İnsan, dünyadaki en baskın canlı türüdür. insanı; biyolojik, sosyal,kimyasal, ruhsal,fiziksel ve dinsel olarak inceleyebiliriz.İnsanın bilimsel ismi Homo sapienstir, Latince 'akıllı adam' anlamına gelir.Bugün yaşayan insanlar üzerinde yapılan bazı genetik araştırmalar bu türün yaklaşık 130,000 yıl önce Afrika kıtasında ortaya çıktığını ve oradan dünyaya yayıldığını göstermiştir.(KUR-AN'da; Tâhâ 115. Andolsun biz, daha önce Âdem'e (o ağaçtan yememesini) tavsiye etmiştik (bizim tavsiyemizi) unuttu. Biz onda bir azim (ve sebat) bulmadık.
Tâhâ 116. Meleklere: 'Âdem'e secde edin.' demiştik. Secde ettiler, yalnız iblis diretti.
Tâhâ 117. Dedik ki: 'Ey Âdem, bu senin ve eşinin düşmanıdır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra (dünyâ işleri olan geçim derdi hastalık, belâ vs. ile uğraşmaktan) yorulursun. (Halbuki burada böyle dertler yoktur.) (Tâhâ 118. 'Şimdi burada susamayacaksın, çıplak kalmayacaksın.'
Tâhâ 119. 'Ve sen burada susamayacaksın, kuşluk vakti güneşi(nin ısısı) ndan etkilenmeyeceksin.
Tâhâ 120. Ama şeytan ona vesvese verip: 'Ey Âdem! Sana sonsuzluk ağacını ve çökmesi olmayan bir saltanatı göstereyim mi? dedi.
Tâhâ 121. Bunun üzerine ikisi de o ağacın meyvasından yedi, ayıp yerleri görünüverdi. Cennet yapraklarıyla örtünmeye koyuldular. Âdem, Rabbine baş kaldırdı ve yolunu şaşırdı.
Tâhâ 122. Rabbi yine de onu seçip tevbesini kabul etti, ona doğru yolu gösterdi.
Tâhâ 123. Onlara şöyle dedi: 'Birbirinize düşman olarak hepiniz oradan inin. Elbet size Benden bir yol gösteren gelir; Benim yoluma uyan ne sapar ve ne de bedbaht olur.'
) Bu türün Neandertaller ile aynı zamanda yaşadığı ve bu iki türün birbirleriyle karşılaştığına dair arkeolojik kanıtlar da mevcuttur. Kimi görüşler de, bu iki türün birbirinin farklı olduğunu fark etmeden birlikte üremiş olabileceğini, dolayısıyla da günümüz insanının kökeninde Neandertaller'in de olduğunu iddia etmektedir.Neandertal insanının kemik-iskelet yapısı günümüz insanından oldukça farklıdır.Neandertal insanının çene kemiğindeki mandibular kemik kanalının tipik yapısı ayırt edici bir temel özelliktir.
İnsan, alet kullanabilmesini sağlayan, kolların serbest olduğu dik bir vücuda sahiptir. Beyni soyut düşünme, anlam verme, konuşma ve kendini gözleyebilme yeteneklerine sahiptir. Alet kullanabilmesi ve zihninin özellikleriyle insan diğer canlılardan ayrılır. İnsan doğaya uyum sağlamak zorunda olmayan tek canlıdır. Doğayı anlayabilir, denetimi altına alabilir ve kendi amaçları doğrultusunda doğanın güçlerini kullanabilir.
İnsan; maymun, şempanze, goril ve orangutan ile birlikte, Hominioidea üstfamilyasında bulunan çift ayaklı primattır. Evrim teorisine göre bu canlılar ile ortak bir atadan evrilmiştir.(kur-an'da Böylece sizi orta bir ümmet yaptık ki, insanlara şâhid olasınız.
Elçi de size şâhid olsun. Biz, Elçi'ye uyanı, ökçesi üzerinde geriye
dönenden ayıralım diye, eskiden yöneldiğin Ka'be'yi kıble yaptık. Bu,
Allâh'ın yol gösterdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir. Allâh
sizin imanınızı zayi edecek değildir. Şüphesiz Allâh, insanlara şefkatli,
merhametlidir./bkara süresi 143/
İnsanlar, gelişmiş sosyal yapılar kurmuşlardır. Bu yapılar duruma göre aynı amaca yönelik birlik veya rakip olabilirler. Aile en temel sosyal yapı sayılabilir. Güvenlik ve adalet için devletler kurmuşlardır. Aynı dili konuşanlar milletleri oluşturmuşlardır.
İnsanlar, dünyayı anlamak ve denetlemek için bilim ve teknolojiyi geliştirdiler. İnançlar, efsaneler, gelenekler, değerler ve toplumsal kurallar insanın hayatında önemli bir etken olan kültürü oluştururlar.
İnsan zihninin temel özelliği bilinçtir. Bilinç ile birlikte, kendini gözleyebilme, zamanı algılayabilme ve özgür irade insanda bulunan özel niteliklerdir. Psikoloji bilimsel bakış açısı ile insan zihnini incelerken, dinler değer yargıları ile insanı inceler. Yapılan davranışın iyi veya kötü olması ile ilgilenir.
Doğadaki diğer biyolojik canlılarda olduğu gibi varolduğu yaşam serüveninde bir çok evrimsel süreçten geçmiştir insan… Ayakları üzerinde durabilmiş, maddeye şekil verip tasarımlar yapabilmiş, elleri ile üretebilmiş ve tüm bunların sonucunda kendini bir bütün olarak ifade edebilecek sanatı ve kültürünü oluşturmuştur. Belki de bu şekilde yaşamı anlamayı, kendini duyumsayabilmeyi öğrenebilmiştir. Ama asıl önemlisi, kendini bir varlık olarak algılama becerisini gösterebilen bilinen tek varlık olmuştur. Sancılı bir süreçtir bu…Eski Hint kültüründe, insan bütün canlılarla kendini bir algılar. Bu düşünüşe göre doğada canlılar birbirlerine bağlı olarak bir aradadır. Klasik Yunanda ise insanın düşünce ve duyguları ile diğer canlılardan ilk kez ayrıldığı görülmektedir; İnsana özgü olan akıl ile insan kendisini diğer varlıkların önüne çıkarır ve bir noktada tanrılıkla bağlanır (Logos) . Descartes’ da insan aklı ile tanrısallık bir arada algılanır. Dünyanın varlığından tanrıya giden yol bırakılıp, Tanrılıkta kökünü bulan, bilen aklın ışığından dünyanın çıktığı şeklinde bir sonuçlanmaya varılır. İbni Sina’dan Spinoza’ya ve Hegel’e kadar gelen panteizm, insan tini ile Tanrısal tinin özdeşliğini ana öğretilerden biri haline getirmiştir. Artık insanın tinsel farklılığı irdelenmektedir. Leibniz bunu daha da ileri götürmüştür. Ona göre insan kendinde bir tür küçük tanrıdır.
Tarih boyunca kendi üzerindeki bilincinin gelişip artmasıyla insan artık kendisinin kim olduğu, bu evren içerisinde yerinin ne olduğu sorularını da sormaya başlamıştır. Scheler’e göre insanın bu sorgulamaları onu birçok sonuca götürmüş, bu sonuçların etkileri de kendisini insanlık tarihi olarak ortaya koymuş olduğundan, tarihte ortaya çıkan insanlıkla ilgili ide’leri beş farklı ana madde üzerinde toplamıştır;
Scheler, özellikle Yahudi ve Hıristiyan geleneğine bağlı olan çevrelerin, dinsel inancın insan üzerindeki ide’si ile algılanan insan düşüncesini dile getirir. Tanımlanan bu ilk ide, Tanrı tarafından yaratılan bir çift insan tasarımının (Adem- Havva) insanlık üzerinde kendisi hakkında bıraktığı etkidir. Bu düşünceye göre, insan daha doğuştan günahkardır. Çünkü aklı ve özgür iradesiyle işlediği günah sonucu Tanrı tarafından cennetten kovulmuştur. İnsanın aklı sayesinde ulaştığı Tanrı kavramı, yine bu aklın, Tanrıyla ama temelde kendisiyle çatışması olarak belki de insanlığın yarattığı ilk mitos biçiminde ortaya çıkmış olması gerçekten çok ilginçtir.
İnsanlık üzerinde en çok kabul gören ikinci ide “Homo sapiens” ide’sidir. Yunanlıların ulaştığı bu düşünce, insanın bir “akıl varlığı” olduğudur. Bu düşünce ilk olarak Anaksogoras tarafından dile getirilmiş, Platon ve Aristoteles tarafından da felsefi biçimde açıklanmaya çalışılmıştır. Aristoteles’e göre “Anima rationalis” ide’si yani aklın yolundan giderek bilgi ağacını tanıma ve cennetten kovulma düşüncesi sonraları Hıristiyan felsefesinde de insan özünün “Anima rationalis” ide’si ile tanımlanmasını doğurmuş, bilgi ile günah bir arada algılanır hale gelmiştir. Homo sapiens ide’si insanı hayvandan ayıran bir özelliktir. Akıl aracılığı ile insan varolanı olduğu gibi tanımaya, Tanrıyı, evreni ve kendini bilmeye elverişli hale gelebilmiştir. Aristoteles’ten Kant’a homo sapiens ide’sini kabul eden hemen bütün filozoflar için insan Tanrıca bir etmendir. İşte bu etmen, kaosu kozmos’a çeviren şey ile ilkece aynıdır. Bu durum ise “aklın değişmezliği” tartışmalarına neden olmuştur. Hegel tarafından yadsınmış olan aklın değişmezliği ona göre eksik bir bakış açısıdır. Hegel tarihi aklın ürünlerinin bir toplamı olarak değil, insanlık tininin bir biçimlenmesi olarak görür. Tarih ona göre, Tanrılığın insanın ideler dünyasında anlaşılması ve kendi kendisinin farkına varılmasının meydana getirdiği sürecin adıdır.
İnsan üzerindeki üçüncü ide, naturalist, pozitivist, ve daha sonra pragmatist öğretilerin kabul ettiği “homo faber” ide’sidir. Bu düşünceye göre insan temelde hayvanlardan çok da farklı olmayan bir “içgüdü varlığı”dır. Bacon, Hume, Spencer gibi pozitivistlerin insan anlayışları, onun içgüdü varlığı olduğu yönündedir. Çalışan, konuşan, alet yapan, aklını ve mantığını ancak uğraşları ile kuran bir varlıktır insan. Özde düşünen değil yapabilen, şekil veren, üretebilendir.
İnsan için ortaya atılan dördüncü ide ise, onun tarih içerisindeki soysuzlaşmasına değinir. Bu görüş, evrimleşme sürecini tamamlayamayan insanın bu eksikliğini giderebilmek üzere varolmak için üretmek zorunda olduğu aletleri kullanma gereksiniminden bahseder. Evrimsel olarak genetik yapılanmasını doğa ile uyumlu hale getiremeyen insan yok olması gereken bir canlı türüdür. Ancak bu yok oluşu o kendi tinsel yapısı ve aklı ile aşmıştır
İnsan üzerine günümüz felsefesinde ortaya konan beşinci ide Scheler’e göre kendisini öylesine mağrur ve baş döndürücü bir yüksekliğe koymuştur ki artık insan, üst insan kimliği ile karşılaştırıldığında “utanç verici” bir varlıktır. Üst insan tek sorumlu olan bir efendidir. Yaratıcıdır. Tarihin kendisinde anlam bulduğu yegane varlıktır. Özde ortaya konan bu ateizm kavramı, insanın bir kişi olması için teist Tanrı kavramının varolmaması gerekliliği esasına dayanır. Hartman’a göre insanın dışında bir varlığın geleceği belirlemesi özgür ve kendinden sorumlu bir varlık olarak insanı ortadan kaldırır.
İnsanın insan hakkında düşünce tarihinde söylediği yığınla söz ve ürettiği çok sayıda düşünceden sonra vardığı nokta aslında bir yere varamamış olmasının yarattığı içsel çelişkidir. Tarih boyunca insanın aklı ve tinsel yapısıyla ulaştığı Tanrı kavramı, yine aynı akıl tarafından yok edilebilmektedir. Ama asıl paradoksu oluşturan, Tanrıyı reddedebilen insanın, evrende kendisini farklı bir yere koyarken ve insanı tanımlarken, Tanrıyı algılamasını sağlayan tinsel özelliğini her şeye rağmen ortaya koyma çabasıdır. Dolayısıyla aslında insanoğlu bilir ki, Tanrıyı anlamak insana özgüdür ve insanca bir eylemdir. Özetle, bu bir çıkmaz sokaktır. Bu durum ise yaşadığımız çağda, kendi ürettiği en büyük soruya yanıt bulduğunu kabul eden insanı başka açmazlara götürür. İşte böylesi bir durumda da sorulması gereken temel soru, düşünen insanın felsefi “uyanış” ını reddeden çözümlerin oluşturduğu problemlerin neler olabileceğidir?
Bir yanda, Tanrıyı sorgulayarak ondan bir şekilde uzaklaşmayı becermiş insan gerçeği vardır. Tanrıyı anlamayı düşünsel boyutta artık gerekli bulmayan insan, varoluşunu anlamak, kendini bilmek adına girdiği bu savaştan vazgeçerek ve tinsel yapısından tekrar koparak bir anlamda insanlığından uzaklaşmakta mıdır? Evet…yanıtlanması zor bir sorudur bu. Ancak insan olma bilinci ve kişi olma sorumluluğu insanı tam anlamıyla tüketmiştir. Belki de bu yüzden vazgeçmiştir günümüz insanı. Yenilmiştir. 19. yüzyıl sonrası ortaya çıkan bilimselci anlayışın faydacı bir bakış açısıyla bütünleşerek değerlendirme ölçütü haline gelmesi başka hangi nedenlerden dolayıdır? Tanrıya insanlaşması için gereksinimi olan insanın onu reddedemeyip göz ardı etme çabasıdır bu. Artık gerçek, sadece denenebilir ve tekrar edilebilir doğruların kendisidir.
Öte yanda ise, sanki başka bir dünyada aynı süreç, tanrıyı değil kurallarını yaşamak adına koşulsuz ve sorgusuz bir inancı önermektedir. Çünkü yine yanıtın bulunduğu kabul edilmiştir. Ancak sorunun yanıtını kim vermiştir? soruyu soran akıl mı? Yoksa aklın bulduğu Tanrı mı? Neden artık insanın tinselliği bir yerden sonra gereksiz yada yetersiz bulunabilmektedir? Sanırım yanıtımız ne olursa olsun, bu düşüncenin, sonuçları açısından yine benzer bir şekilde, insanı, sorgulamama noktasına getirebilmesi oldukça düşündürücüdür.
Günümüz dünyasında felsefi eğitim konusunda niçin eksik kalınmıştır? Neden ısrarla felsefi düşünceden bilinçli bir şekilde uzaklaşılmakta, bahis konusu edilmemektedir? Öyle görünüyor ki bu durum günümüz dünyasını belirleyen değerlerle, anlayışlarla ve görme açılarıyla ilgilidir. Artık “insan olma bilincinin” rafa kaldırıldığı 21. yüzyılın başlarında “humanitas” idealinin üst bir noktası olarak insan hakları düşüncesine ulaşabilmiş olan insanın, bu hakların ihlalinin önüne neden geçemediği de kanımca son derece açıktır. Felsefi bilginin temeli olarak bağımsız ve yaratıcı düşünmenin zayıfladığı, kendini dar çevresinden soyutlayarak bir bütün olarak algılayabildiği “theoria” yönünü yitirdiği, bilginin, bütünlüğü olmayan ve birbirinden kopuk uzmanlıklarla sınırlandırıldığı dünyamızda insanın kendini anlama çabası, faydacı anlayışından dolayı son derece gereksiz bulunmaktadır. İşte bu yüzden toplum bilimcilerin ısrarla sorgulamaya ve anlamlandırmaya çalıştığı insanın etik anlayışı yok olma sürecine girmiştir. İşte bu yüzden günümüz Türkiye’sinde temel eğitimin üzerinde böylesine hesaplar yapılmakta, “kişi” olabilecek kuşakların, yönetenlerin faydacı anlayıştan kaynaklanan çıkarları uğruna, sorgulayamayan “sürü insan”lar haline gelebilmesi için elden gelen her çaba sarf edilmektedir. Ve işte bu yüzden, tüm teknolojik avantajlarına rağmen günümüz insanı için “İNSAN OLMA SORUNU” ve “İNSAN NEDİR? ” sorusu daha önemli hale gelmiş, onun insanlaşması için temel gerekliliğin yanıtın kendisinde değil sorulan sorunun oluşturduğu eylemde, yani “ARAMAK” ta olduğu inanıyorum ki daha da belirginleşmiştir.
Kan nedir sorusuna kısaca, 'yaşam suyu' yanıtını vermek yanlış olmaz. Bu sıfatını, dokulara sürekli olarak oksijen ve gıda maddesi taşıyarak onların yaşamasını sağladığı için hak etmektedir.
Kalbin pompalaması ile tüm vücudu en uç dokularına kadar dolaşan kan, bu dolaşımı sırasında akciğerden aldığı oksijeni yani temiz havayı tüm dokulara taşırken, dokulardan da kirli havayı yani karbondioksiti alarak atılmak üzere akciğerlere taşır.
Aynı dolaşımı sırasında gıda maddelerini dokulara iletirken, dokularda birikmiş gıda atıklarını da vücut dışına atılmak için böbrekler gibi organlara taşır.
Su ve madensel tuzlar da insanın yaşaması içim temel olan etkenlerdir. Kan, tüm dokulara gerekli olan suyun ve madensel tuzların iletilmesi görevini de yapar.
Kanın ayrıca vücudu hastalık etkenlerine karşı korumak gibi bir görevi de vardır. Bu görevini, akyuvarlar (lökosit) ve antikorlar gibi bağışıklı elemanları üreterek ve gerekli yerlere ulaştırarak yapar.
Kanın elemanları?
Kanı, kan hücreleri ve kan sıvısı olarak başlıca iki gruba ayırabiliriz.
Kan sıvısında gıda maddeleri, protein su, madensel tuzlar ve bağışıklık elemanları bulunur.
Kan hücreleri eritrositler (alyuvarlar) , lökositler (akyuvarlar) , ve trombositlerdir (kan pulcukları) .
Eritrositlerin görevi, yapısında bulundurduğu, kana kırmızı rengini veren hemoglobin ile dokular arasında oksijen ve karbondioksit gibi gazların taşınmasını sağlamaktır. Bir mililitre kanda 4-5 milyon adet eritrosit bulunur.
Lökositler, mikroskop altında incelendikleri zaman farklı görüntüler gösteren bir grup hücredir. Vücuda giren, aralarında mikrop ve virüs gibi hastalık etkenlerinin de bulunduğu yabancı cisimlere karşı mücadelede her biri ayrı görevler üstlenirler. Lökositler bir mililitre kanda 4-10 bin civarında bulunurlar.
Trombositlerin görevi, kanamaya karşı vücudu korumaktır. Bir mililitre kanda 200-400 bin civarında bulunan trombositler normal koşullarda kan sıvısı içinde birbirinden ayrı yüzerlerken, kanama halinde bu bölgede birbirlerine yapışarak ve bünyelerine, kanın sıvı kısmında bulunan fibrin gibi, pıhtılaşmada görevli diğer elemanları da alarak pıhtı oluşumunu sağlar.
Kan grupları
Kan, antijen yapısı nedeniyle değişik gruplarda sınıflandırılmaktadır. Bir grupta kanı olan kişiye başka gruptan kan verildiğinde damar içinde pıhtılaşma gibi tehlikeli tablolar görülür.
Kan grupları ABO ve Rh olmak üzere başlıca iki sistemdedir. ABO sistemi açısından bir kişinin kanı A, B, AB veya O gruplarında yer alır.
Rh faktörü açısından ise, bu faktörü bulunduran kişiler Rh + (pozitif) , bulundurmayan kişiler ise Rh - (negatif) olarak sınıflandırılırlar.
Her ikisi bir arada değerlendirildiğinde ise A Rh +, A Rh -, B Rh+, B Rh-, AB Rh+, AB Rh-, O Rh+ ve O Rh- olmak üzere toplam sekiz tip kan bulunmaktadır.
KANIN YAPISI
Kan, damarlar içerisinde sürekli hareket halinde olan canlı bir sıvıdır. Bu sıvı, iki temel kısımdan oluşmaktadır: Plazma ve Hücreler.
Plazma kısmı büyük oranda sudan meydana gelir ve içerisinde, besin maddeleri, proteinler ve metabolitler gibi bir çok katı maddeyi barındırmakta ve bunların dokulara naklini sağlamaktadır. Normal bir insanda 5000-6000 mL (5-6 litre) kadar kan bulunmaktadır. Kanın % 50-60' sıvı kısım olan plazmadan ve %40-50'si ise hücrelerden meydana gelmektedir.
Plazma:
Plazmanın % 90'ı sudur. Kalan %10 ise katı maddeleri içerir. Bunların % 8'i proteinler, % 2'si ise diğer çözünmüş maddelerdir.
Kanın temel protein içeriği şöyle özetlenebilir:
Eritrositler: Eritrositler, kanın en yoğun hücre grubudur. Kandaki ertrositlerin hacminin, kan hacmine oranına Hematokrit denir. Bu değer, kadınlarda %38-46; erkeklerde ise, % 40-54 arasında değişir.
Eritrositler içinde bulunan hemoglobin molekülü, eritrositin temel işlevi olan gaz transportunu sağlamaktadır. Bu molekül, akciğerlerde oksijen bağlayarak, vücut hücrelerine taşımakta, oradan aldığı atık madde olan karbondioksiti de akciğerlere taşıyarak, vücuttan uzaklaştırılmasını temin etmektedir. Normal hemoglobin düzeyi, 12-16,5 gr/dL arasındadır. 12 gr altındaki hemoglobin düzeyleri, anemiyi (kansızlığı) işaret eder ve nedenlerinin araştırılması gerekir.
Normalde, kanın her mikrolitresinde 4 - 6,5 milyon eritrosit bulunmaktadır. Kan bankalarında, ağırlıklı olarak Eritrosit içeren kan komponentleri yani Eritrosit Süspansiyonları elde edilmektedir. Böylece kanın plazma kısmı ayrıştırılmış olmakta ve hastaya gereksiz olarak plazma verilmesi engellenmiş olunmaktadır. Bunun bir avantajı da, ayrıştırılmış olan plazma, dondurularak saklanabilmekte ve plazma ihtiyacı olan başka bir hastada kullanılabilmektedir. Bir kısım plazmadan da, kan ürünleri elde edilebilmekte ve bu ürünlere ihtiyaç duyan hastalara verilmektedir.
Nötrofiller: Bu hücrenin ana işlevi, vücuda zararlı olan yabancı materyalleri bulmak ve tahrip etmektir. Bulduğu yabancı materyali, fagositoz denen bir yöntemle içine alır ve içindeki çeşitli enzimlerle tahrip eder.
Bazofiller: Bazofillerin de fagositoz yeteneği vardır ama asıl fonksiyonunu, çeşitli maddeler salgılayarak gösterir.
Eozinofilller: Eozinofiller de nötrofiller gibi yabancı materyali yok etmek görevi olan hücrelerdir. Özellikle, parazitlere bağlı enfeksiyonlarda belirgin rol oynarlar.
Monositler ve Makrofajlar: Bu hücreler fagositoz yapma yeteneğindedir ve lenfositlerle direkt veya indirekt yoldan bağışıklık sisteminin regulasyonunda önemli rol oynarlar. Monositlerin dokularda bulunan şekline makrofaj denir.
Lenfositler: Bu hücreleri bağışıklık yanıtının humoral kısmını oluştururlar. Çok çeşitli fonksyonlara sahip bu hücrelerin en temel işlevi, mikroorganizmaları tanıyıp, onlara karşı antikor yapımını gerçekleştirmektir.
Trombositler: Trombositler kanın en küçük hücreleridir ve eritrositler gibi çekirdeksizdirler. Normalde kanın bir mikrolitresinde 100.000-400.000 kadar trombosit vardır. Esas özellikleri, pıhtılaşmada oynadıkları önemli roldür. Kan bankalarında, tam kandan ayrıştırılmak suretiyle Trombosit Süspansiyonları elde edilmekte ve sadece bu hücreye gereksinimi olan hastalarda kullanılabilmektedir. Trombosit süspansiyonları, aferez yoluyla da elde edilebilmektedir.
KAN HASTALIKLARI
Aplastik anemi
Granülositopeni
Lökopeni
Megaloblastik anemi
Pansitopeni
Pernisyöz anemi
kan kanseri
lösemi
1-) Aplastik terimi yeni dokular meydana getirebilme yeteneğinden yoksun olan, fonksiyonunu tam icra edemeyen manasına gelir ve burada kemik iliğinin fonksiyonunu tam olarak icra edememesini işaret eder. Anemi kan hücrelerinin sayısının normalden düşük olması durumudur. Tipik olarak anemi düşük eritrosit (alyuvar - kırmızı kan hücresi) sayımını tanımlar ama aplastik anemi hastalarında üç kan hücresi tipininin de sayımı düşüktür; yani eritrosit (alyuvar) , lökosit (akyuvar) ve trombosit sayımları genel olarak düşüktür.
TEDAVİ: Aplastik anemi tedavisi bağışıklık sisteminin günlük ilaç alımıyla bastırılması veya ciddi vakalarda kemik iliği naklini içerebilir.
Kemik iliği naklinde eski kemik iliği hücreleri bir vericiden alınan yeni hücrelerle değiştirilir. Böylece hasta yeni bir bağışıklık sistemine kavuşmuş olur. Yine de bu yeni üretilen lökositlerin (akyuvarların) vücudun geri kalan bölümüne saldırma riski mevcuttur
2-) Granülositopeni kandaki granülosit yoğunluğunun anormal biçimde düşük olması durumudur. Bu durum vücudun bağışıklık sistemini negatif etkiler ve enfeksiyon riski yükselir. Bazı ilaçların yan etkisi olarak ortaya çıkabilir.
Lökopeni veya Lökositopeni dolaşımdaki kanda bulunan lökosit (akyuvar veya beyaz kan hücresi) sayısının azalması durumuna verilen isimdir. Lökositlerin ana görevi enfeksiyonlarla savaşmak olduğu için, lökosit sayısındaki düşüş enfeksiyon oluşumu riskini yükseltmektedir.
Lökosit tiplerinin en yüksek sayıda bulunanı nötrofildir. Nötrofil sayısındaki azalmaya ise nötropeni denir. Nötropeni kavramı bazen lökopeni yerine kullanılır, bunun nedeni nötrofil sayımının enfeksiyon riskinin en önemli göstergesi oluşudur. Yine de, nötropeniyi lökopeninin bir altkümesi olarak değerlendirmek en doğrusudur.
Kemoterapi, lösemi, miyelofibroz ve aplastik anemi düşük lökosit sayımlarına yol açabilir. Ayrıca, bazı yaygın ilaçlar da lökopeniye neden olabilir.
Lökopeni tam kan sayımı yardımıyla tanımlanabilir.
Megaloblastik anemi, B12 vitamini ve folik asit eksikliği sonucu oluşan bir anemi tipine verilen isimdir. Bu vitaminler DNA sentezinde önemli rollere sahiptirler. Bu nedenle eksikliklerinde DNA sentezinde çeşitli bozukluklar oluşur ve kemik iliğinde megaloblastik değişiklikler ortaya çıkar. Ayrıca perriferik kanda da makrositer anemi oluşur. Megaloblastik anemide eritrositlerin öncülleri normalden büyüktür, bu nedenle bu anemi türüne megaloblastik anemi denmiştir.
Sebepleri
Megaloblastik aneminin çeşitli sebepleri şunlardır:
Nutrisyonel bozukluklar (B12 vitamini ve folik asitin diyet yoluyla yeterince alınmaması)
Kronikkaraciğer hastalıkları
İntrensek faktör sentezinin azalması veya olmaması (bu sebebin varlığında oluşan duruma/hastalığa pernisiöz anemi denir)
Bağırsaklarda az veya arızalı emilim (intestinal malabsorpsiyon - enterit yani bağırsak iltihabı, çölyak hastalığı vb. sebeplerden olabilir)
Balık tenyası (Diphyllobothrium Latum) enfestasyonu
Pansitopeni eritrosit (alyuvar) , lökosit (akyuvar) ve trombosit hücrelerinin sayısının azalması durumuna verilen isimdir.
Pansitopeni genel olarak kemik iliğini etkileyen hastalıklar sonucu oluşur. Bunun dışında hipersplenizm yüzünden de oluşabileceği bilinmektedir. Pansitopeniye neden olan kemik iliği bozukluklarından bazıları miyelofibroz, lösemi ve aplastik anemidir.
Pernisyöz anemi veya kötücül anemi, bir otoimmün anemi tipidir. Pernisyöz anemide antikorlar intrinsik faktör veya paryetal hücrelere karşı döner. İntrinsik faktör B12 vitamini emilimi için gereklidir, bu nedenle B12 vitamininin emilimi zarar görür.
Bazen pernisyöz anemi terimi otoimmün bir tepki içermeyen (non-otoimmün) B12 vitamini eksikliklerini tanımlamak için de kullanılabilir.
Vücudun organları arasında madde alış verişine aracılık eden ve damarlar içinde bulunan kırmızı renkli sıvı. Kan hayat için gerekli maddeleri (oksijeni) akciğerlerden sindirilerek vücuda yarar bir duruma gelen besin maddelerini sindirim organlarından alarak organlar ve onların en küçük parçaları olan hücrelere götürür. Hücrelerde çalışma sonucu meydana gelen ve vücuda yaramayan artıkları yüklenerek böbrek, deri,akciğer organlarına getirir ve bunların vücut dışına çıkmasını sağlar.
Kanın rengi atardamarlar içinde kırmızı, toplardamarlar içinde, koyu kırmızıdır.
Kan, histolojik bakımdan, hücreleri hareket eden ve esas maddesi sıvı halinde olan bir dokudur. Yetişkin bir insanda beş litre kan bulunur (İnsan bunun yarısını kaybederse hayatı tehlikeye girer. 2/3 ünü kaybederse yaşayamaz) .
Bir miktar kan, bir süre sallanmadan bir yerde bırakılsa ya da santrifüje edilse, iki kısma ayrıldığı görülür.
a - Sıvı halinde kalan ve san renkte olan serum kısmı. b - içindeki katı kısımlarının kabın di binde toplandığı pıhtı kısmı. Kanı incelediğimiz zaman, içinde, hareket eden kan hücrelerini görürüz. Bunlar, alyuvarlar, akyuvarlar adını alırlar. Bir milimetreküp kanda beş milyon alyuvar, 7-10.000 akyuvar bulunur. Kanın içinde, kan yuvarlarından başka, plaket denen küçük lameller vardır. Damarlar zedelenirse bu plaketler kütle halinde yaralanan damar duvarını tıkamaya ve kan akmasını önlemeğe savaşırlar. Kan plazması denen kanın sıvı halindeki kısmında ise şunlar vardır: 1 - Su, 2 - Kan albüminleri denen serin, globulin, 3 - Fibrinojen (kan damardan çıkınca fibrin haline geçerek pıhtılaşmaya sebep olur) , 4 - Vücûda yarayacak şekilde sindirilmiş ve kana geçmiş maddelerden yağ, glikoz 5 - Tuzlar, 6 - Organik artıklar (Üre, kolesterol) .
1928 yılında Arjantin’in Rosaria kentinde doğdu. Tıp öğrenimi gördü. Öğrenciyken okuluna bir yıl ara verip, Güney Amerika kıtasında geziye çıktı. Macera diye başladığı gezinin ardından Che, komünist oldu. Meksika’da siyasi mülteci olarak bulunan Raul ve Fidel Castro’yla tanıştı. Bu tanışıklık Che’yi de Küba’nın ele geçirilmesi hedefine ortak etti. 1956-1959 yılları arasında süren gerilla savaşı Küba’da başarıya ulaştı. Önce Merkez Bankası’nın başına, ardından Sanayi Bakanlığı’na getirildi.Bu görevlerde başarısız oldu.
Hayal edilenle gerçekleşen devrim arasındaki uçurum Che Guevara’yı yeni hayallere sürükledi.Yeni hayal, devrimin bütün Latin Amerika’ya yayılmasıydı.Bu amaçla Bolivya’ya gitti.Devrim konusunda Che Guevara’nın üç temel değişiklik düşüncesi şunlardır: 1. Halk güçleri düzenli orduya karşı zaferi kazanabilir. 2. Devrim yapmak için her zaman tüm şartların bir araya getirilmesi gerekmeyebilir. 3. Latin Amerika’da savaşın temel alanı kırsal kesim olmalıdır.Marksist düşünceden esinlense de marksizme yabancı bu düşünceler sadece Latin Amerika’da değil, dünyanın birçok yerinde yankı buldu. Özellikle maceracı gruplar, Che Guevara efsanesinin büyüsüyle aileyle, toplumla ve neticede tarihle çatışarak hayat karşısında yenik düştüler.
Komünizmin insanlık için yeni bir umut olarak ortaya sürüldüğü bir dönemde Che Guevara bir mücadele simgesi olarak görüldü.Fakat bu simge incelendiğinde toplum ve devlet hayatında görev alarak insana hizmeti başaramayan bir maceracının gerçekten hayale kaçışı görülür.Ancak yanlış bir dünya görüşüne bağlanarak da olsa, yanlış metotlarla yola çıksa da onda sömürgeci beyaz adama karşı halktan yana bir tavır olduğu da bir gerçektir. 1967 yılında öldürülmüştür.
(Al birini vur otekine, Che 'nin beyaz adam dan ne farki vardi?
çokk sansaniz bile, hiçbir farki yokdu
çunku insanlara -zulum- kaldigi yerden devam ediyordu..)
user posted image
Fidel Castro-Che Guevara ikilisinin Küba'da gerçekleştirdiği komünist devrim, genelde romantik bir atmosfer içinde sunulur ve sanki bir kahramanlık öyküsü gibi anlatılır. Oysa komünizm Küba'ya sadece sefalet ve korkunç işkenceler getirmiştir.
KÜBA'DAKİ KARANLIK
Soğuk Savaş dönemi boyunca Sovyetler Birliği'nin yardımıyla ayakta duran komünist rejimlerin bir diğeri, Küba'daki Castro diktasıdır. Fidel Castro'nun önderliğinde ve Arjantinli gerilla lideri Che Guevara'nın desteğinde gelişen gerilla hareketi, 1959 yılında Küba'da iktidarı ele geçirmiştir. Sovyetler Birliği'nden gelen siyasi ve askeri destekle gelişmiş ve Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra bile ayakta kalmayı başarmıştır.
Küba'daki ve genel olarak Latin Amerika'daki komünist hareket, çoğunlukla romantik bir havada yansıtılır. Özellikle Che Guevara'nın gerilla mücadelesi, adeta bir 'kahramanlık öyküsü' gibi gösterilir. Komünizme özenen pek çok gencin elinde Che posterleri ve dillerinde Latin Amerika kökenli komünist melodiler dolaşır. Buna bakılırsa, Küba'daki komünist devrim, Küba halkını zulüm ve işkenceden kurtarmış bir 'kurtuluş mücadelesi'dir.
Oysa gerçek hiç de öyle değildir. Oluşturulan 'Che' ve 'Fidel' efsanelerinin romantik perdesi aralanırsa, ardından Küba'daki komünist diktanın karanlık yüzü çıkar. Komünizmin Kara Kitabı'nda, komünist Küba'nın çalışma kampları ve hapishaneleri şöyle anlatılmaktadır:
Çalışma koşulları çok sertti, mahkumlar neredeyse çırılçıplak dolaştırılıyor, yalnızca bir don giymelerine izin veriliyordu. Huysuzluk edenlere dişleriyle ot toplama cezası, çok ileri gidenlere de saatlerce tuvalet çukurlarında kalma cezası veriliyordu. Şiddet uygulamaları siyasî mahkumları hedef aldığı gibi, adi suçluları da hedef alıyordu. Şiddet, soruşturmayla yükümlü bölüm Departamento Tecnico de Investigaciones'in (DTI) yürüttüğü sorgulamalarla başlıyordu. DTI mahkumları korkularıyla başbaşa bırakılıyordu: böceklerden korkan bir kadın hamamböceği dolu bir hücreye kapatılırdı. DTI şiddet uygulamalarında bedensel baskılara da başvururdu: mahkumlar ayaklarındaki kurşun ağırlıklarla merdivenleri çıkmaya zorlanır, sonra da aşağıya itilirdi. Bedensel işkencelere, sıklıkla ilaçlar yardımıyla yapılan psikolojik işkenceler de ekleniyordu; gardiyanlar mahkumları uyanık tutmak için penthotal ve benzeri uyuşturucular kullanıyordu. Mazzoza Hastanesi'nde baskı uygulamak amacıyla, hiçbir sınırlama yapmadan elektroşok uygulanıyordu. Gardiyanlar bekçi köpekleriyle dolaşır, sürekli idam planları yapardı; mahkumların kapatıldığı disiplin hücrelerinde ne su bulunurdu ne de elektrik; amaç, mahkuma bir tecrit odası içinde kişiliğini unutturmaktı...
Yakınların ziyaretleri, gardiyanlara mahkumları küçük düşürme fırsatı veriyordu. Cabana'da mahkumlar ailelerinin önüne çıplak çıkmak zorunda bırakılıyordu. Erkek mahkumlar eşlerinin mahrem yerlerinin aranmasını izlemek zorunda bırakılıyordu. Küba cezaevlerinde kadınların durumu büsbütün felaketti, çünkü savunmasız bir biçimde gardiyanların sadist işkencelerine hedef oluyorlardı. 1959'dan sonra 1100'den fazla kadın, siyasî nedenlerle tutuklandı. Bunlar 1963'te Guanajay Cezaevine kapatıldı. Birçok tanık dayak ve küçük düşürme yöntemlerine sıkça başvuru olduğunu söylüyor. Bir örnek verecek olursak, kadın mahkumlar yıkanmak üzere duşlara gitmeden önce gardiyanların önünde soyunmak zorunda kalıyordu, gardiyanlar da onları nedensiz yere dövüyordu.45
Küba'da devrim sonrasında yaklaşık 10 bin kişi idam edildi. 30 bini aşkın insan ise üstte anlatılan koşullarda hapsedildi. Komünist rejim, başka her yere olduğu gibi, Küba'ya da acı, işkence ve korku getirdi. Dahası Küba halkı giderek daha da fakirleşti.
bizi,m medyamız okadar herşeyi haber yapıyor ki. eylem yapıp vatana ihanet içinde olanların sesini bütün kamu oyuna duyuruyor...
halbu ki pkk yandaşlarının eylem yaptıkları bölgeye bir tek gazeteci ve kamera gitmese o hainler eylemlerinden vaz geçerler bizim polisimiz de rahatlıkla i,şlerini yaparlar ama bizim haberciler.... işte hiçbir medya kuruluşlu olmazsa eylemlerden vazgeçer bu hain sürüsü
TRT6 ile ilgili yapılan değerlendirmelerde çözüm bekleyen kısa vadeli ve uzun
vadeli sorunlar birbirine karıştırılıyor diye düşünüyorum.TRT nin Kürtçe kanalı
üzerindeki spekülasyonlar uzun bir zamandan beri yapılıyor.Olguya herkes
farklı pencerelerden bakıyor.Her ne kadar doğru şeyler dile getiriliyorsa da bazen yanlış,
zararlı ve tehlikeli yaklaşımlar da görülüyor. Kimisi 'em dı bın eyni asmani de ne'
hepimiz ayni göğün altındayız, kimisi TRT 6 tu bı xer hati diyorsa kimisi de göz boyama,
aldatma, kültür koruculuğu hatta ihanet gibi değerlendirmeler yapıyor.
Ahirete inanan insanlar üzerinde müspet tesir yapar, unutulması zararlı olan bir gerçeği hatırlatır, müminin dünyaya dalarak ahiret hazırlığını ihmal etmesini engeller. Ahirete iman etmeyen insanlar üzerinde iyi ve kötü iki tesirinden söz edebiliriz:
a) İyi tesir, insanın hırsını frenlemesi, fani dünya için yapılacak şeylerin dengesini sağlamasıdır.
b) Kötü tesir, karanlık bir geleceğin hatırlanması sebebiyle kişinin mutsuz ve huzursuz olmasıdır.
tarin bir gerçegi varki abd nin tek amacı ortadogu yu almak ve burada yaşayan ırkları yok etmek saddam ı kullandı bunun icin bugun baskalarını kullanıyor gelecektede baskalarını kullanacak......
lepçe Katliyamın Tarihçesi ve Amaçı Şu...
İngiltere ve A.B.D türkiye araçığla Saddam Hüseyine Zehirli Kimsayasalları Gönderdi.Türk İş adamları Saddam Hüseyin İran'ın üzerinde Kullanacagını zannetti... Yanılmışlar a.b.d kuzey ırak'a emir vermiş iran halepçe girsin diye iran askerleri halepçeye girdikten sonra Saddam zehirli kimsayalları iran askerleri çıkarmak için halepçede kullandı. Amaçları saddam hüseyin ve kürtleri asla bir araya gelmemek üzere ayırmak burada kaybeden saddam hüseyin,kürtler,türkler,araplar burada sadece kazanan A.b.d
insanlık tarihine düşen kara leke: Halepçe Katliamı
takvim yaprakları 16 Mart 1988'i gösterdiğinde savaş uçaklarının ürkütücü sesiyle başlamıştı. Bombalar tarihin en büyük katliamlardan birini gerçekleştirme yolunda kentin kalbini parçalıyordu. Bir anda her taraf insan cesetleriyle dolmuş, kentin sokaklarında gezen zehirli gazlar, insanları birer birer yere sermeye başlamıştı.
Üzerinden yıllar geçmesine rağmen yaraları kapanmadı Halepçe'nin. Zehir yüklü bulutlar bir kabus gibi dağılmadı gökyüzünden, Halepçe'nin yüksek dağlarından... Halepçe kırmızı bir duman bulutuydu. Resmi rakamlara göre 5 bini aşkın insan öldü, binlerce insan yaralandı... Zehirli gazların etkisi yıllar geçmesine karşın etkisini sürdürmekte... Ancak, Halepçe Katliamı'nın yarattığı toplumsal travmanın izleri kolay kolay silinmeyecek...
Dünya kamuoyunda hala gereken yankısını bulamayan ve insanlık tarihine kara bir leke olarak geçen Halepçe Katliamı'nı yaşayanlardan dinledik...
'O gün tüm ailemi kaybettim'
Halepçe'de 5 bini aşkın insanın ölümüne yol açan ve kent üzerine bir karabasan gibi çöken 16 Mart katliamının canlı tanıkları o günleri anlattı. Katliamdan sağ kurtulmayı başaran ancak ailesinden 7 kişiyi kurban veren 74 yaşındaki Ayşe Ali, o günü hatırladığında gözyaşlarına hakim olamıyor. Katliam gününü anı anına hatırladığın belirten Ayşe nine, o günü şöyle anlattı: 'Bombalama olduğu gün eşim ve çocuklarımla birlikte evdeydik.
Bombalama başladığında eşim çocukları yanına alarak üst mahallede bulunan kardeşinin evine gitti. Ben evde tek kaldım. Bombalamanın şiddeti artınca evden çıkamadım. Bombalama akşama kadar sürdü. Eşimi ve çocukları merak ettiğim için onların yanına gitmek istedim. Gittiğimde herkesin yerlerde yatan cansız bedenini gördüm. Seslendim, seslendim ama kimseden ses çıkmıyordu. Çocukları aramaya başladım. İki oğlumun banyoda cansız bedenlerine rastladım önce. Sonra evin diğer odalarına baktığımda kızlarımın birbirlerine sarılarak can verdiğini gördüm. O gün tüm ailemi kaybetmiştim. Katliamda ailemden 7 kişi olmak üzere tam 30 akrabamı kaybetmiştim.'
Çocukların cansız bedenine bakış
Ayşe Ali de gazdan etkilendiğini, her tarafının yanmış olduğunu söyledi. Gözlerinin görmediğini belirten Ayşe Ali, şöyle devam etti: 'Kimyasal gazdan bende etkilenmiştim. Her tarafım yanmış ve gözlerim görmüyordu. Önce İran'ın Kırmanşah hastanesine gittim ama orada tedavi olamadım. Beni Tahran'a sevk ettiler. Tahran'da 50 gün boyunca sırt üstü yarı baygın olarak kaldım. Vücudumun çeşitli yerlerinde hala yanık izleri var ve gözlerim iyi görmüyor. Katliamın üzerinden 18 yıl geçmesine rağmen çocuklarımın cansız bedenleri hala gözümün önünde, onları asla unutmadım. Katliam öncesi çocuklarımı kucaklıyor onları öpüyor onlara sarılıyordum ama 16 Mart Katliamı tüm sevdiklerimi benden aldı. Herkesi toplu halde gömdükleri için onların şuan hangi mezarda olduklarını bile bilmiyorum. Mezar taşlarını okşayamıyorum, mezarları başında dualar okuyamıyorum. Ama onlar hala evimde, yanımda. Onları asla unutmayacağım. Saddam çok annenin gözyaşı dökmesine ve binlerce kişinin ölümünden sorumludur. Allah dualarımızı kabul ederek onu cezalandırıyor.'
Katliam sonrası herhangi bir yerden yardım alamadıklarını da anlatan Ayşe Ali, 'Katliamdan sonra hiç kimseden yardım almadık. Ayda verdikleri beş kilo pirinç dışında bize yardım yapılmadı. Bize yardım elini kimse uzatmadı. Ne Birleşmiş Milletler, ne de başkalarından yardım almadık.
Katliam öncesinde eşimin emeklilik maaşı vardı. Ondan sonra o öldü diye maşı da kestiler. Şuan ben tek başıma bir kadın olarak hiç kimsenin yardımı olmadan yaşamaya çalışıyorum' diye konuştu.
'Her yerden çığlıklar geliyordu'
Katliamda aile ve akrabalarından toplam 33 kişiyi kaybeden Cebrail Ömer Mecit de trajediyi şöyle anlattı:
'Halepçe Katliamı'nda 4 erkek kardeşimi ve 3 kız kardeşimle birlikte ailemden 33 kişiyi kaybettim. Katliam öncesi peşmergeler şehre girmişti. Bize Halepçe'yi özgürleştirdiklerini söylemişlerdi. Halkta büyük sevinç vardı. Ama bu sevinç uzun sürmedi. 16 Mart günü bombardıman başladı. Kardeşlerimin hepsi bizim ötemizde olan kız kardeşimin evine gittiler. Ben ve bir erkek kardeşim evde kaldık. Daha sonra ben dışarı çıkarak, Halepçe kaymakamlığına gidip durumu sormak istedim.
Konuşma esnasında bombardıman yeniden başladı. Hemen bize yakın olan caminin bodrum katına indik. Bombardıman süresince ben ve kardeşim Halil camide kaldık. Saat 17.00'ye geliyordu. Ben kardeşime 'Halil sen evet git ve herkesi al, bir yolunu bulup buradan gideceğiz' dedim.
Halil korktuğu için o sıra kentten kaçışmaya başlayan halkın peşine düşerek şehirden çıkmış. Ben camiden çıktım ve hemen kız kardeşimin evine doğru koşmaya başladım. Eve doğru giderken her sokakta yüzlerce insanın yerlerde ölü olarak yattığını gördüm. Bunların hepsi tanıdığımız akraba, aile dostu ve komşularımızdı. Ben kız kardeşimin evine varmadan önce tanıdığım bir arkadaşımın evini gördüm ve bakmak istedim. Kapıyı açtığımda yaklaşık 35 kişinin üst üste yığılmış cansız bedenini gördüm. O zaman ne yapacağımı bilmiyordum çok şaşkın ve çaresizdim. Dışarı çıkmak istedim ve kapıya doğru yürümeye başladığım sırada arkadan bir elin ayaklarımı tuttuğumu fark ettim. Önce çok korktum. Dönüp baktığımda yaşlı bir kadının takatsiz bedeni yerde yatıyordu. Hemen onu aldım dışarı çıkardım ve kendisine gelebilmesi için onu biraz sarstım. Ondan sonra İran askerleri onu aldı. Askerler yaralıları topluyordu.
Bana 'sende bizimle gel' dediler. Ben onlara kız kardeşimin evine gitmem gerek diyerek eve doğru yol almaya başladım. Kız kardeşimin evine vardığımda ve avlu kapısını açtığımda, yerlerde cansız bedenlerin yatığını gördüm.
Bodrum katında çocukların ölü bedenlerini gördüm. Herkes üst üste yığılmıştı. Bedenleri yanmıştı adeta. Kimyasal gazın etkisiyle durmadan kusuyordum. Birkaç gün aradan sonra onları gömmek istedim ve evin avlusunda bir çukur açarak 8 kişiyi gömdüm. Ondan sonra evin üstüne çıkarak bağırdım, saatlerce ağladım. O gün orada ölmemem büyük bir tesadüftü.'
'Tek tesellim kardeşimin yaşaması'
Mecid tüm ailesini kaybetmişti. Ancak kardeşi Halil'in durumundan haberi yoktu. Günlerce onu aradığını anlatan Mecid, kardeşini nasıl bulduğunu şöyle aktardı: 'Daha sonra kendimi tamamen kaybetmiştim. Gözlerim artık görmüyordu. İran askerleri beni Kırmanşah şehrine götürmüştü. Orada yaklaşık 5 ay tedavi gördüm. Halil kardeşimin yaşayıp yaşamadığından haberim yoktu. Durumum biraz iyi olur olmaz Kırman kasabasına gittim. Her yerde kardeşimi arıyordum. Daha sonra kardeşimin yaşadığını ve Kengaver kasabasındaki bir kampta olduğunu duydum. Önce inanmadım tabi. Direk Kengaver'e halamın evine gittim. Halil'in orda olduğunu ve yaşadığını gördüm. Tek tesellim bu olmuştu.'
'Sadece 16 Mart'ta hatırlanır Halepçe'
Aradan geçen bunca zamana rağmen Halepçe'nin hala katliamın etkisinden kurtulamadığını ve kentin kaderine terk edildiğini ifade eden Mecid, şöyle devam etti: 'Halepçe katliamının üzerinden 18 yıl geçmesine rağmen insanlarımız hala kimyasal gazın etkisinde. Tedavi olmalarına rağmen hala kimyasal gazın etkisi aşılmış değil ve insanlarımız ölüyor. Her yıl 16 Mart'ta Halepçe anılıyor ama sadece 16 Mart'ta hatırlanıyor Halepçe. 18 yıl boyunca ne Irak hükümeti ne de yerel Kürt hükümeti Halepçeli insanların taleplerini dikkate almadı. Şu an arkamda gördüğünüz mezarlıkta dört briket arasında 150 şehit yatıyor. Bunun gibi binlerce insan toplu mezarlarda. En azından Helepçeli şehitlere bir şehitlik yapılabilirdi
3 gün süren bombalamanın ardından kentte 5 bini aşkın kişi yaşamını yitirmiş, binlerce kişi de yaralanmıştı. Her ne kadar bu katliamın baş sorumlularından birisi Saddam Hüseyin olsa da, bu kimyasal silahların ABD, Fransa, Almanya patentli olduğu daha sonra açığa çıkmıştı. Nitekim dünya ülkeleri uzun süre bu katliama sessiz kalmış ve ölen binlerce Kürt görmezden gelinmişti. Halepçe, henüz yeni doğmuş çocuğuna sarılı bir şekilde can veren anneyle çocuğunu gösteren bir fotoğraf karesiyle hafızalara kazınmış, tarihe insanlığın kara bir lekesi olarak geçmişti.
Halepçe'nin yaraları sarılmadı
Katliamın üzerinden 18 yıl geçti, ancak Halepçe'nin yaraları hala sarılmış değil. 1991 yılında bölgedeki hakimiyeti ele geçiren Kürt güçler, aradan geçen bunca zamana rağmen Halepçe'yi sahiplenme konusunda yeterli çalışmayı gerçekleştiremedi. Kenti gezdiğiniz zaman kimyasal saldırının etkisinin halen var olduğunu çok rahat görebiliyorsunuz. Yaşanan bombardıman sonrası yıkılan evler, mahalleler halen olduğu gibi yıkık bir şekilde duruyor. O dönem kimyasal gazdan etkilenerek yaralanan binlerce insan üzerindeki etki de halen devam ediyor. Bu kadar zaman geçmesine rağmen, o dönemde yaralananlar ölümle karşı karşıya. Görüştüğümüz insanlardan, daha kısa bir süre önce gazdan etkilenen bir kişinin daha yaşamını yitirdiğini duyuyoruz. Halkın en büyük beklentilerinden biri olan tam teşekküllü bir hastanenin yapımı dahi gerçekleştirilmemiş.
50 bin civarındaki kentin altyapı sorunu had safhada. Belediye imkanları dahilinde bir şeyler yapmaya çalışsa da yeterli bütçesi olmadığı için birçok sorunla karşı karşıya. Yerel Kürt hükümeti istenen maddi desteği sağlamış değil. Halkın büyük bölümü 3 veya daha fazla yakının kaybetmiş. Ama bunlar, şehit ailelerine verilen bütçeden yeteri pay alamıyor. Yoksulluk had safhada ve herhangi bir ekonomik gelir elde edebilecek bir alan yok.
O dönem ölenlerin toplu halde gömüldüğü mezarlıkta yapılan bir anıt dışında pek bir şey yapılmış değil. Mezarlığın içindeki toplu mezarların duvarları da tıpkı evler gibi yıkık bir halde. Yerel hükümetin yaptığı en önemli çalışma katliam anısına yapılan anıt ve müze.
Yaşanan acıların yaralarının sarılmamasının daha büyük bir felaket olduğunu düşünüyorlar. Onun için hala bu yaraların sarılacağı günü bekliyorlar.
O gün terk edilmiştik
Halepçe Katliamı'nda annesi, babası, 6 kız kardeşi ve iki erkek kardeşini yitiren Pexşan Faik Arif, yaşadığı acı dolu günleri 'Terkedilmiştik' diye özetliyor. Arif konuşmasını şöyle sürdürdü: 'Katliamdan bir gün önce babamın evine gitmiştim. Babamın evinde sığınak olduğundan çok sayıda kişi gelmişti. Ben anneme bu kalabalığın normal olmadığını ve bugün peşmergelerin şehri terk ettiğini söyledim. Ayrıca anneme buradan gidelim dedim. Annem biz bu kadar insanı bırakıp bir yere gidemeyiz dedi. O gün ailemi son görüşümdü. Onlarla son bir kez konuşacağım ve onları bir daha hiç görmeyeceğimi bilmiyordum. Ertesi gün sabah saat beşte babamın evinden ayrılarak evime gittim.
Ayın 16'sında ise öğle saatlerine kadar bir şey yoktu. Sokaklarda insanlar normal yaşamını sürdürüyordu. Evimiz biraz şehrin dışında dağın yamacında olduğu için olup bitenleri çok net görebiliyorduk. Öğleye doğru şehirden gelen bir akrabamız durumların iyi olmadığını ve İslami güçlerin şehrin boşaltılması gerektiğini söylediklerini aktardı. Ondan sonra her geçen dakika durumlar daha da ciddileşti ve uçaklar gelmeye başladı. Adeta bir savaş alanıymış gibi insanlar kaçıyordu. O an yanımda eşim ve iki akrabamız vardı. Hepimiz çok tedirgindik ve ne yapacağımızı bilmiyorduk. O sırada uçaklardan bomba sesleri gelmeye başladı.
'Hayat zehirlenmişti'
Bombalamaların ardından herşeyin zehirlendiğini anlatan Arif, sözlereni şöyle sürdürdü: Halepçe kırmızı bir duman bulutu altında kaldı. Artık biz de fazla bir şey göremiyorduk. Uçakların saldırısıyla bizde kendimizi daha iyi koruyabileceğimiz bir yere attık ama benim aklım ailemdeydi. Daha ne yapacağımızı düşüyorduk ki, evimizin önüne bir bombanın düştüğünü gördük. Üzerimize taş toprak düşmeye başladı. Ondan sonra uçakların yoğun bombardımanı başladı. Saatlerce öyle kaldık. Saat 17.00'ye geliyordu.
Eşim yiyecek getirmek için şehre gidip geldi ama eli boş döndü. Her yerde kimyasal gaz kullanıldığı için yiyecek, su hepsi zehirlenmişti. İkinci sefer bende eşimle gittim. Şehre girdiğimizde ortalığa çok kötü bir koku sinmişti.
Yanık et kokusundan başım döndü. Halepçe'ye baktığımızda sanki bu şehirde insanlar yaşamıyor hiç bir şeyden ses yok ne bir insan ne bir hayvan hiçbir hareketlilik yoktu. Aradan bir saat geçtikten sonra insanlar sığınaklardan çıkarak şehri terk etmeye başladı. Yerlerde ölülerin cansız bedeni ve canını kurtarmak isteyen kadın, çocuk, ihtiyarların kaçışmaları ve göz yaşları vardı. İnsanların yanmış bedeni kadınların çocuklarına sarılarak can verdiği ve daha kundaktaki çocuğun yanmış bedenini gördüğümde midem bulandı ve kustum. Kadınların çocukların korku çığlıkları hala kulağımda çınlıyor. O gün hiç unutmadığım bir an vardı. Ben ve eşim eve geri gitmek için ölülerin üst üste yığıldığı sokakta ilerliyorduk. Sokak başında yaşlı bir kadın çocuklarının cansız bedenine sarılmış ağlıyordu. Zifiri karanlıkta bizi gördüğünde bizi peşmerge sanıp, 'Ne istediniz bizden, neden bunu yaptınız, bu çocukların ne günahı neydi? Tüm bunlar sizin suçunuz, neden halkı önceden uyarmadınız' diyerek hıçkırıkla ağlıyordu. Yaşlı kadının durumunu gördüğümde çok duygulanmıştım. Benimde tüm ailem kayıptı onlardan haber almamıştım daha. İlk olarak sığınakları var diye aileme bir şey olduğunu sanmıyordum. Ama maalesef annem, babam ve kardeşlerimi kaybetmiştim.'
HALEPÇE
Halepçe Federal Kürdistan'ın Süleymaniye kentine bağlı, kentin 100 kilometre güney batısında bulunan bir kent. İran sınırında bulunan ve Kürtlerin yerleşim yeri olan bu kent, tarihte Kürt başkaldırılarının da önemli bir merkezi olarak bilinir. 16 Mart 1988'de kent merkezine hardal ve sarin gazları olarak bilinen kimyasal bombalar atılmıştı.
ne kadar seversen sev, kesin ayrılık sebebidir. ve aşk hala yaşasa bile kalbin asla ama asla affedemiyeceği şeydir.. yaşanmadan öğrenilmeyen hadisedir.acı verir insana. dudaktaki isyandır feryattır.akıp giden gözyaşıdır.
Evliliğin bitme sebepleri ve buna bağlı olarak ihanet sebepleri
Çiftler evlendikleri zaman, birbirlerine tapmak heran birlikte olmak isterler yani biz seninle eş değil de ikiz olalım;
Ne demek bu şimdi diyebilirsin Sen nereye gidersen ben de seninle gelmeliyim, herşeyi beraber yapmalıyız, attığın her adımdan haberdar olmalıyım, karşı cinsle bundan sonra arkadaş olarak dahi yakından uzaktan görüşmemelisin, cep telefonunu-cüzdanını -Ajandanı istediğim zaman karıştırmalıyım.kiminle konuştun telefonla, bu saatte bu seni niye aradı, arkadaşlarınla niye dışarı çıkıyorsun, bu görüştüğünü ben tanıyor muyum? evliliklerin başlıca bitme nedenleri veya sürünen veya mutsuz bir şekilde cehennem hayatı gibi devam eden evlilikler.Evlenen çiftler birbirlerinin de önceden yaşadığını hep unutuyorlar, yani hayat o imzayı attıktan sonra anında değişmeli gözüyle bakıyorlar, birbirlerinin hayatlarına saygı duymuyorlar. Kısacası birbirlerinin bir birey olduğunu kabul etmiyorlar Sonra da aradaki saygı bağı kopuyor,can sıkıcı bir ilişki,
varlığı alışkanlık olmuş bir insanla, buyur hayatının geri kalanını geçir. kadın olsun erkek olsun hep aynı senaryo.....
Bu yazdıklarımızı genelde kadınlar kabul etmezler, erkeklerin daha çok hoşuna gidiyor çünkü bu sebepler kadın tarafından daha baskıcı bir şekilde dile getirildigini belirtiyorlar.
Genelde çiftler şu düşüncede birleşiyor ama işlerine geldiği müddetçe, Ben, arada sırada arkadaşlarımla olmak
isteyebilirim, bir akşam da onlarla yemek yiyebilirim ve bunu benim eşim de, erkek arkadaşım da yapabilmeli, belki de onun canı yalnız kalmak isteyecektir bir süre, buna saygı duymak niye zoruna gidiyor insanların. Veya herkesin karşı cinsten bir sürü arkadaşı olabilir, evden benimle konuşmak istediği zaman beni de arayabilir arkadaşım. Bunun neresi garip. insanlara bunu anlatmak zor,eğer sevdiğin veya eşin senin omuzuna yeri gelip ağlamıyorsa, bir sıkı dost gibi onu eleştirmiyorsan, kardeşi gibi ona huzur veremiyorsan, arkadaşı gibi onunla eğlenemiyorsan, yeri geldiğinde onunla ciddi tartışmalar yapamıyorsan
ve onun hiçbir seçimine saygı duymuyorsan, benim istediğim olduğu sürece mutlu olabiliriz diye kişinin yaşamına ve kişiliğine sürekli tecavüz ediyorsan bu insandan ne bekleyebilirsin ki, bunlar çok mu zor şeyler...
Türklüğün destanıdır.Türklerin, Orta Asyadan çıkış destanıdır..... Bu gerçek anlamı ama şimdiki ergenekon....
tüm türkmen devletlerinde de hakimiyet süren bir illet. ama kuran da yönetene de helal olsun yaptırım gücü var veli paşada ama gönül isterdi ki yasa dışı olmasın bizzat devletimizin lehine çalışssın ama nerdeeeee... evet bir zamanlar devlete de hizmeti olmuş ama neye yarar.
Geçtiğimiz hafta ekrana gelen 'Cenin Cenin' belgeseli, istek üzerine tekrar yayınlanıyor. Tarih sayfalarına Cenin katliamı olarak kanlı harflerle not edilen bir sürgünün anlatıldığı belgeselde, Filistin'de yaşanan insanlık dramı ekrana geliyor.
Rabbim sebeb olanların elbet hesabını soracaktır..
Kardeşlerimizin bu şekilde muamelede bulunması derinden yaralıyor bizleri..
gün bugünden ibaret değildir, bugünün yarını da var şüphesiz..
dileğimiz hakettikleri cezayı Mevlam versin..
Ne diyeceğimi bilemiyorum.. Allah yardımcı olsun..
Dünya'ya yıllardır kan kusturan her savaşın, her katliamın, her vahşetin arkasından yine ve yeniden çıkan İsrail ve siyonizmi ve onun iri cüsseli abileri, koruyucuları ve kodamanları...
Kendi yaşadıklarının acısını nasıl unutup da, bir avuç daha tüyü bitmemiş Filistinli çoluk çocuktan öfkelerini çıkarmaya çalışıyorlar. Orantısız güç kullanımı ile kahpece vurduğu topraklarda akan kanda bir gün gelecek kendisi ve onun ortakları boğulacak. İnsanlık asla bu kanlı günleri unutmayacak.
İsrail'in Gazze'de yaptığı katliamı şiddetle kınıyorum bende...
Saygılarımla.
insan
30.03.2009 - 15:20İnsan, dünyadaki en baskın canlı türüdür. insanı; biyolojik, sosyal,kimyasal, ruhsal,fiziksel ve dinsel olarak inceleyebiliriz.İnsanın bilimsel ismi Homo sapienstir, Latince 'akıllı adam' anlamına gelir.Bugün yaşayan insanlar üzerinde yapılan bazı genetik araştırmalar bu türün yaklaşık 130,000 yıl önce Afrika kıtasında ortaya çıktığını ve oradan dünyaya yayıldığını göstermiştir.(KUR-AN'da; Tâhâ 115. Andolsun biz, daha önce Âdem'e (o ağaçtan yememesini) tavsiye etmiştik (bizim tavsiyemizi) unuttu. Biz onda bir azim (ve sebat) bulmadık.
Tâhâ 116. Meleklere: 'Âdem'e secde edin.' demiştik. Secde ettiler, yalnız iblis diretti.
Tâhâ 117. Dedik ki: 'Ey Âdem, bu senin ve eşinin düşmanıdır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra (dünyâ işleri olan geçim derdi hastalık, belâ vs. ile uğraşmaktan) yorulursun. (Halbuki burada böyle dertler yoktur.) (Tâhâ 118. 'Şimdi burada susamayacaksın, çıplak kalmayacaksın.'
Tâhâ 119. 'Ve sen burada susamayacaksın, kuşluk vakti güneşi(nin ısısı) ndan etkilenmeyeceksin.
Tâhâ 120. Ama şeytan ona vesvese verip: 'Ey Âdem! Sana sonsuzluk ağacını ve çökmesi olmayan bir saltanatı göstereyim mi? dedi.
Tâhâ 121. Bunun üzerine ikisi de o ağacın meyvasından yedi, ayıp yerleri görünüverdi. Cennet yapraklarıyla örtünmeye koyuldular. Âdem, Rabbine baş kaldırdı ve yolunu şaşırdı.
Tâhâ 122. Rabbi yine de onu seçip tevbesini kabul etti, ona doğru yolu gösterdi.
Tâhâ 123. Onlara şöyle dedi: 'Birbirinize düşman olarak hepiniz oradan inin. Elbet size Benden bir yol gösteren gelir; Benim yoluma uyan ne sapar ve ne de bedbaht olur.'
) Bu türün Neandertaller ile aynı zamanda yaşadığı ve bu iki türün birbirleriyle karşılaştığına dair arkeolojik kanıtlar da mevcuttur. Kimi görüşler de, bu iki türün birbirinin farklı olduğunu fark etmeden birlikte üremiş olabileceğini, dolayısıyla da günümüz insanının kökeninde Neandertaller'in de olduğunu iddia etmektedir.Neandertal insanının kemik-iskelet yapısı günümüz insanından oldukça farklıdır.Neandertal insanının çene kemiğindeki mandibular kemik kanalının tipik yapısı ayırt edici bir temel özelliktir.
İnsan, alet kullanabilmesini sağlayan, kolların serbest olduğu dik bir vücuda sahiptir. Beyni soyut düşünme, anlam verme, konuşma ve kendini gözleyebilme yeteneklerine sahiptir. Alet kullanabilmesi ve zihninin özellikleriyle insan diğer canlılardan ayrılır. İnsan doğaya uyum sağlamak zorunda olmayan tek canlıdır. Doğayı anlayabilir, denetimi altına alabilir ve kendi amaçları doğrultusunda doğanın güçlerini kullanabilir.
İnsan; maymun, şempanze, goril ve orangutan ile birlikte, Hominioidea üstfamilyasında bulunan çift ayaklı primattır. Evrim teorisine göre bu canlılar ile ortak bir atadan evrilmiştir.(kur-an'da Böylece sizi orta bir ümmet yaptık ki, insanlara şâhid olasınız.
Elçi de size şâhid olsun. Biz, Elçi'ye uyanı, ökçesi üzerinde geriye
dönenden ayıralım diye, eskiden yöneldiğin Ka'be'yi kıble yaptık. Bu,
Allâh'ın yol gösterdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir. Allâh
sizin imanınızı zayi edecek değildir. Şüphesiz Allâh, insanlara şefkatli,
merhametlidir./bkara süresi 143/
İnsanlar, gelişmiş sosyal yapılar kurmuşlardır. Bu yapılar duruma göre aynı amaca yönelik birlik veya rakip olabilirler. Aile en temel sosyal yapı sayılabilir. Güvenlik ve adalet için devletler kurmuşlardır. Aynı dili konuşanlar milletleri oluşturmuşlardır.
İnsanlar, dünyayı anlamak ve denetlemek için bilim ve teknolojiyi geliştirdiler. İnançlar, efsaneler, gelenekler, değerler ve toplumsal kurallar insanın hayatında önemli bir etken olan kültürü oluştururlar.
İnsan zihninin temel özelliği bilinçtir. Bilinç ile birlikte, kendini gözleyebilme, zamanı algılayabilme ve özgür irade insanda bulunan özel niteliklerdir. Psikoloji bilimsel bakış açısı ile insan zihnini incelerken, dinler değer yargıları ile insanı inceler. Yapılan davranışın iyi veya kötü olması ile ilgilenir.
insan
30.03.2009 - 15:17İNSAN NEDİR?
Doğadaki diğer biyolojik canlılarda olduğu gibi varolduğu yaşam serüveninde bir çok evrimsel süreçten geçmiştir insan… Ayakları üzerinde durabilmiş, maddeye şekil verip tasarımlar yapabilmiş, elleri ile üretebilmiş ve tüm bunların sonucunda kendini bir bütün olarak ifade edebilecek sanatı ve kültürünü oluşturmuştur. Belki de bu şekilde yaşamı anlamayı, kendini duyumsayabilmeyi öğrenebilmiştir. Ama asıl önemlisi, kendini bir varlık olarak algılama becerisini gösterebilen bilinen tek varlık olmuştur. Sancılı bir süreçtir bu…Eski Hint kültüründe, insan bütün canlılarla kendini bir algılar. Bu düşünüşe göre doğada canlılar birbirlerine bağlı olarak bir aradadır. Klasik Yunanda ise insanın düşünce ve duyguları ile diğer canlılardan ilk kez ayrıldığı görülmektedir; İnsana özgü olan akıl ile insan kendisini diğer varlıkların önüne çıkarır ve bir noktada tanrılıkla bağlanır (Logos) . Descartes’ da insan aklı ile tanrısallık bir arada algılanır. Dünyanın varlığından tanrıya giden yol bırakılıp, Tanrılıkta kökünü bulan, bilen aklın ışığından dünyanın çıktığı şeklinde bir sonuçlanmaya varılır. İbni Sina’dan Spinoza’ya ve Hegel’e kadar gelen panteizm, insan tini ile Tanrısal tinin özdeşliğini ana öğretilerden biri haline getirmiştir. Artık insanın tinsel farklılığı irdelenmektedir. Leibniz bunu daha da ileri götürmüştür. Ona göre insan kendinde bir tür küçük tanrıdır.
Tarih boyunca kendi üzerindeki bilincinin gelişip artmasıyla insan artık kendisinin kim olduğu, bu evren içerisinde yerinin ne olduğu sorularını da sormaya başlamıştır. Scheler’e göre insanın bu sorgulamaları onu birçok sonuca götürmüş, bu sonuçların etkileri de kendisini insanlık tarihi olarak ortaya koymuş olduğundan, tarihte ortaya çıkan insanlıkla ilgili ide’leri beş farklı ana madde üzerinde toplamıştır;
Scheler, özellikle Yahudi ve Hıristiyan geleneğine bağlı olan çevrelerin, dinsel inancın insan üzerindeki ide’si ile algılanan insan düşüncesini dile getirir. Tanımlanan bu ilk ide, Tanrı tarafından yaratılan bir çift insan tasarımının (Adem- Havva) insanlık üzerinde kendisi hakkında bıraktığı etkidir. Bu düşünceye göre, insan daha doğuştan günahkardır. Çünkü aklı ve özgür iradesiyle işlediği günah sonucu Tanrı tarafından cennetten kovulmuştur. İnsanın aklı sayesinde ulaştığı Tanrı kavramı, yine bu aklın, Tanrıyla ama temelde kendisiyle çatışması olarak belki de insanlığın yarattığı ilk mitos biçiminde ortaya çıkmış olması gerçekten çok ilginçtir.
İnsanlık üzerinde en çok kabul gören ikinci ide “Homo sapiens” ide’sidir. Yunanlıların ulaştığı bu düşünce, insanın bir “akıl varlığı” olduğudur. Bu düşünce ilk olarak Anaksogoras tarafından dile getirilmiş, Platon ve Aristoteles tarafından da felsefi biçimde açıklanmaya çalışılmıştır. Aristoteles’e göre “Anima rationalis” ide’si yani aklın yolundan giderek bilgi ağacını tanıma ve cennetten kovulma düşüncesi sonraları Hıristiyan felsefesinde de insan özünün “Anima rationalis” ide’si ile tanımlanmasını doğurmuş, bilgi ile günah bir arada algılanır hale gelmiştir. Homo sapiens ide’si insanı hayvandan ayıran bir özelliktir. Akıl aracılığı ile insan varolanı olduğu gibi tanımaya, Tanrıyı, evreni ve kendini bilmeye elverişli hale gelebilmiştir. Aristoteles’ten Kant’a homo sapiens ide’sini kabul eden hemen bütün filozoflar için insan Tanrıca bir etmendir. İşte bu etmen, kaosu kozmos’a çeviren şey ile ilkece aynıdır. Bu durum ise “aklın değişmezliği” tartışmalarına neden olmuştur. Hegel tarafından yadsınmış olan aklın değişmezliği ona göre eksik bir bakış açısıdır. Hegel tarihi aklın ürünlerinin bir toplamı olarak değil, insanlık tininin bir biçimlenmesi olarak görür. Tarih ona göre, Tanrılığın insanın ideler dünyasında anlaşılması ve kendi kendisinin farkına varılmasının meydana getirdiği sürecin adıdır.
İnsan üzerindeki üçüncü ide, naturalist, pozitivist, ve daha sonra pragmatist öğretilerin kabul ettiği “homo faber” ide’sidir. Bu düşünceye göre insan temelde hayvanlardan çok da farklı olmayan bir “içgüdü varlığı”dır. Bacon, Hume, Spencer gibi pozitivistlerin insan anlayışları, onun içgüdü varlığı olduğu yönündedir. Çalışan, konuşan, alet yapan, aklını ve mantığını ancak uğraşları ile kuran bir varlıktır insan. Özde düşünen değil yapabilen, şekil veren, üretebilendir.
İnsan için ortaya atılan dördüncü ide ise, onun tarih içerisindeki soysuzlaşmasına değinir. Bu görüş, evrimleşme sürecini tamamlayamayan insanın bu eksikliğini giderebilmek üzere varolmak için üretmek zorunda olduğu aletleri kullanma gereksiniminden bahseder. Evrimsel olarak genetik yapılanmasını doğa ile uyumlu hale getiremeyen insan yok olması gereken bir canlı türüdür. Ancak bu yok oluşu o kendi tinsel yapısı ve aklı ile aşmıştır
İnsan üzerine günümüz felsefesinde ortaya konan beşinci ide Scheler’e göre kendisini öylesine mağrur ve baş döndürücü bir yüksekliğe koymuştur ki artık insan, üst insan kimliği ile karşılaştırıldığında “utanç verici” bir varlıktır. Üst insan tek sorumlu olan bir efendidir. Yaratıcıdır. Tarihin kendisinde anlam bulduğu yegane varlıktır. Özde ortaya konan bu ateizm kavramı, insanın bir kişi olması için teist Tanrı kavramının varolmaması gerekliliği esasına dayanır. Hartman’a göre insanın dışında bir varlığın geleceği belirlemesi özgür ve kendinden sorumlu bir varlık olarak insanı ortadan kaldırır.
İnsanın insan hakkında düşünce tarihinde söylediği yığınla söz ve ürettiği çok sayıda düşünceden sonra vardığı nokta aslında bir yere varamamış olmasının yarattığı içsel çelişkidir. Tarih boyunca insanın aklı ve tinsel yapısıyla ulaştığı Tanrı kavramı, yine aynı akıl tarafından yok edilebilmektedir. Ama asıl paradoksu oluşturan, Tanrıyı reddedebilen insanın, evrende kendisini farklı bir yere koyarken ve insanı tanımlarken, Tanrıyı algılamasını sağlayan tinsel özelliğini her şeye rağmen ortaya koyma çabasıdır. Dolayısıyla aslında insanoğlu bilir ki, Tanrıyı anlamak insana özgüdür ve insanca bir eylemdir. Özetle, bu bir çıkmaz sokaktır. Bu durum ise yaşadığımız çağda, kendi ürettiği en büyük soruya yanıt bulduğunu kabul eden insanı başka açmazlara götürür. İşte böylesi bir durumda da sorulması gereken temel soru, düşünen insanın felsefi “uyanış” ını reddeden çözümlerin oluşturduğu problemlerin neler olabileceğidir?
Bir yanda, Tanrıyı sorgulayarak ondan bir şekilde uzaklaşmayı becermiş insan gerçeği vardır. Tanrıyı anlamayı düşünsel boyutta artık gerekli bulmayan insan, varoluşunu anlamak, kendini bilmek adına girdiği bu savaştan vazgeçerek ve tinsel yapısından tekrar koparak bir anlamda insanlığından uzaklaşmakta mıdır? Evet…yanıtlanması zor bir sorudur bu. Ancak insan olma bilinci ve kişi olma sorumluluğu insanı tam anlamıyla tüketmiştir. Belki de bu yüzden vazgeçmiştir günümüz insanı. Yenilmiştir. 19. yüzyıl sonrası ortaya çıkan bilimselci anlayışın faydacı bir bakış açısıyla bütünleşerek değerlendirme ölçütü haline gelmesi başka hangi nedenlerden dolayıdır? Tanrıya insanlaşması için gereksinimi olan insanın onu reddedemeyip göz ardı etme çabasıdır bu. Artık gerçek, sadece denenebilir ve tekrar edilebilir doğruların kendisidir.
Öte yanda ise, sanki başka bir dünyada aynı süreç, tanrıyı değil kurallarını yaşamak adına koşulsuz ve sorgusuz bir inancı önermektedir. Çünkü yine yanıtın bulunduğu kabul edilmiştir. Ancak sorunun yanıtını kim vermiştir? soruyu soran akıl mı? Yoksa aklın bulduğu Tanrı mı? Neden artık insanın tinselliği bir yerden sonra gereksiz yada yetersiz bulunabilmektedir? Sanırım yanıtımız ne olursa olsun, bu düşüncenin, sonuçları açısından yine benzer bir şekilde, insanı, sorgulamama noktasına getirebilmesi oldukça düşündürücüdür.
Günümüz dünyasında felsefi eğitim konusunda niçin eksik kalınmıştır? Neden ısrarla felsefi düşünceden bilinçli bir şekilde uzaklaşılmakta, bahis konusu edilmemektedir? Öyle görünüyor ki bu durum günümüz dünyasını belirleyen değerlerle, anlayışlarla ve görme açılarıyla ilgilidir. Artık “insan olma bilincinin” rafa kaldırıldığı 21. yüzyılın başlarında “humanitas” idealinin üst bir noktası olarak insan hakları düşüncesine ulaşabilmiş olan insanın, bu hakların ihlalinin önüne neden geçemediği de kanımca son derece açıktır. Felsefi bilginin temeli olarak bağımsız ve yaratıcı düşünmenin zayıfladığı, kendini dar çevresinden soyutlayarak bir bütün olarak algılayabildiği “theoria” yönünü yitirdiği, bilginin, bütünlüğü olmayan ve birbirinden kopuk uzmanlıklarla sınırlandırıldığı dünyamızda insanın kendini anlama çabası, faydacı anlayışından dolayı son derece gereksiz bulunmaktadır. İşte bu yüzden toplum bilimcilerin ısrarla sorgulamaya ve anlamlandırmaya çalıştığı insanın etik anlayışı yok olma sürecine girmiştir. İşte bu yüzden günümüz Türkiye’sinde temel eğitimin üzerinde böylesine hesaplar yapılmakta, “kişi” olabilecek kuşakların, yönetenlerin faydacı anlayıştan kaynaklanan çıkarları uğruna, sorgulayamayan “sürü insan”lar haline gelebilmesi için elden gelen her çaba sarf edilmektedir. Ve işte bu yüzden, tüm teknolojik avantajlarına rağmen günümüz insanı için “İNSAN OLMA SORUNU” ve “İNSAN NEDİR? ” sorusu daha önemli hale gelmiş, onun insanlaşması için temel gerekliliğin yanıtın kendisinde değil sorulan sorunun oluşturduğu eylemde, yani “ARAMAK” ta olduğu inanıyorum ki daha da belirginleşmiştir.
kan
30.03.2009 - 15:15KAN NEDİR?
Kan nedir sorusuna kısaca, 'yaşam suyu' yanıtını vermek yanlış olmaz. Bu sıfatını, dokulara sürekli olarak oksijen ve gıda maddesi taşıyarak onların yaşamasını sağladığı için hak etmektedir.
Kalbin pompalaması ile tüm vücudu en uç dokularına kadar dolaşan kan, bu dolaşımı sırasında akciğerden aldığı oksijeni yani temiz havayı tüm dokulara taşırken, dokulardan da kirli havayı yani karbondioksiti alarak atılmak üzere akciğerlere taşır.
Aynı dolaşımı sırasında gıda maddelerini dokulara iletirken, dokularda birikmiş gıda atıklarını da vücut dışına atılmak için böbrekler gibi organlara taşır.
Su ve madensel tuzlar da insanın yaşaması içim temel olan etkenlerdir. Kan, tüm dokulara gerekli olan suyun ve madensel tuzların iletilmesi görevini de yapar.
Kanın ayrıca vücudu hastalık etkenlerine karşı korumak gibi bir görevi de vardır. Bu görevini, akyuvarlar (lökosit) ve antikorlar gibi bağışıklı elemanları üreterek ve gerekli yerlere ulaştırarak yapar.
Kanın elemanları?
Kanı, kan hücreleri ve kan sıvısı olarak başlıca iki gruba ayırabiliriz.
Kan sıvısında gıda maddeleri, protein su, madensel tuzlar ve bağışıklık elemanları bulunur.
Kan hücreleri eritrositler (alyuvarlar) , lökositler (akyuvarlar) , ve trombositlerdir (kan pulcukları) .
Eritrositlerin görevi, yapısında bulundurduğu, kana kırmızı rengini veren hemoglobin ile dokular arasında oksijen ve karbondioksit gibi gazların taşınmasını sağlamaktır. Bir mililitre kanda 4-5 milyon adet eritrosit bulunur.
Lökositler, mikroskop altında incelendikleri zaman farklı görüntüler gösteren bir grup hücredir. Vücuda giren, aralarında mikrop ve virüs gibi hastalık etkenlerinin de bulunduğu yabancı cisimlere karşı mücadelede her biri ayrı görevler üstlenirler. Lökositler bir mililitre kanda 4-10 bin civarında bulunurlar.
Trombositlerin görevi, kanamaya karşı vücudu korumaktır. Bir mililitre kanda 200-400 bin civarında bulunan trombositler normal koşullarda kan sıvısı içinde birbirinden ayrı yüzerlerken, kanama halinde bu bölgede birbirlerine yapışarak ve bünyelerine, kanın sıvı kısmında bulunan fibrin gibi, pıhtılaşmada görevli diğer elemanları da alarak pıhtı oluşumunu sağlar.
Kan grupları
Kan, antijen yapısı nedeniyle değişik gruplarda sınıflandırılmaktadır. Bir grupta kanı olan kişiye başka gruptan kan verildiğinde damar içinde pıhtılaşma gibi tehlikeli tablolar görülür.
Kan grupları ABO ve Rh olmak üzere başlıca iki sistemdedir. ABO sistemi açısından bir kişinin kanı A, B, AB veya O gruplarında yer alır.
Rh faktörü açısından ise, bu faktörü bulunduran kişiler Rh + (pozitif) , bulundurmayan kişiler ise Rh - (negatif) olarak sınıflandırılırlar.
Her ikisi bir arada değerlendirildiğinde ise A Rh +, A Rh -, B Rh+, B Rh-, AB Rh+, AB Rh-, O Rh+ ve O Rh- olmak üzere toplam sekiz tip kan bulunmaktadır.
KANIN YAPISI
Kan, damarlar içerisinde sürekli hareket halinde olan canlı bir sıvıdır. Bu sıvı, iki temel kısımdan oluşmaktadır: Plazma ve Hücreler.
Plazma kısmı büyük oranda sudan meydana gelir ve içerisinde, besin maddeleri, proteinler ve metabolitler gibi bir çok katı maddeyi barındırmakta ve bunların dokulara naklini sağlamaktadır. Normal bir insanda 5000-6000 mL (5-6 litre) kadar kan bulunmaktadır. Kanın % 50-60' sıvı kısım olan plazmadan ve %40-50'si ise hücrelerden meydana gelmektedir.
Plazma:
Plazmanın % 90'ı sudur. Kalan %10 ise katı maddeleri içerir. Bunların % 8'i proteinler, % 2'si ise diğer çözünmüş maddelerdir.
Kanın temel protein içeriği şöyle özetlenebilir:
Eritrositler: Eritrositler, kanın en yoğun hücre grubudur. Kandaki ertrositlerin hacminin, kan hacmine oranına Hematokrit denir. Bu değer, kadınlarda %38-46; erkeklerde ise, % 40-54 arasında değişir.
Eritrositler içinde bulunan hemoglobin molekülü, eritrositin temel işlevi olan gaz transportunu sağlamaktadır. Bu molekül, akciğerlerde oksijen bağlayarak, vücut hücrelerine taşımakta, oradan aldığı atık madde olan karbondioksiti de akciğerlere taşıyarak, vücuttan uzaklaştırılmasını temin etmektedir. Normal hemoglobin düzeyi, 12-16,5 gr/dL arasındadır. 12 gr altındaki hemoglobin düzeyleri, anemiyi (kansızlığı) işaret eder ve nedenlerinin araştırılması gerekir.
Normalde, kanın her mikrolitresinde 4 - 6,5 milyon eritrosit bulunmaktadır. Kan bankalarında, ağırlıklı olarak Eritrosit içeren kan komponentleri yani Eritrosit Süspansiyonları elde edilmektedir. Böylece kanın plazma kısmı ayrıştırılmış olmakta ve hastaya gereksiz olarak plazma verilmesi engellenmiş olunmaktadır. Bunun bir avantajı da, ayrıştırılmış olan plazma, dondurularak saklanabilmekte ve plazma ihtiyacı olan başka bir hastada kullanılabilmektedir. Bir kısım plazmadan da, kan ürünleri elde edilebilmekte ve bu ürünlere ihtiyaç duyan hastalara verilmektedir.
Nötrofiller: Bu hücrenin ana işlevi, vücuda zararlı olan yabancı materyalleri bulmak ve tahrip etmektir. Bulduğu yabancı materyali, fagositoz denen bir yöntemle içine alır ve içindeki çeşitli enzimlerle tahrip eder.
Bazofiller: Bazofillerin de fagositoz yeteneği vardır ama asıl fonksiyonunu, çeşitli maddeler salgılayarak gösterir.
Eozinofilller: Eozinofiller de nötrofiller gibi yabancı materyali yok etmek görevi olan hücrelerdir. Özellikle, parazitlere bağlı enfeksiyonlarda belirgin rol oynarlar.
Monositler ve Makrofajlar: Bu hücreler fagositoz yapma yeteneğindedir ve lenfositlerle direkt veya indirekt yoldan bağışıklık sisteminin regulasyonunda önemli rol oynarlar. Monositlerin dokularda bulunan şekline makrofaj denir.
Lenfositler: Bu hücreleri bağışıklık yanıtının humoral kısmını oluştururlar. Çok çeşitli fonksyonlara sahip bu hücrelerin en temel işlevi, mikroorganizmaları tanıyıp, onlara karşı antikor yapımını gerçekleştirmektir.
Trombositler: Trombositler kanın en küçük hücreleridir ve eritrositler gibi çekirdeksizdirler. Normalde kanın bir mikrolitresinde 100.000-400.000 kadar trombosit vardır. Esas özellikleri, pıhtılaşmada oynadıkları önemli roldür. Kan bankalarında, tam kandan ayrıştırılmak suretiyle Trombosit Süspansiyonları elde edilmekte ve sadece bu hücreye gereksinimi olan hastalarda kullanılabilmektedir. Trombosit süspansiyonları, aferez yoluyla da elde edilebilmektedir.
KAN HASTALIKLARI
Aplastik anemi
Granülositopeni
Lökopeni
Megaloblastik anemi
Pansitopeni
Pernisyöz anemi
kan kanseri
lösemi
1-) Aplastik terimi yeni dokular meydana getirebilme yeteneğinden yoksun olan, fonksiyonunu tam icra edemeyen manasına gelir ve burada kemik iliğinin fonksiyonunu tam olarak icra edememesini işaret eder. Anemi kan hücrelerinin sayısının normalden düşük olması durumudur. Tipik olarak anemi düşük eritrosit (alyuvar - kırmızı kan hücresi) sayımını tanımlar ama aplastik anemi hastalarında üç kan hücresi tipininin de sayımı düşüktür; yani eritrosit (alyuvar) , lökosit (akyuvar) ve trombosit sayımları genel olarak düşüktür.
TEDAVİ: Aplastik anemi tedavisi bağışıklık sisteminin günlük ilaç alımıyla bastırılması veya ciddi vakalarda kemik iliği naklini içerebilir.
Kemik iliği naklinde eski kemik iliği hücreleri bir vericiden alınan yeni hücrelerle değiştirilir. Böylece hasta yeni bir bağışıklık sistemine kavuşmuş olur. Yine de bu yeni üretilen lökositlerin (akyuvarların) vücudun geri kalan bölümüne saldırma riski mevcuttur
2-) Granülositopeni kandaki granülosit yoğunluğunun anormal biçimde düşük olması durumudur. Bu durum vücudun bağışıklık sistemini negatif etkiler ve enfeksiyon riski yükselir. Bazı ilaçların yan etkisi olarak ortaya çıkabilir.
Lökopeni veya Lökositopeni dolaşımdaki kanda bulunan lökosit (akyuvar veya beyaz kan hücresi) sayısının azalması durumuna verilen isimdir. Lökositlerin ana görevi enfeksiyonlarla savaşmak olduğu için, lökosit sayısındaki düşüş enfeksiyon oluşumu riskini yükseltmektedir.
Lökosit tiplerinin en yüksek sayıda bulunanı nötrofildir. Nötrofil sayısındaki azalmaya ise nötropeni denir. Nötropeni kavramı bazen lökopeni yerine kullanılır, bunun nedeni nötrofil sayımının enfeksiyon riskinin en önemli göstergesi oluşudur. Yine de, nötropeniyi lökopeninin bir altkümesi olarak değerlendirmek en doğrusudur.
Kemoterapi, lösemi, miyelofibroz ve aplastik anemi düşük lökosit sayımlarına yol açabilir. Ayrıca, bazı yaygın ilaçlar da lökopeniye neden olabilir.
Lökopeni tam kan sayımı yardımıyla tanımlanabilir.
Megaloblastik anemi, B12 vitamini ve folik asit eksikliği sonucu oluşan bir anemi tipine verilen isimdir. Bu vitaminler DNA sentezinde önemli rollere sahiptirler. Bu nedenle eksikliklerinde DNA sentezinde çeşitli bozukluklar oluşur ve kemik iliğinde megaloblastik değişiklikler ortaya çıkar. Ayrıca perriferik kanda da makrositer anemi oluşur. Megaloblastik anemide eritrositlerin öncülleri normalden büyüktür, bu nedenle bu anemi türüne megaloblastik anemi denmiştir.
Sebepleri
Megaloblastik aneminin çeşitli sebepleri şunlardır:
Nutrisyonel bozukluklar (B12 vitamini ve folik asitin diyet yoluyla yeterince alınmaması)
Kronikkaraciğer hastalıkları
İntrensek faktör sentezinin azalması veya olmaması (bu sebebin varlığında oluşan duruma/hastalığa pernisiöz anemi denir)
Bağırsaklarda az veya arızalı emilim (intestinal malabsorpsiyon - enterit yani bağırsak iltihabı, çölyak hastalığı vb. sebeplerden olabilir)
Balık tenyası (Diphyllobothrium Latum) enfestasyonu
Pansitopeni eritrosit (alyuvar) , lökosit (akyuvar) ve trombosit hücrelerinin sayısının azalması durumuna verilen isimdir.
Pansitopeni genel olarak kemik iliğini etkileyen hastalıklar sonucu oluşur. Bunun dışında hipersplenizm yüzünden de oluşabileceği bilinmektedir. Pansitopeniye neden olan kemik iliği bozukluklarından bazıları miyelofibroz, lösemi ve aplastik anemidir.
Pernisyöz anemi veya kötücül anemi, bir otoimmün anemi tipidir. Pernisyöz anemide antikorlar intrinsik faktör veya paryetal hücrelere karşı döner. İntrinsik faktör B12 vitamini emilimi için gereklidir, bu nedenle B12 vitamininin emilimi zarar görür.
Bazen pernisyöz anemi terimi otoimmün bir tepki içermeyen (non-otoimmün) B12 vitamini eksikliklerini tanımlamak için de kullanılabilir.
kan
30.03.2009 - 15:13Vücudun organları arasında madde alış verişine aracılık eden ve damarlar içinde bulunan kırmızı renkli sıvı. Kan hayat için gerekli maddeleri (oksijeni) akciğerlerden sindirilerek vücuda yarar bir duruma gelen besin maddelerini sindirim organlarından alarak organlar ve onların en küçük parçaları olan hücrelere götürür. Hücrelerde çalışma sonucu meydana gelen ve vücuda yaramayan artıkları yüklenerek böbrek, deri,akciğer organlarına getirir ve bunların vücut dışına çıkmasını sağlar.
Kanın rengi atardamarlar içinde kırmızı, toplardamarlar içinde, koyu kırmızıdır.
Kan, histolojik bakımdan, hücreleri hareket eden ve esas maddesi sıvı halinde olan bir dokudur. Yetişkin bir insanda beş litre kan bulunur (İnsan bunun yarısını kaybederse hayatı tehlikeye girer. 2/3 ünü kaybederse yaşayamaz) .
Bir miktar kan, bir süre sallanmadan bir yerde bırakılsa ya da santrifüje edilse, iki kısma ayrıldığı görülür.
a - Sıvı halinde kalan ve san renkte olan serum kısmı. b - içindeki katı kısımlarının kabın di binde toplandığı pıhtı kısmı. Kanı incelediğimiz zaman, içinde, hareket eden kan hücrelerini görürüz. Bunlar, alyuvarlar, akyuvarlar adını alırlar. Bir milimetreküp kanda beş milyon alyuvar, 7-10.000 akyuvar bulunur. Kanın içinde, kan yuvarlarından başka, plaket denen küçük lameller vardır. Damarlar zedelenirse bu plaketler kütle halinde yaralanan damar duvarını tıkamaya ve kan akmasını önlemeğe savaşırlar. Kan plazması denen kanın sıvı halindeki kısmında ise şunlar vardır: 1 - Su, 2 - Kan albüminleri denen serin, globulin, 3 - Fibrinojen (kan damardan çıkınca fibrin haline geçerek pıhtılaşmaya sebep olur) , 4 - Vücûda yarayacak şekilde sindirilmiş ve kana geçmiş maddelerden yağ, glikoz 5 - Tuzlar, 6 - Organik artıklar (Üre, kolesterol) .
komünist
30.03.2009 - 11:08Che Guevara
1928 yılında Arjantin’in Rosaria kentinde doğdu. Tıp öğrenimi gördü. Öğrenciyken okuluna bir yıl ara verip, Güney Amerika kıtasında geziye çıktı. Macera diye başladığı gezinin ardından Che, komünist oldu. Meksika’da siyasi mülteci olarak bulunan Raul ve Fidel Castro’yla tanıştı. Bu tanışıklık Che’yi de Küba’nın ele geçirilmesi hedefine ortak etti. 1956-1959 yılları arasında süren gerilla savaşı Küba’da başarıya ulaştı. Önce Merkez Bankası’nın başına, ardından Sanayi Bakanlığı’na getirildi.Bu görevlerde başarısız oldu.
Hayal edilenle gerçekleşen devrim arasındaki uçurum Che Guevara’yı yeni hayallere sürükledi.Yeni hayal, devrimin bütün Latin Amerika’ya yayılmasıydı.Bu amaçla Bolivya’ya gitti.Devrim konusunda Che Guevara’nın üç temel değişiklik düşüncesi şunlardır: 1. Halk güçleri düzenli orduya karşı zaferi kazanabilir. 2. Devrim yapmak için her zaman tüm şartların bir araya getirilmesi gerekmeyebilir. 3. Latin Amerika’da savaşın temel alanı kırsal kesim olmalıdır.Marksist düşünceden esinlense de marksizme yabancı bu düşünceler sadece Latin Amerika’da değil, dünyanın birçok yerinde yankı buldu. Özellikle maceracı gruplar, Che Guevara efsanesinin büyüsüyle aileyle, toplumla ve neticede tarihle çatışarak hayat karşısında yenik düştüler.
Komünizmin insanlık için yeni bir umut olarak ortaya sürüldüğü bir dönemde Che Guevara bir mücadele simgesi olarak görüldü.Fakat bu simge incelendiğinde toplum ve devlet hayatında görev alarak insana hizmeti başaramayan bir maceracının gerçekten hayale kaçışı görülür.Ancak yanlış bir dünya görüşüne bağlanarak da olsa, yanlış metotlarla yola çıksa da onda sömürgeci beyaz adama karşı halktan yana bir tavır olduğu da bir gerçektir. 1967 yılında öldürülmüştür.
(Al birini vur otekine, Che 'nin beyaz adam dan ne farki vardi?
çokk sansaniz bile, hiçbir farki yokdu
çunku insanlara -zulum- kaldigi yerden devam ediyordu..)
user posted image
Fidel Castro-Che Guevara ikilisinin Küba'da gerçekleştirdiği komünist devrim, genelde romantik bir atmosfer içinde sunulur ve sanki bir kahramanlık öyküsü gibi anlatılır. Oysa komünizm Küba'ya sadece sefalet ve korkunç işkenceler getirmiştir.
KÜBA'DAKİ KARANLIK
Soğuk Savaş dönemi boyunca Sovyetler Birliği'nin yardımıyla ayakta duran komünist rejimlerin bir diğeri, Küba'daki Castro diktasıdır. Fidel Castro'nun önderliğinde ve Arjantinli gerilla lideri Che Guevara'nın desteğinde gelişen gerilla hareketi, 1959 yılında Küba'da iktidarı ele geçirmiştir. Sovyetler Birliği'nden gelen siyasi ve askeri destekle gelişmiş ve Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra bile ayakta kalmayı başarmıştır.
Küba'daki ve genel olarak Latin Amerika'daki komünist hareket, çoğunlukla romantik bir havada yansıtılır. Özellikle Che Guevara'nın gerilla mücadelesi, adeta bir 'kahramanlık öyküsü' gibi gösterilir. Komünizme özenen pek çok gencin elinde Che posterleri ve dillerinde Latin Amerika kökenli komünist melodiler dolaşır. Buna bakılırsa, Küba'daki komünist devrim, Küba halkını zulüm ve işkenceden kurtarmış bir 'kurtuluş mücadelesi'dir.
Oysa gerçek hiç de öyle değildir. Oluşturulan 'Che' ve 'Fidel' efsanelerinin romantik perdesi aralanırsa, ardından Küba'daki komünist diktanın karanlık yüzü çıkar. Komünizmin Kara Kitabı'nda, komünist Küba'nın çalışma kampları ve hapishaneleri şöyle anlatılmaktadır:
Çalışma koşulları çok sertti, mahkumlar neredeyse çırılçıplak dolaştırılıyor, yalnızca bir don giymelerine izin veriliyordu. Huysuzluk edenlere dişleriyle ot toplama cezası, çok ileri gidenlere de saatlerce tuvalet çukurlarında kalma cezası veriliyordu. Şiddet uygulamaları siyasî mahkumları hedef aldığı gibi, adi suçluları da hedef alıyordu. Şiddet, soruşturmayla yükümlü bölüm Departamento Tecnico de Investigaciones'in (DTI) yürüttüğü sorgulamalarla başlıyordu. DTI mahkumları korkularıyla başbaşa bırakılıyordu: böceklerden korkan bir kadın hamamböceği dolu bir hücreye kapatılırdı. DTI şiddet uygulamalarında bedensel baskılara da başvururdu: mahkumlar ayaklarındaki kurşun ağırlıklarla merdivenleri çıkmaya zorlanır, sonra da aşağıya itilirdi. Bedensel işkencelere, sıklıkla ilaçlar yardımıyla yapılan psikolojik işkenceler de ekleniyordu; gardiyanlar mahkumları uyanık tutmak için penthotal ve benzeri uyuşturucular kullanıyordu. Mazzoza Hastanesi'nde baskı uygulamak amacıyla, hiçbir sınırlama yapmadan elektroşok uygulanıyordu. Gardiyanlar bekçi köpekleriyle dolaşır, sürekli idam planları yapardı; mahkumların kapatıldığı disiplin hücrelerinde ne su bulunurdu ne de elektrik; amaç, mahkuma bir tecrit odası içinde kişiliğini unutturmaktı...
Yakınların ziyaretleri, gardiyanlara mahkumları küçük düşürme fırsatı veriyordu. Cabana'da mahkumlar ailelerinin önüne çıplak çıkmak zorunda bırakılıyordu. Erkek mahkumlar eşlerinin mahrem yerlerinin aranmasını izlemek zorunda bırakılıyordu. Küba cezaevlerinde kadınların durumu büsbütün felaketti, çünkü savunmasız bir biçimde gardiyanların sadist işkencelerine hedef oluyorlardı. 1959'dan sonra 1100'den fazla kadın, siyasî nedenlerle tutuklandı. Bunlar 1963'te Guanajay Cezaevine kapatıldı. Birçok tanık dayak ve küçük düşürme yöntemlerine sıkça başvuru olduğunu söylüyor. Bir örnek verecek olursak, kadın mahkumlar yıkanmak üzere duşlara gitmeden önce gardiyanların önünde soyunmak zorunda kalıyordu, gardiyanlar da onları nedensiz yere dövüyordu.45
Küba'da devrim sonrasında yaklaşık 10 bin kişi idam edildi. 30 bini aşkın insan ise üstte anlatılan koşullarda hapsedildi. Komünist rejim, başka her yere olduğu gibi, Küba'ya da acı, işkence ve korku getirdi. Dahası Küba halkı giderek daha da fakirleşti.
muhsin yazıcıoğlu
29.03.2009 - 18:03Muhsin Yazıcıoğlu'nun eşine yazdığı şiirlerden biri-
Ben sevda yolunda, aşkı ararken
Karanlık dünyama, bir ışık yaktın
Su damlası gibi gönlüme aktın
Bir anlık bakışınla kalbimi yaktın
Kırağı vurmuştu hüzün bahçelerime
Solan sevgilerime bin sevda kattın
Kara saçlarına kaderimi bağladım
Buğulu gözlerinde ben, mutluluktan ağladım.
muhsin yazıcıoğlu
29.03.2009 - 17:56GÖRÜŞLER FARKLI OLABİLİR AMA SAYGI DUYAM GEREKİR ÖLENİN ARKASINDAN BÖYLE CÜMLELER KURULMAMALIDIR. O DA ÖNEMLİ BİR DAVA ADAMIYDI.
şu an ne dinliyorum
28.03.2009 - 20:04HAZAL....... ' BOZUYORUM YEMİNİMİ '
Kürtçe TV (Kanal Şeş)
25.03.2009 - 07:52h,çte gereği yoktu dağda yapamadıkalrını meclis kürsüsünde yapıyorlar zaten trt şeşe ne gerek vardı
Kürtçe TV (Kanal Şeş)
25.03.2009 - 07:49bizi,m medyamız okadar herşeyi haber yapıyor ki. eylem yapıp vatana ihanet içinde olanların sesini bütün kamu oyuna duyuruyor...
halbu ki pkk yandaşlarının eylem yaptıkları bölgeye bir tek gazeteci ve kamera gitmese o hainler eylemlerinden vaz geçerler bizim polisimiz de rahatlıkla i,şlerini yaparlar ama bizim haberciler.... işte hiçbir medya kuruluşlu olmazsa eylemlerden vazgeçer bu hain sürüsü
Kürtçe TV (Kanal Şeş)
25.03.2009 - 07:31TRT6 ile ilgili yapılan değerlendirmelerde çözüm bekleyen kısa vadeli ve uzun
vadeli sorunlar birbirine karıştırılıyor diye düşünüyorum.TRT nin Kürtçe kanalı
üzerindeki spekülasyonlar uzun bir zamandan beri yapılıyor.Olguya herkes
farklı pencerelerden bakıyor.Her ne kadar doğru şeyler dile getiriliyorsa da bazen yanlış,
zararlı ve tehlikeli yaklaşımlar da görülüyor. Kimisi 'em dı bın eyni asmani de ne'
hepimiz ayni göğün altındayız, kimisi TRT 6 tu bı xer hati diyorsa kimisi de göz boyama,
aldatma, kültür koruculuğu hatta ihanet gibi değerlendirmeler yapıyor.
...ölüm....
24.03.2009 - 14:35Ahirete inanan insanlar üzerinde müspet tesir yapar, unutulması zararlı olan bir gerçeği hatırlatır, müminin dünyaya dalarak ahiret hazırlığını ihmal etmesini engeller. Ahirete iman etmeyen insanlar üzerinde iyi ve kötü iki tesirinden söz edebiliriz:
a) İyi tesir, insanın hırsını frenlemesi, fani dünya için yapılacak şeylerin dengesini sağlamasıdır.
b) Kötü tesir, karanlık bir geleceğin hatırlanması sebebiyle kişinin mutsuz ve huzursuz olmasıdır.
halepçe katliamı
24.03.2009 - 14:30tarin bir gerçegi varki abd nin tek amacı ortadogu yu almak ve burada yaşayan ırkları yok etmek saddam ı kullandı bunun icin bugun baskalarını kullanıyor gelecektede baskalarını kullanacak......
halepçe katliamı
24.03.2009 - 14:24lepçe Katliyamın Tarihçesi ve Amaçı Şu...
İngiltere ve A.B.D türkiye araçığla Saddam Hüseyine Zehirli Kimsayasalları Gönderdi.Türk İş adamları Saddam Hüseyin İran'ın üzerinde Kullanacagını zannetti... Yanılmışlar a.b.d kuzey ırak'a emir vermiş iran halepçe girsin diye iran askerleri halepçeye girdikten sonra Saddam zehirli kimsayalları iran askerleri çıkarmak için halepçede kullandı. Amaçları saddam hüseyin ve kürtleri asla bir araya gelmemek üzere ayırmak burada kaybeden saddam hüseyin,kürtler,türkler,araplar burada sadece kazanan A.b.d
halepçe katliamı
24.03.2009 - 14:21insanlık tarihine düşen kara leke: Halepçe Katliamı
takvim yaprakları 16 Mart 1988'i gösterdiğinde savaş uçaklarının ürkütücü sesiyle başlamıştı. Bombalar tarihin en büyük katliamlardan birini gerçekleştirme yolunda kentin kalbini parçalıyordu. Bir anda her taraf insan cesetleriyle dolmuş, kentin sokaklarında gezen zehirli gazlar, insanları birer birer yere sermeye başlamıştı.
Üzerinden yıllar geçmesine rağmen yaraları kapanmadı Halepçe'nin. Zehir yüklü bulutlar bir kabus gibi dağılmadı gökyüzünden, Halepçe'nin yüksek dağlarından... Halepçe kırmızı bir duman bulutuydu. Resmi rakamlara göre 5 bini aşkın insan öldü, binlerce insan yaralandı... Zehirli gazların etkisi yıllar geçmesine karşın etkisini sürdürmekte... Ancak, Halepçe Katliamı'nın yarattığı toplumsal travmanın izleri kolay kolay silinmeyecek...
Dünya kamuoyunda hala gereken yankısını bulamayan ve insanlık tarihine kara bir leke olarak geçen Halepçe Katliamı'nı yaşayanlardan dinledik...
'O gün tüm ailemi kaybettim'
Halepçe'de 5 bini aşkın insanın ölümüne yol açan ve kent üzerine bir karabasan gibi çöken 16 Mart katliamının canlı tanıkları o günleri anlattı. Katliamdan sağ kurtulmayı başaran ancak ailesinden 7 kişiyi kurban veren 74 yaşındaki Ayşe Ali, o günü hatırladığında gözyaşlarına hakim olamıyor. Katliam gününü anı anına hatırladığın belirten Ayşe nine, o günü şöyle anlattı: 'Bombalama olduğu gün eşim ve çocuklarımla birlikte evdeydik.
Bombalama başladığında eşim çocukları yanına alarak üst mahallede bulunan kardeşinin evine gitti. Ben evde tek kaldım. Bombalamanın şiddeti artınca evden çıkamadım. Bombalama akşama kadar sürdü. Eşimi ve çocukları merak ettiğim için onların yanına gitmek istedim. Gittiğimde herkesin yerlerde yatan cansız bedenini gördüm. Seslendim, seslendim ama kimseden ses çıkmıyordu. Çocukları aramaya başladım. İki oğlumun banyoda cansız bedenlerine rastladım önce. Sonra evin diğer odalarına baktığımda kızlarımın birbirlerine sarılarak can verdiğini gördüm. O gün tüm ailemi kaybetmiştim. Katliamda ailemden 7 kişi olmak üzere tam 30 akrabamı kaybetmiştim.'
Çocukların cansız bedenine bakış
Ayşe Ali de gazdan etkilendiğini, her tarafının yanmış olduğunu söyledi. Gözlerinin görmediğini belirten Ayşe Ali, şöyle devam etti: 'Kimyasal gazdan bende etkilenmiştim. Her tarafım yanmış ve gözlerim görmüyordu. Önce İran'ın Kırmanşah hastanesine gittim ama orada tedavi olamadım. Beni Tahran'a sevk ettiler. Tahran'da 50 gün boyunca sırt üstü yarı baygın olarak kaldım. Vücudumun çeşitli yerlerinde hala yanık izleri var ve gözlerim iyi görmüyor. Katliamın üzerinden 18 yıl geçmesine rağmen çocuklarımın cansız bedenleri hala gözümün önünde, onları asla unutmadım. Katliam öncesi çocuklarımı kucaklıyor onları öpüyor onlara sarılıyordum ama 16 Mart Katliamı tüm sevdiklerimi benden aldı. Herkesi toplu halde gömdükleri için onların şuan hangi mezarda olduklarını bile bilmiyorum. Mezar taşlarını okşayamıyorum, mezarları başında dualar okuyamıyorum. Ama onlar hala evimde, yanımda. Onları asla unutmayacağım. Saddam çok annenin gözyaşı dökmesine ve binlerce kişinin ölümünden sorumludur. Allah dualarımızı kabul ederek onu cezalandırıyor.'
Katliam sonrası herhangi bir yerden yardım alamadıklarını da anlatan Ayşe Ali, 'Katliamdan sonra hiç kimseden yardım almadık. Ayda verdikleri beş kilo pirinç dışında bize yardım yapılmadı. Bize yardım elini kimse uzatmadı. Ne Birleşmiş Milletler, ne de başkalarından yardım almadık.
Katliam öncesinde eşimin emeklilik maaşı vardı. Ondan sonra o öldü diye maşı da kestiler. Şuan ben tek başıma bir kadın olarak hiç kimsenin yardımı olmadan yaşamaya çalışıyorum' diye konuştu.
'Her yerden çığlıklar geliyordu'
Katliamda aile ve akrabalarından toplam 33 kişiyi kaybeden Cebrail Ömer Mecit de trajediyi şöyle anlattı:
'Halepçe Katliamı'nda 4 erkek kardeşimi ve 3 kız kardeşimle birlikte ailemden 33 kişiyi kaybettim. Katliam öncesi peşmergeler şehre girmişti. Bize Halepçe'yi özgürleştirdiklerini söylemişlerdi. Halkta büyük sevinç vardı. Ama bu sevinç uzun sürmedi. 16 Mart günü bombardıman başladı. Kardeşlerimin hepsi bizim ötemizde olan kız kardeşimin evine gittiler. Ben ve bir erkek kardeşim evde kaldık. Daha sonra ben dışarı çıkarak, Halepçe kaymakamlığına gidip durumu sormak istedim.
Konuşma esnasında bombardıman yeniden başladı. Hemen bize yakın olan caminin bodrum katına indik. Bombardıman süresince ben ve kardeşim Halil camide kaldık. Saat 17.00'ye geliyordu. Ben kardeşime 'Halil sen evet git ve herkesi al, bir yolunu bulup buradan gideceğiz' dedim.
Halil korktuğu için o sıra kentten kaçışmaya başlayan halkın peşine düşerek şehirden çıkmış. Ben camiden çıktım ve hemen kız kardeşimin evine doğru koşmaya başladım. Eve doğru giderken her sokakta yüzlerce insanın yerlerde ölü olarak yattığını gördüm. Bunların hepsi tanıdığımız akraba, aile dostu ve komşularımızdı. Ben kız kardeşimin evine varmadan önce tanıdığım bir arkadaşımın evini gördüm ve bakmak istedim. Kapıyı açtığımda yaklaşık 35 kişinin üst üste yığılmış cansız bedenini gördüm. O zaman ne yapacağımı bilmiyordum çok şaşkın ve çaresizdim. Dışarı çıkmak istedim ve kapıya doğru yürümeye başladığım sırada arkadan bir elin ayaklarımı tuttuğumu fark ettim. Önce çok korktum. Dönüp baktığımda yaşlı bir kadının takatsiz bedeni yerde yatıyordu. Hemen onu aldım dışarı çıkardım ve kendisine gelebilmesi için onu biraz sarstım. Ondan sonra İran askerleri onu aldı. Askerler yaralıları topluyordu.
Bana 'sende bizimle gel' dediler. Ben onlara kız kardeşimin evine gitmem gerek diyerek eve doğru yol almaya başladım. Kız kardeşimin evine vardığımda ve avlu kapısını açtığımda, yerlerde cansız bedenlerin yatığını gördüm.
Bodrum katında çocukların ölü bedenlerini gördüm. Herkes üst üste yığılmıştı. Bedenleri yanmıştı adeta. Kimyasal gazın etkisiyle durmadan kusuyordum. Birkaç gün aradan sonra onları gömmek istedim ve evin avlusunda bir çukur açarak 8 kişiyi gömdüm. Ondan sonra evin üstüne çıkarak bağırdım, saatlerce ağladım. O gün orada ölmemem büyük bir tesadüftü.'
'Tek tesellim kardeşimin yaşaması'
Mecid tüm ailesini kaybetmişti. Ancak kardeşi Halil'in durumundan haberi yoktu. Günlerce onu aradığını anlatan Mecid, kardeşini nasıl bulduğunu şöyle aktardı: 'Daha sonra kendimi tamamen kaybetmiştim. Gözlerim artık görmüyordu. İran askerleri beni Kırmanşah şehrine götürmüştü. Orada yaklaşık 5 ay tedavi gördüm. Halil kardeşimin yaşayıp yaşamadığından haberim yoktu. Durumum biraz iyi olur olmaz Kırman kasabasına gittim. Her yerde kardeşimi arıyordum. Daha sonra kardeşimin yaşadığını ve Kengaver kasabasındaki bir kampta olduğunu duydum. Önce inanmadım tabi. Direk Kengaver'e halamın evine gittim. Halil'in orda olduğunu ve yaşadığını gördüm. Tek tesellim bu olmuştu.'
'Sadece 16 Mart'ta hatırlanır Halepçe'
Aradan geçen bunca zamana rağmen Halepçe'nin hala katliamın etkisinden kurtulamadığını ve kentin kaderine terk edildiğini ifade eden Mecid, şöyle devam etti: 'Halepçe katliamının üzerinden 18 yıl geçmesine rağmen insanlarımız hala kimyasal gazın etkisinde. Tedavi olmalarına rağmen hala kimyasal gazın etkisi aşılmış değil ve insanlarımız ölüyor. Her yıl 16 Mart'ta Halepçe anılıyor ama sadece 16 Mart'ta hatırlanıyor Halepçe. 18 yıl boyunca ne Irak hükümeti ne de yerel Kürt hükümeti Halepçeli insanların taleplerini dikkate almadı. Şu an arkamda gördüğünüz mezarlıkta dört briket arasında 150 şehit yatıyor. Bunun gibi binlerce insan toplu mezarlarda. En azından Helepçeli şehitlere bir şehitlik yapılabilirdi
3 gün süren bombalamanın ardından kentte 5 bini aşkın kişi yaşamını yitirmiş, binlerce kişi de yaralanmıştı. Her ne kadar bu katliamın baş sorumlularından birisi Saddam Hüseyin olsa da, bu kimyasal silahların ABD, Fransa, Almanya patentli olduğu daha sonra açığa çıkmıştı. Nitekim dünya ülkeleri uzun süre bu katliama sessiz kalmış ve ölen binlerce Kürt görmezden gelinmişti. Halepçe, henüz yeni doğmuş çocuğuna sarılı bir şekilde can veren anneyle çocuğunu gösteren bir fotoğraf karesiyle hafızalara kazınmış, tarihe insanlığın kara bir lekesi olarak geçmişti.
Halepçe'nin yaraları sarılmadı
Katliamın üzerinden 18 yıl geçti, ancak Halepçe'nin yaraları hala sarılmış değil. 1991 yılında bölgedeki hakimiyeti ele geçiren Kürt güçler, aradan geçen bunca zamana rağmen Halepçe'yi sahiplenme konusunda yeterli çalışmayı gerçekleştiremedi. Kenti gezdiğiniz zaman kimyasal saldırının etkisinin halen var olduğunu çok rahat görebiliyorsunuz. Yaşanan bombardıman sonrası yıkılan evler, mahalleler halen olduğu gibi yıkık bir şekilde duruyor. O dönem kimyasal gazdan etkilenerek yaralanan binlerce insan üzerindeki etki de halen devam ediyor. Bu kadar zaman geçmesine rağmen, o dönemde yaralananlar ölümle karşı karşıya. Görüştüğümüz insanlardan, daha kısa bir süre önce gazdan etkilenen bir kişinin daha yaşamını yitirdiğini duyuyoruz. Halkın en büyük beklentilerinden biri olan tam teşekküllü bir hastanenin yapımı dahi gerçekleştirilmemiş.
50 bin civarındaki kentin altyapı sorunu had safhada. Belediye imkanları dahilinde bir şeyler yapmaya çalışsa da yeterli bütçesi olmadığı için birçok sorunla karşı karşıya. Yerel Kürt hükümeti istenen maddi desteği sağlamış değil. Halkın büyük bölümü 3 veya daha fazla yakının kaybetmiş. Ama bunlar, şehit ailelerine verilen bütçeden yeteri pay alamıyor. Yoksulluk had safhada ve herhangi bir ekonomik gelir elde edebilecek bir alan yok.
O dönem ölenlerin toplu halde gömüldüğü mezarlıkta yapılan bir anıt dışında pek bir şey yapılmış değil. Mezarlığın içindeki toplu mezarların duvarları da tıpkı evler gibi yıkık bir halde. Yerel hükümetin yaptığı en önemli çalışma katliam anısına yapılan anıt ve müze.
Yaşanan acıların yaralarının sarılmamasının daha büyük bir felaket olduğunu düşünüyorlar. Onun için hala bu yaraların sarılacağı günü bekliyorlar.
O gün terk edilmiştik
Halepçe Katliamı'nda annesi, babası, 6 kız kardeşi ve iki erkek kardeşini yitiren Pexşan Faik Arif, yaşadığı acı dolu günleri 'Terkedilmiştik' diye özetliyor. Arif konuşmasını şöyle sürdürdü: 'Katliamdan bir gün önce babamın evine gitmiştim. Babamın evinde sığınak olduğundan çok sayıda kişi gelmişti. Ben anneme bu kalabalığın normal olmadığını ve bugün peşmergelerin şehri terk ettiğini söyledim. Ayrıca anneme buradan gidelim dedim. Annem biz bu kadar insanı bırakıp bir yere gidemeyiz dedi. O gün ailemi son görüşümdü. Onlarla son bir kez konuşacağım ve onları bir daha hiç görmeyeceğimi bilmiyordum. Ertesi gün sabah saat beşte babamın evinden ayrılarak evime gittim.
Ayın 16'sında ise öğle saatlerine kadar bir şey yoktu. Sokaklarda insanlar normal yaşamını sürdürüyordu. Evimiz biraz şehrin dışında dağın yamacında olduğu için olup bitenleri çok net görebiliyorduk. Öğleye doğru şehirden gelen bir akrabamız durumların iyi olmadığını ve İslami güçlerin şehrin boşaltılması gerektiğini söylediklerini aktardı. Ondan sonra her geçen dakika durumlar daha da ciddileşti ve uçaklar gelmeye başladı. Adeta bir savaş alanıymış gibi insanlar kaçıyordu. O an yanımda eşim ve iki akrabamız vardı. Hepimiz çok tedirgindik ve ne yapacağımızı bilmiyorduk. O sırada uçaklardan bomba sesleri gelmeye başladı.
'Hayat zehirlenmişti'
Bombalamaların ardından herşeyin zehirlendiğini anlatan Arif, sözlereni şöyle sürdürdü: Halepçe kırmızı bir duman bulutu altında kaldı. Artık biz de fazla bir şey göremiyorduk. Uçakların saldırısıyla bizde kendimizi daha iyi koruyabileceğimiz bir yere attık ama benim aklım ailemdeydi. Daha ne yapacağımızı düşüyorduk ki, evimizin önüne bir bombanın düştüğünü gördük. Üzerimize taş toprak düşmeye başladı. Ondan sonra uçakların yoğun bombardımanı başladı. Saatlerce öyle kaldık. Saat 17.00'ye geliyordu.
Eşim yiyecek getirmek için şehre gidip geldi ama eli boş döndü. Her yerde kimyasal gaz kullanıldığı için yiyecek, su hepsi zehirlenmişti. İkinci sefer bende eşimle gittim. Şehre girdiğimizde ortalığa çok kötü bir koku sinmişti.
Yanık et kokusundan başım döndü. Halepçe'ye baktığımızda sanki bu şehirde insanlar yaşamıyor hiç bir şeyden ses yok ne bir insan ne bir hayvan hiçbir hareketlilik yoktu. Aradan bir saat geçtikten sonra insanlar sığınaklardan çıkarak şehri terk etmeye başladı. Yerlerde ölülerin cansız bedeni ve canını kurtarmak isteyen kadın, çocuk, ihtiyarların kaçışmaları ve göz yaşları vardı. İnsanların yanmış bedeni kadınların çocuklarına sarılarak can verdiği ve daha kundaktaki çocuğun yanmış bedenini gördüğümde midem bulandı ve kustum. Kadınların çocukların korku çığlıkları hala kulağımda çınlıyor. O gün hiç unutmadığım bir an vardı. Ben ve eşim eve geri gitmek için ölülerin üst üste yığıldığı sokakta ilerliyorduk. Sokak başında yaşlı bir kadın çocuklarının cansız bedenine sarılmış ağlıyordu. Zifiri karanlıkta bizi gördüğünde bizi peşmerge sanıp, 'Ne istediniz bizden, neden bunu yaptınız, bu çocukların ne günahı neydi? Tüm bunlar sizin suçunuz, neden halkı önceden uyarmadınız' diyerek hıçkırıkla ağlıyordu. Yaşlı kadının durumunu gördüğümde çok duygulanmıştım. Benimde tüm ailem kayıptı onlardan haber almamıştım daha. İlk olarak sığınakları var diye aileme bir şey olduğunu sanmıyordum. Ama maalesef annem, babam ve kardeşlerimi kaybetmiştim.'
HALEPÇE
Halepçe Federal Kürdistan'ın Süleymaniye kentine bağlı, kentin 100 kilometre güney batısında bulunan bir kent. İran sınırında bulunan ve Kürtlerin yerleşim yeri olan bu kent, tarihte Kürt başkaldırılarının da önemli bir merkezi olarak bilinir. 16 Mart 1988'de kent merkezine hardal ve sarin gazları olarak bilinen kimyasal bombalar atılmıştı.
ihanet noktası
24.03.2009 - 13:13ne kadar seversen sev, kesin ayrılık sebebidir. ve aşk hala yaşasa bile kalbin asla ama asla affedemiyeceği şeydir.. yaşanmadan öğrenilmeyen hadisedir.acı verir insana. dudaktaki isyandır feryattır.akıp giden gözyaşıdır.
ihanet noktası
24.03.2009 - 13:08Evliliğin bitme sebepleri ve buna bağlı olarak ihanet sebepleri
Çiftler evlendikleri zaman, birbirlerine tapmak heran birlikte olmak isterler yani biz seninle eş değil de ikiz olalım;
Ne demek bu şimdi diyebilirsin Sen nereye gidersen ben de seninle gelmeliyim, herşeyi beraber yapmalıyız, attığın her adımdan haberdar olmalıyım, karşı cinsle bundan sonra arkadaş olarak dahi yakından uzaktan görüşmemelisin, cep telefonunu-cüzdanını -Ajandanı istediğim zaman karıştırmalıyım.kiminle konuştun telefonla, bu saatte bu seni niye aradı, arkadaşlarınla niye dışarı çıkıyorsun, bu görüştüğünü ben tanıyor muyum? evliliklerin başlıca bitme nedenleri veya sürünen veya mutsuz bir şekilde cehennem hayatı gibi devam eden evlilikler.Evlenen çiftler birbirlerinin de önceden yaşadığını hep unutuyorlar, yani hayat o imzayı attıktan sonra anında değişmeli gözüyle bakıyorlar, birbirlerinin hayatlarına saygı duymuyorlar. Kısacası birbirlerinin bir birey olduğunu kabul etmiyorlar Sonra da aradaki saygı bağı kopuyor,can sıkıcı bir ilişki,
varlığı alışkanlık olmuş bir insanla, buyur hayatının geri kalanını geçir. kadın olsun erkek olsun hep aynı senaryo.....
Bu yazdıklarımızı genelde kadınlar kabul etmezler, erkeklerin daha çok hoşuna gidiyor çünkü bu sebepler kadın tarafından daha baskıcı bir şekilde dile getirildigini belirtiyorlar.
Genelde çiftler şu düşüncede birleşiyor ama işlerine geldiği müddetçe, Ben, arada sırada arkadaşlarımla olmak
isteyebilirim, bir akşam da onlarla yemek yiyebilirim ve bunu benim eşim de, erkek arkadaşım da yapabilmeli, belki de onun canı yalnız kalmak isteyecektir bir süre, buna saygı duymak niye zoruna gidiyor insanların. Veya herkesin karşı cinsten bir sürü arkadaşı olabilir, evden benimle konuşmak istediği zaman beni de arayabilir arkadaşım. Bunun neresi garip. insanlara bunu anlatmak zor,eğer sevdiğin veya eşin senin omuzuna yeri gelip ağlamıyorsa, bir sıkı dost gibi onu eleştirmiyorsan, kardeşi gibi ona huzur veremiyorsan, arkadaşı gibi onunla eğlenemiyorsan, yeri geldiğinde onunla ciddi tartışmalar yapamıyorsan
ve onun hiçbir seçimine saygı duymuyorsan, benim istediğim olduğu sürece mutlu olabiliriz diye kişinin yaşamına ve kişiliğine sürekli tecavüz ediyorsan bu insandan ne bekleyebilirsin ki, bunlar çok mu zor şeyler...
küfür
24.03.2009 - 12:54ZAVALLILAR ÇARESİZLERİN VE DARA DÜŞMÜŞLERİN RAHATLAMAK İÇİN KULLANDIKLARI İĞRENÇ SÖZLER. NEYSE
Ergenekon
23.03.2009 - 21:36Türklüğün destanıdır.Türklerin, Orta Asyadan çıkış destanıdır..... Bu gerçek anlamı ama şimdiki ergenekon....
tüm türkmen devletlerinde de hakimiyet süren bir illet. ama kuran da yönetene de helal olsun yaptırım gücü var veli paşada ama gönül isterdi ki yasa dışı olmasın bizzat devletimizin lehine çalışssın ama nerdeeeee... evet bir zamanlar devlete de hizmeti olmuş ama neye yarar.
filistin
23.03.2009 - 21:23Televizyon
Filistin'de acı dinmez
Geçtiğimiz hafta ekrana gelen 'Cenin Cenin' belgeseli, istek üzerine tekrar yayınlanıyor. Tarih sayfalarına Cenin katliamı olarak kanlı harflerle not edilen bir sürgünün anlatıldığı belgeselde, Filistin'de yaşanan insanlık dramı ekrana geliyor.
filistin
23.03.2009 - 21:13Rabbim sebeb olanların elbet hesabını soracaktır..
Kardeşlerimizin bu şekilde muamelede bulunması derinden yaralıyor bizleri..
gün bugünden ibaret değildir, bugünün yarını da var şüphesiz..
dileğimiz hakettikleri cezayı Mevlam versin..
Ne diyeceğimi bilemiyorum.. Allah yardımcı olsun..
filistin
23.03.2009 - 21:12Dünya'ya yıllardır kan kusturan her savaşın, her katliamın, her vahşetin arkasından yine ve yeniden çıkan İsrail ve siyonizmi ve onun iri cüsseli abileri, koruyucuları ve kodamanları...
Kendi yaşadıklarının acısını nasıl unutup da, bir avuç daha tüyü bitmemiş Filistinli çoluk çocuktan öfkelerini çıkarmaya çalışıyorlar. Orantısız güç kullanımı ile kahpece vurduğu topraklarda akan kanda bir gün gelecek kendisi ve onun ortakları boğulacak. İnsanlık asla bu kanlı günleri unutmayacak.
İsrail'in Gazze'de yaptığı katliamı şiddetle kınıyorum bende...
Saygılarımla.
007 Ajanlar
23.03.2009 - 10:45yaptığım telefon dinlemeleri ve uydudan yer tespitlerini getiriyor aklıma Bİ DE RESMİ KİMLİĞİM OLSA VE Bİ İLGİLİ KURULUŞA BAĞLI OLSAM TAM OLACAK
'' U '' Dönüşü
23.03.2009 - 10:41ihtiyacım olduğunda neresi olursa olsun yaparım (trafik)
Toplam 56 mesaj bulundu