Kuytu bir köşesi vardır dünyanın. Senin dünyanın bir yerinde de ‘girilmemiş’ bir ‘gri’ alanın vardır mutlaka. Hani çocukken, masa altındaki bir boşlukta ‘saklanır’ orada kendine bir ‘alan’ açardın ya, işte öyle bir şey! O kuytun bir ‘saklanma’, ‘kaçma’, ‘inzivaya çekilip kendini bulma’ alanın mı yoksa ‘öylesine sıkıldığında canının sığındığı bir gizemli mabet mi’ senin için? Belki de sadece ‘ıssız’ bir ‘hiçliktir’ senin seraplar gördüğün, aura’n. Issız bir kısırdöngü ve uzay boşluğunda yolunu kaybetmiş, ‘kara delikte’ savrulan bir ‘tanımsız cisim’ gibi! Zaman, sadece bir nefes aralığı; zaman, sadece bir kuşun ansızın küre kemiğine tüneyip ‘an’ını sende bir kelebek öpücüğüne dönüştürmesiymiş… zaman dediğin şey, belki de, sadece ve sadece bir ıssızlığın isinde kaybolmakmış… Kuytu köşene de bazen yörüngesini kaybetmiş bir avare ‘ruh’ konabilir. Konar, şaşkın şaşkın bakar, bakınır, dolanır, izler, gözler, gözlemler sonrada geldiği gibi kendi ‘hiçliğinde’ bir varlığa bürünür. Sende varlığa bürünen, seni oracıkta bir başına bırakıp kendi ufkuna kanatlanır. Senden geçer tüm ‘geçersizler korosu’ ve senin kuytu dünyandan alır senin kendine bile gizlediğin tüm ‘umutlarını’! Aslında bazen ‘her şeyin’ farkındasın ve başlamadan bilirsin öykünün sonunu. Ama yine de kapılırsın suyun akışına… hayat, bir yerlerde eğer bir canlılık varsa, hayattır. Hayat bazen de ‘başka bir dille düşünüp başka bir dille yazmak gibidir’ onun için, ‘özne’ ile ‘yüklem’ bir türlü aynı bağlacın köprüsünde buluşmaz. Hep birinin ‘tamladığı’, tamamlandığı yerde, diğeri çıkıp geliverir! Bütünleşme yoktur, sadece bir ‘bağ’lanma halidir; bir ağlama, ağ’lama. ‘Anlaşılmamak’ zamanın tüm katmanlarında –dili geçmişten hikâye kipine dek- hep tavana asılı bir çözümsüzlük yumağı... Siteme çalar tüm kelimeler ve sözcükleri beli. Oysa hep “an’la’mak”, anlaşılmak arasında bir yerde kırılır ve orada tepinir. An’la anlam arasındaki bir sonsuzlukta bir ‘solucan deliği’ misali zamanı içinde kırar, büker ve ‘neşeni’, yaşam sevincini söker, alıp gider de sen oracıkla kalakalırsın öylece. En vahim anın belki de kuytunun yörüngesinde kaybolunca başlar. İşte o zaman, bir ‘çocukluğun bile’ kalmamıştır seni kucaklayacak, seni saklayacak bir masa altı, divan arası, dolap içi bir ‘mabedin!’ İnsan en çok ‘çocukken’ büyür ve çaresizliğinde ‘üşür.’ En çok küçükken kavgasını eder çocuk kalabilmek için ve mabedinde dingin bir yürek büyütür. İnsan en çok büyürken ölür.
Kuytu bir köşesi vardır dünyanın. Senin dünyanın bir yerinde de ‘girilmemiş’ bir ‘gri’ alanın vardır mutlaka. Hani çocukken, masa altındaki bir boşlukta ‘saklanır’ orada kendine bir ‘alan’ açardın ya, işte öyle bir şey!
O kuytun bir ‘saklanma’, ‘kaçma’, ‘inzivaya çekilip kendini bulma’ alanın mı yoksa ‘öylesine sıkıldığında canının sığındığı bir gizemli mabet mi’ senin için?
Belki de sadece ‘ıssız’ bir ‘hiçliktir’ senin seraplar gördüğün, aura’n. Issız bir kısırdöngü ve uzay boşluğunda yolunu kaybetmiş, ‘kara delikte’ savrulan bir ‘tanımsız cisim’ gibi! Zaman, sadece bir nefes aralığı; zaman, sadece bir kuşun ansızın küre kemiğine tüneyip ‘an’ını sende bir kelebek öpücüğüne dönüştürmesiymiş… zaman dediğin şey, belki de, sadece ve sadece bir ıssızlığın isinde kaybolmakmış…
Kuytu köşene de bazen yörüngesini kaybetmiş bir avare ‘ruh’ konabilir. Konar, şaşkın şaşkın bakar, bakınır, dolanır, izler, gözler, gözlemler sonrada geldiği gibi kendi ‘hiçliğinde’ bir varlığa bürünür. Sende varlığa bürünen, seni oracıkta bir başına bırakıp kendi ufkuna kanatlanır. Senden geçer tüm ‘geçersizler korosu’ ve senin kuytu dünyandan alır senin kendine bile gizlediğin tüm ‘umutlarını’!
Aslında bazen ‘her şeyin’ farkındasın ve başlamadan bilirsin öykünün sonunu. Ama yine de kapılırsın suyun akışına… hayat, bir yerlerde eğer bir canlılık varsa, hayattır.
Hayat bazen de ‘başka bir dille düşünüp başka bir dille yazmak gibidir’ onun için, ‘özne’ ile ‘yüklem’ bir türlü aynı bağlacın köprüsünde buluşmaz. Hep birinin ‘tamladığı’, tamamlandığı yerde, diğeri çıkıp geliverir! Bütünleşme yoktur, sadece bir ‘bağ’lanma halidir; bir ağlama, ağ’lama.
‘Anlaşılmamak’ zamanın tüm katmanlarında –dili geçmişten hikâye kipine dek- hep tavana asılı bir çözümsüzlük yumağı... Siteme çalar tüm kelimeler ve sözcükleri beli. Oysa hep “an’la’mak”, anlaşılmak arasında bir yerde kırılır ve orada tepinir. An’la anlam arasındaki bir sonsuzlukta bir ‘solucan deliği’ misali zamanı içinde kırar, büker ve ‘neşeni’, yaşam sevincini söker, alıp gider de sen oracıkla kalakalırsın öylece.
En vahim anın belki de kuytunun yörüngesinde kaybolunca başlar. İşte o zaman, bir ‘çocukluğun bile’ kalmamıştır seni kucaklayacak, seni saklayacak bir masa altı, divan arası, dolap içi bir ‘mabedin!’
İnsan en çok ‘çocukken’ büyür ve çaresizliğinde ‘üşür.’ En çok küçükken kavgasını eder çocuk kalabilmek için ve mabedinde dingin bir yürek büyütür. İnsan en çok büyürken ölür.