Çocukken çok yapardım ben bunu......... Çok eğlenceliydi aslında. Bir şeye kızar ya da üzülür ağlamaya başlardım. Bir süre ağladıktan sonra bir şekilde benle ilgilenen kişinin komikliklerine dayanamaz gülmeye başlardım. Sonra; hah neyse kesildi ağlaması derken karşımdaki, ben yine ağlamaya başlardım.... Biraz şımarıkça bir davranış gibiydi benimkisi, ilgiyi sürekli üzerimde tutma çabası gibi. Ama hani şimdi o günlerimi hatırlamaya çalışıyorum da ne güzeldi..........
Bazen çok sinirlendiğimde kullandığım bir deyim, günlük hayatımda çok kullanmam yoksa. Gayet kızgın ve hiddetli bir ses ile 'ne münasebet canım' der sonra da uzun bir 'Allah Allahhhhhhhhhhhhhhh' çekerim.
Hayat acemice yasanmaktadir zaten.... Her an yeni ve her an yeni seyler olusmakta. Bir gun geliyor ve ogrenebildiklerinizden dolayi kendinizi cok bilgili sandiginiz bir anda karsiniza hic bilmediginiz bir duygu veya bir olus cikabiliyor.Sasirip kaliyor ne yapacaginizi bilemiyorsunuz.
Cok bildiginizi sandiginiz seyleri, bazen oyle bir an geliyor ki yeniden ve yeniden ve yeniden ayni aci veya sevincle deneyimliyorsunuz. Kendinize donup ben bunu daha once yasamamis miydim diyorsunuz?
Hayat size her an cok yeni seyler ogretmekle mesgul iken, acemice yasamamak imkansiz geliyor bana..
Yaşamın amacı gibi genel bir açıklama yapılabilmesi imkansız bence...
Herkes kendini deneyimler çünkü bu evrende, kendinden yola çıkar ve kendine varır tüm deneyimleriyle... Sonunda belki de bir gün eğer şanslı ise, işte ben de bunun için yaşamışım diyebilir belki de, çok çok düşük bir olasılıkta olsa bile....
Bugün benim doğum günün değil aslında, ama hafta içine geldiği için ufak bir fikirle başlayıp büyüyen organizasyonumuzu bugüne aldık.))
Bir yandan böyle günlerin gereksizliğini düşünüyorum, bir yandan da bu tür günlerin sürekli unutmaya çok yatkın olan beynimizi yenilediğini bir şeyleri hafızamıza yeniden kazıdığını düşünüyorum...
Mesela anneler günü ve babalar gününü severim ben, çünkü hani o günler gelince hep deriz aslında her gün anneler günü ne gerek var diye, ama hiç de annemize veya babamıza sevgimizi göstermeyi her gün adet edinmeyiz, ancak adı konmuş günler bize ayrı bir enerji verir ona kocaman bir öpücük vermemiz için.
Neyse doğum gününden konuyu nereye getirdim. Ama bugün yine çok mutluyum, bir sürü sevdiğim insani bir araya topladık ve çok güzel bir gün olacak inşaallah Allahım izin verirse.
Hep bir yerlere, bir şeylere yetişme telaşındasınız değil mi?
Hiç vaktiniz yok, 'Fast live', 'Fast food', 'Fast music', 'Fast
love'...
Dikte ettirilen 'yükselen değerler', 'in' ler, 'out' lar...
Buna benzer bir odada, şanslıysanız gökyüzünü görebilen bir pencere
ardında bitecek hepsi.
Dostluğu klavyelerinde, yaşamı monitörlerinde arayanlar, Size
sesleniyorum!
Hangi tuş daha etkilidir ki sıcacık bir gülüşten ya da hangi program
verebilir bir ağaç gölgesinde uyumanın keyfini?
Copy-paste yapabilir misiniz dalgaların sahille buluşmasını?
İçinizi ısıtan gün ışığını gönderebilir misiniz maille arkadaşlarınıza?
Sevgiyi tuşlarla mı yazarsınız?
Öpüşmek için hangi tuşlara basmak gerekir?
Ya da geri dönüşüm kutusunda saklanabilir mi kaybolan zaman?
Doğayı bilgisayarlarına döşeyenler, neden görmezsiniz bahçedeki
akasyanın tomurcuklandığını?
Ve ıslak toprak kokusu var mıdır dosyalarınız arasında?
Koklamak, duymak, dokunmak, yok mu yaşam skalanızda?
Bilgi toplumu oldunuz da, duygu toplumu olmanıza megabaytlarınız mı
yetmiyor?
Bütün iyi kitapların sonunda
Bütün gündüzlerin, bütün gecelerin sonunda
Meltemi senden esen
Soluğu sende olan
Yeni bir başlangıç vardır.
Parmağını sürsen elmaya, rengini anlarsın
Gözünle görsen elmayı, sesini duyarsın
Onu işitsen, yuvarlağı sende kalır
Her başlangıçta yeni bir anlam vardır.
Nedensiz bir çocuk ağlaması bile
Çok sonraki bir gülüşün başlangıcıdır.
Çin'de bir adam, her gün boynuna dayadigi kalin sopanin iki ucuna asili testilerle dereden su tasirmis evine.. Bu testilerden birinin yan kisminda çatlak varmis... Digeri ise hiç kusursuz ve çatlaksizmis ve her seferinde bu kusursuz testi adamin doldurdugu suyun tümünü tasir, ulastirirmis eve.. Ama her zaman boynunda tasidigi testilerden çatlak olani eve yari dolu olarak varirmis. iki sene her gün bu sekilde geçmis. Adam her iki testiyi suyla doldurmus ama evine vardiginda sadece 1,5 testi su kalirmis...
Tabi ki kusursuz, çatlaksiz testi vazifesini mükemmel yaptigi için çok gururlaniyormus...Fakat zavalli çatlagi olan kusurlu testi, çok utaniyormus. Doldurulan suyun sadece yarisini eve ulastirabildigi için de çok üzülüyormus..
Iki yilin sonunda bir gün, görevini yapamadigini düsünen çatlak testi, irmak kenarinda adama söyle demis: “Kendimden utaniyorum. su yanimdaki çatlak nedeniyle, sular eve gidene kadar akip gidiyor..
” Adam gülümseyerek dönmüs testiye; “Göremedin mi? yolun senin tarafinda olan kismi çiçeklerle dolu. Fakat kusursuz testinin tarafinda hiç yok. Çünkü ben basindan beri senin kusurunu, çatlagini biliyordum..
Senin tarafina çiçek tohumlari ektim. Ve hergün o yolda ben su tasirken, sen onlari suladin.. 2 senedir o güzel çiçekleri toplayip, masami süslüyorum. Sen kusursuz olsaydin, o çatlagin olmasaydi, evime böyle güzellik ve zarafet veremeyecektim' diye cevap vermis.. Her birimizin kendine has kusurlari vardir. Hepimiz birer çatlak testiyiz.. Fakat sahip oldugumuz bu kusurlar ve çatlaklardir hayatlarimizi ilginç yapan, mükafatlandiran, renklendiren.. Etrafinizdaki her kisiyi, olduklari gibi kabullenin. Dislarindaki kusurlari degil, içlerindeki güzellikleri görün...
ÖCÜ, çok eski bir kadın örgütünün kısaltmasıdır. Roma İmparatorluğu döneminde çocuğuna söz dinletemeyen kadınlar gizli bir örgüt kurdular. Yufka yüreklilikten çocuğuna ceza veremeyen anneler, çocuğu bu örgüte teslim ederdi.Örgütün adı Romulus'tu. Birkaç 'caydırıcı ceza'dan sonra anneler çocuklarını 'seni Romulus'a veririm ha! ! ' diyerek korkutmaya başladılar.İşe yarayınca örgüt tüm dünyaya yayıldı ve kurulduğu her yerde farklı bir isimle anılır oldu. Mesela Afrika'daki örgütün kod adı Dunganga, Amerika'da ise Kocaayak'tır. Türk anneleri ise kod yerine kısaltma kullanmıştır:ÖCÜ, yani Özel Cezalandırma Ünitesi. Adından da anlaşılacağı gibi ÖCÜ, daha büyük ve gizli bir anneler örgütünün sadece gizli bir ünitesidir.(Ögütün ismi bilinmiyor) 15.yüzyılsonlarında cezalandırma ünitesi kaldırılmıştır ancak ÖCÜ bir kelime olarak günümüze kadar gelmiştir.
Bahsi geçen, adı bilinmeyen gizli anneler örgütü ise halen faaliyetini sürdürmektedir. Hamileliğin altıncı ayındaki tüm kadınlar bu çok gizli, katı kurallara sahip örgüte kabul edilmektedir.
Annenize sorarsanız bu olayı tabii ki yalanlayacaktır.
Tabiat ile iç içe, kucak kucağa yaşayan, toprağı 'ana' olarak vasıflandıran Türk'ün düşünce sisteminde 'baharın gelişi' elbette önemli bir yere sahip olacaktı.
Nevruz, Türk dünyasının kuzeyinden güneyine, batısından doğusuna kadar uzanan engin coğrafyada yaşayan toplulukların pek çoğu tarafından yaygın olarak kutlanan bahar bayramıdır. Bütün bayramların dinî ve millî bir inanıştan, o toplumu ilgilendiren ortak bir hatıradan, geleneklerden, duygulardan ve tabiatın insanlara tesir eden bir olayından doğduğuna inanılır.
Tabiat ile iç içe, kucak kucağa yaşayan, toprağı 'ana' olarak vasıflandıran Türk'ün düşünce sisteminde 'baharın gelişi' elbette önemli bir yere sahip olacaktı. Çünkü insan vücudu, baharda uyarıldığı kadar kışta uyarılmaz. İç karartıcı, yeknesak günlerin ardından doğan hareketli, pırıl pırıl güneşli, kuş ve hayvan sesleriyle kurulmuş ilâhî orkestranın musikisi insan hayatını canlandırır. Ayrıca ortaya çıkan rengârenk tablo kıştan bahara geçişi ne de güzel tasvir eder: 'Bir yanda her tarafı kaplayan soluk, mat ve daha çok beyazın hakim olduğu renkler, diğer yanda yeşilin değişik tonları arasında baş veren bin bir renk cümbüşü... Birisi hareketsiz, şekilsiz; diğeri kıpır kıpır, şekil şekil, çiçek çiçek... Kış, sağır ve dilsiz; ilkyaz duygulu, coşkulu, kulaklara fısıldadığı nağmelerle cazibeli... Birinde tabiat hayat dolu, diğerinde donmuş, yeniden doğmak üzere uyuşmuş kalmış...
Genellikle Nevruz, yani Farsça 'Yeni Gün' adını taşıyan bahar bayramı, insan ruhunun tabiattaki uyanışıyla birlikte kutladığı bir bayramdır. Böyle bir bayramın, yani mevsimlerin değişikliğinden doğan özel günlerin, başka başka adlar altında birçok milletin sosyal hayatında yer aldığı da bilinmektedir. Mesela, Hıristiyan âleminin dinî muhteva ile şekillendirerek ve Noel Baba sembolü ile karlar ülkesinden geyiklerin çektiği kızaklarla neşe ve ümitleri taşıdığı 'Noel Bayramı' bunun farklı bir örneğini teşkil eder. Bu kutlamalarda yine bahara duyulan özlem 'çam ağacı' motifi etrafında şekillendiriliyor. Aynı zamanda bir takvim değişikliğini de ifade eden bu kutlamalara baktığımızda Türk' ün kutladığı 'bahar bayramı'nın da bir takvim değişikliğini yansıttığı görülüyor. Burada dikkati çeken husus 'baharın başladığı zaman'dır. Türk, bu takvim değişikliğini 'toprağın uyandığı gün' ile özdeşleştirmiştir. Kışın ortasında baharı kutlamaz. Türklerde bir tabiat, varoluş, diriliş bayramı niteliğinde olan Nevruz'un ruhî atmosferini ve eskiliğini anlayabilmek için kültürümüzün yıpranmış, tozlu ve pek okunmayan eski sayfalarına bir göz atmamız gerekiyor. Bu coşkuyu Türk kamları dualarında, niyazlarında şöyle ifade ediyorlar:
'... Yüce Göktanrı'nın ilk defa gürlediği, yağız yer, altmış türlü çiçeklerle ilk defa bezendiği, altmış türlü hayvan sürülerinin ilk defa kişnediği ve melediği zaman sen (Türk'ün Atası) yaradıldın! '
Bu sözler Türk'ün yaratılış felsefesinin, inancının, hayat tarzının ifadesidir. Bütün bayramların dinî ve millî bir inanıştan, o toplumu ilgilendiren ortak bir hatıradan, geleneklerden, duygulardan ve tabiattan doğduğundan bahsetmiştik. İşte millî bir bayram olan Nevruz da Müslüman olan ya da olmayan çeşitli Türk toplulukları arasında kamların dua ettikleri asırlar öncesinden günümüze kadar farklı farklı şekillerde, ama aynı ruhla hâlâ kutlanmakta. Bu bayram İslâmiyet'i kabul etmiş olan ilk Müslüman konargöçer Türk topluluklarında; sürgün avı, toy, şölen, yuğ vb. gibi İslâmiyet'le çatışmayan âdetlerden biri olarak devam edegelmiştir. Böylece bu ananeler günümüz Türk dünyasına ortak kültür mirası olarak intikal etmişlerdir. Gelenekler, tarihini kesinlikle tespit edemediğimiz dönemlerden kalmadır. Neden, niçin, nasıl gibi sorular sorulmadan atadan oğula kalmıştır. Gelenekler bu özelliğiyle millet bağını güçlendiren en önemli unsurlardan biridir. Baharın gelişinin kutlandığı bugün de böyle bir gelenektir.
Nevruz, çeşitli kültür çevrelerinde, farklı etnik gruplarda farklı bir muhtevaya ve anlama sahip olmuştur. Kültürler arasındaki iletişim sonucunda çeşitli kültürlere girmiş ve benimsenmiştir. Eldeki tarihi kaynaklardan hareketle en eski Türk adetlerinden, bayramlarından biri olduğu kesinleşmiştir. Yeni yılın başlangıcı, yenilik, coşku, canlanma gibi nitelikler hiç değişmeden günümüze kadar yaşadığı uçsuz bucaksız coğrafyalarda görülmektedir.
Çin kaynaklarından Kutadgu Bilig'e, Kaşgarlı Mahmud'dan Bîrûnî'ye, Nizâmü'ı Mülk'ün Siyasetname’sinden Melikşah'ın takvimine kadar, Akkoyunlu Uzun Hasan Bey'in kanunlarına kadar gelen bir çizgide Nevruz ile ilgili kayıtlar eldedir. Diğer taraftan Sivas hükümdarı Kadı Burhaneddin Ahmed, Safevi Türkmen Devletinin kurucusu Şah İsmail (Hataî) , Osmanlılarda Sultan I. Ahmed ve Sultan Dördüncü Murad gibi hükümdarların, Mustafa Kemal Atatürk'ün; din adamlarımızdan Kazasker Bâki Efendi ve Şeyhülislam Yahya Efendilerin, şairlerimizden Kuloğlu, Pir Sultan Abdal, Kaygusuz Abdal, Şükrü Baba, Hüsnü Baba, Fuzulî, Nev'î Efendi, Nef'î, Nedim, Hüseyin Suad ve Namık Kemal gibi şairlerimizin Fatih devri vezirlerinden Ahmed Paşa'nın; büyük Azeri şairi Şehriyar'ın ve büyük Türkmen şairi Mahdumkulu'nun uzun bir tarih boyunca Nevruz bayramının gelişini 'Nevruziye' veya 'Bahariye' denilen şiirlerle kutladıklarını da biliyoruz.
Ayrıca Nevruz'un Türk musikisinin en eski mürekkep makamlarından biri olarak da kültürümüzde yedi yüzyıldan fazla bir maziye sahip olduğunu da biliyoruz. Bu makam ilk defa Urmiyeli Safıyûddîn Abdulmü'mîn Urmevî (1224–1294) tarafından kullanılmıştır. Bu şekilde elimizde yirminin üzerinde makam bulunmaktadır.
Nevruz geleneği ne Sünnilikle, ne Alevilikle, ne Bektaşilikle doğrudan doğuş bağlantısı olmayan, İslâmiyetten çok öncelere giden bir gelenektir. Yani bir dinin veya mezhebin bayramı değildir. Bu yüzden de herhangi bir şekilde bir mezhep adına, bir din adına, bir etnik menşe adına bağlı gösterilmesi, istismar edilmesi bir ayrılık unsuru olarak takdim edilmeye çalışılması yanlıştır. Tarihin ve kültürün bütün gerçeklerine aykırıdır.
1990 yılında bağımsızlıklarını ilan eden Türk Cumhuriyetleri'nde Kırgızistan, Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan ve Azerbaycan ile Rusya Federasyonu bünyesindeki Tataristan 21 Mart Ergenekon/Nevruz Bayramı'nı 'Milli Bayram' olarak ilan etmişlerdir. Bu günün coşkuyla kutlanmasına büyük önem vermektedirler. Türk kültüründen kaynaklanan Ergenekon/Nevruz bayramı, her yönüyle Türk gelenek ve görenekleriyle zenginleşmiş ananevi ve temeli beş bin yıllık Türk tarihine dayalı milli bir bayramdır. Türkiye'de de 1991 yılında Türk Dünyası ile birlikte ortak bir gün olarak resmi tatil olmaksızın bayram ilan edilmiştir.
Nevruz; Türk insanını birbirine kenetleyen, bağlayan, Ergenekon'dan demir dağları eriterek dirilen atalarının ruhlarıyla yanan bir ateştir. Bu ateş, hiç sönmeden binlerce yıl yandı ve gelecekte de kıvılcımlarından binlerce gönlü tutuşturarak 'ortak kültür ocağı'nda binlerce ruhu ısıtacaktır. Avrasya’nın, Türk âleminin Nevruz toyu kutlu olsun, Nevruz gülleri geleceğe umutlar taşısın.
www.chelebi.mekani.com
Hicri takvimin birinci ayıdır. Onuncu günün de ismi, Aşure'dir.
Tarihi kaynaklara göre milattan çok önce Arap, İsrail ve Fars
milletleri tarafından, Muharrem ayının Aşure günü, kutsal kabul
edilen ortak bir değerdir. Bugünün değerini ve kutsallığını,
tarihler şöyle anlatıyor:
Adem atanın tövbesinin kabul edildiği gün.
Nuh Peygamber'in gemisinin karayı bulduğu gün.
İbrahim Peygamber'in Nemrut'un ateşinden kurtulduğu gün.
Musa Peygamber'in kavmini Firavun'un şerrinden kurtardığıgün.
Saymakla bitiremiyeceğimiz bütün peygamberlerin refaha, kurtuluşa ve
başarıya ulaştıkları gündür. Onun içindir ki, Nuh Peygamber dahil
ondan sonra gelen bütün peygamberler, Hz. Muhammed ve Hz. Ali de
Muharrem ayının 10'unda Aşure günü şükür ve senalarını ifade ederek, oruç tutmuşlar. Nuh Peygamber'in kurtuluş çorbasını pişirip fakir
fukaraya yedirmişler, 'Hayır İhsan' yapmışlar. Bütün tarihler o güne
kadar olan, Muharrem ayının kutsallığı ve özelliğini böyle
anlatırlar.
Hz. Muhammed'in ölümünden 48 sene sonra, bütün peygamberlerin kutsal kabul ettikleri, oruç tuttukları Hicri 10 Muharrem 61 Cuma günü,
Miladi 10 Ekim 680 tarihinde, Kerbela denen Fırat Nehri'nin
kenarında, kurda kuşa sebil olan Fırat suyunu, Hz. Muhammed'in
sevgili torunlarına, Ehl-i Beyt'ten de tek kalan Hz. Hüseyin'ine ve
onun mahsun yavrularına vermediler. Dünya'da bugüne kadar bir eşi
benzeri olmayan, insanlık aleminin yüz karası, görülmemiş susuz bir
zulüm ve katliam işlendi. Hem de bu Peygamber'imizin evlatlarına
yapıldı. Onun için Aleviler, onların anılarını acılarını ve
sevgilerini yaşatmak amacıyla Muharrem ayının birinden-onikisine
kadar yas / matem tutarlar.
Elektrik süpürgesi ile işim olduğu bir sırada bir de kafam karışıksa, ona 'süpürge makinası' diyorum. Bunu defalarca yaşadım, bu lafı her dediğimde gülmekten yerlere yatıyorum...
“Bagislayayim mi, niye? Aclik utanilacak sey mi ki delikanli, susuzluktan da, astan da utanilmaz. Hepsi Tari’dan, gel hele, gel utanma.”
Biricik disini gostererek yeniden guldu.
“İste sana ekmekle su. Aşsa daha otede bulacaksin Magdala’da.”
Oteki ekmeklerle birlikte firinin yanindaki tas siraya koydugu bir somunu yakaladi. “Bak, firini her bosalttigimizda yoldan gecenler icin ayirdigimiz somundur bu. Buna cekirge ekmegi deriz biz. Benim degil, senindir. Kes bir dilim de, ye.”
Meryem’in oglu rahatlar gibi oldu. Kocamis zeytin agacinin dibinde oturup yemeye basladi. Ne tatliydi bu ekmek, su da ne ferahlaticiydi, yasli kadinin ekmekle birlikte ona verdigi iki zeytinin ne hos tadi vardi. Elma gibi olgun ve iriydiler! Sakin sakin yiyordu, vucuduyla ruhunun bir oldugunu, ekmegi, zeytini ve suyu tek bir agzindan aldıklarini, ikisinin de kıvanc duyup beslendigini duyuyordu.
Yasli kadin firina dayanip onu seyre koyuldu. “Ye. Gencsin, onunde uzun bir yol var, karsina neler cıkacagi belli olmaz. Ye, guclen de yolculuguna dayanabil.”
Baska bir somunun ucunu kparip, iki zeytin daha verdi ona. Kadinin basortusu kaydi basindan, seyrek kafasi gorundu. Acele bagladi yeniden.
“Nereye boyle, Tanri’nin inayetiyle? ” diye sordu.
“Cole.”
“Nereye? Daha bagir? ”
Yasli kadin dissiz ayzini buzdu, bakislari vahsilesti.
“Manastira mı? ” diye cigirdi, beklenmedik bir ofkeyle. “Niye peki? Ne isin var orada? Gencligine acimiyor musun? .
Cevap vermedi.Yasli kadin dazlak kafasini sallayarak yilan gibi islik caldi: “Tanri’yi bulmaya gidiyorsun, degil mi? ” sordu alayli alayli.
“Evet” dedi delikanli incecik bir sesle.
Sazi andiran bacaklari arasinda dolasan kopege bir tekme savurarak delikanlıya yaklasti.
“Vah zavalli,” diye bagirdi, “bilmez misin ki Tanri manastirda degil, insanlarin evlerindedir! Kari kocanin bulundugu yerdedir, oradadir Tanri; coluk cocugun bulundugu yerde, gunluk ugraslarin, yemek pisirenlerin, tartismalarin, uzlasmalarin oldugu yerde. Dinleme o hadimlari. Cibredir onlar! Cibre! Sana sozunu ettigim Tanri manastirdaki degil evdeki; iste odur Tanri, gercek Tanri, oteki Tanri’yi, coldeki o tembel, o kisir budalalara birak.”
Bütünsel varligimizin, kelimelerin ağırlığını kaldıramayan bir hafiflik ihtiva ettiğini farkettiğimde, hayatımın oldukça büyük bir bölümü bitmişti bile. Yine aynı hatayı yapmayacağım, yaşanır ve sadece hissedilebilirken yaşam, beynimin arasında dolaş ...
ağlarken gülebilmek
23.06.2006 - 15:44Çocukken çok yapardım ben bunu......... Çok eğlenceliydi aslında. Bir şeye kızar ya da üzülür ağlamaya başlardım. Bir süre ağladıktan sonra bir şekilde benle ilgilenen kişinin komikliklerine dayanamaz gülmeye başlardım. Sonra; hah neyse kesildi ağlaması derken karşımdaki, ben yine ağlamaya başlardım.... Biraz şımarıkça bir davranış gibiydi benimkisi, ilgiyi sürekli üzerimde tutma çabası gibi. Ama hani şimdi o günlerimi hatırlamaya çalışıyorum da ne güzeldi..........
ne münasebet
23.06.2006 - 15:34Bazen çok sinirlendiğimde kullandığım bir deyim, günlük hayatımda çok kullanmam yoksa. Gayet kızgın ve hiddetli bir ses ile 'ne münasebet canım' der sonra da uzun bir 'Allah Allahhhhhhhhhhhhhhh' çekerim.
acemice yaşamak
23.06.2006 - 14:55Hayat acemice yasanmaktadir zaten.... Her an yeni ve her an yeni seyler olusmakta. Bir gun geliyor ve ogrenebildiklerinizden dolayi kendinizi cok bilgili sandiginiz bir anda karsiniza hic bilmediginiz bir duygu veya bir olus cikabiliyor.Sasirip kaliyor ne yapacaginizi bilemiyorsunuz.
Cok bildiginizi sandiginiz seyleri, bazen oyle bir an geliyor ki yeniden ve yeniden ve yeniden ayni aci veya sevincle deneyimliyorsunuz. Kendinize donup ben bunu daha once yasamamis miydim diyorsunuz?
Hayat size her an cok yeni seyler ogretmekle mesgul iken, acemice yasamamak imkansiz geliyor bana..
yaşamın amacı
23.06.2006 - 13:42Yaşamın amacı gibi genel bir açıklama yapılabilmesi imkansız bence...
Herkes kendini deneyimler çünkü bu evrende, kendinden yola çıkar ve kendine varır tüm deneyimleriyle... Sonunda belki de bir gün eğer şanslı ise, işte ben de bunun için yaşamışım diyebilir belki de, çok çok düşük bir olasılıkta olsa bile....
doğum günü
23.06.2006 - 13:37Bugün benim doğum günün değil aslında, ama hafta içine geldiği için ufak bir fikirle başlayıp büyüyen organizasyonumuzu bugüne aldık.))
Bir yandan böyle günlerin gereksizliğini düşünüyorum, bir yandan da bu tür günlerin sürekli unutmaya çok yatkın olan beynimizi yenilediğini bir şeyleri hafızamıza yeniden kazıdığını düşünüyorum...
Mesela anneler günü ve babalar gününü severim ben, çünkü hani o günler gelince hep deriz aslında her gün anneler günü ne gerek var diye, ama hiç de annemize veya babamıza sevgimizi göstermeyi her gün adet edinmeyiz, ancak adı konmuş günler bize ayrı bir enerji verir ona kocaman bir öpücük vermemiz için.
Neyse doğum gününden konuyu nereye getirdim. Ama bugün yine çok mutluyum, bir sürü sevdiğim insani bir araya topladık ve çok güzel bir gün olacak inşaallah Allahım izin verirse.
Ehue..........
yaşamak dediğin
23.06.2006 - 13:08ŞİMDİ YAŞAMAK ZAMANI
Hep bir yerlere, bir şeylere yetişme telaşındasınız değil mi?
Hiç vaktiniz yok, 'Fast live', 'Fast food', 'Fast music', 'Fast
love'...
Dikte ettirilen 'yükselen değerler', 'in' ler, 'out' lar...
Buna benzer bir odada, şanslıysanız gökyüzünü görebilen bir pencere
ardında bitecek hepsi.
Dostluğu klavyelerinde, yaşamı monitörlerinde arayanlar, Size
sesleniyorum!
Hangi tuş daha etkilidir ki sıcacık bir gülüşten ya da hangi program
verebilir bir ağaç gölgesinde uyumanın keyfini?
Copy-paste yapabilir misiniz dalgaların sahille buluşmasını?
İçinizi ısıtan gün ışığını gönderebilir misiniz maille arkadaşlarınıza?
Sevgiyi tuşlarla mı yazarsınız?
Öpüşmek için hangi tuşlara basmak gerekir?
Ya da geri dönüşüm kutusunda saklanabilir mi kaybolan zaman?
Doğayı bilgisayarlarına döşeyenler, neden görmezsiniz bahçedeki
akasyanın tomurcuklandığını?
Ve ıslak toprak kokusu var mıdır dosyalarınız arasında?
Koklamak, duymak, dokunmak, yok mu yaşam skalanızda?
Bilgi toplumu oldunuz da, duygu toplumu olmanıza megabaytlarınız mı
yetmiyor?
Müşfik KENTER
Kahkaha
08.06.2006 - 16:20Her sey bir goruntuden ibaret oldugundan, oldugu haliyle guzeldir.
Onun iyi ya da kötü ile, kabul ya da ret ile bir ilgisi yoktur.
O halde pekala kahkaha ile gulunebilir.
Long-Chen-Pa
hep bir umut vardır
08.06.2006 - 15:39UMUŞ
Bütün iyi kitapların sonunda
Bütün gündüzlerin, bütün gecelerin sonunda
Meltemi senden esen
Soluğu sende olan
Yeni bir başlangıç vardır.
Parmağını sürsen elmaya, rengini anlarsın
Gözünle görsen elmayı, sesini duyarsın
Onu işitsen, yuvarlağı sende kalır
Her başlangıçta yeni bir anlam vardır.
Nedensiz bir çocuk ağlaması bile
Çok sonraki bir gülüşün başlangıcıdır.
EDİP CANSEVER
kusur
17.05.2006 - 15:55Çin'de bir adam, her gün boynuna dayadigi kalin sopanin iki ucuna asili testilerle dereden su tasirmis evine.. Bu testilerden birinin yan kisminda çatlak varmis... Digeri ise hiç kusursuz ve çatlaksizmis ve her seferinde bu kusursuz testi adamin doldurdugu suyun tümünü tasir, ulastirirmis eve.. Ama her zaman boynunda tasidigi testilerden çatlak olani eve yari dolu olarak varirmis. iki sene her gün bu sekilde geçmis. Adam her iki testiyi suyla doldurmus ama evine vardiginda sadece 1,5 testi su kalirmis...
Tabi ki kusursuz, çatlaksiz testi vazifesini mükemmel yaptigi için çok gururlaniyormus...Fakat zavalli çatlagi olan kusurlu testi, çok utaniyormus. Doldurulan suyun sadece yarisini eve ulastirabildigi için de çok üzülüyormus..
Iki yilin sonunda bir gün, görevini yapamadigini düsünen çatlak testi, irmak kenarinda adama söyle demis: “Kendimden utaniyorum. su yanimdaki çatlak nedeniyle, sular eve gidene kadar akip gidiyor..
” Adam gülümseyerek dönmüs testiye; “Göremedin mi? yolun senin tarafinda olan kismi çiçeklerle dolu. Fakat kusursuz testinin tarafinda hiç yok. Çünkü ben basindan beri senin kusurunu, çatlagini biliyordum..
Senin tarafina çiçek tohumlari ektim. Ve hergün o yolda ben su tasirken, sen onlari suladin.. 2 senedir o güzel çiçekleri toplayip, masami süslüyorum. Sen kusursuz olsaydin, o çatlagin olmasaydi, evime böyle güzellik ve zarafet veremeyecektim' diye cevap vermis.. Her birimizin kendine has kusurlari vardir. Hepimiz birer çatlak testiyiz.. Fakat sahip oldugumuz bu kusurlar ve çatlaklardir hayatlarimizi ilginç yapan, mükafatlandiran, renklendiren.. Etrafinizdaki her kisiyi, olduklari gibi kabullenin. Dislarindaki kusurlari degil, içlerindeki güzellikleri görün...
Alintidir
masal
21.03.2006 - 13:07İçinde yaşadığımız, ancak farkedemediğimiz gerçek.......
öcü
21.03.2006 - 13:05ÖCÜ, çok eski bir kadın örgütünün kısaltmasıdır. Roma İmparatorluğu döneminde çocuğuna söz dinletemeyen kadınlar gizli bir örgüt kurdular. Yufka yüreklilikten çocuğuna ceza veremeyen anneler, çocuğu bu örgüte teslim ederdi.Örgütün adı Romulus'tu. Birkaç 'caydırıcı ceza'dan sonra anneler çocuklarını 'seni Romulus'a veririm ha! ! ' diyerek korkutmaya başladılar.İşe yarayınca örgüt tüm dünyaya yayıldı ve kurulduğu her yerde farklı bir isimle anılır oldu. Mesela Afrika'daki örgütün kod adı Dunganga, Amerika'da ise Kocaayak'tır. Türk anneleri ise kod yerine kısaltma kullanmıştır:ÖCÜ, yani Özel Cezalandırma Ünitesi. Adından da anlaşılacağı gibi ÖCÜ, daha büyük ve gizli bir anneler örgütünün sadece gizli bir ünitesidir.(Ögütün ismi bilinmiyor) 15.yüzyılsonlarında cezalandırma ünitesi kaldırılmıştır ancak ÖCÜ bir kelime olarak günümüze kadar gelmiştir.
Bahsi geçen, adı bilinmeyen gizli anneler örgütü ise halen faaliyetini sürdürmektedir. Hamileliğin altıncı ayındaki tüm kadınlar bu çok gizli, katı kurallara sahip örgüte kabul edilmektedir.
Annenize sorarsanız bu olayı tabii ki yalanlayacaktır.
.))
(ulaş akyol'dan)
nevruz
21.03.2006 - 10:40AVRASYA’NIN ORTAK BAYRAMI NEVRUZ
Tabiat ile iç içe, kucak kucağa yaşayan, toprağı 'ana' olarak vasıflandıran Türk'ün düşünce sisteminde 'baharın gelişi' elbette önemli bir yere sahip olacaktı.
Nevruz, Türk dünyasının kuzeyinden güneyine, batısından doğusuna kadar uzanan engin coğrafyada yaşayan toplulukların pek çoğu tarafından yaygın olarak kutlanan bahar bayramıdır. Bütün bayramların dinî ve millî bir inanıştan, o toplumu ilgilendiren ortak bir hatıradan, geleneklerden, duygulardan ve tabiatın insanlara tesir eden bir olayından doğduğuna inanılır.
Tabiat ile iç içe, kucak kucağa yaşayan, toprağı 'ana' olarak vasıflandıran Türk'ün düşünce sisteminde 'baharın gelişi' elbette önemli bir yere sahip olacaktı. Çünkü insan vücudu, baharda uyarıldığı kadar kışta uyarılmaz. İç karartıcı, yeknesak günlerin ardından doğan hareketli, pırıl pırıl güneşli, kuş ve hayvan sesleriyle kurulmuş ilâhî orkestranın musikisi insan hayatını canlandırır. Ayrıca ortaya çıkan rengârenk tablo kıştan bahara geçişi ne de güzel tasvir eder: 'Bir yanda her tarafı kaplayan soluk, mat ve daha çok beyazın hakim olduğu renkler, diğer yanda yeşilin değişik tonları arasında baş veren bin bir renk cümbüşü... Birisi hareketsiz, şekilsiz; diğeri kıpır kıpır, şekil şekil, çiçek çiçek... Kış, sağır ve dilsiz; ilkyaz duygulu, coşkulu, kulaklara fısıldadığı nağmelerle cazibeli... Birinde tabiat hayat dolu, diğerinde donmuş, yeniden doğmak üzere uyuşmuş kalmış...
Genellikle Nevruz, yani Farsça 'Yeni Gün' adını taşıyan bahar bayramı, insan ruhunun tabiattaki uyanışıyla birlikte kutladığı bir bayramdır. Böyle bir bayramın, yani mevsimlerin değişikliğinden doğan özel günlerin, başka başka adlar altında birçok milletin sosyal hayatında yer aldığı da bilinmektedir. Mesela, Hıristiyan âleminin dinî muhteva ile şekillendirerek ve Noel Baba sembolü ile karlar ülkesinden geyiklerin çektiği kızaklarla neşe ve ümitleri taşıdığı 'Noel Bayramı' bunun farklı bir örneğini teşkil eder. Bu kutlamalarda yine bahara duyulan özlem 'çam ağacı' motifi etrafında şekillendiriliyor. Aynı zamanda bir takvim değişikliğini de ifade eden bu kutlamalara baktığımızda Türk' ün kutladığı 'bahar bayramı'nın da bir takvim değişikliğini yansıttığı görülüyor. Burada dikkati çeken husus 'baharın başladığı zaman'dır. Türk, bu takvim değişikliğini 'toprağın uyandığı gün' ile özdeşleştirmiştir. Kışın ortasında baharı kutlamaz. Türklerde bir tabiat, varoluş, diriliş bayramı niteliğinde olan Nevruz'un ruhî atmosferini ve eskiliğini anlayabilmek için kültürümüzün yıpranmış, tozlu ve pek okunmayan eski sayfalarına bir göz atmamız gerekiyor. Bu coşkuyu Türk kamları dualarında, niyazlarında şöyle ifade ediyorlar:
'... Yüce Göktanrı'nın ilk defa gürlediği, yağız yer, altmış türlü çiçeklerle ilk defa bezendiği, altmış türlü hayvan sürülerinin ilk defa kişnediği ve melediği zaman sen (Türk'ün Atası) yaradıldın! '
Bu sözler Türk'ün yaratılış felsefesinin, inancının, hayat tarzının ifadesidir. Bütün bayramların dinî ve millî bir inanıştan, o toplumu ilgilendiren ortak bir hatıradan, geleneklerden, duygulardan ve tabiattan doğduğundan bahsetmiştik. İşte millî bir bayram olan Nevruz da Müslüman olan ya da olmayan çeşitli Türk toplulukları arasında kamların dua ettikleri asırlar öncesinden günümüze kadar farklı farklı şekillerde, ama aynı ruhla hâlâ kutlanmakta. Bu bayram İslâmiyet'i kabul etmiş olan ilk Müslüman konargöçer Türk topluluklarında; sürgün avı, toy, şölen, yuğ vb. gibi İslâmiyet'le çatışmayan âdetlerden biri olarak devam edegelmiştir. Böylece bu ananeler günümüz Türk dünyasına ortak kültür mirası olarak intikal etmişlerdir. Gelenekler, tarihini kesinlikle tespit edemediğimiz dönemlerden kalmadır. Neden, niçin, nasıl gibi sorular sorulmadan atadan oğula kalmıştır. Gelenekler bu özelliğiyle millet bağını güçlendiren en önemli unsurlardan biridir. Baharın gelişinin kutlandığı bugün de böyle bir gelenektir.
Nevruz, çeşitli kültür çevrelerinde, farklı etnik gruplarda farklı bir muhtevaya ve anlama sahip olmuştur. Kültürler arasındaki iletişim sonucunda çeşitli kültürlere girmiş ve benimsenmiştir. Eldeki tarihi kaynaklardan hareketle en eski Türk adetlerinden, bayramlarından biri olduğu kesinleşmiştir. Yeni yılın başlangıcı, yenilik, coşku, canlanma gibi nitelikler hiç değişmeden günümüze kadar yaşadığı uçsuz bucaksız coğrafyalarda görülmektedir.
Çin kaynaklarından Kutadgu Bilig'e, Kaşgarlı Mahmud'dan Bîrûnî'ye, Nizâmü'ı Mülk'ün Siyasetname’sinden Melikşah'ın takvimine kadar, Akkoyunlu Uzun Hasan Bey'in kanunlarına kadar gelen bir çizgide Nevruz ile ilgili kayıtlar eldedir. Diğer taraftan Sivas hükümdarı Kadı Burhaneddin Ahmed, Safevi Türkmen Devletinin kurucusu Şah İsmail (Hataî) , Osmanlılarda Sultan I. Ahmed ve Sultan Dördüncü Murad gibi hükümdarların, Mustafa Kemal Atatürk'ün; din adamlarımızdan Kazasker Bâki Efendi ve Şeyhülislam Yahya Efendilerin, şairlerimizden Kuloğlu, Pir Sultan Abdal, Kaygusuz Abdal, Şükrü Baba, Hüsnü Baba, Fuzulî, Nev'î Efendi, Nef'î, Nedim, Hüseyin Suad ve Namık Kemal gibi şairlerimizin Fatih devri vezirlerinden Ahmed Paşa'nın; büyük Azeri şairi Şehriyar'ın ve büyük Türkmen şairi Mahdumkulu'nun uzun bir tarih boyunca Nevruz bayramının gelişini 'Nevruziye' veya 'Bahariye' denilen şiirlerle kutladıklarını da biliyoruz.
Ayrıca Nevruz'un Türk musikisinin en eski mürekkep makamlarından biri olarak da kültürümüzde yedi yüzyıldan fazla bir maziye sahip olduğunu da biliyoruz. Bu makam ilk defa Urmiyeli Safıyûddîn Abdulmü'mîn Urmevî (1224–1294) tarafından kullanılmıştır. Bu şekilde elimizde yirminin üzerinde makam bulunmaktadır.
Nevruz geleneği ne Sünnilikle, ne Alevilikle, ne Bektaşilikle doğrudan doğuş bağlantısı olmayan, İslâmiyetten çok öncelere giden bir gelenektir. Yani bir dinin veya mezhebin bayramı değildir. Bu yüzden de herhangi bir şekilde bir mezhep adına, bir din adına, bir etnik menşe adına bağlı gösterilmesi, istismar edilmesi bir ayrılık unsuru olarak takdim edilmeye çalışılması yanlıştır. Tarihin ve kültürün bütün gerçeklerine aykırıdır.
1990 yılında bağımsızlıklarını ilan eden Türk Cumhuriyetleri'nde Kırgızistan, Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan ve Azerbaycan ile Rusya Federasyonu bünyesindeki Tataristan 21 Mart Ergenekon/Nevruz Bayramı'nı 'Milli Bayram' olarak ilan etmişlerdir. Bu günün coşkuyla kutlanmasına büyük önem vermektedirler. Türk kültüründen kaynaklanan Ergenekon/Nevruz bayramı, her yönüyle Türk gelenek ve görenekleriyle zenginleşmiş ananevi ve temeli beş bin yıllık Türk tarihine dayalı milli bir bayramdır. Türkiye'de de 1991 yılında Türk Dünyası ile birlikte ortak bir gün olarak resmi tatil olmaksızın bayram ilan edilmiştir.
Nevruz; Türk insanını birbirine kenetleyen, bağlayan, Ergenekon'dan demir dağları eriterek dirilen atalarının ruhlarıyla yanan bir ateştir. Bu ateş, hiç sönmeden binlerce yıl yandı ve gelecekte de kıvılcımlarından binlerce gönlü tutuşturarak 'ortak kültür ocağı'nda binlerce ruhu ısıtacaktır. Avrasya’nın, Türk âleminin Nevruz toyu kutlu olsun, Nevruz gülleri geleceğe umutlar taşısın.
www.chelebi.mekani.com
halil cibran
13.03.2006 - 22:17Senin önünde parlak bir ayna gibi durduğumda,
içime baktım ve kendi yansımanı gördüm.
Sonra dedinki ' seni seviyorum'
Oysa aslında sevdiğin içimdeki kendindin.
H.CİBRAN
halil cibran
07.03.2006 - 17:31Büyük bir adamin iki yüreği vardir, birisi kanar ve digeri sabreder...
Halil Cibran
can yücel
21.02.2006 - 14:23Can Yücel'den mal beyanı:
1-Avşa adasında üç daire, dört üçgen, beş dikdörtgen
2-Gökyüzünde bi bulut
3-Bitlis'te beş minare
4-Biri yazlık, biri kışlık iki platonik sevgili
5-Büro mobilyası ve çelik kapı üreten bir fabrikanın
öğle üzeri yaslanıp sigara içilen beyaz duvarı
6-Islıkla da çalınabilen dört anonim türkü
7-Palandökende bir palan, iki döken
8-Kastamonu'da üç kasto
9-Üç fay hattı
10-Bir çarşamba, iki perşembe, üç cuma
11-Dünyada mekan
12-Ahirette iman
13-Denizde kum
14-Uzayda yerçekimsizlik
15-Bi çuval gazoz kapaği
16-Bi kibrit kutusu sigara izmariti
17-On sekiz saç biti
18-Biri ingilizce 6 adet küfür
19-Yirmi tane boş naylon poşet
20-Sevenlerin kalbinde kurulmus bir taht
21-Bi sürü saç sakal, kıl, tüy, yün
22-Üç ayrı parkta üç ayrı belediyeye ait üç ayrı
banka reklamlı bank
23-Bi ayakkabı çekeceği
24-İki büyük taş kütlesi
25-Bir adet ağaç gölgesi
26-Üç kuş kanadı sesi
27-Bi sürü kedi köpek
28-Bi marmara denizi
29-Camına yaslanıp seyredilen iki piliç çevirmeci
30-Her akşam karıştırılan dört çöp bidonu
31-Çalıp çalıp kaçılan beş melodili apartman zili
32-Nakit 15 kuruş
aşure günü
09.02.2006 - 12:04Muharrem Ayı, Matemi ve Orucu
Hicri takvimin birinci ayıdır. Onuncu günün de ismi, Aşure'dir.
Tarihi kaynaklara göre milattan çok önce Arap, İsrail ve Fars
milletleri tarafından, Muharrem ayının Aşure günü, kutsal kabul
edilen ortak bir değerdir. Bugünün değerini ve kutsallığını,
tarihler şöyle anlatıyor:
Adem atanın tövbesinin kabul edildiği gün.
Nuh Peygamber'in gemisinin karayı bulduğu gün.
İbrahim Peygamber'in Nemrut'un ateşinden kurtulduğu gün.
Musa Peygamber'in kavmini Firavun'un şerrinden kurtardığıgün.
Yunus Peygamber'in balığın karnından kurtulduğu gün.
Eyüp Peygamber'in dertlerine şifa bulduğu gün.
Saymakla bitiremiyeceğimiz bütün peygamberlerin refaha, kurtuluşa ve
başarıya ulaştıkları gündür. Onun içindir ki, Nuh Peygamber dahil
ondan sonra gelen bütün peygamberler, Hz. Muhammed ve Hz. Ali de
Muharrem ayının 10'unda Aşure günü şükür ve senalarını ifade ederek, oruç tutmuşlar. Nuh Peygamber'in kurtuluş çorbasını pişirip fakir
fukaraya yedirmişler, 'Hayır İhsan' yapmışlar. Bütün tarihler o güne
kadar olan, Muharrem ayının kutsallığı ve özelliğini böyle
anlatırlar.
Hz. Muhammed'in ölümünden 48 sene sonra, bütün peygamberlerin kutsal kabul ettikleri, oruç tuttukları Hicri 10 Muharrem 61 Cuma günü,
Miladi 10 Ekim 680 tarihinde, Kerbela denen Fırat Nehri'nin
kenarında, kurda kuşa sebil olan Fırat suyunu, Hz. Muhammed'in
sevgili torunlarına, Ehl-i Beyt'ten de tek kalan Hz. Hüseyin'ine ve
onun mahsun yavrularına vermediler. Dünya'da bugüne kadar bir eşi
benzeri olmayan, insanlık aleminin yüz karası, görülmemiş susuz bir
zulüm ve katliam işlendi. Hem de bu Peygamber'imizin evlatlarına
yapıldı. Onun için Aleviler, onların anılarını acılarını ve
sevgilerini yaşatmak amacıyla Muharrem ayının birinden-onikisine
kadar yas / matem tutarlar.
dün
09.02.2006 - 11:55'Bütün dünler, bugünleri aydınlatan fenerlerdir.'
Shakespeare
kötü
09.02.2006 - 11:50'Kötü, başını eğer, gözünü kaçırır, kötünün gözü iyinin gözüne değemez, yanar...'
Ahmet Altan / En uzun gece
ebru
17.01.2006 - 18:07Suyun rüyası...
elektrik süpürgesi
17.01.2006 - 17:43Elektrik süpürgesi ile işim olduğu bir sırada bir de kafam karışıksa, ona 'süpürge makinası' diyorum. Bunu defalarca yaşadım, bu lafı her dediğimde gülmekten yerlere yatıyorum...
zaman
17.01.2006 - 17:31'Zaman, arşınla endazeyle ölçülebilecek bir tartı olmadığı gibi, mille ölçülebilecek bir deniz de değildir; bir yürek çarpmasıdır.'
Nikos Kazancakis/Günaha Son Çağrı
zaman
17.01.2006 - 17:30'Beni seviyorsan sabırlı ol. Ağaçlara bak. Meyvelerini olgunlaştırmak için acele ediyorlar mı? '
'Ben ağaç degilim, insanım,' diye karşı çıktı Kızılsakal yaklaşarak. ' Ben insanım, yani acele ederim. Ben kendi yasamla hareket ederim.'
'Ağaçlar için olsun, insanlar için olsun, Tanrı'nın yasası birdir.'
Kızıl sakal dişlerini gıcırdattı.'Neymiş peki o yasa? ' diye alayla sordu.
'Zaman.'
........
Nikos Kazancakis/Günaha Son Çağrı
ölüm
14.01.2006 - 11:09“Olumden korkmuyor musun peki?
“Niye korkayim Yahuda kardesim? Olum kapanan bir kapi degildir, acilan bir kapidir. Acilir, girersin.”
“Nereye? ”
“Tanri’nin bagrina.”
Nikos Kazancakis/Gunaha Son Cagri
allah (c.c)
14.01.2006 - 10:57Hos geldin,” dedi kadin. “Ac misin? Nereden boyle Tanri’nin inayetiyle? ”
“Nasira’dan.”
“Ac misin? ” diye tekrarladi kadin gulerek. “Burun deliklerin tazininki gibi acilip kapaniyor.”
“Acim efendim. Bagislayin beni.”
İhtiyar gadin sagirdi, soyledigini isitmedi.
“Ne dedin? ” dedi. “Yuksek sesle konus.”
“Acim efendim, bagislayin beni.”
“Bagislayayim mi, niye? Aclik utanilacak sey mi ki delikanli, susuzluktan da, astan da utanilmaz. Hepsi Tari’dan, gel hele, gel utanma.”
Biricik disini gostererek yeniden guldu.
“İste sana ekmekle su. Aşsa daha otede bulacaksin Magdala’da.”
Oteki ekmeklerle birlikte firinin yanindaki tas siraya koydugu bir somunu yakaladi. “Bak, firini her bosalttigimizda yoldan gecenler icin ayirdigimiz somundur bu. Buna cekirge ekmegi deriz biz. Benim degil, senindir. Kes bir dilim de, ye.”
Meryem’in oglu rahatlar gibi oldu. Kocamis zeytin agacinin dibinde oturup yemeye basladi. Ne tatliydi bu ekmek, su da ne ferahlaticiydi, yasli kadinin ekmekle birlikte ona verdigi iki zeytinin ne hos tadi vardi. Elma gibi olgun ve iriydiler! Sakin sakin yiyordu, vucuduyla ruhunun bir oldugunu, ekmegi, zeytini ve suyu tek bir agzindan aldıklarini, ikisinin de kıvanc duyup beslendigini duyuyordu.
Yasli kadin firina dayanip onu seyre koyuldu. “Ye. Gencsin, onunde uzun bir yol var, karsina neler cıkacagi belli olmaz. Ye, guclen de yolculuguna dayanabil.”
Baska bir somunun ucunu kparip, iki zeytin daha verdi ona. Kadinin basortusu kaydi basindan, seyrek kafasi gorundu. Acele bagladi yeniden.
“Nereye boyle, Tanri’nin inayetiyle? ” diye sordu.
“Cole.”
“Nereye? Daha bagir? ”
Yasli kadin dissiz ayzini buzdu, bakislari vahsilesti.
“Manastira mı? ” diye cigirdi, beklenmedik bir ofkeyle. “Niye peki? Ne isin var orada? Gencligine acimiyor musun? .
Cevap vermedi.Yasli kadin dazlak kafasini sallayarak yilan gibi islik caldi: “Tanri’yi bulmaya gidiyorsun, degil mi? ” sordu alayli alayli.
“Evet” dedi delikanli incecik bir sesle.
Sazi andiran bacaklari arasinda dolasan kopege bir tekme savurarak delikanlıya yaklasti.
“Vah zavalli,” diye bagirdi, “bilmez misin ki Tanri manastirda degil, insanlarin evlerindedir! Kari kocanin bulundugu yerdedir, oradadir Tanri; coluk cocugun bulundugu yerde, gunluk ugraslarin, yemek pisirenlerin, tartismalarin, uzlasmalarin oldugu yerde. Dinleme o hadimlari. Cibredir onlar! Cibre! Sana sozunu ettigim Tanri manastirdaki degil evdeki; iste odur Tanri, gercek Tanri, oteki Tanri’yi, coldeki o tembel, o kisir budalalara birak.”
Nikos Kazancakis/Gunaha Son Cagri
Toplam 256 mesaj bulundu