Yerküre üzerinde Türkiye adını almış bir ülke bulunacaksa bu ülkenin varlığı ancak bir merkezi temsil ediyor oluşuyla açıklanabilecektir. Türkiye ne olmuş da Türkiye olmuş? Omurgası Müslümanlık olmadığı takdirde Türkiye neyine sahip çıkabilir? Türkiye ahalisi Amerikan malı kalmakta ısrar edip Türkleşmeye bigâne kalmakta devam ederse Türkiye daha kaç yıl yaşar?
Görüyoruz ki modernliğe heveslenenlerden hep paslanmış bir zihnin belirtileri yansımaktadır. En iyisini büyüklerimiz bilir diyen onlardır. Onları hafife almak yerine onları bir merak konusu haline getirelim: Türkiye’deki iktidar imkânlarını kullanmakta olan zevata, bu zevatın memleket menfaati aleyhine karar almayacağı hususunda duyulan güvenin (varsa) kaynağı nedir?
Müslümanların hesabının görülmesi sırasında Müslümanlık bahse konu ol-muyor. Yahudiler ve Hıristiyanlar yeryüzünden bir kültür varlığı olarak Müslümanlığı silmek istediklerini söylemiyorlar; ama bilhassa bu söylemedikleri işi yapıyorlar. Başat kültür hayatından İslâmiyet’i silmek için ellerinden ne geliyorsa artlarına koymuyorlar. Niçin yapıyorlar bunu? Bu zahmete niçin katlanıyorlar? 1924 yılında hilâfetin kaldırılmış olmasıyla dünya Müslümanlığı zaten omurgasız bırakılmış değil midir? Evet, öyledir. Gel gelelim, ne derecede reforma uğramış olurlarsa olsun Yahudiler ve Hıristiyanlar ilâhiyat hakkındaki telâkkilerinin sıradan Müslümanlar nazarında bile bir değerlendirmeye tâbi tutulmasına tahammül edemiyor. Modernlik aracılığıyla Müslümanların “endoctriné” edilmesinden alamadıkları sonucu Müslümanların terörist yaftası altında temizlenmesinden alacaklarını umuyorlar.
Aşk içinde aşk için seslenişin en uygun biçimini bulduğum kanısındayım. Merhamet belki çok yüce bir şey ve muhtemel ki merhamet aşktan üstündür. Tapınmak.. onun yüceliğine diyecek yok. Belki tapınmadaki kesinlik ve keskinliğe aşk hiçbir zaman ulaşamayacaktır. Bütün diğer işlerle uğraşan bütün diğer insanlar gibi tapınanlar ve merhamet duyanlar da seslendikleri zaman mutlaka hissettikleri bir farkı dile getirmiş olurlar. Aşktaki sesleniş ise farksızlığı ve bir tür özdeşliği vurgulamalı her şeyden çok. Aşkın seslenişi sevgisi olandan sevgisi olanadır ancak. Çoğu kimsenin sandığı gibi seven taraftan sevilen tarafa doğru bir akış değildir. Sen benim sevgilimsen bunu mümkün kılan sadece benim senin sevgilin oluşumdan başkaca birşey olmasa gerek. Bu yüzden sana seslenirken hep bir yankıya kulak verir gibi sayarım kendimi.
Neyi nasıl demişsem senin de bunu bana böyle söylemediğini düşündüğüm an sana ne bunu söyleyebilirim ve ne de boşluğa böyle söyleyebilirim. Benim sana doğru gelişim senin bana doğru gelmenin öbür kanadı. Uçmak için gerekli bir çift kanadın birleştiği yere göğüs diyorlar, döş diyorlar, sine diyorlar. Çoklarının sine çák olduğu söyleniyor. Şimdiye dek sineden yoksun bir aşkı tanıyan hiç olmamış.
Aşk mı? Nereden bileyim aşk olduğunu? Aşk başlı başına bir vakıa ise onu diğer vakıalardan ayıran bir özelliği olmalı. Besbelli ki bu özellik tümleşmeden ibaret. ‘‘Aşk gelince cümle eksikler biter’’ denildiğine göre gel de seninle seven ve sevilen ayrımına bir anlam vermeyelim. Borçluları ve alacaklıları onların alacak ve verecekleriyle pazarda bırakalım. Yurttaşlar yurtlarıyla ne halleri varsa görsün. Komutanlar komutlarını versin. Köleler boyun eğsin. İsterse bilginler bilgi kumkuması olarak, güzeller güzellikleriyle kasım kasım kasılarak dünyada kimseye yer bırakmasın.
Onların yerinde gözü olan kim! Biz değiliz. Biz ikimiz sadece aşkın unsurlarıyız. İki can ve bir canlıyız. Sana gel dediğim zaman, kendim gelmiş olmuyor muyum? Gel káinatta aşkı ilk ikimiz bulmuş olalım. Neden olmasın! Belki insanların yaygın olarak öteden beri bildikleri şey sahiden aşk değildi. Bir tür ilginç sayrılıktı onlarınki. Neler yok ki? Çıldıranlar... Canlarına kıyanlar... Uzuvlarını kesip fırlatanlar... Aşk sebebiyle feda oluş, feda ediş... Bütün bunlara bir anlam veremiyorum ben. Sen de vermiyorsan ve aşk ise vuku bulan, hiçbir şey ters gitmeyecek demektir. Aşkta her şey düzdür. Aşkla her şey düzelir. Düz değilse aşk değildir. Düzgünleştirmiyorsa aşk değildir. Haydi biraz daha samimi olalım: Aşkın gözünün sahiden kör olduğunu itiraf edelim. Gözü kör olan aşk eğer hareket edecekse önü düz müdür, yoksa bayır mı nereden bilsin? Aşkın dışında duranların ters kabul ettikleri şeyleri aşk ters bilmez.
Adı aşk olan her ne ise maddiyat alanına girmeyen, nesneler dünyasında karşılığı bulunamayan bir şey midir? Yoksa çocuklara ayıp olduğu öğretilen şeyden başka bir şey değil midir aşk? Elbette ikincisi. Aşkı hiçbir zaman o iç bayıltan yumrulardan, yumuşaklıklardan, ıslaklıklardan, tüylerden, tomurcuklanmalardan koparmaya, ayrı tutmaya kimsenin gücü yetmeyecektir. Evet. Evet. Evet. Aşk bilhassa üremeye ilişkindir. Yani çoğalmaya, büyümeye, daha fazlasına gidilemeyecek derecede eksiksizleşmeye...
Aşk insanlar arasında ve insanlar içindir. Çünkü aşkın halleri ve insanın halleri birbiriyle örtüşür. Her ikisi de tende ve tenden başlamak zorundadır. Hem aşk, hem de insan tende çakılıp kalmadığı takdirde kendisi olabilir. İnsandan gayrı canlıların tozlaşmasını, çiftleşmesini aşktan arındırabilirsiniz. Çünkü insandan gayrı canlıların üremesi türlerinin devamından başka bir anlam taşımaz. İnsanlar ise aşk ile birbirlerini üretir. Kendilerini çoğaltır ve büyütürler.
İşte bu sebepten ötürüdür ki ‘‘Ey sevgili! ’’ demem ben; ‘‘sevgili sevgili’’ derim. Sevdikçe söylerim, söyledikçe severim. Sevildikçe söylerim, söyledikçe sevilirim. Sevdiğimi söylerim, söylediğimi severim. İşkence altında benim ifademi almak mümkün olamaz. İfademi çünkü çoktan sevgili sevgili almıştır.
Türkiye’de siyasetin kimler tarafından, ne şekilde yapıldığını sergilemek gayesiyle yazdıklarım siyasetten yüz çevirmeye haklılık kazandırmak için değildir. Haysiyetin hiçe sayıldığı siyasi tavır yerini haysiyet koruma siyasetine bırakabilir. Demek ki Türkiye bir ülke olarak mevcudiyetinden vazgeçmediği sürece direnişin atılımla ikmal edileceği bir siyasi eğilimle harekete geçme ve bu eğilimin vücut kazandığı bir siyasi kuruluşa kavuşma ümidini kaybetmeyecektir. Ömrünün akış düzeni içinde cedelin de cehdin de önemli roller oynaması gerektiğini düşünen milyonlarca insan yaşıyor Türkiye’de. Bu insanları düşüncedeki rengi ve şahsiyetteki kesafeti ne olursa olsun günümüzün siyasetçileriyle koşut konuma sokmaya veya tam tersine renk ve kesafet gözeterek bu insanları günümüzün siyasetçileriyle rekabete sevk etmek en hafif deyimle alçaklıktır. İstatistikler, araştırma raporları ne derse desin Türkiye siyasi tavır bakımından bu kadar alçalmaya müsait bir ülke değildir. Türkiye’nin Müslüman nüfusunu köleleşmenin, soysuzlaşmanın, dilencileşmenin, iptizale uğramanın bir katalizörü durumuna düşürmeye yerli veya yabancı hiç kimsenin gücünün yetmeyeceğini göreceksiniz. Bu kadar kesin konuşuyorsam bunun sebebi Müslümanların kendi aralarından müminleri çıkaracaklarına olan güvenimdir. Müminlerin ihsandan mahrum kalmayacaklarına inancım tamdır. Güvendiğim, inandığım hususlarda tek başıma kalmadığımı bildirenler de var.
(devamı aşağda...)
Bırakalım plastik adamlar parti kursunlar, parti versinler, parti malı alıp satsınlar. Onlara kendi partimizi kurarak cevap vermeyeceğiz. Biliyoruz ve bilmeliyiz ki Türkiye’de siyasetin dili dünya sisteminin lortları hangi dilden anlıyorsa ve/veya hangi dili dayatmışsa odur. Halbuki biz kendi atılım dilimizi kurdukça birbirimize destek olabiliyoruz. Onlara kaç kişi olduğumuzu bildirmeme ve onları ne ölçüde muhasara altına aldığımızı söylememe cezasına çarptıracağız. Bizim Türklüğümüz bu işin kemale erdirilmesiyle mukayyettir. Tıpkı bu toprakların dar-ül İslâm olduğu günlerdeki gibi direneceğiz ve atılacağız. Bizim kim olduğumuzu bizden biri olmayan asla anlayamayacak. Bizim ne yaptığımızı bizim işimizi görmeyen, bizimle ortaklaşa çalışma yürütmeyen asla bilemeyecek. Kimseyi ikna etmeyeceğiz. Çünkü insanların âlet durumuna düşürülmesine isyan ediyoruz. Kimse bizi ikna edemeyecek. Çünkü kendimizi hiçbir şekilde kullanıma açmış değiliz. Parti kurmuyoruz, Müslüman olarak üstünlüğümüze toz kondurmuyoruz.
Türkiye’nin siyasetinde cedel de yok, cehd de yok. Hiçbir zaman olmadı. Şimdiye kadar Türkiyeli siyasetçiler taltif edilmelerine yol açan süreç boyunca ne cedeli göze aldı, ne cehte azmetti. Zahmetlerle, sıkıntılarla, kanla, gözyaşıyla dolu Türk tarihinin neden hem cedele, hem de cehde yabancı kalışı meraka değer. Biz bunu merak ede duralım, vakıa gözler önüne serilmiş vaziyettedir: Eğer Türkiye’deki siyaset alanı bir mücadele alanı olsaydı, siyaset adamları arkalarına yürüttükleri veya yürütmeye hazırlandıkları cedel hatırına bir “ordu” toplamaya gayret ederlerdi. Hayır, böyle yapmıyorlar. İstedikleri iğreti oydan, geçici bir onaydan ibarettir. Eğer Türkiye siyasi alanda mücâhede etmeye elverişli bir zemine sahip olsaydı halkın tanıma fırsatı bulduğu her yüksek şahsiyeti siyaset yapmaya zorladığı bir tablo karşısında olacaktık. Hayır, karşısında olduğumuz tablo bu değil. Siyaset adamları halkın devlet imkânlarından yararlandırılması hususunda taviz verdikleri oranda taraftar toplayabiliyorlar ve halk işbirliği yapmak üzere gözünü üstün nitelikli insanlara değil, sorumluluğunu kendine hatırlatmayacak nitelikteki insanlara dikmiş durumdadır. Halk onlarla elbirliği etmenin bedelini ödeme mecburiyeti altında kalmamak için üstün nitelikli insanlardan gözünü kaçırmaktadır.
Devlet lehine davrandığı söylenenlerin kendi kişisel menfaatlerini kollamaktan ötede bir etkinlikte bulunduklarını kanıtlamak hemen hemen imkânsızdır. Çünkü verdiği karar neticesinde devlet kazançlı çıktığı halde kendinin kayba uğradığına şahit olduğumuz yetkililer eliyle yürütülmüş bir siyasetin açtığı yolda hiçbir mesafe kat etmedi Türkiye. Bilakis yüzyıllar boyunca nice “resmi karar” yetkililer, daha doğrusu devlet yetkilerini gasp edenler şahsi güvencelerden mahrum kalmasın diye verildi.
' Bir Müslüman’ın Müslümanlığının derecesini hayatında mücâhedeye verdiği yerden anlarız. Yani yüksek bir karakteri temsil niyetiyle helâllere ne kadar riayet ettiğinden, haramlardan ne kadar kaçındığından. '
'Türklük meselesi insanlık tarihini dolaysız olarak ve münhasıran modernlik tarihini bire bir ilgilendiriyor. Türkler günde beş vakit namaz kılarak dehrin çekip çevrilmesinde kendi yerlerine rıza gösterdiklerini belli ediyorlar. Türkler Ramazan ayı boyunca oruç tutarak kainata Yaratıcısı tarafından verilmiş nizama müdahale etmeye yeltenenlerin yersizliklerine şehadet ediyorlar.
Türkler herşeyin kelime-i tevhit ile başladığını, kelime-i tevhidin herşeyi tamamladığını biliyorlar. Türkler Hac farizasının merkezden muhite yayılmaktaki faydayla mukayyet olduğu anlayışına bağlılar. Türkler zekatla arındırılmamış kazancın servet kabul edilemeyeceği görüşündeler. Sözü uzatmanın ne yararı var? Kimse Türklüğün şartlarını yerine getirmeden Türklük davası gütmüyor zaten.'
Dünya sisteminin lortları bilhassa ve en çok Türkiye’yle, Türkiye’nin tutturacağı istikametin ne olduğuyla uğraşıyor. Bu ilginin bir sebebi olsa gerek. Türkiye’ye duyulan ilgi bu ülkede yaşayan insanların yaptıkları şeyler itibariyle değildir. Yaptıkları şeyler Türkiye düşmanlarının tavsiyelerini yerine getirmekten ibaret. Çırpındıkça batıyor olmaları bu yüzden. Sistemi yürütenler kimin ne yaptığıyla ilgilenmiyor. Denetçiler ne yapılmadığına dikkat etmektedirler. Türkiye’ye ilgi duyuluyorsa Türkiye’de yaşayan insanların dayatmalar dışında bir şeyler yapma ihtimali sebebiyle ilgi duyuluyor. Var mıdır Türkiye’de yaşayan insanların kendilerine dayatılan şeyler dışında bir şeyler yapma ihtimali? Elbette vardır ve üstelik Türkiye sistem dışında bir hayat yolunu kat edebilecek dünyadaki yegâne ülkedir. Madem öyledir de Türkiye sözünü ettiğimiz ihtimale niçin cesamet kazandıramıyor?
ÇOK ŞEY BİLİYOR HİÇBİRİNİ ANLAMAMIŞ;
HER ŞEYDEN ANLIYOR HİÇBİR ŞEY BİLDİĞİ YOK
Bilginin ve anlayışın, ilmin ve irfanın, sevgililer ve âşıklar olmanın birlikte bulunması harikulâde bir olay. Harikulâdeliklere dünyada sıkça rastlanılmaz. Dünya hayatında alelâdeliğin baskın çıktığı vâkidir. Bakarsınız ki bilgi ve anlayış birbirlerinden çabucak kopuvermiştir. Giderek bilginin anlayıştan, anlayışın bilgiden sıkça kaçtığı olur. Bu durum insanları birbirleri karşısında tuhaf ve tehlikeli yaratıklar haline dönüştürür. Bilip de anlamayanlar kolayca merhametsizce kararlar verirler, anlayıp da bilmeyenler insanların hayal âleminde bocalamalarına sebep olurlar. İnsanlık binlerce yıldan beri çok değişik gerekçeler uyarınca yürürlüğe giren merhametsizliğin ve bocalamaların acısını çekmiştir, halen çekmektedir
...Efsaneden arındırılmış olan ve muhtaç olunan ise “vatan müdafaası”dır. Vatan müdafaasını geri plana iterek parlak bir gelecek vaadi ile küfre teslimiyet programını topluma yutturmuş olanlar aynı kumpanyanın muhtelif şubelerini teşkil ediyor. Bu kumpanya bir cürüm kumpanyasıdır. Bu kumpanyaya hissedarlık etmek suça iştirak etmektir. Siyasi ataklar olarak sağcılığı ve solculuğu benimsemek suretiyle kumpanyayı iki yönde tekâmül ettirenler bir cürümün tamamlanmasını sağladı. Sergilenen siyasi tavırlar dolayısıyla vatan müdafaası ne kadar geri plana itildiyse Türkiye’nin uydulaşması o kadar gerçek oldu. Bir uydu olarak Türkiye tarımını ve hayvancılığını birer enkaz durumuna düşürerek yörüngesine daha çok intibak etti. Bu şartlarda ekonomiyi düzeltmek mükemmel bir uydu halini almaktan başka anlam taşımaz oldu.
İslâm’la tanışmış bir Türkiye demek mükellefiyetlerini idrak etmiş bir Türkiye demektir. Türkiye’nin İslâm’la tanışması halinde ilk önce “merkezîlik” belirginliğe kavuşacaktır. İslâm’la tanışmış bir Türkiye’nin hayatına dünya sisteminin zavallı bir uydusu gibi devam etmesi mümkün değildir. Türkiye “merkezîlik” vasfına İslâm’la tanışmadan kavuşamaz. Türkiye’nin kültür haritasının bir yerinde bulunan kendi Müslümanlığına saklanacak bir kusurmuş gibi, Türkiye’nin kültür değerlerini “potent” halden “kinetik” hale dönüştürmek isteyenlerin Müslümanlığına (bütün kâfirlerle söz birliği ederek) karşı durulması gereken bir saldırganlıkmış gibi bakan kimseler Türkiye’yi İslâm’la tanıştıramayacaktır.
'ABD uyumlu olmayı kader saymak sultası altına sokulan Türk milleti hiçbir fikrî sarahate kavuşmaksızın, daha da kötüsü, üstün değerlerinin ilk sırasına düşünceyi yerleştiren her kim ise onun üzerine yıldırıcı etkilerin boca edilmesini olağan ve geçerli sayarak bir yolda yürüme girişiminde bulunanların egemenliği altındadır. Türkiye beynelmilel ilişkilerini yaşadığı ve hayat damarlarında tıkanıklıklara sebep olan kimlik bunalımının üstüne yırtık bir şal örtmüş haliyle düzenlemeye çabalıyor. Türkiye'nin aralarında ABD gibi büyük güçlerin bulunduğu bir çok ülkeyle 'kurallı' ilişkiler kurma zorluğu çekmediği bir dönemde yaşıyoruz. Fakat bu dönem aynı zamanda bazı ülkelerle ilişkide hangi kuralın geçerli olduğu hususunda kararsızlığın da hüküm sürdüğü bir dönemdir.' ___ İSMET ÖZEL___
Kimler mi? Tabiî ki, dostlarımız Avrupalılar ve Amerikalılar. Aslında benzemek isteyen bizler değil miydik? Tamam işte, onlar da bizi benzetecekler. Eskiden bize geri kalmış ülke, az gelişmiş ülke derlerdi. Sonra kibarlık edip, nezaket gösterip gelişmekte olan ülke demeye başladılar. Devran döndü birinci dünya, ikinci dünya, üçüncü dünya sıralaması da anlamını kaybetti. En sonunda bize hiçbir şey dememeye, herhangi bir ad takmamaya karar verdiler. Böylelikle adı gerekmez ülkeler kategorisi gibi bir şey kendiliğinden doğmuş oldu. O kadar ki dostlarımız yepyeni bir ağızla biz bir ülkenin ekonomisinin ne kadar güçlü olduğuna bakmayız, o ülkenin insan haklarına, demokrasiye, özgürlüğe ne kadar değer ve önem verdiğine bakarız İfadelerine sığınmanın yolunu bularak allem kallem edip ülke olarak varlığımızı görüngüler aleminden nasıl sileceklerinin çaresini bulmaya çalışıyorlar. Kim derdi ki gün gelecek, az gelişmiş ülke ibaresi bile özlemle yad edilecektir.
Az gelişmiş ülke ibaresinin hiç olmazsa neyin noksan olduğunu tasrih eden bir tarafı vardı. Mesela sanayileşmenin az gelişmişlikten kurtulmanın bir yolu olabileceği düşünülebiliyordu. Üstelik bir ülkenin sanayileşmesinin önüne nelerin veya kimlerin geçtiği söz konusu edilebiliyordu. Bir ülkeye geri kalmış deniliyorsa o ülkenin gerilikten kurtulmak için neyi tamamlaması gerektiği gözle görülür, elle tutulur biçimde işaret edilebiliyordu. O ülkenin fiilen tutturduğu yolun geri kalmışlığı izale edip etmeyeceği konuşulabiliyordu. Gel gelelim, son yıllarda kulağımıza çalınan ve son günlerde kulağımızı sağır edecek şiddette telaffuz edilen insan hakları, demokrasi, özgürlük gibi kelimeler tam tamına birer muamma. Neden bazı insanların haklarının başka bazı insanları böylesine alakadar ettiğini keşfetmenin son derecede güç bir iş olduğu belli. Bu kısmı herkes sükutla geçiştiriyor. Demokrasinin cihanşümul bir tarifi verilemiyor. Bu tarif varmış gibi davranmaktan hiç kimse gocunmuyor. İnsan için özgürlük baskıdan kurtulmak demekse, bu aynı zamanda insanın baskı kurabilecek serbestliği kullanması mı demek olduğu kurcalanmıyor. Özgürlükte eşitlik sağlanamıyor. İnsanlar arasında eşit miktarda dağılmış olan özgürlüğe özgürlük denmiyor.
Sizin anlayacağınız, şimdilik Avrupalılarla, Amerikalılarla aramızda bir aşna fişnedir gidiyor. Bir zaman sonra dostlarımız bize bizden öğrendikleri bir koşmanın şu dörtlüğünü söyleyip veda edebilirler: 'Karacoğlan der ki nasıl bağ imiş / Üst yanımız karlı karlı dağ imiş / Yokladım öteni öten yoğ imiş / Kız alamam seni huri isen de'. Bunun üzerine biz de kendi kendimize Ankara'nın Misket havasını çalar söyleriz: 'Güvercin uçuverdi / Kanadın açıverdi / El uşağı değil mi / Sevdi de kaçıverdi'.
Bir noktaya dikkatimizi çevirmezsek toplum olarak telafi edilemez bir kayba uğrayacağız. Beklenen demokratik gelişme Türk (giderek Türkleşme) tarihini sıfırlayarak mı nazar-ı itibara alınıyor, yoksa kazancına kendimize mahsus tarih bilincinin pekişmesiyle kavuşacağımız bir gelişmeye mi emek vermekteyiz? Korkarım birincisi ağır basmaktadır ve günübirlik faydayı feda etmekten çekindiğimiz ölçüde toplum hayatiyetine uzun vadede katkı sağlayacak tutamaklarımızı tehlikeye atıyoruz. Attık bile.
Sir isaac Nevvton (1642-1727) 'Eğer daha uzağı görebilmişsem' demişti, 'bunun sebebi devlerin omuzları üzerinde duruşumdandır'. Bir itiraf bu; ama pek çarpıcı bir itirafla karşı karşıya olduğumuz söylenemez. Çünkü insanoğlunun hayatını hayatlar üzerinde kurduğu temel bilgilerimiz arasındadır. Necip Fazıl'ın Kanuni ile Vahdettin karşılaştırmasını hatırlayalım. Şair diyordu ki birincisi büyük görünüyor, zira devletin en yüksek çağında tepede yer almaktadır. Diğeri ise devletin dibe vurduğu bir dönemde bile kendini fark ettirebilecek bir büyüklük sahibidir.
Gittikçe artan bir gerginlikle Türkiye'den Özgürlük ve demokrasi talepleri yükseliyor. Ne var ki istenilen özgürlük ve demokrasinin dayanakları ülke insanının geçmişinde aranmıyor. Özgür ve demokrat olmanın ölçüsü de, ölçütü de ithal malı. Birisi 'Almanya'da çarşafıma karışmıyorlar, burada da karışmasınlar' diyor. Öteki 'Strasbourg'da alınan karar uyarınca Türk üniversitelerinde başını örtemezsin' diyor. Hem üzerinde durulan hususlardan ve hem de duruş tarzından anlıyoruz ki Türkiye'de insanlar ne kadar kendileri olurlarsa değil, ne kadar başkalaşırlarsa o kadar özgür ve demokrat olduklarına inanacaklar.
'Kendisi olmak' fikrinden uzak durmanın neye mal olduğu ise kimsenin umurunda değil. O kadar ki zaman zaman dillerine doladıkları 'acı reçete'nin üzerine yazıldığı kağıt ithal malı ve yazan el de yabancı. Bir de bunlara siyasi hayatımızı şimdiki duruma sokan vakıaların yorumlanmasında uğradığımız çarpıklığı eklememiz gerekiyor. Çarpıtmayı gerçekleştiren yabancılar değil; bizzat Türkler. Kısmen de olsa tarihimize ilişkin doğrulara ulaşmak için Türkiye dışında neşredilmiş kitaplara başvurmak zorunda kalışımız bu sebeptendir. Neden gerçekleri çarpıtıyoruz? Çünkü toplumun nihaî selametini gözetmek yerine günü kurtarmaya çabalıyor, yetkili ve etkili zevatın ki bunlar ister görünen iktidarın, isterse görünürdeki muhalefetin bir unsuru olsun 'fuzulî şağil' konumunda bulunduğunun ortaya çıkmasından korkuyoruz.
Kendimizi daha özgür hissettiğimiz günün aynı zamanda bir Haysiyetsizlik karmaşasına kapıldığımız gün olacağı endişesi taşıyorum. Çünkü bugün algılanan biçimiyle özendiğimiz demokrasinin, tırmanıp bakmaya heves edersek bize uzağı gösterecek yükseklikte omuzları yok.
Tarihin yakın zamanlarında ahlâksızlık çarkı “Savaşma, seviş! ” şiarıyla harekete geçirildi. Hikâyenin özetinden ABD’nin 1965 yılında Pax Americana gereği olarak Vietnam savaşını başlatması üzerine beyazlar dünyasında ciddi bir çatlağın baş göstermesiyle haberdar olundu. Savaş aleyhtarları hangi sebeple savaş aleyhtarlığı yapıyorlardı? Gözden kaçan husus köhnemiş, kadidi çıkmış kolonyalizm ile bıçkın ve delikanlı emperyalizm arasında cereyan eden son hesaplaşmanın gündemi doldurmuş olmasıydı. Miadını doldurmuş bir ahlâksızlık istikbal vaat eden pervasız ahlâksızlığın yoluna taş koyuyordu.
'...Türkiye’de yaşayan bütün insanlara sadece iki şey: Devlet ve İslâm, belirlilik kazandırabiliyor. Devlet ve/veya İslâm tarafından muayyen bir yere konulmamışsanız Türkiye’de yaşayan bir insan olarak durumunuz kötü. Başınızın çaresine bakmak için düşebileceğiniz en iyi yol, kötü yol. Devletsiz ve İslâmsız Türk toplumu (eğer ona hâlâ Türk toplumu denebilirse) kötü yola düşmüş sayılır. (Yandı gülüm, keten helva!) Kötü yola düşmüş toplum olur mu? '
'...Türkiye'de kurnazlık makbul tutuluyor ve toplum ilişkilerinde geçerli bir yöntem olarak kabul ediliyor. Devletin kurnazca konuşup kurnazca davranmasından halk rahatsız değildir. Çünkü halk devletin imkanlarından yararlanabilmek için çeşitli kurnazlıklara başvurması gerektiğini pek iyi bilir. Men dakka dukka. Son zamanlarda demokrasi hem devletin, hem de halkın kurnazca davranmasına fırsat veren bir kelime haline geldi. Halk devlete karşı işlediği kabahatleri savunabilmek, devlet karşısında sorumluluktan kaçıyor oluşuna mazeret sağlamak için demokrasi beklentisini öne sürüyor. Devletin demokrasiye, demokratikleşmeye bir itirazı yok. Devlet demokrasiyi zaman kazanmak için bir aracı kavram gibi kullanıyor. Herşey demokrasi gerçekleştiğinde düzeleceğine, hiç olmazsa düzelme yoluna gireceğine göre devletin asıl işlevini yerine getirip getirmediğinin sorgulanmasına ve Türk devletinin teşkilindeki gerekçelerin hatırlanmasına hiç gerek yoktur. Eğer Türkler'in neden bir devleti var diye soracak olursak, bir şeyleri hatırlamak zorunda kalacağız. Bu hatırlanan şeyler bugün işlerin hangi sebeple başka türlü döndüğünü düşündürecek ve sorgulama başlayacak. İşlerinin dönmesini kurnazlıkla sağlayan halk ve devlet asıl meseleye ilişkin konuların açılmasını istemiyor. Demokrasi her iki tarafa da durumu idare etmek için kâfi geliyor.
Demokrasiye ulaşmak, demokrasi uğruna toplumun hayat kaynaklarını yeniden tanımlamak konusunda Türk devletine ve Türk halkına Avrupalılar ve Amerikalılar da çok yardımcı oluyor. Onlar için demokrasi (ve bunun yanı sıra elbette insan hakları) tarih perspektifinin askıya alınmasına yaradığı için çok kullanışlı bir kavram. Tarihî perspektif demokrasinin bir zoka olup olmadığını fark etmemize yarıyor oysa.'
'...Yazar yaptığı işe yaraşan bir tutum benimsemişse kendine alkış peşinde bir yön tespit etmekten kaçınacaktır. Sırta alınmış bir yumurta küfesi varsa hem yazarın, hem okurun gayret edeceği şey yumurtaların ulaştırılacağı yere salimen varmalarını temin olmalıdır. Yumurta küfesinin yazarın mı okurun mu sırtında olduğunun tespitini ikisi arasındaki bağlantı doğuracaktır. Küfeyi okur ve yazar münavebeli olarak taşıyabilir. Yani hakikate duyulan ihtiyaç bakımından bazı zamanlarda okurun duyarlığı yüksek dereceye ulaşmış ve bazı zamanlarda ise yazar bu ihtiyaçtan kıvranır halde bulunabilir. Her iki halde de biri diğerine yürünen yoldaki çukuru işaret etmek yükümlülüğü altındadır. '
...Otoriter demagoji yok, çünkü otorite konuşmuyor. Dinliyor sadece. Bir taraftan da kimin ne dediğini not alıyor, konuşanlara kayd-ı mahsusa dahilinde not veriyor. Otoritenin ağzını kullanıyormuş, dolayısıyla demagojiyle meşgulmüş gibi görünenler yüksek not alma çabasındaki çocuklardan başkaları değil. Benim fark edebildiğim kadarıyla bu aile içi bir oturum. Devlet baba hayli zamandır oğulları ve kızlarıyla toplantı halindedir. Hep birlikte öyle bir yerde konuşlandırılmışlar ki teşkil ettikleri mecliste cereyan eden vukuattan bizim haberdar olmayışımız gayri mümkün. Bizim, yani o aile nazarındaki elin oğlunun, elin kızının. Bizlerden biri olup da kendini devlet ailesindenmiş gibi sayanlar (sananlar) var elbet. Bu zavallılar kendilerine nasıl küçümsenerek bakıldığının ve gerektiğinde aynı küçümseyişle davranıldığının hiç farkında değiller. Küçümseyişin farkında değiller; ama çektikleri acıların, mahrumiyetlerin veya komşuda pişip de onlara da düşen taamın farkında olmamaları mümkün değil.
Kendi payıma ben yukarıda zikrettiğim alaycı muameleye maruz kalmamak için gündemi işgal eden herhangi bir konuda fikir beyan etmekten kasıtlı olarak geri duruyorum. Kendimi bir ölçüde akıllanmış sayıyorum. Geçen zaman içinde olaylara tepki vermek bakımından safdilâne girimlerim olduğunu da itiraf etmeliyim. Üstelik bugün basın yoluyla verilecek tepkiler dolayısıyla uğranılacak muamelenin alaycılıkla sınırlı kalacağından da hiç emin değilim. Alay konusu olmak ne kadar istemiyorsam ciddiye alınmayı da o kadar istemiyorum. Ne demişti Bernard Shaw? 'Söylediklerimi mizah sayıp güldüler. Ciddiye alsalardı beni şimdiye kadar çoktan asmışlardı.' Neler miydi söyledikleri? Sözün gelişi şunu söylemişti yaşadığı günlerin Britanya'sı için: 'Futbolun ve içkinin baş tacı edildiği bir ülkede başbakan olmaktansa köpek olmayı tercih ederim.' Bernard Shaw için ciddiye alınma tehlikesi büyüktü, çünkü bilimle, sanatla, felsefeyle uğraşanları ciddiye alan kurumların canlı ve etkili olduğu bir toplumda yaşıyordu. Çok şükür ki benim ciddiye alınma ihtimalim iki sebepten ötürü oldukça zayıf. Birincisi Türkiye değerler kargaşası içine dalmış bir ülkedir ve haslık konusunda hassasiyetini tamamen kaybetmiştir. İkincisi de müeyyide uygulama yetkisini elinde bulunduranlar bahsi yukarıda geçen ailenin dışında kalanların cirmiyle ilgilenmez. Komşuda ne piştiğini hiç umursamayan ben onların nazarında elin oğluyum.
İyi ki de öyleyim. Yoksa ailenin sırlarına vâkıf biri olmanın insanın başına neler açabileceğini tahmin etmek zor değil.
ismet özel
10.03.2003 - 12:14AMERİKAN MALI TÜRKİYE AHALİSİ
Yerküre üzerinde Türkiye adını almış bir ülke bulunacaksa bu ülkenin varlığı ancak bir merkezi temsil ediyor oluşuyla açıklanabilecektir. Türkiye ne olmuş da Türkiye olmuş? Omurgası Müslümanlık olmadığı takdirde Türkiye neyine sahip çıkabilir? Türkiye ahalisi Amerikan malı kalmakta ısrar edip Türkleşmeye bigâne kalmakta devam ederse Türkiye daha kaç yıl yaşar?
İSMET ÖZEL (Gerçek Hayat Dergisi, Sayı: 124)
ismet özel
10.03.2003 - 12:12KES SESİNİ! EN İYİSİNİ BÜYÜKLERİMİZ BİLİR!
Görüyoruz ki modernliğe heveslenenlerden hep paslanmış bir zihnin belirtileri yansımaktadır. En iyisini büyüklerimiz bilir diyen onlardır. Onları hafife almak yerine onları bir merak konusu haline getirelim: Türkiye’deki iktidar imkânlarını kullanmakta olan zevata, bu zevatın memleket menfaati aleyhine karar almayacağı hususunda duyulan güvenin (varsa) kaynağı nedir?
İSMET ÖZEL (Gerçek Hayat Dergisi, Sayı: 123)
ismet özel
25.02.2003 - 14:36NİÇİN 'TERÖRİZME KARŞI' DA 'İSLAM'A KARŞI' DEĞİL
Müslümanların hesabının görülmesi sırasında Müslümanlık bahse konu ol-muyor. Yahudiler ve Hıristiyanlar yeryüzünden bir kültür varlığı olarak Müslümanlığı silmek istediklerini söylemiyorlar; ama bilhassa bu söylemedikleri işi yapıyorlar. Başat kültür hayatından İslâmiyet’i silmek için ellerinden ne geliyorsa artlarına koymuyorlar. Niçin yapıyorlar bunu? Bu zahmete niçin katlanıyorlar? 1924 yılında hilâfetin kaldırılmış olmasıyla dünya Müslümanlığı zaten omurgasız bırakılmış değil midir? Evet, öyledir. Gel gelelim, ne derecede reforma uğramış olurlarsa olsun Yahudiler ve Hıristiyanlar ilâhiyat hakkındaki telâkkilerinin sıradan Müslümanlar nazarında bile bir değerlendirmeye tâbi tutulmasına tahammül edemiyor. Modernlik aracılığıyla Müslümanların “endoctriné” edilmesinden alamadıkları sonucu Müslümanların terörist yaftası altında temizlenmesinden alacaklarını umuyorlar.
İSMET ÖZEL (Gerçek Hayat Dergisi, Sayı: 122)
ismet özel
03.02.2003 - 13:12İŞKENCE ALTINDA ALINMAYAN AŞK İFADEMDİR
Sevgili Sevgili
Aşk içinde aşk için seslenişin en uygun biçimini bulduğum kanısındayım. Merhamet belki çok yüce bir şey ve muhtemel ki merhamet aşktan üstündür. Tapınmak.. onun yüceliğine diyecek yok. Belki tapınmadaki kesinlik ve keskinliğe aşk hiçbir zaman ulaşamayacaktır. Bütün diğer işlerle uğraşan bütün diğer insanlar gibi tapınanlar ve merhamet duyanlar da seslendikleri zaman mutlaka hissettikleri bir farkı dile getirmiş olurlar. Aşktaki sesleniş ise farksızlığı ve bir tür özdeşliği vurgulamalı her şeyden çok. Aşkın seslenişi sevgisi olandan sevgisi olanadır ancak. Çoğu kimsenin sandığı gibi seven taraftan sevilen tarafa doğru bir akış değildir. Sen benim sevgilimsen bunu mümkün kılan sadece benim senin sevgilin oluşumdan başkaca birşey olmasa gerek. Bu yüzden sana seslenirken hep bir yankıya kulak verir gibi sayarım kendimi.
Neyi nasıl demişsem senin de bunu bana böyle söylemediğini düşündüğüm an sana ne bunu söyleyebilirim ve ne de boşluğa böyle söyleyebilirim. Benim sana doğru gelişim senin bana doğru gelmenin öbür kanadı. Uçmak için gerekli bir çift kanadın birleştiği yere göğüs diyorlar, döş diyorlar, sine diyorlar. Çoklarının sine çák olduğu söyleniyor. Şimdiye dek sineden yoksun bir aşkı tanıyan hiç olmamış.
Aşk mı? Nereden bileyim aşk olduğunu? Aşk başlı başına bir vakıa ise onu diğer vakıalardan ayıran bir özelliği olmalı. Besbelli ki bu özellik tümleşmeden ibaret. ‘‘Aşk gelince cümle eksikler biter’’ denildiğine göre gel de seninle seven ve sevilen ayrımına bir anlam vermeyelim. Borçluları ve alacaklıları onların alacak ve verecekleriyle pazarda bırakalım. Yurttaşlar yurtlarıyla ne halleri varsa görsün. Komutanlar komutlarını versin. Köleler boyun eğsin. İsterse bilginler bilgi kumkuması olarak, güzeller güzellikleriyle kasım kasım kasılarak dünyada kimseye yer bırakmasın.
Onların yerinde gözü olan kim! Biz değiliz. Biz ikimiz sadece aşkın unsurlarıyız. İki can ve bir canlıyız. Sana gel dediğim zaman, kendim gelmiş olmuyor muyum? Gel káinatta aşkı ilk ikimiz bulmuş olalım. Neden olmasın! Belki insanların yaygın olarak öteden beri bildikleri şey sahiden aşk değildi. Bir tür ilginç sayrılıktı onlarınki. Neler yok ki? Çıldıranlar... Canlarına kıyanlar... Uzuvlarını kesip fırlatanlar... Aşk sebebiyle feda oluş, feda ediş... Bütün bunlara bir anlam veremiyorum ben. Sen de vermiyorsan ve aşk ise vuku bulan, hiçbir şey ters gitmeyecek demektir. Aşkta her şey düzdür. Aşkla her şey düzelir. Düz değilse aşk değildir. Düzgünleştirmiyorsa aşk değildir. Haydi biraz daha samimi olalım: Aşkın gözünün sahiden kör olduğunu itiraf edelim. Gözü kör olan aşk eğer hareket edecekse önü düz müdür, yoksa bayır mı nereden bilsin? Aşkın dışında duranların ters kabul ettikleri şeyleri aşk ters bilmez.
Adı aşk olan her ne ise maddiyat alanına girmeyen, nesneler dünyasında karşılığı bulunamayan bir şey midir? Yoksa çocuklara ayıp olduğu öğretilen şeyden başka bir şey değil midir aşk? Elbette ikincisi. Aşkı hiçbir zaman o iç bayıltan yumrulardan, yumuşaklıklardan, ıslaklıklardan, tüylerden, tomurcuklanmalardan koparmaya, ayrı tutmaya kimsenin gücü yetmeyecektir. Evet. Evet. Evet. Aşk bilhassa üremeye ilişkindir. Yani çoğalmaya, büyümeye, daha fazlasına gidilemeyecek derecede eksiksizleşmeye...
Aşk insanlar arasında ve insanlar içindir. Çünkü aşkın halleri ve insanın halleri birbiriyle örtüşür. Her ikisi de tende ve tenden başlamak zorundadır. Hem aşk, hem de insan tende çakılıp kalmadığı takdirde kendisi olabilir. İnsandan gayrı canlıların tozlaşmasını, çiftleşmesini aşktan arındırabilirsiniz. Çünkü insandan gayrı canlıların üremesi türlerinin devamından başka bir anlam taşımaz. İnsanlar ise aşk ile birbirlerini üretir. Kendilerini çoğaltır ve büyütürler.
İşte bu sebepten ötürüdür ki ‘‘Ey sevgili! ’’ demem ben; ‘‘sevgili sevgili’’ derim. Sevdikçe söylerim, söyledikçe severim. Sevildikçe söylerim, söyledikçe sevilirim. Sevdiğimi söylerim, söylediğimi severim. İşkence altında benim ifademi almak mümkün olamaz. İfademi çünkü çoktan sevgili sevgili almıştır.
İSMET ÖZEL
ismet özel
03.02.2003 - 13:09Türkiye’de siyasetin kimler tarafından, ne şekilde yapıldığını sergilemek gayesiyle yazdıklarım siyasetten yüz çevirmeye haklılık kazandırmak için değildir. Haysiyetin hiçe sayıldığı siyasi tavır yerini haysiyet koruma siyasetine bırakabilir. Demek ki Türkiye bir ülke olarak mevcudiyetinden vazgeçmediği sürece direnişin atılımla ikmal edileceği bir siyasi eğilimle harekete geçme ve bu eğilimin vücut kazandığı bir siyasi kuruluşa kavuşma ümidini kaybetmeyecektir. Ömrünün akış düzeni içinde cedelin de cehdin de önemli roller oynaması gerektiğini düşünen milyonlarca insan yaşıyor Türkiye’de. Bu insanları düşüncedeki rengi ve şahsiyetteki kesafeti ne olursa olsun günümüzün siyasetçileriyle koşut konuma sokmaya veya tam tersine renk ve kesafet gözeterek bu insanları günümüzün siyasetçileriyle rekabete sevk etmek en hafif deyimle alçaklıktır. İstatistikler, araştırma raporları ne derse desin Türkiye siyasi tavır bakımından bu kadar alçalmaya müsait bir ülke değildir. Türkiye’nin Müslüman nüfusunu köleleşmenin, soysuzlaşmanın, dilencileşmenin, iptizale uğramanın bir katalizörü durumuna düşürmeye yerli veya yabancı hiç kimsenin gücünün yetmeyeceğini göreceksiniz. Bu kadar kesin konuşuyorsam bunun sebebi Müslümanların kendi aralarından müminleri çıkaracaklarına olan güvenimdir. Müminlerin ihsandan mahrum kalmayacaklarına inancım tamdır. Güvendiğim, inandığım hususlarda tek başıma kalmadığımı bildirenler de var.
(devamı aşağda...)
ismet özel
03.02.2003 - 13:07Bırakalım plastik adamlar parti kursunlar, parti versinler, parti malı alıp satsınlar. Onlara kendi partimizi kurarak cevap vermeyeceğiz. Biliyoruz ve bilmeliyiz ki Türkiye’de siyasetin dili dünya sisteminin lortları hangi dilden anlıyorsa ve/veya hangi dili dayatmışsa odur. Halbuki biz kendi atılım dilimizi kurdukça birbirimize destek olabiliyoruz. Onlara kaç kişi olduğumuzu bildirmeme ve onları ne ölçüde muhasara altına aldığımızı söylememe cezasına çarptıracağız. Bizim Türklüğümüz bu işin kemale erdirilmesiyle mukayyettir. Tıpkı bu toprakların dar-ül İslâm olduğu günlerdeki gibi direneceğiz ve atılacağız. Bizim kim olduğumuzu bizden biri olmayan asla anlayamayacak. Bizim ne yaptığımızı bizim işimizi görmeyen, bizimle ortaklaşa çalışma yürütmeyen asla bilemeyecek. Kimseyi ikna etmeyeceğiz. Çünkü insanların âlet durumuna düşürülmesine isyan ediyoruz. Kimse bizi ikna edemeyecek. Çünkü kendimizi hiçbir şekilde kullanıma açmış değiliz. Parti kurmuyoruz, Müslüman olarak üstünlüğümüze toz kondurmuyoruz.
İSMET ÖZEL
ismet özel
03.02.2003 - 13:05Türkiye’nin siyasetinde cedel de yok, cehd de yok. Hiçbir zaman olmadı. Şimdiye kadar Türkiyeli siyasetçiler taltif edilmelerine yol açan süreç boyunca ne cedeli göze aldı, ne cehte azmetti. Zahmetlerle, sıkıntılarla, kanla, gözyaşıyla dolu Türk tarihinin neden hem cedele, hem de cehde yabancı kalışı meraka değer. Biz bunu merak ede duralım, vakıa gözler önüne serilmiş vaziyettedir: Eğer Türkiye’deki siyaset alanı bir mücadele alanı olsaydı, siyaset adamları arkalarına yürüttükleri veya yürütmeye hazırlandıkları cedel hatırına bir “ordu” toplamaya gayret ederlerdi. Hayır, böyle yapmıyorlar. İstedikleri iğreti oydan, geçici bir onaydan ibarettir. Eğer Türkiye siyasi alanda mücâhede etmeye elverişli bir zemine sahip olsaydı halkın tanıma fırsatı bulduğu her yüksek şahsiyeti siyaset yapmaya zorladığı bir tablo karşısında olacaktık. Hayır, karşısında olduğumuz tablo bu değil. Siyaset adamları halkın devlet imkânlarından yararlandırılması hususunda taviz verdikleri oranda taraftar toplayabiliyorlar ve halk işbirliği yapmak üzere gözünü üstün nitelikli insanlara değil, sorumluluğunu kendine hatırlatmayacak nitelikteki insanlara dikmiş durumdadır. Halk onlarla elbirliği etmenin bedelini ödeme mecburiyeti altında kalmamak için üstün nitelikli insanlardan gözünü kaçırmaktadır.
İSMET ÖZEL
ismet özel
03.02.2003 - 13:04Devlet lehine davrandığı söylenenlerin kendi kişisel menfaatlerini kollamaktan ötede bir etkinlikte bulunduklarını kanıtlamak hemen hemen imkânsızdır. Çünkü verdiği karar neticesinde devlet kazançlı çıktığı halde kendinin kayba uğradığına şahit olduğumuz yetkililer eliyle yürütülmüş bir siyasetin açtığı yolda hiçbir mesafe kat etmedi Türkiye. Bilakis yüzyıllar boyunca nice “resmi karar” yetkililer, daha doğrusu devlet yetkilerini gasp edenler şahsi güvencelerden mahrum kalmasın diye verildi.
İSMET ÖZEL
ismet özel
03.02.2003 - 12:55' Bir Müslüman’ın Müslümanlığının derecesini hayatında mücâhedeye verdiği yerden anlarız. Yani yüksek bir karakteri temsil niyetiyle helâllere ne kadar riayet ettiğinden, haramlardan ne kadar kaçındığından. '
İSMET ÖZEL
ismet özel
03.02.2003 - 12:52'Türklük meselesi insanlık tarihini dolaysız olarak ve münhasıran modernlik tarihini bire bir ilgilendiriyor. Türkler günde beş vakit namaz kılarak dehrin çekip çevrilmesinde kendi yerlerine rıza gösterdiklerini belli ediyorlar. Türkler Ramazan ayı boyunca oruç tutarak kainata Yaratıcısı tarafından verilmiş nizama müdahale etmeye yeltenenlerin yersizliklerine şehadet ediyorlar.
Türkler herşeyin kelime-i tevhit ile başladığını, kelime-i tevhidin herşeyi tamamladığını biliyorlar. Türkler Hac farizasının merkezden muhite yayılmaktaki faydayla mukayyet olduğu anlayışına bağlılar. Türkler zekatla arındırılmamış kazancın servet kabul edilemeyeceği görüşündeler. Sözü uzatmanın ne yararı var? Kimse Türklüğün şartlarını yerine getirmeden Türklük davası gütmüyor zaten.'
ismet özel
31.01.2003 - 14:08SEMAVİ DEVLET İLE TÜRABİ MİLLET ARASINDAKİ FERT
Dünya sisteminin lortları bilhassa ve en çok Türkiye’yle, Türkiye’nin tutturacağı istikametin ne olduğuyla uğraşıyor. Bu ilginin bir sebebi olsa gerek. Türkiye’ye duyulan ilgi bu ülkede yaşayan insanların yaptıkları şeyler itibariyle değildir. Yaptıkları şeyler Türkiye düşmanlarının tavsiyelerini yerine getirmekten ibaret. Çırpındıkça batıyor olmaları bu yüzden. Sistemi yürütenler kimin ne yaptığıyla ilgilenmiyor. Denetçiler ne yapılmadığına dikkat etmektedirler. Türkiye’ye ilgi duyuluyorsa Türkiye’de yaşayan insanların dayatmalar dışında bir şeyler yapma ihtimali sebebiyle ilgi duyuluyor. Var mıdır Türkiye’de yaşayan insanların kendilerine dayatılan şeyler dışında bir şeyler yapma ihtimali? Elbette vardır ve üstelik Türkiye sistem dışında bir hayat yolunu kat edebilecek dünyadaki yegâne ülkedir. Madem öyledir de Türkiye sözünü ettiğimiz ihtimale niçin cesamet kazandıramıyor?
İSMET ÖZEL (Gerçek Hayat Dergisi, Sayı: 119)
ismet özel
24.01.2003 - 13:11ÇOK ŞEY BİLİYOR HİÇBİRİNİ ANLAMAMIŞ;
HER ŞEYDEN ANLIYOR HİÇBİR ŞEY BİLDİĞİ YOK
Bilginin ve anlayışın, ilmin ve irfanın, sevgililer ve âşıklar olmanın birlikte bulunması harikulâde bir olay. Harikulâdeliklere dünyada sıkça rastlanılmaz. Dünya hayatında alelâdeliğin baskın çıktığı vâkidir. Bakarsınız ki bilgi ve anlayış birbirlerinden çabucak kopuvermiştir. Giderek bilginin anlayıştan, anlayışın bilgiden sıkça kaçtığı olur. Bu durum insanları birbirleri karşısında tuhaf ve tehlikeli yaratıklar haline dönüştürür. Bilip de anlamayanlar kolayca merhametsizce kararlar verirler, anlayıp da bilmeyenler insanların hayal âleminde bocalamalarına sebep olurlar. İnsanlık binlerce yıldan beri çok değişik gerekçeler uyarınca yürürlüğe giren merhametsizliğin ve bocalamaların acısını çekmiştir, halen çekmektedir
İSMET ÖZEL (Gerçek Hayat Dergisi, Sayı: 118)
ismet özel
21.01.2003 - 11:36HİSSELİ UYDULAŞMA CÜRÜMÜ KAMPANYASI
...Efsaneden arındırılmış olan ve muhtaç olunan ise “vatan müdafaası”dır. Vatan müdafaasını geri plana iterek parlak bir gelecek vaadi ile küfre teslimiyet programını topluma yutturmuş olanlar aynı kumpanyanın muhtelif şubelerini teşkil ediyor. Bu kumpanya bir cürüm kumpanyasıdır. Bu kumpanyaya hissedarlık etmek suça iştirak etmektir. Siyasi ataklar olarak sağcılığı ve solculuğu benimsemek suretiyle kumpanyayı iki yönde tekâmül ettirenler bir cürümün tamamlanmasını sağladı. Sergilenen siyasi tavırlar dolayısıyla vatan müdafaası ne kadar geri plana itildiyse Türkiye’nin uydulaşması o kadar gerçek oldu. Bir uydu olarak Türkiye tarımını ve hayvancılığını birer enkaz durumuna düşürerek yörüngesine daha çok intibak etti. Bu şartlarda ekonomiyi düzeltmek mükemmel bir uydu halini almaktan başka anlam taşımaz oldu.
İSMET ÖZEL (Gerçek Hayat Dergisi, Sayı: 117)
ismet özel
12.01.2003 - 13:29TÜRKİYE İSLAM'LA TANIŞTI MI?
İslâm’la tanışmış bir Türkiye demek mükellefiyetlerini idrak etmiş bir Türkiye demektir. Türkiye’nin İslâm’la tanışması halinde ilk önce “merkezîlik” belirginliğe kavuşacaktır. İslâm’la tanışmış bir Türkiye’nin hayatına dünya sisteminin zavallı bir uydusu gibi devam etmesi mümkün değildir. Türkiye “merkezîlik” vasfına İslâm’la tanışmadan kavuşamaz. Türkiye’nin kültür haritasının bir yerinde bulunan kendi Müslümanlığına saklanacak bir kusurmuş gibi, Türkiye’nin kültür değerlerini “potent” halden “kinetik” hale dönüştürmek isteyenlerin Müslümanlığına (bütün kâfirlerle söz birliği ederek) karşı durulması gereken bir saldırganlıkmış gibi bakan kimseler Türkiye’yi İslâm’la tanıştıramayacaktır.
İSMET ÖZEL (Gerçek Hayat Dergisi, Sayı: 116)
ismet özel
06.01.2003 - 14:14'ABD uyumlu olmayı kader saymak sultası altına sokulan Türk milleti hiçbir fikrî sarahate kavuşmaksızın, daha da kötüsü, üstün değerlerinin ilk sırasına düşünceyi yerleştiren her kim ise onun üzerine yıldırıcı etkilerin boca edilmesini olağan ve geçerli sayarak bir yolda yürüme girişiminde bulunanların egemenliği altındadır. Türkiye beynelmilel ilişkilerini yaşadığı ve hayat damarlarında tıkanıklıklara sebep olan kimlik bunalımının üstüne yırtık bir şal örtmüş haliyle düzenlemeye çabalıyor. Türkiye'nin aralarında ABD gibi büyük güçlerin bulunduğu bir çok ülkeyle 'kurallı' ilişkiler kurma zorluğu çekmediği bir dönemde yaşıyoruz. Fakat bu dönem aynı zamanda bazı ülkelerle ilişkide hangi kuralın geçerli olduğu hususunda kararsızlığın da hüküm sürdüğü bir dönemdir.' ___ İSMET ÖZEL___
ismet özel
05.01.2003 - 16:03BİZİ BİR GÜZEL BENZETECEKLER
Kimler mi? Tabiî ki, dostlarımız Avrupalılar ve Amerikalılar. Aslında benzemek isteyen bizler değil miydik? Tamam işte, onlar da bizi benzetecekler. Eskiden bize geri kalmış ülke, az gelişmiş ülke derlerdi. Sonra kibarlık edip, nezaket gösterip gelişmekte olan ülke demeye başladılar. Devran döndü birinci dünya, ikinci dünya, üçüncü dünya sıralaması da anlamını kaybetti. En sonunda bize hiçbir şey dememeye, herhangi bir ad takmamaya karar verdiler. Böylelikle adı gerekmez ülkeler kategorisi gibi bir şey kendiliğinden doğmuş oldu. O kadar ki dostlarımız yepyeni bir ağızla biz bir ülkenin ekonomisinin ne kadar güçlü olduğuna bakmayız, o ülkenin insan haklarına, demokrasiye, özgürlüğe ne kadar değer ve önem verdiğine bakarız İfadelerine sığınmanın yolunu bularak allem kallem edip ülke olarak varlığımızı görüngüler aleminden nasıl sileceklerinin çaresini bulmaya çalışıyorlar. Kim derdi ki gün gelecek, az gelişmiş ülke ibaresi bile özlemle yad edilecektir.
Az gelişmiş ülke ibaresinin hiç olmazsa neyin noksan olduğunu tasrih eden bir tarafı vardı. Mesela sanayileşmenin az gelişmişlikten kurtulmanın bir yolu olabileceği düşünülebiliyordu. Üstelik bir ülkenin sanayileşmesinin önüne nelerin veya kimlerin geçtiği söz konusu edilebiliyordu. Bir ülkeye geri kalmış deniliyorsa o ülkenin gerilikten kurtulmak için neyi tamamlaması gerektiği gözle görülür, elle tutulur biçimde işaret edilebiliyordu. O ülkenin fiilen tutturduğu yolun geri kalmışlığı izale edip etmeyeceği konuşulabiliyordu. Gel gelelim, son yıllarda kulağımıza çalınan ve son günlerde kulağımızı sağır edecek şiddette telaffuz edilen insan hakları, demokrasi, özgürlük gibi kelimeler tam tamına birer muamma. Neden bazı insanların haklarının başka bazı insanları böylesine alakadar ettiğini keşfetmenin son derecede güç bir iş olduğu belli. Bu kısmı herkes sükutla geçiştiriyor. Demokrasinin cihanşümul bir tarifi verilemiyor. Bu tarif varmış gibi davranmaktan hiç kimse gocunmuyor. İnsan için özgürlük baskıdan kurtulmak demekse, bu aynı zamanda insanın baskı kurabilecek serbestliği kullanması mı demek olduğu kurcalanmıyor. Özgürlükte eşitlik sağlanamıyor. İnsanlar arasında eşit miktarda dağılmış olan özgürlüğe özgürlük denmiyor.
Sizin anlayacağınız, şimdilik Avrupalılarla, Amerikalılarla aramızda bir aşna fişnedir gidiyor. Bir zaman sonra dostlarımız bize bizden öğrendikleri bir koşmanın şu dörtlüğünü söyleyip veda edebilirler: 'Karacoğlan der ki nasıl bağ imiş / Üst yanımız karlı karlı dağ imiş / Yokladım öteni öten yoğ imiş / Kız alamam seni huri isen de'. Bunun üzerine biz de kendi kendimize Ankara'nın Misket havasını çalar söyleriz: 'Güvercin uçuverdi / Kanadın açıverdi / El uşağı değil mi / Sevdi de kaçıverdi'.
İSMET ÖZEL
ismet özel
05.01.2003 - 15:50DEMOKRASİNİN OMUZLARI VAR MI?
Bir noktaya dikkatimizi çevirmezsek toplum olarak telafi edilemez bir kayba uğrayacağız. Beklenen demokratik gelişme Türk (giderek Türkleşme) tarihini sıfırlayarak mı nazar-ı itibara alınıyor, yoksa kazancına kendimize mahsus tarih bilincinin pekişmesiyle kavuşacağımız bir gelişmeye mi emek vermekteyiz? Korkarım birincisi ağır basmaktadır ve günübirlik faydayı feda etmekten çekindiğimiz ölçüde toplum hayatiyetine uzun vadede katkı sağlayacak tutamaklarımızı tehlikeye atıyoruz. Attık bile.
Sir isaac Nevvton (1642-1727) 'Eğer daha uzağı görebilmişsem' demişti, 'bunun sebebi devlerin omuzları üzerinde duruşumdandır'. Bir itiraf bu; ama pek çarpıcı bir itirafla karşı karşıya olduğumuz söylenemez. Çünkü insanoğlunun hayatını hayatlar üzerinde kurduğu temel bilgilerimiz arasındadır. Necip Fazıl'ın Kanuni ile Vahdettin karşılaştırmasını hatırlayalım. Şair diyordu ki birincisi büyük görünüyor, zira devletin en yüksek çağında tepede yer almaktadır. Diğeri ise devletin dibe vurduğu bir dönemde bile kendini fark ettirebilecek bir büyüklük sahibidir.
Gittikçe artan bir gerginlikle Türkiye'den Özgürlük ve demokrasi talepleri yükseliyor. Ne var ki istenilen özgürlük ve demokrasinin dayanakları ülke insanının geçmişinde aranmıyor. Özgür ve demokrat olmanın ölçüsü de, ölçütü de ithal malı. Birisi 'Almanya'da çarşafıma karışmıyorlar, burada da karışmasınlar' diyor. Öteki 'Strasbourg'da alınan karar uyarınca Türk üniversitelerinde başını örtemezsin' diyor. Hem üzerinde durulan hususlardan ve hem de duruş tarzından anlıyoruz ki Türkiye'de insanlar ne kadar kendileri olurlarsa değil, ne kadar başkalaşırlarsa o kadar özgür ve demokrat olduklarına inanacaklar.
'Kendisi olmak' fikrinden uzak durmanın neye mal olduğu ise kimsenin umurunda değil. O kadar ki zaman zaman dillerine doladıkları 'acı reçete'nin üzerine yazıldığı kağıt ithal malı ve yazan el de yabancı. Bir de bunlara siyasi hayatımızı şimdiki duruma sokan vakıaların yorumlanmasında uğradığımız çarpıklığı eklememiz gerekiyor. Çarpıtmayı gerçekleştiren yabancılar değil; bizzat Türkler. Kısmen de olsa tarihimize ilişkin doğrulara ulaşmak için Türkiye dışında neşredilmiş kitaplara başvurmak zorunda kalışımız bu sebeptendir. Neden gerçekleri çarpıtıyoruz? Çünkü toplumun nihaî selametini gözetmek yerine günü kurtarmaya çabalıyor, yetkili ve etkili zevatın ki bunlar ister görünen iktidarın, isterse görünürdeki muhalefetin bir unsuru olsun 'fuzulî şağil' konumunda bulunduğunun ortaya çıkmasından korkuyoruz.
Kendimizi daha özgür hissettiğimiz günün aynı zamanda bir Haysiyetsizlik karmaşasına kapıldığımız gün olacağı endişesi taşıyorum. Çünkü bugün algılanan biçimiyle özendiğimiz demokrasinin, tırmanıp bakmaya heves edersek bize uzağı gösterecek yükseklikte omuzları yok.
İSMET ÖZEL
ismet özel
05.01.2003 - 15:28SAVAŞA HAYIR DİYENLER AŞKA EVET Mİ DİYECEK?
Tarihin yakın zamanlarında ahlâksızlık çarkı “Savaşma, seviş! ” şiarıyla harekete geçirildi. Hikâyenin özetinden ABD’nin 1965 yılında Pax Americana gereği olarak Vietnam savaşını başlatması üzerine beyazlar dünyasında ciddi bir çatlağın baş göstermesiyle haberdar olundu. Savaş aleyhtarları hangi sebeple savaş aleyhtarlığı yapıyorlardı? Gözden kaçan husus köhnemiş, kadidi çıkmış kolonyalizm ile bıçkın ve delikanlı emperyalizm arasında cereyan eden son hesaplaşmanın gündemi doldurmuş olmasıydı. Miadını doldurmuş bir ahlâksızlık istikbal vaat eden pervasız ahlâksızlığın yoluna taş koyuyordu.
İSMET ÖZEL (Gerçek Hayat Dergisi, Sayı: 115)
sezai karakoç
01.01.2003 - 14:50'Diriliş ki asadır / Yılanları yutandır / Firavun saltanatı / Yılandır dirilişe'...
ismet özel
01.01.2003 - 14:34'...Türkiye’de yaşayan bütün insanlara sadece iki şey: Devlet ve İslâm, belirlilik kazandırabiliyor. Devlet ve/veya İslâm tarafından muayyen bir yere konulmamışsanız Türkiye’de yaşayan bir insan olarak durumunuz kötü. Başınızın çaresine bakmak için düşebileceğiniz en iyi yol, kötü yol. Devletsiz ve İslâmsız Türk toplumu (eğer ona hâlâ Türk toplumu denebilirse) kötü yola düşmüş sayılır. (Yandı gülüm, keten helva!) Kötü yola düşmüş toplum olur mu? '
İSMET ÖZEL (Gerçek Hayat Dergisi, Sayı: 114)
ismet özel
01.01.2003 - 14:31'...Türkiye'de kurnazlık makbul tutuluyor ve toplum ilişkilerinde geçerli bir yöntem olarak kabul ediliyor. Devletin kurnazca konuşup kurnazca davranmasından halk rahatsız değildir. Çünkü halk devletin imkanlarından yararlanabilmek için çeşitli kurnazlıklara başvurması gerektiğini pek iyi bilir. Men dakka dukka. Son zamanlarda demokrasi hem devletin, hem de halkın kurnazca davranmasına fırsat veren bir kelime haline geldi. Halk devlete karşı işlediği kabahatleri savunabilmek, devlet karşısında sorumluluktan kaçıyor oluşuna mazeret sağlamak için demokrasi beklentisini öne sürüyor. Devletin demokrasiye, demokratikleşmeye bir itirazı yok. Devlet demokrasiyi zaman kazanmak için bir aracı kavram gibi kullanıyor. Herşey demokrasi gerçekleştiğinde düzeleceğine, hiç olmazsa düzelme yoluna gireceğine göre devletin asıl işlevini yerine getirip getirmediğinin sorgulanmasına ve Türk devletinin teşkilindeki gerekçelerin hatırlanmasına hiç gerek yoktur. Eğer Türkler'in neden bir devleti var diye soracak olursak, bir şeyleri hatırlamak zorunda kalacağız. Bu hatırlanan şeyler bugün işlerin hangi sebeple başka türlü döndüğünü düşündürecek ve sorgulama başlayacak. İşlerinin dönmesini kurnazlıkla sağlayan halk ve devlet asıl meseleye ilişkin konuların açılmasını istemiyor. Demokrasi her iki tarafa da durumu idare etmek için kâfi geliyor.
Demokrasiye ulaşmak, demokrasi uğruna toplumun hayat kaynaklarını yeniden tanımlamak konusunda Türk devletine ve Türk halkına Avrupalılar ve Amerikalılar da çok yardımcı oluyor. Onlar için demokrasi (ve bunun yanı sıra elbette insan hakları) tarih perspektifinin askıya alınmasına yaradığı için çok kullanışlı bir kavram. Tarihî perspektif demokrasinin bir zoka olup olmadığını fark etmemize yarıyor oysa.'
İSMET ÖZEL
türklük
01.01.2003 - 14:00'Kafire Cephe Almayana Türk Denemez, Türkleşmeden Küfre Direnç Kazanılmaz' ___İSMET ÖZEL ___
ismet özel
29.12.2002 - 14:18'...Yazar yaptığı işe yaraşan bir tutum benimsemişse kendine alkış peşinde bir yön tespit etmekten kaçınacaktır. Sırta alınmış bir yumurta küfesi varsa hem yazarın, hem okurun gayret edeceği şey yumurtaların ulaştırılacağı yere salimen varmalarını temin olmalıdır. Yumurta küfesinin yazarın mı okurun mu sırtında olduğunun tespitini ikisi arasındaki bağlantı doğuracaktır. Küfeyi okur ve yazar münavebeli olarak taşıyabilir. Yani hakikate duyulan ihtiyaç bakımından bazı zamanlarda okurun duyarlığı yüksek dereceye ulaşmış ve bazı zamanlarda ise yazar bu ihtiyaçtan kıvranır halde bulunabilir. Her iki halde de biri diğerine yürünen yoldaki çukuru işaret etmek yükümlülüğü altındadır. '
İSMET ÖZEL
ismet özel
29.12.2002 - 14:11ÇOCUKLAR KONUŞUYOR, BABALARI SADECE DİNLİYOR
...Otoriter demagoji yok, çünkü otorite konuşmuyor. Dinliyor sadece. Bir taraftan da kimin ne dediğini not alıyor, konuşanlara kayd-ı mahsusa dahilinde not veriyor. Otoritenin ağzını kullanıyormuş, dolayısıyla demagojiyle meşgulmüş gibi görünenler yüksek not alma çabasındaki çocuklardan başkaları değil. Benim fark edebildiğim kadarıyla bu aile içi bir oturum. Devlet baba hayli zamandır oğulları ve kızlarıyla toplantı halindedir. Hep birlikte öyle bir yerde konuşlandırılmışlar ki teşkil ettikleri mecliste cereyan eden vukuattan bizim haberdar olmayışımız gayri mümkün. Bizim, yani o aile nazarındaki elin oğlunun, elin kızının. Bizlerden biri olup da kendini devlet ailesindenmiş gibi sayanlar (sananlar) var elbet. Bu zavallılar kendilerine nasıl küçümsenerek bakıldığının ve gerektiğinde aynı küçümseyişle davranıldığının hiç farkında değiller. Küçümseyişin farkında değiller; ama çektikleri acıların, mahrumiyetlerin veya komşuda pişip de onlara da düşen taamın farkında olmamaları mümkün değil.
Kendi payıma ben yukarıda zikrettiğim alaycı muameleye maruz kalmamak için gündemi işgal eden herhangi bir konuda fikir beyan etmekten kasıtlı olarak geri duruyorum. Kendimi bir ölçüde akıllanmış sayıyorum. Geçen zaman içinde olaylara tepki vermek bakımından safdilâne girimlerim olduğunu da itiraf etmeliyim. Üstelik bugün basın yoluyla verilecek tepkiler dolayısıyla uğranılacak muamelenin alaycılıkla sınırlı kalacağından da hiç emin değilim. Alay konusu olmak ne kadar istemiyorsam ciddiye alınmayı da o kadar istemiyorum. Ne demişti Bernard Shaw? 'Söylediklerimi mizah sayıp güldüler. Ciddiye alsalardı beni şimdiye kadar çoktan asmışlardı.' Neler miydi söyledikleri? Sözün gelişi şunu söylemişti yaşadığı günlerin Britanya'sı için: 'Futbolun ve içkinin baş tacı edildiği bir ülkede başbakan olmaktansa köpek olmayı tercih ederim.' Bernard Shaw için ciddiye alınma tehlikesi büyüktü, çünkü bilimle, sanatla, felsefeyle uğraşanları ciddiye alan kurumların canlı ve etkili olduğu bir toplumda yaşıyordu. Çok şükür ki benim ciddiye alınma ihtimalim iki sebepten ötürü oldukça zayıf. Birincisi Türkiye değerler kargaşası içine dalmış bir ülkedir ve haslık konusunda hassasiyetini tamamen kaybetmiştir. İkincisi de müeyyide uygulama yetkisini elinde bulunduranlar bahsi yukarıda geçen ailenin dışında kalanların cirmiyle ilgilenmez. Komşuda ne piştiğini hiç umursamayan ben onların nazarında elin oğluyum.
İyi ki de öyleyim. Yoksa ailenin sırlarına vâkıf biri olmanın insanın başına neler açabileceğini tahmin etmek zor değil.
İSMET ÖZEL
Toplam 102 mesaj bulundu