Ben ki fâniyât hırkasını giymiş, hal-i melülümle zerk ederken, ömür heybesinde birkaç mısra ve kendi omuz yükünün yegâne hamalı…
Klasik bilgi ışığında bakılınca 1980 yılında yeni dünyaya kapalı eski bir köyde gözlerimi açmışım. Yokluğun varlığa darbe yaptığı ve yoksulluğun adeta zor kullanarak her kapıdan girdiği zamana denk düşmüşüm. Popüler eğitim anlamında tahta sıralara pek oturamadım.
Dönemin sağ-sol ideolojilerinin anlamsız kavgalarında sokakların hamur gibi bizleri nasıl yoğurduğunu emsallerim bilir. Çoğu insan gibi durmadan sırtımı kırbaçlayan ama öldürmeyen ve olgunlaştıran acı izler taşıyor yüz hatlarım hala!
Ancak zaman, başarmak için azmin, kazanmak için sabrın en güçlü silah olduğunu yaşanan zorluklarla öğretirken, öte yandan bilimin aklı, ilimin vicdanı geliştirdiğini keşfettim.
Özüyle çatlamış toprağın koynuna düşmüş hayatın köy hali ile yaşama merhaba diyen ben. Her çocuk gibi koşup oynamış ve yine her çocuk gibi düşüp dizlerimi kanatmışlığım vardır. Herkes gibi kayıplar yaşamış ve yine herkes kadar tutunmayı başarmışımdır…
Üstat Mevlana Celaleddin Rumi’nin ; “Güneş gibi ol şefkatte, merhamette Gece gibi ol ayıpları örtmekte Akarsu gibi ol keremde, cömertlikte Ölü gibi ol öfkede, asabiyette Toprak gibi ol tevazuda, mahviyette Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol” dediği bir hayatı sürdürmek nasıl mümkün olur sorusuna yanıt arıyorum.
Kalemin silaha, iyiliğin kötülüğe ve zor da olsa sevincin üzüntüye galip geldiğine inanan biri olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. Zira kurşun derin acılara sebep olsa bile, sözün uçup yazının kaldığı gibi vakti geldiğinde, sarılır bütün yaralar.
Bilgi kirliliğinin zirve yaptığı günümüzde ve ideolojik körlüklerin toplumlarda oluşturduğu kutuplaşmayı endişe ile izlerken, “öteki düşman” şiirimi tarihsel bazı yaşanmışlıkların ininden ve günümüzde olabildiğince çatışan fikirlerin tırmandığı tehlikelerle kaleme almıştım.
öteki düşman…
tarihin bana tarih olduğu gök duvarı altında düşünceleri yanıltan bir reflektörle bakıyorum gün ışığına…
solfej bir kalabalığın fiyakalı lerzinde Fa notasıyla faşizm çarpıyor yüzüme bir kemanın Re telinden recm oluyorum Sol yanımın bozuk ritminde kıvranıyor duygular ve ne vakit insanla bir bağ kursam sekiz oktavlı bir yergiyle başlıyor dışlamalar
tek gözlü bir dünyada, yedi başlı ejderha gibiyiz birbirimize
tenor bir sesle dolanırken ürkekliğim alto bir çığlık kopuyor ansızın kulaklarımda toprağın merhametine sığınayım diyorum düşeyim ömrümün çukuruna tam da o noktada… henüz kirlenmemiş bir çocuk gülümsüyor yüzüme ümitleniyorum… lakin, sen söyle Santa Anna bacağına düzenlediğin tören aşkına dünya bu vahşetten kurtulabilir mi acaba
ihlas ile iflah arasında mekik dokuyorum aklım naşi ama kör değilim, görüyorum dividim porte ağlıyor vaha yollarımda do majör üzerine işlerken iç sesimi bir doryan salımında frigyen düşüyorum notalara sonrası şelpe, ağıdıma diyezle karışıyor gamlar ve aklımda şifa niyetine cesedi yenmiş insanlar
şimdi kült bir anlayışın hakimiyetinde tutsağım kırılmış eklemlerimden bölük bölük ayrılıyorum tarafsızlığım kadar melezim insanlığa nizam-ı bela tüm yaşananlar hangi tarafa geçsem, öteki düşman…
Hangi tarafa geçsem, öteki düşman… Siyasi aktörler, iç ve dış politikalar bakımından çıkarları için sıkça farklılıkları kutuplaşma malzemesi olarak kullanarak toplumu yönlendirmelerini gayet anlıyorum. Ancak günümüzde bu durum, toplumun derin katmanlarına kadar inerek medeniyetimizin en önemli dinamizmi olan hoşgörü kültürünü yerle yeksan ediyor.
Bilimin aklı çokça geliştirdiği ama vicdan bakımından naçar kalan insanoğlunun bugünkü halini çok önceden güçlü sezgileri ile gören gönüller şairi, Yunus Emre der ki;
“Miskin Adem oğlanı, nefse zebun olmuşdur Hayvan canavar gibi, otlamağa kalmıştır
Yunus sözi alimden, zinhar olma zalimden Korkadurın ölümden, cümle doğan ölmüşdür.”
Kibre düşkün, beğenmişlikte zirve yaptığımız ve saltanat sandığımız tüm bu tepeden bakışlarımızın gözlerimizi daha fazla kör etmeden uyanmamız temennisi ile…
Yazmak ile yazarlığın karıştığı günümüzün popüler kültürünün çetrefilli döngüsü içinde daha çok mütevazi şekilde yazma tarafında kalmaya devam ediyorum. Ülkemizin kültürel zenginliği, yöresel farklılıkları arasında hayranlıkla dolanırken, dünya karmaşasının insanların omuzlarına bindirdiği yük ile yüze yansıyan mutsuzlukları ve tüm bu çıkmazlar içinde yine de paha biçilemez bazı değerli mutlulukları kendi içsel dünyamla ele almaya gayret ediyorum.
Konu bendim öyle değil mi?
Benlik tahtını yıkmış ve hiç’lik yolculuğunda biperva çırpınan şu garip halimin nesini anlatayım azizim?
Ben ki fâniyât hırkasını giymiş, hal-i melülümle zerk ederken, ömür heybesinde birkaç mısra ve kendi omuz yükünün yegâne hamalı…
Klasik bilgi ışığında bakılınca 1980 yılında yeni dünyaya kapalı eski bir köyde gözlerimi açmışım. Yokluğun varlığa darbe yaptığı ve yoksulluğun adeta zor kullanarak her kapıdan girdiği zamana denk düşmüşüm. Popüler eğitim anlamında tahta sıralara pek oturamadım.
Dönemin sağ-sol ideolojilerinin anlamsız kavgalarında sokakların hamur gibi bizleri nasıl yoğurduğunu emsallerim bilir. Çoğu insan gibi durmadan sırtımı kırbaçlayan ama öldürmeyen ve olgunlaştıran acı izler taşıyor yüz hatlarım hala!
Ancak zaman, başarmak için azmin, kazanmak için sabrın en güçlü silah olduğunu yaşanan zorluklarla öğretirken, öte yandan bilimin aklı, ilimin vicdanı geliştirdiğini keşfettim.
Özüyle çatlamış toprağın koynuna düşmüş hayatın köy hali ile yaşama merhaba diyen ben. Her çocuk gibi koşup oynamış ve yine her çocuk gibi düşüp dizlerimi kanatmışlığım vardır. Herkes gibi kayıplar yaşamış ve yine herkes kadar tutunmayı başarmışımdır…
Üstat Mevlana Celaleddin Rumi’nin ;
“Güneş gibi ol şefkatte, merhamette
Gece gibi ol ayıpları örtmekte
Akarsu gibi ol keremde, cömertlikte
Ölü gibi ol öfkede, asabiyette
Toprak gibi ol tevazuda, mahviyette
Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol” dediği bir hayatı sürdürmek nasıl mümkün olur sorusuna yanıt arıyorum.
Kalemin silaha, iyiliğin kötülüğe ve zor da olsa sevincin üzüntüye galip geldiğine inanan biri olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. Zira kurşun derin acılara sebep olsa bile, sözün uçup yazının kaldığı gibi vakti geldiğinde, sarılır bütün yaralar.
Bilgi kirliliğinin zirve yaptığı günümüzde ve ideolojik körlüklerin toplumlarda oluşturduğu kutuplaşmayı endişe ile izlerken, “öteki düşman” şiirimi tarihsel bazı yaşanmışlıkların ininden ve günümüzde olabildiğince çatışan fikirlerin tırmandığı tehlikelerle kaleme almıştım.
öteki düşman…
tarihin bana tarih olduğu gök duvarı altında
düşünceleri yanıltan bir reflektörle bakıyorum
gün ışığına…
solfej bir kalabalığın fiyakalı lerzinde
Fa notasıyla faşizm çarpıyor yüzüme
bir kemanın Re telinden recm oluyorum
Sol yanımın bozuk ritminde kıvranıyor duygular
ve ne vakit insanla bir bağ kursam
sekiz oktavlı bir yergiyle başlıyor dışlamalar
tek gözlü bir dünyada,
yedi başlı ejderha gibiyiz birbirimize
tenor bir sesle dolanırken ürkekliğim
alto bir çığlık kopuyor ansızın kulaklarımda
toprağın merhametine sığınayım diyorum
düşeyim ömrümün çukuruna
tam da o noktada…
henüz kirlenmemiş bir çocuk gülümsüyor yüzüme
ümitleniyorum…
lakin, sen söyle Santa Anna
bacağına düzenlediğin tören aşkına
dünya bu vahşetten kurtulabilir mi acaba
ihlas ile iflah arasında mekik dokuyorum
aklım naşi ama kör değilim, görüyorum
dividim porte ağlıyor vaha yollarımda
do majör üzerine işlerken iç sesimi
bir doryan salımında frigyen düşüyorum notalara
sonrası şelpe, ağıdıma diyezle karışıyor gamlar
ve aklımda şifa niyetine cesedi yenmiş insanlar
şimdi kült bir anlayışın hakimiyetinde tutsağım
kırılmış eklemlerimden bölük bölük ayrılıyorum
tarafsızlığım kadar melezim insanlığa
nizam-ı bela tüm yaşananlar
hangi tarafa geçsem, öteki düşman…
Hangi tarafa geçsem, öteki düşman… Siyasi aktörler, iç ve dış politikalar bakımından çıkarları için sıkça farklılıkları kutuplaşma malzemesi olarak kullanarak toplumu yönlendirmelerini gayet anlıyorum. Ancak günümüzde bu durum, toplumun derin katmanlarına kadar inerek medeniyetimizin en önemli dinamizmi olan hoşgörü kültürünü yerle yeksan ediyor.
Bilimin aklı çokça geliştirdiği ama vicdan bakımından naçar kalan insanoğlunun bugünkü halini çok önceden güçlü sezgileri ile gören gönüller şairi, Yunus Emre der ki;
“Miskin Adem oğlanı, nefse zebun olmuşdur
Hayvan canavar gibi, otlamağa kalmıştır
Hergiz ölümün sanmaz, ölesi günin anmaz
Bu dünyadan usanmaz, gaflet önin almışdur
Oğlanlar öğüt almaz, yiğitler tevbe kılmaz
Kocalar taat kılmaz, sarp rüzgar olmuştur
Beğler azdı yolundan, bilmez yoksul halinden
Çıktı rahmet gölünden, nefs gölüne dalmışdur
Yunus sözi alimden, zinhar olma zalimden
Korkadurın ölümden, cümle doğan ölmüşdür.”
Kibre düşkün, beğenmişlikte zirve yaptığımız ve saltanat sandığımız tüm bu tepeden bakışlarımızın gözlerimizi daha fazla kör etmeden uyanmamız temennisi ile…
Yazmak ile yazarlığın karıştığı günümüzün popüler kültürünün çetrefilli döngüsü içinde daha çok mütevazi şekilde yazma tarafında kalmaya devam ediyorum. Ülkemizin kültürel zenginliği, yöresel farklılıkları arasında hayranlıkla dolanırken, dünya karmaşasının insanların omuzlarına bindirdiği yük ile yüze yansıyan mutsuzlukları ve tüm bu çıkmazlar içinde yine de paha biçilemez bazı değerli mutlulukları kendi içsel dünyamla ele almaya gayret ediyorum.
Konu bendim öyle değil mi?
Benlik tahtını yıkmış ve hiç’lik yolculuğunda biperva çırpınan şu garip halimin nesini anlatayım azizim?