Efendim hakkımdaki övgü dolu sözlerinizi özelime mesaj atmak suretiyle bana yazabilirsiniz; ama buraya değil! Fakat benim hakkımda pek de müspet yönde fikirleriniz yoksa onları tamamen burada benimle ve diğer insanlarla paylaşabilirsiniz. Amacım tevazu göstermek filan değildir bunu bilesiniz! Neden böyle yaptığıma gelince. Efendim,şimdi siz bana övgü dolu sözleri yazdığınızda özel mesaj olarak, onu normal şartla altında sadece ben okuyacağım ve kendi kendime işte ben böyle adamım diyeceğim; ama siz buraya yazmış olursanız ben bunu tek başına yapamayacağım, diğer insanlarla da paylaşmak zorunda kalacağım. Halbuki ben böyle adamım hazzını tek başıma yaşamak istiyorum. Benim seçimim bu oldğundan bna saygı göstermelisiniz. Elbette siz de burya yazarak bir seçim yapmış oluyorsunuz; am burası doğrudan benimle alakalı olduğundan sizin seçimleriniz bana takılıyor :) Dahası Laedri gibi bilgi dolu yazılar da yazabilirsiniz buraya. Ne de olsa bir kişi hakkında söylenen müspet ya da menfi düşünceler bize hiçbir şey kazandırmaz. O halde gelin bilgi sahası yapalım burayı :) Selamlar
İlim Çin'de olsa arayıp bulacak kadar ilim ve irfan meraklısı bir beyefendi olarak içinde 'ilim ve irfan' sözcüklerinden birisi ve yahut da ikisi birden geçen bir yazı, bir tarif, bir yol, bir pusula gördüm mü olduğum yerde dikilirim..Bu benim için bir yan top demek değildir..Yan top, bir futbol tabiri.. Karşı takımın oyuncusu topu kaleye sahanın kenarından atar.. Kale önündeki adam topu gol yapar.. Kalecinin işi o yan topa vaktinde çıkıp, topu almaktır.. Alamadı mı kabak kalecinin başında patlar :)) 'Yan toplara sakın çıkma! ' nasihati buradan türeme.. Tedbirsiz bir beyefendi olduğumdan 'ilim ve irfan' sözcükleri ile takviyeli bir cümle gördüm mü 'yan toptur..' diye düşünmem, dalarım..
Peki hiç yan toplara çıkmadım mı?
Hem de defalarca.. Sebep? Çünkü beynimde; edindiğim bilgi ile karşılaştığım olaylar arasında bağlantı kurup, beni frenleyecek bir 'çip' yok.. Programım aykırı yazılmış :)))
Kendimizi ifade ettiğimiz klavyede 'save tuşu..' yani emniyet tuşu yerine üzerinde balık resmi bulunan 'sazanlık tuşu..' var.. Birileri bu tuşa çaktırmadan basıyor biz de konuya dalıp başımıza iş alıyoruz..
Aha yine bastılar işte.. Ben bela istemiyorum :)))))) İlim ve irfan edinmek için bu sayfadayım.. Bu sayfanın başlığı ister 'hakkında yazılanlar' olsun, ister bir bankanın hesap işlerinin görüldüğü veznesi,isterse bir Çin lokantasında hesabı ödeyecek parası çıkışmayan bir müşterinin hesap ödemek için götürüldüğü bulaşıkhanesi olsun.. Benim için fark yapmaz.. Ben alacağım ilim ve irfana bakarım.. Bu sayfada da gerçekten bilgilendirici yazılar mevcut..
Yüce padişahımıza Allah zeval vermesin.. Allah bilgisini arttırsın, O'nun bilgisinden nasiplenmemizi nasip eylesin.. Güzel hatırımı sayıp beni incitmekten gayretle sakınsın :)))))
Tam yumuşaklık ve şefkat ile kendisini koruyarak ilimini tüm dünyaya yaymak nasip eylesin.. Amin..
Ben sana demiştim seni yaşatmazlar diye Serkan :))))) Efendim ben de birşeyler yazmak için gelmiştim amma önce yazılanları okuyalım.. Sanırım birkaç günümüzü alır.. Burada bol miktarda bilgi var.. Herkes faydalansın.. Umuma çıktır.. Okumak caizdir :))))))
'Fiziksel alanda sonsuzca büyük ve sonsuzca küçük bölgelerin derinliklerine nüfuz edip de insan kavrayışının diğer alanlarını reddeden bir bilim, saf ve basit bilgisizlikten çok daha büyük bir kötülüktür (oysa fiziksel alan dışında kalan sahalarda tabiatın mantığını yeterince ortaya çıkarmak ve meselenin çözüm noktasını anlamak ve elde etmek mümkün olmaktadır) . Çağımızın bilim diye adlandırdığı şey gerçekte bir karşı-bilimdir ve onun getirdiği nihai tesir insanların mahvından başka bir şeye irca edilemez. Başka bir deyişle çağdaş bilim Vahyi ve Aklı dışta bırakmaya çabalayan totaliter bir rasyonalizmdir ve aynı zamanda kâinatın fani olduğunu anlamamıza yardım edecek metafizik izafetten haberi olmayan totaliter bir materyalizmdir.' Bu satırlar, müslüman olduktan sonra İsa adını alan Alman asıllı Sufî Frithjof Schuon'un. Bilim hakkında söyledikleri bu sözlerin yazıldıkları çağda çok isabetli ve yerinde sözlerdi. Ama sanırım yazar, günümüzde nükleer fizik alanında yapılan tartışmaları ve yorumları hesaba katabilecek kadar beklemiş olsaydı bu yukarıda söylediklerinden çok farklı sözler de eklemek zorunda kalırdı. Bugün bilimin totaliter kısmı onu kullananların politika ve tutumlarında belirginleşmektedir. Fakat günlük hayatımıza giren de bilimin politik veçhesinden başkası değildir. Bu yüzden Frithjof Schuon'un yukarıda yer alan satırlarından anlamak mümkündür ki bir müslüman günlük hayatından, tefekküre açılan çalışmalarına kadar her yaptığı işte çağımıza mahsus mantık örgüsünün, yaşayışın ve eğitimin getirdiği şartlandırmaların dışında kalan bir kafa yapısıyla faaliyet göstermek mecburiyetindedir. Biz hem günümüzün sathî kavrayış usullerinin içinde kalıp hem de hayatımızı düzenlemek üzere Allah'ın bize öğrettiği nassları anlamak ve uygulamak işini yapamayız. Çünkü Vahyin anlayış usulü ile dine cephe almış bilimin kavrayış usulü birbirine zıttır. Eğer totaliter bir rasyonalizm ve totaliter bir materyalizm görüntüsünü koruyan bir bilim anlayışı yaşadığımız ortama hükümran ise 'dine' ilişkin kaygularımız ya bu mantığın içinde yer alacak veya yok olmak zorunda kalacaktır. Günümüzde özellikle azgelişmiş ülkelerde sunulan bilim görüntüsü doğrultusunda bilim ve din yalnız birbirine zıt durumlarda bulunmakla kalmıyorlar, aynı zamanda birini kavramaya uygun bir kafa yapısını benimsemek ötekini kavramaya uygun kafa yapısını terk etmek anlamına geliyor. Ülkemiz de içinde olmak üzere henüz bilimin kendi dayanaklarını sorgulamaktan korktuğu kültürel ortamlarda hem 'bilimsel' bir kafaya sahip olmak, hem de mü'mince bir idrak içinde olmak mümkün. Nitekim Türkiye ve diğer ahalisi müslüman ülkelerin 'aydın takımı bu yamalı zihin yapısına sahiptir. Gerek fiziki bilimler alanında kafa yoran müslümünlar, gerek insanların günlük hayatlarının düzenlenmesi alanında, ekonomi, politika, sosyal bilimler alanlarında kafa yoran müslümanlar hayatımız bakımından İslâmiyetin yeniden vazgeçilmez bir unsur olarak anlamı ve önemi konusunda bize yeni kavrayış alanları açarak zihnimize eklenmiş 'bilimsel' yamaları söküp atmakta pek aceleci davranmıyorlar. Batılı bilim adamlarının metafizik konularda zikrettiği cümleleri kimi dergiler, gazeteler iktibas ediyor. Sibernetik, biyonik, nükleer fizik araştırmaları Kur'ân-ı Kerim'de yazılanları ne ölçüde doğrulamakta olduğu yıllardan beri söylenip duruyor. Bütün bu sergilemeler belki bizim günlük hayattaki bunaltımıza bir ferahlık getiriyor, bir avuntu olarak seviyoruz 'bilim' kaynaklı din desteklerini. Ve lâkin asıl desteğin doğrudan doğruya Kur'andan gelebileceğini ve buradan kuvvet alınması gerektiğini anlamaktan henüz uzağız. Sanırım yamalı kafalarımıza en zor gelen de budur.
İsmet Özel, Bakanlar ve Görenler, Şule Yayınları, 6. Baskı, İstanbul 1998, shf. 57-29
Makam-ı celîl-i sadârete fi 14 Haziran-ı frengi sene 1878 tarihiyle Aleksandır Paşa’dan vârid olan telgrafname tercümesidir. Elçimiz marifetiyle Prens Bismark’a şimdi takdim olunduk. Müşârünileyh seyahatimizden bahseylediğinde teehhürümüzün sebebini kendisine ifade ile beraber birinci mecliste bulunamadığımızdan dolayı beyan-ı teessüf eyledim. Fakat müşârünileyh bu meclis âdetâ ifâ-yı merâsim ile geçmiş olduğundan birçok şey kaybetmediniz derken sonra şimdi efkârımı size bir mertebe sıdk u ihlâs ile söyleyeceğim ki bunu başkasında kolaylıkla bulamazsınız. Kongre sulh ve asayiş maksadıyla teşekkül eyledi. Ayastefanos Muâhedesi Avrupa menâfine dahi dokunmuştur ki bu menâfi sizinkine muvafık düşüyor. Bugünkü günde maksad muâhedenin şiddetini tahfîf eylemektir. Tebaa-i şâhâneden bazıları Avrupaca bir karışıklık zuhûru devlet-i Osmaniye için faydalı olur itikadında bulunuyorlar ise de öyle bir halin vukuunda neticesi onların itikadları gibi çıkmayacağı mütalaasındayım. Bu hususta gafil bulunmak lâzım değildir deyü bast-ı makal eyledi. Çâkerleri dahi cevab olarak zât-ı hazret-i pâdişâhî Devlet-i Aliyyeleri kongrenin teşekkülünü müşkilâtın sulhen tesviyesine bir vasıta olmak hasebiyle daima pek arzu etmiş oldukları halde şimdi bunun bî-garaz bir devlet-i muazzamanın himayesi ve ismi husul-i muvaffakiyeti temine kâfi olan bir zâtın riyâseti tahtında mevki-i fiile vusûlünü müşâhede ile hâiz-i nisâb-ı bahtiyârî olmuş olduklarını söyledim. Müşârünileyh yine kelâma âğâza ile tebaa-i şâhâneden olup kongre azasından kongrenin adem-i muvaffakiyetini arzu edebilecek zevâta muavenetle hayırlı birşey yapacakları itikadında bulunan adamların vücudundan tekrar bahsederek ol bâbda evvelki mülâhazâtını dermiyan eyledikden başka eğer kongrenin adem-i muavaffakiyeti üzerine Avrupa devletleri arasında bir muharebe zuhur edecek olur ise muharebe bir veya iki sene devam eyleyerek nihayet menafimize daha muzır kararlara baş bağlanabileceğini ilave-i makal eylemiştir. Çakerleri zât-ı hazret-i pâdişâhî ile Devlet-i Aliyyelerinin niyyât-ı resmiyesi hakkında tecdîd-i temînât ile onların efkâr-ı hakikiyelerinin tercümanı bulunduğumdan emin olduğumu ve taliden bu kadar cefa görmüş iken yine bütün bütün dûçâr-ı ye’s ü fütûr olmadığımızı müşâhede ile başka fikirlere zâhib olmuş adamların bulunması melhûz ise de Devlet-i Aliyye gayet elîm bir muharebenin hemen ertesi günü faydasını daha henüz hitam bulan mesâibin teceddüdünde aramak fikrinde aslâ bulunamayacağını ve Osmanlı murahhasları mutlaka kongrede vesile bularak devletlerinin efkâr-ı hakikiyesini isbat edeceklerini ifade eyledim. Müşârünileyh işbu teminatımı hoşnûdî-i zâhirî ile sened ittihâz eder gibi göründü. Kongrenin sair ileri gelen azasıyla görüşemedik. Birinci mecliste geçen şeyin hüküm ve ehemmiyeti lâyıkıyla anlaşılamadığına ve zihinlerde emniyet-i kâmile görünmediğine ve eğer bir şeye destres olmak ister isek evvel-be-evvel Prens Bismark’a hoş görünmeye behemehal ihtiyacımız olduğuna mebni musahabetimizde daha ileri gitmekliğe mahal görmedim. Sefirimiz müşârünileyhin şimdiye kadar bu derece açıktan açığa lakırdı söylememiş olduğunu ifade ile beraber kendisine diğer tarafı itidâle teşvik etmesi lüzûmundan bahs edebilmekliğim için taraf-ı sâdâretpenâhîlerinden bizim temâyülât-ı hasenemiz hakkında ber vech-i meşrûh itâ eylediğim teminâtı ilk fırsat zuhûrunda tekrâra vesîle olacak surette bir cevâbnâme irsâl buyurulması ziyâdesiyle faydalı olacağı mütalaasında bulunuyor ki bendeniz dahi tasdik ederim. Asıl lâzım olan şey büsbütün müstesna bir mevkide bulunan reis ile doğrudan doğruya konuşup görüşmektir. Kezâ fi 17 Haziran Bugünkü mecliste denizce muhâlif-i havaya tesadüfümüzden dolayı birinci mecliste bulunamadığımız için beyân-ı teessüf eyledik. Lord Salisburi Yunanistan’ın kongreye kabulünü tervîcen kıraat eylediği lâyihada Ruslar tarafından kongrede himaye olunan Islavlar memâlik-i Osmaniyedeki Rum kavmine nefes aldırmamak istiyorlar demiştir. Prens Bismark layiha-i mezkûrenin tab’ına vakit kalmak için bu meselenin diğer bir gün bahs ve tedkik olunmasını teklif etmiş ise de Prens Gorçakof ısrar ederek Rusya yalnız Islavların değil alelumum Hıristiyanların hamisidir demiştir. Mösyö Vadington Yunanistan’ın kendisine suret-i mahsusada taalluku olan meselelerde istimâına kongrece münasib görüldükçe âmâlini gelip ifade etmeye davet olunmasını teklif eyledi. Badehu Prens Bismark muahedenin altıncı maddesinin birinci fıkrasını kıraat ile bu bâbda bir kimsenin beyân edecek mülâhazâtı bulunup bulunmadığını sual eylediğinde Lord Salisburi istiklâl-i devlet-i aliyyenin pek ziyade aşağılanmaktan men’ olunması lâzimeden olduğunu beyan ettikden sonra birincisi Balkanların şimal tarafında otonom ve vergi verir bir emâret teşkil olunması ikincisi Balkanların cenûbunda zât-ı hazret-i pâdişâhînin hükümet-i askeriye ve politikası tahtında bir eyâlet ihdâs edilmesi hakkında iki teklif arzetmiş ve Balkan’ın cenûb tarafına dahi otonomi veyahut ona mümâsil birşey temin kılınacağını ilave-i makal eylemiştir. Lord Salisburi Ayastefanos Muâhedesinin netâyici kâmilen mahv edilmesin diye bir lakırdı söylemiş olduğundan Kont Şovalof buna itiraz etmiş ve kendi tasavvurlarıyla Lord Salisburi’nin teklif eylediği tasavvurun arası olmak üzere kongrenin İstanbul konferansı lâyihasını tedkik eylemesi arzusunda bulunduğunu söylemiştir. Ol vakit Prens Bismark kelâma âğâz ile Rusya murahhasları Rumeli tabir ettiği Balkanların cenûb tarafına ne yolda bir idare tertîb olunmak istenildiğine az çok kesb-i ıttılâ etmezden evvel Lord Salisburi’nin tekâlifini tedkike girişemeyeceklerini bi’l-beyân İngilizlerin bu babdaki tasavvurlarını bast u beyâna muktedir olup olmadıklarını sual eyledi.
BERLİN KONFERANSI RAPORU (Devam)
Lord Salisbury idarece tesîsât vaz’ etmek her vakitte gayet nâzik birşey olduğu ve bunun için biraz vakit verilmek lâzimeden bulunduğu cihetle bu mübâhasenin tehirini teklif eyledikde Prens Bismark işbu teklifi kabul ve olvakit Ayastefanos Muahedesini fıkra fıkra tedkik etmek suretini bertaraf eyleyerek Avusturya ve İngiltere ve Rusya murahhaslarına Lord Salisbury’nin planlarını kendi beynlerinde müzâkere ile gelecek meclise kadar mümkün ise fikirlerini yekdiğere takrîb etmelerini ihtar eylemiştir. Gelecek meclis Çarşamba günü akd olunacak ve orada Yunanistan’ın kongreye kabulü maddesiyle Lord Salisbury’nin teklifatı dermeyan edilecektir. Sefirimiz bugün Ermeni mebusanıyla görüştü. Bu mebuslar sadakatlarinden ve Asya eyâlâtının idaresini bilâ-tehir ıslâh etmekliğin lüzûmundan bahisle Ermeni cemaati tarafından müteaddid payitahtlara gönderilen mebuslar kongre azasından herbirini ayrı ayrı görmüş olduğu ve istirhamlarını Devlet-i Aliyye’nin pîş-i nazar-ı itinâya alacakları ümidinde bulundukları cihetle kongrece kongrece bir teşebbüste bulunmadıklarını söylemişlerdir. Ve hükümet-i seniyyenin Erzurum’a Ermeni milleti tarafından müntehab bir Ermeni vali tayin etmekliğin vakti olduğunu ima ve muhtariyet-i idare heveslerine düşmüş olduklarını açıktan açığa izhâr eylemişlerdir. Sefirimiz cevâb olarak hükümet-i seniyye âsâyiş ve intizamın iadesini müteakib tebea-i saire-i şahane misillü kendi millettaşlarının dahi ihtiyacat-ı meşrûasını istîfâya tamamiyle meyyâl olduğu cihetle Berlin’e kadar beyhûde seyâhat etmiş olduklarını tefhîm ve kongre nezdinde doğrudan doğruya bir teşebbüste bulunmaktan feragat ettirmek için mutedil bir lisan istimal eylemiştir. Bu zatlar bizce tezyîd-i gavâilden hali kalmayacaklarından kendilerini Berlin’den ne suretle çıkarabileceğimize dair ita buyurulacak evâmir-i aliyyelerine muntazırız. Bu hale bakılır ise kongrenin yakında bizi icbâr etmesi pek muhtemel olan kararlardan evvel bizim kabil-i icra bir takım tedâbirde bulunmaklığımızı lâzimeden olduğunu nazar-ı takdir-i asâfânelerine vaz’a mecburiyet hasıl olmuştur. Şurasını dahi ilaveten arz ederiz ki düvel-i müfahhamanın bizim hakkımızdaki temâyülâtı bin sekiz yüz altı senesindeki gibi değildir. Fakat ol vakit Devlet-i Aliyye’nin efkâr-ı umûmiyeyi temine ne derece çalışmış ma’lûm-ı âlîleridir. Şimdi ise kongrede ya bize düşman olanlar veya bizi kaydetmeyenler veyahud bizi himaye ettikleri halde bile gayet şedîd itirazlarda bulunmaktan geri durmayanlar ile karşı karşıya bulunduğumuz bir zamanda bunun bir kat daha lâzimeden olduğu bedîhîdir. Kezâ fi 19 Haziran Bugünkü mecliste Bulgar meselesinin müzâkeresi başka bir vakte ta’lik olunması için ittifak hasıl olmuş ve Yunan memuru maddesiyle iştigal olunmuştur. Lord Salisburi ile Prens Gorçakof’un falan ve filan kavmin himâye-i mahsusasına dair beyan ettikleri mütalaatı cerhen tebligat icra eyledik. Prens Gorçakof Rusya’nın sunuf-ı muhtelife-i ahali hakkındaki efkâr ve mütalaatını mübeyyin bir lâyiha kıraat eyledi. Kongre münasib gördüğü vakit Yunan elçisini huzuruna davet eylemek suretini kabul edip biz dahi bunun istişâre tarikiyle olması kaydını vaz’ eyledik. Bu suret Fransız teklifinin birinci kısmıdır. Mahaza bu teklifde hem-hudud eyâletlerin ahvâli tayin olunmak lazım geldikçe Yunan elçisi istimâ olunacaktır diye bir terkib daha var idi. Lord Salisburi hem-hudud kelimesinin yerine Rum kelimesinin vaz’ını teklif eyledi. İngiliz teklifine göre murâd ülke meselesi değil kavmiyet meselesi olduğu için eyâlet kelimesinde olan iltibası def’e sa’y eyledik. Prens Bismark Fransız teklifini mevki-i ârâya vaz’ eyledi. Biz ita-yı reyden ictinâb ettik. Ol vakit İngilizlerin Rum eyâlâtı tabiriyle Fransızların hem-hudûd eyâlât tabiri beyninde tesâvî-i ârâ vâki oldu. Reisden bir re’y-i kat’î istenildi. O dahi ictinâb eyledi. Yalnız şu zâhir oldu ki Yunan memuru kongre tarafından Rum kavmine veyahud hem-hudûd eyâlâta (burası gayr-i mukarrerdir) müteallik meseleler için münâsib görüldükçe davet olunacaktır. Gelecek meclis Cuma veya Cumartesi günü akdedilecektir. Fi 20 Haziran Kont Andraşi asker ikamesi maddesinde bir ittifak husulü Kont Ziçi tarafından ümid ettirilmekte olduğunu söyledi. Beyan ettiği mütalaa şunlardır ki Varna’nın elimizde kalması ümîdi bulunduğu cihetle tahliyesinde acele etmemeliyiz Prens Bismark tarafından vuku bulacak teşebbüse riayet-i kâmile göstermeye sa’y ile beraber hiçbir şeyi kesip atmamalıyız. Rumeli eyâletinin hududu şu olacaktır ki hatt-ı hudûd Varna’nın Balkanlara iltisak edeceği noktadan başlayıp ve Aydos ve Karnabat ve Yanbolu ve Mustafapaşa ve Işıklar ve Kuruşova’dan geçip Samako’ya doğru çıkacaktır ve oradan Sırp hududuna müntehi olacaktır. Bu eyaletin tertib-i idaresi mevâdd-ı umumiyesinde Lord Salisburi’nin mukaddemâ bendenize dediği gibi olacak Karadağ ve Sırbistan’ın hududu tenkîs edilecek Dobruca Romanyalılara ve Besarabya Rusyalılara verilerek bunların Bulgaristan emaretiyle hiç ihtilatı kalmayacak ve Rusya devleti dahil-i emârette yalnız altı ay için yirmi bin asker ikame eyleyecektir. Kont Andraşi Müslümanların Bulgaristan emaretince daima sebeb-i zaafiyet olacağından memleketlerini terk etmemelerini tercih ediyor kusur Avrupa eyâlât-ı mülûkânesinin cümlesi doğrudan doğruya hükümet-i pâdişâhî tahtında kalacaktır. Müşârünileyh rey-i âcizânemi istifsâr eyledi. Talimat alıncaya kadar bir re’y beyan edemeyeceğimizi ifade ile beraber ittifak etmekliğimiz lâzım gelen mevâddın hiçbirini kesip atmamasını ricâ eyledim. Fi 20 Haziran Rumeli eyaletinin (milis) tabir olunan askerine dair Lord Salisburi ile birçok lakırdı eyledim. Müşârünileyh bunun candarmadan başka birşey olmayacağını beyan ediyor. Avusturya’nın asker ikamesini mümteni’ü’l-ihtirâz gördüğünden buna hiçbir adavet rengi verilmeyip hukuk-ı hükümrânî-i padişâhîyi muhafaza ile beraber işin mübhem bırakılmasını ve icâbına gavâil-i hazırayı tesviye ettikten sonra bakmak üzere Avusturya’nın şimdi başka işlerimizi yola yatırmakta muavenetinden istifade kılınmasını tavsiye eyledi. Varna’yı elden çıkarmamak için saraf ettiğimiz mesainin netice-i hayriyeye vusûlü memûl idüğünden tahliyesini sürüncemeye düşürmekliğimizi ve ıslahata gelince kongrenin muhabbetini celb için kabil-i icrâ tedâbirde bulunmaklığımızı ve kongre daima bizim yapacağımızdan biraz ziyade şey yapmak isteyeceğinden yalnız kaide tarzında ilan-ı ıslâhât etmemekliğimiz istiyori şimdilik kabil-i icra tedâbirin ittihazını ve tebeddülâtın men’ini kâfi görüyor müşârünileyhin Rumeli eyâletinden maada eyâletlerin ıslâhâtı hususundaki tasavvuratı ise pek mutedildir. Galiba valilerin adem-i tebeddülü hususunda ısrar eyleyecektir. Fi 21 Haziran Murahhasların cümlesi tebeddülâtı bizim ihtiraz etmekliğimiz lâzım gelen birinci fenâlık makamında gösteriyorlar. Bina-yı devleti kurd gibi oyup harab eden bu tebeddül olduğu müşârünileyhüm için bir fikr-i umumidir. Bu fikrin kökleşmesini men’e tabii çalışmakta isek de hayli zahmet çekiliyor. Fikr-i mezkûrun sıhhati vukuatla dahi sâbit olabilir diye düşüyorlar devletin ahval-i mukadderesince bu derece vahim olan zamanda hiçbir şey ketm etmemek vazifemiz iktizasındandır bu sebebe mebni merâmımızı kemâl-i serbestî ile beyana cüretle Avrupa diplomatlarının zihinlerini ihata eden şübühâtı teyid edecek hiçbir tedbirde bulunmamasını hükümet-i seniyyeden pek ziyade rica ederiz. Kont Andraşi Aleko Paşa’dan sual eyledi. Müşârünileyhi iltizam ediyor gibi göründüğünden kendisinin Dersaadet’e götürülmesi ve teb’îd veya tehdid olunuyor tarzında bulunmaması muvâfık-ı hâl ve maslahat olacağı mütalaasındayız.
AÇELYA (Azalea) Muhteşem çiçekleriyle kış aylarının gözbebeği olan açelyaların anavatanı Karadeniz bölgesidir. Çok önceleri Romalılar tarafından Avrupa'ya götürülmüş, yüzyıllardır hibrid yoluyla pek çok çeşidi elde edilmiştir. Karadeniz ormanlarında halen yaşayan türü pembe ve sarı renklidir. Belkide çok zehirli bir bitki olmasından dolayı Ağu adıyla bilinir. Açelyalar bakımı zor çiçekler olarak ün salmıştır. Bununla beraber uygun şartlar sağlanırsa, açelyalar uzun yıllar göz alıcı çiçekleriyle evinizin süsü olmaya devam edecektir. Satın alırken bitkinin gürbüz ve sağlıklı olmasına dikkat edin. Bol tomurcuklu fakat açmış çiçeği çok az olsun. Çiçeklenme dönemi bittikten sonra mutlaka aydınlık ve serin bir yere alın. Yazın açık havada gölgeye yerleştirin. Bahçeniz varsa saksıları gölgeli bir yerde toprağa gömmek çok iyidir.Son bahara kadar devamlı sulayın ve besleyin. Hastalıklara karşı zaman zaman bakırlı bir ilaç püskürtün. Cupravit veya Antracol olabilir. Sonbaharda içeride serin ve aydınlık bir yere alın. Çiçek açmaya başlayıncaya kadar burada tutun. ÖZELLİKLERİ: ISI: En iyi serin ortamda yetişir.Kışın 15 derece idealdir. IŞIK: Kış aylarında aydınlık fakat direkt günışığından uzak,yazın gölgede bulundurun. SULAMA: Çok önemlidir.Toprağı sürekli ıslak olmalıdır.Nemli olması yetmez.Susuzluk ve aşırı ısı çiçek ve yapraklarını tamamen dökmesine neden olur. NEM: Çiçek zamanında yapraklarını her gün nemlendirin. Saksı değiştirmeyi iki yılda bir çiçekleri biter bitmez yapın.
AFRİKA MENEKŞESİ (Saintpaulia)
Afrika menekşesi yılın hemen her döneminde açan çekici ve gösterişli çiçekleri,en dar mekanlarda bile yer bulabilen ufak yapısıyla en popüler salon bitkilerinin başında gelir. İlk olarak 1892'de doğu Afrikada keşfedildi. Ticari anlamda 1920'lerde Almanya'da gösterime sunuldu. O günden beri şaşılacak kadar çok çeşidi üretildi.
Beyazdan,pembe ve morun her tonunu taşıyan renk skalası,ebruli,çizgili veya düz renk,yalınkat,yarım, tam katmerli,hatta kenarları fırfırlı çiçekleri,aynı şekilde farklı renk ve büyüklükteki yapraklarıyla bu sayı binlerle ifade edilebilir.
Kurallara uyulduğu takdirde yetiştirilmesi oldukça kolay ve memnun edicidir. Sabit ısı,dikkatli sulama,yüksek nem,iyi ışık ve düzenli besleme başarının anahtarıdır.
ISI: Kışın 15-16 derecenin altına düşmemeli,cereyan ve ani ısı değişikliklerinden kaçınılmalıdır.
IŞIK: Işığı sever,kışın güney ve doğu,yazın batıya bakan bir pencere önü idealdir. Direkt güneş ışığından sakının.
SULAMA: Toprağı kurumaya başlayınca ve daima ılık suyla sulayın. Yapraklarına su değdirmeyin. Ayda bir defa büyük bir kaba su doldurup saksıları içine yerleştirin. Suyun seviyesi saksıların altında olsun. Bir saat kadar bekletip çıkarın.
NEM: Yüksek nem şarttır.Her gün çok ince bir püskürteçle su püskürterek nemlendirin.Bu sırada bitkiyi güneşten uzak tutun.
Solmuş çiçek ve yaprakları saplarıyla beraber derhal koparın. Gerekirse saksısını ilkbaharda değiştirin. Bol çiçek alabilmek için saksıda çok fazla kök olmamasına dikkat edin. Kök ayrıçları veya yaprağından kolayca üretebilirsiniz.Yaprağı yarısına kadar toprağa daldırın ve çok fazla sulayarak çürütmemeğe dikkat edin. Uygun bir sıvı gübreyle,üzerindeki talimata uyarak düzenli besleyin.
ÇİÇEKLİ BEGONYALAR
Çiçekli begonyalar çok geniş bir aileye sahiptir. Öyle ki bu sayı binlerle ifade edilebilir. Kalıcı olanların yanı sıra soğanlı veya köklü geçici begonyalar da vardır. Hemen her renkte açarlar. Özellikle soğanlıların çiçekleri son derece gösterişlidir. Bazıları kase büyüklüğünde gül biçimi katmerli çiçeklere sahiptir. Soğanlar ilkbaharda dikilir. Sonbaharda bitki kuruduktan sonra kuru toprak içinde saklanır. Bu tür balkon ve bahçeye de dikilebilir. Köklü olan geçici bir tür de kışın açar.
Kalıcı begonyaları hepimiz iyi tanırız. Hemen her evde yetişen iri damla biçimi,genelde benekli yaprakları,salkımlar halinde pembe veya kırmızı çiçekleri olan kalıcı begonyalar metrelerce boylanabilirler.
ÖZELLİKLERİ:
ISI: Oda sıcaklığı idealdir.Kışın 15 derecenin altında bulundurmayın.
IŞIK: Direkt günışığından uzak aydınlık bir köşe,kışın biraz güneş iyi gelir.
SULAMA: Çiçek zamanı bolca sulanır. Kalıcılarda kışın suyu azaltın.
NEM: Çevresini nemlendirin ancak asla yapraklarını ıslatmayın.
Kalıcılarda gerekirse ilkbaharda saksı değiştirin. Köklü olan geçiciler çiçekleri geçtikten sonra bozulurlar. Soğanları ise yeniden dikebilirsiniz.
KALANŞO (Kalanchoe)
Bakımı kolay,gösterişli ama az yer kaplayan bir bitki istiyorsanız kalanşo'yu seçebilirsiniz. Demetler halindeki uzun ömürlü çiçekleri kırmızı,pembe,sarı veya beyaz renklerde açar. Etli ve parlak yaprakları bitki çiçeksizken bile dekoratif bir manzara arz eder. Sonbahardan yaz başlarına kadar çiçek açar. Çiçeği bittikten sonra bitkinin uç kısımlarını hafifçe budayın. Yazın dışarıda gölge bir yere koyabilirsiniz.
ÖZELLİKLERİ:
ISI: Oda sıcaklığı idealdir.kışın 10-12 dereceye dayanır.
IŞIK: Kış aylarında güneş gören bir yerde, yazın gölgede bulundurun.
SULAMA: Bolca sulayın. İki sulama arasında toprak yüzeyinin kurumasına izin verin.
NEM: Gerek duymaz.
Her yıl çiçeği bittikten sonra saksı değiştirin. Çelikle kolayca çoğalır. Kestiğiniz dalları dikmeden önce bir kaç gün bekletin.Tutuncaya kadar çok az sulayın.
YILBAŞI ÇİÇEĞİ (Christmas cactus)
Çoğu zaman çiçekçiden hevesle alınan yılbaşı çiçeği ertesi yıl ne yazık ki açmaz. Kolay yetişen bir çiçek olmakla birlikte bazı istekleri vardır. Dinlenme periyotlarına ihtiyaç duyar.
Öncelikle mümkünse yazın dışarı çıkarın,yarı gölge bir yere yerleştirin. Eylül -ekim aylarında serin bir yere alın ve suyunu iyice azaltın. Kasım başında asıl yerine alın ve sulamayı artırın. Tomurcuktayken kesinlikle yerinden oynatmayın. Çiçekleri bittikten sonra sulamayı tekrar azaltın. Bu şekilde her yıl bol çiçek açacaktır.
ÖZELLİKLERİ:
ISI: Oda sıcaklığı idealdir.Dinlenme zamanı serinde tutulmalıdır: 12 -15 derece.
IŞIK: Direkt güneş görmeyen aydınlık bir yer iyidir.
SULAMA: Çiçekteyken ve yazın düzenli sulayın. Dinlenme zamanı suyu iyice azaltın.
NEM: Yapraklarına sık sık su püskürtün.
Gerekirse her yıl ilkbaharda saksı değişebilirsiniz. Yapraklarından kolayca yetişir. Bir parça yaprak kesin. Birkaç gün dışarıda soldurduktan sonra dikin.
GLOKSİNYA (Gloxinia)
Yaz aylarında açan Gloxinia son zamanlarda çiçekçilerde sık rastlanan bir çiçek oldu. Afrika menekşesi ile akraba olan bu çiçek ev şartlarında kolaylıkla yetişir. Satın alırken çok miktarda açılmamış goncası olmasına dikkat edilirse çiçekli zamanı iki ay sürer.
ÖZELLİKLERİ:
IŞIK: Direkt günışığından uzak aydınlık bir yer idealdir.
ISI: En az 15-16 c.olmalıdır.Hava akımı zarar verir.
SULAMA: Toprağı daima nemli olmalı ama aşırı sulamadan kaçınılmalıdır. Çiçek ve yapraklara su değmemesi için ince emzikli bir kapla sulanır. Su ılık olmalıdır.
NEM: Şarttır. Saksının tabağı biraz geniş olup, içine çakıl taşları konur. Saksı taşların üzerine yerleştirilir. Tabağa bir miktar su konur. Buharlaşan su bitkiyi nemli tutar.
Bitkinin çiçekleri geçtikten sonra sulama azaltılır. Yaprakları sararınca saksı serince bir yerde saklanır. İlkbaharda etli kökler dikkatle çıkarılıp,taze humuslu toprakla yeniden dikilir. Köklerin çukur olan üst kısmı yukarıya gelmelidir. Ilık ve aydınlık bir yere yerleştirilir. Yapraklar çıkıncaya kadar pek sulanmaz. Daha sonra yukarıda anlatıldığı gibi bakılır.
ÇANTA ÇİÇEĞİ (Calceolaria)
Çiçeklerinin garip biçimi ve ilginç renkleriyle her zaman ilgi çekmiştir. Çanta çiçeği çok naziktir. Güneş,sıcak ve hava akımı ona zarar verir. Sabit ısılı ve serin yerde güzel yetişir.Aydınlık bir yere yerleştirilir ve uzaktan su püskürtülerek sık sık nemlendirilir. Çanta çiçeğini evde üretmek zordur. Yetişmiş olarak alınır ve açmış çiçeği az tomurcuğu bol olanlar tercih edilir. Bitki çiçekleri geçtikten sonra saklanmaz.
SİNERALYA (Cineraria)
Kış sonlarında çiçekçi vitrinlerini dolduran sineralyalar gerçekten güzel bir hediye olabilir.Kalp şeklinde zarif ve nazik yaprakları vardır. Çarpıcı renklerdeki çiçekleri demetler halinde açar. Sineralya sıcağı hiç sevmez. Oda ısısında çiçekleri 1-2 hafta zor dayanır. Oysa serince bir yerde 4-6 hafta sürer. Susuz bırakılmamalı,toprağı daima nemli olmalıdır. Günışığından uzak aydınlık bir yer idealdir. Sineralya alırken açmış çiçeği az ve bol tomurcuklu olmasına dikkat edilir. Bitki çiçekleri geçtikten sonra saklanmaz. Mevsimi gelince yeniden satın alınır.
ANTHURİUM
Anthurium pahalı ancak bulunduğu yere bambaşka bir hava veren bir çiçektir. Değerli bir kesme çiçek olarak çok kullanılır. Bitkinin hem çiçekleri hem de yaprakları son derece dekoratiftir. Çiçek zamanı oldukça uzun sürer.
ÖZELLİKLERİ:
ISI: Oda ısısı idealdir. Kışın ısı en az 15 c. Olmalıdır.
IŞIK: Kışın bol aydınlık ister. Yaz aylarında güneşten korunmalıdır
SULAMA: Birkaç günde bir az su verilerek toprağı daima nemli olması sağlanır.
NEM: yapraklarına her gün su püskürtülür.
Saksısı 2 yılda bir değiştirilir. Saksı değişirken köklerinden ayrılıp dikilerek çoğaltılır.
Sıra edebiyat reformuna mı geldi? Bir arkadaşım vardı; önemli telefon görüşmeleri yaparken bile, “zahmet ettim efendim” ifadesini kullanıyordu. Bir, iki; dayanamadım ve “Yanlış olmuyor mu? ” diye ikaz ettim. Mantığı şuydu: Nasıl “eziyet ettim” deniliyorsa, “zahmet ettim” de denilebilir! Şeklen doğru, aslen yanlış. Dilde her şey şeklî ve yazılı kurallar çerçevesinde mütalaa edilemez. Eziyete katlanmak ve zahmete katlanmak, paralel düşer. Fakat, eziyet etmek ile zahmet etmek ters yönlü ifadelerdir. Birini rahatsız ettiğinizi belirtmek için; “zahmet ettim” değil, “zahmet verdim” diyebilirsiniz ancak. Türkçe (Edebiyat) derslerinde en sıkıcı olan taraf, dilbilgisi bahisleridir. Son derece şekilci karmaşık tatsız bir metodu ve anlatımı vardır. Hiçbir şey öğretmez, sadece yorar ve bıktırır. Kanat çırpmayı beceremeden uçma nazariyatının uzmanı olmak ne ise, bizdeki dilbilgisi öğrenme işi de odur. Biz ancak yabancı dil öğrenme gayreti sırasında (kıyâsen) gramerin ne olduğunu kavrayabilmiştik. ... Peki ama, aruza ve Divan Edebiyatı’na takmanın mânâsı nedir? Bilmeyen de zannedecek ki, bize sopayla aruz kalıbı ezberlettiler! Halbuki bize verilen aruz bilgisi, Divan Edebiyatı’nın sesini tanıtma bilgisi gibidir. Aruza âşinâlığı olmayan, o kelimeleri telâffuz edemez o mısraları tonlayamaz. Tır–tır–tır, kalır. Bu haberleri veren televizyonda o gece, “azamî” kelimesi “âzâmî” diye telaffuz ediliyordu! Önümde 40 yıl önce yazılmış bir kompozisyon ödevi duruyor. “Baki’nin gazelini bugünkü dille ifade edilmiş bir tasvir yazısı haline getiriniz.” diyor. Üzerinde rahmetli İsmail Hilmi Soykut Hoca’mızın notu ve imzası var. Not kırmamış; ama, “olmak” tekerrürünü izâle için, “doğurmuş olduğu”yu çizip “doğurduğu” kelimesini yazmış kırmızı kalemle. İyi öğretmendiler, büyük hocaydılar. Derdi ki: “İnsan zihni, ifade akışının temâyül dalgalanmasına göre bazı kelimelere takılır. Mesela, mukayese arzusu hakim ise (ama) lar (fakat) lar çoğalır. Bir şeyi belirtme ihtiyacı yoğunlaşmışsa (o, bu, şu) ların tekerrürü başlar. Dikkatli olun.” “Lügat, ilk âşinâlığı kurmak içindir. Kelimeyi öğrenmek, o kelimeyi kullanmayı öğrenmektir.” ...”Ben bu kelimeyi bilmiyorum.” Bilmiyorsan öğreneceksin, bilmediğinle bir an önce karşılaşmayı isteyeceksin. Beni bilmediğimle karşılaştırana ben minnettarlık duyarım. Sabahattin Eyüboğlu, Divan Edebiyatı’nı anlayabilmek için 500 kelimelik bir ilave gayretin yeterli olacağını söylemiştir. Tabii ki bu, Sabahattin Eyüboğlu’nun o yazıyı yazdığı seneye göreydi. Erişilmezlik bir gerçek haline gelmiş ise, uzaklık nisbetinin hiçbir önemi kalmaz; aslında, yeni yetişenlerin büyük çoğunluğuna göre; Peyami Safa, Yakup Kadri, Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Necip Fazıl, Cemil Meriç gibi isimlerle Baki’ler, Nedim’ler, Şeyh Galip’ler arasında fark yoktur! Ruhsuzluk, dilsizlik halinde tezâhür edince; iş çığırından çıktı. Kelimeden cümleye, cümleden terkibe, üslûba, înşâya doğru gidilir. Biz şimdi kelimeden heceye doğru gidiyoruz! GSMH’nın hâsılası... Adam üçüncü heceyi de uzatıyor. Nemâ, “nema” oldu gitti. Terim olarak yerleştiği için atamıyorlar satamıyorlar! “İthal ikamesi” ikameyi inceltmeden uzatacaksın kardeşim! “İnceltmeden uzat, incelt ama uzatma,...”larla uğraşıyoruz artık. Edebiyat merakı için kelime soran yok, kerhen kullanmak zorunda oldukları kelimelerin bazı hecelerini soruyorlar sadece! Böyle bir kaçış, böyle bir emeksizlik, hamiyetsizlik, (sıfat bulamıyorum) ne akılların, ne vicdanların kabul edebileceği bir şey. Gençliğimizde zihnimize mıhlamışız, La Rochefoucauld, Rousseau, Nightingale, Montesquieu; kendi adımı unuturum, bunların imlâsını unutmam! Durkheim’i “dürkheym” mi “dürkhaym” diye mi telaffuz edeceğiz? Nermin Hanım birincisini, Topçu Hoca ikincisini kullanıyordu. “Mahcup olmayalım, hangisi doğrudur? ” diye ikisine de teyiden sormuşuzdur. Biz bunlarla bile böylesine uğraştık da; adam, yazıldığı gibi okunan sülâle halinde âşinalık arz ettiği için birini bilince diğerlerini çıkarabilme imkânı verecek kadar özünde kolaylık taşıyan güzelim kelimeler için kılını kıpırdatmıyor. Hâsıl, hâsıla, tahassül, muhassala... Hepsi böyledir. ... Dil, doğru ve güzel konuşmaları dinleyerek, doğru ve güzel yazıları okuyarak öğrenilir. Bunun başka yolu, metodu, tekniği, sırrı, formülü yok. “Anlamaya çalışıyorum” başlığıyla iki yazı yazarak bir romanın dil ve cümle yapısını inceledim. Üçüncüsünü de pazar günü sunacağım. Bu romanları okutarak mı edebiyat öğreteceksiniz? Cemil Meriç “Şiiri kümes hayvanına çevirdiler, uçamıyor! ” diyordu. Attila İlhan “Işık Lisesi’nin bahçesinde geceleri kendi kendime aruz temrinleri yaptığım günleri hatırlıyorum. Aruzla da heceyle de defterler doldurdum. Bunların hiçbiri yayınlanmamış, ama sonraki şiirimin mayasını oluşturmuştur.” diyor... ... Hal böyleyken, bunca dert ve mesele varken, bir “milâd” telâkkisiyle âcilen bir edebiyat reformu yapma ihtiyacı da nereden çıktı? “Kâfir ağlar bizim ahvâl–i perişânımıza.” deme de dur. Ahmet Selim 26.12.2001
İlk yazılı belgeleri M.S. 5. yüzyılda başlayan ve tarih boyunca çeşitli şaheserlerin yazımında kullanılan dilimiz, bu uzun ve verimli geçmişine rağmen yeterince işlenmediği ve korunmadığı için, günümüzde sahip olduğu anlatım imkânları oranında bilinmemekte ve dilimizin bu gücünden faydalanılamamaktadır. Türkçeyi gücü oranında tanımayan, bilmeyen veya kullanamayanlar da zaman zaman başka dillerle karşılaştırarak fakir bir dil gibi göstermeye çalışmaktadırlar. Anlatım gücü, gerçek kelime hazinesi göz önüne alınmadan yapılan bu karşılaştırmalarda Türkçenin aleyhine sonuçlar çıkarılmaktadır. Tarihî süreçte Türkçenin yabancı dillerden etkilenmiş olması, dilimizin yapısını ve milletimizin o dönemlerdeki kültürel ve sosyolojik durumunu bilmeyen veya bunu göz önüne almayan kişilerce Türkçenin fakirliğine dayandırılmaktadır.
Tarih boyunca çok geniş bir coğrafyaya yayılmış, farklı bölgelerde çeşitli devletler kurmuş olan milletimiz, tabiatıyla bu bölgelerdeki milletlerle kültür alış verişlerinde de bulunmuştur. Bu ilişkiler sonunda kültürde meydana gelen değişmeler, kültürün taşıyıcısı ve en önemli göstergesi olan dile de yansımış, Türk dili ile bu milletlerin dili arasında çok önemli oranlarda alış verişler olmuştur. Türk dili ve kültürü birtakım değişmelere uğramış, ancak sağlam bir temelinin bulunması dolayısıyla bu değişmeler özüne fazla etki edememiştir. Bu temasların meydana geldiği dönemlerde Türk milleti, siyasî açıdan azınlık durumunda kalmadığı için, azınlıkların ruh hâliyle kendilerini koruma ve bu sayede yok olmaktan kurtulma içgüdüsüyle davranmamış ve bu yüzden yabancı etkilere açık kalmıştır. Kültürel temasların olduğu dönemlerin pek çoğunda asker ve nüfus bakımından daha güçlü bir durumda olanlar Türklerdir. Yakın tarihlere kadar Türklerin azınlık durumuna düştüğü ve bu sebeple yok olmamak için kendi kültürel değerlerini koruma kaygısı taşıdığı, yani azınlık psikolojisiyle davrandığı dönemler pek görülmez.
Ayrıca çeşitli din değişiklikleri esnasında, Türklerin, karakter özelliklerinin bir sonucu olarak yeni dinlerini bütün samimiyetleri ve dürüstlükleriyle benimsedikleri, bu yeni dinin kendisinden önce ortaya konmuş kültürel değerlerini hiç yadırgamadan kabullendikleri görülür. Özellikle İslâmiyetin benimsenmesinden sonra, Müslüman milletlerin bizden önce ortaya koydukları medeniyetin en sadık ve en dürüst koruyucuları durumuna gelmişlerdir.
Bütün sosyal olaylar gibi kültürde ve dilde meydana gelen değişmeleri de, sadece bir iki sebebe bağlamak mümkün değildir. Ayrıca tarihî bir olay değerlendirilirken, bugünün şartları değil, o günün şartlarını göz önüne almak gerekir. Arap ve Fars dillerinin Türkçe üzerinde niçin daha fazla etkili olduklarını veya bugün batı dillerine karşı Türkiye’de ortaya çıkan hayranlığın sebeplerini araştırırken de, bütün tarihî, sosyolojik, kültürel faktörler hesaba katılmalıdır. Meseleye böyle bakılınca, yabancı dillerin Türkçe üzerindeki etkilerinin sebepleri arasında, Türklerin azınlık durumunda kalmamaları yüzünden “kültürlerini ve dillerini koruma kaygısı taşımamaları” ve “yeni din ve kültürleri, karakterlerinin gereği olarak bütün samimiyetleri ile benimsemeleri” şeklinde özetleyebileceğimiz sebepleri de sayabiliriz. Olumsuz sonuçlar doğuran ve Türkçenin yeterince gelişmesini engelleyen bu tesirin, böyle bir ruh hâlinin yarattığı anlayıştan kaynaklandığını söylemek yanlış olmaz. Ancak bu etkiye yol açan yazı, vezin, ortak medeniyet, vb. gibi başka tarihî ve sosyal sebepler de elbette bulunmaktadır
Gerçekler böyle iken bir kısım insanlarımızın dilde görülen alış verişleri Türkçenin fakirliğine dayandırmaları, bilgisizliklerinden kaynaklanmaktadır. Türkçeyi yeterince tanımayanlar, İngilizce, Almanca gibi dillerin birkaç yüz binlik kelime varlığına karşılık Türkçenin 50-60 binlik bir kelime hazinesinin bulunduğunu, dolayısıyla fakir bir dil olduğunu savunurlar.
Türkçenin bilim dili olamayacağını veya fakir bir dil olduğunu ileri sürenlerin dayandığı ilk nokta, kelime varlığımızın yetersiz olduğu düşüncesidir. Sözlüğümüzün 50 bin civarındaki kelime kadrosunu İngilizce ile kıyaslayanlar, “Türkçe zengin bir dil değildir.” şeklindeki kanaatlerini ispatladıklarını sanırlar. Oysa “bu acele verilmiş hüküm bir dilin gücünü sadece o dildeki kelime sayısıyla ölçmek demektir ki böyle bir kabul dil bilimine göre tamamen yanlıştır.” Sözlükte yer alan kelimelerin sayısına dayalı bir karşılaştırmada durum, Türkçenin tarih boyunca ve bugün şuurlu bir şekilde işlenmemesinden dolayı Türkçenin aleyhine göründüğü için, iddia sahiplerini haklıymış gibi gösterebilir. Nitekim Türkçenin bugünkü durumuna ilişkin değerlendirme yapanlar bu kaygılarını dile getirirler: “Türkçe bu asrın başında 100 bin kelimelik dev bir dil iken şimdi 20 binlere kadar düşmüştür. Oysa bu asrın başında 80 bin civarında olan İngilizce şimdilerde 400 binin üzerinde bir kelime hazinesine sahiptir.” Dil Bayramındaki bir konuşmasında Hamza Zülfikar, “80 bin kelimelik Osmanlı kamuslarından 1940’ta 15 bin kelimelik Türkçe Sözlük’e gelindiği bir gerçektir.” şeklindeki ifadesiyle, karşılaştırma amacı gütmeden, sadece Türkçenin 1940’lı yıllarda meydana gelen hızlı değişmeden dolayı içine düştüğü durumu haklı olarak belirtiyor.
Öncelikle bu ifadelerde hem Türkçe, hem İngilizce için verilen rakamların Türkçenin aleyhine, İngilizcenin lehine çok abartılı olduğunu belirtmek gerekir. Türkçenin gerçek söz varlığı hangi çalışma ile kesin olarak tespit edilmiştir? Mehmet Hengirmen, 1988 yılında Türk Dil Kurumunun yayımladığı sözlükte ortalama 60 bin sözcük bulunduğunu söyler. Yazarın yer verdiği İngilizcenin üç sözlüğündeki kelime sayısı da Redhouse 1968’de 160 bin, Cambridge İnternational Dictionary of English 1995’te 100 bin, Webster’s New World Dictionary 1970’te 80 bin” şeklindedir.
XI. yüzyılda yazılmış olan Divan ü Lugati’t-Türk’te yer alan kelimelerin sayısı 8624’tür. Oysa aynı dönemde hazırlanmış bir Lâtince-İngilizce sözlükte yer alan kelime sayısı 3000’dir. Türkçedeki kelime sayısı, bu dönemde, İngilizcedeki sayının yaklaşık üç katı kadardır. Üstelik Kaşgarlı Mahmut, eserinde, canlı dilde yaşamayan ve Türkçe kökenli olmayan kelimelere yer vermediğini de belirtir. XI. yüzyılın bu güçlü dili yukarıda belirttiğimiz çeşitli sebeplerle gerektiği şekilde işlenmediği, yüzyıllarca ihmal edildiği halde bugünkü durumuna gelmiştir. Türkçemiz bugün, Türkçenin ilim dili olamayacağını, Türkçenin fakir bir dil olduğunu savunanların iddia ettiği kadar vahim bir durumda değildir.
Türkçe bütün olumsuzluklara rağmen, günümüz dünya dillerinin hiçbirisinden geride değildir. Kelime sayılarına dayalı bir karşılaştırma, Türkçenin yapı ve işleyişinden dolayı bütün kelime ve kelime değerinde olan anlatım araçları sözlüklerde yer almadığı için gerçek ve doğru sonuçlar ortaya koyamaz. Sözlükte yer almayan veya hepsi sözlüklerde yer almayan, ancak her biri diğer kelimeler gibi birer anlatım aracı olan Türkçenin gizli diyebileceğimiz çok geniş bir söz varlığı bulunmaktadır. İlk bakışta, sözlüklerde yer almadığı için görülmeyen bu söz varlığını şöyle gruplandırabiliriz:
1- Türkçe bilindiği gibi sıfat-fiil ve zarf-fiil ekleri bakımından zengin bir dildir. Hemen hemen bütün fiillerle kullanılabilen 20 civarındaki işlek sıfat-fiil ve zarf-fiil ekimiz, cümle içinde kullanılan geçici kelimeler türetmekte ve bu kelimeler isim, sıfat, zarf, vb. olarak kullanılmaktadır. Türkçede bulunan fiil sayısının 20 katı kadar kelime Türkçenin kelime hazinesine bu eklerle kazandırılmaktadır. Ancak bu eklerle türetilen kelimeler, cümle içinde kullanılan geçici kelimeler oldukları için sözlüklerde yer almamakta, kelime sayısı belirlenirken göz önüne alınmamaktadırlar. Bu eklerden “imek” fiiliyle kullanılan “-ken” zarf fiil eki, sadece fiil tabanlarına değil, hem çekimli fiillere ve hem de isimlerin bulunma hâli eki almış şekillerine eklenerek onların cümlede zarf olmalarını sağlamaktadır. Oysa bu kelimelerden sadece sıfat-fiil eklerinin kalıplaşması sonucu oluşmuş kalıcı kelimeler sözlüklerde yer alır.
2- Türkçede isim soylu kelimelerin hepsi cümle içinde isim, sıfat, zarf, zamir olarak ve hatta bir kısmı çekim edatı olarak kullanılmaktadır. İsim, sıfat, zarf, zamir, çekim edatı görevleriyle kullanılan bu kelimeler arasında morfolojik bir fark bulunmamaktadır. Herhangi bir isim kullanılışta hiçbir şekil farklılığına uğramadan bütün bu türlerde cümlede yer alabilmektedir. Cümledeki yerine ve görevine bağlı olarak farklı bir türde kullanılan ve dolayısıyla farklı bir anlam kazanan kelime, sözlükte sadece bir yerde madde başı olarak yer almaktadır. Bazı dillerde ise her hangi bir isim, sıfat olarak kullanılınca morfolojik bir farklılığa uğramakta, dolayısıyla sözlüklerde ayrı bir madde başı hâline gelmektedir. Kelime sayısına dayalı olarak Türkçe ile bu yapıdaki başka dilleri karşılaştıracak olanların Türkçenin bu özelliğini de göz önüne almaları gerekir. İsimlerle kullanılan “-ki aitlik eki” hem yalın hâlde bulunan ve hem de bazı hâl eklerini almış bulunan isimlere getirilerek bu kelimelerin türünü değiştirip cümle içinde sıfat veya zamir olarak kullanılmalarını sağlamaktadır.
3- Türkçede varlıkları, kavramları ve hareketleri tamlamalardan faydalanarak isimlendirmek çokça başvurulan bir yoldur. Belirtisiz isim tamlaması, sıfat tamlaması, birleşik fiil, isnat grubu, kısaltma grupları yapısında karşımıza çıkan bu dil birlikleri, tek kelimeler gibi bir anlatım özelliğine sahiptir. Varlık, kavram ve hareketlerin ifadesi için kullanılan bu gruplar bir kelimeden oluşmadıkları için çoğu zaman sözlüklerimizde madde başı olarak yer almazlar. Türkçenin söz dizimi yapısının dile kazandırdığı bu zenginliği, imlâ kurallarımızın gereği olarak bu dil birliklerini ayrı yazmamız, onları dilin söz dağarcığına dahil etmemize engel olmamalıdır. Nitekim Almanca ile yazılmış herhangi bir gazete yazısı veya makaleye göz attığımız zaman, kelimelerin önemli bir kısmının birleşik kelimeler olduğunu görürüz. Aradaki fark, onlar bir kavramı, bir varlığı isimlendiren bu yapıdaki kelimeleri hemen birleştirir, bitişik yazarlar; bizde ise büyük kısmı ayrı yazılır. İmlâ Kılavuzu’nda bu konuyla ilgili kurala yer verilirken, başta şu açıklama yapılır: “Birleşik kelimeler yazılış bakımından bitişik yazılanlar ve ayrı yazılanlar olmak üzere ikiye ayrılır. Bitişik yazılan birleşik kelimelere bitişik kelime adı verilir.” Bitişik yazılmayan birleşik kelimeleri, imlâ kuralı dolayısıyla ayrı yazıldıkları için yok saymak, Türkçenin söz dizimi yapısının dile kazandırdığı bu zenginliği göz ardı etmek ne kadar doğru bir değerlendirme olur? Türkçenin sadece bitişik kelimeleri değil, birleşik kelimeleri de, kelime sayısının belirlenmesinde göz önüne alınmalıdır.
Türk Dil Kurumunun, dilimize son zamanlarda giren yabancı kelimelere bulduğu karşılıklar içinde yer alan ve iki kelimeden oluştuğu için bazı kişilerin eleştirdiği kelimeleri Ahmet Bican Ercilasun, “Göz kapağı ile kaş arasında organ olmak bakımından hiç fark yoktur; ama biri için tek kelime, diğeri için iki kelime kullanıyoruz. Buna karşılık İngilizcede kaş için iki kelime “eyebrow” kullanılıyor.” ifadeleriyle savunur. Şunu da belirtmek gerekir ki, Türkçeye batı dillerinden giren ve adı geçen eserde, Türk Dil Kurumu tarafından uygun görülen karşılıkları verilen yabancı kelimelerin küçümsenmeyecek bir kısmı iki kelimeden oluşmaktadır.
Türkçenin söz diziminin bu özelliği, daha da önemlisi bir imlâ kuralı dolayısıyla bitişik yazılmayan ve sözlüklerde madde başı olarak yer almayan birleşik kelimeleri yok saymak, sonra da Türkçenin fakir olduğu iddiasında bulunmak doğru bir değerlendirme olmaz.
Türkçenin fakirliğine hükmedenlerin yaptığı gibi, Türkçe ile başka dilleri kelime sayıları bakımından karşılaştırmak amacında değiliz. Ancak bu tür karşılaştırmaları yapanların da biraz insafsızca ortaya koydukları ve genellikle Türkçenin aleyhine verilen rakamların doğru olmadıklarını belirtmek gerekir. Daha önemlisi dilin gücü sadece kelime sayısına dayandırılarak ortaya konamaz.
Türkçeyi fakir sayanlar, bir dayanak noktası olarak da, başka bir dilden Türkçeye yapılan tercümeler sırasında çekilen güçlükleri göstermektedirler. Oysa bir dilde yazılmış herhangi bir metni başka bir dile çevirmenin her zaman birtakım zorlukları vardır. Bu gerçek fakir bir dilden zengin bir dile yapılacak tercümeler için de söz konusudur. Çünkü her milletin varlıklar ve kavramlar dünyası ve bunları ifade şekilleri farklıdır. Farklı kavram ve hareketleri olan, kendine özgü deyim ve kalıplaşmış ifade şekilleri olan bir dille yazılmış metin, daha zengin bir dile çevrilse bile, çevirenin bazı noktalarda zorlanması tabiîdir. Hele çevirici kendi dilinin ifade imkânlarını yeterince bilmiyorsa, çevirme işi daha da güçleşir. İşte bu güçlük bir kısım aydınlarımız arasında Türkçenin fakir olduğu kuruntusunu doğurmuştur. Dil şuurundan yoksun olanlar, bu durumda, kolay yolu seçerek, o dildeki kelimeleri yeğlemektedirler.
Eski Uygur Türkçesi, Karahanlı Türkçesi, Eski Anadolu Türkçesi yazı dillerinin anlatım gücü, sadece o dönemin diğer dillerine göre değil, belki günümüzdeki pek çok dile göre daha geniştir. Bu zengin dilde yer alan kelime hazinesinin bir kısmı Türk aydınları tarafından yabancı kelimelere feda edilmiştir. Bu dönem yazı dillerinin söz varlıkları Doğan Aksan tarafından, Türkçenin Söz Varlığı adlı eserde çeşitli yönleriyle dile getirilmiştir. Bu eserinde yazar, Türkiye Türkçesinin ve tarihî Türk yazı dillerinin, söz varlığı bakımından zenginliklerini incelemekte; Türkçenin ikilemeler, deyimler, türetme gücü, çok anlamlılık, terimler, kalıplaşmış sözler, atasözleri gibi çeşitli yönlerden zenginliklerini ortaya koymaktadır. Onun belirttiği bu unsurlara, Türkçenin yukarıda saydığımız özelliklerinden ortaya çıkan zenginliklerini de katmak gerekir. Biz burada sadece Uygur Türkçesinden rastgele seçtiğimiz herhangi bir fiilden türetilmiş kelimeleri örnek olarak vermekle yetineceğiz. Ahmet Caferoğlu’nun Eski Uygur Türkçesi adlı eserinde “kör- “ fiilinden türetildiği anlaşılan şu kelimeler yer alır: körgle (güzel) , körglüg (görünen, güzel manzaralı) , körgür (göster-) , körk (güzellik, endam, nişan, biçim, kıyafet) , körket- (göster-) , körkdeş (güzellikte, endamda eş) , körkitdeçi (gösteren, kılavuz) , körkit- (göster-) , körkle (güzel, dilber) , körkle (güzelleş-) , körklüg (güzel,gösterişli) , körksüz (çirkin, yakışıksız) , körkür- (göster-) , körkmeklig (görme) , körmez (kör) , körügse- (görmek iste-) , körtgür- (göster-) , körtle (güzel, dilber, prenses lâkabı) , körtrek (daha güzel) , körtük (âşık, seven) , körük veya körüg (casus; güzellik, görüş) , körüm (rüya, görünüş; piyes, görülecek olan şey) , körünçle- (sergilemek, teşhir et-, sahnele-) , körünçlegülük (teşhire lâyık, göstermeye değer) , körünçlük (sergi iskelesi, üzerinde eşya sergilenen pano, sahne) , körün- (görün-) , körüş- (görüş-) , körünççi (seyirci) . Ayrıca yine bu fiilin köküyle ilgili olan “köz, köze- (arzula-) , közet- (gözet-, sakla-) , közetçi (muhafiz) , közkiş- (birbirini gör-) , köznek (akis) , közsüz (kör) , közünç (ünlü) , közüngü (ayna) .
Ne yazık ki Türkçenin bu türden binlerce kelimesi zamanla terk edilmiş, yerlerine yabancı karşılıkları konmuştur. Terk edilen bu türdeki on binlerce kelime bir tarafa, Türkçenin bir dönemlerinde kullanılmış, her biri belki binlerce kelime kazandıracak pek çok yapım eki de bugün unutulmuş ve terk edilmiştir. Meselâ Divan ü Lugati’t-Türk’te, isimlere getirilerek, o isimle belirtilen kavram veya varlığı özleme veya o ismin kökünü teşkil eden fiilin belirttiği hareketi yapmayı isteme anlamında, “itise-, açısa-, içise-, ıdısa-, ahsa-, urusa-, üzüse-, aşısa-, agısa-, ewse-, ewise-, ukusa-, egise-, ögüse-, üküse-, alısa-, ölüse-, ılısa-, emise-, enise-” fiillerini türeten -sA eki, sıfatları derecelendiren -rAk eki, vb. Talat Tekin, bu konuyu; “Dilimizdeki yapım eklerinin yarıdan çoğunun işlek olmamasının, daha doğrusu bunların işlekliğini yitirmiş olmalarının nedeni, Osmanlı aydın ve okumuşlarının yüzyıllarca Türkçe köklerden Türkçe eklerle kelime yapmamış, türetmemiş olmalarıdır.” şeklindeki ifadesiyle dile getirir.
Gerçekten de bu zengin dilin yerini, Osmanlılar döneminde, önemli oranda Arapça ve Farsçaya dayanan bir dil almıştır. Zengin ifade imkânlarına sahip olan dilimiz bu dönemde şuurla işlenmediği için gelişmemiştir. Dilimiz gelişmediği için de önemli bilimsel eserler ortaya konamamıştır. Çünkü, yabancı dille eğitim çok emekle az bilgiye ulaşılan ve düşünme yeteneği kazandırmayan, hazır kalıpları ezberlemeyi gerektiren bir eğitimdir. Ne yazık ki Türkiye’de bugün de aynı durum yaratılmak istenmektedir. Orta öğretimde ve üniversitelerde, Türkçenin dışındaki dillerle eğitim teşvik edilmektedir. İngilizler fethettikleri ülkelerde, “İngiliz kültürünü yaymak, sömürgesi olan ülkenin ana dilinin gelişmesini önlemek, yerlilerin düşünme ve üretme yeteneklerini sınırlandırmak, onları anlamadan ezberlemeye mecbur etmek ve İngiliz kültür ve medeniyetinin üstünlüğünü kabul ettirerek onlarda aşağılık duygularını geliştirmek” amacıyla yabancı dille eğitimi orta ve yüksek öğretimde zorunlu kılmışlardır.
Osmanlı aydınlarının dil şuurundan yoksun bu davranışları, bugün de bazı aydınlar tarafından devam ettirilmektedir. Osmanlılar döneminde çeşitli sosyal ve siyasî nedenlerle ve özellikle, yanlış veya doğru dinî bir anlayışla Arapça ve Farsçaya yönelik olan bu eğilimin, bugün yönünün değiştiği ve kanaatimizce yıllarca sinsi bir şekilde yaratılan aşağılık duyguları sonucunda batı dillerine doğru kaydığı görülmektedir.
Bu düşünceden hareketle Türkçenin bilim dili olup olamayacağı, ne yazıktır ki bir kısım Türk aydınının (!) tartışma konularını oluşturur.
Kanaatimizce, bugün Türkçenin bilim dili olamayacağını iddia edenlerin içinde bulunduğu gaflet ve cehalet, Kurtuluş Savaşı döneminde İngiltere’nin veya Amerika’nın mandacılığını isteyenlerden kat kat ileridedir.
Aydınlarımızın bu tutumlarına karşılık, yabancıların bu konulardaki hassasiyetleri, dile sahip çıkma bakımından bizimle onlar arasındaki farkı gözler önüne sermektedir. Bununla ilgili olarak, Fransızların çıkardığı Ağustos 1994 Tarih ve 94-665 Sayılı Fransız Dilinin Kullanımına İlişkin Yasa’da yer alan “Yabancı bir dilde yazılması zorunlu olan sözleşme, belge, bildiri gibi yazıların Fransızca çevirileri ya da özetleri de yer alacak; bu sözleşmelerde, yabancı dilden bir deyime yada sözcüğe; bu deyim ya da sözcüğün aynı anlamda Fransızca bir karşılığı bulunuyorsa ve özellikle bu karşılık, Fransız dilinin zenginleştirilmesiyle ilgili tüzük hükümlerinin öngördüğü koşullara da uygun ise yer verilemez.” şeklindeki ifadelerini hatırlatmak yeterlidir. Bizde ise Yüksek Öğretim Kurulunun 2547 Sayılı Yasa Taslağı’nda yer alan puanlandırma sistemine göre; “Türk dili ile yazılan inceleme ve araştırma eserlerinin, sırf dili dolayısıyla ikinci sınıf bir değerlendirmeğe tâbi tutuldukları” görülmektedir. Bu iki örnek, bugün de Türkçeye sahip çıkılmadığını ve insanlarımızın Türkçe’yi bilmedeki ve kullanmadaki yetersizliklerinin suçunu Türkçenin üzerine attıklarını göstermektedir.
Bütün boylarıyla milletimizin adı olduğu için bütün Türk şivelerinin söz varlığını kapsaması gereken “Türkçe” ismini, burada sadece Türkiye Türkçesi yazı dilinin adı olarak kullanıyoruz. İfade ettiğimiz bu zenginlikler sadece Türkiye Türkçesine has zenginliklerdir. Türkçenin bütün şivelerinin söz varlığını kapsayan sözlükler bir tarafa, Türkiye Türkçesinin çeşitli dönemlerine ait bütün klâsik eserlerinde yer alan kelimeleri kapsayan sözlükler bile hazırlanmadan; Türkçenin kelime varlığını sadece bir dönemde yazı dilinde kullanılan kelimeleri içeren sözlüklerdeki sayıyla sınırlayıp, sonra da bunları başka dillerin bütün ağızlarındaki, bütün şivelerindeki, bütün klâsik eserlerindeki kelimeleri kapsayan sözlüklerdeki sayıyla karşılaştırmak doğru olur mu?
Dilimiz tarih boyunca aydınlarımız tarafından çeşitli sebeplerle şuurlu bir yaklaşımla işlenmediği hâlde bugün hiçbir dünya dilinden daha geride değildir. Türkçenin bütün klâsik eserlerinde yer alan kelimelerini içeren eksiksiz bir sözlüğü hazırlanmamıştır. Yapısı dolayısıyla anlatım gücünü artıran ögelerin pek çoğu göz ardı edilmekte, sözlüklerde bu unsurlara yer verilmemektedir. Yanlış bir yaklaşımla hazırlanmış bu eksik sözlüklerden hareketle Türkçeyi kelime sayısı bakımından yabancı dillerle karşılaştırmak ve sonuçta Türkçenin fakir bir dil olduğunu iddia etmek, yanlış bilgilere dayalı yanlış değerlendirmelerdir. Türkçeyi yeterince bilmedikleri için böyle bir iddiada bulunanlar, kendi kusurlarını Türkçenin omuzlarına yüklemek gibi bir haksızlıkta bulunmaktadırlar.
Vietnam Savaşı sırasında ABD’de öğrenciydim. Savaş karşıtlarının eylemlerine bizzat şahit ve hayran olanlardanım ki, bu eylemlerin arasında üniversite bahçesinde kurulan Kızılhaç çadırlarının kapılarına Kuzey Vietnam’a kan vermek üzere oluşturan kuyruklar vardır. Bir yanda, “Amerika, ya sev ya terk et” diye haykırarak, gözyaşları içinde “kansızlar”a doğru Amerikan bayrağını sallayanlar, diğer yanda, ahlâk dışı olduğuna inandıkları bu savaşta yer almayacaklarını söyleyenler. Bu ikinci grubu seyreder, kendi ülkemde bu denli cesur olup olamayacağımı sorgulardım. Velhasıl, Batı’nın özgürlükçü demokrasilerine gıpta etmemek mümkün değildi. Sonraki yıllarda yakın zamanlara kadar adını koyamadığım bir şey döndü; Batı demokrasilerinde ahlâkî savlarının bitkin düşüp, havlu attıklarını gördüm. “Ahlâkî savların bitkin düşmesi”nden kastım, Batı liberalizmindeki “ütopya kaybı”dır. Gıpta hatta düpedüz haset ettiğim özgürlükçü demokrasiler döndü, Pol Pot’un Kamboçya ölüm tarlaları ya da Saddam’ın Halepçe’sinden ayrı tutulamaz oldu. Euro–Amerikan toplumunun büyük çoğunluğu, liberal serbest piyasa toplumunun kısıtlanmasını, Pol Pot’un ya da Saddam’ın uygulamalarından farklı görmediği bir vicdani yapı kazanırken, söz konusu mezalim, Batı liberalizmindeki “ütopya kaybı”nın haklı gerekçeleri olarak algılanır oldular.
Şöyle ki, liberaller, “faydacı”(1) dünya görüşünün ürünleridir. Bu yapılanmalarıyla, bir yandan, toplumları plânlama, güçlü devlet, kalkınma projeleri, ütopya ve ülküler gibi bireyden feragat talep eden girişimlerden vazgeçmeye davet ederlerken, diğer yandan da yukarıdaki türden toplu felâketlerden korumayı vaat ederler.
Dürüst liberaller, serbest piyasa ekonomisinin herkese yarar sağlamayacağını hatta bazılarının düpedüz ölümü ile sonuçlanacağını teslim ederler. Ancak, bu kabulün hemen arkasından gelen seçenek şudur: “Ya sen, evsiz, barksız, aç kalacaksın ya da onlar.” “Onlar” Avrupa ya da Amerika’nın evcil şehirlerinin kaldırımlarında kıvrılıp ölmek suretiyle gözleri rahatsız etmezler. “Onlar” çok uzaklardaki rakamlardan ibarettirler. Hak ettikleri şekilde yönetilecekler, hak ettikleri müstebitlere biat edeceklerdir. Kaldı ki ve son tahlilde, mesele,evsizlik, barksızlık, açlıkta düğümlendiğine göre, “ya sen ya o” durumunda, insanın kendinden yana olması en doğal hakkıdır ve bunda vicdanı rahatsız edecek bir şey yoktur. “Vicdan”, liberal toplumla çatıştığı yerde terk edilmeli; ahlâkî değerler, ülküler, ütopyalar, “şiar” değil, “kişisel tercihler” olarak kalmalıdır. Bağdat’ta çocukların bombalar altında inlemelerini istemeyebilirsiniz ama bu hassasiyetinizi kişiye özel duyarlılığınız olarak kabul etmek, liberalizmin bu tatsızlığa bir çare bulmasını ummayı sürdürmek zorundasınız. Her ne olursa olsun, liberal sürece müdahale etmeye kalkışmayacaksınız, çünkü, Pol Pot’un ölüm tarlaları ya da Saddam’ın Halepçe’sinden başka seçeneğiniz yoktur; üçüncü bir yol yoktur.
Bu noktada itiraf etmeliyim ki, başımı kaldırıp, bugünlerde kuzey komşumuz ne yapıyor diye bakmamın nedeni, “SSCB hayatta olsaydı, siz bu bombaları biraz zor yağdırırdınız”, şeklindeki abesle iştigal etmiş olmam. Kim ne diyor derken, Cumhurbaşkanı Putin’in, yirminci yüzyılın herhalde en yürekli yazarı Aleksandr Soljenitsin ile irtibat halinde olduğunu, fikir teatisi içinde olduğunu fark etmek, bambaşka bir mutluluk kaynağı oldu. Soljenitsin, malum, Saddam’ınkinden bin beter istibdata karşı durmuş, Sovyet toplama kamplarını afişe etmiş, bir o kadar önemlisi, Batılı liberal demokrasileri istibdat karşısında tırsmak, maddesel esenliği yüceltmek ve ölümü küçümsemek suretiyle insanoğlunun ruhunu köreltmekle suçlamış olan adamdır!
1978’de Amerikan hükümetlerinin başlıca akıl hocalarının toplandığı Harvard Üniversitesi’nde yaptığı ve Batı entelijansiyada büyük yankı uyandıran konuşmasında, liberal demokrasilerle katıksız despotizmler arasında “üçüncü yol” arayışının ilk işaretlerini vermişti: “İnsanoğlunun özde ‘iyi’ olduğu, fıtratında kötülük bulunmadığı inancı dünyaya hakim olduğu sürece, özgürlüğün şer lehine bükülmesi kaçınılmazdır. ‘Dünya insanlara aittir’ inancı, ‘şerden yanlış toplumsal yapılanmalar sorumludur’ inancı geçerli olduğu sürece, özgürlüklerin şer lehine bükülmesi kaçınılmazdır. Kurallar esnetilip, mezhepler genişletildikçe, kuralları ihlâl edenlerin pohpohlanmaları, hatta cezasız kalma ihtimalleri artar. Yasaları uygulamaya kalkan hükümetin karşısına suçlunun insan haklarının ihlâl edildiğini iddia eden binlerce avukat dayanır.”
Dikkatli okurun hemen fark edeceği üzere, Soljenitsin’in daha ilk cümlesi, “mantığın, cehaleti, batıl inançları, despotizmi yenmeye ve daha iyi bir dünya kurmaya yeteceğini” iddia eden Fransız Aydınlanması’nı hedef alır. Aydınlanmacıların başlıca hedefleri din (bu durumda Fransız Katolik Kilisesi) ve toplumu baskı altında tutan babadan–oğluna aristokrasiydi. “Ben ne biliyorum? ” şeklindeki görünüşte masum soruyu soran Michel de Montaigne, aslında, ahlâkî değerlerimizin Allah vergisi fıtratımızdan kaynaklandığından emin olamadığımıza göre, onları başkalarına dayatmaya ne kralların, ne papaların, hiçbirimizin hakkı yok diyordu. “Mutlak doğru” diye bir şeyin olmadığına göre, ahlâkî değer dediğimiz, kültürel seçimimizden ibaretti: “Ölü insan etini ziyan edecekleri yerde yiyen Brezilyalı yamyamların, hasımlarını baskı altında tutan Avrupalılardan daha ahlâksız olduğunu söylemeye ne hakkımız var? ”
“İnsan”ın tek bir tanımı olmadığı, pek çok inanç, pek çok yaşam biçimi olduğu gibi, yeni biçimlerin de yaratılabileceği düşüncesi, “kültürel görecelik” akımının yerleşmesiyle sonuçlandı. Herkesin “insan”lığının kendine olduğu bu durumda, insanların birbirlerini yemelerini önlemek ancak yasalarla mümkün olabilirdi. Soljenitsin, liberal Batı demokrasilerinin yasaları uygulamadaki ciddiyetlerine hayrandır. Demokrasiyi kendi ülkesinin esenliği için olmazsa olmaz görür. Ancak, Voltaire ya da Rousseau gibi insanoğlunun özde “iyi” olup, sonradan toplumun yanlışları neticesinde “kötü” olduğuna katılmaz. “Kötülük” hepimizin içinde vardır ve zapturapt altına alınmayan “özgürlük” şer lehine kırılır, çünkü, özgürlük aynı zamanda kuralların esnetilmesini, mezheplerin genişletilmesini getirir. Bir süre sonra, ihlâl edenlerin pohpohlanmaları, hatta cezasız kalma ihtimalleri artar. Toplamaya çalışırsak, Amerika’nın Irak’a saldırmasının hangi destekler üzerinde yükseldiğine dair bir öngörü geliştirebiliriz diye düşünüyorum. Önce, “faydacı” yani liberal “ya ben ya o” şeklindeki siyah–beyaz dayatma ve üçüncü bir yol olabileceği fikrinin telâffuz dahi edilemez hale gelmiş olması. Bunun yan ürünü olarak liberal demokrasilerdeki “ütopya” kaybı. Gelinen noktada, Kıbrıslı Türklerin ya da Kerküklülerin ağlayanlarının kalmamış olması, Amerikalıların soğukkanlı bombardımanını mümkün kılan yabancılaşmalarından uzun boylu farklı değildir. Her ne olursa olsun, liberal sürece müdahale edilemeyeceği “bilgisi”nin yarattığı, çaresizlik duygusu ki, “BM’ye, NATO’ya, IMF’ye bağlıyız” bildirilerinin altında yatan budur. Sonra Soljenitsin’in işaret ettiği Aydınlanma ruhu ki, “cinayet”i bile “kültürel değerdir” diye geçiştirebilir. Ülkemiz hırsızlarının ABD’de kabul görmesi, rahmetli Sabancı’nın katilinin ortada zafer işareti yaparak gezinebilmesi vb. vb. hep bu fasıldandır. Büyük Soljenitsin’e katılmamam mümkün değil, çünkü Allah biliyor, modern zamanlarda özgürlüklerin bir defacık olsun “hayr” lehine bükülmüş olmasına rastlamış değilim. Kim komşusunun yasa gereği hacz edilmiş mallarını ucuza kapatmak özgürlüğünden feragat etmiş, duyan var mı? “Kurallar esnetilip, mezhepler genişletildikçe, kuralları ihlâl edenlerin pohpohlanmaları, hatta cezasız kalma ihtimalleri artar.” diyor, Usta, TBMM’deki sanıklara gönderme yaparcasına. Ve elbette ki, yasaları uygulamaya kalkanların karşısına suçlunun insan haklarının ihlâl edildiğini iddia eden binlerce avukat dayanır. Ve bu avukatların arasında Türkiye’nin yasalarla saptanmış garantörlük haklarını ihlâl etmekten kaçınmayanlar, Lefke’deki toplu mezardan domuz bağı ile bağlanmış cesedi çıkan sınıf arkadaşınız için duyduğunuz acıyı sizden “kişiye özel duyarlılığınız olarak kabul” etmenizi talep eden iyi niyetli “barış” gönüllüleri de vardır.
Neticeyi kelâm, ne geçtiğimiz yirminci yüzyıl, ne de içinde olduğumuz şimdiki yıllar, “insan mantığının, cehaleti, batıl inançları, zulmü, despotizmi yenmeye ve daha iyi bir dünya kurmaya yeteceğini” iddia eden Fransız Aydınlanması’nı haklı çıkaran süreçlerdir. İnsan ruhunu maddesel esenliği yüceltmek ve ölümü küçümsemek suretiyle insanoğlunun ruhunu körelten oluşumları cesaretle irdeleyen Soljenitsin’e hayran olmamak mümkün değil! Kim bilir, belki de Putin’le olan ilişkisi, kayıp Üçüncü Yol’un ucunun kuzey komşumuzda bulunabileceğine işaret etmektedir.
Uyarı: Her ne kadar bana iyi niyetlerinizi ve dileklerinizi sunmak isteseniz de, şahsen ben buna karşıyım. Üzülerek söylemek gerekirse 'taşındık! 'dememin sebebini ihlal ettiği için hakkımda yazılanlar; sizin adınıza ve kelimeleriniz adına hissettiğim tessürlerimi bildirirekten yazılanları siliyorum. Bir süre sonra, bu uygulamayı rutin haline getirmemden dolayı hakkımda hiçbir şey yazılmayacaktır ve ben hiç olmazsa burda, tertemiz bir sayfayla yaşayacağım :)
Hakkımda yazanlara teşekkür ederim; ama prensip sahibi bir adamım :)))) ahahaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa
Hayatin kayd u zabtini hiçbir fânî iskat edemez. Sen benim fi'lime (fil degil :) degil, hafaza vü kiramen kâtibinin tahrirâtini tefekkürile, zünubunun istinsahiçün talebte bulunmagla, ol halde cümlesinden ittika eyleyesün. Iki dolmali kelamin kebir ve sagir gicik taifesi beyninde hükmü beydüdetten ma'ada ne ola ki?
boş nahoş bir halta yaramaz.. höytttttt ülen, sitress atmaya geldik biz buraya..açılın ülen..şimdi size uzaktan bir çorba tarifi çakarım, görürsünüzü anyayı ve konyayı.. :)))
gıcık olunacak insan..onu görünce insan kendi eksiklerini farkediyor,gıcık oluyorsun..nedir bu eksiklik? samimiyet..hepimizde az biraz eksik olan şey..bazılarımız bunun için çırpınır..bu deli çırpınanlardan.sna samimiyetimden başka bişey veremem diyenlerdn.. -iyi yapanlardan-
bu deliye benzeyen bi arkadaşım var,askerde şimdi.Allah'ın dağında..o hep küçümsediği doğulu insanların yanında..en son korktuğunu hatırlıyorum. derdi ki; 'ya alışırsam,onlara alışır da; öyle kabul edersem ne olacak? ' bu alışmak bağlanmak değil asla..onları anlamak,onları kabul etmek..
te bu deli hep yazar; şiir yazar şarkı yazar daha ciddi şeyler yazar..kendi kendine konuşur,hiç dinlemez..dinlese bile kendine bişey çıkarır mutlak-a..herşeyi garipser..insanın şeklini bile (bunu bn de düşünürüm ama inanmaz diye söylemedim) . Beyoğlu'nun göbeğinden çıkmayan adam şimdi doğu sınırında..zaten problemi olan bu insan; çıldırmanın eşiğinde..bu deli yazmazsa,harbi ya çıldıracak; ya da kaybolacak..kendini kayıp edip ortada öylecene dolaşacak..ama yazıyor..
işte serkan denen bu deli de yazıyor..yazmalı..iyi kötü çirkin süper (çok çok iyi) mesajlı mesajsız.. bu deli yazmalı..
08.09.2005 - 12:27
Efendim hakkımdaki övgü dolu sözlerinizi özelime mesaj atmak suretiyle bana yazabilirsiniz; ama buraya değil! Fakat benim hakkımda pek de müspet yönde fikirleriniz yoksa onları tamamen burada benimle ve diğer insanlarla paylaşabilirsiniz. Amacım tevazu göstermek filan değildir bunu bilesiniz!
Neden böyle yaptığıma gelince. Efendim,şimdi siz bana övgü dolu sözleri yazdığınızda özel mesaj olarak, onu normal şartla altında sadece ben okuyacağım ve kendi kendime işte ben böyle adamım diyeceğim; ama siz buraya yazmış olursanız ben bunu tek başına yapamayacağım, diğer insanlarla da paylaşmak zorunda kalacağım. Halbuki ben böyle adamım hazzını tek başıma yaşamak istiyorum. Benim seçimim bu oldğundan bna saygı göstermelisiniz. Elbette siz de burya yazarak bir seçim yapmış oluyorsunuz; am burası doğrudan benimle alakalı olduğundan sizin seçimleriniz bana takılıyor :)
Dahası Laedri gibi bilgi dolu yazılar da yazabilirsiniz buraya. Ne de olsa bir kişi hakkında söylenen müspet ya da menfi düşünceler bize hiçbir şey kazandırmaz. O halde gelin bilgi sahası yapalım burayı :)
Selamlar
06.09.2005 - 19:36
İlim Çin'de olsa arayıp bulacak kadar ilim ve irfan meraklısı bir beyefendi olarak içinde 'ilim ve irfan' sözcüklerinden birisi ve yahut da ikisi birden geçen bir yazı, bir tarif, bir yol, bir pusula gördüm mü olduğum yerde dikilirim..Bu benim için bir yan top demek değildir..Yan top, bir futbol tabiri.. Karşı takımın oyuncusu topu kaleye sahanın kenarından atar.. Kale önündeki adam topu gol yapar.. Kalecinin işi o yan topa vaktinde çıkıp, topu almaktır..
Alamadı mı kabak kalecinin başında patlar :))
'Yan toplara sakın çıkma! ' nasihati buradan türeme..
Tedbirsiz bir beyefendi olduğumdan 'ilim ve irfan' sözcükleri ile takviyeli bir cümle gördüm mü 'yan toptur..' diye düşünmem, dalarım..
Peki hiç yan toplara çıkmadım mı?
Hem de defalarca.. Sebep? Çünkü beynimde; edindiğim bilgi ile karşılaştığım olaylar arasında bağlantı kurup, beni frenleyecek bir 'çip' yok.. Programım aykırı yazılmış :)))
Kendimizi ifade ettiğimiz klavyede 'save tuşu..' yani emniyet tuşu yerine üzerinde balık resmi bulunan 'sazanlık tuşu..' var.. Birileri bu tuşa çaktırmadan basıyor biz de konuya dalıp başımıza iş alıyoruz..
Aha yine bastılar işte..
Ben bela istemiyorum :))))))
İlim ve irfan edinmek için bu sayfadayım..
Bu sayfanın başlığı ister 'hakkında yazılanlar' olsun, ister bir bankanın hesap işlerinin görüldüğü veznesi,isterse bir Çin lokantasında hesabı ödeyecek parası çıkışmayan bir müşterinin hesap ödemek için götürüldüğü bulaşıkhanesi olsun..
Benim için fark yapmaz..
Ben alacağım ilim ve irfana bakarım..
Bu sayfada da gerçekten bilgilendirici yazılar mevcut..
Yüce padişahımıza Allah zeval vermesin..
Allah bilgisini arttırsın, O'nun bilgisinden nasiplenmemizi nasip eylesin..
Güzel hatırımı sayıp beni incitmekten gayretle sakınsın :)))))
Tam yumuşaklık ve şefkat ile kendisini koruyarak ilimini tüm dünyaya yaymak nasip eylesin..
Amin..
06.09.2005 - 14:26
yazıları okucam, resimler de güzel!
tebrik ederim
05.09.2005 - 22:50
Ben sana demiştim seni yaşatmazlar diye Serkan :)))))
Efendim ben de birşeyler yazmak için gelmiştim amma önce yazılanları okuyalım..
Sanırım birkaç günümüzü alır..
Burada bol miktarda bilgi var..
Herkes faydalansın..
Umuma çıktır..
Okumak caizdir :))))))
05.09.2005 - 22:05
05.09.2005 - 22:04
05.09.2005 - 22:02
DAHA BÜYÜK DENEMELER YAPALIM BUNLAR KÜÇÜK OLDU.
:)
İNTİKAM.. (başka birşey gelmedi aklıma idare et)
05.09.2005 - 22:01
05.09.2005 - 22:00
05.09.2005 - 21:58
05.09.2005 - 21:57
ZORDUR ANLAMAK
'Fiziksel alanda sonsuzca büyük ve sonsuzca küçük bölgelerin derinliklerine nüfuz edip de insan kavrayışının diğer alanlarını reddeden bir bilim, saf ve basit bilgisizlikten çok daha büyük bir kötülüktür (oysa fiziksel alan dışında kalan sahalarda tabiatın mantığını yeterince ortaya çıkarmak ve meselenin çözüm noktasını anlamak ve elde etmek mümkün olmaktadır) . Çağımızın bilim diye adlandırdığı şey gerçekte bir karşı-bilimdir ve onun getirdiği nihai tesir insanların mahvından başka bir şeye irca edilemez. Başka bir deyişle çağdaş bilim Vahyi ve Aklı dışta bırakmaya çabalayan totaliter bir rasyonalizmdir ve aynı zamanda kâinatın fani olduğunu anlamamıza yardım edecek metafizik izafetten haberi olmayan totaliter bir materyalizmdir.' Bu satırlar, müslüman olduktan sonra İsa adını alan Alman asıllı Sufî Frithjof Schuon'un. Bilim hakkında söyledikleri bu sözlerin yazıldıkları çağda çok isabetli ve yerinde sözlerdi. Ama sanırım yazar, günümüzde nükleer fizik alanında yapılan tartışmaları ve yorumları hesaba katabilecek kadar beklemiş olsaydı bu yukarıda söylediklerinden çok farklı sözler de eklemek zorunda kalırdı. Bugün bilimin totaliter kısmı onu kullananların politika ve tutumlarında belirginleşmektedir. Fakat günlük hayatımıza giren de bilimin politik veçhesinden başkası değildir. Bu yüzden Frithjof Schuon'un yukarıda yer alan satırlarından anlamak mümkündür ki bir müslüman günlük hayatından, tefekküre açılan çalışmalarına kadar her yaptığı işte çağımıza mahsus mantık örgüsünün, yaşayışın ve eğitimin getirdiği şartlandırmaların dışında kalan bir kafa yapısıyla faaliyet göstermek mecburiyetindedir. Biz hem günümüzün sathî kavrayış usullerinin içinde kalıp hem de hayatımızı düzenlemek üzere Allah'ın bize öğrettiği nassları anlamak ve uygulamak işini yapamayız. Çünkü Vahyin anlayış usulü ile dine cephe almış bilimin kavrayış usulü birbirine zıttır. Eğer totaliter bir rasyonalizm ve totaliter bir materyalizm görüntüsünü koruyan bir bilim anlayışı yaşadığımız ortama hükümran ise 'dine' ilişkin kaygularımız ya bu mantığın içinde yer alacak veya yok olmak zorunda kalacaktır. Günümüzde özellikle azgelişmiş ülkelerde sunulan bilim görüntüsü doğrultusunda bilim ve din yalnız birbirine zıt durumlarda bulunmakla kalmıyorlar, aynı zamanda birini kavramaya uygun bir kafa yapısını benimsemek ötekini kavramaya uygun kafa yapısını terk etmek anlamına geliyor. Ülkemiz de içinde olmak üzere henüz bilimin kendi dayanaklarını sorgulamaktan korktuğu kültürel ortamlarda hem 'bilimsel' bir kafaya sahip olmak, hem de mü'mince bir idrak içinde olmak mümkün. Nitekim Türkiye ve diğer ahalisi müslüman ülkelerin 'aydın takımı bu yamalı zihin yapısına sahiptir.
Gerek fiziki bilimler alanında kafa yoran müslümünlar, gerek insanların günlük hayatlarının düzenlenmesi alanında, ekonomi, politika, sosyal bilimler alanlarında kafa yoran müslümanlar hayatımız bakımından İslâmiyetin yeniden vazgeçilmez bir unsur olarak anlamı ve önemi konusunda bize yeni kavrayış alanları açarak zihnimize eklenmiş 'bilimsel' yamaları söküp atmakta pek aceleci davranmıyorlar.
Batılı bilim adamlarının metafizik konularda zikrettiği cümleleri kimi dergiler, gazeteler iktibas ediyor. Sibernetik, biyonik, nükleer fizik araştırmaları Kur'ân-ı Kerim'de yazılanları ne ölçüde doğrulamakta olduğu yıllardan beri söylenip duruyor. Bütün bu sergilemeler belki bizim günlük hayattaki bunaltımıza bir ferahlık getiriyor, bir avuntu olarak seviyoruz 'bilim' kaynaklı din desteklerini. Ve lâkin asıl desteğin doğrudan doğruya Kur'andan gelebileceğini ve buradan kuvvet alınması gerektiğini anlamaktan henüz uzağız. Sanırım yamalı kafalarımıza en zor gelen de budur.
İsmet Özel, Bakanlar ve Görenler, Şule Yayınları, 6. Baskı, İstanbul 1998, shf. 57-29
05.09.2005 - 21:55
BERLİN KONFERANSI RAPORU
Makam-ı celîl-i sadârete fi 14 Haziran-ı frengi sene 1878 tarihiyle Aleksandır Paşa’dan vârid olan telgrafname tercümesidir.
Elçimiz marifetiyle Prens Bismark’a şimdi takdim olunduk. Müşârünileyh seyahatimizden bahseylediğinde teehhürümüzün sebebini kendisine ifade ile beraber birinci mecliste bulunamadığımızdan dolayı beyan-ı teessüf eyledim. Fakat müşârünileyh bu meclis âdetâ ifâ-yı merâsim ile geçmiş olduğundan birçok şey kaybetmediniz derken sonra şimdi efkârımı size bir mertebe sıdk u ihlâs ile söyleyeceğim ki bunu başkasında kolaylıkla bulamazsınız. Kongre sulh ve asayiş maksadıyla teşekkül eyledi. Ayastefanos Muâhedesi Avrupa menâfine dahi dokunmuştur ki bu menâfi sizinkine muvafık düşüyor. Bugünkü günde maksad muâhedenin şiddetini tahfîf eylemektir. Tebaa-i şâhâneden bazıları Avrupaca bir karışıklık zuhûru devlet-i Osmaniye için faydalı olur itikadında bulunuyorlar ise de öyle bir halin vukuunda neticesi onların itikadları gibi çıkmayacağı mütalaasındayım. Bu hususta gafil bulunmak lâzım değildir deyü bast-ı makal eyledi. Çâkerleri dahi cevab olarak zât-ı hazret-i pâdişâhî Devlet-i Aliyyeleri kongrenin teşekkülünü müşkilâtın sulhen tesviyesine bir vasıta olmak hasebiyle daima pek arzu etmiş oldukları halde şimdi bunun bî-garaz bir devlet-i muazzamanın himayesi ve ismi husul-i muvaffakiyeti temine kâfi olan bir zâtın riyâseti tahtında mevki-i fiile vusûlünü müşâhede ile hâiz-i nisâb-ı bahtiyârî olmuş olduklarını söyledim. Müşârünileyh yine kelâma âğâza ile tebaa-i şâhâneden olup kongre azasından kongrenin adem-i muvaffakiyetini arzu edebilecek zevâta muavenetle hayırlı birşey yapacakları itikadında bulunan adamların vücudundan tekrar bahsederek ol bâbda evvelki mülâhazâtını dermiyan eyledikden başka eğer kongrenin adem-i muavaffakiyeti üzerine Avrupa devletleri arasında bir muharebe zuhur edecek olur ise muharebe bir veya iki sene devam eyleyerek nihayet menafimize daha muzır kararlara baş bağlanabileceğini ilave-i makal eylemiştir. Çakerleri zât-ı hazret-i pâdişâhî ile Devlet-i Aliyyelerinin niyyât-ı resmiyesi hakkında tecdîd-i temînât ile onların efkâr-ı hakikiyelerinin tercümanı bulunduğumdan emin olduğumu ve taliden bu kadar cefa görmüş iken yine bütün bütün dûçâr-ı ye’s ü fütûr olmadığımızı müşâhede ile başka fikirlere zâhib olmuş adamların bulunması melhûz ise de Devlet-i Aliyye gayet elîm bir muharebenin hemen ertesi günü faydasını daha henüz hitam bulan mesâibin teceddüdünde aramak fikrinde aslâ bulunamayacağını ve Osmanlı murahhasları mutlaka kongrede vesile bularak devletlerinin efkâr-ı hakikiyesini isbat edeceklerini ifade eyledim. Müşârünileyh işbu teminatımı hoşnûdî-i zâhirî ile sened ittihâz eder gibi göründü.
Kongrenin sair ileri gelen azasıyla görüşemedik. Birinci mecliste geçen şeyin hüküm ve ehemmiyeti lâyıkıyla anlaşılamadığına ve zihinlerde emniyet-i kâmile görünmediğine ve eğer bir şeye destres olmak ister isek evvel-be-evvel Prens Bismark’a hoş görünmeye behemehal ihtiyacımız olduğuna mebni musahabetimizde daha ileri gitmekliğe mahal görmedim. Sefirimiz müşârünileyhin şimdiye kadar bu derece açıktan açığa lakırdı söylememiş olduğunu ifade ile beraber kendisine diğer tarafı itidâle teşvik etmesi lüzûmundan bahs edebilmekliğim için taraf-ı sâdâretpenâhîlerinden bizim temâyülât-ı hasenemiz hakkında ber vech-i meşrûh itâ eylediğim teminâtı ilk fırsat zuhûrunda tekrâra vesîle olacak surette bir cevâbnâme irsâl buyurulması ziyâdesiyle faydalı olacağı mütalaasında bulunuyor ki bendeniz dahi tasdik ederim. Asıl lâzım olan şey büsbütün müstesna bir mevkide bulunan reis ile doğrudan doğruya konuşup görüşmektir.
Kezâ fi 17 Haziran
Bugünkü mecliste denizce muhâlif-i havaya tesadüfümüzden dolayı birinci mecliste bulunamadığımız için beyân-ı teessüf eyledik.
Lord Salisburi Yunanistan’ın kongreye kabulünü tervîcen kıraat eylediği lâyihada Ruslar tarafından kongrede himaye olunan Islavlar memâlik-i Osmaniyedeki Rum kavmine nefes aldırmamak istiyorlar demiştir. Prens Bismark layiha-i mezkûrenin tab’ına vakit kalmak için bu meselenin diğer bir gün bahs ve tedkik olunmasını teklif etmiş ise de Prens Gorçakof ısrar ederek Rusya yalnız Islavların değil alelumum Hıristiyanların hamisidir demiştir. Mösyö Vadington Yunanistan’ın kendisine suret-i mahsusada taalluku olan meselelerde istimâına kongrece münasib görüldükçe âmâlini gelip ifade etmeye davet olunmasını teklif eyledi. Badehu Prens Bismark muahedenin altıncı maddesinin birinci fıkrasını kıraat ile bu bâbda bir kimsenin beyân edecek mülâhazâtı bulunup bulunmadığını sual eylediğinde Lord Salisburi istiklâl-i devlet-i aliyyenin pek ziyade aşağılanmaktan men’ olunması lâzimeden olduğunu beyan ettikden sonra birincisi Balkanların şimal tarafında otonom ve vergi verir bir emâret teşkil olunması ikincisi Balkanların cenûbunda zât-ı hazret-i pâdişâhînin hükümet-i askeriye ve politikası tahtında bir eyâlet ihdâs edilmesi hakkında iki teklif arzetmiş ve Balkan’ın cenûb tarafına dahi otonomi veyahut ona mümâsil birşey temin kılınacağını ilave-i makal eylemiştir. Lord Salisburi Ayastefanos Muâhedesinin netâyici kâmilen mahv edilmesin diye bir lakırdı söylemiş olduğundan Kont Şovalof buna itiraz etmiş ve kendi tasavvurlarıyla Lord Salisburi’nin teklif eylediği tasavvurun arası olmak üzere kongrenin İstanbul konferansı lâyihasını tedkik eylemesi arzusunda bulunduğunu söylemiştir. Ol vakit Prens Bismark kelâma âğâz ile Rusya murahhasları Rumeli tabir ettiği Balkanların cenûb tarafına ne yolda bir idare tertîb olunmak istenildiğine az çok kesb-i ıttılâ etmezden evvel Lord Salisburi’nin tekâlifini tedkike girişemeyeceklerini bi’l-beyân İngilizlerin bu babdaki tasavvurlarını bast u beyâna muktedir olup olmadıklarını sual eyledi.
BERLİN KONFERANSI RAPORU (Devam)
Lord Salisbury idarece tesîsât vaz’ etmek her vakitte gayet nâzik birşey olduğu ve bunun için biraz vakit verilmek lâzimeden bulunduğu cihetle bu mübâhasenin tehirini teklif eyledikde Prens Bismark işbu teklifi kabul ve olvakit Ayastefanos Muahedesini fıkra fıkra tedkik etmek suretini bertaraf eyleyerek Avusturya ve İngiltere ve Rusya murahhaslarına Lord Salisbury’nin planlarını kendi beynlerinde müzâkere ile gelecek meclise kadar mümkün ise fikirlerini yekdiğere takrîb etmelerini ihtar eylemiştir.
Gelecek meclis Çarşamba günü akd olunacak ve orada Yunanistan’ın kongreye kabulü maddesiyle Lord Salisbury’nin teklifatı dermeyan edilecektir.
Sefirimiz bugün Ermeni mebusanıyla görüştü. Bu mebuslar sadakatlarinden ve Asya eyâlâtının idaresini bilâ-tehir ıslâh etmekliğin lüzûmundan bahisle Ermeni cemaati tarafından müteaddid payitahtlara gönderilen mebuslar kongre azasından herbirini ayrı ayrı görmüş olduğu ve istirhamlarını Devlet-i Aliyye’nin pîş-i nazar-ı itinâya alacakları ümidinde bulundukları cihetle kongrece kongrece bir teşebbüste bulunmadıklarını söylemişlerdir.
Ve hükümet-i seniyyenin Erzurum’a Ermeni milleti tarafından müntehab bir Ermeni vali tayin etmekliğin vakti olduğunu ima ve muhtariyet-i idare heveslerine düşmüş olduklarını açıktan açığa izhâr eylemişlerdir. Sefirimiz cevâb olarak hükümet-i seniyye âsâyiş ve intizamın iadesini müteakib tebea-i saire-i şahane misillü kendi millettaşlarının dahi ihtiyacat-ı meşrûasını istîfâya tamamiyle meyyâl olduğu cihetle Berlin’e kadar beyhûde seyâhat etmiş olduklarını tefhîm ve kongre nezdinde doğrudan doğruya bir teşebbüste bulunmaktan feragat ettirmek için mutedil bir lisan istimal eylemiştir. Bu zatlar bizce tezyîd-i gavâilden hali kalmayacaklarından kendilerini Berlin’den ne suretle çıkarabileceğimize dair ita buyurulacak evâmir-i aliyyelerine muntazırız. Bu hale bakılır ise kongrenin yakında bizi icbâr etmesi pek muhtemel olan kararlardan evvel bizim kabil-i icra bir takım tedâbirde bulunmaklığımızı lâzimeden olduğunu nazar-ı takdir-i asâfânelerine vaz’a mecburiyet hasıl olmuştur. Şurasını dahi ilaveten arz ederiz ki düvel-i müfahhamanın bizim hakkımızdaki temâyülâtı bin sekiz yüz altı senesindeki gibi değildir. Fakat ol vakit Devlet-i Aliyye’nin efkâr-ı umûmiyeyi temine ne derece çalışmış ma’lûm-ı âlîleridir. Şimdi ise kongrede ya bize düşman olanlar veya bizi kaydetmeyenler veyahud bizi himaye ettikleri halde bile gayet şedîd itirazlarda bulunmaktan geri durmayanlar ile karşı karşıya bulunduğumuz bir zamanda bunun bir kat daha lâzimeden olduğu bedîhîdir.
Kezâ fi 19 Haziran
Bugünkü mecliste Bulgar meselesinin müzâkeresi başka bir vakte ta’lik olunması için ittifak hasıl olmuş ve Yunan memuru maddesiyle iştigal olunmuştur. Lord Salisburi ile Prens Gorçakof’un falan ve filan kavmin himâye-i mahsusasına dair beyan ettikleri mütalaatı cerhen tebligat icra eyledik. Prens Gorçakof Rusya’nın sunuf-ı muhtelife-i ahali hakkındaki efkâr ve mütalaatını mübeyyin bir lâyiha kıraat eyledi. Kongre münasib gördüğü vakit Yunan elçisini huzuruna davet eylemek suretini kabul edip biz dahi bunun istişâre tarikiyle olması kaydını vaz’ eyledik.
Bu suret Fransız teklifinin birinci kısmıdır. Mahaza bu teklifde hem-hudud eyâletlerin ahvâli tayin olunmak lazım geldikçe Yunan elçisi istimâ olunacaktır diye bir terkib daha var idi. Lord Salisburi hem-hudud kelimesinin yerine Rum kelimesinin vaz’ını teklif eyledi. İngiliz teklifine göre murâd ülke meselesi değil kavmiyet meselesi olduğu için eyâlet kelimesinde olan iltibası def’e sa’y eyledik. Prens Bismark Fransız teklifini mevki-i ârâya vaz’ eyledi. Biz ita-yı reyden ictinâb ettik. Ol vakit İngilizlerin Rum eyâlâtı tabiriyle Fransızların hem-hudûd eyâlât tabiri beyninde tesâvî-i ârâ vâki oldu. Reisden bir re’y-i kat’î istenildi. O dahi ictinâb eyledi. Yalnız şu zâhir oldu ki Yunan memuru kongre tarafından Rum kavmine veyahud hem-hudûd eyâlâta (burası gayr-i mukarrerdir) müteallik meseleler için münâsib görüldükçe davet olunacaktır. Gelecek meclis Cuma veya Cumartesi günü akdedilecektir.
Fi 20 Haziran
Kont Andraşi asker ikamesi maddesinde bir ittifak husulü Kont Ziçi tarafından ümid ettirilmekte olduğunu söyledi. Beyan ettiği mütalaa şunlardır ki Varna’nın elimizde kalması ümîdi bulunduğu cihetle tahliyesinde acele etmemeliyiz Prens Bismark tarafından vuku bulacak teşebbüse riayet-i kâmile göstermeye sa’y ile beraber hiçbir şeyi kesip atmamalıyız. Rumeli eyâletinin hududu şu olacaktır ki hatt-ı hudûd Varna’nın Balkanlara iltisak edeceği noktadan başlayıp ve Aydos ve Karnabat ve Yanbolu ve Mustafapaşa ve Işıklar ve Kuruşova’dan geçip Samako’ya doğru çıkacaktır ve oradan Sırp hududuna müntehi olacaktır. Bu eyaletin tertib-i idaresi mevâdd-ı umumiyesinde Lord Salisburi’nin mukaddemâ bendenize dediği gibi olacak Karadağ ve Sırbistan’ın hududu tenkîs edilecek Dobruca Romanyalılara ve Besarabya Rusyalılara verilerek bunların Bulgaristan emaretiyle hiç ihtilatı kalmayacak ve Rusya devleti dahil-i emârette yalnız altı ay için yirmi bin asker ikame eyleyecektir. Kont Andraşi Müslümanların Bulgaristan emaretince daima sebeb-i zaafiyet olacağından memleketlerini terk etmemelerini tercih ediyor kusur Avrupa eyâlât-ı mülûkânesinin cümlesi doğrudan doğruya hükümet-i pâdişâhî tahtında kalacaktır.
Müşârünileyh rey-i âcizânemi istifsâr eyledi. Talimat alıncaya kadar bir re’y beyan edemeyeceğimizi ifade ile beraber ittifak etmekliğimiz lâzım gelen mevâddın hiçbirini kesip atmamasını ricâ eyledim.
Fi 20 Haziran
Rumeli eyaletinin (milis) tabir olunan askerine dair Lord Salisburi ile birçok lakırdı eyledim. Müşârünileyh bunun candarmadan başka birşey olmayacağını beyan ediyor. Avusturya’nın asker ikamesini mümteni’ü’l-ihtirâz gördüğünden buna hiçbir adavet rengi verilmeyip hukuk-ı hükümrânî-i padişâhîyi muhafaza ile beraber işin mübhem bırakılmasını ve icâbına gavâil-i hazırayı tesviye ettikten sonra bakmak üzere Avusturya’nın şimdi başka işlerimizi yola yatırmakta muavenetinden istifade kılınmasını tavsiye eyledi. Varna’yı elden çıkarmamak için saraf ettiğimiz mesainin netice-i hayriyeye vusûlü memûl idüğünden tahliyesini sürüncemeye düşürmekliğimizi ve ıslahata gelince kongrenin muhabbetini celb için kabil-i icrâ tedâbirde bulunmaklığımızı ve kongre daima bizim yapacağımızdan biraz ziyade şey yapmak isteyeceğinden yalnız kaide tarzında ilan-ı ıslâhât etmemekliğimiz istiyori şimdilik kabil-i icra tedâbirin ittihazını ve tebeddülâtın men’ini kâfi görüyor müşârünileyhin Rumeli eyâletinden maada eyâletlerin ıslâhâtı hususundaki tasavvuratı ise pek mutedildir. Galiba valilerin adem-i tebeddülü hususunda ısrar eyleyecektir.
Fi 21 Haziran
Murahhasların cümlesi tebeddülâtı bizim ihtiraz etmekliğimiz lâzım gelen birinci fenâlık makamında gösteriyorlar. Bina-yı devleti kurd gibi oyup harab eden bu tebeddül olduğu müşârünileyhüm için bir fikr-i umumidir. Bu fikrin kökleşmesini men’e tabii çalışmakta isek de hayli zahmet çekiliyor. Fikr-i mezkûrun sıhhati vukuatla dahi sâbit olabilir diye düşüyorlar devletin ahval-i mukadderesince bu derece vahim olan zamanda hiçbir şey ketm etmemek vazifemiz iktizasındandır bu sebebe mebni merâmımızı kemâl-i serbestî ile beyana cüretle Avrupa diplomatlarının zihinlerini ihata eden şübühâtı teyid edecek hiçbir tedbirde bulunmamasını hükümet-i seniyyeden pek ziyade rica ederiz.
Kont Andraşi Aleko Paşa’dan sual eyledi. Müşârünileyhi iltizam ediyor gibi göründüğünden kendisinin Dersaadet’e götürülmesi ve teb’îd veya tehdid olunuyor tarzında bulunmaması muvâfık-ı hâl ve maslahat olacağı mütalaasındayız.
05.09.2005 - 21:54
AÇELYA (Azalea)
Muhteşem çiçekleriyle kış aylarının gözbebeği olan açelyaların anavatanı Karadeniz bölgesidir. Çok önceleri Romalılar tarafından Avrupa'ya götürülmüş, yüzyıllardır hibrid yoluyla pek çok çeşidi elde edilmiştir. Karadeniz ormanlarında halen yaşayan türü pembe ve sarı renklidir. Belkide çok zehirli bir bitki olmasından dolayı Ağu adıyla bilinir.
Açelyalar bakımı zor çiçekler olarak ün salmıştır. Bununla beraber uygun şartlar sağlanırsa, açelyalar uzun yıllar göz alıcı çiçekleriyle evinizin süsü olmaya devam edecektir.
Satın alırken bitkinin gürbüz ve sağlıklı olmasına dikkat edin. Bol tomurcuklu fakat açmış çiçeği çok az olsun. Çiçeklenme dönemi bittikten sonra mutlaka aydınlık ve serin bir yere alın. Yazın açık havada gölgeye yerleştirin. Bahçeniz varsa saksıları gölgeli bir yerde toprağa gömmek çok iyidir.Son bahara kadar devamlı sulayın ve besleyin. Hastalıklara karşı zaman zaman bakırlı bir ilaç püskürtün. Cupravit veya Antracol olabilir. Sonbaharda içeride serin ve aydınlık bir yere alın. Çiçek açmaya başlayıncaya kadar burada tutun.
ÖZELLİKLERİ:
ISI: En iyi serin ortamda yetişir.Kışın 15 derece idealdir.
IŞIK: Kış aylarında aydınlık fakat direkt günışığından uzak,yazın gölgede bulundurun.
SULAMA: Çok önemlidir.Toprağı sürekli ıslak olmalıdır.Nemli olması yetmez.Susuzluk ve aşırı ısı çiçek ve yapraklarını tamamen dökmesine neden olur.
NEM: Çiçek zamanında yapraklarını her gün nemlendirin.
Saksı değiştirmeyi iki yılda bir çiçekleri biter bitmez yapın.
AFRİKA MENEKŞESİ (Saintpaulia)
Afrika menekşesi yılın hemen her döneminde açan çekici ve gösterişli çiçekleri,en dar mekanlarda bile yer bulabilen ufak yapısıyla en popüler salon bitkilerinin başında gelir. İlk olarak 1892'de doğu Afrikada keşfedildi. Ticari anlamda 1920'lerde Almanya'da gösterime sunuldu. O günden beri şaşılacak kadar çok çeşidi üretildi.
Beyazdan,pembe ve morun her tonunu taşıyan renk skalası,ebruli,çizgili veya düz renk,yalınkat,yarım, tam katmerli,hatta kenarları fırfırlı çiçekleri,aynı şekilde farklı renk ve büyüklükteki yapraklarıyla bu sayı binlerle ifade edilebilir.
Kurallara uyulduğu takdirde yetiştirilmesi oldukça kolay ve memnun edicidir. Sabit ısı,dikkatli sulama,yüksek nem,iyi ışık ve düzenli besleme başarının anahtarıdır.
ISI: Kışın 15-16 derecenin altına düşmemeli,cereyan ve ani ısı değişikliklerinden kaçınılmalıdır.
IŞIK: Işığı sever,kışın güney ve doğu,yazın batıya bakan bir pencere önü idealdir. Direkt güneş ışığından sakının.
SULAMA: Toprağı kurumaya başlayınca ve daima ılık suyla sulayın. Yapraklarına su değdirmeyin. Ayda bir defa büyük bir kaba su doldurup saksıları içine yerleştirin. Suyun seviyesi saksıların altında olsun. Bir saat kadar bekletip çıkarın.
NEM: Yüksek nem şarttır.Her gün çok ince bir püskürteçle su püskürterek nemlendirin.Bu sırada bitkiyi güneşten uzak tutun.
Solmuş çiçek ve yaprakları saplarıyla beraber derhal koparın. Gerekirse saksısını ilkbaharda değiştirin. Bol çiçek alabilmek için saksıda çok fazla kök olmamasına dikkat edin. Kök ayrıçları veya yaprağından kolayca üretebilirsiniz.Yaprağı yarısına kadar toprağa daldırın ve çok fazla sulayarak çürütmemeğe dikkat edin. Uygun bir sıvı gübreyle,üzerindeki talimata uyarak düzenli besleyin.
ÇİÇEKLİ BEGONYALAR
Çiçekli begonyalar çok geniş bir aileye sahiptir. Öyle ki bu sayı binlerle ifade edilebilir. Kalıcı olanların yanı sıra soğanlı veya köklü geçici begonyalar da vardır. Hemen her renkte açarlar. Özellikle soğanlıların çiçekleri son derece gösterişlidir. Bazıları kase büyüklüğünde gül biçimi katmerli çiçeklere sahiptir. Soğanlar ilkbaharda dikilir. Sonbaharda bitki kuruduktan sonra kuru toprak içinde saklanır. Bu tür balkon ve bahçeye de dikilebilir. Köklü olan geçici bir tür de kışın açar.
Kalıcı begonyaları hepimiz iyi tanırız. Hemen her evde yetişen iri damla biçimi,genelde benekli yaprakları,salkımlar halinde pembe veya kırmızı çiçekleri olan kalıcı begonyalar metrelerce boylanabilirler.
ÖZELLİKLERİ:
ISI: Oda sıcaklığı idealdir.Kışın 15 derecenin altında bulundurmayın.
IŞIK: Direkt günışığından uzak aydınlık bir köşe,kışın biraz güneş iyi gelir.
SULAMA: Çiçek zamanı bolca sulanır. Kalıcılarda kışın suyu azaltın.
NEM: Çevresini nemlendirin ancak asla yapraklarını ıslatmayın.
Kalıcılarda gerekirse ilkbaharda saksı değiştirin. Köklü olan geçiciler çiçekleri geçtikten sonra bozulurlar. Soğanları ise yeniden dikebilirsiniz.
KALANŞO (Kalanchoe)
Bakımı kolay,gösterişli ama az yer kaplayan bir bitki istiyorsanız kalanşo'yu seçebilirsiniz. Demetler halindeki uzun ömürlü çiçekleri kırmızı,pembe,sarı veya beyaz renklerde açar. Etli ve parlak yaprakları bitki çiçeksizken bile dekoratif bir manzara arz eder. Sonbahardan yaz başlarına kadar çiçek açar. Çiçeği bittikten sonra bitkinin uç kısımlarını hafifçe budayın. Yazın dışarıda gölge bir yere koyabilirsiniz.
ÖZELLİKLERİ:
ISI: Oda sıcaklığı idealdir.kışın 10-12 dereceye dayanır.
IŞIK: Kış aylarında güneş gören bir yerde, yazın gölgede bulundurun.
SULAMA: Bolca sulayın. İki sulama arasında toprak yüzeyinin kurumasına izin verin.
NEM: Gerek duymaz.
Her yıl çiçeği bittikten sonra saksı değiştirin. Çelikle kolayca çoğalır. Kestiğiniz dalları dikmeden önce bir kaç gün bekletin.Tutuncaya kadar çok az sulayın.
YILBAŞI ÇİÇEĞİ (Christmas cactus)
Çoğu zaman çiçekçiden hevesle alınan yılbaşı çiçeği ertesi yıl ne yazık ki açmaz. Kolay yetişen bir çiçek olmakla birlikte bazı istekleri vardır. Dinlenme periyotlarına ihtiyaç duyar.
Öncelikle mümkünse yazın dışarı çıkarın,yarı gölge bir yere yerleştirin. Eylül -ekim aylarında serin bir yere alın ve suyunu iyice azaltın. Kasım başında asıl yerine alın ve sulamayı artırın. Tomurcuktayken kesinlikle yerinden oynatmayın. Çiçekleri bittikten sonra sulamayı tekrar azaltın. Bu şekilde her yıl bol çiçek açacaktır.
ÖZELLİKLERİ:
ISI: Oda sıcaklığı idealdir.Dinlenme zamanı serinde tutulmalıdır: 12 -15 derece.
IŞIK: Direkt güneş görmeyen aydınlık bir yer iyidir.
SULAMA: Çiçekteyken ve yazın düzenli sulayın. Dinlenme zamanı suyu iyice azaltın.
NEM: Yapraklarına sık sık su püskürtün.
Gerekirse her yıl ilkbaharda saksı değişebilirsiniz. Yapraklarından kolayca yetişir. Bir parça yaprak kesin. Birkaç gün dışarıda soldurduktan sonra dikin.
GLOKSİNYA (Gloxinia)
Yaz aylarında açan Gloxinia son zamanlarda çiçekçilerde sık rastlanan bir çiçek oldu. Afrika menekşesi ile akraba olan bu çiçek ev şartlarında kolaylıkla yetişir. Satın alırken çok miktarda açılmamış goncası olmasına dikkat edilirse çiçekli zamanı iki ay sürer.
ÖZELLİKLERİ:
IŞIK: Direkt günışığından uzak aydınlık bir yer idealdir.
ISI: En az 15-16 c.olmalıdır.Hava akımı zarar verir.
SULAMA: Toprağı daima nemli olmalı ama aşırı sulamadan kaçınılmalıdır. Çiçek ve yapraklara su değmemesi için ince emzikli bir kapla sulanır. Su ılık olmalıdır.
NEM: Şarttır. Saksının tabağı biraz geniş olup, içine çakıl taşları konur. Saksı taşların üzerine yerleştirilir. Tabağa bir miktar su konur. Buharlaşan su bitkiyi nemli tutar.
Bitkinin çiçekleri geçtikten sonra sulama azaltılır. Yaprakları sararınca saksı serince bir yerde saklanır. İlkbaharda etli kökler dikkatle çıkarılıp,taze humuslu toprakla yeniden dikilir. Köklerin çukur olan üst kısmı yukarıya gelmelidir. Ilık ve aydınlık bir yere yerleştirilir. Yapraklar çıkıncaya kadar pek sulanmaz. Daha sonra yukarıda anlatıldığı gibi bakılır.
ÇANTA ÇİÇEĞİ (Calceolaria)
Çiçeklerinin garip biçimi ve ilginç renkleriyle her zaman ilgi çekmiştir. Çanta çiçeği çok naziktir. Güneş,sıcak ve hava akımı ona zarar verir. Sabit ısılı ve serin yerde güzel yetişir.Aydınlık bir yere yerleştirilir ve uzaktan su püskürtülerek sık sık nemlendirilir. Çanta çiçeğini evde üretmek zordur. Yetişmiş olarak alınır ve açmış çiçeği az tomurcuğu bol olanlar tercih edilir. Bitki çiçekleri geçtikten sonra saklanmaz.
SİNERALYA (Cineraria)
Kış sonlarında çiçekçi vitrinlerini dolduran sineralyalar gerçekten güzel bir hediye olabilir.Kalp şeklinde zarif ve nazik yaprakları vardır. Çarpıcı renklerdeki çiçekleri demetler halinde açar. Sineralya sıcağı hiç sevmez. Oda ısısında çiçekleri 1-2 hafta zor dayanır. Oysa serince bir yerde 4-6 hafta sürer. Susuz bırakılmamalı,toprağı daima nemli olmalıdır. Günışığından uzak aydınlık bir yer idealdir. Sineralya alırken açmış çiçeği az ve bol tomurcuklu olmasına dikkat edilir. Bitki çiçekleri geçtikten sonra saklanmaz. Mevsimi gelince yeniden satın alınır.
ANTHURİUM
Anthurium pahalı ancak bulunduğu yere bambaşka bir hava veren bir çiçektir. Değerli bir kesme çiçek olarak çok kullanılır. Bitkinin hem çiçekleri hem de yaprakları son derece dekoratiftir. Çiçek zamanı oldukça uzun sürer.
ÖZELLİKLERİ:
ISI: Oda ısısı idealdir. Kışın ısı en az 15 c. Olmalıdır.
IŞIK: Kışın bol aydınlık ister. Yaz aylarında güneşten korunmalıdır
SULAMA: Birkaç günde bir az su verilerek toprağı daima nemli olması sağlanır.
NEM: yapraklarına her gün su püskürtülür.
Saksısı 2 yılda bir değiştirilir. Saksı değişirken köklerinden ayrılıp dikilerek çoğaltılır.
05.09.2005 - 21:53
Sıra edebiyat reformuna mı geldi?
Bir arkadaşım vardı; önemli telefon görüşmeleri yaparken bile, “zahmet ettim efendim” ifadesini kullanıyordu. Bir, iki; dayanamadım ve “Yanlış olmuyor mu? ” diye ikaz ettim.
Mantığı şuydu: Nasıl “eziyet ettim” deniliyorsa, “zahmet ettim” de denilebilir! Şeklen doğru, aslen yanlış. Dilde her şey şeklî ve yazılı kurallar çerçevesinde mütalaa edilemez. Eziyete katlanmak ve zahmete katlanmak, paralel düşer. Fakat, eziyet etmek ile zahmet etmek ters yönlü ifadelerdir. Birini rahatsız ettiğinizi belirtmek için; “zahmet ettim” değil, “zahmet verdim” diyebilirsiniz ancak. Türkçe (Edebiyat) derslerinde en sıkıcı olan taraf, dilbilgisi bahisleridir. Son derece şekilci karmaşık tatsız bir metodu ve anlatımı vardır. Hiçbir şey öğretmez, sadece yorar ve bıktırır. Kanat çırpmayı beceremeden uçma nazariyatının uzmanı olmak ne ise, bizdeki dilbilgisi öğrenme işi de odur. Biz ancak yabancı dil öğrenme gayreti sırasında (kıyâsen) gramerin ne olduğunu kavrayabilmiştik.
... Peki ama, aruza ve Divan Edebiyatı’na takmanın mânâsı nedir? Bilmeyen de zannedecek ki, bize sopayla aruz kalıbı ezberlettiler! Halbuki bize verilen aruz bilgisi, Divan Edebiyatı’nın sesini tanıtma bilgisi gibidir. Aruza âşinâlığı olmayan, o kelimeleri telâffuz edemez o mısraları tonlayamaz. Tır–tır–tır, kalır. Bu haberleri veren televizyonda o gece, “azamî” kelimesi “âzâmî” diye telaffuz ediliyordu!
Önümde 40 yıl önce yazılmış bir kompozisyon ödevi duruyor. “Baki’nin gazelini bugünkü dille ifade edilmiş bir tasvir yazısı haline getiriniz.” diyor. Üzerinde rahmetli İsmail Hilmi Soykut Hoca’mızın notu ve imzası var. Not kırmamış; ama, “olmak” tekerrürünü izâle için, “doğurmuş olduğu”yu çizip “doğurduğu” kelimesini yazmış kırmızı kalemle. İyi öğretmendiler, büyük hocaydılar. Derdi ki: “İnsan zihni, ifade akışının temâyül dalgalanmasına göre bazı kelimelere takılır. Mesela, mukayese arzusu hakim ise (ama) lar (fakat) lar çoğalır. Bir şeyi belirtme ihtiyacı yoğunlaşmışsa (o, bu, şu) ların tekerrürü başlar. Dikkatli olun.” “Lügat, ilk âşinâlığı kurmak içindir. Kelimeyi öğrenmek, o kelimeyi kullanmayı öğrenmektir.”
...”Ben bu kelimeyi bilmiyorum.” Bilmiyorsan öğreneceksin, bilmediğinle bir an önce karşılaşmayı isteyeceksin. Beni bilmediğimle karşılaştırana ben minnettarlık duyarım. Sabahattin Eyüboğlu, Divan Edebiyatı’nı anlayabilmek için 500 kelimelik bir ilave gayretin yeterli olacağını söylemiştir. Tabii ki bu, Sabahattin Eyüboğlu’nun o yazıyı yazdığı seneye göreydi. Erişilmezlik bir gerçek haline gelmiş ise, uzaklık nisbetinin hiçbir önemi kalmaz; aslında, yeni yetişenlerin büyük çoğunluğuna göre; Peyami Safa, Yakup Kadri, Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Necip Fazıl, Cemil Meriç gibi isimlerle Baki’ler, Nedim’ler, Şeyh Galip’ler arasında fark yoktur! Ruhsuzluk, dilsizlik halinde tezâhür edince; iş çığırından çıktı.
Kelimeden cümleye, cümleden terkibe, üslûba, înşâya doğru gidilir. Biz şimdi kelimeden heceye doğru gidiyoruz!
GSMH’nın hâsılası... Adam üçüncü heceyi de uzatıyor. Nemâ, “nema” oldu gitti. Terim olarak yerleştiği için atamıyorlar satamıyorlar! “İthal ikamesi” ikameyi inceltmeden uzatacaksın kardeşim! “İnceltmeden uzat, incelt ama uzatma,...”larla uğraşıyoruz artık. Edebiyat merakı için kelime soran yok, kerhen kullanmak zorunda oldukları kelimelerin bazı hecelerini soruyorlar sadece! Böyle bir kaçış, böyle bir emeksizlik, hamiyetsizlik, (sıfat bulamıyorum) ne akılların, ne vicdanların kabul edebileceği bir şey. Gençliğimizde zihnimize mıhlamışız, La Rochefoucauld, Rousseau, Nightingale, Montesquieu; kendi adımı unuturum, bunların imlâsını unutmam! Durkheim’i “dürkheym” mi “dürkhaym” diye mi telaffuz edeceğiz? Nermin Hanım birincisini, Topçu Hoca ikincisini kullanıyordu. “Mahcup olmayalım, hangisi doğrudur? ” diye ikisine de teyiden sormuşuzdur. Biz bunlarla bile böylesine uğraştık da; adam, yazıldığı gibi okunan sülâle halinde âşinalık arz ettiği için birini bilince diğerlerini çıkarabilme imkânı verecek kadar özünde kolaylık taşıyan güzelim kelimeler için kılını kıpırdatmıyor. Hâsıl, hâsıla, tahassül, muhassala... Hepsi böyledir.
... Dil, doğru ve güzel konuşmaları dinleyerek, doğru ve güzel yazıları okuyarak öğrenilir. Bunun başka yolu, metodu, tekniği, sırrı, formülü yok. “Anlamaya çalışıyorum” başlığıyla iki yazı yazarak bir romanın dil ve cümle yapısını inceledim. Üçüncüsünü de pazar günü sunacağım. Bu romanları okutarak mı edebiyat öğreteceksiniz?
Cemil Meriç “Şiiri kümes hayvanına çevirdiler, uçamıyor! ” diyordu. Attila İlhan “Işık Lisesi’nin bahçesinde geceleri kendi kendime aruz temrinleri yaptığım günleri hatırlıyorum. Aruzla da heceyle de defterler doldurdum. Bunların hiçbiri yayınlanmamış, ama sonraki şiirimin mayasını oluşturmuştur.” diyor...
... Hal böyleyken, bunca dert ve mesele varken, bir “milâd” telâkkisiyle âcilen bir edebiyat reformu yapma ihtiyacı da nereden çıktı? “Kâfir ağlar bizim ahvâl–i perişânımıza.” deme de dur.
Ahmet Selim 26.12.2001
05.09.2005 - 21:52
Türkçe'nin Anlatım Gücü
İlk yazılı belgeleri M.S. 5. yüzyılda başlayan ve tarih boyunca çeşitli şaheserlerin yazımında kullanılan dilimiz, bu uzun ve verimli geçmişine rağmen yeterince işlenmediği ve korunmadığı için, günümüzde sahip olduğu anlatım imkânları oranında bilinmemekte ve dilimizin bu gücünden faydalanılamamaktadır. Türkçeyi gücü oranında tanımayan, bilmeyen veya kullanamayanlar da zaman zaman başka dillerle karşılaştırarak fakir bir dil gibi göstermeye çalışmaktadırlar. Anlatım gücü, gerçek kelime hazinesi göz önüne alınmadan yapılan bu karşılaştırmalarda Türkçenin aleyhine sonuçlar çıkarılmaktadır. Tarihî süreçte Türkçenin yabancı dillerden etkilenmiş olması, dilimizin yapısını ve milletimizin o dönemlerdeki kültürel ve sosyolojik durumunu bilmeyen veya bunu göz önüne almayan kişilerce Türkçenin fakirliğine dayandırılmaktadır.
Tarih boyunca çok geniş bir coğrafyaya yayılmış, farklı bölgelerde çeşitli devletler kurmuş olan milletimiz, tabiatıyla bu bölgelerdeki milletlerle kültür alış verişlerinde de bulunmuştur. Bu ilişkiler sonunda kültürde meydana gelen değişmeler, kültürün taşıyıcısı ve en önemli göstergesi olan dile de yansımış, Türk dili ile bu milletlerin dili arasında çok önemli oranlarda alış verişler olmuştur. Türk dili ve kültürü birtakım değişmelere uğramış, ancak sağlam bir temelinin bulunması dolayısıyla bu değişmeler özüne fazla etki edememiştir. Bu temasların meydana geldiği dönemlerde Türk milleti, siyasî açıdan azınlık durumunda kalmadığı için, azınlıkların ruh hâliyle kendilerini koruma ve bu sayede yok olmaktan kurtulma içgüdüsüyle davranmamış ve bu yüzden yabancı etkilere açık kalmıştır. Kültürel temasların olduğu dönemlerin pek çoğunda asker ve nüfus bakımından daha güçlü bir durumda olanlar Türklerdir. Yakın tarihlere kadar Türklerin azınlık durumuna düştüğü ve bu sebeple yok olmamak için kendi kültürel değerlerini koruma kaygısı taşıdığı, yani azınlık psikolojisiyle davrandığı dönemler pek görülmez.
Ayrıca çeşitli din değişiklikleri esnasında, Türklerin, karakter özelliklerinin bir sonucu olarak yeni dinlerini bütün samimiyetleri ve dürüstlükleriyle benimsedikleri, bu yeni dinin kendisinden önce ortaya konmuş kültürel değerlerini hiç yadırgamadan kabullendikleri görülür. Özellikle İslâmiyetin benimsenmesinden sonra, Müslüman milletlerin bizden önce ortaya koydukları medeniyetin en sadık ve en dürüst koruyucuları durumuna gelmişlerdir.
Bütün sosyal olaylar gibi kültürde ve dilde meydana gelen değişmeleri de, sadece bir iki sebebe bağlamak mümkün değildir. Ayrıca tarihî bir olay değerlendirilirken, bugünün şartları değil, o günün şartlarını göz önüne almak gerekir. Arap ve Fars dillerinin Türkçe üzerinde niçin daha fazla etkili olduklarını veya bugün batı dillerine karşı Türkiye’de ortaya çıkan hayranlığın sebeplerini araştırırken de, bütün tarihî, sosyolojik, kültürel faktörler hesaba katılmalıdır. Meseleye böyle bakılınca, yabancı dillerin Türkçe üzerindeki etkilerinin sebepleri arasında, Türklerin azınlık durumunda kalmamaları yüzünden “kültürlerini ve dillerini koruma kaygısı taşımamaları” ve “yeni din ve kültürleri, karakterlerinin gereği olarak bütün samimiyetleri ile benimsemeleri” şeklinde özetleyebileceğimiz sebepleri de sayabiliriz. Olumsuz sonuçlar doğuran ve Türkçenin yeterince gelişmesini engelleyen bu tesirin, böyle bir ruh hâlinin yarattığı anlayıştan kaynaklandığını söylemek yanlış olmaz. Ancak bu etkiye yol açan yazı, vezin, ortak medeniyet, vb. gibi başka tarihî ve sosyal sebepler de elbette bulunmaktadır
Gerçekler böyle iken bir kısım insanlarımızın dilde görülen alış verişleri Türkçenin fakirliğine dayandırmaları, bilgisizliklerinden kaynaklanmaktadır. Türkçeyi yeterince tanımayanlar, İngilizce, Almanca gibi dillerin birkaç yüz binlik kelime varlığına karşılık Türkçenin 50-60 binlik bir kelime hazinesinin bulunduğunu, dolayısıyla fakir bir dil olduğunu savunurlar.
Türkçenin bilim dili olamayacağını veya fakir bir dil olduğunu ileri sürenlerin dayandığı ilk nokta, kelime varlığımızın yetersiz olduğu düşüncesidir. Sözlüğümüzün 50 bin civarındaki kelime kadrosunu İngilizce ile kıyaslayanlar, “Türkçe zengin bir dil değildir.” şeklindeki kanaatlerini ispatladıklarını sanırlar. Oysa “bu acele verilmiş hüküm bir dilin gücünü sadece o dildeki kelime sayısıyla ölçmek demektir ki böyle bir kabul dil bilimine göre tamamen yanlıştır.” Sözlükte yer alan kelimelerin sayısına dayalı bir karşılaştırmada durum, Türkçenin tarih boyunca ve bugün şuurlu bir şekilde işlenmemesinden dolayı Türkçenin aleyhine göründüğü için, iddia sahiplerini haklıymış gibi gösterebilir. Nitekim Türkçenin bugünkü durumuna ilişkin değerlendirme yapanlar bu kaygılarını dile getirirler: “Türkçe bu asrın başında 100 bin kelimelik dev bir dil iken şimdi 20 binlere kadar düşmüştür. Oysa bu asrın başında 80 bin civarında olan İngilizce şimdilerde 400 binin üzerinde bir kelime hazinesine sahiptir.” Dil Bayramındaki bir konuşmasında Hamza Zülfikar, “80 bin kelimelik Osmanlı kamuslarından 1940’ta 15 bin kelimelik Türkçe Sözlük’e gelindiği bir gerçektir.” şeklindeki ifadesiyle, karşılaştırma amacı gütmeden, sadece Türkçenin 1940’lı yıllarda meydana gelen hızlı değişmeden dolayı içine düştüğü durumu haklı olarak belirtiyor.
Öncelikle bu ifadelerde hem Türkçe, hem İngilizce için verilen rakamların Türkçenin aleyhine, İngilizcenin lehine çok abartılı olduğunu belirtmek gerekir. Türkçenin gerçek söz varlığı hangi çalışma ile kesin olarak tespit edilmiştir? Mehmet Hengirmen, 1988 yılında Türk Dil Kurumunun yayımladığı sözlükte ortalama 60 bin sözcük bulunduğunu söyler. Yazarın yer verdiği İngilizcenin üç sözlüğündeki kelime sayısı da Redhouse 1968’de 160 bin, Cambridge İnternational Dictionary of English 1995’te 100 bin, Webster’s New World Dictionary 1970’te 80 bin” şeklindedir.
XI. yüzyılda yazılmış olan Divan ü Lugati’t-Türk’te yer alan kelimelerin sayısı 8624’tür. Oysa aynı dönemde hazırlanmış bir Lâtince-İngilizce sözlükte yer alan kelime sayısı 3000’dir. Türkçedeki kelime sayısı, bu dönemde, İngilizcedeki sayının yaklaşık üç katı kadardır. Üstelik Kaşgarlı Mahmut, eserinde, canlı dilde yaşamayan ve Türkçe kökenli olmayan kelimelere yer vermediğini de belirtir. XI. yüzyılın bu güçlü dili yukarıda belirttiğimiz çeşitli sebeplerle gerektiği şekilde işlenmediği, yüzyıllarca ihmal edildiği halde bugünkü durumuna gelmiştir. Türkçemiz bugün, Türkçenin ilim dili olamayacağını, Türkçenin fakir bir dil olduğunu savunanların iddia ettiği kadar vahim bir durumda değildir.
Türkçe bütün olumsuzluklara rağmen, günümüz dünya dillerinin hiçbirisinden geride değildir. Kelime sayılarına dayalı bir karşılaştırma, Türkçenin yapı ve işleyişinden dolayı bütün kelime ve kelime değerinde olan anlatım araçları sözlüklerde yer almadığı için gerçek ve doğru sonuçlar ortaya koyamaz. Sözlükte yer almayan veya hepsi sözlüklerde yer almayan, ancak her biri diğer kelimeler gibi birer anlatım aracı olan Türkçenin gizli diyebileceğimiz çok geniş bir söz varlığı bulunmaktadır. İlk bakışta, sözlüklerde yer almadığı için görülmeyen bu söz varlığını şöyle gruplandırabiliriz:
1- Türkçe bilindiği gibi sıfat-fiil ve zarf-fiil ekleri bakımından zengin bir dildir. Hemen hemen bütün fiillerle kullanılabilen 20 civarındaki işlek sıfat-fiil ve zarf-fiil ekimiz, cümle içinde kullanılan geçici kelimeler türetmekte ve bu kelimeler isim, sıfat, zarf, vb. olarak kullanılmaktadır. Türkçede bulunan fiil sayısının 20 katı kadar kelime Türkçenin kelime hazinesine bu eklerle kazandırılmaktadır. Ancak bu eklerle türetilen kelimeler, cümle içinde kullanılan geçici kelimeler oldukları için sözlüklerde yer almamakta, kelime sayısı belirlenirken göz önüne alınmamaktadırlar. Bu eklerden “imek” fiiliyle kullanılan “-ken” zarf fiil eki, sadece fiil tabanlarına değil, hem çekimli fiillere ve hem de isimlerin bulunma hâli eki almış şekillerine eklenerek onların cümlede zarf olmalarını sağlamaktadır. Oysa bu kelimelerden sadece sıfat-fiil eklerinin kalıplaşması sonucu oluşmuş kalıcı kelimeler sözlüklerde yer alır.
2- Türkçede isim soylu kelimelerin hepsi cümle içinde isim, sıfat, zarf, zamir olarak ve hatta bir kısmı çekim edatı olarak kullanılmaktadır. İsim, sıfat, zarf, zamir, çekim edatı görevleriyle kullanılan bu kelimeler arasında morfolojik bir fark bulunmamaktadır. Herhangi bir isim kullanılışta hiçbir şekil farklılığına uğramadan bütün bu türlerde cümlede yer alabilmektedir. Cümledeki yerine ve görevine bağlı olarak farklı bir türde kullanılan ve dolayısıyla farklı bir anlam kazanan kelime, sözlükte sadece bir yerde madde başı olarak yer almaktadır. Bazı dillerde ise her hangi bir isim, sıfat olarak kullanılınca morfolojik bir farklılığa uğramakta, dolayısıyla sözlüklerde ayrı bir madde başı hâline gelmektedir. Kelime sayısına dayalı olarak Türkçe ile bu yapıdaki başka dilleri karşılaştıracak olanların Türkçenin bu özelliğini de göz önüne almaları gerekir. İsimlerle kullanılan “-ki aitlik eki” hem yalın hâlde bulunan ve hem de bazı hâl eklerini almış bulunan isimlere getirilerek bu kelimelerin türünü değiştirip cümle içinde sıfat veya zamir olarak kullanılmalarını sağlamaktadır.
3- Türkçede varlıkları, kavramları ve hareketleri tamlamalardan faydalanarak isimlendirmek çokça başvurulan bir yoldur. Belirtisiz isim tamlaması, sıfat tamlaması, birleşik fiil, isnat grubu, kısaltma grupları yapısında karşımıza çıkan bu dil birlikleri, tek kelimeler gibi bir anlatım özelliğine sahiptir. Varlık, kavram ve hareketlerin ifadesi için kullanılan bu gruplar bir kelimeden oluşmadıkları için çoğu zaman sözlüklerimizde madde başı olarak yer almazlar. Türkçenin söz dizimi yapısının dile kazandırdığı bu zenginliği, imlâ kurallarımızın gereği olarak bu dil birliklerini ayrı yazmamız, onları dilin söz dağarcığına dahil etmemize engel olmamalıdır. Nitekim Almanca ile yazılmış herhangi bir gazete yazısı veya makaleye göz attığımız zaman, kelimelerin önemli bir kısmının birleşik kelimeler olduğunu görürüz. Aradaki fark, onlar bir kavramı, bir varlığı isimlendiren bu yapıdaki kelimeleri hemen birleştirir, bitişik yazarlar; bizde ise büyük kısmı ayrı yazılır. İmlâ Kılavuzu’nda bu konuyla ilgili kurala yer verilirken, başta şu açıklama yapılır: “Birleşik kelimeler yazılış bakımından bitişik yazılanlar ve ayrı yazılanlar olmak üzere ikiye ayrılır. Bitişik yazılan birleşik kelimelere bitişik kelime adı verilir.” Bitişik yazılmayan birleşik kelimeleri, imlâ kuralı dolayısıyla ayrı yazıldıkları için yok saymak, Türkçenin söz dizimi yapısının dile kazandırdığı bu zenginliği göz ardı etmek ne kadar doğru bir değerlendirme olur? Türkçenin sadece bitişik kelimeleri değil, birleşik kelimeleri de, kelime sayısının belirlenmesinde göz önüne alınmalıdır.
Türk Dil Kurumunun, dilimize son zamanlarda giren yabancı kelimelere bulduğu karşılıklar içinde yer alan ve iki kelimeden oluştuğu için bazı kişilerin eleştirdiği kelimeleri Ahmet Bican Ercilasun, “Göz kapağı ile kaş arasında organ olmak bakımından hiç fark yoktur; ama biri için tek kelime, diğeri için iki kelime kullanıyoruz. Buna karşılık İngilizcede kaş için iki kelime “eyebrow” kullanılıyor.” ifadeleriyle savunur. Şunu da belirtmek gerekir ki, Türkçeye batı dillerinden giren ve adı geçen eserde, Türk Dil Kurumu tarafından uygun görülen karşılıkları verilen yabancı kelimelerin küçümsenmeyecek bir kısmı iki kelimeden oluşmaktadır.
Türkçenin söz diziminin bu özelliği, daha da önemlisi bir imlâ kuralı dolayısıyla bitişik yazılmayan ve sözlüklerde madde başı olarak yer almayan birleşik kelimeleri yok saymak, sonra da Türkçenin fakir olduğu iddiasında bulunmak doğru bir değerlendirme olmaz.
Türkçenin fakirliğine hükmedenlerin yaptığı gibi, Türkçe ile başka dilleri kelime sayıları bakımından karşılaştırmak amacında değiliz. Ancak bu tür karşılaştırmaları yapanların da biraz insafsızca ortaya koydukları ve genellikle Türkçenin aleyhine verilen rakamların doğru olmadıklarını belirtmek gerekir. Daha önemlisi dilin gücü sadece kelime sayısına dayandırılarak ortaya konamaz.
Türkçeyi fakir sayanlar, bir dayanak noktası olarak da, başka bir dilden Türkçeye yapılan tercümeler sırasında çekilen güçlükleri göstermektedirler. Oysa bir dilde yazılmış herhangi bir metni başka bir dile çevirmenin her zaman birtakım zorlukları vardır. Bu gerçek fakir bir dilden zengin bir dile yapılacak tercümeler için de söz konusudur. Çünkü her milletin varlıklar ve kavramlar dünyası ve bunları ifade şekilleri farklıdır. Farklı kavram ve hareketleri olan, kendine özgü deyim ve kalıplaşmış ifade şekilleri olan bir dille yazılmış metin, daha zengin bir dile çevrilse bile, çevirenin bazı noktalarda zorlanması tabiîdir. Hele çevirici kendi dilinin ifade imkânlarını yeterince bilmiyorsa, çevirme işi daha da güçleşir. İşte bu güçlük bir kısım aydınlarımız arasında Türkçenin fakir olduğu kuruntusunu doğurmuştur. Dil şuurundan yoksun olanlar, bu durumda, kolay yolu seçerek, o dildeki kelimeleri yeğlemektedirler.
Eski Uygur Türkçesi, Karahanlı Türkçesi, Eski Anadolu Türkçesi yazı dillerinin anlatım gücü, sadece o dönemin diğer dillerine göre değil, belki günümüzdeki pek çok dile göre daha geniştir. Bu zengin dilde yer alan kelime hazinesinin bir kısmı Türk aydınları tarafından yabancı kelimelere feda edilmiştir. Bu dönem yazı dillerinin söz varlıkları Doğan Aksan tarafından, Türkçenin Söz Varlığı adlı eserde çeşitli yönleriyle dile getirilmiştir. Bu eserinde yazar, Türkiye Türkçesinin ve tarihî Türk yazı dillerinin, söz varlığı bakımından zenginliklerini incelemekte; Türkçenin ikilemeler, deyimler, türetme gücü, çok anlamlılık, terimler, kalıplaşmış sözler, atasözleri gibi çeşitli yönlerden zenginliklerini ortaya koymaktadır. Onun belirttiği bu unsurlara, Türkçenin yukarıda saydığımız özelliklerinden ortaya çıkan zenginliklerini de katmak gerekir. Biz burada sadece Uygur Türkçesinden rastgele seçtiğimiz herhangi bir fiilden türetilmiş kelimeleri örnek olarak vermekle yetineceğiz. Ahmet Caferoğlu’nun Eski Uygur Türkçesi adlı eserinde “kör- “ fiilinden türetildiği anlaşılan şu kelimeler yer alır: körgle (güzel) , körglüg (görünen, güzel manzaralı) , körgür (göster-) , körk (güzellik, endam, nişan, biçim, kıyafet) , körket- (göster-) , körkdeş (güzellikte, endamda eş) , körkitdeçi (gösteren, kılavuz) , körkit- (göster-) , körkle (güzel, dilber) , körkle (güzelleş-) , körklüg (güzel,gösterişli) , körksüz (çirkin, yakışıksız) , körkür- (göster-) , körkmeklig (görme) , körmez (kör) , körügse- (görmek iste-) , körtgür- (göster-) , körtle (güzel, dilber, prenses lâkabı) , körtrek (daha güzel) , körtük (âşık, seven) , körük veya körüg (casus; güzellik, görüş) , körüm (rüya, görünüş; piyes, görülecek olan şey) , körünçle- (sergilemek, teşhir et-, sahnele-) , körünçlegülük (teşhire lâyık, göstermeye değer) , körünçlük (sergi iskelesi, üzerinde eşya sergilenen pano, sahne) , körün- (görün-) , körüş- (görüş-) , körünççi (seyirci) . Ayrıca yine bu fiilin köküyle ilgili olan “köz, köze- (arzula-) , közet- (gözet-, sakla-) , közetçi (muhafiz) , közkiş- (birbirini gör-) , köznek (akis) , közsüz (kör) , közünç (ünlü) , közüngü (ayna) .
Ne yazık ki Türkçenin bu türden binlerce kelimesi zamanla terk edilmiş, yerlerine yabancı karşılıkları konmuştur. Terk edilen bu türdeki on binlerce kelime bir tarafa, Türkçenin bir dönemlerinde kullanılmış, her biri belki binlerce kelime kazandıracak pek çok yapım eki de bugün unutulmuş ve terk edilmiştir. Meselâ Divan ü Lugati’t-Türk’te, isimlere getirilerek, o isimle belirtilen kavram veya varlığı özleme veya o ismin kökünü teşkil eden fiilin belirttiği hareketi yapmayı isteme anlamında, “itise-, açısa-, içise-, ıdısa-, ahsa-, urusa-, üzüse-, aşısa-, agısa-, ewse-, ewise-, ukusa-, egise-, ögüse-, üküse-, alısa-, ölüse-, ılısa-, emise-, enise-” fiillerini türeten -sA eki, sıfatları derecelendiren -rAk eki, vb. Talat Tekin, bu konuyu; “Dilimizdeki yapım eklerinin yarıdan çoğunun işlek olmamasının, daha doğrusu bunların işlekliğini yitirmiş olmalarının nedeni, Osmanlı aydın ve okumuşlarının yüzyıllarca Türkçe köklerden Türkçe eklerle kelime yapmamış, türetmemiş olmalarıdır.” şeklindeki ifadesiyle dile getirir.
Gerçekten de bu zengin dilin yerini, Osmanlılar döneminde, önemli oranda Arapça ve Farsçaya dayanan bir dil almıştır. Zengin ifade imkânlarına sahip olan dilimiz bu dönemde şuurla işlenmediği için gelişmemiştir. Dilimiz gelişmediği için de önemli bilimsel eserler ortaya konamamıştır. Çünkü, yabancı dille eğitim çok emekle az bilgiye ulaşılan ve düşünme yeteneği kazandırmayan, hazır kalıpları ezberlemeyi gerektiren bir eğitimdir. Ne yazık ki Türkiye’de bugün de aynı durum yaratılmak istenmektedir. Orta öğretimde ve üniversitelerde, Türkçenin dışındaki dillerle eğitim teşvik edilmektedir. İngilizler fethettikleri ülkelerde, “İngiliz kültürünü yaymak, sömürgesi olan ülkenin ana dilinin gelişmesini önlemek, yerlilerin düşünme ve üretme yeteneklerini sınırlandırmak, onları anlamadan ezberlemeye mecbur etmek ve İngiliz kültür ve medeniyetinin üstünlüğünü kabul ettirerek onlarda aşağılık duygularını geliştirmek” amacıyla yabancı dille eğitimi orta ve yüksek öğretimde zorunlu kılmışlardır.
Osmanlı aydınlarının dil şuurundan yoksun bu davranışları, bugün de bazı aydınlar tarafından devam ettirilmektedir. Osmanlılar döneminde çeşitli sosyal ve siyasî nedenlerle ve özellikle, yanlış veya doğru dinî bir anlayışla Arapça ve Farsçaya yönelik olan bu eğilimin, bugün yönünün değiştiği ve kanaatimizce yıllarca sinsi bir şekilde yaratılan aşağılık duyguları sonucunda batı dillerine doğru kaydığı görülmektedir.
Bu düşünceden hareketle Türkçenin bilim dili olup olamayacağı, ne yazıktır ki bir kısım Türk aydınının (!) tartışma konularını oluşturur.
Kanaatimizce, bugün Türkçenin bilim dili olamayacağını iddia edenlerin içinde bulunduğu gaflet ve cehalet, Kurtuluş Savaşı döneminde İngiltere’nin veya Amerika’nın mandacılığını isteyenlerden kat kat ileridedir.
Aydınlarımızın bu tutumlarına karşılık, yabancıların bu konulardaki hassasiyetleri, dile sahip çıkma bakımından bizimle onlar arasındaki farkı gözler önüne sermektedir. Bununla ilgili olarak, Fransızların çıkardığı Ağustos 1994 Tarih ve 94-665 Sayılı Fransız Dilinin Kullanımına İlişkin Yasa’da yer alan “Yabancı bir dilde yazılması zorunlu olan sözleşme, belge, bildiri gibi yazıların Fransızca çevirileri ya da özetleri de yer alacak; bu sözleşmelerde, yabancı dilden bir deyime yada sözcüğe; bu deyim ya da sözcüğün aynı anlamda Fransızca bir karşılığı bulunuyorsa ve özellikle bu karşılık, Fransız dilinin zenginleştirilmesiyle ilgili tüzük hükümlerinin öngördüğü koşullara da uygun ise yer verilemez.” şeklindeki ifadelerini hatırlatmak yeterlidir. Bizde ise Yüksek Öğretim Kurulunun 2547 Sayılı Yasa Taslağı’nda yer alan puanlandırma sistemine göre; “Türk dili ile yazılan inceleme ve araştırma eserlerinin, sırf dili dolayısıyla ikinci sınıf bir değerlendirmeğe tâbi tutuldukları” görülmektedir. Bu iki örnek, bugün de Türkçeye sahip çıkılmadığını ve insanlarımızın Türkçe’yi bilmedeki ve kullanmadaki yetersizliklerinin suçunu Türkçenin üzerine attıklarını göstermektedir.
Bütün boylarıyla milletimizin adı olduğu için bütün Türk şivelerinin söz varlığını kapsaması gereken “Türkçe” ismini, burada sadece Türkiye Türkçesi yazı dilinin adı olarak kullanıyoruz. İfade ettiğimiz bu zenginlikler sadece Türkiye Türkçesine has zenginliklerdir. Türkçenin bütün şivelerinin söz varlığını kapsayan sözlükler bir tarafa, Türkiye Türkçesinin çeşitli dönemlerine ait bütün klâsik eserlerinde yer alan kelimeleri kapsayan sözlükler bile hazırlanmadan; Türkçenin kelime varlığını sadece bir dönemde yazı dilinde kullanılan kelimeleri içeren sözlüklerdeki sayıyla sınırlayıp, sonra da bunları başka dillerin bütün ağızlarındaki, bütün şivelerindeki, bütün klâsik eserlerindeki kelimeleri kapsayan sözlüklerdeki sayıyla karşılaştırmak doğru olur mu?
Dilimiz tarih boyunca aydınlarımız tarafından çeşitli sebeplerle şuurlu bir yaklaşımla işlenmediği hâlde bugün hiçbir dünya dilinden daha geride değildir. Türkçenin bütün klâsik eserlerinde yer alan kelimelerini içeren eksiksiz bir sözlüğü hazırlanmamıştır. Yapısı dolayısıyla anlatım gücünü artıran ögelerin pek çoğu göz ardı edilmekte, sözlüklerde bu unsurlara yer verilmemektedir. Yanlış bir yaklaşımla hazırlanmış bu eksik sözlüklerden hareketle Türkçeyi kelime sayısı bakımından yabancı dillerle karşılaştırmak ve sonuçta Türkçenin fakir bir dil olduğunu iddia etmek, yanlış bilgilere dayalı yanlış değerlendirmelerdir. Türkçeyi yeterince bilmedikleri için böyle bir iddiada bulunanlar, kendi kusurlarını Türkçenin omuzlarına yüklemek gibi bir haksızlıkta bulunmaktadırlar.
Yard. Doç. Dr. Ahat ÜSTÜNER
05.09.2005 - 21:52
Vietnam Savaşı sırasında ABD’de öğrenciydim. Savaş karşıtlarının eylemlerine bizzat şahit ve hayran olanlardanım ki, bu eylemlerin arasında üniversite bahçesinde kurulan Kızılhaç çadırlarının kapılarına Kuzey Vietnam’a kan vermek üzere oluşturan kuyruklar vardır. Bir yanda, “Amerika, ya sev ya terk et” diye haykırarak, gözyaşları içinde “kansızlar”a doğru Amerikan bayrağını sallayanlar, diğer yanda, ahlâk dışı olduğuna inandıkları bu savaşta yer almayacaklarını söyleyenler.
Bu ikinci grubu seyreder, kendi ülkemde bu denli cesur olup olamayacağımı sorgulardım. Velhasıl, Batı’nın özgürlükçü
demokrasilerine gıpta etmemek mümkün değildi. Sonraki yıllarda yakın zamanlara kadar adını koyamadığım bir şey döndü;
Batı demokrasilerinde ahlâkî savlarının bitkin düşüp, havlu attıklarını gördüm. “Ahlâkî savların bitkin düşmesi”nden kastım, Batı liberalizmindeki “ütopya kaybı”dır. Gıpta hatta düpedüz haset ettiğim özgürlükçü demokrasiler döndü, Pol Pot’un Kamboçya ölüm tarlaları ya da Saddam’ın Halepçe’sinden ayrı tutulamaz oldu. Euro–Amerikan toplumunun büyük
çoğunluğu, liberal serbest piyasa toplumunun kısıtlanmasını, Pol Pot’un ya da Saddam’ın uygulamalarından farklı görmediği bir vicdani yapı kazanırken, söz konusu mezalim, Batı liberalizmindeki “ütopya kaybı”nın haklı gerekçeleri olarak algılanır oldular.
Şöyle ki, liberaller, “faydacı”(1) dünya görüşünün ürünleridir. Bu yapılanmalarıyla, bir yandan, toplumları plânlama, güçlü devlet, kalkınma projeleri, ütopya ve ülküler gibi bireyden feragat talep eden girişimlerden vazgeçmeye davet ederlerken, diğer yandan da yukarıdaki türden toplu felâketlerden korumayı vaat ederler.
Dürüst liberaller, serbest piyasa ekonomisinin herkese yarar sağlamayacağını hatta bazılarının düpedüz ölümü ile sonuçlanacağını teslim ederler. Ancak, bu kabulün hemen arkasından gelen seçenek şudur: “Ya sen, evsiz, barksız, aç kalacaksın ya da onlar.” “Onlar” Avrupa ya da Amerika’nın evcil şehirlerinin kaldırımlarında kıvrılıp ölmek suretiyle
gözleri rahatsız etmezler. “Onlar” çok uzaklardaki rakamlardan ibarettirler. Hak ettikleri şekilde yönetilecekler, hak ettikleri
müstebitlere biat edeceklerdir. Kaldı ki ve son tahlilde, mesele,evsizlik, barksızlık, açlıkta düğümlendiğine göre, “ya sen ya o”
durumunda, insanın kendinden yana olması en doğal hakkıdır ve bunda vicdanı rahatsız edecek bir şey yoktur. “Vicdan”, liberal toplumla çatıştığı yerde terk edilmeli; ahlâkî değerler, ülküler, ütopyalar, “şiar” değil, “kişisel tercihler” olarak kalmalıdır. Bağdat’ta çocukların bombalar altında inlemelerini istemeyebilirsiniz ama bu hassasiyetinizi kişiye özel duyarlılığınız olarak kabul etmek, liberalizmin bu tatsızlığa bir çare bulmasını ummayı sürdürmek zorundasınız. Her ne olursa olsun, liberal sürece müdahale etmeye kalkışmayacaksınız, çünkü, Pol Pot’un ölüm tarlaları ya da Saddam’ın Halepçe’sinden başka seçeneğiniz yoktur; üçüncü bir yol yoktur.
Bu noktada itiraf etmeliyim ki, başımı kaldırıp, bugünlerde kuzey komşumuz ne yapıyor diye bakmamın nedeni, “SSCB hayatta olsaydı, siz bu bombaları biraz zor yağdırırdınız”, şeklindeki abesle iştigal etmiş olmam. Kim ne diyor derken, Cumhurbaşkanı Putin’in, yirminci yüzyılın herhalde en yürekli yazarı Aleksandr Soljenitsin ile irtibat halinde olduğunu, fikir
teatisi içinde olduğunu fark etmek, bambaşka bir mutluluk kaynağı oldu. Soljenitsin, malum, Saddam’ınkinden bin beter istibdata karşı durmuş, Sovyet toplama kamplarını afişe etmiş, bir o kadar önemlisi, Batılı liberal demokrasileri istibdat karşısında tırsmak, maddesel esenliği yüceltmek ve ölümü küçümsemek suretiyle insanoğlunun ruhunu köreltmekle
suçlamış olan adamdır!
1978’de Amerikan hükümetlerinin başlıca akıl hocalarının toplandığı Harvard Üniversitesi’nde yaptığı ve Batı entelijansiyada büyük yankı uyandıran konuşmasında, liberal demokrasilerle katıksız despotizmler arasında “üçüncü yol” arayışının ilk işaretlerini vermişti: “İnsanoğlunun özde ‘iyi’ olduğu, fıtratında kötülük bulunmadığı inancı dünyaya hakim olduğu sürece, özgürlüğün şer lehine bükülmesi kaçınılmazdır. ‘Dünya insanlara aittir’ inancı, ‘şerden yanlış toplumsal yapılanmalar
sorumludur’ inancı geçerli olduğu sürece, özgürlüklerin şer lehine bükülmesi kaçınılmazdır. Kurallar esnetilip, mezhepler genişletildikçe, kuralları ihlâl edenlerin pohpohlanmaları, hatta cezasız kalma ihtimalleri artar. Yasaları uygulamaya kalkan hükümetin karşısına suçlunun insan haklarının ihlâl edildiğini iddia eden binlerce avukat dayanır.”
Dikkatli okurun hemen fark edeceği üzere, Soljenitsin’in daha ilk cümlesi, “mantığın, cehaleti, batıl inançları, despotizmi yenmeye ve daha iyi bir dünya kurmaya yeteceğini” iddia eden Fransız Aydınlanması’nı hedef alır. Aydınlanmacıların başlıca hedefleri din (bu durumda Fransız Katolik Kilisesi) ve toplumu baskı altında tutan babadan–oğluna aristokrasiydi.
“Ben ne biliyorum? ” şeklindeki görünüşte masum soruyu soran Michel de Montaigne, aslında, ahlâkî değerlerimizin Allah vergisi fıtratımızdan kaynaklandığından emin olamadığımıza göre, onları başkalarına dayatmaya ne kralların, ne papaların, hiçbirimizin hakkı yok diyordu. “Mutlak doğru” diye bir şeyin olmadığına göre, ahlâkî değer dediğimiz, kültürel
seçimimizden ibaretti: “Ölü insan etini ziyan edecekleri yerde yiyen Brezilyalı yamyamların, hasımlarını baskı altında tutan Avrupalılardan daha ahlâksız olduğunu söylemeye ne hakkımız var? ”
“İnsan”ın tek bir tanımı olmadığı, pek çok inanç, pek çok yaşam biçimi olduğu gibi, yeni biçimlerin de yaratılabileceği düşüncesi, “kültürel görecelik” akımının yerleşmesiyle sonuçlandı. Herkesin “insan”lığının kendine olduğu bu durumda, insanların birbirlerini yemelerini önlemek ancak yasalarla mümkün olabilirdi. Soljenitsin, liberal Batı demokrasilerinin yasaları uygulamadaki ciddiyetlerine hayrandır. Demokrasiyi kendi ülkesinin esenliği için olmazsa olmaz görür. Ancak,
Voltaire ya da Rousseau gibi insanoğlunun özde “iyi” olup, sonradan toplumun yanlışları neticesinde “kötü” olduğuna katılmaz. “Kötülük” hepimizin içinde vardır ve zapturapt altına alınmayan “özgürlük” şer lehine kırılır, çünkü, özgürlük aynı zamanda kuralların esnetilmesini, mezheplerin genişletilmesini getirir. Bir süre sonra, ihlâl edenlerin pohpohlanmaları, hatta cezasız kalma ihtimalleri artar. Toplamaya çalışırsak, Amerika’nın Irak’a saldırmasının hangi destekler üzerinde yükseldiğine dair bir öngörü geliştirebiliriz diye düşünüyorum. Önce, “faydacı” yani liberal “ya ben ya o” şeklindeki siyah–beyaz dayatma ve üçüncü bir yol olabileceği fikrinin telâffuz dahi edilemez hale gelmiş olması. Bunun yan ürünü olarak liberal demokrasilerdeki “ütopya” kaybı.
Gelinen noktada, Kıbrıslı Türklerin ya da Kerküklülerin ağlayanlarının kalmamış olması, Amerikalıların soğukkanlı bombardımanını mümkün kılan yabancılaşmalarından uzun boylu farklı değildir. Her ne olursa olsun, liberal sürece müdahale edilemeyeceği “bilgisi”nin yarattığı, çaresizlik duygusu ki, “BM’ye, NATO’ya, IMF’ye bağlıyız” bildirilerinin altında yatan
budur. Sonra Soljenitsin’in işaret ettiği Aydınlanma ruhu ki, “cinayet”i bile “kültürel değerdir” diye geçiştirebilir. Ülkemiz hırsızlarının ABD’de kabul görmesi, rahmetli Sabancı’nın katilinin ortada zafer işareti yaparak gezinebilmesi vb. vb. hep bu fasıldandır. Büyük Soljenitsin’e katılmamam mümkün değil, çünkü Allah biliyor, modern zamanlarda özgürlüklerin bir
defacık olsun “hayr” lehine bükülmüş olmasına rastlamış değilim. Kim komşusunun yasa gereği hacz edilmiş mallarını ucuza kapatmak özgürlüğünden feragat etmiş, duyan var mı? “Kurallar esnetilip, mezhepler genişletildikçe, kuralları ihlâl edenlerin pohpohlanmaları, hatta cezasız kalma ihtimalleri artar.” diyor, Usta, TBMM’deki sanıklara gönderme yaparcasına. Ve elbette ki, yasaları uygulamaya kalkanların karşısına suçlunun insan haklarının ihlâl edildiğini iddia eden binlerce avukat dayanır. Ve bu avukatların arasında Türkiye’nin yasalarla saptanmış garantörlük haklarını ihlâl etmekten kaçınmayanlar, Lefke’deki toplu
mezardan domuz bağı ile bağlanmış cesedi çıkan sınıf arkadaşınız için duyduğunuz acıyı sizden “kişiye özel duyarlılığınız olarak kabul” etmenizi talep eden iyi niyetli “barış” gönüllüleri de vardır.
Neticeyi kelâm, ne geçtiğimiz yirminci yüzyıl, ne de içinde olduğumuz şimdiki yıllar, “insan mantığının, cehaleti, batıl inançları, zulmü, despotizmi yenmeye ve daha iyi bir dünya kurmaya yeteceğini” iddia eden Fransız Aydınlanması’nı haklı çıkaran süreçlerdir. İnsan ruhunu maddesel esenliği yüceltmek ve ölümü küçümsemek suretiyle insanoğlunun ruhunu körelten oluşumları cesaretle irdeleyen Soljenitsin’e hayran olmamak mümkün değil! Kim bilir, belki de Putin’le olan ilişkisi, kayıp Üçüncü Yol’un ucunun kuzey komşumuzda bulunabileceğine işaret etmektedir.
(1) Utilitarian
ALEV ALATLI
16.08.2005 - 14:17
ben bıraktım baba bu işleri :)
15.08.2005 - 17:08
Uyarı: Her ne kadar bana iyi niyetlerinizi ve dileklerinizi sunmak isteseniz de, şahsen ben buna karşıyım. Üzülerek söylemek gerekirse 'taşındık! 'dememin sebebini ihlal ettiği için hakkımda yazılanlar; sizin adınıza ve kelimeleriniz adına hissettiğim tessürlerimi bildirirekten yazılanları siliyorum.
Bir süre sonra, bu uygulamayı rutin haline getirmemden dolayı hakkımda hiçbir şey yazılmayacaktır ve ben hiç olmazsa burda, tertemiz bir sayfayla yaşayacağım :)
Hakkımda yazanlara teşekkür ederim; ama prensip sahibi bir adamım :)))) ahahaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa
04.04.2005 - 18:38
Meçhul-i âlileri oldur ki
Hayatin kayd u zabtini hiçbir fânî iskat edemez. Sen benim fi'lime (fil degil :) degil, hafaza vü kiramen kâtibinin tahrirâtini tefekkürile, zünubunun istinsahiçün talebte bulunmagla, ol halde cümlesinden ittika eyleyesün.
Iki dolmali kelamin kebir ve sagir gicik taifesi beyninde hükmü beydüdetten ma'ada ne ola ki?
Amürzgah'tan ümidi kesme.
Nihayet-i sarf-i takyiden eyvallah :)
04.04.2005 - 15:12
boş
nahoş
bir halta yaramaz..
höytttttt ülen, sitress atmaya geldik biz buraya..açılın ülen..şimdi size uzaktan bir çorba tarifi çakarım, görürsünüzü anyayı ve konyayı.. :)))
21.03.2005 - 23:48
dikkat etme fırsatım oldu; çok tatlı/m :)
17.02.2005 - 18:11
Doğruyu söylemek gerekirse:
manasını bilmiyorum..
nedir? :)
06.02.2005 - 01:41
2=1 (ya da 4=8)
kim o, deme boşuna,
benim,ben..
öyle bir ben ki gelen kapına;
baştan başa sen..
04.02.2005 - 20:05
gıcık olunacak insan..onu görünce insan kendi eksiklerini farkediyor,gıcık oluyorsun..nedir bu eksiklik? samimiyet..hepimizde az biraz eksik olan şey..bazılarımız bunun için çırpınır..bu deli çırpınanlardan.sna samimiyetimden başka bişey veremem diyenlerdn..
-iyi yapanlardan-
bu deliye benzeyen bi arkadaşım var,askerde şimdi.Allah'ın dağında..o hep küçümsediği doğulu insanların yanında..en son korktuğunu hatırlıyorum.
derdi ki; 'ya alışırsam,onlara alışır da; öyle kabul edersem ne olacak? '
bu alışmak bağlanmak değil asla..onları anlamak,onları kabul etmek..
te bu deli hep yazar; şiir yazar şarkı yazar daha ciddi şeyler yazar..kendi kendine konuşur,hiç dinlemez..dinlese bile kendine bişey çıkarır mutlak-a..herşeyi garipser..insanın şeklini bile (bunu bn de düşünürüm ama inanmaz diye söylemedim) .
Beyoğlu'nun göbeğinden çıkmayan adam şimdi doğu sınırında..zaten problemi olan bu insan; çıldırmanın eşiğinde..bu deli yazmazsa,harbi ya çıldıracak; ya da kaybolacak..kendini kayıp edip ortada öylecene dolaşacak..ama yazıyor..
işte serkan denen bu deli de yazıyor..yazmalı..iyi kötü çirkin süper (çok çok iyi) mesajlı mesajsız..
bu deli yazmalı..
Toplam 163 mesaj bulundu