Seu Kuyt Adlı Antoloji.com Üyesinin Hakkında ...

  • Seu Kuyt
    Seu Kuyt

    21.09.2005 - 19:27



    Bu da mall of america'dan. Biz bu denyonun tam karşısında bir tükkanda çalışmıştık. Vay Chingizim vay :))))

  • Seu Kuyt
    Seu Kuyt

    21.09.2005 - 19:26



    Ha ha ha yaaa :)))

  • Seu Kuyt
    Seu Kuyt

    21.09.2005 - 19:23



    Burası Anchorage

  • Seu Kuyt
    Seu Kuyt

    21.09.2005 - 19:21



    Bu resmi bulabileceğim aklıma gelmezdi. Bu gördüğünüz fabrikada çalıştım ben :)) Vay bea!

  • Seu Kuyt
    Seu Kuyt

    21.09.2005 - 19:20

  • Seu Kuyt
    Seu Kuyt

    21.09.2005 - 19:16

  • Seu Kuyt
    Seu Kuyt

    21.09.2005 - 19:15

  • Seu Kuyt
    Seu Kuyt

    21.09.2005 - 19:14

  • Seu Kuyt
    Seu Kuyt

    21.09.2005 - 18:46

    şu resim işine iyice ısınma için ben, herkesin özel sahasında bira antreman yapim :)))
    bu yazmaktan kolay be :)

  • Drag Bonfire
    Drag Bonfire

    20.09.2005 - 18:31

    alla alla özelden yazsana yapıştırıp kaçmışın :) eylül öncesi afiş yapıştıranlar kibin.. yinede davet için teşekkürler.. bakalım bi grubunuza..

  • Gülçin Yilmaz
    Gülçin Yilmaz

    20.09.2005 - 17:02

    reklamcılıktan anlamıyor...

  • Seu Kuyt
    Seu Kuyt

    20.09.2005 - 16:24

    DUYURU

    Güzel, nadide ve bu gibi sıfatları bünyesinde barındıran; adı bir aklı evvel tarafından Akıl ve Zekâ Oyunları Grubu olarak konulan bir gruba sahibiz.
    Evet, sahibiz diyorum. Biz sahibiz; ama bu bize siz de dâhil olabilirsiniz. Yapacağınız öyle ahım şahım şeyler yok. Sadece; 1 tane ikametgah ilmuhaberi; bir tane nüfus kayır örneği; 1 tane nüfuz cüzdan fotokopisi, 1 tane sabıkanız olmadığına dair belge, 1 tane öğrenci olmadığınıza dair belge, 1 tane tapu kaydı, 1 ya da 1 den fazla sayıda bankadaki paranızı gösteren hesap kayıtlarının fotokopisi(leri) ve en son olarak da aylık kazancınızı gösteren belgeyi bize yollayın sizi hemen grubumza dâhil edelim.
    Peki, bu kadar zahmete katlandıktan sonra, grubumuzun size nasıl bir getirisi olacaktır. Bu saymakla bitmez; o yüzden ben de saymıyorum.
    Bize dâhil olmak isteyenleri(tabii yukarıdakileri belgeleri temin etmek ve bize ulaştırmak kaydıyla) http://gruplar.antoloji.com/akil-ve-zeka-oyunlari
    yönlendiriyoruz ve bize kolayca ulaşabiliyorlar.
    Grubun bir elemanı :)

  • Sonralar Gider
    Sonralar Gider

    20.09.2005 - 13:06

  • Sonralar Gider
    Sonralar Gider

    20.09.2005 - 13:04

  • Sonralar Gider
    Sonralar Gider

    20.09.2005 - 13:03

  • Sonralar Gider
    Sonralar Gider

    20.09.2005 - 13:02

  • Sonralar Gider
    Sonralar Gider

    20.09.2005 - 12:58

    Şimdi resimler..

  • Sonralar Gider
    Sonralar Gider

    20.09.2005 - 12:58

    Bu da bir Sivaslıdan olsun

    Bir mobilya türü olarak kitaplık

    İlk kitaplığım bir kara üzüm sandığı idi; şimdiki kitaplığım ise ilkinden pek farklı sayılmaz!


    Kara üzüm sandığı ne demek; büyük şehir çocukları bilmeyebilir, yine mevzu dağılacak ama önemli değil toparlarız. Efendim Anadolu ahalisi kabaca üç türlü üzüm kurutmasına iltifat eder. İlki İzmir yöresinin ufak çekirdeksiz ve açık renkli üzümünün kurutulmuşudur ki bizim havalide buna Kişmiş derler. İkincisi Malatya ve Adıyaman civarında yetişen iri, oval taneli Besni üzümüdür. Üçüncüsü ise bildiğimiz kara üzümün kurusu. Bu üzüm kansızlığa, lohusalara vesaire çok iyi gelir ve akıllara ziyan derecede güzel hoşafı olur. İşte bu kara üzüm 30’a 60 ebadında ve 15 santim derinliğinde kavak kerestesinden biçilmiş uyduruk kutulara konularak ticareti yapılır. Vaktiyle dedemiz bakkallık yaptığı için sayısı üçü-beşi geçmeyen kitaplarıma mekân olarak ben de üzüm sandığını seçmiştim. Bu akıllı bir tercihti; çünkü canım istediği zaman kitaplığımı koltuğuma alıp gezmeye çıkarabiliyordum.

    Şimdiki kitaplığım elbette bir üzüm sandığı kutrundan daha büyük ama mobilya değeri olarak hâlâ kara üzüm sandığından daha vasıflı olduğu söylenemez. Vaktiyle bir “mütayit” arkadaşın hatırlatması üzerine kelepirden bir ev sahibi olmuşuz, sağdan soldan haylice borç tedarik etmişiz ve neyse ki o esnada evin diktatörü ile aleni pazarlığa girişip, “Odalardan birini kitaplara tahsis etmezsen bu iş yatar” diye tehditler savurmuşuz.

    Gayrı insafa gelip acıdığından mıdır, “Şimdilik ses çıkarmayım, ilerde nasıl olsa hallederim” diye ince İsmet paşa politikaları geliştirdiğinden midir bilinmez, o da razı olmuş. E, yeni eve kitaplık lazım, yani bir mobilya türü olarak kitaplık.

    Kitapsever birkaç kuzenim var, onlarla çaktırmadan mobilya mağazalarını teftişten geçiriyoruz; öyle fiyatlar çekiyorlar ki zanneden XVI. Louis tarzı salon takımına müşteri olduğumuzu zanneder.

    Aklın yolu bir. Hemen büyük boy kareli kağıt alıp kitaplığa ayrılan odanın enini boyunu, duvar ebatlarını 1’e 10 nisbetinde kroki haline getirip, mümkün olan en fazla sayıda kitap alabilecek bir taslak hazırladıktan sonra kaplama sunta fiyatlarını öğrenip üç aşağı beş yukarı “geliştirilmiş üzüm sandığı ayarında ev kitaplığı”nın asgari maliyetini hesaplıyoruz.

    Sudan ucuz değil ama mobilyacıların söylediği rakama göre zekât nisbetinde bir rakam çıkıyor.

    Marangoz tanıdık. Çizimleri götürüp vaziyeti izah ediyoruz. “Hallederiz, kolay” diyor.

    Odanın üç duvarını kitap rafıyla çevirip köşeye bir de okuma divanı çökerttiğimiz günün akşamı. Marangozu az evvel uğurlamışız. Kunduracı Faruk’la odanın çıplak tabanına oturup eserimizi seyrediyoruz; öyle ki gören Deli Petro’yu nice masrafla inşa ettirdiği Hermitage Sarayı’na taşınırken geçirdiği vecd halini hatırlayacak. Bir kere ne kadar dandik, ne kadar ucuza getirilmiş olursa olsun sadece kitap muhafazasına tahsis edilmiş olması bakımından profesyonel bir kütüphane bu. Bu odaya çamaşır asılmaz, bu odada pirinç ayıklanmaz, bu odada misafirlerin yaramaz çocukları fink atamaz filan gibi iç tüzük maddeleri geçiyor kafamdan. “Bir anahtar yaptırayım” diyorum, “ben yokken kimse giremesin.”

    Çocukça fikirler tabii; gerçekçi değil. Nitekim meseleye âşina ev hanımları, yukardaki satırları okurken, “yok daha neler” diye düşünmüşlerdir eminim. Bırakınız anahtar yaptırmayı, kapıyı örtmek bile nasib olmadı. Yine de gururlu ve mutlu idim. Mobilya olarak sıfırdı ama kitaplıktı. Elceğizimle bütün raflarını sabunlu bezlerle sildim (tam emin değilim, bu işi belki de temizlik yaklaşımıma yeterince güven beslemeyen bir başka personel yapmış olabilir) , kuruladım. Kitaplarımı, ezeli ve ebedi kitap taşıma ambalajı olan kolilerden tek tek çıkarıp tozlarını aldım, mümkün-mertebe bütünlüğüne riayet ederek yerleştirdim.

    Mühim bir eksiğim vardı ama telaffuzu bile zordu; tanıyanlar bilir, ben eski kekemelerdenim zaten: Masa eksik efendim, bir çalışma masası lazım bu odaya. Yerini hazırlamışım ama masa yok.

    N’aapacağız; siyasetin mektebinde okumaklığımız ilk defa işe yarıyor,

    -Bu evin bir mutfak masasına ihtiyacı var arkadaş, diye yüksek perdeden atıp tutuyorum. “Ben artık bu eski yemek masasına katiyyen oturmam, atalım bunu, gidip yenisini alalım, borçsa borç, çalışır öderiz! ”

    Taktik harika olunca sonuç kendiliğinden geliyor. “Atmaya ne gerek var, at gibi sağlam masa; ihtiyacı olan birine veririz” diyecek oluyor. Sevinmiş gibi görünmeden ağırdan alıyorum, “Aslında bir de çalışma masası almam lazım ama, istersen bunu kitaplığa koyup kullanalım bir süre” diye mırıldanıyorum.

    Netice mâlum!

    On iki kişilik yemek masası olarak beş para etmezdi ama masa, kitaplık odasına girdiği andan itibaren sınıf değiştirip farklı bir çehre kazanmıştı.

    A, yer bitivermiş, halbuki ben bu yazıda evlerimizdeki derme-çatma kitap raflarına artık bir mobilya asâleti kazandırmanın lüzumundan bahsedecek, salonlardaki abur-cubur mobilya şeysileri için astronomik derecede paralar harcamaktan çekinmeyen ev hanımlarını, kitaplık türü mobilyalara daha çok fon ayırmaları için insafa gelmeye davet edecektim.

    Tüh!

    A. Turan Alkan

  • Sonralar Gider
    Sonralar Gider

    20.09.2005 - 12:57

    Eylül ve İstanbul

    Eylülde ayrılıyorum İstanbul’dan, şimdi en güzel demleri Asmalımescit’in. Balık menüleri yenilenecek elbet, pişirme tarzları hep aynı kalsa da.


    Çok değil birkaç hafta sonra aynı şekilde dışarılara masa kurulamayacağını bildiklerinden, garsonlar müşterilere karşı daha az tahammülsüz, müşteriler garsonlara karşı bir parça daha tahammüllü olacak. Senede tam üç kez deri değiştiren dişi bir yılan bu şehir. Yazın giydiği o pul pul altın sarısı, ışıltılı deri tamamen düştüğünde, durgunluğuna yeniden kavuşabilecek alttan çıkan morumtrak rengi, katmerli deseniyle. O zaman, sıcaklarda soğudukları evlerini yeniden sevmeye başlayacak şehrin sâkinleri. Güneş eridikçe, onlar da Boğaz kıyılarına yığılıp, hep aynı “kara-zeytin-beyaz-peynir-sade-poğaça-sahanda-yumurta” menülerini, hep aynı gazete sohbetleriyle tatlandırarak, her biri bir öncekinin tıpatıp aynı olan, uzadıkça uzayan pazar kahvaltıları yapmaktan da usul usul vazgeçecekler. Kitapçılar bereketlenecek, sinemalar hareketlenecek; gene kötü kötü filmler gelecek şehre; ama aralarında iyileri de olacak. Gene kimse kıymetini bilmeyecek İstanbul’un. Ve o gene kıymetini bilmeyecek kimsenin.

    Belalı bir med-cezir bu şehir. Uzağındayken onu düşünmeden yapamadığım, içindeyken kendimi ondan uzaklaştırdığım örselenmiş bir aşk gibi daimi bir çekişme, didinme, mücadele. Çetrefil bir ay eylül çünkü, tam da suların çekilme zamanı. Mevsimlerin en kepazesi olan yaz boyunca her tarafı saran, vıcık vıcık insanın üzerinde eriyip kalan o yapışkan rehavetin, alışkanlıklar üzerine kurulu amaçsızlığın, tutkusuzluğun, kanıksamışlığın azar azar da olsa nihayet çekilmeye başladığı ay. Sular azaldığında, yaz boyu hep ayaklarımızın altında olan ama neredeyse hiç hissetmediğimiz, hissetsek dahi değmemeye özen gösterdiğimiz taşlarla, kayalarla, kendi dipsiz yalnızlığımızla göz göze geleceğiz eylül ayında. Neyse ki işe dönme mecburiyeti var çoğumuzun. Yapacak bir yığın anlamsız iş, ayak uyduracak bir düzen, illâ ki zamanında yetişilecek yerler, üzülecek kıytırık hadiseler var önümüzde. Meşgulüz neyse ki. Yoksa nasıl kaldırabilirdik eylülle gelen iç muhasebesini.

    Eylülde ayrılıyorum İstanbul’dan. Oysa en güzel demleri Asmalımescit’in. Ama işte, 1920 sonbaharında, bir yük gemisinin güvertesinde bu şehre gelen sevgili Agripina Fyodorovna Antipova’nın bana öğrettiği gibi, “İstanbul’a ya bir şeylerden kaçılarak varılır ya da gün gelir ondan kaçılır.”

    Ve sonra, dayanamaz insan İstanbulsuzluğa. Döner gene, sular yükseldiğinde...

    Elif Şafak

  • Sonralar Gider
    Sonralar Gider

    20.09.2005 - 12:51

    WALDO SEN NEDEN BURADA DEĞİLSİN? 'den
    İsmet Özel

    Yaşıyor, yani savaşıyor olmak her ne kadar insanın ilk, tek ve aslî çabası olarak kalsa da, insanlar kendilerini ister istemez buldukları bu çatışmanın kendilerince doğrulanır bir mahiyet kazanmasını arzu ederler. Zaten yapmak zorunda oldukları işi, gönülsüzce değil, gönüllüce yapmak isterler. O yüzden yürüdükleri, ama rotası belli olmayan yolda karşılaştıkları her işaret, her bellilik onlara güven verir. Doğru yolda gittiklerine inanma telaşına kendilerini o kadar şiddetle kaptırmışlardır ki kuşatıldıkları anlam çemberinden işlerine gelen her adlandırmayı, her tanımı üzerinde fazla düşünmeksizin benimseyiverirler. Çünkü savaş sürmektedir ve ellerine geçirdikleri silâhı veya kalkanı kullanmada biraz tereddüt gösterecek olurlarsa öldürücü bir darbe yemekten korkarlar.
    Halbuki acelecilikleri yüzünden insanlar derinden arzuladıkları doğrulanmayı feda ederler. Yüz-yüze geldikleri ilk anlam bölgesinden bazı adlandırmaları, bazı tanımları seçivermek onların elbette yaşama savaşını biraz daha uzatmalarını kolaylaştırır, ama iş hangi muharebeyi kabul etmede, hangi

    savaş alanını seçmedeyse durum farklıdır. Bu durumda yine karşımıza çıkan işaretleri hesaba katar, onların bize nasıl yardımcı olacağını düşünürüz. Durup düşünürüz. Artık bizim için ne pahasına olursa olsun yaşama savaşını devam ettirmek değil, bu savaşı tanıdığımız bir meydanda ve meşru saydığımız muharebe usulleriyle devam ettirmek önemlidir. Böylelikle alıp başımızı gitmek yerine, kendi yolumuzda yürümek tercihini yapmış oluruz.
    Peki, niçin? Madem istesek de istemesek de savaşacağız ve madem bir şeylerin bizi sevkedip sürüklemesiyle bizim muharebe usûlünü, savaş meydanını seçmemiz arasında savaşın sonuçlanması bakımından hiç bir fark yok; niçin birinciyi değil de ikinciyi seçelim: Neden bile isteye savaşa girelim ve neden saldırıları karşılamak üzere kendi yolumuzda yürümek tercihinde bulunalım? Bu sorunun cevabı yok. Daha doğrusu bu soru, cevabını içinde taşımaksızın sorulamayan türden. İnsanları böyle bir soruyu göze alanlarla, bu türden soruları kendilerinden uzak tutmaya çalışanlar diye ikiye ayırmak bile mümkün. İnsanların çoğunluğu kendilerine sunulmuş anlama kalıplarını ve toplum tarafından geçerli sayılmış eyleyiş biçimlerini eleştir-meksizin benimserler. Bu kalıp ve biçimleri eleştirmeye güçlerinin yetmeyeceğini düşünürler. Böyle insanlar bilinçli bir savaş yürütmezler, kendilerine özgü yolu aramazlar. Savaşın gereğini yerine getirirler ve üzerinde bulundukları yoldan giderler. Sorgusuz, sualsiz. Azınlıkta bulunan bazı insanlar ise savaşın gereğini yerine getirip getirmeme konu¬sunda bir açıklığa varmak isterler. Yaşamak savaş-maya, savaşmak yaşamaya değer mi? Bu soru bir kez soruldu mu, artık cevaplandırılmış demektir.

    Çünkü «ne için? » sorusu, onun bir şey için olması zorunluluğunu anlatır. Savaşı sorgulamayanlar onun neye değdiğini bilmeye de uzak kalacaklardır.
    Ne var ki soruyu sormakla sağlanan uyanış hep elde tutulabilen bir kazanç olmayabilir. Soruyu sorar, onun zımnî cevabını bazı sarih ifadelerle biçimlendirip güçlendirebiliriz. Niçin savaştığımızı bildiğimizi kabul ederiz. Bu belirgin kabul öyle noktalara varabilir ki bizler böyle bilgiç bilginliğimiz içinde ilk sorduğumuz sorunun değerini kaybederiz. Soruyu sormuş ve sözde cevabı bulmuş biri olarak, kısa bir süre içinde, soruyu hiç sormamışların sürüsüne tekrar katılabiliriz. Esasen yaşadığımız hayat ilk soruyu sorma gücünü gösteren, bu cesareti kendinde bulan insanlar için hazırlanmış tuzaklarla dolu. Her bunalımlı (kritik) durumda bizleri o sorgulamayan insanların kendilerini içinde rahat hissettikleri masallar bekler. Her zaman düşünme yeteneğimizi dumura uğratmak, araştırma gücümüzü kırmak için uydurulmuş masallar vardır. Veya bazı isimler, yaftalar, sıfatlar kolayca bazı durumlara yakıştırılır. İnsanların çoğunluğu bu uydurma, yakıştırma işini kendi savaşının bir gereği olarak yerine getirir. Onlar bilinçsiz, uyku sersemi savaşlarını ancak kendi anlamadıkları kavramları herkes için anlaşılmaz kılmak suretiyle yürütebilirler. Ne zaman zor bir durumla, yalnızca düşüne düşüne anlayabileceğimiz, bazı araştırmalar yaparak açıklayabileceğimiz bir durumla karşılaşsak, birileri kalkıp buna kısa yoldan bir açıklama getirir, bazı kolay adlandırmalarda bulunur, bize bir masal kurar. Biz bu masaliara kandığımız kadar insanlığımızı sıradanlaştırırız. İnsan olmanın özellikli

    vasıflarından uzaklaşırız. İnsanlığımızı hakkıyla, yeniden ele geçirmemiz, insan olarak kendimize gelmemiz, ancak bize uyku veren bu türden masalların etkisinden sıyrılmakla başlayabilir.
    Karşılaştığımız bunalımlı durumların her açıklamasına «bunların hepsi masal» deyip dirsek çeviremeyiz. Açıklama olarak bize sunulanların masal karakteri besbelli olsa bile onlara ilgi ile bakabiliriz. Masalların ilginç olmadıklarını kim ileri sürebilir? Masalı ilginç bulmak, incelemeye, ayrıştırmaya değer bulmak başka, masala inanmak yine başka. Bir masalın uyku verip vermediği biraz da bizim o masala avunmak, gerçekleri göğüslemekten kaçmak üzere yönelip yönelmediğimizle bağlantılı. Çünkü bunalımlı durumlar karşısında getirilen açıklamalar bilim alanında bile masal karakterli olabilirler. (Bilimin başlı başına koskocaman bir masal olmadığını kim söylemiş?) Onsekiz ve on-dokuzuncu yüzyıl fiziğinde bütün cisimlerin içine sinmiş bir eterin varlığına inanıldı. Fizikçiler yirminci yüzyılda atomun varlığına inanmakla kalmadılar, bombasını bile yaptılar. Evet, patlayan masal!

  • Sonralar Gider
    Sonralar Gider

    20.09.2005 - 12:46

    SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ'nden

    Babam istediği kadar doğum günümü eski bir kitabın arkasına 16 Receb-i Şerif, sene 1310 diye kaydetmiş olsun, asıl Hayri İrdal'ın doğum tarihi bu saatin elime geçtiği gündür diyebilirim. Onu mavi kurdelâsiyle -yengemin kordon parasından kurtulmak için bulduğu çare! - yastığımın üstüne koydukları günden itibaren hayatım sanki daha başka türlü daha çok derin, daha gayeli oluverdi. Bu küçük saat, evvelâ etrafını temizlemek, kendi hayat sahasını lâyıkiyle benimsemekle işe başladı. Hiç olmazsa onun gelişiyle o zamana kadar benim diyebileceğim ne varsa hepsi birdenbire ikinci plâna geçti. Yine dayımın hediyesi mukavvadan iki şerefeli minarem -kendi çocuklarına başka türlü, isterseniz bugünkü tabirleriyle modern ve lâik hediyeler seçen dayım, belki de babamın kayyum olması ve evimizin Mihrimah Camiinin yanıbaşında olmasından bana bu cins hediyeler verirdi-, evimizin taşlığında o kadar dikkatle bütün mahalle çocukları hep beraber yaptığımız büyük uçurtma, camiin şurasından burasından aşırdığım kurşun parçalarını leblebiciye satarak tedarik ettiğim karagöz takımım, bir başkasının olduğunu bile bile her serbest olduğum anda Edirnekapı mezarlıklarında, surlarda bin türlü münasebetsizliğine tahammül ederek otlattığım komşumuz İbrahim Efendinin huysuz keçisi, hulâsa etrafımdaki her şey benim için mânalarını kaybettiler.
    Korkarım ki, bu hâtıraları okuyanlar, bu yazdıklarıma bakarak o güne kadar saat görmediğimi, yahut evimizde hiç saat bulunmadığını zannedecekler. Hayır, tam aksine olarak evimizde birkaç saat birden vardı.
    Herkes bilir ki, eski hayatımız saat üzerine kurulmuştur. Hattâ sonraları Muvakkit Nuri Efendiden öğrendiğime göre Avrupa saatçiliğinin en büyük müşterisi daima müslümanlar ve onlar içinde en dindarı olan memleketimiz halkı imiş. Günde beş vakit namaz., ramazanlarda iftar, sahur, her türlü ibadet saatle idi. Saat Alinin bulmanın encam çaresi idi ve bu sıfatla eskilerin hayatını idare ederdi. Adım başında muvakkithaneler vardı. En acele işi olanlar bile onların penceresi önünde durarak cebinden, servetlerine, yaşlarına, cüsselerine göre altın, gümüş, sadece savatlı, kordonlu, kordonsuz, kimi bir iğne yastığı, yahut kaplumbağa yavrusu kadar şişkin, kimi yassı ve küçük, saatlerini besmeleyle çıkarırlar, sayacağı zamanın kendileri ve çoluk çocukları için hayırlı olmasını dua ederek ayarlarlar, kurarları, sonra kulaklarına götürerek sanki yakın ve uzak zaman için kendilerine verdikleri müjdeleri dinlerlerdi. Saat sesi bu yüzden onlar için şadırvanlardaki su sesleri gibi hemen hemen iç âleme, büyük ve ebedî inançların sesiydi. Onun, kendisine mahsus, hayatın her iki buudunda genişliyen hassaları vardı. Bir taraftan bugününüzü ve vazifelerinizi tâyin eder, öbür taraftan da peşinde koştuğunuz ebedî saadeti, onun lekesiz ve ârızasız yollarını size açardı.
    Evimizde, üst katın sofasında babamın her başı sıkıldıkça satmaya kalkıştığı, fakat anlatacağım sebepler yüzünden bir türlü satamadığı büyük ayaklı duvar saati vardı. Duvarlardaki küçüklü büyüklü yazı levhaları, yerdeki hasırlar, onların serin ve rutubetli kokusiyle, oda ve merdiven kapılarındaki kaim perdelerle beraber evimize küçük bir mescit hali veren bu saat babama dedesinden miras kalmıştı.
    İnsan kötülemekten hoşlanan bâzı komşularımız, bilhassa o huysuz keçinin sahibi İbrahim Bey, bu saati babamın daha evvel kayyumluğunu yaptığı ahşap bir mescitten buraya getirdiğini iddia ederlerdi. Onların rivayetine göre mescidin yandığı gece babanı birçok kurtarılan eşya ile. bilhassa yazı levhalariyle beraber bu saati de eve getirmişti. Konsolun üzerindeki deve kuşu yumurtası, tavana asılı Mekke süpürgeleri ve kapı perdeleri de onlara göre bu eşyadandı.
    Zavallı babam, bir türlü önüne geçemediği bu iftiraya üzülür, günlerce ağzını bıçak açmazdı. İnsanlar niçin yalan söylerler ve iftira ederler? Benim naçiz kanaatıma göre, iftira sade çirkin değil, aynı zamanda gülünç ve âciz bir şeydir de. İnsan tabiatı iktizasınca birbirlerini kötülemek istiyenler sadece düşmanlarının hayatlarına baksınlar, yeter. Çünkü her insanın hayatında hiçbir muhayyilenin icat edemiyeceği kadar aksaklık vardır ve bu aksaklıklar o insanla beraber yetişmiş, büyümüş şahsı, nevi kendine mahsus şeylerdir. Kul kusursuz olmaz, sözü sırf bu gerçek için söylenmiş bir sözdür. Bu hikmetin gösterdiği yoldan gidip karşımızdakini tanımaya çalışacağımız yerde iftiraya kalkmak, âdeta pazar maliyle giyinmeye benzer. Ben, kendim hep böyle yaptım. Onun içindir ki, bu hâtıraları okuyanlar hiçbir yalan ve iftiraya tesadüf etmeyecekler, sadece birtakım şimdiye kadar gizli kalmış hakikatleri öğreneceklerdir. Belki bu hakikatleri naklederken ufak tefek onarmalarda bulunduğum olacaktır. Fakat bu kendimi vazifelendirdiğim hatırat yazarlığının icaplarındandır.
    Babamın, birçok kusurları vardı ve zavallı hiçbirini gizlemezdi. İlk karısını ve ondan olan çocukları zar zor beslerken şer'î mahkeme karariyle evimizde birkaç gün için, o da ücretini vererek, misafir kalan bir kadıncağızla, hem de kocasından boşandığı günün haftasında, kaşla göz arasında evlenmesi bu zaafların en iyi misalidir.
    Asıl kötüsü, anneme o kadar bağlı olan babam bu kadıncağızla, onu zengin zannettiği için evlenmişti. Halbuki kadın parasızdı. Babama evimizdeki misafirlik bedelini ve bâzı mahkeme masraflarını ödemek için ikide bir koynundan çıkarıp gözümün önünde açtığı büyükçe kesedeki mecidiyeler meğer bütün serveti imiş. Buna rağmen babam bu kadını boşamadı, ömrünün sonuna kadar iki evli yaşadı.
    Bütün bunları rahmetliyi ayıplamak için söylemiyorum. Evlenme merakı bizim ailemizin ezelî derdidir. Ben kendi hayatımda bunu tecrübe ettim.
    Evet, babamın da, herkes gibi, komşularımızın pek haklı şekilde istismar edebilecekleri bir yığın zaafı vardı. Fakat hırsızlık, hem de bir cami eşyasını almak... Velev ki vakıf malı olsun ve yanmış bir camiden gelsin! Hayır, bu babamın asla yapacağı iş değildir.
    Zaten bu saatin büsbütün başka bir hikâyesi vardı. Babamın dedesi, Bab-ı Ali memurlarından Tevkiî Ahmet Efendi, Mısır meselesi zamanında bir iftira yüzünden başının çok sıkıştığı, hattâ hayatının bile tehlikeye girdiği bir sırada, kurtulursa bir cami yaptırmayı nezretmişti. İşler düzelip de rahat bir nefes alınca derhal işe koyulmuş, fakat parası yetmiyecek korkusiyle camiin arsasını aldıktan sonra geriye kalan para ile doğrudan doğruya binaya başlıyamamış, yaptıracağı camie vakıf olmak üzere Edirnekapı’da uzun zaman bütün aile, ahır ve hizmetçiler kısmında oturduğumuz büyük konakla, bir iki akar daha satın almıştı.
    Paranın geri kalan kısmiyle de camiin hasırlarını, kilimlerini, kapının yanına koyacağı büyük saati, duvarlara asacağı yazı levhalarını, kandillerini tedarik etmişti. Böylece teferruatı hazırladıktan sonra, adamcağız tam camiin inşasına başladığı sırada yeniden azledilmiş ve bir daha yakasını sıkıntıdan kurtaramadığı için temelleri kazılan camiin inşası kendiliğinden geri kalmıştı.
    Kendisine hayratının ne zaman biteceğini soranlara: 'Takriben gelecek sene inşallah! ' diye cevap verdiğinden dolayı, eşi dostu ömrünün sonuna doğru onu Tevkiî yerine Takribi Ahmet Efendi diye anmaya başlamışlar. Ahmet Efendi ölürken oğlu Numan Beye bu camiden bahsederek, 'Benim borcumdu, fakat eda edemedim. Allah nasip etmedi. Şimdi senin üstüne borçtur. Onu behemehal yaptırmalısın! ' vasiyetinde bulunmuş. Babasından oturduğu konaktan başka on para mirasa konmıyan Numan Beyin hayatı bu vasiyet yüzünden büsbütün perişan olmuş, babasının nezrini yerine getirmek için konağın kendisine varmaya kadar nesi var nesi yoksa hepsini satmış, fakat bir türlü inşaata başlıyamamıştı. İşte ailemizin cami eşyası ile döşeli olan bu küçük evde yaşaması bu yüzdendi.
    Evkafta oldukça iyi bir memurlukla işe başlıyan ve ardı arası kesimiyen talihsizlikler yüzünden küçük bir cami kayyumluğuna kadar inen babamın hayatını da dedesinin bu vasiyeti âdeta zehirlemişti.
    Onun için babam, başına gelenlerin hemen hepsinden, içten içe biraz da alacaklısı addettiği bu saati mesul tutar ve onunla böyle her burun buruna yaşamaktan sıkılırdı. Artık unutulmuş olan cami hikâyesini tazelememek için bütün' dedikodulara sessiz sadasız katlanır, bu hikâyeyi kimseye anlatmazdı. Hulâsa hayatının gizli ve tek meselesi, faciası bu saat olmuştu.
    Gerek bu dedikodular, gerek sofaya verdiği o iç kapatıcı manzara yüzünden ben bu saatin düşmanı olmuştum. Halbuki güzel saatti. Kendi halinde, hiç kimsenin işine karışmadan, kervanını kaybetmiş bir mekkâre gibi başı boş, dalgın dalgın bir yürüyüşü vardı. Hangi takvimle hareket eder, hangi senenin peşinde koşar, neleri beklemek için birdenbire günlerce durur, sonra ağır, tok, etrafı dolduran sesiyle hangi gizli ve mühim vakayı birdenbire ilân ederdi? Bunu hiç bilmezdik. Çünkü bu bağımsız saat ne ayar, ne ıslah ve tamir kabul ederdi. O başını almış giden, insanlardan tecerrüt halinde yaşayan hususf bir zamandı. Bâzan durup dururken üst üste çalmaya başlardı. Sonra aylarca yalnız rakkasının gidiş gelişiyle kalırdı. Annem onun bu ihtiyarî hallerini hiç iyiye yormazdı. Ona göre bu saat ya bir evliya idi yahut da onu iyi saatte olsunlar çarpmıştı. Bilhassa İbrahim Beyin vefat ettiği gece, belki de hemen hemen aynı sularda, haftalardır işlemiyen saatin birdenbire en derin sesiyle vurmağa başlamasından sonra bu korku hepimizin içine yerleşti. Annem o günden sonra ayaklı saatimizden hep Mübarek diye bahsetti. Bütün dindarlığına rağmen daha beşerî düşünen babam ise ona Menhus adını koymuştu. Menhus veya Mübarek bu saat çocukluğumun bir tarafını zaptetmiş gibidir.
    Bu büyük saatten başka bir de küçük masa saatimiz vardı ki, ba¬bamla annemin yattıkları odada bir masanın üzerinde dururdu. Bu saat birincisi gibi dini veya uhrevî değildi. Tam aksine olarak lâik bir saatti. Hususî zembereği kurulunca saat başlarında o zamanın çok moda olan bir türküsünü çalardı. Radyo çıktığından beri çalar saatler ortadan kayboldu. Doğrusunu isterseniz ben birincilerini tercih ederim. Vakıa sesi maazallah kapı gıcırtılarına benziyen ve bütün gayretlerine, yahut gayretlerime rağmen hâlâ üç makamı tanıyamıyan büyük baldızımın, sırf Halit Ayarcı'nın himmetiyle bu mühim müesseseye büyük ve şöhretli muganniye olarak girmesinden sonra, böyle bir fikri ortaya atmam hiçbir zaman doğru olmaz. Amma, ne yapayım ki, radyo münasebetsiz bir icattır. Hiç olmazsa çalar saat bütün gün alabildiğine şarkı söylemez, cin yutmuş gibi dans havaları tepinmez, felâket yağmuru havadisleriyle üzerinize çullanmaz ve sizinki susturulduğu zaman behemehal komşularınki başlamaz. Bence radyo, aklımın erdiği kadarını söyliyeceğim tabiî, -aziz okuyucum bu fikirleri dinlerken, muntazam bir tahsil görmemiş, ömrü kahve peykelerinde geçmiş, ihtiyar bir adamdan geldiklerini hiçbir zaman unutma! - insan oğullarına lüzumsuz meraklar aşılamaktan başka bir şeye yaramaz. Bâzan düşünürüm, ne kadar garip mahluklarız? Hepimiz ömrümüzün kısalığından şikâyet ederiz, fakat gün denen şeyi bir an evvel ve farkına varmadan harcamak için neler yapmayız? Ben bile bu yaşta işimle gücümle meşgul olacağım yerde radyo başına oturup saatlerce, bir kere bile gidip görmediğim, -tabiî sinemalardaki havadis filmleri hariç- futbol maçlarının, boks güreşlerinin hikâyesini dinliyorum.
    Üçüncü saat babamın koyun saati idi, pusulalı, kıblenümalı, takvimli, alaturka ve alafranga, mevcut ve gayrimevcut bütün zamanları sayan acayip bir saatti bu. Tek bir kusuru vardı. O da muhtelif marifetlerini bir tek ustanın lâyikiyle tanımasına imkân olmamasıydı. Nuri Efendi bile onu tam mânasiyle ve her yandan işletebildiğine kani değildi. Bir kere bozulunca kolay kolay tamir edilemiyordu. Yalnız orta katındaki odasında oturulan evler gibi saatin yarısı muattal dururdu. Babamın Nuri Efendi ile dostluğu bu yüzden sıklaşmışti.
    Sanatının tam ehli olan ustam bu saati tamirden o kadar bıkmıştı ki, sonunda babama kendi eliyle kurmasını bile menetmişti.
    Görülüyor ki, dayımın hediyesi beni hiç de büsbütün gafil avlamamıştı. Daha doğrusu onun hayatımda dolduracağı yer kendisi gelmeden çok evvel hazırlanmıştı.
    O yaşta bir saati olup da içinde ne vardır diye merak etmemek kabil midir? Hele insan, benim gibi çocukluğu boyunca ayaklı bir saatin âdeta bir büyü gibi zaptettiği bir evde yaşamış olursa! O zamana kadar azar, tekdir belâsı saatlere yalnız dışlarından bakmakla yaşamıştım. Onları sadece seyrediyor, varlıklarından lezzet alıyordum. Dayımın hediyesi üe beraber bende kendilerini yakından tanımak ve anlamak ihtiyacı başladı. Daha ilk elime aldığım gün zihnî hayatım birkaç merhaleyi birden atladı. Niçin? neden? ve nasıl? suallerinin hücumu içinde kaldım.
    Dayımın hediyesinin elime geçtiğinden hemen birkaç hafta sonra, bir daha hiçbir işe yaramayacak hiçbir zamanı saymasına artık imkân olmiyan iğri büğrü maden parçaları, paslı veya parlak bir yığın enkaz haline geldiğini söylemeğe lüzum var mı? Bu tecrübeden elimde iki şey kaldı. Her gördüğüm saati çözmek ve içine bakmak hevesi, bir de saatten gayrı şeye alâkasızlık.
    O seneyi bu saat yüzünden, ertesi seneyi yolda bulduğum çok eski başka bir saat yüzünden aynı sınıfta geçirdim. Vakıa üçüncü senenin sonunda daha ziyade babamın sızlanışlarına acıdıkları için bütün mektebin, hattâ semt halkının elbirliği eden yardımiyle rüştiyenin ikinci sınıfına atlıyabildim; amma, bende de artık okuma hevesi kalmamıştı. Vaktimi daha ziyade Nuri Efendinin muvakkithanesinde geçirmeğe başlamıştım. Gariptir ki, bu devamsızlık mektep hayatım üzerinde epeyce müspet bir tesir yaptı. Hocalarımız beni öyle sık sık görmedikleri için kabahatlerimi de görmüyorlardı. Onun için rüştiyeyi bitirene kadar bir daha sınıfta kalmadım. Zaten artık mektebin Allahlık talebelerinden olmuştum. Bütün ömrüm boyunca her geçtiğim yerde beni karşılayan ve teşyi eden hazin baş sallamaları, kendisini gizlemeğe çalışan merhametli tebessümler, daha hoyratlarında yüzüme karşı hain gülmeler başlamıştı.

  • Aslı Sibel
    Aslı Sibel

    19.09.2005 - 09:53

    ben geldiiiiiiiiiiiiiiiiiiiimmmmmmmmmmmmmmmmmmmmm......

  • Tarık
    Tarık

    17.09.2005 - 16:03

  • Tarık
    Tarık

    17.09.2005 - 15:34

    BİLDİĞİMİZ YÜREKLİ İŞTE ŞİMDİLERDE FAZ MAZ OLAYINA GİRMİŞ...

Toplam 163 mesaj bulundu