediyor. Avrupa Birliği'nden kuşku, Kıbrıs'ta çözümsüzlük, her türlü demokratik gelişmenin radikal sağa yarayacağına dair korku. Bu platformda da faşizan fikirlerle yan yana geliyor.'
Cumhuriyet'te değişimi gerekli görenlerin yanında bir değişimin mümkün olmadığını düşünenler de çıktı karşımıza doğal olarak. Hasan Cemal'in ekibinde yer alarak iki sene Cumhuriyet'te yazarlık yapan medya sosyoloğu ve Radikal Gazetesi Yazarı Haluk Şahin, demokrasinin sağlıklı bir şekilde çalışabilmesi için haber ve fikir yelpazesinin mümkün olduğu kadar geniş olması gerektiğinin altını çizerek 'Cumhuriyet'in Türk basınının şu döneminde çok önemli bir kurumu temsil ettiğini' düşünüyor. Şahin bunu söylerken, Cumhuriyet Gazetesi yöneticilerinin bazı konularda taşıdığı kaygılar noktasında 'Ben Türkiye'de sivil toplumun Cumhuriyet Gazetesi'nin zannettiğinden daha güçlü olduğuna inanıyorum' diyor. Atilla Dorsay ise, statükocu ve kapalı tutumu dolayısıyla Cumhuriyet'in, bugün oynayabileceği büyük toplumsal ve siyasal rolün ancak bir kısmını oynayabildiğini dile getiriyor.
Değişim için Günay Çapan, para sıkıntısını öne sürüyor. Hilmi Yavuz, çok radikal değişiklikler yapılırsa ancak Cumhuriyet'in değişebilmesini mümkün görüyor ama bugünkü anlayışla da değişimin önünün kapandığını düşünüyor. '1991'deki liberal değişimi gerçekleştirebilseydik bugün Le Monde, Washington Post gibi bir Cumhuriyet çıkıyor olacaktı' diyen Okay Gönensin'in yorumu da Hilmi Yavuz'la aynı: Şu anda Cumhuriyet son derece dar bir grubun sözcüsü halinde çıkıyor. Bütün haberleri taraf. Değişmez bu saatten sonra artık Cumhuriyet.'
12 Mart 1971 Muhtırası'ndan önce gerçekleştirilecek olan 9 Mart Cuntası'nda Milli İstihbarat Teşkilatı adına görev yapan ve İlhan Selçuk'la bu dönemde tanışan Mahir Kaynak ise konuyu farklı bir düzleme taşıyor: 'Türkiye demokratik rejimi seçtiğinde Cumhuriyet Gazetesi asker-sivil-bürokratların sözcüsü konumunda idi. Ve çok da güçlü idi. Gücünün azalması, aslında gazetenin kötü yönetilmesinden kaynaklanmıyor. Asker-sivil-bürokratların güç kaybına uğramasından kaynaklanıyor. Çünkü bir yandan halk siyasete daha çok katıldı ama asıl önemlisi, bugüne kadar gelen süreç içerisinde devletin ekonomik kaynakları sınırlandı, elinden alındı. Dolayısıyla bunlar da etkisiz hale geldiler. Hele şu son zamanlarda özelleştirme sonucu bu gücü tamamen kaybettiler. O bakımdan Türkiye'de neden CHP veya asker-sivil-bürokratları temsil eden görüş kaybediyor, liderleri mi kötü, iyi yönetilemiyorlar mı sorularının cevabı 'Hayır' onunla ilgili değildir. Sebep o gücü destekleyen maddi temelin ortadan kalkmasıdır. Ve kimse bunu düzeltemez. Yani Cumhuriyet'e daha başka yöneticiler de getirseniz politikaları değişmezse yeniden güç sahibi olmaları mümkün değil.'
YENİ GÜN HOLDİNG A.Ş. Yönetim Kurulu Üyeleri:
Erol Erkut, İlhan Selçuk, İbrahim Yıldız, Akın Atalay, Alev Coşkun, Günay Çapan
Firmanın İş Konusu: Esas itibari ile görüntülü, sesli, basılı ve elektronik iletişim araçları ile yayıncılık faaliyetleri göstermek üzere kurulmuş ya da kurulacak şirketlerin sermaye ve yönetimine katılarak bunların yatırım....ve ana sözleşmesinde yazılı olan diğer işler.
BÜTÜN MEDYA PATRONLARI ORTAK
İlhan Selçuk'un Emre Kongar'a verdiği bilgiler ışığında Cumhuriyet Gazetesi:
* Vakıf, holding içinde değişmez ve imtiyazlı olarak yüzde 10 hisseye sahiptir.
* Holding, Cumhuriyet Gazetesi'ni yayınlayan Yeni Gün Haber Ajansı'nın mali işlerini koordine eder, hiç bir şekilde yayın politikasına karışmaz.
* Cumhuriyet Gazetesi'nin yayın ilkelerinin uygulamasını yayın kurulu yapar. Yayın kurulu, vakıf tarafından atanmıştır ve bu konudaki tek yetkilidir.
* Holding'in yüzde 10'u vakfa ait olan imtiyazlı hisselerinin dışındaki dağılımda, bir ikinci yüzde 10 da Cumhuriyet okurlarına aittir. Bu kişilerin sayısı 240'tır.
* Holding hisselerinin yüzde 20'lik bir bölümü Kasım 2000 tarihinde Günay Çapan'a satılmıştır.
* Son günlerde ikinci bir yüzde 20 hisse de Park Grubu'na satılmıştır.
Şimdi resmi bilgiler içinde yer almayan ve bazıları muhtemel gelişmelere ilişkin olan üç bilgi daha vereyim:
* Doğan grubu da holdingde üç yüz bin dolarlık hisse almak istemiş, bunun elli bin dolarını ödemiş, sonradan hisselerini bu miktarla sınırlı tutma eğilimi göstermiştir.
* Günay Çapan hisselerini devretme eğilimindedir.
* Holding yeni ortaklar aramakta ve çeşitli sermaye gruplarıyla temaslarını sürdürmektedir. Temas sürdürülen gruplar ve kişiler arasında Çukurova grubuna mensup olanlar da vardır.
Kaynak: http://www.kongar.org/medyanotu/249_Medya_Yeniden_Yapilanabilecek_mi_VII.php
şeklen yumurta kaynatmaya benzese de ihtiva ettiği mana bakimindan farklidir ve alışılagelmişin dışındadır.
yemek tarifi vermek gibi olacak ama, çaydanlıkta patates kaynatmak için gerekli olan elemanlar
- 1 adet patates(orta boy)
-bir adaet çaydanlık(kullanılmayan)
-1 adet aç insan
-1 adet aç insanın zeka bakımından mahruım olan beyni
Bir öz var ama özden uzak Sözler
19.07.2005 - 16:18herkes yalan söyler; ama dahilerin yalanları en gerçekçi olanlarıdır
çah
Bir öz var ama özden uzak Sözler
19.07.2005 - 16:0320 lik...iktibas edilmiştir...
1-'şüphe değil,kesinliktir insanı deli eden.. '
2-'hayatta amaçlanacak iki şey vardır: önce istediğine ulaşmak sonra onun keyfini çıkarmak..sadece en akıllılar ikinciye ulaşır.. '
3-'kovalamaktan,aramaktan yorulduğumdan beri bulmayı öğrendim.. '
çil
19.07.2005 - 15:42Yasin
kaligrafi
18.07.2005 - 23:02ilkokulda güzelyazı dersleri olurdu; bu dersler için de hazırlanmış defterler: güzelyazı defterleri.
işte kaligrafi dedikleri güzel yazı yazma sanatıdır.
cümle içinde kullanmak gerekirse bir zamanlarki türkçe derslerini yad etmek maksadıyla
Kaligrafi metoduna aşina olan babam, annemin yüzünü bu yeteneğiyle dekore etmişti :)
pastörize
18.07.2005 - 22:56devşirme bir kelimedir..süte milk diyen şirketler oldukça, pastörize sütler de olacaktır bu memlekette..
SEViYELi BERABERLiKLER
18.07.2005 - 22:55seviyeli beraberlikler; bana çağrıştıdığı abesle iştigal etmek..seviyeli ne demek, beraberlik ne demek; seviyeli beraberlik ne demek?
bir isim uydurulmuş, insanlar da buna inanmış..seviyeli beraberlik yoktur; saygıyı içeren birliktelik vardır; sevgiyi içeren birliktelik vardır; güveni içeren; hangisi seviyeli olmanin önşartıdır? Buna cevap veremezsiniz; çünkü seviyeli diyen bir referans noktası belirlememiştir. O yüzden manası yoktur bu terimin
bulanık
18.07.2005 - 22:53tertemiz bir su ya da size görünen bu; bir avuç toprak, avucun içindeki toprağın suya boşaltılması ve bir belirsizlik: bulanık
Bulanık suda balık avlanmaz
Bulanık suda yüzülmez
Bulanık suda açılınılmaz
İnsanların bazıları da bulanıktır; onlara sır verilmez, dost edinilmez; çünkü bulanık olan insanın içinden ne çıkacağı belli değildir
şebnem ferah
18.07.2005 - 22:40evet yeni albümü dinledim...sert gerçekten şebnem ferah in da soyledigi gibi..sozler gene çok iyi..üzerine yazı yazalabilecek cinsten..ama bana sözler şarkıları çok zorluyor gibi geldi; hani bir anda akıveren sözler değil bunlar..eminm ki şebnem f. da zorlandı; çünkü öyle görünüyor; açıkcası dinlerken ben de zorlandım :))
daha tam olarak tadini alamadim; ama yakında bir şeyler olmaya başlar :)
Kendini nimetten sanmak
18.07.2005 - 22:38bir önceki terime yazımı astığımda bu terimin de niçin açıldığı ortaya çıkacak.
şebnem ferah
18.07.2005 - 16:58yeni albümü çıktı bugun aldim, daha dinlemedim ama dinleyince nasil oldugunu yazacagim
nostradamus
17.07.2005 - 23:17bölüm 3
Nostradamus, 1556'da kehanetlerini merak eden Kraliçe Catherine de Medici'nin de tesiriyle, Kral 2. Henry tarafından saraya çağrıldı. Kralın özel doktoru ve aynı zamanda sarayın astrologu oldu. Dörtlü mısralar hâlindeki yaklaşık bin kehaneti ihtiva eden on ciltlik 'Centuries' adlı eseri, “Michel de Nostradamus'un Kehanetleri” adıyla yayımladı. 1566 yılının Haziran ayında Franciscan Manastırı’nda öldü. Hayatı sırlarla doludur. İlgili belgelerin azlığı bir yana, kâhinin elinden çıkmış metinler de tarihçiyi, çözümlenmesi neredeyse imkânsız, hatta hiçbir kâideye uymayan, her yöne çekilebilecek abuk-sabuk bir dilin karanlıklarına iter. Tarihçinin karşılaştığı diğer bir problem ise, kâhinin eserine ilişkin olarak ortaya atılan her çeşit taklit, uydurma ve hilekârlığın çokluğudur. Orijinal metinlerin hemen hepsi yok olmuş ve popüler baskılar, her defasında daha fazla hayâl mahsulü, bölük pörçük dörtlükler hâline getirilmiştir. Bu farklı baskılardan orijinal olan hangisidir? İnsanların geleceği bilme merakından dolayı, Yüzyıllar (Centuries) 1989'a kadar 170 baskı yapmıştır.
Nostradamus'un, hemen herkesin söyleyebileceği, her mânâya çekilmeye müsait, fakat işaret ettiği hâdiseyi tam olarak karşılayamayacağı için de daima bir yanı sırlı kalıyormuş intibaı veren dörtlüklerinden birisi, Nostradamyenler (Nostradamus'u şişirip efsaneleştirenler) tarafından sık atıf yapılarak meşhur bir kehanet hâline getirilmiştir. Fakat, Nostradamus'un Maskesi (The Mask of Nostradamus) kitabının yazarı Amerikalı James Randi bu dörtlüğün diğerleri gibi, olan-biten hâdiselerle örtüşmediğini gözler önüne sermiştir. James Randi, Nostradamus'un doğduğu ve 16 yaşına kadar yaşadığı köyü (Saint-Rémy-de-Provence) ve çevresini adım adım dolaşmış, onun tesiri altında kaldığı ortam ve devir ile dörtlüklerine yansıyan düşünceleri (hatta anlamsız ifadeleri) karşılaştırmıştır. Bu arada dörtlüklerde geçen birçok coğrafî şekil, yer ismi ve tabiat gözlemlerinin Nostradamus'un köyünün çevresinde bulunduğunu tespit etmiştir. Şâir ruhlu genç Nostradamus'un gezip dolaştığı, hayallere daldığı mekânlardır buralar. Ve James Randi, Nostradamus'un, 16. yüzyıl Fransa’sında, bir yandan şiir, kehanet ve hurafe meraklısı saray çevrelerinin zaaflarını keşfeden uyanık şâir, diğer yandan da kâhin üretme ihtiyacındaki çevrelerin ve genel olarak bütün bir toplumun elbirliğiyle şekillendirdiği zorakî bir kâhin olduğu neticesine varmıştır. Bu duruma, yukarıda sözünü ettiğimiz dörtlük ve bunun etrafında oluşturulan gerçek dışı yakıştırmalar tipik bir örnek olarak verilebilir. Nostradamyenlere göre Kral 2. Henry'nin ölümünü haber veren Nostradamus'un Birinci Centuries’inin otuz beşinci dörtlüğü şu şekildedir:
'İhtiyar, genç aslana binecek
Savaş alanında tekil düelloda
Altın kafeste gözlerini oyacak
Gözün biri yitecek, sonra ölüm, zalim ölüm.'
nostradamus
17.07.2005 - 23:17bölüm 4
Şimdi de vuku bulan hâdiselere bakalım: 1559 yılı yazında, Paris aynı anda iki büyük evlilik törenine şahit oluyordu. Bunlardan biri, Kral 2. Henry'nin kızı Elizabeth ile İspanya Kralı 2. Philippe'in, diğeri ise, Henry'nin kız kardeşi Marguerite ile Savoie Dükü'nün düğünleriydi. Kutlama şenliklerinin kapanışı için saray, Saint-Antoine Caddesi’nde (şimdiki Vosges Meydanı) bir turnuva düzenlemişti. Son bir oyunda Kral 2. Henry ile Montgomery Kontu karşı karşıya geldi. Kontun fırlattığı mızrak, çarptığı yerde kırıldıktan sonra Henry'nin kafatasına saplandı ve Kral on gün sonra korkunç acılar içinde hayatını kaybetti. Bu, bu tip turnuvalarda rastlanan bir kazaydı. Nostradamyenler ise, yukarıdaki dörtlükte bu kaza haberini görmek istediler. Fakat James Randi'nin tespitiyle, dörtlükteki tarifler gerçek hayattaki duruma uymuyordu. Kral ile Kont arasındaki yaş farkı sadece birkaç yıldı. Yani genç ve yaşlı nitelemelerini gerektiren bir durum yoktu. Kral, savaş alanında öldürülmedi (şiirde geçen Lâtince bellum kelimesi, savaş anlamına gelmektedir) . Söz konusu olan, bugünün spor müsabakaları arasında sayılabilecek bir turnuvaydı. ‘Altın kafes’ deyimi hiçbir mânâ ifade etmemektedir. Zırhlar ve koruyucu kasklar, kral için bile imâl edilse, asla altından yapılmıyordu. Bunun için çok yumuşak bir metal kullanılıyordu. Aslan ise, hiçbir zaman Fransa krallarının amblemi olmamıştı. Nostradamyenler, dörtlüğün son mısraında geçen 'classes' kelimesini, Yunanca'daki klâsis (kırık, yara) olarak anlamak istemişlerdir. Fakat Nostradamus Lâtince öğrenmişti, Yunanca değil; eğer 'classes' kelimesine antik bir anlam vermek isteseydi, Lâtince 'flottes' (donanmalar) kelimesine müracaat ederdi. Dolayısıyla, ne mânâ bütünlüğü, ne de kullanılan kelimeler açısından kehanete konu edilecek bir özellik taşımayan bu dörtlük de Nostradamyenlerin elinde, belki şâirinin bile aklına gelmeyen hâdiselerin habercisi bir malzeme hâlini almıştı. Matbaa Fransa'ya geleli yarım asır kadar bir zaman olmuştu. James Randi'ye göre, gözlem, hayal ve ifade gücüne sahip, kâbiliyetli bir söz ustası olan Nostradamus, dörtlüklerinin, çoğaltılıp yayılan edebî çalışmalar arasına girmesi, tanınması ve aranan bir kitap olması için de elinden gelen gayreti göstermişti (Rouzé & Ziegler, 1992) .
Nostradamus'un dörtlüklerini kehanet olarak görüp, birçoğunu tekellüflü (zorlamalı) olarak yorumlayanlara göre bazı kehanet örnekleri şunlardır: 2000'lerde, Avrupa ile İtalya arasında savaş; Chiren'in birliklerin başına gelmesi ve Avrupa ordusunun savaşı kazanması. 2020 yılında, atomik bir saldırı Roma'da taş üzerinde taş kalmaması (atom kelimesini kendisi kullanmadığı hâlde) . 2050 yılında, iki Almanya'nın birleşmesi ve yerküre üzerinde 57 yıl süreyle barışın hâkim olması. Ayrıca, Nostradamus'un büyük bir kâhin olarak tanınıp herkesçe kabul edilmesi. 2076 yılında, bir ihtimal, Avrupa ile Asya/Afrika ülkeleri arasında 4. Dünya Savaşı'nın çıkması. Savaşın 25 yıl sürmesi ve bitiminde yarı yarıya çöle dönmüş bir dünya bırakması. 2106 yılında, 4. Dünya Savaşı'nın sona ermesi ve 1.000 yıllık barış döneminin başlaması. Bugün için düşünülmesi bile zor olan olağanüstü buluş ve gelişmelerin ortaya çıkması. Yüksek bir hayat düzeyi. 3750 yılında, yeni bir savaş ve o güne değin yaşanmamış ölçüde bir korku dalgası. 3797 yılında, son günün gelip çatması ve yeryüzü ile gökyüzünün yepyeni bir çevreye bürünmesi. İnsanoğlunun ölümsüzlüğe erişmesi. Her türlü kötülüğün, bir daha geri gelmemek üzere saf dışı edilmesi ve ölümün ölümsüzlüğe dönüşmesi. Üçüncü Dünya Savaşı 2076'da, dördüncüsü ise 2106'da çıkacak. Dördüncü Dünya Savaşı sonrasında bin yıllık ‘barış çağı’ yaşanacak. Hayat 3797 yılında sona erecek. Nostradamus'a göre sadece insanlık bitecek, dünya hiç yok olmayacak.
Belli ki Nostradamus, eserini genel bir takım söylemler, metaforik dizeler hâlinde vermiş ve her duruma, her hâdiseye uydurulabilir yuvarlak lâflar etmiş. Büyük bir hâdise olduğunda da aklı evvel birileri, Nostradamus'un kutsal(!) metinlerini yaprak yaprak karıştırıp bu hâdiselere uygun bir dörtlük bulmuş (ve buluyor) .
nostradamus
17.07.2005 - 23:16bölüm 5
Nostradamus'un 'Yüzyıllar' isimli eserindeki bir dörtlüğü:
'Tanrı’nın şehrinde büyük bir gümbürtü kopacak
Çıkacak kaos, iki kardeşi helâk edecek
Güçlü kale zorluklara tahammül ederken, yüce lider dayanamayacak
Büyük şehir yandığı sırada, büyük savaşların üçüncüsü patlayacak.'
Bu dörtlükleri yorumlayanlar diyorlar ki: Şiirde geçen 'Tanrı'nın şehri' New York'tur. 'Helâk olan iki kardeş' 11 Eylül saldırısına maruz kalan İkiz Kule’lerdir. 'Güçlü kale' Pentagon'dur. 'Yüce lider' Amerika'dır.
P. Whitmure göre, 'Astroloji ve buna dayalı kâhinlik, hem geçmişte hem de günümüzde bâtıl inançların en derin olanıdır.' Nostradamus'un 946 kehânetinden ancak 70 tanesi, zorlayarak, meydana gelen hâdiselere bir dereceye kadar uydurulmuştur. Bunların da ekseriyeti hemen herkesin her şeyle irtibatlandırabileceği, gerçekleşmesi muhtemel hâdiselerdir. Nostradamus, kötü niyetli bazı kişilerce şişirilmiş basit bir şarlatandır. İşin garip tarafı: Allah, âhiret ve kader gibi bedihî hakikatlere inanmakta güçlük çekenlerin, bu tür fırsatçıların saçma sapan sözlerine kolayca inanmalarıdır. Nostradamus gibilerin en iyi dostu, yalanları unutturan zamandır. Meselâ, 'falan tarihte, filan adam öldürülecek' derler. Adam gerçekten öldürülürse, bu iyi reklâm olur ve çok uzun süre unutulmaz. Hâdise gerçekleşmediği takdirde, bu yalan kısa sürede unutulur gider. Nostradamus, kehânetlerinde 'mukaddes yazıları rehber tutup, astonomik hesaplarla sonuca gittiğini' itiraf etmektedir. Bu mesele araştırıldığında onun, “Muhyiddin-i Arabî”nin eserlerinden de bazı haberleri aşırdığını görüyoruz. O büyük velînin geleceğe dâir çeşitli işaretlerini, kendi kafasına göre yorumlamak, Nostradamus’a lâyık bir sahtekârlıktır.
Charles Ward'e göre; “O, bilmecelerle konuşan biridir. Sathî bir Hıristiyan, samimi bir putperesttir. Önceden yakılacağını haber verdiği Pouzin şehrini kendisi yakmıştır! ” Nostradamus belirsiz, çift mânâlı, her tevile açık sözler söylemekte ustadır. Bernard Capp'ın tespitine göre o, sözlerini dramatik bir belirsizliğe büründürmekte mâhirdi. Bu yüzden de kehânetleri çağımıza kadar canlı(!) tutuldu. Araştırmacı James Laver'in Nostradamus hakkında yaptığı araştırma raporundaki ifadeleri daha da enteresandır: 'Yazıları, şiir ve edebiyat kaidelerine uymaz; düzensizdir ve uydurulmuş kelimelerle dolu birer lâf yığınıdır. Şiirlerinden doğru dürüst bir mânâ çıkarmak mümkün değildir. Sözlerinin çoğu anlamsız bir kelime yığınıdır.' Kehanetleriyle ilgili yorumların hepsini kritiğe tâbi tutsak pek sağlam bir şey ortada kalmaz. Veya başkaları başka, hem de hiç alâkası olmayan yorum ve yakıştırmalar yapabilir. Nitekim bir Türk gazeteci ve yazarı yukarıdaki dörtlük hakkında şunları söylemiştir: 'Şimdi gelin Nostradamus'un aynı şiirini 2000'lerin Türkiye'sine uyarlayalım, daha doğrusu canımızın istediği gibi şerhedelim; '2000'de yapılacak olan genel seçimler, Allah tarafından korunan şehirde, yani evliyaların en büyüklerinden olan Hacı Bayram Veli'nin yattığı Ankara'da büyük bir gümbürtü kopartacak, iktidar el değiştirecek. Siyasî görüşleri aynı olmasına rağmen bir türlü biraraya gelemeyen düşman kardeşler, M.Y. ve T.Ç. silinip gidecekler. Kale gibi güçlü olan devlet bu gümbürtüye dayanacak, ama yüce lider S. D.'nin bütün ümitleri suya düşecek ve siyaset sahnesini terk edecek...’ Nostradamus'un şiirinin ilk üç mısraını böyle yorumladıktan sonra ‘Büyük şehirde bir yangın çıkacak ve bu yangının hemen ardından Üçüncü Dünya Savaşı patlayacak’ dediği satıra da istediğiniz mânâyı verebilir, yani uydurabilirsiniz.” (Murat Bardakçı, Hürriyet gazetesi) .
Velâyet hakikatine misâl: Müştak Dede
1759'da Bitlis'te doğan Müştak Dede'nin asıl ismi, Peygamber Efendimiz'in (sas) ismine hürmeten konmuş olan Muhammed Mustafa'dır. Kendisi medrese tahsili görmüş, daha sonra Şems-i Bitlisî'nin yanında tahsiline devam etmiştir. Ayrıca Hacı Hasan Şirvânî'nin yanında da eğitim görüp mutasavvıf bir şâir olarak yetişen Müştak Dede, sürekli seyahatler etmiştir. 1847'de basılan divanında, rumuz ve işaretler vardır. Gerçek bir veli ve sûfî olan Müştak Dede'nin divanından Ankara'nın başşehir olacağına dâir şiir, olmuş olacak her şeyin Allah'ın katında ilim nev'inden yazıldığına (kaderin varlığına) açık bir delildir. Müştak Dede'nin divanı, Allah'ın velilerin kalbine ve zihinlerine değişik vasıtalarla (sünuhat, tüluat, sezgi, ilham, altıncı his, rüya vb) ulaştırdığı kaderî plânda ilmî varlıkları olan, ama haricî varlık elbisesi giymemiş geleceğe dâir hâdiseleri istediği takdirde, izin verdiği ölçülerde ulaştırdığına dâir binlerce misalden biridir. Müştak Dede'nin geleceğe dâir haberleri, Nostradamus'un haberleriyle kıyaslanmayacak kadar açık ve nettir. Meselâ Müştak Dede, daha başşehir olmadan yüz sene önce, hiç yoruma gerek kalmadan, üsûlüne uygun olarak, ama ehlinin anlayacağı şekilde Ankara'nın, İstanbul gibi başşehir olacağını haber vermiştir. Bu şiir, İstanbul'da Takvim hâne-i Âmire'de, Hicri 1268 senesinde taş basma olarak basılan divanın 29. sayfasında mevcuttur:
1. Me'vâ-yı nâzenîne ki(m) 'Elf' olursa 'Efser' Elif=A
2. Lâbût olur o me'vâ İslambol ile hemser
3. 'Nun ve Kalem' başından alınsa 'Nun'u Yunus, Nun=N
4. Aldıkça harf-i diğer olur bu remz azhar.
5. Miftah-ı Sûre-i Kaf serhadd-i Kaf tâ 'Kaf' Kaf=K
6. Munzam olunmak ister 'Ra'yı Resul-i Peygamber Ra=R
7. Hâ-yı hû ile âhir maksud oldu zâhir Hû=H
8. Beyt-i Veliyyu'l-Ekrem Elhâc Abd-i Ekber
9. Ey Pâdişah-ı Fahham Sultan Hacı Bayram
10. Ruhundan ister ikram Müştak-ı abd-i çâker.
Bu şiirin 1, 3, 5, 6 ve 7. mısraları 'elif', 'nun', 'kaf', 'ra' ve 'he' ile, yani aslî harflerle Osmanlıca yazılışa uygun olarak Ankara'yı,
İkinci mısra, rumuzlu olarak haber verilen bu şehrin başşehir olacağını,
Yedinci mısra, bu oluşun 'Hâ-yı hû' ile yani İstiklâl Savaşı'na işaretle, gürültü ve patırtı ile vuku bulacağını,
Birinci mısra, bunun ebced hesabı ile 341 tutan Efser'e 'Elf' yani bin ilâve olunmak suretiyle 1341’de vukua geleceğini göstermektedir.
İkinci mısrada İstanbul ile hemser=başabaş olacağı bildirilen şehrin Ankara olduğu, birinci mısradaki “Me'vâ-yı nâzenin” kelimeleriyle 8 ve 9. mısralardaki ifadelerle de açıklanmış bulunmaktadır. Zîrâ Bayram Veli'nin türbesi Ankara'dadır.
Hakikaten ‘Düstur’un 5. cildinin, 381. sayfasında Ankara'nın başşehir olarak kabulüne dâir 27 sayılı umûmî heyet kararı 13.10.1339 Rumî tarihi taşımakta. Bu tarih ise, Hicri 1341 senesine tekabul etmektedir.
Aslında 3. beytteki 'Nun ve kalem... başından alınsa 'Nun'u Yusuf', ifadesinde Yunus Emre gibi dervişlerin başlarına koydukları “Nûn”ların da daha sonra Tekkelerin kapanmasıyla başlarından alınacağına, o kıyafetlerin de kaldırılacağına bir işaret vardır.
Fakat Müştak Dede bir kâhin değil; bir velidir. Büyücülükle de asla alâkası yoktur.
Konuyu Peygamberimiz'in (sas) bir hadîs-i şerifi ile noktalayalım: 'Bütün müneccimler (kâhinler) yalancıdır.'
akıncılar
17.07.2005 - 23:14Osmanlı Akıncıları
Hadi İSTEK /Sızıntı/Temmuz 2005
Osmanlı’dan ne zaman bahsedilse, söz dönüp dolaşır akıncılara gelir. Aklımızda, ‘Akıncı nedir, hangi işlerden mesuldür, nasıl yaşar ve gâyesi nedir? ’ gibi birçok soru oluşur.
Akıncılar yağma gâyesiyle düşman içine giren ve talanla hayatlarını geçiren bir topluluk değildi. Onlar, kendilerine kılıç çekmeyene kılıç çekmez; ‘aman’ dileyene dokunmazlardı. Serhat topraklarında yaşayan akıncıların pek çoğu, Avrupa ve Balkan dillerini bilen, aynı zamanda bilgili ve kültürlü insanlardı.
Akıncılar, baştan neyi kabul ettiklerini çok iyi biliyor, ölümle kol kola hayatlarını devam ettiriyor ve bunu sırf Allah rızasını kazanmak uğruna yapıyorlardı.
Akıncılar, gönüllerindeki aşk ve heyecanla kendilerini devletin milletin ve dinlerinin bekâsına adamış, gerektiğinde canını vermekten çekinmeyen Hak fedaileriydi. Gönlünde bu aşk ve heyecanı tutuşturabilen insan, cihadı en büyük ideali hâline getirir ve bu uğurda ölmeyi cana minnet bilir. Kalemiyle cihada iştirak eden yazardan, doğruluğu hâl diliyle anlatan Müslüman’ın yaptığı cihada kadar, çeşitli cihat şekilleri vardır. Akıncılar da haksızlığı, hak bilen düşmanla yaka paça olmayı tercih etmişler ve bunun neticesinde peygamberlikten sonra mertebelerin en büyüğü olan şehitliği talep etmişlerdir.
İslâm gerektiğinde silâhlı mücadeleye cevaz vermiştir; ama, bu konuda birçok şart belirlemiştir. Müslümanların din, nesil ve mallarının müdafaa edilmesi, düşünce hak ve hürriyetlerinin korunması, yapılan karşılıklı anlaşmalara uyulmaması, Müslümanlara ve onların himayesinde bulunanlara zulmedilmesi, bu hususlardan sadece bazılarıdır. Ama ne acıdır ki biz, bu hakikatleri hiçbir zaman olduğu gibi dışarıya anlatamamışızdır.
Akıncıların vazifesi, başlarındaki beylerin önderliğinde sınır muhafazasına çalışmaktır. Akıncılar, bulundukları toprakları korumakla birlikte gelebilecek saldırılara ve tehditlere karşı caydırıcı bir güç konumundaydılar. Avrupalıların sonraki asırlarda kurduğu özel komando birliklerini akıncılardan ilhâm alarak oluşturduğuna dâir rivayetler vardır.
Akıncıların akınlarını, Hz. Peygamber (sas) dönemindeki seriyyelere benzetebiliriz. Gerektiği yerde düşmana fiilen karşı koyma, halkın can ve mal güvenliğini koruma ve bu uğurda savaşma, akıncıların vazgeçilmez hayat tarzıydı.
Bir eski eğri kılıç... Kakmalarla süslü kını,
Bununla belki yapılmıştı Türk’ün ilk akını!
Bir eski eğri kılıç... Kabzasında yakutlar,
Bununla belki kırılmıştı bir zaman putlar....
Orhan Seyfi Orhon
akıncılar
17.07.2005 - 23:13bölüm 2
Osmanlı, Hazreti Peygamber’in (sas) : “Ne zulmediniz ne de zulme uğrayınız.” sözünü kendine şiar edinmişti. O kimsenin hakkına tecavüz edip, kimseyi ezmezken; ezilmemeye, zulme uğramamaya da dikkat ediyordu. Bunun için Payitaht’ta ordu savaş için hazırlanırken, hafif piyade birliği olan akıncılarla zaman kazanılıyor, âni baskınlara karşı teyakkuzda olunuyor ve sınır muhafaza ediliyordu. Akıncılar, Fatih Sultan Mehmet’in şu sözlerini kendilerine düstur ediniyor gibidir: “Bu zahmet din yolunadır, ahirette Allah huzuruna varınca inayet ola. Zîrâ elimizde İslâm kılıcı var. Eğer bu zahmeti ihtiyar etmezsek, bize gazi demek yalan olur.” Yine şanlı padişah Fatih Sultan Mehmet: “Üstümüze kılıç çekilmedikçe, ülkemize girilmedikçe, teb’ama cefa edilmedikçe bizden kimseye zarar gelmez.” derken, onun akıncıları da aksini yapamazdı zaten. Müslümanlar, tarihin hiçbir devrinde, devlet, millet ve fert olarak kimseyi istismar etmedikleri gibi, hâkim oldukları yerlerde sömürü ve istismara da hiçbir şekilde izin vermediler.
Akıncılığın temelinin Osman Gazi döneminde, Köse Mihal tarafından atıldığı söylenir. Orhan Gazi zamanında daimî piyade ve süvari askerlerinin teşkiline kadar hep akıncılar kullanılmıştır. Osmanlı uç beyliğinin kısa sürede devlet hâline gelmesi de, akıncılar sayesinde olmuştur. Akıncılığın bir ocak şeklinde kurulmasında Evrenos Beyin büyük emeği olmuştur.
İlk zamanlar akıncı beylerinin çoğu, Osman Gazinin yoldaşları olan kumandanların çocuklarıydı. Akıncı beylerinin yetkileri çok geniştir, onlar istediklerini ocağa alır istemediklerini de ocaktan çıkarabilirlerdi. Divan-ı Hümâyun bu işlere hiç karışmazdı. Çok güvenilen akıncı beyi büyük bir selâhiyete sahipti, emirleri doğrudan doğruya padişahtan alırdı.
Akıncı beylerinin rütbeleri sancak beyi seviyesindeydi. Akıncı eri, yüzlerce defa canını ortaya koyduğu için, diğer birçok ocağın subayından imtiyazlıydı. Akıncılar içerisinde fedai, dalkılıç, serdengeçti, deli, azap, gönüllü, beşli gibi şahıs ve grup isimleri vardı. Küçük rütbeli akıncı zabitlerine ‘toyca’ veya ‘taviçe’ denirdi. 16. yüzyıl sonlarında 40 bin olan akıncı mevcudu, zaman içerisinde artma ve azalmalar göstermiştir.
Akıncılar, yakaladıkları esirlerden aldıkları bilgileri merkeze iletirlerdi. Akınlar, katılan akıncı sayısına göre isimler alırdı. 100 kişiden az akıncıyla yapılana çete, 100’den fazla kişiyle yapılana haramilik, akıncı beyinin kumandası altında yapılana ise, akın denirdi.
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik;
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!
Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı ilerle!
Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kâfilelerle
Yahya Kemal Beyatlı
Silâh ve teçhizatları uygun olmadığından, akıncılar kale kuşatmasına katılmazlardı; ancak akıncı fedâilerinden serdengeçtiler, kuşatılmış kaledeki düşmanın arasına dalarlardı.
Akıncılar, sürekli ordu birliklerine dahil değildir. Rumeli’de serhat boylarına yakın yerlerde yaşayan akıncılar, sınır bölgelerinde pürüz çıkaran düşman memleketlerine âni baskınlar tertipleyerek onları yıpratırlardı.
Bu gruplar içerisinde en ilginci ‘deli’ adı verilendir. Düşmanı görünce âdeta deliye dönen bu grubun mensuplarını kimse durduramazdı. Ordu ile sefere iştirak ettiklerinde, savaşın en ön safında yer alır ve düşmana ilk onlar saldırırdı. Bu gruptan olanlar bazen hiçbir silâh kullanmaz, sadece kendilerini savunmak için yanlarında bulundurdukları kalkanlarla düşmanın içerisine dalar, kendilerine yapılan kılıç hamlelerini kalkanlarıyla savuşturup, mermere vurarak sertleştirdikleri o koca elleriyle düşmanın yüzünde şimşekler çaktırırlardı. Topu topu bir avuç deliyle baş edemeyen düşman, geride kendi sayısına yakın Türk ordusunu görünce paniğe kapılır ve birer ikişer kaçışırdı. Bu delilerin bir kısmı eğersiz ata biner, bir kısmı da akşama kadar ellerini mermer gibi sert cisimlere vurarak nasır bağlatırdı. Kat kat nasır bağlamış bu eller, düşman için kılıçtan daha tesirli bir silâh olurdu. Deli adıyla anılan bu süvariler, 15. yüzyıl sonlarından itibaren istihdam edilmişlerdir. Önceleri sadece Avrupa’daki sınır boylarında kullanılan deliler, ‘bayrak’ adı altında 60’ar kişilik ocaklara ayrılırdı. Başlarındaki kumandanlarına Delibaşı denirdi. Delibaşın altında gönüllü ağası ve bölük ağası gibi zabitler vardı. Deli süvarisi olmak isteyen, cesaretiyle kendini ispatlamak zorundaydı. 16. yüzyılda kurt, sırtlan, pars gibi vahşi hayvan derilerinden yapılmış elbiseler giyen delilerin, atları da akıncılarınki gibi çevik ve dayanıklıydı. Delilerin silâhları ise, akıncılarınki gibi kılıç, kalkan mızrak, balta ve bozdoğandı. Akıncılar Hazreti Hamza ve Hazreti Ali’yi pîr olarak görürlerdi.
Bilmemiş var mı geniş yeryüzünün serhaddi,
Yıkmış ufkunda durup karşı koyan her seddi.
Yeni bir ülkede yem vermek için atlarına
Nice bin atlı kapılmıştı fetih rüzgârına.
Yahya Kemal Beyatlı
akıncılar
17.07.2005 - 23:12bölüm 3
Akıncılığa kabul edilmek çok zordu. Bunun için doğrudan doğruya beyin rızası gerekirdi. Zîrâ kötü bir akıncı, birliğin mahvına sebep olabilirdi. Çok süratli intikâl, seri hareket, harikulâde süvarilik, fevkalâde silâhşorluk bu işin olmazsa olmazlarındandı.
Bazı istisnalar haricinde akıncılık, babadan oğula geçerdi. Akıncılar savaş zamanlarında ordudan önce düşman arazisine girerek, orduya yol açar ve kurulması muhtemel pusuları bozardı. Akıncılar düşman topraklarına girecekleri zaman, kademeli olarak birkaç bölüme ayrılır, ilk kuvvetin karşısına mukavemet eden bir düşman çıkarsa, arkadakiler yetişip ona yardım ederdi. Akıncıların hücumları âni ve sert olduğundan, hemen her zaman düşman kuvvetlerini sarsıp dağıtırdı. Ayrıca ordunun yolu üzerindeki hububat muhafazasını sağlamak, esirler vasıtasıyla düşmandan haber toplamak, köprü ve geçit gibi yerleri emniyet altında tutmak da akıncıların vazifeleri arasındaydı.
Akıncı olabilmenin şartlarından birisi de, Osmanlı Türk’ü olmaktı. Devşirmelerin devletin her kademesine, hatta sadrazamlığa kadar, yükselebilme imkânı varken, akıncı olmaları imkânsızdı.
Bir akıncı adayı; imam, köy kethüdası veya dürüst birini kefil göstermek zorundaydı.
Akıncı ordu birlikleri diğer ordu ocakları gibi komuta kademesine bölünürdü. Her on akıncıyı onbaşı; yüz akıncıyı subaşı; bin akıncıyı da, binbaşı komuta ederdi. Bir hareketin akın adını alabilmesi için, bu akına beyinin katılması gerekiyordu.
Bu komuta zincirini, bütün kuvvetlerin başında olan akıncı beyi tanımlardı. Akıncı beyini devlet tayin ederdi. Bu önemli kumandanlık uzun süre Mihaloğlu, Evrenosoğlu, Turhanoğlu ve Malkoçoğlu gibi ünlü akıncı ailelerinde kalmış ve babadan oğula intikal etmiştir. Mihaloğlu, Sofya’da; Evrenosoğulları, Arnavutlukta; Turhanoğulları, Mora’da; Malkoçoğulları da Silistre dolaylarında bulunurlardı. Osmanlı’da akıncılar, merkezî idareye bağlı değildi, sınır boylarında ocaklar hâlinde teşkilâtlandırılmıştı. Her mıntıkanın kumandanı ayrıydı ve akıncılar mensup oldukları sülâlenin ismiyle anılırdı.
Akıncıların en yiğitleri ‘dalkılıç’ ve ‘serdengeçti’ adı ile anılırdı. Bunlar akıncıların fedai kısımlarıydı. Bu fedailerin düşman içine dalmak ve mahzûr bulunan bir kaleye girmek gibi çok zor görevleri vardı. Bu yiğitlerin çoğunun böyle bir vazifeden geri dönme ihtimalleri azdı. İhtiyar Cezzar Ahmet Paşa karşısında ilk yenilgisini tadan Napolyon’un şu sözleri, Osmanlı askerini anlamak açısından mânidârdır: “Osmanlı askerini dalkılıç olmaya mecbur edecek kadar sıkıştırmak el vermez, bir kere dalkılıç olmayı göze almış birkaç yüz adam meydana çıkarsa, mağlup olmamak mümkün değildir.’
Akıncılar, ordunun genellikle beş günlük mesafe ilerisinde yol alırlardı. Bir düşman ordusuna dalmak gerektiği zaman, bu vazifeyi yapacaklar ordudan ayrılır, düşmanı vurmak icabeden yere kadar giderler, âni ve şiddetli şekilde düşman saflarına dalarlardı. Bunun neticesinde düşman şaşırır ve bozguna uğrardı.
Düşmanın iktisadî ve mânevî yapısını alt üst ederek savaşın kazanılmasında önemli rol oynayan akıncıların akın taktiği şöyleydi: Akıncı ordusu belirli bölümlere ayrılır, ayrılanlar da daha küçük birliklere bölünerek yollarına devam ederdi. Sefer yapılacak ülkede her birliğin ele geçireceği şehir ve kasabalar önceden kararlaştırılır, dönüşte birlikler gene belirli yerlerde, fakat daha önce ayrıldıkları mevkilerde olmamak üzere birleşerek, vatan topraklarına dönerdi. Bu durum düşman ülkesini korku içerisinde bırakırdı. Kasırgalar gibi esip geçen akıncıların, ne zaman, nerede ortaya çıkacakları hakkında yüzlerce söylenti çıkardı.
Devlet tarafından akıncıların isimlerini, eşkallerini ve tımara (toprağa) sahip olanların listelerini gösteren bir defter tutulurdu. Defterler iki nüsha hâlinde tanzim edilir, bunlardan biri merkezdeki defterhanede, diğeri de akıncıların bulundukları eyalet veya sancakların kadılıklarında muhafaza edilirdi. Böylece herhangi bir yolsuzluğa meydan verilmezdi. Her akın sonunda şehit veya malûllerin yerine, kuvvetli gençler akıncı olarak kaydedilirdi. Akıncılara tahsis edilen bir maaş yoktu. Elde ettikleri ganimetlerin 1/5’ini pençlik (humus) vergi olarak verdikten sonra, kalanlarla geçimlerini temin ederlerdi. Bazılarının ise tımarları (işleyebilecekleri toprakları) vardı.
Akıncıların atları hızlı, dayanıklı ve süratli olanlardan seçilirdi. Akıncılar sefere çıkarken yanlarında dört-beş at götürürler, yorulan atları konak yerlerinde bırakarak, hız kaybetmeden yollarına devam ederlerdi.
Uzun mesafeleri, kısa sürede koşabilecek şekilde yetiştirilen ve birçok meziyeti olan akın atlarının eskisi kadar yetiştirilememesi, bu teşkilâtın zayıflama sebeplerindendir. Fetihler döneminin sona ermesi ve duraklama devrinin başlaması ile akıncılar görülmez olmuştur. 1595 yılında Koca Sinan Paşanın Eflak’ta Prens Mihal’e yenilmesi üzerine Tuna’nın öte yakasında kalan akıncıların ve akın atlarının pek çoğu telef olmuştur. 16. yüzyıldan itibaren sayıları iyice azalan akıncılar, geri hizmetlerde kullanılmaya başlanmıştır. Akıncıların yerini bu dönemden sonra Kırım Hanlarının emri altındaki Tatar askerleri almıştır. Akıncı adı 1826 yılında resmen ortadan kalkmıştır.
Akıncıların parolası, “Yazılan gelir başa”ydı. Yazılan mademki başa gelecekti, ölümden korkmak niyeydi? Bu yiğitler gözlerini budaktan sakınmaz, her yerde şehadeti ararlardı. Gece âbid olan bu Hak fedaileri, gündüz birer arslan kesilirlerdi. Akıncılardaki ruh hâlini anlamak, Kur’an-ı Kerim’in çeşitli yerlerinde geçen, “Malınızla ve canınızla cihat edin.” âyetini kavramaya bağlıdır. Çiftçilerin ellerindeki tohumları toprağın altında çürümeyeceğine inandıkları ve ellerindeki tohumları tereddüt etmeden toprağın bağrına saçıp beklemeye durdukları gibi, akıncılar da yapmış oldukları güzel işlerin karşılığını mutlaka göreceklerine inandıklarından, hayatlarını Hakk’ı korumaya ve ülkelerini savunmaya adamışlardır. Evet herkes inandığı kadar gerilime geçecek, o kadar bu yola baş koyacak ve o kadar toprağın bağrına tohum saçacaktır.
Âmâ İsmail Hoca
17.07.2005 - 23:03Evet bugün Zaman gazetesinin Turkuaz ekinde çıktı bu haber. İlk başta okuyup okumamakta tereddüt ettim ve daha sonra okudum. Müthiş bir hikâye. Zaman gazetesnin net adresinden de ulaşılabilir bu yazıya:
http://www.zaman.com.tr/? bl=turkuaz&alt=haberler&trh=20050717&hn=193097
Sultan Vâhidüddin
17.07.2005 - 23:00değildi
Eski Başbakan Bülent Ecevit’in “Sultan Vahdettin vatan haini değildi. Kurtuluş Savaşı’na belirgin şekilde destek verdi.” sözleri tarihçilerden destek buldu.
Kuva-yı Milliye hareketinin Vahdettin tarafından başlatıldığını vurgulayan Osmanlı Araştırmaları Vakfı Başkanı Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Cumhuriyet ve Osmanlı dönemindeki yöneticileri ‘iyi’ ya da ‘kötü’ diye ayırmanın haksızlık olacağını belirtti. Akgündüz, “1922’den sonra Vahdettin hakkında söylenen hiçbir ithamı tarihsel kaynak olarak kabul etmiyorum. Siyasi demeçler belge olmaz. Vahdettin çok iyi yetişmiş bir diplomattır. Vatanı için hayatını, sülalesini feda etmiştir.” şeklinde konuştu. Kuva-yı Milliye başarıya ulaşana kadar Sultan Vahdettin ile Mustafa Kemal’in birbirini desteklediğini anlatan Akgündüz, daha sonra Hakimiyet-i Milliye gazetesinin Vahdettin’e ‘vatan haini’ demeye başladığını kaydetti. Akgündüz, sözlerini şöyle sürdürdü: “Anadolu’da kurtuluş hareketi başlatmak için Osmanlı Genelkurmayı Erenköy’de günler süren toplantı yapıyor. ‘Kimi bu işle görevlendirelim’ tartışması yapılıyor. Burada çıkan isimlerden biri Mustafa Kemal. Neticede karar Mustafa Kemal lehine veriliyor. Bunu 19 Mayıs’tan 3 ay önce söylüyorlar. Heyet Vahdettin’e giderek kararı iletiyor. Mustafa Kemal’in cumhuriyetçi olduğunu, saltanatı yıkıp kendisini devirebileceğini de söylüyorlar. Vahdettin ise ‘Vatan ve millet tehlikede. Vatanım kurtulsun da kim neyi kurarsa kursun. Getirin Mustafa Kemal’i görüşmek istiyorum.’ karşılığını verir.”
Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölüm Başkanı Prof. Dr. Murat Belge de fikirleri yüzünden Vahdettin’i vatan haini ilan etmenin yanlış olduğunu belirtti. “Bir padişah kendi devletini, memleketini istemez mi? ” sorusunu yönelten Belge, şu görüşleri dile getirdi: “Vahdettin, Damat Ferit ve Ali Kemal’in İttihat Terakki’ye karşı birikmiş nefretleri var. İttihat Terakki, insanları nefret ettirecek çok şey yapmış. Ankara’daki hareketi de İttihat Terakki’nin yeni bir direnişi olarak yorumluyorlar. Bu da çok yanlış. Mustafa Kemal de İttihat Terakki tarafından itilmiştir. Ama çevresindeki adamların yüzde 80’i ittihatçıydı. Bazı tarih kitaplarında Vahdettin ve diğerleri hakkında yanlış bilgiler var. İdeolojimize göre akları karaları tespit ediyoruz. Çocuk o kitabı okuyunca bizim istediğimiz şekilde şunlar iyi şunlar kötü diyecek. II. Abdülhamit de benzer suçlamalara maruz kaldı. Abdülhamit, belki dağılan imparatorluğu kurtarmanın yolunu İslam birliği olarak düşündü. O zamanki düşmanları İngiltere ve Fransa’nın bünyesindeki Müslümanlara ulaşmaya çalıştı. Bunlar gerçek dışı düşünceler değildi. Abdülhamit gerçekçi ve kafası çalışan bir adamdı.”
Ders kitaplarımızda Vahdettin’in vatan haini olarak gösterilmesine tepki gösteren Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi Yard. Doç. Dr. Hanefi Bostan ise ‘ciddi bir içerik sorgulaması’ gerektiğini ifade etti. Vahdettin’in, Mustafa Kemal’in Anadolu’ya gönderilmesinde büyük emeği olduğunu kaydeden Bostan, kitaplardaki hain suçlamasının kaldırılmasını istedi. Bostan, “Ancak Vahdettin’in hatası yoktu demek de yanlış olur. İngilizlerin İstanbul’u işgali sırasında yaptığı yanlışlar vardır. Bunları bilerek yaptığını söylemek de yanlış olur. Olayları zamanın koşullarında değerlendirmek gerekir. Ancak hiçbir şey bir insanı vatan haini ilan etmemize yetmez.” dedi.
17.07.2005
Bahtiyar Küçük /Zaman
İstanbul
Sultan Vâhidüddin
17.07.2005 - 22:59Vahdettin hain miydi?
Mütarekenin koyu karanlığında İstanbul’dan bir ümit ışığı göremeyince yüzünü Anadolu’ya çeviren ve bunun için planlar yapan birçok vatansever gibi Vahdettin’in hem İngilizleri idare eden, hem de aynı zamanda bir Anadolu mücadelesinin başlatılmasını temine çalışan bir politika izlediğini görmezden gelemeyiz. Ayrıca O Sevr’i kesinlikle imzalamamıştır. Bu mudur ihanet?
Bugünlerde misafirlerinin üzerine serin gölgelerini salan asır-dîde ağaçlarıyla Yıldız Parkı’nın içerisinde Malta Köşkü’nün küçük bir odasındayız. 16 Kasım 1922 tarihinde bu şirin köşk, ömrünün en kâbus dolu gecelerinden birini yaşamaktadır. Osmanlı Padişahı Mehmed Vahdettin (doğrusu “Vâhidüddin”) o gün İngilizlerin İşgal Orduları Başkomutanı General Harrington’a bir mektup yazarak İstanbul’da hayatını tehlikede gördüğü için sığınma talebinde bulunmuş, “Bir an evvel İstanbul’dan mahal-i âhare” (bir başka yere) naklini istemiştir. İmza yerinde “Padişah” değil, yalnızca “Halife-i Müslimîn Mehmed Vahdettin” yazısı okunmaktadır. Çünkü 15 gün önce saltanat Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kaldırılmış ve Osmanoğulları üzerinde yalnızca Hilafet makamı bırakılmış, bu da TBMM’nin meşru hakkı sayılarak “Türkiye Devleti makam-ı Hilafetin istinadgâhıdır” hükmünü içeren önergenin 6. maddesiyle kanunlaşmıştır. 101 pare top atışıyla kutlanmıştı bu önemli olay. İlginç bir tevafuk eseri olarak o akşam Mevlid kandilidir ve bu rastlaşma uğur telakki edilip o akşam ile ertesi gün resmi bayram ilan edilmiştir. (Yani Saltanatın kaldırılması bayramı bile dinî bir vesileyle kutlanmıştır!)
623 yıllık, okumakla bitmeyecek büyük bir destanı arkasında bırakan Vahdettin, Malta Köşkü’nün bu ıssız odasında uykusuz bir gece geçirmeye hazırlanmaktadır. Atalarını düşünür, Fatih’i, Yavuz’u, Kanuni’yi; bir de bugünü… Ağabeyi Sultan II. Abdülhamid’in imparatorluğun sınırlarını tutan kudretli elini hatırlar, özler, öper. Bir Osmanlı padişahının bu acınası duruma düşmesinin, düşmanı olan İngilizlere iltica talebinde bulunmasının ağırlığını dakika dakika bir zehir gibi içer. Elinin altındaki Hazineden tek kuruş almadığı gibi, henüz 4 aylıkken kaybettiği babası Abdülmecid’den kalma elmaslı sorguç ve som altından bir çekmeceyi makbuz karşılığında Hazine-i Hassa müdürüne teslim eder. Yanına, Sultanlık tahsisatı olan 50 bin liradan başka bir para almadan ertesi sabah İngilizlerin gönderdiği otomobillerle Malta Köşkü’nden Dolmabahçe Sarayı’na geçer, oradan da İngiliz donanmasına ait bir istimbotla Malaya zırhlısına. Malta adasında göreceğiz onu. Sonra Mekke, San Remo ve son durağı olan Şam’da…
1926’da San Remo’da sefalet içinde vefat ettiğinde Gazi Mustafa Kemal Adana’dadır. Roma Büyükelçiliği bir telgrafla ölüm haberini ulaştırır kendisine. Murat Bardakçı’nın Şahbaba’sına göre Gazi, “İsteseydi” demiştir, “Topkapı Sarayı’nın bütün cevahirini götürüp öyle bir ordu kurup dönerdi ki… Ama yapmadı.” Tarihteki en köklü devlet tecrübelerinin birinin içinden gelen Vahdettin, bulunduğu mevkinin gerektirdiği sorumluluğu daima müdrikti. Hiçbir zaman bir karşı ihtilal düşünmedi, bu tekliflerle kendisine gelenleri hep geri çevirdi, hatta Mekke’deyken Hilafeti devralmak isteyen Şerif Hüseyin’in kendisini siyasetine alet edeceğini fark eder etmez, İtalya’ya dönmüş ve muhtemelen kalsaydı sahip olabileceği bazı maddî ödülleri elinin tersiyle geri çevirmeyi bilmişti. Osmanlı’ydı ve Osmanlı olmanın ağırlığını, o en güç dönemlerinde bile asla unutmamıştı. İngilizlere sığındığı halde onların elinde oyuncak olmaması bile yeter bunu ispat için.
Sultan Vâhidüddin
17.07.2005 - 22:59bölüm 2
Kaçışın siyasî zemini üstüne...
Vahdettin hakkında en çok sorulan soru, ister istemez neden vatanını bırakıp düşmanların eline kaçtığı üzerinde odaklanmaktadır. Gerçekten de cevaplanması çok zor bir sorudur bu. Hele Osmanlılık şuurundan bahsediyorsak…
Her şeyden önce o karanlık günlerin koordinatlarını zihnimizde iyi tespit etmemiz gerek. Birincisi, yukarıda belirttiğimiz gibi, Saltanat 1 Kasım’da TBMM tarafından kaldırılmış ve Vahdettin’in üzerinde yalnız Halifelik makamı kalmıştır; yani ‘kaçarken’ padişah olarak kaçmamıştır! İkincisi, 5 Kasım akşamı İsmet Paşa ve heyeti trenle Lozan’a hareket etmiştir. Dahası, İngiltere, Fransa ve İtalya barış görüşmelerine Osmanlı hükümetinin de katılmasını istemektedirler. Hatta bu isteklerini Sadrazam Tevfik Paşa’ya da bildirmişlerdir. Ancak Tevfik Paşa, Ankara hükümetine de haber vermiş, görüşmelere beraber katılınmasını teklif etmiştir. Ortam gerginleşmiş, savaşı kazanan Ankara hükümeti, İstanbul’un bu işe ortak edilmesini hazmedememiştir. TBMM “kızgın ve asabî”dir Rauf Orbay’ın deyişiyle. Her şeye rağmen, artık yalnız Halife de olsa Vahdettin’in tarafını tutanlar ile muzaffer Ankara hükümeti yanlıları arasındaki uçurum gitgide büyümektedir. İşte 16 Kasım’da Vahdettin’in aldığı üzücü kararın arkasındaki siyasî zemin budur. Vahdettin’in yurdu terk ettiği haberi Meclis’e işte bu kızgın ortamda bir bomba gibi düşmüştür.
Bu durumda sormak gerekmez mi: Vahdettin ‘Ben bu işte yokum’ diyerek çekip gitmekle Ankara’nın işini kolaylaştırmamış mıdır? Eğer kalsaydı, muhtemelen Lozan’da işler daha da karışmayacak ve zaten bocalayan diplomasimizin elleri daha fazla bağlanmayacak mıydı? Nitekim hemen ertesi günü (18 Kasım 1922) Abdülmecid, TBMM tarafından halife seçilmemiş midir? Konyalı Mehmed Vehbi Efendi tarafından ‘hal’ (hilafetten indirme) fetvası verilen Vahdettin’in gitmesi, muhakkak ki Ankara’nın işini kolaylaştırmıştır. Bu çabasının takdir edilmeyişine tepki gösterdiği bir konuşmasında sonraları şu anlamlı cümleleri söylemiştir: “Facialara ve olaylara kalkan olamadı isem de, paratoner vazifesi gördüm. Bütün musibetleri üzerime çektim, kendimi feda ederek vatanı kurtarmaya çalıştım.”
Vahdettin hain değildir; çünkü...
Bu iddiayı birkaç başlık halinde cevaplandıralım:
Vahdettin, Sevr’i kesinlikle imzalamamıştır. Bu mudur ihanet?
Mütarekenin koyu karanlığında İstanbul’dan bir ümit ışığı göremeyince yüzünü Anadolu’ya çeviren ve bunun için planlar yapan birçok vatansever gibi Vahdettin’in hem İngilizleri idare eden, hem de aynı zamanda bir Anadolu mücadelesinin başlatılmasını temine çalışan bir politika izlediğini görmezden gelemeyiz.
İşte bir tanıklık: Rauf Orbay anlatıyor:
“Bu arada Mustafa Kemal, Padişah tarafından sık fasılalarla ve hemen hemen her Cuma selamlığından sonra kabul ediliyor, kararlarımız istikametinde telkinlere devam ediyordu. Vahdettin’in kumandanlar arasında, veliahdlığı günlerinde beraberinde yaptığı Almanya seyahatinin müsbet intibaları sebebiyle de en yakından tanıdığı ve şahsına itimad ettiği Mustafa Kemal’di.”
Rauf Orbay’ın bahsettiği Cuma selamlıkları, 16 Mayıs’a kadar devam etmiş, 15 Mayıs’ta Vahdettin’le görüşen Mustafa Kemal, ertesi gün de Cumadan sonra yeniden padişah tarafından kabul edilmiş ve görüşme sonrasında da vedalaşmışlardı. Ertesi sabah bakanlarla da vedalaşan Mustafa Kemal’i İçişleri Bakanı Mehmed Ali Bey uğurlamış ve kendisine örtülü ödenekten 1000 altını, makbuz karşılığında teslim etmişti. Yani Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’dan Bandırma vapuruyla kaçarak gittiği kesinlikle doğru değildir. Olamazdı da zaten. Nitekim Boğaz’daki İngiliz gemileri arasından geçmesi, ancak Harbiye Nazırı’nın mührü ve hemen aynı gün Vahdettin’in imzasıyla, dahası 5 Mayıs’ta resmi gazetede yayımlanmasıyla, yani resmî izinler dahilinde mümkün olabilmiş, İngiliz yetkililerin izni alınmıştı. Bu mudur ihanet?
1919 başlarında İstanbul tam bir işsiz Osmanlı generalleri temerküz kampı gibidir. Bu kadar tecrübeli ve yetenekli paşanın İstanbul’da toplanmış olması, her an imha edilmeleri tehlikesini beraberinde getirmektedir. Bu yüzden İstanbul’da bulunarak mücadele etmelerindense Anadolu’ya geçerek görünüşte pasif gibi de olsa bir göreve atanmaları yeğdir. Nitekim Kâzım Karabekir 19 Nisan 1919’da Trabzon’a çıkmış, Ali Fuad Paşa Konya’ya gitmiş ve Milli Mücadele’nin ilk ışıklarını yakmışlardır. Ancak başsız kalan bu hareketi derleyip toparlayacak, aynı zamanda siyasî ve örgütçü yetenekleri de olan tartışılmaz bir isim aranmaktadır. Mustafa Kemal Paşa’nın ismi böyle bir ortamda ortaya çıkmış, kendisine sunulan listede bir zamanlar yaveri olan Mustafa Kemal’in ismini gören Vahdettin kararını vermiş ve 9. Ordu Müfettişi göreviyle ve İngilizlerin gözünü boyamak için asayişi sağlamak bahanesiyle gönderildiğine dair işlemler için gereken girişimlerde bulunmuştur. Sonuçta Kızkulesi’nde demirlemiş bekleyen Bandırma vapuruyla Mustafa Kemal ve emrindeki 18 subay Samsun’a hareket edebilmişlerdir. (Miralay Refet Bele Paşa’nın ismi İngilizlere nedense bildirilmemiştir ama Samsun’a ayak basanların arasında o da vardır.) Bu mudur hainlik?
Vahdettin’in, Başkâtibi Ali Fuat Türkgeldi’ye söylediği şu sözlerle noktalayalım: “Ben milletin ateşli külü üzerine oturdum; taht-ı saltanatın kuş tüyünden minderleri üzerine oturup gömülmedim! Bunlardan kimseye bahsedilemiyor, millete de malumat verilemiyor. Elbette bir gün tarih bu hakayıkı (hakikatleri) yazar.”
Sayın Bülent Ecevit’in dünkü “Zaman”daki açıklaması, hakikatlerin dilinin çözülmeye başladığını gösteriyor.
17.07.2005/Mustafa Armağan/Zaman/Yorum
cumhuriyet gazetesi
17.07.2005 - 13:01bölüm 2
Bu yıllarda özellikle bürokrasi ve solcu gençlik üzerinde etkili bir gazete olan Cumhuriyet, Türkiye'nin karışık döneminde de eski kimliğinden uzak yayın yapar. Bu dönemde Cumhuriyet okuyanlar ile okumayanlar, sistemin işleyişindeki bazı kışkırtmalar sonucu birbirine girer.
Gazete; iktidarlar, örfi idare ve askeri yönetimler tarafından en çok kapatma cezası alanların başında gelir. 10 Ağustos 1940'ta 'Bu adamlar benimle uğraşmak istiyor' diyerek Cumhuriyet Gazetesi'ni 90 gün süreyle kapatır İsmet İnönü. Bundan önce de kapatıldığı gibi bundan sonraki dönemlerde de, başta askeri yönetimlerin bulunduğu zamanlar olmak üzere Cumhuriyet kısa veya uzun aralıklarla kapatma cezası alır. Kenan Evren döneminde de, çoğunlukla olduğu gibi yine İlhan Selçuk'un bir yazısı sebebiyle kapatılır gazete. Tarih 24 Ocak 1983'tür. 18 Şubat günü tekrar çıkmasına izin verildiğinde Nadir Nadi, başyazısında şunlardan yakınacaktır: 'Biz Cumhuriyetçiler için Atatürk'ün hayatta bulunduğu dönem gazetenin en parlak, en huzurlu yılları oldu. Nedense Atatürk'ten sonra yazgımız değişti.'
Bu dönemde gazetenin kadrosunda bugün liberaller olarak öne çıkacak genç isimler vardı. Hem de bunlar idari kademelerde görevliydi. Hasan Cemal bu ekibin başını çekiyordu. Hasan Cemal'i, yabancı dili ve solu biliyor olması sebebiyle İlhan Selçuk, Oktay Akbal ve Sami Karaören aldırmıştı gazetenin İstanbul'daki merkezine. Cemal, 2 Nisan 1981'de gazetenin genel yayın müdürlüğüne getirildi. Karaören, bu konuda, 'Gençtir, yabancı dil biliyor, koşar, Cumhuriyet'i şey yapabilir. İşte yakışıklı makışıklı adamdır dedik. Ama Hasan Cemal tam bir ihanet içinde oldu. Ama şunu çok açık söylüyorum, vaktiyle komünistliği kimselere bırakmayanlar sonradan dönüş yapan kişiler oldular' iddiasındadır. Aileden Leyla-Bülent Uşaklıgil'in kızları Emine Hanım da müessese müdürlüğüne tayin edilir. Eski kadrosuna göre epey genç olan ekip gazeteyi liberal bir çizgiye getirmeyi kararlaştırır. Hatta Sami Karaören, liberal çizgiye gelme konusunda Hasan Cemal'in şu düşüncesini de kendilerine aktardığını söylüyor: 'Hep birlikte olduğumuz bir ortamda iken Nadir Bey'e teklif etti. 'Efendim' dedi 'biz öyle bir gazete olalım ki Atatürk'ün aleyhinde de bir yazı çıkabilsin Cumhuriyet'te.'
Liberaller uzaklaştırıldı
Bütün bunlar damla damla birikti. Osman Ulagay'ın, 1991'deki seçimden sonra yeni oluşacak hükümetin adresini, SHP'den ziyade DYP-ANAP olarak göstermesi ve İlhan Selçuk gibi isimlerin buna karşı tavır alması sonucunda Cumhuriyet Gazetesi'nin tarihindeki en önemli kriz patlak verdi. Hasan Cemal'in arkasındaki liberaller, İlhan Selçuk'un arkasındaki Kemalistlerin gazeteden ayrılması ile 5 Kasım 1991'den sonra gazetenin tek hakimi oldu. Ama gazeteden ayrılanların 'Cumhuriyet okumuyoruz' kampanyası, gazetenin geleceğini tehlikeye atınca eski ekip işi bıraktı. Ve 10 Nisan 1992 tarihinden itibaren de İlhan Selçuk ekibi yine Cumhuriyet'e geri döndü.
Bu olaylar gerçekleştiğinde Cumhuriyet Gazetesi'nin tirajı 120-130 binler civarında idi. Daha sonra sürekli düşerek 60, hatta 30-40 binlere inen satış bugün 45 ile 60 bin civarında. 7 Mayıs 2004'te 80 yaşını dolduracak olan Cumhuriyet Gazetesi'nin tirajı, 27 Mayıs'tan sonra diğer gazetelerin bir hafta kapatılması sonucu 500 bine ulaşması dışında 130 binlerden yukarı çıkmadı. Ve 1991'deki son hadiseden sonra eski okurlarını kaybettiği gibi yeni okur da kazanamadı. Gazetenin 1969-1977 tarihlerinde müessese müdürlüğünü yapan Sadun Tanju'nun, Cumhuriyet Olayı kitabındaki söylediklerine kulak verince, görülüyor ki gazetenin neden gerilediği ve okur kaybettiği konusunda 10 yıl önce yazılmış bir kitap bile hâlâ yol gösterici olabiliyor: 'Gazete, ülkenin ekonomik, sosyal ve siyasal gelişme grafiklerini izleyemiyor, geride kalıyordu. (...) Cumhuriyet, 1970'lerin başından itibaren, yayın ve politikaları ve içeriği ile ülkedeki gelişmeleri iyi izlemeliydi. Bunu yapamadı. Doğrusu yapmak istemedi. (...) ... Cumhuriyet, yeni oluşumları kendi görüş açısıyla değerlendirmiş; bir başka anlamda muhafazakarlığın kurbanı olmuştur. Bugün artık eleştiri yapmanın bile zamanı geçmiş bulunuyor.'
Cumhuriyet Gazetesi, dünyadaki gelişmeleri nasıl görüp değerlendirebilirdi ki. Çünkü gazetenin başında, on yıl önce Emin Karaca'ya '...Türkiye'de bir 'sivil toplum' için daha kırk fırın ekmek yemek lazımdır' diyen bir gazeteci-aydın-yazar olan İlhan Selçuk bulunmakta idi.
10 Nisan 1992'den sonra Kemalistlerin geri dönmesinden sonra gazetede yukarıda bahsedilen gelişmeler oldu. Cumhuriyet'in 90 milyara yükselen borçları ödenemez hale geldi. En büyük alacaklı ise İmar Bankası, dolayısıyla Kemal Uzan'dı. Uzan, alacakları konusunda anlaşmaya yanaşmadı, hatta icra yolunu tercih etti. Fakat Cumhuriyet, borçlarından kurtulabilmek için Yönetim Kurulu Başkanı Osman Nuri Torun'un bulduğu planı uyguladı. Bu plan 9 Aralık 1992'de yılında sonuca ulaştı ve gazetenin iflası sağlandı. Bu itirafın sahibi Cumhuriyet Gazetesi'nin 1967'den 1986 yılının başına kadar yazı işleri müdürlüğünü yapan ve halen gazetenin ikinci sayfasında yayınlanan makaleleri düzenleyen Sami Karaören. Karaören, Aksiyon'a aynen şunları söyledi: 'İcralar, hacizler vardı. Fakat (O zamanki yönetim kurulu başkanı) Osman Nuri Torun, çok güzel bir şey hazırladı. Dedi ki, 'Bir tek kurtuluş yolu var. İflasını sağlamak.' Hakimler yardımcı oldu. İflasını sağladık. İflas edince kurtulduk. Biz, sıfır borçlu yepyeni bir Cumhuriyet kurduk. Borçlardan kurtulmuş olduk. Hâlâ daha alacağı olanlar, bulurlarsa alacaklar! Bu yeni Cumhuriyet'in borcu yok.'
Sami Karaören, 'Hakimler yardımcı oldu' diyerek Cumhuriyet Matbaacılık ve Gazetecilik Türk Anonim Şirketi'nin 9 Aralık 1992'deki iflası hakkında şaibeli bir durumu açığa vururken, gazeteden alacaklı olanların da böylece haklarını tahsil edemediğini dile getiriyor bu açıklamasıyla.
cumhuriyet gazetesi
17.07.2005 - 12:59bölüm 3
Bundan sonra Türkocağı Caddesi, No: 39/41 Cağaloğlu adresinde bulunan 34599 ticaret sicil numaralı Cumhuriyet Matbaacılık ve Gazetecilik Türk Anonim Şirketi iflas etmiş, ardından 10 Mayıs 2000 tarihinde yine Türkocağı Caddesi, No. 39/41 Cağaloğlu adresinde 437909 sicil numarası ile Yeni Gün Holding Anonim Şirketi kurularak İstanbul Ticaret Odası'na tescil ettirilmişti.
Yaşayabilmek ve Türk medyasındaki diğer gazetelerle baş başa mücadele edebilmek için holdingleşen Cumhuriyet Gazetesi, Yeni Gün Holding'in de finans sorununa çözüm bulamaması sebebiyle hâlâ sermaye arayışını sürdürüyor. Maliye eski bakanlarından Zekeriya Temizel'in gazete adına temasları sürdürdüğü iddia edilirken, Cumhuriyet, bugün Türk medyasında, nerede ise tüm medya patronlarının hissesi bulunduğu bir gazete olarak da dikkat çekiyor.
Gazetenin resmi danışmanı Emre Kongar'a göre Çapan ailesinden işadamı Günay Çapan'ın yüzde 20 ile ortak olduğu, Karamehmet ve Doğan Grubu'nun da elinde hissesini bulundurduğu Cumhuriyet Gazetesi'nde en büyük pay sahibi ise işadamı Turgay Ciner. Günay Çapan'ın ifadesiyle yüzde 60 gibi bir oranla Merkez Grubu Cumhuriyet'te söz sahibi.
Bunlara rağmen okur da para koyarak Cumhuriyet Gazetesi'ne ortak olabiliyor. Günay Çapan, Cumhuriyet'te okurların patron olmasını istediklerini, bu nedenle gazeteye ortak olabilmenin yollarını açtıklarını, fakat okurun buna ilgi göstermediğini söylüyor: 'Sahip çıkmadılar. O zaman niye eleştiriyorsunuz şimdi? Cumhuriyet Gazetesi'nde hâlâ böyle bir imkan varken bunları konuşalım. Niye katılmıyoruz kardeşim! '
Fakat şu da bir gerçek ki, gazeteye kim ortak olursa olsun, destek verirse versin Cumhuriyet Gazetesi'nin yönetimi, İlhan Selçuk'un başında bulunduğu Cumhuriyet Vakfı'nın elinde. Hatta, eski Cumhuriyet çalışanlarının ifadesiyle Cumhuriyet Gazetesi'nde tek yetkili İlhan Selçuk! Patronsuz ve çalışanların çıkardığı gazete olduğunu söyleyen Cumhuriyet'te İlhan Selçuk'un istemediği bir şeyin gerçekleşmesi söz konusu değil.
Cumhuriyet Gazetesi'nin ortaklarından Günay Çapan, gazeteye zor şartlarda destek verdiği halde ortak olarak kabul görmediğini belirterek şunları anlatıyor: 'Sahibi olarak ben Cumhuriyet Gazetesi'nin genel yayın politikası içerisinde, yani gazetenin yayın ilkelerini belirleyen bir noktada değilim. Cumhuriyet'in yazar ve çizerlerinin hiç bir zaman ne fikriyatına ne de zikriyatına müdahil olmadım. Gazeteci değilim, işadamıyım. Birisi gidip cami yaptırıyor. Ben de Cumhuriyet Gazetesi'ne bağış yaptım. Burası daha bir ibadet yeridir diye...'
İlhan Selçuk'un gazetede sözü geçen tek kişi olmasından mıdır bilinmez, dosyayı hazırlarken ortada bir İlhan Selçuk gölgesi dolaşmaktaydı sanki. Görüşme talebinde bulunduğumuz Mehmet Barlas, Osman Ulagay, Hasan Cemal gibi isimler konuşmak istemezken, görüşme gerçekleştirdiğimiz bazı isimler de oldukça temkinli yaklaştı konuya. Hasan Cemal'in, Cumhuriyet'le ilgili yeni bir kitap çalışması içinde olduğunu öğrendik. İlhan Selçuk'un da bir Cumhuriyet kitabı yazacağı söyleniyor uzun zamandır. Nerede ise Türkiye Cumhuriyeti ile yaşıt olan, aralarında sadece 6 ay fark bulunan Cumhuriyet Gazetesi ile ilgili bugüne kadar yazılan tek bir kitap var. O da gazeteci-yazar Emin Karaca'nın kaleme aldığı 'Cumhuriyet Olayı' adlı kitap.
Medya kuruluşları, gazeteler Türkiye'nin kara kutularıdır. Ancak böylesine önemli; bürokrasi, asker ve sivil toplum üzerinde eskiden de olsa etkileyici ve yönlendirici; yayın hayatı boyunca bazı olaylara angaje olduğu bilinen Cumhuriyet gibi bir gazete hakkında bugüne kadar sadece bir kitabın çıkmış olması da oldukça üzücü.
Cumhuriyet Olayı kitabının yazarı Emin Karaca, kitap çıktıktan sonra İlhan Selçuk'un başında bulunduğu gazetenin kendisine adeta 'ambargo' uygulandığını söylerken, aileden Emine Uşaklıgil ise kitabın 'eksik' bile olduğunu düşünüyor.
İlhan Selçuk gölgesi
İşte böylesine, herkesin birbiri hakkında ve olaylar üzerine konuşmakta tedirgin olduğu bir ortamda görüşmek istediğimiz bazı isimler ile randevulaşmak bile çok uzun zaman aldı. Randevu gerçekleştirdiğimizde ise nihayetinde eski çalıştıkları kurum olması ve İlhan Selçuk'un halen başında bulunması sebebiyle görüşme yapmaktan vazgeçmeyi düşündüklerini itiraf edenler oldu. Selçuk görüşme talebimize olumlu yanıt vermezken bugün Cumhuriyet'te çalışmakta olanlardan sadece Sami Karaören'le röportaj gerçekleştirebildik. Cumhuriyet'te eskiden bir şekilde çalışmış olan kişilerden aldığımız bilgilere göre gazetenin halihazırdaki yayın anlayışını 'marjinal, statükocu ve Kemalist' olarak ifade etmek mümkün. Ama gazetede 1962-64 yıllarında çalışmış olan, daha sonraki dönemlerde de kitap kritikleri yazan Hilmi Yavuz'un burada bir itirazı oluyor: 'Bugün çağdaş bir Kemalizm yorumu yapılacaksa eğer bu yorum İlhan Selçuk'un ve onun düşüncelerinin üretildiği Cumhuriyet Gazetesi'nin Kemalizmi değildir bana göre.' 27 yıl çalıştıktan sonra 1993 senesinde Cumhuriyet'ten ayrılan Atilla Dorsay ise bakın bu konuda neler söylüyor: 'Cumhuriyet okuyarak Türkiye'yi takip edemez, Türkiye'nin, hatta dünyanın nabzını tutamazsınız. Cumhuriyet'in yöneticileri sanki sadece kendi gazetelerini okuyorlar gibi geliyor bana.' Hasan Cemal'le birlikte liberal kanadın iki numaralı ismi olan Vatan Gazetecisi idareci ve yazarlarından Okay Gönensin de Cumhuriyet'i okurların neden terk ettiği sorusuna şu yaklaşımı getiriyor: 'Statükocu çünkü. Hâlâ 1950'li, 1960'lı yılların ideolojik takıntılarını devam ettiriyor Cumhuriyet. Hiç bir özgürlükçü açılıma izin vermiyor. Ve hâlâ Türkiye'yi dar kalıplar içinde yorumlamaya devam ediyor. Avrupa Birliği'nden kuşku, Kıbrıs'ta çözümsüzlük, her türlü demokratik gelişmenin radikal sağa yarayacağına dair korku. Bu platformda da faşizan fikirlerle yan yana geliyor.'
cumhuriyet gazetesi
17.07.2005 - 12:59bölüm 4
Cumhuriyet'te değişimi gerekli görenlerin yanında bir değişimin mümkün olmadığını düşünenler de çıktı karşımıza doğal olarak. Hasan Cemal'in ekibinde yer alarak iki sene Cumhuriyet'te yazarlık yapan medya sosyoloğu ve Radikal Gazetesi Yazarı Haluk Şahin, demokrasinin sağlıklı bir şekilde çalışabilmesi için haber ve fikir yelpazesinin mümkün olduğu kadar geniş olması gerektiğinin altını çizerek 'Cumhuriyet'in Türk basınının şu döneminde çok önemli bir kurumu temsil ettiğini' düşünüyor. Şahin bunu söylerken, Cumhuriyet Gazetesi yöneticilerinin bazı konularda taşıdığı kaygılar noktasında 'Ben Türkiye'de sivil toplumun Cumhuriyet Gazetesi'nin zannettiğinden daha güçlü olduğuna inanıyorum' diyor. Atilla Dorsay ise, statükocu ve kapalı tutumu dolayısıyla Cumhuriyet'in, bugün oynayabileceği büyük toplumsal ve siyasal rolün ancak bir kısmını oynayabildiğini dile getiriyor.
Değişim için Günay Çapan, para sıkıntısını öne sürüyor. Hilmi Yavuz, çok radikal değişiklikler yapılırsa ancak Cumhuriyet'in değişebilmesini mümkün görüyor ama bugünkü anlayışla da değişimin önünün kapandığını düşünüyor. '1991'deki liberal değişimi gerçekleştirebilseydik bugün Le Monde, Washington Post gibi bir Cumhuriyet çıkıyor olacaktı' diyen Okay Gönensin'in yorumu da Hilmi Yavuz'la aynı: Şu anda Cumhuriyet son derece dar bir grubun sözcüsü halinde çıkıyor. Bütün haberleri taraf. Değişmez bu saatten sonra artık Cumhuriyet.'
12 Mart 1971 Muhtırası'ndan önce gerçekleştirilecek olan 9 Mart Cuntası'nda Milli İstihbarat Teşkilatı adına görev yapan ve İlhan Selçuk'la bu dönemde tanışan Mahir Kaynak ise konuyu farklı bir düzleme taşıyor: 'Türkiye demokratik rejimi seçtiğinde Cumhuriyet Gazetesi asker-sivil-bürokratların sözcüsü konumunda idi. Ve çok da güçlü idi. Gücünün azalması, aslında gazetenin kötü yönetilmesinden kaynaklanmıyor. Asker-sivil-bürokratların güç kaybına uğramasından kaynaklanıyor. Çünkü bir yandan halk siyasete daha çok katıldı ama asıl önemlisi, bugüne kadar gelen süreç içerisinde devletin ekonomik kaynakları sınırlandı, elinden alındı. Dolayısıyla bunlar da etkisiz hale geldiler. Hele şu son zamanlarda özelleştirme sonucu bu gücü tamamen kaybettiler. O bakımdan Türkiye'de neden CHP veya asker-sivil-bürokratları temsil eden görüş kaybediyor, liderleri mi kötü, iyi yönetilemiyorlar mı sorularının cevabı 'Hayır' onunla ilgili değildir. Sebep o gücü destekleyen maddi temelin ortadan kalkmasıdır. Ve kimse bunu düzeltemez. Yani Cumhuriyet'e daha başka yöneticiler de getirseniz politikaları değişmezse yeniden güç sahibi olmaları mümkün değil.'
YENİ GÜN HOLDİNG A.Ş. Yönetim Kurulu Üyeleri:
Erol Erkut, İlhan Selçuk, İbrahim Yıldız, Akın Atalay, Alev Coşkun, Günay Çapan
Firmanın İş Konusu: Esas itibari ile görüntülü, sesli, basılı ve elektronik iletişim araçları ile yayıncılık faaliyetleri göstermek üzere kurulmuş ya da kurulacak şirketlerin sermaye ve yönetimine katılarak bunların yatırım....ve ana sözleşmesinde yazılı olan diğer işler.
BÜTÜN MEDYA PATRONLARI ORTAK
İlhan Selçuk'un Emre Kongar'a verdiği bilgiler ışığında Cumhuriyet Gazetesi:
* Vakıf, holding içinde değişmez ve imtiyazlı olarak yüzde 10 hisseye sahiptir.
* Holding, Cumhuriyet Gazetesi'ni yayınlayan Yeni Gün Haber Ajansı'nın mali işlerini koordine eder, hiç bir şekilde yayın politikasına karışmaz.
* Cumhuriyet Gazetesi'nin yayın ilkelerinin uygulamasını yayın kurulu yapar. Yayın kurulu, vakıf tarafından atanmıştır ve bu konudaki tek yetkilidir.
* Holding'in yüzde 10'u vakfa ait olan imtiyazlı hisselerinin dışındaki dağılımda, bir ikinci yüzde 10 da Cumhuriyet okurlarına aittir. Bu kişilerin sayısı 240'tır.
* Holding hisselerinin yüzde 20'lik bir bölümü Kasım 2000 tarihinde Günay Çapan'a satılmıştır.
* Son günlerde ikinci bir yüzde 20 hisse de Park Grubu'na satılmıştır.
Şimdi resmi bilgiler içinde yer almayan ve bazıları muhtemel gelişmelere ilişkin olan üç bilgi daha vereyim:
* Doğan grubu da holdingde üç yüz bin dolarlık hisse almak istemiş, bunun elli bin dolarını ödemiş, sonradan hisselerini bu miktarla sınırlı tutma eğilimi göstermiştir.
* Günay Çapan hisselerini devretme eğilimindedir.
* Holding yeni ortaklar aramakta ve çeşitli sermaye gruplarıyla temaslarını sürdürmektedir. Temas sürdürülen gruplar ve kişiler arasında Çukurova grubuna mensup olanlar da vardır.
Kaynak: http://www.kongar.org/medyanotu/249_Medya_Yeniden_Yapilanabilecek_mi_VII.php
çaydanlıkta patates kaynatmak
17.07.2005 - 12:55şeklen yumurta kaynatmaya benzese de ihtiva ettiği mana bakimindan farklidir ve alışılagelmişin dışındadır.
yemek tarifi vermek gibi olacak ama, çaydanlıkta patates kaynatmak için gerekli olan elemanlar
- 1 adet patates(orta boy)
-bir adaet çaydanlık(kullanılmayan)
-1 adet aç insan
-1 adet aç insanın zeka bakımından mahruım olan beyni
Toplam 1546 mesaj bulundu