İrtikap eden.
Bir eylemi üzerine alan,suç işleyen..
'merkep' (eşek) kelimeside aynı kökenden..
'rukûb'..
Eşeğin bir suçu yok tabi.. Sadece üzerine birilerini aldığı için bu isim verilmiş..
Orta çağda, Avrupa'da orta yaşlı bir adamın ayağının kırılmasını onun ölümüne
yol açarmış.
Kırılan uzuv önce kangren oluyor. Sonra vücud yavaş yavaş çürüyor
ve bugün çok basit görünen bu kırık hadisesi
o zamanın insanının ölümüyle neticeleniyordu..
Enteresan olan
engizisyonun tedavi yollarını yasaklayıp
bunun tanrıdan gelen bir durum olduğunu ve seyretmekten başka bir şey yapılamayacağını söylemesi..
Elektrikli ev aleti markası.
Ütüsü meşhur.
Siz siz olun tefal markalı bir ütüyü düşürmeyin; kırıldığı zaman komple ütünün gövdesini değiştiriyorlar ki hemen hemen ütünün kendisi kadar ediyor tamir masrafı.
Kadının hayatında en bahtiyar çağ, bütün varlığını ailesine, bütün varlığını cemiyete verebildiği çağdır. Gerçek ve tabii bir heyecan. Kendi başkaları için çırpınır, başkaları onun için. Kadın, çocuğu için hem süt anne hem terbiyeci, hem sevgili olduğu yıllarda bahtiyardır.
Uğrunda didineceği kimsesi yoksa, kendine bağlanacağı kimse yoksa ölür gider kadın. Evlenmemiş bir kız düşünün. Ne kardeşi var ne yeğeni. Sevmiyor ve sevilmiyor. Acılarını dindirecek kimsesi yok, fedakârlık edemiyor. Duyguları hiç kimsenin işine yaramıyor, ne öğretmen ne hemşire. Canlı bir hedefi yok. Ne olur bu kızcağız? Solar ve kurur.
İşsizlik, ilgisizlik, en büyük felâket kadın için. Heyecansız bir hayat, bağlanamamak, kendine bağlayamamak. Ölümden beter....
Yalnız kadın mı? Dişi hayvanlar da, bitkiler de başkası için yaşar. Çiçekler taç yapraklarını feda ederler aşka.Dişi, kendine etmese hayat bir hamlede sona ererdi. Kadının bu fedakarlığı daha derin bir iç güdüden geliyor.Erkekde de kadında da hep aynı iç güdü.Büsbütün ölmemek kaygısı. Ölünceye kadar bunun için didinmiyor muyuz? Bir gönülde, bir kitapta bir mermerde yaşamak.Tabiat bu kubbede hoş bir seda bırakmamız için yaratmış aşkı. Aşkı ve ihtirası.İstikbale taşmak, adımızı bizden sonra yaşatmak, bir vücutta yeniden gençleşmek veya kafamızdan bir dünya yaratmak. Sonsuza damgamızı vurmak.
Bu amaca varmak için hangi acıya katlanılmaz? Ebedîleşmek için ölmek. Anne çocuğu için her fadkârlığa katlanır. Erkek, eseri için. Acı, bir şehvet olur onlar için. Batan gemiden çocuklarını kurtaran kadın gülerek can verir..
İhtiras, yani bir eserde gerçekleşmek, bir eserde yaşamak arzusu hem bir erkeği kanatlandırabilir hem kadını. Ama aşkta ebedîleşmek yalnız kadının imtiyazı. Ancak anne ölümsüzlüğünü bütün genişliği ile duyabilir. Varlığından bir parça gelişecek, istikbali fethedecek, yaşayacaktır. Ağaç meyve vermiştir artık. Kadın bunun için aşka susuzdur. Kendini sevgiye ve sevgiliye adayışı bundan. Başka biri için yaşayan onu sezmek, anlamak ihtiyacındadır. Kadın, bunun için daha çok sezgi, daha çok duygu. Hayatı yaratmak, yani başkasında yaşamak. Onu yarınlara götürecek olan: Çocuğu.
Erkek için öyle mi? Onu ebediyete götüren köprü, çocuğu değildir. Vücudundan bir vücut çıkaramaz. O, kafasıyla, kalbiyle veya eliyle yaratmak zorundadır ebediyetini. Bunun için de varlığının merkezi kendisi. Klavuzu, aklı ve menfaatleri. Erkek, hayatını feda eder de ihtiraslarından vazgeçemez.. Cinslerin ruh dünyasını kesin çizgilerle birbirinden ayırmak imkansız. Ama kadının kaderine hükmeden bu alterocentrisme, erkeğin kişiliğini biçimlendiren ise egocentrisme.
Çevresindeki insanlarla yürekten ilgilenmek kadının kadınlığından geliyor. Ama, çektiği acıların kaynağı da bu. İşte davanın can alacak noktası. Egoizmle zırhlanmayan için en âsûde hayat korkunçlaşır. Hayatın belkemiği: Egoizm. Kendi yolunu aydınlatan bir fenerdir egoizm. Egoistin, hedefine varmak için kimsenin yardımına ihtiyacı yoktur. Nereye gittiğini bilir ve tek başına yürüyebilir. Özgeci (diğergam kimse/kadın) yapamaz bunu. O, yalnız sevmek ve sevilmek için değil, yürümek için de başkalarına muhtaçtır. Bir sarmaşıktır özgeci. Kuru bir dalı, soğuk sert bir duvarı çiçeklerle, yapraklarla donatmak isteyen bir sarmaşık. Dayanacağı, kucaklayacağı kuru bir gövde yoksa solar. Cansız bir duvar yaşatır onu.
Kadın egoizmden mahrum, yani belkemiksiz. Bunun için erkeğe muhtaç. Sabit bir noktaya ihtiyacı var. Yoksa rüzgârın önünde bocalar durur. Belli bir hedefe yöneltilmek zorundadır. Bu susuzluk zekâ noksanlığından doğuyormuş. Kötü bir terbiyenin eseriymiş. Yalan. En iyi terbiye bile kadının bu başkasına dayanma hasletini yok edemez. Bilakis zekâsı geliştikçe bu ihtiyaç da büyür. Kendini bir kasırgaya tutulmuş hisseder kadın: Düşünceler, düşünceler. Hangisini seçecek? Değeri ne bunların? Ne işe yararlar?
Kadının zekâsı: seziştir, muhakemeye dayanmaz. Bu zekâ uçarak varır hedefe. Adım adım değil. Ama neden varır? Nasıl varır? Bulduğu, gerçeğin kendisi midir? Bu sualler mahveder onu. Demek, kadın zeki olduğu ölçüde kendisine destek olacak bir başka zekâya muhtaç. Kendisininkinden farklı bir zekâya. Zekâsını tamamlayacak bu zekâ, aydınlatacak, sezişlerini değerlendirecek. Yoksa, limonlukta yetiştirilen çiçekler gibi yaprak yaprak dökülür bu zekâ. Kır çiçekleri kadar olsun yaşayamaz.
Ancak erkekleşen kadın böyle bir yardıma ihtiyaç duymaz. Kadın, kadın kaldıkça desteksiz edemez.. Arzular da kâh büyük, kâh küçük. Hep aynı değiller ki.. Yani minnacık bir arzu için büyük dertler hazırlamıyor muyuz kendimize? Kadın, işine gelenle gelmeyeni birbirinden ayıracak ölçülerden mahrum. Hedefini bir başkasının göstermesi lazım. Yoksa kâh sezişlerine terkeder kendini, kâh zaaflarına. Saatten saate, dakikadan dakikaya değişir. Sevdikleri kendi dışında. Sırf kendi zekâsı, kendi gücü, kendi imkânlarıyla nasıl varsın onlara? Bu meş'um aşk onu ister istemez başkalarına bağlar.
'Gazetelerin sürmanşetinden büyük puntolarla lanetlemek, bu canavarların kökünü kurutmuyor yazık ki. Aksine kimi sapık zihinlerde başka pisliklerin üremesine cesaret veriyor. Ve artık her şey, her şey, her şey sıradanlaşıyor! Her acıya, her lanetli pisliğe, her aşağılık fiile alışıyor insanlar, duyarsızlaşıyor.'
'Bütün güzel şeyleri yok ediyorlar! ' diye haykırıyordu Virginia Woolf, evinin pencerelerini bombalar sarsarken. Tarih, 28 Mart 1941'di… II. Dünya Savaşı, kasıp kavuruyordu. Savaşın yol açtığı acılar canına tak edince Ouse Nehri'ne doğru yürüdü.
Nehrin kıyısına vardığında, cebine kocaman taşlar doldurup kendini sulara bırakıverdi. Geriye, bir mektup ve insanoğlunun kulağında kıyamete kadar çınlayacak şu sözler kaldı: 'Delirecekmiş gibi hissediyorum. Bu korkunç çağda daha fazla yaşamayı sürdüremem! ..'
Bir yıl sonra… 1942. Brezilya... Bu kez Stefan Zweig, inandığı değerlerin bir bir yıkıldığını, yaşamının bir anlamı kalmadığını düşünüp karısıyla birlikte ölüme gidiyor. Böyle bir dünyada paylaşılacak bir şeyin kalmadığına inanıyor. 15 Haziran 1940 tarihli günlüğüne, 'Neredeyse 59 yaşındayım, önümdeki yıllar korkunç olacak; bu aşağılanmalara niye katlanayım ki? ' diye yazmıştı. Zweig, 61 yaşındaydı ve meşhur bir yazardı. Savaşın başlarında, Avrupa kentlerini dolaşırken ruhunda depremler oluyor ve kendi kendine söyleniyordu: 'Tüm insanlık söz konusuyken insanın kişisel ve özel şeylerle ilgilenmesi ne tuhaf! '
Savaşlardan söz etmeyeceğim. Savaştan daha onur kırıcı, daha aşağılık insanlık hallerini anlatacağım. Uzak bir dağ başına çıkıp, Virginia Woolf gibi haykırmak istiyorum: 'Bu korkunç çağda daha fazla yaşamayı sürdüremem! ..' ve Zweig gibi oturup ağlamak istiyorum: 'Bu aşağılanmalara niye katlanayım ki? ' İnsanlık onuru, ilkel çağlarda ancak bu kadar aşağılanmıştı. Kız çocuklarının diri diri toprağa gömülüşü bile bu aşağılamanın yanında masum (!) kalıyor. O haberi ve yanındaki bebek fotoğrafını gazetede gördüğümde, yüzümde beliren ifade iş arkadaşlarımı korkutmaya yetmişti. İnsan olduğum için, böyle bir haberi duyduğum için, bu insanlarla aynı çağda ve aynı ülkede yaşadığım için utandım. Yüzümün utançtan, bir ağacın gövdesi gibi çatladığını hissettim. İçimde korkunç bir kusma hissi… Konuşma yeteneğimi yitirip dilsiz kalmak isterdim! … Böyle bir dünyada yaşamanın, söz söylemenin ne anlamı olabilir?
18 aylık bir bebeğin kirletildiği yazıyordu haberde. O aşağılık kelimeyi yazmayacağım. Gazeteler, bir bebeğin adının yanına o kelimeyi nasıl yazabildiler ve o bebeğin fotoğrafını nasıl basabildiler? ! Aklımı yitirmemek için kendimi zorluyorum. Bu toplum, nasıl böyle insan dışı yaratıklar üretiyor? Hangi zeminde, hangi pisliklerin gübreliğinde dal budak salıyor bunlar? Zaruret mi, cehalet mi, başka hastalıklar mı? Ve biz bunları soyutlamak, kurutmak için ne yapıyoruz? Gazetelerin sürmanşetinden büyük puntolarla lanetlemek, bu canavarların kökünü kurutmuyor yazık ki. Aksine kimi sapık zihinlerde başka pisliklerin üremesine cesaret veriyor. Ve artık her şey, her şey, her şey sıradanlaşıyor! Her acıya, her lanetli pisliğe, her aşağılık fiile alışıyor insanlar, duyarsızlaşıyor. 'Batman da battı: 11 ölü' başlığının altına, kocaman, gülümseyen, yarı çıplak bir Hülya Avşar fotoğrafı koyuyor bir gazete. Selin yuttuğu 11 insanın acıklı ölümü, sırıtan çıplak bir kadının bedeniyle sunuluyor; o ateşin düştüğü evlerle alay eder gibi. İtiraf edelim: Artık hiçbirimiz, hiçbir ölüm karşısında üzülmüyor, sarsılmıyor, kılımızı kıpırdatmıyoruz. Onlarca insanın ölüm haberi bile içimizi titretmiyor. 'Bireysellik' çağı dedikleri bu olmalı. Başkalarının acısına kulak vermemek. Başkalarının ölümünü görmemek, duymamak…
Yoksa böyle mi olurdu! 18 aylık bir bebeğin kirletildiği haberinin, yürekleri parçalaması gerekirdi. Bir kente atılmış atom bombasından daha daha öldürücü, daha kahredici değil mi bu? İzmir'e atom bombası atılsaydı ne yapardık? Bir bomba insanların bedenini öldürür; ama bu, insanlık onurunu öldüren bir saldırı. Bu utançla nasıl yaşar insanoğlu? İntiharın haram olduğunu bilmeme ve onu asla onaylamama rağmen Virginia Woolf'un ve Zweig'in intiharını onurlu bir başkaldırı olarak gördüm hep. Böyle aşağılık bir çağda insan, yerin altının üstünden daha hayırlı olduğunu düşünüyor bazen. Ne var ki yerin altına gitmek bizim irademizde değil. Peki ne yapacağız? Belki de dünyayı bu insan dışı yaratıklara bırakmamak için inadına yaşamak gerek. Anlaşılan o ki, dünyayı güzel ahlakla süslemek isteyenlerin âheste yürümeye hakları yok. İnsanlığın dirilişini düşleyeceksek, yaşama zevkini çoktan unutmuş olmamız gerek.
Zaten sen her şeyi çok çok önceden mutlaka 'demek' istemişindir.
ya da demişsindir.. demek ne demek?
meleklerden ilham alıyorsun.. seçilmiş kişisin sen.. yüce insan!
Herkes birşeylerle övünür ya..
bizim lazlarda köye bir greyder almışlar.
Diğer köylere hava atıyorlar;
-bizim greyderimiz sizin greyderinizden büyük!
komik gelsede
yol yapımının çok güç olduğu doğu karadenizde
bir greydere sahip olmak
Köyden cumhurbaşkanı çıkartmaktan daha fiyakalı; ve daha çok iş görür..
İnsanoğlunda öyle bir fıtrat vardır ki
sınırları bir türlü kabul edemez..
Eğer
evrenden daha geniş bir kavram olsaydı
insan orayada gözünü dikecekti..
Sınırsızlığa duyduğu bu özlem kör etti insanı çoğu kez..
Sınırlı bilgiye sahip olmak; çok büyük bir nimet aslında..
muzip
04.12.2006 - 13:00'Azâp' veren..
Şakalarının azâba dönüştüğü kişiler için kullanılır..
mürtekip
04.12.2006 - 12:58İrtikap eden.
Bir eylemi üzerine alan,suç işleyen..
'merkep' (eşek) kelimeside aynı kökenden..
'rukûb'..
Eşeğin bir suçu yok tabi.. Sadece üzerine birilerini aldığı için bu isim verilmiş..
geronimo
04.12.2006 - 11:36Amerikaya teslim olan son kızılderili savaşçı.
kangren
04.12.2006 - 11:09Orta çağda, Avrupa'da orta yaşlı bir adamın ayağının kırılmasını onun ölümüne
yol açarmış.
Kırılan uzuv önce kangren oluyor. Sonra vücud yavaş yavaş çürüyor
ve bugün çok basit görünen bu kırık hadisesi
o zamanın insanının ölümüyle neticeleniyordu..
Enteresan olan
engizisyonun tedavi yollarını yasaklayıp
bunun tanrıdan gelen bir durum olduğunu ve seyretmekten başka bir şey yapılamayacağını söylemesi..
tarif
04.12.2006 - 10:52'Sessizliği ömrü boyunca sırtında taşıyacak kadar ezikti.'
atkı
04.12.2006 - 10:39El ile örüleni makbul olsada
piyasada çok şık atkılar var..
eldiven
04.12.2006 - 10:36Farsçada 'destivân' derler. 'dest' (el)
Türkçede 'dest' sözcüğünün yerini 'el' almış.
Ele giyilen..
bere
04.12.2006 - 10:33Eski türkçede yara,sıyrık (yara-bere)
Ayrıca bir tür kenarsız kış aylarında kelleyi soğuktan korumak için giyilen şapka.
çinliler geliyor
04.12.2006 - 10:29Yerli, üretici esnafın sloganı..
tefal
04.12.2006 - 10:27Elektrikli ev aleti markası.
Ütüsü meşhur.
Siz siz olun tefal markalı bir ütüyü düşürmeyin; kırıldığı zaman komple ütünün gövdesini değiştiriyorlar ki hemen hemen ütünün kendisi kadar ediyor tamir masrafı.
nezih
04.12.2006 - 10:21Rafine
kadın
03.12.2006 - 11:21Kadının hayatında en bahtiyar çağ, bütün varlığını ailesine, bütün varlığını cemiyete verebildiği çağdır. Gerçek ve tabii bir heyecan. Kendi başkaları için çırpınır, başkaları onun için. Kadın, çocuğu için hem süt anne hem terbiyeci, hem sevgili olduğu yıllarda bahtiyardır.
Uğrunda didineceği kimsesi yoksa, kendine bağlanacağı kimse yoksa ölür gider kadın. Evlenmemiş bir kız düşünün. Ne kardeşi var ne yeğeni. Sevmiyor ve sevilmiyor. Acılarını dindirecek kimsesi yok, fedakârlık edemiyor. Duyguları hiç kimsenin işine yaramıyor, ne öğretmen ne hemşire. Canlı bir hedefi yok. Ne olur bu kızcağız? Solar ve kurur.
İşsizlik, ilgisizlik, en büyük felâket kadın için. Heyecansız bir hayat, bağlanamamak, kendine bağlayamamak. Ölümden beter....
Cemil Meriç - Kadın Ruhu
kadın
03.12.2006 - 11:19Yalnız kadın mı? Dişi hayvanlar da, bitkiler de başkası için yaşar. Çiçekler taç yapraklarını feda ederler aşka.Dişi, kendine etmese hayat bir hamlede sona ererdi. Kadının bu fedakarlığı daha derin bir iç güdüden geliyor.Erkekde de kadında da hep aynı iç güdü.Büsbütün ölmemek kaygısı. Ölünceye kadar bunun için didinmiyor muyuz? Bir gönülde, bir kitapta bir mermerde yaşamak.Tabiat bu kubbede hoş bir seda bırakmamız için yaratmış aşkı. Aşkı ve ihtirası.İstikbale taşmak, adımızı bizden sonra yaşatmak, bir vücutta yeniden gençleşmek veya kafamızdan bir dünya yaratmak. Sonsuza damgamızı vurmak.
Bu amaca varmak için hangi acıya katlanılmaz? Ebedîleşmek için ölmek. Anne çocuğu için her fadkârlığa katlanır. Erkek, eseri için. Acı, bir şehvet olur onlar için. Batan gemiden çocuklarını kurtaran kadın gülerek can verir..
İhtiras, yani bir eserde gerçekleşmek, bir eserde yaşamak arzusu hem bir erkeği kanatlandırabilir hem kadını. Ama aşkta ebedîleşmek yalnız kadının imtiyazı. Ancak anne ölümsüzlüğünü bütün genişliği ile duyabilir. Varlığından bir parça gelişecek, istikbali fethedecek, yaşayacaktır. Ağaç meyve vermiştir artık. Kadın bunun için aşka susuzdur. Kendini sevgiye ve sevgiliye adayışı bundan. Başka biri için yaşayan onu sezmek, anlamak ihtiyacındadır. Kadın, bunun için daha çok sezgi, daha çok duygu. Hayatı yaratmak, yani başkasında yaşamak. Onu yarınlara götürecek olan: Çocuğu.
Erkek için öyle mi? Onu ebediyete götüren köprü, çocuğu değildir. Vücudundan bir vücut çıkaramaz. O, kafasıyla, kalbiyle veya eliyle yaratmak zorundadır ebediyetini. Bunun için de varlığının merkezi kendisi. Klavuzu, aklı ve menfaatleri. Erkek, hayatını feda eder de ihtiraslarından vazgeçemez.. Cinslerin ruh dünyasını kesin çizgilerle birbirinden ayırmak imkansız. Ama kadının kaderine hükmeden bu alterocentrisme, erkeğin kişiliğini biçimlendiren ise egocentrisme.
Çevresindeki insanlarla yürekten ilgilenmek kadının kadınlığından geliyor. Ama, çektiği acıların kaynağı da bu. İşte davanın can alacak noktası. Egoizmle zırhlanmayan için en âsûde hayat korkunçlaşır. Hayatın belkemiği: Egoizm. Kendi yolunu aydınlatan bir fenerdir egoizm. Egoistin, hedefine varmak için kimsenin yardımına ihtiyacı yoktur. Nereye gittiğini bilir ve tek başına yürüyebilir. Özgeci (diğergam kimse/kadın) yapamaz bunu. O, yalnız sevmek ve sevilmek için değil, yürümek için de başkalarına muhtaçtır. Bir sarmaşıktır özgeci. Kuru bir dalı, soğuk sert bir duvarı çiçeklerle, yapraklarla donatmak isteyen bir sarmaşık. Dayanacağı, kucaklayacağı kuru bir gövde yoksa solar. Cansız bir duvar yaşatır onu.
Kadın egoizmden mahrum, yani belkemiksiz. Bunun için erkeğe muhtaç. Sabit bir noktaya ihtiyacı var. Yoksa rüzgârın önünde bocalar durur. Belli bir hedefe yöneltilmek zorundadır. Bu susuzluk zekâ noksanlığından doğuyormuş. Kötü bir terbiyenin eseriymiş. Yalan. En iyi terbiye bile kadının bu başkasına dayanma hasletini yok edemez. Bilakis zekâsı geliştikçe bu ihtiyaç da büyür. Kendini bir kasırgaya tutulmuş hisseder kadın: Düşünceler, düşünceler. Hangisini seçecek? Değeri ne bunların? Ne işe yararlar?
Kadının zekâsı: seziştir, muhakemeye dayanmaz. Bu zekâ uçarak varır hedefe. Adım adım değil. Ama neden varır? Nasıl varır? Bulduğu, gerçeğin kendisi midir? Bu sualler mahveder onu. Demek, kadın zeki olduğu ölçüde kendisine destek olacak bir başka zekâya muhtaç. Kendisininkinden farklı bir zekâya. Zekâsını tamamlayacak bu zekâ, aydınlatacak, sezişlerini değerlendirecek. Yoksa, limonlukta yetiştirilen çiçekler gibi yaprak yaprak dökülür bu zekâ. Kır çiçekleri kadar olsun yaşayamaz.
Ancak erkekleşen kadın böyle bir yardıma ihtiyaç duymaz. Kadın, kadın kaldıkça desteksiz edemez.. Arzular da kâh büyük, kâh küçük. Hep aynı değiller ki.. Yani minnacık bir arzu için büyük dertler hazırlamıyor muyuz kendimize? Kadın, işine gelenle gelmeyeni birbirinden ayıracak ölçülerden mahrum. Hedefini bir başkasının göstermesi lazım. Yoksa kâh sezişlerine terkeder kendini, kâh zaaflarına. Saatten saate, dakikadan dakikaya değişir. Sevdikleri kendi dışında. Sırf kendi zekâsı, kendi gücü, kendi imkânlarıyla nasıl varsın onlara? Bu meş'um aşk onu ister istemez başkalarına bağlar.
pınar altuğ
03.12.2006 - 11:05Asena mıydı?
Bir ara 'gayrı meşru çocuk doğurmak istiyorum! ' diyen..
Oydu galiba..
Al birini vur ötekine..
insanlık
03.12.2006 - 10:54'Gazetelerin sürmanşetinden büyük puntolarla lanetlemek, bu canavarların kökünü kurutmuyor yazık ki. Aksine kimi sapık zihinlerde başka pisliklerin üremesine cesaret veriyor. Ve artık her şey, her şey, her şey sıradanlaşıyor! Her acıya, her lanetli pisliğe, her aşağılık fiile alışıyor insanlar, duyarsızlaşıyor.'
insanlık
03.12.2006 - 10:53ALİ ÇOLAK
Böyle bir dünyada nasıl yaşanır?
'Bütün güzel şeyleri yok ediyorlar! ' diye haykırıyordu Virginia Woolf, evinin pencerelerini bombalar sarsarken. Tarih, 28 Mart 1941'di… II. Dünya Savaşı, kasıp kavuruyordu. Savaşın yol açtığı acılar canına tak edince Ouse Nehri'ne doğru yürüdü.
Nehrin kıyısına vardığında, cebine kocaman taşlar doldurup kendini sulara bırakıverdi. Geriye, bir mektup ve insanoğlunun kulağında kıyamete kadar çınlayacak şu sözler kaldı: 'Delirecekmiş gibi hissediyorum. Bu korkunç çağda daha fazla yaşamayı sürdüremem! ..'
Bir yıl sonra… 1942. Brezilya... Bu kez Stefan Zweig, inandığı değerlerin bir bir yıkıldığını, yaşamının bir anlamı kalmadığını düşünüp karısıyla birlikte ölüme gidiyor. Böyle bir dünyada paylaşılacak bir şeyin kalmadığına inanıyor. 15 Haziran 1940 tarihli günlüğüne, 'Neredeyse 59 yaşındayım, önümdeki yıllar korkunç olacak; bu aşağılanmalara niye katlanayım ki? ' diye yazmıştı. Zweig, 61 yaşındaydı ve meşhur bir yazardı. Savaşın başlarında, Avrupa kentlerini dolaşırken ruhunda depremler oluyor ve kendi kendine söyleniyordu: 'Tüm insanlık söz konusuyken insanın kişisel ve özel şeylerle ilgilenmesi ne tuhaf! '
Savaşlardan söz etmeyeceğim. Savaştan daha onur kırıcı, daha aşağılık insanlık hallerini anlatacağım. Uzak bir dağ başına çıkıp, Virginia Woolf gibi haykırmak istiyorum: 'Bu korkunç çağda daha fazla yaşamayı sürdüremem! ..' ve Zweig gibi oturup ağlamak istiyorum: 'Bu aşağılanmalara niye katlanayım ki? ' İnsanlık onuru, ilkel çağlarda ancak bu kadar aşağılanmıştı. Kız çocuklarının diri diri toprağa gömülüşü bile bu aşağılamanın yanında masum (!) kalıyor. O haberi ve yanındaki bebek fotoğrafını gazetede gördüğümde, yüzümde beliren ifade iş arkadaşlarımı korkutmaya yetmişti. İnsan olduğum için, böyle bir haberi duyduğum için, bu insanlarla aynı çağda ve aynı ülkede yaşadığım için utandım. Yüzümün utançtan, bir ağacın gövdesi gibi çatladığını hissettim. İçimde korkunç bir kusma hissi… Konuşma yeteneğimi yitirip dilsiz kalmak isterdim! … Böyle bir dünyada yaşamanın, söz söylemenin ne anlamı olabilir?
18 aylık bir bebeğin kirletildiği yazıyordu haberde. O aşağılık kelimeyi yazmayacağım. Gazeteler, bir bebeğin adının yanına o kelimeyi nasıl yazabildiler ve o bebeğin fotoğrafını nasıl basabildiler? ! Aklımı yitirmemek için kendimi zorluyorum. Bu toplum, nasıl böyle insan dışı yaratıklar üretiyor? Hangi zeminde, hangi pisliklerin gübreliğinde dal budak salıyor bunlar? Zaruret mi, cehalet mi, başka hastalıklar mı? Ve biz bunları soyutlamak, kurutmak için ne yapıyoruz? Gazetelerin sürmanşetinden büyük puntolarla lanetlemek, bu canavarların kökünü kurutmuyor yazık ki. Aksine kimi sapık zihinlerde başka pisliklerin üremesine cesaret veriyor. Ve artık her şey, her şey, her şey sıradanlaşıyor! Her acıya, her lanetli pisliğe, her aşağılık fiile alışıyor insanlar, duyarsızlaşıyor. 'Batman da battı: 11 ölü' başlığının altına, kocaman, gülümseyen, yarı çıplak bir Hülya Avşar fotoğrafı koyuyor bir gazete. Selin yuttuğu 11 insanın acıklı ölümü, sırıtan çıplak bir kadının bedeniyle sunuluyor; o ateşin düştüğü evlerle alay eder gibi. İtiraf edelim: Artık hiçbirimiz, hiçbir ölüm karşısında üzülmüyor, sarsılmıyor, kılımızı kıpırdatmıyoruz. Onlarca insanın ölüm haberi bile içimizi titretmiyor. 'Bireysellik' çağı dedikleri bu olmalı. Başkalarının acısına kulak vermemek. Başkalarının ölümünü görmemek, duymamak…
Yoksa böyle mi olurdu! 18 aylık bir bebeğin kirletildiği haberinin, yürekleri parçalaması gerekirdi. Bir kente atılmış atom bombasından daha daha öldürücü, daha kahredici değil mi bu? İzmir'e atom bombası atılsaydı ne yapardık? Bir bomba insanların bedenini öldürür; ama bu, insanlık onurunu öldüren bir saldırı. Bu utançla nasıl yaşar insanoğlu? İntiharın haram olduğunu bilmeme ve onu asla onaylamama rağmen Virginia Woolf'un ve Zweig'in intiharını onurlu bir başkaldırı olarak gördüm hep. Böyle aşağılık bir çağda insan, yerin altının üstünden daha hayırlı olduğunu düşünüyor bazen. Ne var ki yerin altına gitmek bizim irademizde değil. Peki ne yapacağız? Belki de dünyayı bu insan dışı yaratıklara bırakmamak için inadına yaşamak gerek. Anlaşılan o ki, dünyayı güzel ahlakla süslemek isteyenlerin âheste yürümeye hakları yok. İnsanlığın dirilişini düşleyeceksek, yaşama zevkini çoktan unutmuş olmamız gerek.
04/11/2006
koz
03.12.2006 - 10:05Aleyhe kullanılabilecek olan bilgi, döküman vs.
Eski türkçede 'ceviz'.
Hatta farsçada da kullanılır 'gevz,gôz,gavza'..
çonçi
03.12.2006 - 10:00'şorççi' diye biliyorum ama..
'çonçi' nedir yahu..
ben anneme bir sorayım bunu..
Buda lazca olmalı; ekleyene bakılırsa..
mamuli
03.12.2006 - 09:57:)
Lazca da 'horoz'.
madara
03.12.2006 - 09:55'madaros' eski yunancada (kel, yolunmuş) anlamınagelir.
'mâdan' saçı dökülmek anlamında..
madara (etmek)
Türkçede argo kelimelerden.'Rezil etmek' anlamında.
demek
02.12.2006 - 00:18Zaten sen her şeyi çok çok önceden mutlaka 'demek' istemişindir.
ya da demişsindir.. demek ne demek?
meleklerden ilham alıyorsun.. seçilmiş kişisin sen.. yüce insan!
greyder
02.12.2006 - 00:08Herkes birşeylerle övünür ya..
bizim lazlarda köye bir greyder almışlar.
Diğer köylere hava atıyorlar;
-bizim greyderimiz sizin greyderinizden büyük!
komik gelsede
yol yapımının çok güç olduğu doğu karadenizde
bir greydere sahip olmak
Köyden cumhurbaşkanı çıkartmaktan daha fiyakalı; ve daha çok iş görür..
ekümenik
02.12.2006 - 00:04İnsanoğlunda öyle bir fıtrat vardır ki
sınırları bir türlü kabul edemez..
Eğer
evrenden daha geniş bir kavram olsaydı
insan orayada gözünü dikecekti..
Sınırsızlığa duyduğu bu özlem kör etti insanı çoğu kez..
Sınırlı bilgiye sahip olmak; çok büyük bir nimet aslında..
ekümenik
01.12.2006 - 23:41Evrensel, herkesi kaplayan; hristiyan âleminin tümüne ilişkin..
Toplam 3332 mesaj bulundu