Bazen bir kelimeyi telaffuz etmek, dünyanın yükünü taşımak kadar zor gelir insana. Bir kırık camın parçaları dökülür yüreğine.
Susarsın.
Bardaktan boşalan yağmur olup, üstüne gelir hüzün. Ağlamak kesmez içini, seni avutacak her şeyden mahrum kalırsın. Üstelik; hatır soranı kalmamış bir ihtiyarın, bayram sabahları, perdesi erkenden açılmış pencerelerde bir görünüp bir kaybolan komşularına çevirdiği bakışları kadar yalnızsın. Ne eski fotoğraflardan kalan bir hatıra, ne de çocukluk yıllarının gülümseyen yüzü.
Yanında hiç kimseyi bulamazsın. Bildiğin her yer uzak, tanıdığın herkes yabancı.
Yine de ağlarsın.
Bazen birine katlanmak, dünyanın yükünü taşımak kadar zor gelir insana. En çaresiz bir gününe uyandığın gurbette bile olsan, yolunu değiştirmek düşer aklına; kaçarsın. Ayak üstü geçiştirilen kısa bir zaman, koca bir gün olup ayağına dolanır. Tahammül etmeyi kolaylaştıracak ve kendine, “aslında iyi biri” diyebileceğin yalanlar ararsın. Konuştuğun her cümlenin arasına, oradan uzaklaşabilmek için kullanacağın bahaneler katarsın.
Asla kolay kurtulamazsın.
Bazen bir konuşmayı dinlemek, dünyanın yükünü taşımak kadar zor gelir insana. Kelimeler, göz kapaklarına dökülen kurşun gibi iner üzerine. Ya da için ezilir, yere düşen hakikatin karşısındaki çaresizliğine. Bir müstehzi bakışlarına bakarsın alçağın; bir de ses tonunun içinden şeytana el sallayan kibrine. Artık, kimseyi incitmemek için gösterdiğin nezaketine, seni dışarıya atacak kadar cesaret katarsın. Mevzu, üstü başı parçalanmış bir çocuk gibi durur karşında.
Asla yardımcı olamazsın.
Bazen bir günü akşama kavuşturmak, dünyanın yükünü taşımak kadar zor gelir insana. İçindeki sıkıntıyı bir türlü atamazsın. Sıtkın sıyrılır hayattan; dokunduğun her eşyadan yüreğine inen bir kir ve baktığın her yerde kahpelik vardır. Seni sakinleştirecek bir söz ararsın. Ne okuduğun şiir, ne de bir hatırayı mıh gibi yüreğine çakan şarkı; hepsinin, hayat ancak kendi yolunda gidince anlamı vardır.
Bunu anlarsın.
Bazen yalnız kalmak; dünyanın yükünü taşımak kadar zor gelir insana. Sebebini bilemediğin korkularla uyanırsın. Mevsim, sanki hep sonbahardır. Ne bir çiçeğin kokusunu alırsın, ne de dünya umurundadır. O gün, hiç olmadığı kadar değişik şeylerle uğraşırsın. Zaman, bir kaplumbağanın kabuğuna bağlanmıştır sanki, ertesi güne çıkmayı dört gözle ararsın. Okuduğun kitaplardan bir cümleyi hatırlamaya çalışır, yapamazsın. Hep düşen yapraklar gelir aklına, gözü yaşlı çocukluğun, yıllardır görmediğin dostların, bir veda anında dişlerini sıkıp arasına sakladığın göz yaşların.
Geçmişinden asla kurtulamazsın.
Bazen veda etmek, dünyanın yükünü taşımak kadar zor gelir insana. Yüreğin bir kuşun kanatlarında havalanır. Söylenebilecek hiçbir sözün anlamı kalmaz; bilir, konuşmazsın.
Uygun bir cümle, belki; ama asla bulamazsın. Yol uzar gözünde, ayrılığın kokusuna dayanamazsın.
Gitmek bir dalın kırılmasıdır en çok. Ya da buz gibi bir hava ve sen donup kalırsın. Gökyüzü kararır. Ayakların seni taşıyamaz; olduğun yerde çakılıp kalırsın. En hüzünlü haliyle canlanır gözünde biraz sonrası; ağlayan bir ana, eş, yar, evladın, belki de dostların.
Yine de yaparsın.
Bazen bir hatırayı taşımak, dünyanın yükünü taşımak kadar zor gelir insana. Attığın her adımda, peşin sıra gelen ayak sesleri vardır. Uzanır dokunamazsın. Her yalnız kalışında sana seslenen hitabını duyar; dinlediğin her söze, onu sana getirecek bir şerh koyarsın. Bazen bir kapının tokmağında, bazen de karanlığın içine kaçan gölgede onu ararsın. Ne birlikte çektirilen fotoğraf; ne de, bir kış günü gelen sıcak bir selamı vardır.
Ama yine de unutamazsın.
Bazen bir dostu özlemek, dünyanın yükünü taşımak kadar zor gelir insana. Koca bir dağ olup oturur yüreğine. Gecenin en kuytu yerine sığınır, uyuyamazsın. Bir tebessüm iner yüzüne; en kötü gününde yanı başında duran mahzun halini hatırlarsın. Ya da bir yaz günü, çeşme suyu serinliğindeki selamını. Çıkıp gelse şu an, söyleyecek söz bulamazsın. Konuşmak beyhude bir çabadır belki, onu halinden de anlarsın. Çünkü, çocuk gözlerinden dökülen öfkeyi yakalar; sadece sen korkarsın. Ne gailesi dünya hayatının, ne de yeni arkadaşlar.
Yerine hiç kimseyi koyamazsın.
Bazen,
Bazen gözlerini kapatır ve dost bir yürekten gelen hayır dualardan başka hiçbir şeyi hissetmezsin.
Bugün 'böylesini hiç yaşamamıştım! ' diyeceğiniz bir aşkın başlangıcı olsun, Bugün korktuklarınız sizden korksun, bugün sizden ayrılanlar geri gelsin, bugün 'iyi ki bu günü yaşamış' olun, bugün 'hayatınızın anlamını' bulun, bugün özlediğiniz her şey ayağınıza gelsin, bugün öyle güzel geçsin ki hiç bitmesin...
Sevinçlerin, keyiflerin, güzellik ve mutlulukların çok olacağı bir gün olsun bugün. Sıradan olmasın. Gece başımızı yastığa koyduğumuzda 'ne muhteşem bir gündü' diyelim. Kazandığımız bir gün olsun bugün... bütün kayıplardan uzak...
gelincik çiçeklerini sevdim dokunduklarında hemen solan, koparıldığında boynunu büken... ama en çok da özgür oldukları için sevdim onları.. rüzgarlara karışıp, dünyaya dağıldıkları için.. Ve insana benzedikleri için sevdim dünü var, bugünü var Ama yarını? ? ? Japonlar, gelincik için şöyle der; ’Gelincik insan ömrü gibidir. Dünü vardır. Yaşamıştır. Bugünü vardır. Yaşıyordur. Ama yarını belli değildir’. Anda, O'nda ve sevgiyle kalın...
Herşey gönlünüzce ve dilediğinizce olsun.....
Seni sen olduğun için seven ne kadar çok insan var bir bilsen…
Şu an bu yazıyı okuyan güzel insan…
Önce kendi değerini bil… Önce kendini sev… Sev ki sevebilesin evreni… Unutma ki sen eşsizsin… Doğrularınla, yanlışlarınla bir sen daha yok bu dünyada… Mutlu olmayı hak ettiğini bilirsen mutlu edebilirsin çevrendekileri de… sen gülümsersen gülümser karşındaki de… umut edersen eğer umut vaat edersin d...iğerleri için de… Bak yarın da doğacak güneş… Yarın da yıldızlar başını yukarı kaldırmak kadar yakınında… “her şey güzel olacak” de ve önce sen inan buna… Güzel şeylerin hayalini kurmaktan vazgeçme hiç… Bakarsın bir gün gerçek olur herkesin hayalleri… bakarsın en sevdiğin masalın içinde bulursun kendini hiç ummadığın bir anda… Yeter ki iste… “Neden olmasın” de ve kocaman gülümse… Özümse kendini, kabullen… Seni sen olduğun için seven ne kadar çok insan var bir bilsen…
Susuyorum... Cümlelerim küsüyor yalan dünyaya Bekliyorum... Sabredenlerden olmak muradıyla... Biliyorum... Acıdan geçer sana gelen yollar Ağlıyorum... Farketmeden ben bile ve farkettirmeden kimseye Kaçıyorum... Seni üzecek ne varsa uzak kalbim onlara...Yürüyorum... Melekler saf tutuyor benimle Duruyorum... Huzurunda secdeye,derdimi sana açıyorum Seviyorum... Ve senin hoşnutluğunu diliyorum sadece Ey Rabbim, Gözyaşlarımda umutlarımı büyüten kalbimin tek sahibi Hoşnutluğunu diliyorum sadece...
Uykum Geliyor Gözlerim Kapanıyor Uykuya Dalmak İstiyorum Annem Hava Çok Soğuk Üşüyorum Üzerimi Örtsene, Örtsene Annem Üşüyorum Titriyorum Nerdesin Mis Kokusunu Özlediğim Annem
Öksürüyorum Öhö, Öhö Titriyorum Hani Sıçak Bir Tas Çorba Kim Yapaçak Bana Babam Ne Anlar Çorbanda Ne Anlar Çamaşırdan Annem Miskokulu Sütünü Emdiğim
Evladının Tırnağı Taşa Değse Canı Yanan Aslan Gibi Kükreyen Annem Bak Yine Akşam Oluyor Masada Boş Yerin Masada Çorba Var Ama Sen Yoksun Sen Yoksun Sen Yoksun Annem
Babam Yine Kızıyor Çorbanın Niye Tadı Yok Niye Tuzu Yok Diye Annem Babam Haklı Çorbanın Ne Tadı Var Ne De Tuzu Sofrada Sen Yoksun Annem Kuru Aşa Tat Veren Sevgisini Katan Annem
Cennet Annelerin Ayaklarının Atlında Derler Ayaklarının Altına Kurban Olurum Annem Annem Ne Olur Duy Beni Özlüyorum Seni Deliler Gibi Annem Annem Ne Olur Duy Beni
Ölen Annelerin Mekanı Cennet Olsun Kalanların Anneler Günleri Kutlu Olsun Tüm Annelerin Ellerinden Öpüyorum
Sevmeyi öğren: Sevdikçe varlığının kâinatla toplandığını görürsün. Sevince, kendini kendinden öte taşırsın. Sevince kalbine yeni ve sonsuz kanatlar takarsın. Sevince, mavi bir deniz olur kalbin; hiç bilmediğin kıyılara varırsın.
Bağışlamayı öğren: Bağışladıkça dostlarının sayısını onla çarpmış olursun. Bağışlamak kalbinin yükünü azaltır. Bağışlayınca, kalbine batan dikenler güle döner. Bağışlayınca önce kendini bağışlamış gibi olursun, nefretin ve kinin yükünü omzundan atarsın.
Hatırlamayı öğren: Hatırladıkça, sevgilerinin kare kökünü bulup, onlardan hüznü çıkardığını fark edersin. Hele de çocukluğunu çok hatırla ki, hiç endişesiz mutlu olduğun anları yeniden yaşa. Mutlu olmayı beceremeyen biz büyüklere içimizdeki çocuk mutluluğun sadelik ve hırssızlıkla ilgili olduğunu fısıldar. Dur ve dinle çocuğunu.
Değer vermesini öğren: Değer verdikçe sevgilerin küpünü bulup, onları mutlulukla çarpabildiğini görürsün. Değer vermeden geçirdiğin günün güneşi hiç doğmamış gibidir. Değerini bilmediğin eşyaya hiç sahip olmamış gibisindir. Değerini bilmediğin dostların sana göre hiç yaşamamış gibidir. Değer vermesini öğrendiğinde, hayatın sahihleştiğini fark edersin. Daha yavaş yürürsün ama adımlarını yere sıkı basarsın.
İltifat etmesini öğren: İltifat ettikçe, insanlarla arandaki en kısa mesafenin bir tebessümün resmettiği eğri bir çizgi olduğunu görürsün. İltifat etmek yalan konuşmak demek değildir. İltifat, muhatabının görmek istediğin yere ulaşması ve oradan öte geçmesi için temennide bulunmaktır.
Özür dilemesini öğren: Özür diledikçe nefretin ve öfkenin sonsuza bölündüğünü, böylece dargınlıkların limit sıfıra giderken yok olduğunu fark edersin. Ayrıca bak: “Pişmanlık duymaktan korkma” öğüdü.
Aşktan korkma: Böylece bir üçgenin iç açılarının toplamının 180 dereceyi aşıp, bütün yamukları kendi içinde barındırabildiğini görürsün. Aşk pürüzleri yok eder; dikenleri gül eder, acıları haz eyler.
Ara sıra hüzünlen: Hüznün kalbine dokunmasına izin ver. Böylece bütün mutlulukların ve zevklerin sonunda ayrılık çizgisine teğet geçip geri döndüğünü görürsün. Hepimiz ayrılıkların kuşattığı bir adada şimdilik yaşayan fanileriz. Hüzün, faniliğin ince sızısını kalbine hissettirdiği için, seni ebediyete komşu eder. Hüznünü öldürürsen ölümü anlayamadığın gibi hayatı da anlayamazsın.
Ve bir gün öleceğini bil: Kesinlikle öleceksin ve öldüğün gün anlayacaksın ki, yaşadığın hayat, paydası sonsuzluk olan basit bir kesirden ibaretmiş. Kesrin payında ne olursa olsun, ne kadar çok şey biriktirmiş olursan ol, hepsi son işlemde sıfıra eşitlenir. Kesrin üzerine, yani bu dünyaya, sonsuzluk cinsinden bir şeyler koyman gerekiyor. Yoksa “elde var sıfır”
Her gün yeniden uyan: Uyanmayı sadece gözünü açmak olarak bilen için, bir şafak vakti ne kadar da sıradandır. Hayranlık duygusunu her gece iki göz kapağının ardına sakladığı gözleri gibi her daim uykuda bırakan için, bir gün doğumu “sabahın körü” olasıca karanlıktır. Kulluk heyecanını avucunda tutamadığı bir kor gibi savurup söndüren için, bir seher vakti eğreti ve tanımsız bir vakitsizliktir. Haydi aç gözlerini... Aç gönlünü... Şimdi ve burada var olduğunu fark et. Var edildiğini fark et. Buraya, bu sabaha bir insan olarak gönderildiğini bil. Bu sabahın senin için, sana özel olarak yaratıldığını fark et. Uyan... Güneş senin için doğuyor...
HER KİTAP BİR CEZAEVİ KAPATIR..YARDIMLARINIZ BEKLİYORUZZ..
GÖNDERECEĞİNİZ TEK BİR KİTAP DAHİ BİZİM İÇİN ÇOK BÜYÜK ÖNEM TAŞIMAKTADIR! ! ! ! ! ! ! !
Bilgi 'Bu kampanya ile amacımız ülkemizin en önemli sorunlarından biri olan okullardaki kütüphane ve kitap eksikliğini vurgulamak ve bu kampanya ile bir kamoyu oluşturarak bu konuda çocukların geleceklerine katkıda bulunmaktır.'HER KÜTÜPHANE BİR CEZAEVİ KAPATIR.' Sözünden de anlaşılacağı gibi yeni nesillere aydınlık bir gelecek bırakabilmek için bu projede tüm duyarlı arkadaşlarımızı yanımızda görmek istiyoruz.Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi TARİH Bölümü öğrencileri olarak hazırladığımız proje kapsamında OSMANİYE ve ISPARTA daki ilköğretim okullarına kütüphane kurmak istiyoruz bu amaçla kitap toplama kampanyası başlattık. İçerik olarak kitaplar; MASAL,HİKAYE,ROMAN (her türden roman) ,SÖZLÜK, ANSİKLOPEDİ, KAYNAK ve YARDIMCI KİTAPLAR toplanacaktır.
Stand Açılma Tarihi: 09.05.2011
yardımda bulunabilecek olan gönül dostlarımıza adresimi gönderebilirim bize postalarlarsa sevinirim....
Sustum Sonuna virgül bırakıp tamamlamamı istediğin Her cümleyi artık tamamlamayacağım Nedenini senin için kurduğum Yüzlerce cümlenin içersinde ara Sustum.. Artık konuşmayacağım Gözlerime bak. Mimiklerimi takip et. Ağzım artık kapalı olacak. Oysa senin için Milyonlarca harfi toplayıp O harflerden binlerce kelime oluşturup O binlerce kelimeden Yüzlerce cümle kurmuştum. İçinde onlarca anlam taşıyan. Ya ben anlatamadım Anlatmak istediklerimi Ya sen anlamadın Anlamak istemedin. Ya ben çok zekiydim Çözülmesi çok zor cümleler kuruyordum Ya sen çok aptaldın. Basit cümlelerdeki anlamları çözemiyordun. Belki saçmalıyordum Sana mantıksız geldiği için susuyodun. Karşılık beklediğim her cümlemden sonra Senden soru işareti ve ünlemle biten Cümleler geliyordu hep. Oysa senin için toplamıştım Milyonlarca harfi Ve binlerce kelime oluşturup Yüzlerce cümle kurmuştum Onlarca anlam taşıyan. Sustum...... Artık konuşmuyacağım Harflerimi kaybettim artık bulamıyorum. Kelimelerimi konuşmasını bilmeyen bir çocuğa hediye ettim. Cümle kurmasını unuttum. Zaten kurduklarımda anlamsızdı. İşte sana bahanelerim İstediğini seç. Sustum... Artık beynimi, Senin verdiğin kısa cevaplar için, Düşünüp cümle kurarak yormayacağım Sıra sende.. Birazda sen çabala Sustummmmmm. Seni dinliyorum. Konuş.......
Dost Kazanma ve İnsanların Gönlünü Fethetme Sanatı
Çoğu defa hayatta kendimizi yalnız, yapayalnız hissederiz. Birçoğumuz, çok sıkıldığımız anlarda bile, bir dostumuza telefon açıp da
“ocağa çayı koy, birazdan ailecek size geliyoruz”
deme rahatlığına sahip değiliz. Veya arkadaşımıza “bu akşam yemeğe bize davetlisiniz” diyemeyiz.
Hele hele “yarın akşam yemeğe size geliyoruz” demeği aklımızın ucundan bile geçirmeyiz.
Hayatta karşılaştığımız ferd”, sosyal, meslek” hattâ ailev” problemlerimizi, canımızı sıkan bir yığın olayı, çok içten bir şekilde anlatacak ve bizi çok samim” bir şekilde dinleyecek, dertlerimizi paylaşacak dostlar arar durur da, fakat bir türlü bulamayız.
Halbuki büyük kentlerde yaşamaktayız ve belli bir sosyal statüye sahibiz. Etrafımızda görünüşte bir çok meslektaşımız, arkadaşımız, dostumuz ve bir yığın yakınımız, akrabamız var.
Ama onlarla münasebetlerimiz hep, bir resmiyet içinde geçer ve daima aramızda geniş bir mesafe bulunur. Zaman zaman candan bir arkadaşımızın, bir aile dostumuzun veya her an yanına gidip her şeyimizi anlatabileceğimiz hürmete lâyık bir büyüğümüzün olmadığını acı acı fark ederiz.
Bütün bunların sebebi nedir? 21. yüzyıla girerken bir çok problemine çözüm üreten insan, acaba niçin bu hayat” önemi hâiz konuda cidd” bir mesafe kat edememiştir? Bizi birbirimize karşı bu kadar resm”, soğuk ve mesafeli yapan sebepler nelerdir?
Aslında bütün bu soruların cevapları, bizim insanlarla münasebetlerimizde, söz ve davranışlarımızda gizlidir. Yani insanları hayatta bu kadar yalnız hâle getiren yine kendileridir.
Eğer insanlar, hayatta öğrendikleri bir çok konu için ayırdıkları zamanın belki yüzde birini, bu soruların cevaplarını bulmak için harcasalar, bunun karşılığını hayatları boyunca fazlasıyla görürler ve çok büyük ve önemli bir problemi çözmüş olurlar.
İnsan” münasebetlerde, insanları birbirlerine yaklaştıran, onları çok samim” dost, vefakâr bir arkadaş, candan bir yoldaş hâline getiren birtakım altın kaideler vardır. İşte biz bu yazımızda bu kaideler üzerinde durmak istiyoruz.
Birinci Kural:
Arkadaşlarınızı, dostlarınızı, yakınlarınızı, hattâ hiç kimseyi tenkit etmeyiniz.
Çünkü insan” münasebetlerde tenkit çok tehlikeli bir kıvılcımdır. İnsan” münasebetler, dost kazanma gibi konularda dünyaca ünlü Amerikalı uzman Dale Carnegie bu konuda şunları anlatır:
“Çok gençtim. Yazarları konu alan bir yazı hazırlıyordum. Bazı yazarlara mektup yazıyor, onlardan cevap alıyordum.
Bana gelen mektupların birinin sonunda şöyle bir not vardı: “Dikte edilmiş fakat okunmamıştır.” Yani mektup birine cümle cümle yazdırılmış fakat yanlışlık, eksiklik var mı diye okunmamış.
Bu mektubu gönderen yazara çok özendim. Kimbilir ne kadar meşguldü ve şüphesiz ne kadar önemli bir insandı. Bu nottan öyle etkilendim ki, bir zamanlar Amerikan edebiyatının ünlüleri arasına girmiş olan Richard Harding Davis’e yazdığım mektubun sonuna aynı notu ekledim:
“Dikte edilmiş fakat okunmamıştır.” Böylece ben de önemli ve çok meşgul birisi olduğumu anlatmış oluyordum. Davis’ten cevap olarak benim yazdığım mektup geldi. Davis küçük bir not ekleyerek mektubumu iade ediyordu ve bana “Terbiyesizlik yolunda kendinizi geçmişsiniz” diyordu.
“Davis tamamen haklıydı. Belki az bile söylüyordu. Fakat neticede bana hakaret ediyordu ve ben bir insandım. Davis’in bu hareketini, haksız ve hatalı olan ben olduğum hâlde, hiçbir zaman affetmedim. Onun ölüm haberi duyulduğunda pek çok insan üzülürken, benim hissettiğim, itiraf ederim ki yalnızca yıllar önce işittiğim hakaretin acısıydı.
“İşte siz de ölünceye kadar devam edecek bir kırgınlık meydana getirmek istiyorsanız, hemen haklı veya haksız acı bir tenkide girişiniz.”
İnsan kupkuru bir mantıktan ibaret değildir. İnsan daha çok hiss” bir yaratıktır. Gururu, nefs” istekleri, peşin hükümleri, doğruluğuna kesin olarak inandığı dogmaları vardır. İnsanlarla münasebetlerimizde asla unutmamamız gereken gerçek budur.
Çok tehlikeli bir kıvılcımdır tenkit. Bir kıvılcım, bir barut fıçısından farksız olan insan gururunu anında infilâk ettirebilir. Ve böylece biz, en kıymetli dostlarımızı, arkadaşlarımızı, yakınlarımızı kaybedebiliriz.
İnsan” münasebetlerde çok başarılı olan Benjamin Franklin’e başarısının sırrı sorulduğunda bunu şöyle cevaplandırmıştı:
“Her değersiz adam, durmadan tenkit eder. Durmadan şikâyet eder. Durmadan suçlar. Ben hiç kimsenin kusurundan, kötülüğünden bahsetmedim. Herkesin iyi tarafları vardır. Ben hep o iyi tarafları anlattım. Benim başarımın en önemli sırrı budur.”
Netice olarak, başkalarını suçlamak, tenkit etmek yerine, onları anlamaya çalışmak, çok daha faydalıdır. İnsanların niçin, hangi sebeplerle, tenkidini düşündüğümüz şekilde davrandıklarını kavramaya çalışmalıyız.
Bu yol, tenkitten çok daha tesirli ve yapıcıdır. İnsanlar arasında sarsılmaz bir sevgi, kardeşlik, dostluk, arkadaşlık, hoşgörü, nezaket ve zerâfet olması, insanların birbirini durmadan tenkit etmesiyle değil, anlamaya çalışmasıyla mümkündür.
İkinci Kural:
İnsanları takdir ediniz, onlara önemli bir kişi olduklarını hissettiriniz, onlara yalana kaçmadan iltifatta bulununuz.
Ünlü düşünür John Dewey, insanlardaki en önemli duygulardan birinin, önemli olma arzusu olduğunu söyler. Fakat ne yazık ki uyku ve gıda kadar ihtiyaç olan önemli olma arzusu, uyku ve gıda kadar kolay tatmin olmaz.
Samim” bir takdiri, iltifatı hangimiz özlemeyiz? Hangimiz bulduğumuz zaman reddederiz.
Yıllar önce çok sevdiğim ticaret adamı bir ağabeyimiz bana, “hocam, arkadaşlar yanıma geliyorlar, ‘ağabey sen şöylesin, sen böylesin’ diye bir yığın takdir edici sözler söyleyip, çok tatlı iltifatlarda bulunuyorlar. Ben bu arkadaşların bana iltifat ederken saydıkları vasıfların, özelliklerin bende olmadığını adım gibi biliyorum fakat, yine de hoşuma gidiyor” dedi. Evet, yapmacık olmayan, samim” bir takdirden, bir iltifattan hoşlanmayacak kimse yoktur.
Güzel sözler duyma, takdir edilme, önemli, değerli bir insan olma arzusu; insanın içini kemiren açlıkların, susuzlukların en şiddetlisidir. Bazı insanlar bu arzuya esir olmadan iradelerini kullanarak kendi yerlerini bilirler, fakat büyük çoğunlukla insanlar bu arzunun tuzağına düşüp kendilerine yapılan ve gerçek olmayan abartılmış iltifatlara mağlup olurlar. Dostlarımızı bu şekilde aldatmaya da hakkımız yoktur. Onları hakikaten kendilerinde olan güzellikleri için veya haklarında hüsn-ü zannımız olduğu takdirde, yerinde iltifatlarla meşru şekilde medh etmeliyiz. Aksi takdirde riya ve dalkavukluk gibi insana yakışmayan davranışlara girmemiz işten bile değildir.
İyi insan olmak isteyen fakat bir türlü fırsatını ve ortamını bulamayan insanların, küçük de olsa iyi yönleri varsa, bu yönlerini kuvvetlendirmeleri için onların yüzüne karşı iltifat etmek daha faydalı olur. O kişinin takdir edilmesi kendine olan güveni artıracak “demek insanlar iyi yönlerimin de farkına varabiliyorlarmış” diyerek, daha iyi olmaya gayret edecektir. Bazı bilim adamlarına göre, yaşadığımız dünyada önemli olma fırsatı bulamayanlar, kendilerine ayrı bir dünya kuruyorlar ve o dünyada çok önemli birisi olarak yaşıyorlar.
Dale Carnegie, sahasında otorite olan bir doktora soruyor: İnsanlar neden deliriyor? Doktor şöyle cevap veriyor: Hiç kimse bunu tam olarak bilemez, ancak, çoğunun gerçekler dünyasından kaçarak, önemli oldukları bir dünyaya göçtükleri muhakkak.
ABD’de çelik üretimi konusunda ondan çok daha bilgili insanlar varken, niçin Schwap’a yılda bir milyon dolar maaş veriyorlardı. Çünkü Schwap, insan idare etme sanatının ustasıydı. Schwap diyor ki:
Ben insanlara heyecan verebiliyorum. İnsanın yeteneklerini geliştirmesi ve kullanabilmesi, takdir ve teşvik edilmesine bağlıdır. Yöneticilerinin tenkitleri kadar, insanın çalışma ve başarma aşkını ve şevkini öldüren bir şey yoktur. Ben insanlara hız vermek için onları överim. İnsanlarda kusur bulmaktan nefret ederim. Beğendiğim bir şeyi takdir etmekte asla gecikmem. Bundan da büyük bir zevk alırım. Şimdiye kadar ünü, makamı ne olursa olsun tenkit yerine, iltifat duyup da daha çok gayrete gelmeyen hiç kimse tanımadım.
Üçüncü Kural:
İnsanlara karşı gülümseyiniz. Yüzünüzü ekşitmeyiniz.
Peygamber Efendimiz (sas) ’in tavsiye ve davranışlarından bir çoğu dost kazanmanın pratik ölçülerini vermektedir. Daima mütebessim ve huzur veren bir çehre ile insanların arasında bulunan, üzüntülü olsa bile yüzünü ekşitmeyip ancak mahzun duran bir Nebi’nin ümmeti olan bizler, maalesef sokakta, okulda, otobüste hep suratımız asık ve her an patlayacakmış gibi geziyoruz.
Dördüncü Kural:
İnsanlara karşı cömert olunuz. Küçük menfaatlere tenezzül etmeyiniz.
Cömertlik ve eli açıklık en önemli vasıflarınızdan biri olsun. Bu sizi asla fakir yapmaz ve sizin iktisatlı yaşamanıza bir eksiklik getirmez. Bir çay içirmekle, bir yemek yedirmekle çok gönüller fethedebilirsiniz; bir çay içirmekten kaçarak, insanlar arasında pinti diye anılmakla da çok insanı kaçırabilirsiniz.
Beşinci Kural:
İnsanlardan selâmı esirgemeyiniz.
Selâmla girdiğiniz bir yerde ve bir toplulukta size karşı olan peşin hükümler ve kötü bakışlar birden değişecek ve ortalık yumuşayacaktır. İnsanların gerilimi ve atmosferin sıkıntısı rahatlamaya dönüşecektir. Kırıcı konuşma yapmaya hazırlananların süngüleri düşecektir.
Altıncı Kural:
İnsanlara karşı açık ve doğru sözlü olunuz, fakat bu sizin her doğruyu, hem de katı ve kırıcı bir üslûpla söylemenizi gerektirmez.
İnsanlara karşı ikiyüzlü davranmayın, açık ve net olarak düşüncelerinizi yumuşak ve sakin, mümkünse mütebessim bir şekilde söyleyiniz. Söyleyecekleriniz arkadaşınızın küçük düşmesine sebep olacak bir davranışı ise ve onun pişmanlığını hissettiniz ise söylemeyin ve Allah (cc) ’ın Settar ismine uygun davranın. Eğer bu kötü davranışını düzeltmesini istiyorsanız, kimsenin olmadığı bir yerde onu üzmemeye ve kırmamaya çalışarak, hattâ özür dileyerek ikaz etmeye bakın.
Netice olarak arkadaşlarımızı, dostlarımızı, yakınlarımızı, hattâ hiç kimseyi tenkit etmeyelim. İnsanları daima takdir edelim, onlara önemli bir kişi olduklarını hissettirelim ve sevdiklerimize iltifatta bulunalım. Daima mütebessim ve güleryüzlü olalım, cömert davranalım, selâmı eksik etmeyelim.
İşte o zaman çevremiz her şeyini bizimle paylaşmaktan mutluluk duyan dostlarımızla dolacak ve biz onların gönüllerinde daima seçkin bir yere sahip olacağız.
Yrd.Doç.Dr Fatih BAYRAKTAR
Kaynaklar - Kütüb-ü Sitte. - Dale Carnegie, Dost Kazanma ve İnsanları Etkileme Sanatı, Timaş Yayınları, İst. 1997, s. 21-31.
Mangal partisi esnasında, bir kadın tökezledi ve düştü, sağlıkçıları çağırmayı önerenlere kendisinin iyi olduğunu, yeni ayakkabıları nedeniyle taşa takıldığını söyledi.
Onu temizlediler ve yeni bir tabak yemek verdiler. Biraz sarsılmış görünse de Jane akşamın geri kalanını eğlenerek geçirdi.
Jane'in kocası daha sonra telefonla arayarak eşinin hastaneye kaldırıldığını söyledi (akşam 06:00'da Jane öldü.) Barbekü'de felç geçirmişti. Eğer felç'in işaretlerini tanımlayabilselerdi, belkide Jane şu anda aramızda olacaktı. Bazıları ölmüyor, onun yerine çaresiz ve ümitsiz bir durumda kalıyorlar.
Bunu okumak sadece bir dakikanızı alır.
Bir nörolog felç vakalarını inmenin geldiği zamandan üç saat içinde müdahale edebilse felcin etkilerini tamamen geri çevirebileceğini söylüyor. Püf noktasının felcin tanımlanması, teşhis edilmesi ve üç saat içinde hastanın medikal bakımının başlaması olduğunu söylüyor.
Felcin Tanımlanması
Üç aşamayı hatırlayanlara şükürler olsun 'S.T.R.' Okuyun ve öğrenin.
Bazen felcin semptomlarının tespit edilmesi zordur. Bilinçsiz olmak malesef felakettir. Felç hastası, eğer yakınındaki kişiler tarafından felcin semptomları teşhis edilemezse, ciddi beyin hasarına maruz kalır.
Doktorlar yakında bulunan herhangi birinin üç basit soru sorarak felci teşhis edebileceğini söylüyor:
S *Gülümsemesini söyleyin (SMILE) T *Basit bir cümle kurmasını söyleyin (TALK) (örn. Bu gün dışarısı güneşli.) R *Her iki kolunu kaldırmasını söyleyin. (RAISE)
Hasta bu görevlerin herhangi birini yapmakta zorlanıyorsa, derhal acil servis numarasını arayın ve semptomları almaya gelenlere söyleyin.
Felcin yeni işareti: Dilinizi çıkarın!
Dikkat: Felcin birbaşka işareti şudur: Hastaya dilini çıkarmasını söyleyin. Eğer dil kıvrılmışsa veya bir tarafa doğru yatmışsa bu da felç işaretlerindendir.
Bir kardiyolog bu mektubu her alanın 10 kişiye iletmesi halinde iletenin en azından bir hayat kurtaracağını söylüyor.
Sen sonsuz ufukların dile gelen meltemi sen, renklerin üstünde kaynaştığı manzara sen gönül kafesine demir atan ilk gemi, sen, bağrımda açılıp kapanmayan ilk yara unutmak istesem de bu benim elimde mi?
Yağmur ol damla damla arık toprağıma ak, yatıştır içimdeki hırçınlaşan denizi sen, bahtımın burcunda dalgalanan ilk bayrak, sen, ıssız yollarımın kaybolmayan ilk izi, kendini görmek için göz bebeklerime bak
bırak gezeyim köy köy, sorayım şehir şehir, benim için de olsun bugünün dünden farkı sen, gönül kitabından okuduğum ilk şiir, sen, bahar rüzgarından dinlediğim ilk şarkı geceler bir damla yaş, günler bir damla zehir
bunca yıl sabrederek boyun eğdim kadere, söyle, kavuşacağım günler pek çok mu uzak? Sen, ruhumu suyunda yıkadığım ilk dere, sen, gönlümün tutulup çırpındığı ilk tuzak gitsin mi bunca emek bunca dilek boş yere
göster bakışlarını zaman zaman ve yer yer gönlüm intizardadır senden gelecek emre sen, bağrıma saplanan merhametsiz ilk hançer sen, gönül toprağına gelip düşen ilk cemre bunalan içerime bir parça teselli ver
bu sert rüzgar başımdan hep böyle mi esecek, hep böyle mi saracak varlığımı bu diyar sen, bir bahar sabahı kokladığım ilk çiçek sen, ömrümün kışında gülümseyen ilk bahar, ne derin bir acı duy, ne sonsuz bir keder çek
oydum gönül dalına adını hece hece, gel de gör canevime işledi uykusuzluk sen, aklımı peşinde sürüyen ilk düşünce sen, bütün varlığımda duyduğum ilk susuzluk neyim var senden güzel, neyim var senden önce
ne olur üstüme dök bütün sıcaklığını, başımı saran sisi hem parçala hem dağıt sen, ömrümün yolunda gıcırdayan ilk kağnı sen, üstüne derdimi işlediğim ilk kağıt eyleme hislerimi bir avuç kül yığını
sen, sonsuz ufukların dile gelen meltemi sen, renklerin üstünde kaynaştığı manzara sen, gönül körfezine demir atan ilk gemi sen, bağrımda açılıp kapanmayan ilk yara yıllar geçse de seni unutmak hiç elde mi?
Fuzuli'ye sormuşlar: 'Sevmek mi daha güzeldir, sevilmek mi? ', 'Sevmek; çünkü sevildiğinden hiçbir zaman emin olamazsın.' demiş.
Peki; Sizce sevmek mi daha güzeldir, sevilmek mi?
'Sessizlik' en asil cevaptır İçinde sadece saygı vardır çünkü... Kendine saygı...hayata saygı...insana saygı... Bu yüzdendir suskunluğum...)))
Evet sevmek mi sevilmek mi? Hangisini içimize sindirmişizdir hayatımızda?
Bazen sevilmek için sızlanıp durur,başkalarına adarız hayatımızı..O'nsuz olmaz deriz,yaşamak işkence gibi gelir.
Acaba bu bizim sevme güdümüzden mi kaynaklanır?
Nasıl demeyin.Düşünün; hep birşeylere ait hissederiz kendimizi.Hep birisinin yüreğini liman kabul ederiz.Aslında bu ihtiyaç tamamen yine kendi 'mutluluğumuz' içindir.Yani ilk önce kendimizin mutluluğunu önemseriz.İnsanoğluyuz elbet..
Mesela birisini deli gibi severiz.Hakikaten deli gibidir içimizdeki duygular.Şizofreni şekilde bağlarız kendimizi.Benim olmalı deriz.Ama O'nun bizimle mutlu olacağı ne malum? Ya O'nun içindeki sevgi nehri bize mi akar?
Eğer zaten beraber değilseniz akmıyordur.Yani o sizi ya sevmiyordur ya da sizin O'nu sevdiğiniz kadar coşkulu değildir.O'nun kalbi başkasındadır belkide..He bu da bizim hiç mi hiç umrumuzda olmaz.Varsa yoksa bizi sevsindir.O'nun duygusu düşüncesi umrumuzda değildir.Gözümüz bunu göremeyecek kadar körleşmiş,mantığımız bu konuda körelmiştir. Yani demem o ki,biz sadece severiz.Ve sevilmeyi kendimizde en büyük hak olarak görürüz karşımızdaki kişi tarafından.
Nazım Usta der ya Tahirle Zühre Meselesi'nde: 'Seversin dünyayı doludizgin ama o bunun farkında değildir ayrılmak istemezsin dünyadan ama o senden ayrılacak yani sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi şart mı? Yani Tahiri Zühre sevmeseydi artık yahut hiç sevmeseydi Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.'
Bundan daha güzel açıklanabilir miydi bilemem.Doğru..Elmayı seviyorsun diye elmanın seni sevmesi şart olmamalı.Sen O'nu severken karşılık beklememelisin.Çünkü bu senin gönlündür.Ve severken O'nun kalbinden izin almamışsındır.İzin almakla zaten olmayacağı için bu iş,O'nun da seni; senin kadar sevmesini bekleyemezsin.O seni sevmesin bırak sen sev..Varsın O'nun başka bir sevdiği olsun..Olsun yahu! Sevmek O'nunda hakkı..Ve bu O'nun meselesi.Sen kendi meselene bak.Sevmeyen yürekler bir taştan farksızdır.Sen taş olma.Ama başkasını da zorlama. Sevmek gönül işidir.Sevebilmek hemde karşılık beklemeden en güzel yürek işidir.
Yüreğinizi sevmelere kapamayın..Sevin..Sevdikçe büyür yürekler..Sevdikçe bir çiçeği, bir meyveyi ve tabii ki bir sevgiliyi... :)))
Konuşacaksan öyle bir konuş ki, inanayım. Ağlatacaksan öyle bir ağlat ki, susmayayım. Gideceksen öyle bir git ki, ölümüne unutamayayım. 'Ama seveceksen öyle bir sev ki; konuşsanda, gitsende, ağlatsanda seni yüreğimde yaşatayım'...
Yarınlar var diye yarım kalmış işler, sonra söylerim diye söylenememiş sözler, sırası değil diye gecikmiş sevmeler ölümün eşiğinde kimbilir nasıl haykırdı? Ölüm anında susan dudak söyleyeceklerinin hepsini söyleyememişti. Ölümün kollarında açık kalan eller, sahip olunacakların hepsini bitirmiş miydi? Sözleri yok ölümün. Ne söylüyorsa gözleriyle söylüyor...
Korkuyorum.
Yalancı olmaktan korkuyorum. Dilimi değdirdiğim yerlere kalbimi yetiştirememekten korkuyorum. Dudaklarıma vuran sözlerin tenimde iz bırakmadan savrulması yalancı eder mi beni? Ya herşeyimi yitirmiş ve geriye sadece sözlerim kalmışsa? Kuru sözler, boş sözler, süslü sözler, içinde kalp olmayan kalp sözler...SENAİ DEMİRCİ
Zarafet kelimesinin içini doldurabilecek özellikler nelerdir? Acaba hiç düşündünüz mü, zarif insan kime denir?
Zarif kelimesi zarf kelimesi ile aynı köktendir. Zarf, “içine bir şey konulan kap” anlamını taşır. Mektup zarfı gibi. O halde zarif insan da, “içinde latif ve hoş şeyler bulunan kişi” anlamına gelecektir. Soru şu: Zarafetin içini dolduran bu latif ve hoş şeyler acaba nelerdir? ! ..
Zarif olmanın ilk şartı hiç şüphesiz nazik olmaktır. Nazik olmanın ilk şartı da hatayı kendinde aramak. Konfüçyüs, insaniyeti tanımlarken “Kendine hakim olmak ve nezaketli olmak.” der. Bu bir bakıma zarafetin de tanımıdır. Çünki zarif kişi hiç kimseye zararı dokunmayan, bilakis kendisinden çevresine güzellik ve iyilik yansıyan kişidir. Zarafeti olmayan, nezaketle terbiye edilmeyen bütün varlıklar, gitgide canavarlaşır. O halde zarafet haddi aşmamak da demektir. Haddi aşan her şey çevresine zarar verir çünki.
Rüzgar, saba yeli yahut meltem iken güzeldir de haddini aşıp şiddetlenince fırtınaya, boraya, kasırgaya durur. Dalgalar belli bir ahenkle sahile vururken hoşa gider de şiddetini artırınca çevresini yıkmaya başlar. Sevgi belli ölçülerde erdemdir de haddi aşınca adı aşk olur, cinnete varır. Yerinde bir öfke edep içindir de haddi aşınca insanı katil eder.
Şakanın normali nükte ve mizahtır; ama aşırısı maskaralık olur. Velhasıl zarafet bir itidaldir. Hani mevsimler içinde bahar gibi. Kış ve yaz haddi aşan hava şartlarıyla vardır; ama baharda sıcak ile soğuğun, gece ile gündüzün, belki tabiattaki ölüm ile canlılığın eşit ve dengeli olduğu görülür.
Bunun insan ruhuna yansıması da aslında insanın itidali, fıtratın en beğenilen yüzüdür. İnsan ruhu iyilik ve güzellik ile gerçek kimliğine kavuştuğuna göre, bir bahar zarafeti de insana en uygun olan tavrı sunar. Ne buyrulduğunu biliriz: “İşlerin hayırlısı, orta hallice olanıdır. “Bu düstur, derinine bakıldığında, aşırılıktan kaçmaktan öte zarafeti bize telkin etmektedir.
Her tavrın bir zarafeti vardır. Oturmanın, kalkmanın, iş görmenin, eşyaya bakmanın, sosyal ilişkilerin, çalışmanın, dinlemenin ve tabii söz söylemenin... Gönüllerdeki zarafet dışa yansıdıkça hayat güzelleşir ve kalite kazanır. Söz gelimi sanat eserleri ancak zarif bir duyuş, zarif bir bakış ile ortaya çıkabilir. Sözün zarafeti şiir, rengin zarafeti resim, taşın zarafeti mimari, sesin zarafeti beste olarak dışa yansıdığı vakit eşya da zarafet kazanır ve sanat olur. O halde sanatın kullandığı yöntem, baştan başa bir zarafetten ibarettir. Ortaya çıkan şey edepten sıyrılmış olsa bile yöntemin zarafetine halel getirmez.
Eşyanın zarafeti insanın ona yüklediği anlam ile ölçülür. Çivi, iğne, çengel, giyotin, mengene, kerpeten vb. eşya bir zindanda da bulunabilir, bir ciltevinde de. Zindanda aynı eşya ile işkence yapılır ama ciltevinde onlar bir sanat eseri için vardır. Yani birisi nezaket ve zarafet adına kullanılır, diğeri nezaketsizlik ve zulüm adına. Birinden estetik, diğerinden kötülük çıkar. Bunlardan ilki insan tabiatına uygun olan, diğeri onu insanlıktan çıkaran tavırlar olduğuna göre insanlığın da ölçüsü zarafete vabeste kalır. İnsaniyetli olmak demek, önce zarif olmak demektir.
Zarif kişide bulunması gereken özellikler arasında yüzün aydınlığı, vücut ve elbisenin temizliği, güzel koku sürünme, görünümün iç açıcı oluşu, konuşmanın düzgün ve akıcılığı, fikirlerin mantık ve akıl çerçevesinde olması, müstehcenlikten kaçınma ve pis şeylerden uzaklaşma gibi özellikler vardır.* Buna gülümseme, kararlılık, samimiyet, tek yüzlülük, sevgi, takdir hissi vs. de eklenebilir. Ama bizce hepsinden önemlisi sözün güzel olmasıdır. Sözün güzel olmasından kasıt, onu düzgün ve akıcı ifade etmekten, süslemekten ziyade içinin dolu olması, değerli bir fikri ifade etmesi, yüksek anlamlar taşıması, yapıcı olması, gönül almasıdır.
Yerinde bir teşekkür, uygun bir selamlaşma, gerektiğinde özür dileyiş, takdir ve sevgiyi ifade gibi. Bunlar yoksa mutluluk yoktur çünki. Yani ki söz, candan ibarettir. Ve canın tek gıdası zarafettir.
Aşkı en iyi ben anlatırım Aşktır benim adım Buram buram aşk kokarım Gözlerim aşk renginde, Ellerim aşk sıcaklığındadır
Aşkı en iyi ben anlatırım Aşktır benim adım Aşktır benim tadım Aşk kadar acı, Aşk kadar tatlıyım Aşk kadar güzel, Aşk kadar çirkinim
Aşkı en iyi ben anlatırım Aşktır benim adım Aşktır kıblem Aşktır mabedim... Aşka inanır, Aşkı dua diye okurum
Aşkı en iyi ben anlatırım Aşktır benim adım Aşk'la yanmayı da Aşk'la donmayı da En iyi ben bilirim Titretirim dünyayı, Yok sayarım karanlıkları
Aşkı en iyi ben anlatırım Aşktır benim adım Deli-dolu sevdayım Aşkın alfabesiyim Okurum,okuturum Güldürürüm,ağlatırım Del eder,dağlara salarım... Zul olur boğazını sıkarım, Can olur,canına karışırım...
Aşkı en iyi ben anlatırım Aşktır benim adım Asırlardır aşka, Aşk ile koşarım...
Anamın aşkına, Gözlerimi açtım Yarimin aşkına yaşarım Oğul'un aşkına, Gözlerimi yumarım bu hayata... Tanrı'nın aşkına Öderim tüm vebalimi...
Dedim ya; Aşkı,aşkla En iyi ben anlatırım Çünkü aşktır benim adım...
Bak yine gözlerim yaşlı. Hem de biraz hasta gibiyim. Şuan en çok senin şefkatli ve Pamuk ellerine hasretim...
O sıcacık nefesinle sar beni. Güzel sesinle doldur içimi. Sevgi taşan gözlerin gözlerim de olsun. Üşüyorum anne ısıt beni...
En çok da kalbim yaralı annem. Sevmeyi senden öğrendim ben. Ama kimse senin gibi sevemedi. Meğer senmişsin tek gerçek seven...
Çok mutsuzum çoook... Bir o kadar da yorgun. İçimde dinmez bir fırtınaya tutuldum. Gel annem bak yüzüm de solgun...
Al yüzümü yine ellerinin arasına. Sıcak sımsıcak sarıl bana. Buseler kondur en değerlisinden. Acıyla solmuş yüzüme gül dudaklarınla...
Koşulsuz, şartsız verdiğin sevginle, Isıt üşüyen ruhumu annem. Bana öğrettiklerini tekrar Sen hatırlat bana birtanem...
Hep aldanmaktan yalanlardan, Bıktım, usandım. Bir sen benimsin bir de sabrım. Ama artık sabrım da kalmadı. Seni üzmeyeceğini bilsem Düşünmeden Canıma kıyardım...
Şimdi sadece özlemim sana Sadece sen merhem olursun yaralarıma. Sevgin öyle büyük, öyle yüce ki, Senin gibi seven olmadı hiç hayatımda...
Sakın sende beni bırakma. Beni tek sevenden ayırma. Tüm sevgisizliklere alışırım katlanırım da. Ama annem senin sevginden yoksunluk İnan tek sebep olur yıkılışıma...
Siz iyiliği nasıl yaparsınız? Hayat boyu iyiliği yakalamak, iyi olmak için uğraş vermez miyiz.
Hikayemiz bir anlamda -her şeye rağmen- iyi olma çabalarımızın tanıklığında şekillenmez mi. Kimse kasten kötü olmayı istemez. İnsan iradi olarak kötülük yapamaz, insan iradi olarak iyilik yapar.
Kötülük, fıtratı bozulmuş insanların alışkanlığı haline gelir, orada iradeye ihtiyaç duyulmaz. İyilik ise, hem iradeyle hem de fıtratla ilgilidir.
Bu “hayır döngüsü” zamanla kişinin huyu, hali, mizacı, karakteri olur. Siz kime iyilik yaparsınız. İnsan seçer misiniz iyilik yaparken. Onun duygusuna, düşüncesine de bakar mısınız, size yakın ya da uzak olmasına, ya aranızda çöller, okyanuslar olmasına… Kime, neden, nasıl ve niçin iyilik yaparsınız. İnsan olması yeterli değil midir?
Adını bilmeniz gerekir mi? İyilik gördüğüne iyilik yapmak kolaydır, ya kötülük gördüğüne iyilik yapmak? Bu durum çoğumuzu zorlar ve iyilikten alıkoyar. Bunun için insanın kendini aşması, duygularını kontrol etmesi, iyilikte yeni bir ufuk yakalaması, dünyevi beklentilerden uzaklaşması, “rıza mertebesine” talip olması gerekir.
Peki bizi bu kadar kuşatan ve sürekli kendisine davet eden “iyilik” nedir, içimizde midir, dışımızda mı, bu duygu sonradan kazanılabilir mi? İnsan yaradılış itibarıyla iyiliğe meyyaldir. Ve insan yaradılış itibariyle “muhtaçtır”.
Bu bir eksiklik değil, bu bir insanlık halidir. Bu iki durum da “iyiliğin inşası” için sunulmuş bir fırsattır insanlığa. Sanki dünya ve içindekiler insanın iyi olması için tasarlanmış, Allah bunun için türlü türlü imkanlar yaratmış. Fakat bu imkanların çoğu ya “idraksizliğimize” ya da “öfkemize” kurban gidiyor.
İnsan bir iyilik yolcusudur ancak bu yolda kimi engeller de vardır. İyilikten ne beklersiniz? Hiç iyilik yapıp da kendinizi kötü hissettiğiniz oldu mu? Önünüze iyilik yapma fırsatı çıktığı halde ona kayıtsız kaldığınızda iç dünyanızda pişmanlık yaşamadığınız bir an var mıdır?
Acı çeken birini gözünüzü kırpmadan, kalbinizi sızlatmadan izleyebilir misiniz. Elbette hayır, gerçeğin farkına vardığımızda hiçbirimiz ona ilgisiz kalamayız. Fakat düşünün; ne kadar da iz iyilik yapıyoruz. Bunu kendimize itiraf edelim. Bana öyle geliyor ki, bu bizim kötülüğümüzden değil de, daha ziyade iyilik kavramını algılayışımızdan kaynaklanıyor.
İyilik sadece açları doyurmak, yoksulları giydirmek, çocukları okutmak mı. İyilik sadece, fakru zaruret içinde çaresizliğe boğun eğenlere mi, hastalara mı, yaşlılara mı yapılır? İyilik için Ramazanın o lahuti iklimi mi beklenilmeli, bayramların yolu mu gözlenmeli. Bu kutlu zaman dilimlerinde iyilik kendiliğinden zirve yapar. Elbette bunlar da birer iyiliktir ve insana iyi gelir. İyilik yolcusu insan, bunlarla yetinmemeli, iyiliğin sınırlarını zorlamalı.
Çünkü sınırları geniş, ufku açık iyilik insana daha iyi gelir. Peki iyilik sadece bedene mi yapılır? Ne acı ki her şeyin maddeleştiği günümüzde iyiliklerimiz de pozitivist bir hüviyete kavuştu. Elle tutulur gözle görülür şeylere büründü iyilik. İyilik de, iyiliğe muhtaç olanı tespit de bu seviyeye düştü. Sizi uzaktan izleyen aç bir insanın varlığını bile bile mükellef bir sofrada huzurla oturamazsınız, çünkü buna vicdanınız izin vermez, lokmalar düğümlenir boğazınızda, kendinizi suçlu hissedersiniz.
O anda sizi huzurlu kılacak şey, o meçhul kişiyle yemeğinizi paylaşmak olmaz mı! Peki, aynı masayı paylaştığınız hali vakti yerinde birinin, varlıklı olduğu halde yaralı ruhunda fırtınalar kopsa ve bu da yüzüne acı acı düşse, huzurunuz hala yerinde durabilir mi? Hisleriniz değişmez mi, içinize merhamet duygusu gelip yerleşmez mi? İyilik yolculuğu, varlıklıdan yoksula tek yönlü bir gidiş değil ki…
Varlıklılık da yoksulluk da izafidir esasındı. Hayat çok boyutlu ve çok derindir. Varlıklı insanların da ihtiyacı vardır iyiliğe. Belki de en fazla onların. Yoksulların yardıma muhtaç olduklarını herkes bilir de, varlıklı insanların iyiliğe-yardıma muhtaç bulunduklarını pek az insan bilir, sosyal statü, kimlik, muhit, aidiyet bağları gibi faktörler iyilik çağrılarını ortadan kaldırır.
Hiç değilse çevrenize bir günlüğüne dikkat kesilin, herkesin ne kadar da muhtaç olduğunu, iyilik yapmak için sayılamayacak kadar fırsatın önünüze geldiğini göreceksiniz. Kendi varlığına yabancılaşma gerçeği, mutsuz evlilikler, dağılmış aileler, erken biten aşklar, yaşama sevincini yitirmiş gençler, başarısızlıklara aşamama hali, iradelerin yılmışlığı, yalnızlığa mahkum olmuş yaşlılar, yenilmişlik duygusuna kapılmış kalabalıklar, umutsuzluk hastalığına tutulmuşlar, fikri bulanık ve ruhu yorgun insanlar, kendini eşya ile aldatanlar, az şükredip çok şekvayı alışkanlık edinenler, yolda olduğunu unutanlar, savrulmalar, bunalımdakiler, buhrandakiler…
Toplumda büyük bir sorun var, insanlar her şeye sahip olabiliyorlar, iyi imkanlarla yaşıyorlar iyi eğitim alıyorlar ama tatmin olamıyorlar, çünkü “hayat bilgisi” imkan ve eğitimle kazanılan bir şey değil. Gerçek şu ki hayatın bilgisine vakıf değiliz. Bunalımlar çağında insanı kurtaracak tılsımlı bir “söz” lazım. Bu söz de ancak hikmetle vücuda gelir. İnsanlara lügatle seslenmek değil, onlara kalp diliyle ulaşmak lazım; duygularını, düşüncelerini anlamak, ızdıraplarını hissetmek, acılarını duymak ve gönülden paylaşmaya razı olmak lazım.
Bunun için “iyilik yolcusu” olmak ve bir gönül, bir de berrak bir lisan taşımak yeter. Bu dünyada toklar da, zenginler de, tahsilliler de iyilik kapısının çalınmasını bekliyorlar. En fazla körleştiğimiz en yakınımızdakiler de öyle… Siz içinizde neyi büyütürsünüz, kimseye yer bırakmayan ve hızla sizi yalnızlaştıran, benliğinizi mi, herkesi içine alan iyilik duygusunu mu? Fırsat bulunca kaçırmamak lazım iyilik yapma imkanını.
Hatta “muhtaç olanı herkesten önce görme” yarışına girip, herkesten önce ulaşmayı hedeflemeli insan. İyilik iyidir ve herkese iyi gelir, yapana da yapılana da… Siz nasıl yaparsınız iyiliği? İlan ettiğiniz olur mu yaptığınız iyilikleri? Bir mecliste yaptığınız bir iyilikten söz açıldığında utanır mısınız, yüzünüz kızarır mı? Sabah evden çıktığınızda “bugün bir iyilik yapayım” diye zorlar mısınız kendinizi, yoksa iyilik denen şey sizde varolan bir duygunun imkanını bulduğunda kendiliğinden ortaya çıkan davranış kalıbımıdır. İyilikleri, içinize attığınız bir kumbara gibi düşünebilir misiniz.
Yaptığınız iyiliği ne kadar muhatabınıza, ne kadar kendinize hissettirirsiniz? Ruhunuz nelerden haz duyar, iyilik size iyi gelir mi. Bir iyilik yapmak için insan seçer misiniz? Muhtaç gördüğünüz her insana yaklaşabilir mi, fikriniz, kalbiniz? Gözleriniz dikkatli bir tarayıcımıdır bu alanda? Elleriniz hızla ulaşır mı onlara? İyilikler bedeni aşıp ruhlara temas eder, gönüllerde yer bulursa bizim de gönlümüze iyi gelir.
Sizin iyiliğiniz kimden gelir, kime gider, yüreğiniz nerede atar, bütün kötülüklerden sorumlu tutuğunuz olur mu kendinizi... Kalabalıklar, bedeni kurtarmaya yönelik iyiliklere talip, ya ruhları, kırık gönülleri kim kurtaracak? İyilik iyi gelmekle kalmamalı, muhataplarımızın hayatlarını da değiştirebilmeli...
İnsanlığın günahını sırtınızda hissettiğiniz anlar var mıdır? Allah'ın kulunu hangi ameliyle bağışlayacağı meçhuldür. İyiliği de “ameller” cümlesinden görmek yanlış olmaz. İyiliğin iyilik olması için, bizim onu iyi niyetle yapmamız da yetmez, insan için iyiliğin ne olduğunu bilmek ve adabınca davranmak da gerekir.
Derler ki cehenemin yolu iyiniyet taşlarıyla döşelidir. Sahi siz nasıl yaparsınız iyiliği? Karşınızdaki insana hissettirmeme, onu minnete mahkum etmeme gibi bir incelik de taşırsınız değil mi! Bütün iyilikler insana döner, nasıl yaparsanız öyle döner…
İyilik yoldadır, insan bir iyilik yolcusudur. Ve insan iyiliği muhtaçtır. Bizimkisi iyilikten bir hayat kurma denemesi... Olmasa da yoldayız, yolundayız…
Huzurda olmanın huzuruyla, manasını bilerek, tek, yüce ve sonsuz olduğunu idrak ederek geldim huzuruna... 'Namaz huzur iledir' dedin. Bir hiç olmanın bilinci ile huzuru yaşıyorum. Ve biliyorum ki hiç olan yaşar huzuru, yaşayan bilir namazı…
Yuvasını arayan kumru gibi 'Nerede, nerede, nerede? ' diye Seni ararken, Namazda bana dedin ki:
Nerede olacak? O rahmet sıfatları nerede ise orada olacak… Güç, kuvvet, nezaket, temizlik, anlayış, duyuş ve görüş nerede ise orada olacak… Nerede olacak? Arslanın daima ormanda bulunduğu gibi o da her zaman, gönlünün, düşüncenin bulunduğu yerde olacak Nerede olacak? İnsan bir hastalığa yakalanınca gözü ümit kanatlarını açar, sağlığa sıhhate uçar ya, işte orada olacak.
Hoş olmayan bir şeyi, bir kötülüğü defetmek, bir felâketi atlatmak için başvurduğun, yalvardığın kapıda; harman savurmak, bir gemiyi götürmek için rüzgar beklediğin yerde olacak
Gönlün işaret ettiği dilinle 'Ya Hu, ya Hu, ya Hu! ' diye dile getirdiğinde her an seninle olacak…
İşte geldim ve huzurundayım Rabbim, emrine hazırım! Huzurda olmanın huzuruyla, manasını bilerek, tek, yüce ve sonsuz olduğunu idrak ederek geldim huzuruna...
'Namaz huzur iledir' dedin. Bir hiç olmanın bilinci ile huzuru yaşıyorum. Ve biliyorum ki hiç olan yaşar huzuru, yaşayan bilir namazı… Geldim huzuruna Rabbim… Abdestin diriltici nefesiyle ve ruhuma işlenen manasıyla, ardında geçmişi ve geleceği bırakarak anı yaşamanın sevinci ile geldim… Gönül secdeleri ile geldim… Her yandan üzerime yüklendikçe yüklenen ve beni boğmak isteyen emaneti sahibine vermenin rahatlığı ve güveni ile geldim.
Rabbim, Sen gelenleri boş çevirmezsin, duamı, niyetimi kabul eyle! Ve 'Allahuekber' dedim. Tevhidin o sonsuz nuru geldi gözümün önüne ve bu ne büyük lütuf, ihsan ve cömertlik diye düşündüm. Elhamdülillah dedim. Hamd ettim Sana. Cennet ehlinin en son duasını okudum 'Elhamdü lillâhi Rabbi'l-Âlemin' diyerek…
Çünkü Seninle olmanın adıydı cennet ve ben cennette idim; yani Seninleydim. İşte o an tüm sancılardan, dar noktalardan, üzüntü ve korkulardan kurtuldum.
Ve ya Rabbi, her ezanda davet ettiğin, 'Haydin felaha, haydin kurtuluşa! ' sözünü o an anladım. Nefisten azad olup ruhun derinliklerine ve anlatılanların değil, bizzat yaşananların olduğu bir âleme daldım. Ve dalgıçlar gibi inciler mercanlar topladım. Her bir buluş bir uyanıştı benim için. Her bir uyanış da hayreti uyandıran bir hayranlık…
Senden başka bildiğim yok Ey Sevgiliyle buluşmanın ve bir olmanın adı namaz. Yoluna bir değil binler can feda olsun. Sana verilen canlar cananı bulur. Ne güzel bulduransın, sevgiliyle buluşturansın.
Ey gözleri ve gönülleri aydınlatan, kurtar bizi nefsin karanlıklarından! Âdem'e bizzat isimleri sen öğrettin. Evet bana da namazda öğretiyorsun.
Tek olanın seyrine namaz ile yelken açıyorum. O İlâhî rüzgar beni kulluğuma, yani öz bilincime götürüyor ve bu bilinç ve marifetle Sana ulaşıyorum Rabbim.
Ey gözümün nuru namaz. Sen olmasa idin bu göz ne ile seyrederdi bu varlıkları, ne ile manalandırırdı?
Bütün eksikliklerden münezzehsin Rabbim. Gösterdiğin ve göstereceğin sonsuz hakikatler için Sana hamd olsun.
Beni namaz ile yücelttin. Yüce âlemlerini seyrettirdin. Vahdet denizine daldırdın. Ne güzel bir halde bittim ki, şimdi Senden başka bir şey ile ne görüyor, ne işitiyor, ne görüyorum. Ümmilik sırrını yaşıyorum. Yani Senden başka bildiğim yok. Seni biliyorum, her şey bana ayan oluyor. Gördükçe anladım ki Senin yardımın olmadan ben bir hiçim. Ancak Seninle varım.
Anladım ki, aciz olan bizler çaresizlik içinde yuvarlanırken, ancak Senin ipine, namaza sarılanlar kurtulur. Benlik denilen büyük savaştan ancak secde edenler zafere ulaşır.
İşte huzurunda, kıyamdayım
Senin haşmet-i Uluhiyetin karşısında Rabbim bizler bir hiçiz. Yardımını bizden esirgeme. Sen cömert olanların en cömerdisin Bizi 'Onlar her daim namazdadırlar' âyetinin sırrına ulaştır. O nasıl bir anıştır ki, kesintisizdir. Yoksa Hz. Fatıma'nın 'Rabbim beni bir an bile olsun nefsimle baş başa bırakma' duasının mı tecellisidir? Var olan sadece Sensin. Beni hiçliğimin zirvesine ulaştır ki ben de Habibin gibi 'Ey Rabbim, Senin yardımın olmadan ben bir hiçim' sözünde seninle olayım.
Her nefeste anışın zevkine varayım. Ve huzurda olayım. Sen değil misin ki toprağa, yani Âdem'e can veren. Âdem senden öğrendiği ilimle yedi kat göğü aydınlattı. Evet toprak nurunla aydınlandı. Ona öyle bir ilim verdin ki, o manen yüceldi de melekleri bile geride bıraktı.
İşte ben de Âdem'in safiyeti ve tevbesi ile huzurunda, kıyamdayım. Kulluğumu arz etmek, acziyetimi sunmak ve bunlar ile azametini duymak için huzurundayım.
Suçlarımı itiraf ve büyüklüğünü ikrar için buradayım. Yüce âleminde tüm kâinatı arkama aldım ve gönlümü Sana açtım. Her şeyimi Sana sunuyorum
'Göklere ve yere sığmadım, ancak mü'min kulumun gönlüne sığdım' sırrı ile bu aciz Seni davet ediyor.
'Kulum Bana bir adım yaklaşırsa, Ben ona on adım giderim' ümidi ile Sana yalvarıyor.
Tek çaresinin Sen olduğunu çileler ile defalarca anlamanın susamışlığı içinde sesleniyor.
Tüm varlığını, her şeyini Sana feda ediyor. 'Hasbünallahu ve ni'me'l-vekil' sırrı ile Seni kendine vekil tayin ediyor. Anam babam, yani varlığım adına beni ben yapan manalar adına ne varsa hepsi Sana feda olsun, diyen âşıklar gibi... Ben de her şeyimi, ama her şeyimi Sana sunuyorum.
Rahmetin her şeyi kuşatmıştır, bunu biliyoruz. Ancak onu yaşamanın bilincinde bizi yaşat ve daim eyle. Eyle ki Rabbim ereğimize ulaşalım. Kendimizi bilelim. 'Nefsini bilen Rabbini bilir' manasının ne olduğunu anlayıp Hz. İsa'nın hakikatine vakıf olalım.
Ve anlayalım böylelikle neye ayine olduğumuzu, insan muammasının neye gebe olduğunu?
'Ey insan dikkat et, kendini oku! Zerresin, ama kâinata gebesin' diyen mana sultanının 'Said tam toprak olmak lazım ve elzemdir' dediği ve toprak olmakta bulduğu sonsuzluğu keşfedelim. Bütün beşerî vasıfları arkamıza atıp Cemalini seyre dalalım.
Elif dikkatle okuduğu kitabı yavaşça yere bıraktı. Son okuduğunu daha iyi anlayabilmek için gözlerini bir yere dikmiş, hareketsiz donuk bir şekilde düşüncelere daldı.
Uzun süre bu şekilde düşündükten sonra hızla kitabı alıp son okuduğu yeri dikkatli bir şekilde bir daha okudu. Her okuduğunda yüzü biraz daha asılıyor, iyice anlamaya çalışıyordu.“Kişi sevdiği ile beraber haşrolur”
Bu hadisi okuduktan sonra, sevdikleri ve sevmedikleri hanesini bir kez daha gözden geçirmesi gerektiğini düşündü. Sürekli bir arada olduğu insanlarla, alış verişte bulunduklarıyla, komşularıyla, akrabasıyla, kan bağı olanlarla ve ya bir şeklide ticari ilişkisi olanlarla da değil Sevdikleriyle beraber haşrolunmak.
Sonra bir başka hadisi hatırladı. “ALLAH için sevin ve ALLAH için buğzedin”
Bu iki hadisi bir arada düşündüğünde biraz daha şekillendi kafasında.“ALLAH için sevdiklerimizle beraber haşrolacağız” diye geçirdi içinden. Kendisinin ve çevresindeki insanların sevdiklerini ve sevme nedenlerini düşündü bir bir. Sevdiği insanlar kimlerdi ve neden seviyordu onları?
Akşamki haberlerde gördüğü bir olay geldi aklına. Bir pop star kendisini seyretmeye gelen gençlerin çılgınca katılımları arasında ve bir sunucunun onlara yaklaşarak; - Sahnedeki şarkıcı için ne düşünüyorsunuz. Çok mu seviyorsunuz, sorusuna hep bir ağızdan;
- Sevmek ne kelime biz ona tapıyoruz. Onun için ölürüz.
Cevaplarını düşündü. Tapmak ve uğruna ölmek, bir beşer için yapılamayacak şeylerdi bunlar. Yaradan için söylenmesi gereken bu sözler bir beşer için sarf edilmişti.
Üst kattaki komşunun 10 yaşındaki oğlu geldi aklına. Odasının duvarları tuttuğu takımın futbolcularının resimleriyle doluydu. Hiçbir ayeti hiçbir peygamberi ve sevgililer sevgilisinin hayatından hiçbir kesiti bilmeyen bu çocuk, futbolcuların attığı golden transferlerine ve özel hayatlarına kadar her şeylerini biliyordu. O da bu futbolcuları çok fazla sevdiğini söylüyordu. Onun sevgisinin nedeni neydi peki?
Sonra akrabalarından Ahmet bey geldi aklına… Akraba çevresinden iki kardeş hakkında yorum yapıyordu.- Küçük olanı çok severim ben, diyordu. Büyük kardeş imanlı, Kur'an'ı hayatına aktarmaya çalışan.aile hayatında da eşi ve çocuklarıyla İslam’ı kendilerine yamayan değil, İslam’a kendilerini adayan ve ALLAH rızası kul hakkını gözeten birisi iken, küçük kardeş bunun tam zıttıydı. Alnı bir kere secdeye değmemiş, hayatında İslami hiçbir hükmü uygulamayan, aile hayatında da kendi gibi imansız birini tercih ederken evlerinde ALLAH’ın adının anılmadığı, kendi düşüncelerinin zıttı olan insanlarla ilişkisini koparmış birisiydi.
Ahmet bey kendisi ara sıra namaz kılan birisi olmasına rağmen, - Ben küçük olanını çok seviyorum. Diğeri beş para etmez. Çünkü o bana ve eşime hediyeler veriyor. Hatta son olarak, karşılıksız bir telefon verdi bana. Bu devirde karşılıksız kim kime ne veriyor ki? İşte bunun için küçük kardeşi daha çok seviyorum, demesini hatırladı. Ahmet bey, sevme tercihini menfaatine yarayan birisi yönünde kullanmıştı.
Elif, kafasında binlerce soru işareti arasında titrek bir ses tonuyla hadisi bir kez daha mırıldandı.- Sevdiklerimiz ve sevme sebeplerimiz. Kişi sevdiği ile beraber haşrolacak.Ardından da ellerini açtı ve dua etmeye başladı:
- Yarabbi! Sen bizi sadece senin rızan için sevenlerden eyle. Menfaatimize yaradıkları için senden uzak olanları değil, menfaatimize yaramasa da sana yakın olanları sevenlerden eyle. Toplumun putlaştırdıklarını bilinçsizce putlaştıranlardan değil, İbrahim (as) gibi bu putları yıkanlardan eyle. Yine İbrahim (as) ’ın çocukları ve çevresindekiler için yaptığı duada olduğu gibi, “Rabbim beni ve benim soyumdan gelecek olanları namazlarında daim eyle. Rabbimiz sen bizim dualarımızı kabul buyur. Rabbimiz, hesabın yapılacağı gün beni, anne ve babamı ve bütün inananları bağışla...Amin.”
Biliyorum, hiç beklemiyordun bu daveti. Ansızın geliverdi değil mi? Ansızın vurdu şakağına; saçaktan düşen buzdan kılıçlar gibi. şaşırdın. Huzurunun göbeğine irice bir taş savruldu; halka halka titremede gönlünün düştüğü göl şimdi.
Neşesi kaçtı vaktin; sevinçlerini pervane ettiğin mumlar titredi, bitti. Akrep ve yelkovanın ayakları dolandı; beklediğin “az sonra”lar havada asılı kaldı. Hüznün ölü kelebekleri kıpırdadı, sızılandı. Aşinâlığın tadı bozuldu; acının ketum, kekre sütunları devrildi göğsüne. Başını yasladığın uzun saatler, uzanıp uyuduğun bitmez günler vaadlerini yerine getiremeyeceklerini söylediler; yüzleri yerde, mahçup. Oyala(n) dığın ağaç gölgeleri çekildi üzerinden. Avunduğun/avuttuğun haz perdeleri parelendi.
Gözlerini ıslatamadan giden yağmurlar elindeki şemsiyeyi uçurdu. Konforunu bozmamak için parmak uçlarına basa basa odana gören, kalbini kanatmadan usulca gidiveren uzak acılar yakana dolandı şimdi.
“Daha dün konuşmuştuk ama...” diyorsun. “Ama nasıl olur! ”lar çekip çekiştiriyor iki yakanı. “Hiç beklenmedik bir ölüm! ” “Vakitsiz” “Erken! ” “Sürpriz! ”
İşine ara vereceksin bugün... Kocaman bir pürüz olup çıkıverdim karşına. Hızını kestim hayatının. Üzerine saldım kaygılarını. Köşe bucak kaçtığın korkulara sobelettim seni. ölümle arana koyduğun duvarı yıktım. “Ölüm bize de yaklaşırmış/yakışırmış” dedin.
“Ölmesi kanıksanmış, ölünesi bir yaştayız artık.” “Rahmetli...” sıfatını ismimin üzerine yumuşak bir şal gibi atıvereceksin. İki yakasında da eksiğim istanbul’un. Vapurların hiçbiri beklemiyor beni iskelede. Ben öldüm diye şeritleri eksilmedi otoyolların. Şimdiye kadar hep başkalarıydı ölen. Hayret! Ben öldüm bu defa... Şimdilerimin hiçbirine dokundurmadığım, yarından sonrasına bile yaklaştırmadığım ölüm şimdi/m oluverdi.
Oysa, oysa...Gitsen de bir gitmesen de bir; bir cenaze olurdu camilerden birinin avlusunda. Belki bir kalabalık çıkagelirdi önüne... Bir sokağın başında. Yol kenarında, gözünü sakındığın mezarlığın giriş kapısında. “Nasılsa, ölen biri çıkar bu şehirde her gün! ” diye kanıksadığın. Adını bile sormaya zahmet etmediğin. Eksilenin kim olduğuna aldırış etmediğin. Gitti diye üzülmediğin birinin cenazesi işte. Aynı manzara, aynı tabut, aynı üzgün yüzler. Aynı güneş gözlükleri. Ağladığı mı, yoksa ağlayamadığı mı anlaşılmasın diye saklanan gözler. Sanki hayatın ortasında duran ölümü inkâr etmek için göz göze gelmemeler. Sıradan bir cenaze yani.
Seni bilmem ama ben bu cenazeye mutlaka gitmeliyim. Ayıp olur, çok ayıp... Davetlilerin yüzüne bakamam sonra. Dediği gibi şairin, bir musallâlık saltanatım bu benim. Başroldeyim.
Toprağa konulacak adam rolü benim. Ardından ağlanılacak adamı ben oynayacağım. Hiç itirazsız karanlığa uzanmak bana düştü bu defa. üzerine toprak atılan adamı... Unutulmuşluklar altında yüzü erimeye bırakılan adamı... Hüzünlerin münasebetsiz müsebbibi olacak adamı... Ayakkabısı kendisini beklerken bağları çözülecek adamı.... Elbiseleri evden çıkarılacak adamı...
Ben oynayacağım.
Yatağı soğuk kalacak adamı... Akşam eve dönmeyecek adamı... Kapıyı çalması beklenmeyecek adamı... Sofrada yeri olmayacak adamı... Adı telefon rehberinden silinecek adamı... şehrin dudaklarından yarım ağız çıkmış bir hece gibi önemsizleşecek adamı....
Ben oynayacağım.
Sevinçlerin ortasına en fazla bir hıçkırık gibi sokulsa bile hatıraların eşiğinden yüz geri edilecek adamı... Resmine bakıp bakıp da ağlanacak (yoksa ağlanılmayacak mı?) adamı.... “Adı neydi.... Hani....! ” diye yokluğu kanıksanacak adamı.... Soluk bir resimde mahzun bir tebessümün ardında aşklarını saklayan, susturan adamı... Ben oynuyorum bugün... Sahnedeyim.
Beklerim.
En öndeki olmalısın ayakta duranların. En dik duranı. işte davetiyen:
Canını çok seven, her günün sabahında burada sonsuzca yaşayacağına yeniden kanan, her lezzetin tükenişinde ölümün yanına uğradığını unutan, her hazzın zirvesinde yakasındaki ölümlü etiketini isteyerek düşüren, her yaz sıcağında içi dünyaya iyiden iyiye ısınan, doğduğu yılın rakamının büyüklüğünün kendisini kabirden uzak tuttuğunu sanarak avunan, kalbinin her atışında ölümlerden döndüğünün farkında olmayan, damarlarının bir köşesinde ansızın geliverecek pıhtılardan yapılmış veda haberleri saklayan, ayrılıkların çatlaklarından giren hüzünleri ölümün nefesi gibi yudumlayan, sevenlerinin gözlerinin ışığına sığınarak ısınan, unutulmayı, yok sayılmayı en ürkütücü uçurum bilen, güzelliğini aynaların kırıklarında arayan, toprağa girmeye üşenen, uzun süredir aramızda yaşayan dostumuz, arkadaşımız, sırdaşımız, kardeşimiz, babamız, evladımız, şimdilik unutmayacağımızı umduğumuz, bir süre unutmaktan utanacağımız, sonra unutacağımız, en sonunda unuttuğumuzu da unutacağımız.
senai demirci
doğduğu gün yakalandığı fanilik hastalığından, uzun süredir yatalak olmasına yol açan “her nefis ölümü tadacaktır! ” yarasından, ömür boyu sancısını çektiği amansız yaşama rahatsızlığından kurtulup aramızdan ayrıl[maya ayarlan]mıştır.
Cenazesi -umulur ki- en uzak zamanda, sızılarının köşe başlarında kılınan cenaze namazını takiben kaldırılacak, gözünden (belki gönlünden) uzak bir yerde unutuluş toprağına gömülecektir.
Ey ihsanı bol Allah’ım! Sana hamdederim. Ey yegâne Ma’bud! Senin önünde eğilirim. Yücesin, kullarından dilediğine sonsuz nimetler verirsin. Dilediğini hüsrana duçar edersin. Ey Yaradanım! Sana sığınırım. Varlık ve darlık zamanında Sana münâcaat ederim, her an sana yalvarırım. Gerçi günahlarım çok, fakat Senin afvın ondan daha büyüktür, ümitsizliğe sebep yok. Eğer Sen de beni kapından kovarsan kime sığınırım, kimden medet beklerim, bana başka kim şefaatçi olur?
Yâ Rab! Hâlimi görüyorsun, yoksulluğumu biliyorsun. Gizli niyazımı duyuyorsun. Beni Sen’den ümit kesenlere katma, kusuruma bakma, daha fazla bekletme, ümitsizliğe atma. Senin azametin Önünde boyun eğdim, dize geldim, secdeye kapandım.
Allahım! Dünyâdan sıyrılıp huzuruna gelirken beni, Kelime-i Tevhid’den ayırma. Senin nârın da hoş, nurun da hoştur. Senin rahmetinden ümit kesmem. Mal ve oğulların fayda vermediği o korkunç günde senin afvına nail olmak isterim, bana affın yeter, lûtfunu göster.” Sen bana yol gösterirsen hiçbir vakit yolumu şaşırmam. Sen yol göstermezsen, dalâlette kalırım. Eğer Senin affın yalnız iyilere mahsus ise ya kötülerin bağışlayıcısı kim olacak? Herkesin İlah’ı sen’sin. Ben ümmetin en müttakîsî olamadımsa, En kötüsü de sayılmam. Senin afvına sarılıyorum, îtiraf ederim, günâhım büyük, fakat Senin affın ondan daha büyüktür.” Senin lûtfunu hatırlayınca kalbime tesellî doluyor. Günahlarımı düşündükçe gözlerimden yaş dökülüyor. Sen, şânına lâyık olanı yap, beni affet! Beni, senin fazlu lûtfundan başka bir yere başvurmayacak bir fıtratta yarattın. Ne umarsam sen’den umarım. En büyük endişem Beni Sen de kapından kovarsan, eli boş çevirirsen hâlim nice olur? Allah’ım, görüyorsun gafiller uykuda, ben ise gece karanlığında el açıp Sana niyaz ediyorum. Dualarım Sana yükselsin, niyazlarım makbul olsun. Herkes ne beklerse ancak Senin lûtfundan bekler. Her biri Cennete girmek ister, Sen bana Cennette dîdârını göster, bu bana yeter.
Ey insanlara doğru yolu göstermek için Peygamber gönderen Allah! Fahri Kainat hürmetine, Seni tesbih eden, takdis eyleyen hayırlı ümmet aşkına, bizi imandan, Kur’an’dan, İslam’dan ayırma. Müslüman olarak haşret. Rasulünden şefaat umarım. Bizi ondan mahrum etme. Senden afv-u mağfiret dilerim. Bizi boş çevirme Allahım Bizi boş çevirme.
Unutmak ne dipsiz bir şeydir ki, unutanlara unuttuklarını bile unutturur. Unutulmak ne acı şeydir ki, unutulanın unutuluşuna ağlayışını kimse hatırlamaz. ‘Nisyan’dan unutuluştan çıkarıldık her birimiz. Yüzümüz gün ...
20.05.2011 - 11:54
Bazen
Bazen bir kelimeyi telaffuz etmek, dünyanın yükünü taşımak kadar zor gelir insana. Bir kırık camın parçaları dökülür yüreğine.
Susarsın.
Bardaktan boşalan yağmur olup, üstüne gelir hüzün. Ağlamak kesmez içini, seni avutacak her şeyden mahrum kalırsın. Üstelik; hatır soranı kalmamış bir ihtiyarın, bayram sabahları, perdesi erkenden açılmış pencerelerde bir görünüp bir kaybolan komşularına çevirdiği bakışları kadar yalnızsın. Ne eski fotoğraflardan kalan bir hatıra, ne de çocukluk yıllarının gülümseyen yüzü.
Yanında hiç kimseyi bulamazsın. Bildiğin her yer uzak, tanıdığın herkes yabancı.
Yine de ağlarsın.
Bazen birine katlanmak, dünyanın yükünü taşımak kadar zor gelir insana. En çaresiz bir gününe uyandığın gurbette bile olsan, yolunu değiştirmek düşer aklına; kaçarsın. Ayak üstü geçiştirilen kısa bir zaman, koca bir gün olup ayağına dolanır. Tahammül etmeyi kolaylaştıracak ve kendine, “aslında iyi biri” diyebileceğin yalanlar ararsın. Konuştuğun her cümlenin arasına, oradan uzaklaşabilmek için kullanacağın bahaneler katarsın.
Asla kolay kurtulamazsın.
Bazen bir konuşmayı dinlemek, dünyanın yükünü taşımak kadar zor gelir insana. Kelimeler, göz kapaklarına dökülen kurşun gibi iner üzerine. Ya da için ezilir, yere düşen hakikatin karşısındaki çaresizliğine. Bir müstehzi bakışlarına bakarsın alçağın; bir de ses tonunun içinden şeytana el sallayan kibrine. Artık, kimseyi incitmemek için gösterdiğin nezaketine, seni dışarıya atacak kadar cesaret katarsın. Mevzu, üstü başı parçalanmış bir çocuk gibi durur karşında.
Asla yardımcı olamazsın.
Bazen bir günü akşama kavuşturmak, dünyanın yükünü taşımak kadar zor gelir insana. İçindeki sıkıntıyı bir türlü atamazsın. Sıtkın sıyrılır hayattan; dokunduğun her eşyadan yüreğine inen bir kir ve baktığın her yerde kahpelik vardır. Seni sakinleştirecek bir söz ararsın. Ne okuduğun şiir, ne de bir hatırayı mıh gibi yüreğine çakan şarkı; hepsinin, hayat ancak kendi yolunda gidince anlamı vardır.
Bunu anlarsın.
Bazen yalnız kalmak; dünyanın yükünü taşımak kadar zor gelir insana. Sebebini bilemediğin korkularla uyanırsın. Mevsim, sanki hep sonbahardır. Ne bir çiçeğin kokusunu alırsın, ne de dünya umurundadır. O gün, hiç olmadığı kadar değişik şeylerle uğraşırsın. Zaman, bir kaplumbağanın kabuğuna bağlanmıştır sanki, ertesi güne çıkmayı dört gözle ararsın. Okuduğun kitaplardan bir cümleyi hatırlamaya çalışır, yapamazsın. Hep düşen yapraklar gelir aklına, gözü yaşlı çocukluğun, yıllardır görmediğin dostların, bir veda anında dişlerini sıkıp arasına sakladığın göz yaşların.
Geçmişinden asla kurtulamazsın.
Bazen veda etmek, dünyanın yükünü taşımak kadar zor gelir insana. Yüreğin bir kuşun kanatlarında havalanır. Söylenebilecek hiçbir sözün anlamı kalmaz; bilir, konuşmazsın.
Uygun bir cümle, belki; ama asla bulamazsın. Yol uzar gözünde, ayrılığın kokusuna dayanamazsın.
Gitmek bir dalın kırılmasıdır en çok. Ya da buz gibi bir hava ve sen donup kalırsın. Gökyüzü kararır. Ayakların seni taşıyamaz; olduğun yerde çakılıp kalırsın. En hüzünlü haliyle canlanır gözünde biraz sonrası; ağlayan bir ana, eş, yar, evladın, belki de dostların.
Yine de yaparsın.
Bazen bir hatırayı taşımak, dünyanın yükünü taşımak kadar zor gelir insana. Attığın her adımda, peşin sıra gelen ayak sesleri vardır. Uzanır dokunamazsın. Her yalnız kalışında sana seslenen hitabını duyar; dinlediğin her söze, onu sana getirecek bir şerh koyarsın. Bazen bir kapının tokmağında, bazen de karanlığın içine kaçan gölgede onu ararsın. Ne birlikte çektirilen fotoğraf; ne de, bir kış günü gelen sıcak bir selamı vardır.
Ama yine de unutamazsın.
Bazen bir dostu özlemek, dünyanın yükünü taşımak kadar zor gelir insana. Koca bir dağ olup oturur yüreğine. Gecenin en kuytu yerine sığınır, uyuyamazsın. Bir tebessüm iner yüzüne; en kötü gününde yanı başında duran mahzun halini hatırlarsın. Ya da bir yaz günü, çeşme suyu serinliğindeki selamını. Çıkıp gelse şu an, söyleyecek söz bulamazsın. Konuşmak beyhude bir çabadır belki, onu halinden de anlarsın. Çünkü, çocuk gözlerinden dökülen öfkeyi yakalar; sadece sen korkarsın. Ne gailesi dünya hayatının, ne de yeni arkadaşlar.
Yerine hiç kimseyi koyamazsın.
Bazen,
Bazen gözlerini kapatır ve dost bir yürekten gelen hayır dualardan başka hiçbir şeyi hissetmezsin.
Neşe KUTLUTAŞ
17.05.2011 - 15:41
http://www.webteizle.com/Belgesel/27-Ahmet-Serif-izgoren-Avucunuzdaki-Kelebek-izle.html
16.05.2011 - 10:43
GÜNAYDIN YENİ BİR GÜNE...
Bugün 'böylesini hiç yaşamamıştım! ' diyeceğiniz bir aşkın başlangıcı olsun, Bugün korktuklarınız sizden korksun, bugün sizden ayrılanlar geri gelsin, bugün 'iyi ki bu günü yaşamış' olun, bugün 'hayatınızın anlamını' bulun, bugün özlediğiniz her şey ayağınıza gelsin, bugün öyle güzel geçsin ki hiç bitmesin...
Sevinçlerin, keyiflerin, güzellik ve mutlulukların çok olacağı bir gün olsun bugün.
Sıradan olmasın.
Gece başımızı yastığa koyduğumuzda
'ne muhteşem bir gündü' diyelim.
Kazandığımız bir gün olsun bugün...
bütün kayıplardan uzak...
gelincik çiçeklerini sevdim
dokunduklarında hemen solan,
koparıldığında boynunu büken...
ama en çok da özgür oldukları için sevdim onları..
rüzgarlara karışıp, dünyaya dağıldıkları için..
Ve insana benzedikleri için sevdim
dünü var, bugünü var
Ama yarını? ? ?
Japonlar, gelincik için şöyle der; ’Gelincik insan ömrü gibidir. Dünü vardır. Yaşamıştır. Bugünü vardır. Yaşıyordur. Ama yarını belli değildir’.
Anda, O'nda ve sevgiyle kalın...
Herşey gönlünüzce ve dilediğinizce olsun.....
Seni sen olduğun için seven ne kadar çok insan var bir bilsen…
Şu an bu yazıyı okuyan güzel insan…
Önce kendi değerini bil… Önce kendini sev… Sev ki sevebilesin evreni… Unutma ki sen eşsizsin… Doğrularınla, yanlışlarınla bir sen daha yok bu dünyada… Mutlu olmayı hak ettiğini bilirsen mutlu edebilirsin çevrendekileri de… sen gülümsersen gülümser karşındaki de… umut edersen eğer umut vaat edersin d...iğerleri için de… Bak yarın da doğacak güneş… Yarın da yıldızlar başını yukarı kaldırmak kadar yakınında… “her şey güzel olacak” de ve önce sen inan buna… Güzel şeylerin hayalini kurmaktan vazgeçme hiç… Bakarsın bir gün gerçek olur herkesin hayalleri… bakarsın en sevdiğin masalın içinde bulursun kendini hiç ummadığın bir anda… Yeter ki iste… “Neden olmasın” de ve kocaman gülümse… Özümse kendini, kabullen… Seni sen olduğun için seven ne kadar çok insan var bir bilsen…
ZEYNEP YAVUZ 2
10.05.2011 - 14:18
Gel de Sil Annem
Gittiğin o yerde, yol bulunmaz mı?
Bir mektup yazacak kul bulunmaz mı?
Derdimin dermanı, bol bulunmaz mı?
Gönülden selamın, şifam bil annem...
Kalbimi ısıtan yüzü özledim,
Ruhumun şifası sözü özledim...
Sevginin pınarı, gözü özledim,
Yudum yudum içip, kansam gül annem...
Her anneler günü yasla geçiyor,
Kalbimi hasretin bine biçiyor
Hüzün, arkadaşı beni seçiyor,
Bir gece rüyama gelde sil annem...
Emine Yılmaz Dereci
10.05.2011 - 08:44
Sukutun Sessizliği
Susuyorum...
Cümlelerim küsüyor yalan dünyaya Bekliyorum...
Sabredenlerden olmak muradıyla... Biliyorum...
Acıdan geçer sana gelen yollar Ağlıyorum...
Farketmeden ben bile ve farkettirmeden kimseye Kaçıyorum...
Seni üzecek ne varsa uzak kalbim onlara...Yürüyorum...
Melekler saf tutuyor benimle Duruyorum...
Huzurunda secdeye,derdimi sana açıyorum Seviyorum...
Ve senin hoşnutluğunu diliyorum sadece Ey Rabbim,
Gözyaşlarımda umutlarımı büyüten kalbimin tek sahibi Hoşnutluğunu diliyorum sadece...
07.05.2011 - 13:35
ANNELER_GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN
Uykum Geliyor Gözlerim Kapanıyor
Uykuya Dalmak İstiyorum Annem
Hava Çok Soğuk Üşüyorum
Üzerimi Örtsene, Örtsene Annem
Üşüyorum Titriyorum Nerdesin
Mis Kokusunu Özlediğim Annem
Öksürüyorum Öhö, Öhö Titriyorum
Hani Sıçak Bir Tas Çorba
Kim Yapaçak Bana
Babam Ne Anlar Çorbanda
Ne Anlar Çamaşırdan
Annem Miskokulu Sütünü Emdiğim
Evladının Tırnağı Taşa Değse Canı Yanan
Aslan Gibi Kükreyen Annem
Bak Yine Akşam Oluyor Masada Boş Yerin
Masada Çorba Var Ama Sen Yoksun
Sen Yoksun Sen Yoksun Annem
Babam Yine Kızıyor
Çorbanın Niye Tadı Yok Niye Tuzu Yok Diye
Annem Babam Haklı
Çorbanın Ne Tadı Var Ne De Tuzu
Sofrada Sen Yoksun Annem
Kuru Aşa Tat Veren
Sevgisini Katan Annem
Cennet Annelerin Ayaklarının Atlında Derler
Ayaklarının Altına Kurban Olurum Annem
Annem Ne Olur Duy Beni
Özlüyorum Seni Deliler Gibi Annem
Annem Ne Olur Duy Beni
Ölen Annelerin Mekanı Cennet Olsun
Kalanların Anneler Günleri Kutlu Olsun
Tüm Annelerin Ellerinden Öpüyorum
Bayram Yücel
29.04.2011 - 11:09
Konuşsun...
Artık susacağım, lal olsun dilim
Kanlı yaşlar döken gözüm konuşsun
Kırılsın bu kalem, tutmasın elim
Günden güne solan yüzüm konuşsun
Çiçekler açar mı kış güneşinde?
Kullar gece güzdüz benlik peşinde
Yıllardır yanmışım dert ateşinde
Kor olan yüreğim, közüm konuşsun
Beyaz yalanları duymak istemem
Şeytana, nefsime uymak istemem
Seni el yerine koymak istemem
Kalbimdeki ağrım, sızım konuşsun
Zaman hızlı akmış, bak akşam olmuş
Gençlik çağlarıma, hep hüzün dolmuş
Yapraklar dökülmüş, çiçekler solmuş
Kışa dönen yazım, güzüm konuşsun
Bu dünya yalandır, aşkları yalan
Kula, kulun aşkı, büyük imtihan
Var mıdır sevip de çok mutlu olan?
Çöllerde savrulan tozum konuşsun
Kalsamda dünyada yalnız ve yetim
Hak yola baş koydum, belli niyetim
Canımdır, kanımdır, işte diyetim
Rabbe aşık olan özüm konuşsun
Emine Yılmaz Dereci
27.04.2011 - 08:25
Sevmeyi öğren........
Sevmeyi öğren: Sevdikçe varlığının kâinatla toplandığını görürsün. Sevince,
kendini kendinden öte taşırsın. Sevince kalbine yeni ve sonsuz kanatlar
takarsın. Sevince, mavi bir deniz olur kalbin; hiç bilmediğin kıyılara
varırsın.
Bağışlamayı öğren: Bağışladıkça dostlarının sayısını onla çarpmış olursun.
Bağışlamak kalbinin yükünü azaltır. Bağışlayınca, kalbine batan dikenler
güle döner. Bağışlayınca önce kendini bağışlamış gibi olursun, nefretin ve
kinin yükünü omzundan atarsın.
Pişmanlık duymaktan korkma: Pişmanlığını itiraf ettikçe hatalarının küçük,
anlaşılır ve bağışlanabilir parçalara bölebildiğini görürsün. Pişmanlık
sancısını göze aldığın sürece, hatadan dönmenin lezzetini de yaşamaya
başlarsın. Pişmanlık içtenliğin sınamasıdır. İçtenliği olmayanlar pişman
olamazlar. Pişman olmayanlar içtenlik kazanamazlar.
Hatırlamayı öğren: Hatırladıkça, sevgilerinin kare kökünü bulup, onlardan
hüznü çıkardığını fark edersin. Hele de çocukluğunu çok hatırla ki, hiç
endişesiz mutlu olduğun anları yeniden yaşa. Mutlu olmayı beceremeyen biz
büyüklere içimizdeki çocuk mutluluğun sadelik ve hırssızlıkla ilgili
olduğunu fısıldar. Dur ve dinle çocuğunu.
Değer vermesini öğren: Değer verdikçe sevgilerin küpünü bulup, onları
mutlulukla çarpabildiğini görürsün. Değer vermeden geçirdiğin günün güneşi
hiç doğmamış gibidir. Değerini bilmediğin eşyaya hiç sahip olmamış
gibisindir. Değerini bilmediğin dostların sana göre hiç yaşamamış gibidir.
Değer vermesini öğrendiğinde, hayatın sahihleştiğini fark edersin. Daha
yavaş yürürsün ama adımlarını yere sıkı basarsın.
İltifat etmesini öğren: İltifat ettikçe, insanlarla arandaki en kısa
mesafenin bir tebessümün resmettiği eğri bir çizgi olduğunu görürsün.
İltifat etmek yalan konuşmak demek değildir. İltifat, muhatabının görmek
istediğin yere ulaşması ve oradan öte geçmesi için temennide bulunmaktır.
Özür dilemesini öğren: Özür diledikçe nefretin ve öfkenin sonsuza
bölündüğünü, böylece dargınlıkların limit sıfıra giderken yok olduğunu fark
edersin. Ayrıca bak: “Pişmanlık duymaktan korkma” öğüdü.
Aşktan korkma: Böylece bir üçgenin iç açılarının toplamının 180 dereceyi
aşıp, bütün yamukları kendi içinde barındırabildiğini görürsün. Aşk
pürüzleri yok eder; dikenleri gül eder, acıları haz eyler.
Ara sıra hüzünlen: Hüznün kalbine dokunmasına izin ver. Böylece bütün
mutlulukların ve zevklerin sonunda ayrılık çizgisine teğet geçip geri
döndüğünü görürsün. Hepimiz ayrılıkların kuşattığı bir adada şimdilik
yaşayan fanileriz. Hüzün, faniliğin ince sızısını kalbine hissettirdiği
için, seni ebediyete komşu eder. Hüznünü öldürürsen ölümü anlayamadığın gibi
hayatı da anlayamazsın.
Ve bir gün öleceğini bil: Kesinlikle öleceksin ve öldüğün gün anlayacaksın
ki, yaşadığın hayat, paydası sonsuzluk olan basit bir kesirden ibaretmiş.
Kesrin payında ne olursa olsun, ne kadar çok şey biriktirmiş olursan ol,
hepsi son işlemde sıfıra eşitlenir. Kesrin üzerine, yani bu dünyaya,
sonsuzluk cinsinden bir şeyler koyman gerekiyor. Yoksa “elde var sıfır”
Her gün yeniden uyan: Uyanmayı sadece gözünü açmak olarak bilen için, bir
şafak vakti ne kadar da sıradandır. Hayranlık duygusunu her gece iki göz
kapağının ardına sakladığı gözleri gibi her daim uykuda bırakan için, bir
gün doğumu “sabahın körü” olasıca karanlıktır. Kulluk heyecanını avucunda
tutamadığı bir kor gibi savurup söndüren için, bir seher vakti eğreti ve
tanımsız bir vakitsizliktir. Haydi aç gözlerini... Aç gönlünü... Şimdi ve
burada var olduğunu fark et. Var edildiğini fark et. Buraya, bu sabaha bir
insan olarak gönderildiğini bil. Bu sabahın senin için, sana özel olarak
yaratıldığını fark et. Uyan... Güneş senin için doğuyor...
SENAİ DEMİRCİ
23.04.2011 - 18:08
HER KİTAP BİR CEZAEVİ KAPATIR..YARDIMLARINIZ BEKLİYORUZZ..
GÖNDERECEĞİNİZ TEK BİR KİTAP DAHİ BİZİM İÇİN ÇOK BÜYÜK ÖNEM TAŞIMAKTADIR! ! ! ! ! ! ! !
Bilgi 'Bu kampanya ile amacımız ülkemizin en önemli sorunlarından biri olan okullardaki kütüphane ve kitap eksikliğini vurgulamak ve bu kampanya ile bir kamoyu oluşturarak bu konuda çocukların geleceklerine katkıda bulunmaktır.'HER KÜTÜPHANE BİR CEZAEVİ KAPATIR.' Sözünden de anlaşılacağı gibi yeni nesillere aydınlık bir gelecek bırakabilmek için bu projede tüm duyarlı arkadaşlarımızı yanımızda görmek istiyoruz.Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi TARİH Bölümü öğrencileri olarak hazırladığımız proje kapsamında OSMANİYE ve ISPARTA daki ilköğretim okullarına kütüphane kurmak istiyoruz bu amaçla kitap toplama kampanyası başlattık. İçerik olarak kitaplar; MASAL,HİKAYE,ROMAN (her türden roman) ,SÖZLÜK, ANSİKLOPEDİ, KAYNAK ve YARDIMCI KİTAPLAR toplanacaktır.
Stand Açılma Tarihi: 09.05.2011
yardımda bulunabilecek olan gönül dostlarımıza adresimi gönderebilirim bize postalarlarsa sevinirim....
23.04.2011 - 09:28
Sustum..
Artık konuşmayacağım
Sustum
Sonuna virgül bırakıp tamamlamamı istediğin
Her cümleyi artık tamamlamayacağım
Nedenini senin için kurduğum
Yüzlerce cümlenin içersinde ara
Sustum..
Artık konuşmayacağım
Gözlerime bak.
Mimiklerimi takip et.
Ağzım artık kapalı olacak.
Oysa senin için
Milyonlarca harfi toplayıp
O harflerden binlerce kelime oluşturup
O binlerce kelimeden
Yüzlerce cümle kurmuştum.
İçinde onlarca anlam taşıyan.
Ya ben anlatamadım
Anlatmak istediklerimi
Ya sen anlamadın
Anlamak istemedin.
Ya ben çok zekiydim
Çözülmesi çok zor cümleler kuruyordum
Ya sen çok aptaldın.
Basit cümlelerdeki anlamları çözemiyordun.
Belki saçmalıyordum
Sana mantıksız geldiği için susuyodun.
Karşılık beklediğim her cümlemden sonra
Senden soru işareti ve ünlemle biten
Cümleler geliyordu hep.
Oysa senin için toplamıştım
Milyonlarca harfi
Ve binlerce kelime oluşturup
Yüzlerce cümle kurmuştum
Onlarca anlam taşıyan.
Sustum......
Artık konuşmuyacağım
Harflerimi kaybettim artık bulamıyorum.
Kelimelerimi konuşmasını bilmeyen bir çocuğa hediye ettim.
Cümle kurmasını unuttum.
Zaten kurduklarımda anlamsızdı.
İşte sana bahanelerim
İstediğini seç.
Sustum...
Artık beynimi,
Senin verdiğin kısa cevaplar için,
Düşünüp cümle kurarak yormayacağım
Sıra sende..
Birazda sen çabala
Sustummmmmm.
Seni dinliyorum.
Konuş.......
Mustafa Durukan
22.04.2011 - 18:26
Dost Kazanma ve İnsanların Gönlünü Fethetme Sanatı
Çoğu defa hayatta kendimizi yalnız, yapayalnız hissederiz. Birçoğumuz, çok sıkıldığımız anlarda bile, bir dostumuza telefon açıp da
“ocağa çayı koy, birazdan ailecek size geliyoruz”
deme rahatlığına sahip değiliz. Veya arkadaşımıza “bu akşam yemeğe bize davetlisiniz” diyemeyiz.
Hele hele “yarın akşam yemeğe size geliyoruz” demeği aklımızın ucundan bile geçirmeyiz.
Hayatta karşılaştığımız ferd”, sosyal, meslek” hattâ ailev” problemlerimizi, canımızı sıkan bir yığın olayı, çok içten bir şekilde anlatacak ve bizi çok samim” bir şekilde dinleyecek, dertlerimizi paylaşacak dostlar arar durur da, fakat bir türlü bulamayız.
Halbuki büyük kentlerde yaşamaktayız ve belli bir sosyal statüye sahibiz. Etrafımızda görünüşte bir çok meslektaşımız, arkadaşımız, dostumuz ve bir yığın yakınımız, akrabamız var.
Ama onlarla münasebetlerimiz hep, bir resmiyet içinde geçer ve daima aramızda geniş bir mesafe bulunur. Zaman zaman candan bir arkadaşımızın, bir aile dostumuzun veya her an yanına gidip her şeyimizi anlatabileceğimiz hürmete lâyık bir büyüğümüzün olmadığını acı acı fark ederiz.
Bütün bunların sebebi nedir? 21. yüzyıla girerken bir çok problemine çözüm üreten insan, acaba niçin bu hayat” önemi hâiz konuda cidd” bir mesafe kat edememiştir? Bizi birbirimize karşı bu kadar resm”, soğuk ve mesafeli yapan sebepler nelerdir?
Aslında bütün bu soruların cevapları, bizim insanlarla münasebetlerimizde, söz ve davranışlarımızda gizlidir. Yani insanları hayatta bu kadar yalnız hâle getiren yine kendileridir.
Eğer insanlar, hayatta öğrendikleri bir çok konu için ayırdıkları zamanın belki yüzde birini, bu soruların cevaplarını bulmak için harcasalar, bunun karşılığını hayatları boyunca fazlasıyla görürler ve çok büyük ve önemli bir problemi çözmüş olurlar.
İnsan” münasebetlerde, insanları birbirlerine yaklaştıran, onları çok samim” dost, vefakâr bir arkadaş, candan bir yoldaş hâline getiren birtakım altın kaideler vardır. İşte biz bu yazımızda bu kaideler üzerinde durmak istiyoruz.
Birinci Kural:
Arkadaşlarınızı, dostlarınızı, yakınlarınızı, hattâ hiç kimseyi tenkit etmeyiniz.
Çünkü insan” münasebetlerde tenkit çok tehlikeli bir kıvılcımdır. İnsan” münasebetler, dost kazanma gibi konularda dünyaca ünlü Amerikalı uzman Dale Carnegie bu konuda şunları anlatır:
“Çok gençtim. Yazarları konu alan bir yazı hazırlıyordum. Bazı yazarlara mektup yazıyor, onlardan cevap alıyordum.
Bana gelen mektupların birinin sonunda şöyle bir not vardı: “Dikte edilmiş fakat okunmamıştır.” Yani mektup birine cümle cümle yazdırılmış fakat yanlışlık, eksiklik var mı diye okunmamış.
Bu mektubu gönderen yazara çok özendim. Kimbilir ne kadar meşguldü ve şüphesiz ne kadar önemli bir insandı. Bu nottan öyle etkilendim ki, bir zamanlar Amerikan edebiyatının ünlüleri arasına girmiş olan Richard Harding Davis’e yazdığım mektubun sonuna aynı notu ekledim:
“Dikte edilmiş fakat okunmamıştır.” Böylece ben de önemli ve çok meşgul birisi olduğumu anlatmış oluyordum. Davis’ten cevap olarak benim yazdığım mektup geldi. Davis küçük bir not ekleyerek mektubumu iade ediyordu ve bana “Terbiyesizlik yolunda kendinizi geçmişsiniz” diyordu.
“Davis tamamen haklıydı. Belki az bile söylüyordu. Fakat neticede bana hakaret ediyordu ve ben bir insandım. Davis’in bu hareketini, haksız ve hatalı olan ben olduğum hâlde, hiçbir zaman affetmedim. Onun ölüm haberi duyulduğunda pek çok insan üzülürken, benim hissettiğim, itiraf ederim ki yalnızca yıllar önce işittiğim hakaretin acısıydı.
“İşte siz de ölünceye kadar devam edecek bir kırgınlık meydana getirmek istiyorsanız, hemen haklı veya haksız acı bir tenkide girişiniz.”
İnsan kupkuru bir mantıktan ibaret değildir. İnsan daha çok hiss” bir yaratıktır. Gururu, nefs” istekleri, peşin hükümleri, doğruluğuna kesin olarak inandığı dogmaları vardır. İnsanlarla münasebetlerimizde asla unutmamamız gereken gerçek budur.
Çok tehlikeli bir kıvılcımdır tenkit. Bir kıvılcım, bir barut fıçısından farksız olan insan gururunu anında infilâk ettirebilir. Ve böylece biz, en kıymetli dostlarımızı, arkadaşlarımızı, yakınlarımızı kaybedebiliriz.
İnsan” münasebetlerde çok başarılı olan Benjamin Franklin’e başarısının sırrı sorulduğunda bunu şöyle cevaplandırmıştı:
“Her değersiz adam, durmadan tenkit eder. Durmadan şikâyet eder. Durmadan suçlar. Ben hiç kimsenin kusurundan, kötülüğünden bahsetmedim. Herkesin iyi tarafları vardır. Ben hep o iyi tarafları anlattım. Benim başarımın en önemli sırrı budur.”
Netice olarak, başkalarını suçlamak, tenkit etmek yerine, onları anlamaya çalışmak, çok daha faydalıdır. İnsanların niçin, hangi sebeplerle, tenkidini düşündüğümüz şekilde davrandıklarını kavramaya çalışmalıyız.
Bu yol, tenkitten çok daha tesirli ve yapıcıdır. İnsanlar arasında sarsılmaz bir sevgi, kardeşlik, dostluk, arkadaşlık, hoşgörü, nezaket ve zerâfet olması, insanların birbirini durmadan tenkit etmesiyle değil, anlamaya çalışmasıyla mümkündür.
İkinci Kural:
İnsanları takdir ediniz, onlara önemli bir kişi olduklarını hissettiriniz, onlara yalana kaçmadan iltifatta bulununuz.
Ünlü düşünür John Dewey, insanlardaki en önemli duygulardan birinin, önemli olma arzusu olduğunu söyler. Fakat ne yazık ki uyku ve gıda kadar ihtiyaç olan önemli olma arzusu, uyku ve gıda kadar kolay tatmin olmaz.
Samim” bir takdiri, iltifatı hangimiz özlemeyiz? Hangimiz bulduğumuz zaman reddederiz.
Yıllar önce çok sevdiğim ticaret adamı bir ağabeyimiz bana, “hocam, arkadaşlar yanıma geliyorlar, ‘ağabey sen şöylesin, sen böylesin’ diye bir yığın takdir edici sözler söyleyip, çok tatlı iltifatlarda bulunuyorlar. Ben bu arkadaşların bana iltifat ederken saydıkları vasıfların, özelliklerin bende olmadığını adım gibi biliyorum fakat, yine de hoşuma gidiyor” dedi. Evet, yapmacık olmayan, samim” bir takdirden, bir iltifattan hoşlanmayacak kimse yoktur.
Güzel sözler duyma, takdir edilme, önemli, değerli bir insan olma arzusu; insanın içini kemiren açlıkların, susuzlukların en şiddetlisidir. Bazı insanlar bu arzuya esir olmadan iradelerini kullanarak kendi yerlerini bilirler, fakat büyük çoğunlukla insanlar bu arzunun tuzağına düşüp kendilerine yapılan ve gerçek olmayan abartılmış iltifatlara mağlup olurlar. Dostlarımızı bu şekilde aldatmaya da hakkımız yoktur. Onları hakikaten kendilerinde olan güzellikleri için veya haklarında hüsn-ü zannımız olduğu takdirde, yerinde iltifatlarla meşru şekilde medh etmeliyiz. Aksi takdirde riya ve dalkavukluk gibi insana yakışmayan davranışlara girmemiz işten bile değildir.
İyi insan olmak isteyen fakat bir türlü fırsatını ve ortamını bulamayan insanların, küçük de olsa iyi yönleri varsa, bu yönlerini kuvvetlendirmeleri için onların yüzüne karşı iltifat etmek daha faydalı olur. O kişinin takdir edilmesi kendine olan güveni artıracak “demek insanlar iyi yönlerimin de farkına varabiliyorlarmış” diyerek, daha iyi olmaya gayret edecektir. Bazı bilim adamlarına göre, yaşadığımız dünyada önemli olma fırsatı bulamayanlar, kendilerine ayrı bir dünya kuruyorlar ve o dünyada çok önemli birisi olarak yaşıyorlar.
Dale Carnegie, sahasında otorite olan bir doktora soruyor: İnsanlar neden deliriyor? Doktor şöyle cevap veriyor: Hiç kimse bunu tam olarak bilemez, ancak, çoğunun gerçekler dünyasından kaçarak, önemli oldukları bir dünyaya göçtükleri muhakkak.
ABD’de çelik üretimi konusunda ondan çok daha bilgili insanlar varken, niçin Schwap’a yılda bir milyon dolar maaş veriyorlardı. Çünkü Schwap, insan idare etme sanatının ustasıydı. Schwap diyor ki:
Ben insanlara heyecan verebiliyorum. İnsanın yeteneklerini geliştirmesi ve kullanabilmesi, takdir ve teşvik edilmesine bağlıdır. Yöneticilerinin tenkitleri kadar, insanın çalışma ve başarma aşkını ve şevkini öldüren bir şey yoktur. Ben insanlara hız vermek için onları överim. İnsanlarda kusur bulmaktan nefret ederim. Beğendiğim bir şeyi takdir etmekte asla gecikmem. Bundan da büyük bir zevk alırım. Şimdiye kadar ünü, makamı ne olursa olsun tenkit yerine, iltifat duyup da daha çok gayrete gelmeyen hiç kimse tanımadım.
Üçüncü Kural:
İnsanlara karşı gülümseyiniz. Yüzünüzü ekşitmeyiniz.
Peygamber Efendimiz (sas) ’in tavsiye ve davranışlarından bir çoğu dost kazanmanın pratik ölçülerini vermektedir. Daima mütebessim ve huzur veren bir çehre ile insanların arasında bulunan, üzüntülü olsa bile yüzünü ekşitmeyip ancak mahzun duran bir Nebi’nin ümmeti olan bizler, maalesef sokakta, okulda, otobüste hep suratımız asık ve her an patlayacakmış gibi geziyoruz.
Dördüncü Kural:
İnsanlara karşı cömert olunuz. Küçük menfaatlere tenezzül etmeyiniz.
Cömertlik ve eli açıklık en önemli vasıflarınızdan biri olsun. Bu sizi asla fakir yapmaz ve sizin iktisatlı yaşamanıza bir eksiklik getirmez. Bir çay içirmekle, bir yemek yedirmekle çok gönüller fethedebilirsiniz; bir çay içirmekten kaçarak, insanlar arasında pinti diye anılmakla da çok insanı kaçırabilirsiniz.
Beşinci Kural:
İnsanlardan selâmı esirgemeyiniz.
Selâmla girdiğiniz bir yerde ve bir toplulukta size karşı olan peşin hükümler ve kötü bakışlar birden değişecek ve ortalık yumuşayacaktır. İnsanların gerilimi ve atmosferin sıkıntısı rahatlamaya dönüşecektir. Kırıcı konuşma yapmaya hazırlananların süngüleri düşecektir.
Altıncı Kural:
İnsanlara karşı açık ve doğru sözlü olunuz, fakat bu sizin her doğruyu, hem de katı ve kırıcı bir üslûpla söylemenizi gerektirmez.
İnsanlara karşı ikiyüzlü davranmayın, açık ve net olarak düşüncelerinizi yumuşak ve sakin, mümkünse mütebessim bir şekilde söyleyiniz. Söyleyecekleriniz arkadaşınızın küçük düşmesine sebep olacak bir davranışı ise ve onun pişmanlığını hissettiniz ise söylemeyin ve Allah (cc) ’ın Settar ismine uygun davranın. Eğer bu kötü davranışını düzeltmesini istiyorsanız, kimsenin olmadığı bir yerde onu üzmemeye ve kırmamaya çalışarak, hattâ özür dileyerek ikaz etmeye bakın.
Netice olarak arkadaşlarımızı, dostlarımızı, yakınlarımızı, hattâ hiç kimseyi tenkit etmeyelim. İnsanları daima takdir edelim, onlara önemli bir kişi olduklarını hissettirelim ve sevdiklerimize iltifatta bulunalım. Daima mütebessim ve güleryüzlü olalım, cömert davranalım, selâmı eksik etmeyelim.
İşte o zaman çevremiz her şeyini bizimle paylaşmaktan mutluluk duyan dostlarımızla dolacak ve biz onların gönüllerinde daima seçkin bir yere sahip olacağız.
Yrd.Doç.Dr Fatih BAYRAKTAR
Kaynaklar
- Kütüb-ü Sitte.
- Dale Carnegie, Dost Kazanma ve İnsanları Etkileme Sanatı, Timaş Yayınları, İst. 1997, s. 21-31.
21.04.2011 - 20:56
FELÇ TEŞHİŞİ
Felç (STROKE) : İlk üç harfi hatırlayın (S.T.R)
Felç Teşhisi
Mangal partisi esnasında, bir kadın tökezledi ve düştü, sağlıkçıları
çağırmayı önerenlere kendisinin iyi olduğunu, yeni ayakkabıları
nedeniyle taşa takıldığını söyledi.
Onu temizlediler ve yeni bir tabak yemek verdiler. Biraz sarsılmış
görünse de Jane akşamın geri kalanını eğlenerek geçirdi.
Jane'in kocası daha sonra telefonla arayarak eşinin hastaneye
kaldırıldığını söyledi (akşam 06:00'da Jane öldü.) Barbekü'de felç
geçirmişti. Eğer felç'in işaretlerini tanımlayabilselerdi, belkide
Jane şu anda aramızda olacaktı. Bazıları ölmüyor, onun yerine çaresiz
ve ümitsiz bir durumda kalıyorlar.
Bunu okumak sadece bir dakikanızı alır.
Bir nörolog felç vakalarını inmenin geldiği zamandan üç saat içinde
müdahale edebilse felcin etkilerini tamamen geri çevirebileceğini
söylüyor. Püf noktasının felcin tanımlanması, teşhis edilmesi ve üç
saat içinde hastanın medikal bakımının başlaması olduğunu söylüyor.
Felcin Tanımlanması
Üç aşamayı hatırlayanlara şükürler olsun 'S.T.R.' Okuyun ve öğrenin.
Bazen felcin semptomlarının tespit edilmesi zordur. Bilinçsiz olmak
malesef felakettir. Felç hastası, eğer yakınındaki kişiler tarafından
felcin semptomları teşhis edilemezse, ciddi beyin hasarına maruz
kalır.
Doktorlar yakında bulunan herhangi birinin üç basit soru sorarak
felci teşhis edebileceğini söylüyor:
S *Gülümsemesini söyleyin (SMILE)
T *Basit bir cümle kurmasını söyleyin (TALK) (örn. Bu gün dışarısı
güneşli.)
R *Her iki kolunu kaldırmasını söyleyin. (RAISE)
Hasta bu görevlerin herhangi birini yapmakta zorlanıyorsa, derhal
acil servis numarasını arayın ve semptomları almaya gelenlere
söyleyin.
Felcin yeni işareti: Dilinizi çıkarın!
Dikkat: Felcin birbaşka işareti şudur: Hastaya dilini çıkarmasını
söyleyin. Eğer dil kıvrılmışsa veya bir tarafa doğru yatmışsa bu da
felç işaretlerindendir.
Bir kardiyolog bu mektubu her alanın 10 kişiye iletmesi halinde
iletenin en azından bir hayat kurtaracağını söylüyor.
Ben kendime düşeni yaptım, Siz yapar mısınız?
ALINTI
20.04.2011 - 18:20
Sen...
Sen sonsuz ufukların dile gelen meltemi
sen, renklerin üstünde kaynaştığı manzara
sen gönül kafesine demir atan ilk gemi,
sen, bağrımda açılıp kapanmayan ilk yara
unutmak istesem de bu benim elimde mi?
Yağmur ol damla damla arık toprağıma ak,
yatıştır içimdeki hırçınlaşan denizi
sen, bahtımın burcunda dalgalanan ilk bayrak,
sen, ıssız yollarımın kaybolmayan ilk izi,
kendini görmek için göz bebeklerime bak
bırak gezeyim köy köy, sorayım şehir şehir,
benim için de olsun bugünün dünden farkı
sen, gönül kitabından okuduğum ilk şiir,
sen, bahar rüzgarından dinlediğim ilk şarkı
geceler bir damla yaş, günler bir damla zehir
bunca yıl sabrederek boyun eğdim kadere,
söyle, kavuşacağım günler pek çok mu uzak?
Sen, ruhumu suyunda yıkadığım ilk dere,
sen, gönlümün tutulup çırpındığı ilk tuzak
gitsin mi bunca emek bunca dilek boş yere
göster bakışlarını zaman zaman ve yer yer
gönlüm intizardadır senden gelecek emre
sen, bağrıma saplanan merhametsiz ilk hançer
sen, gönül toprağına gelip düşen ilk cemre
bunalan içerime bir parça teselli ver
bu sert rüzgar başımdan hep böyle mi esecek,
hep böyle mi saracak varlığımı bu diyar
sen, bir bahar sabahı kokladığım ilk çiçek
sen, ömrümün kışında gülümseyen ilk bahar,
ne derin bir acı duy, ne sonsuz bir keder çek
oydum gönül dalına adını hece hece,
gel de gör canevime işledi uykusuzluk
sen, aklımı peşinde sürüyen ilk düşünce
sen, bütün varlığımda duyduğum ilk susuzluk
neyim var senden güzel, neyim var senden önce
ne olur üstüme dök bütün sıcaklığını,
başımı saran sisi hem parçala hem dağıt
sen, ömrümün yolunda gıcırdayan ilk kağnı
sen, üstüne derdimi işlediğim ilk kağıt
eyleme hislerimi bir avuç kül yığını
sen, sonsuz ufukların dile gelen meltemi
sen, renklerin üstünde kaynaştığı manzara
sen, gönül körfezine demir atan ilk gemi
sen, bağrımda açılıp kapanmayan ilk yara
yıllar geçse de seni unutmak hiç elde mi?
Halil SOYUER/Liman-1950
06.04.2011 - 14:52
MEĞERSE EN AZ SEVDİĞİM KADAR SEVİLİYOR MUŞUM
Fuzuli'ye sormuşlar: 'Sevmek mi daha güzeldir, sevilmek mi? ', 'Sevmek; çünkü sevildiğinden hiçbir zaman emin olamazsın.' demiş.
Peki; Sizce sevmek mi daha güzeldir, sevilmek mi?
'Sessizlik' en asil cevaptır
İçinde sadece saygı vardır çünkü...
Kendine saygı...hayata saygı...insana saygı...
Bu yüzdendir suskunluğum...)))
Evet sevmek mi sevilmek mi? Hangisini içimize sindirmişizdir hayatımızda?
Bazen sevilmek için sızlanıp durur,başkalarına adarız hayatımızı..O'nsuz olmaz deriz,yaşamak işkence gibi gelir.
Acaba bu bizim sevme güdümüzden mi kaynaklanır?
Nasıl demeyin.Düşünün; hep birşeylere ait hissederiz kendimizi.Hep birisinin yüreğini liman kabul ederiz.Aslında bu ihtiyaç tamamen yine kendi 'mutluluğumuz' içindir.Yani ilk önce kendimizin mutluluğunu önemseriz.İnsanoğluyuz elbet..
Mesela birisini deli gibi severiz.Hakikaten deli gibidir içimizdeki duygular.Şizofreni şekilde bağlarız kendimizi.Benim olmalı deriz.Ama O'nun bizimle mutlu olacağı ne malum? Ya O'nun içindeki sevgi nehri bize mi akar?
Eğer zaten beraber değilseniz akmıyordur.Yani o sizi ya sevmiyordur ya da sizin O'nu sevdiğiniz kadar coşkulu değildir.O'nun kalbi başkasındadır belkide..He bu da bizim hiç mi hiç umrumuzda olmaz.Varsa yoksa bizi sevsindir.O'nun duygusu düşüncesi umrumuzda değildir.Gözümüz bunu göremeyecek kadar körleşmiş,mantığımız bu konuda körelmiştir.
Yani demem o ki,biz sadece severiz.Ve sevilmeyi kendimizde en büyük hak olarak görürüz karşımızdaki kişi tarafından.
Nazım Usta der ya Tahirle Zühre Meselesi'nde:
'Seversin dünyayı doludizgin
ama o bunun farkında değildir
ayrılmak istemezsin dünyadan
ama o senden ayrılacak
yani sen elmayı seviyorsun diye
elmanın da seni sevmesi şart mı?
Yani Tahiri Zühre sevmeseydi artık
yahut hiç sevmeseydi
Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.'
Bundan daha güzel açıklanabilir miydi bilemem.Doğru..Elmayı seviyorsun diye elmanın seni sevmesi şart olmamalı.Sen O'nu severken karşılık beklememelisin.Çünkü bu senin gönlündür.Ve severken O'nun kalbinden izin almamışsındır.İzin almakla zaten olmayacağı için bu iş,O'nun da seni; senin kadar sevmesini bekleyemezsin.O seni sevmesin bırak sen sev..Varsın O'nun başka bir sevdiği olsun..Olsun yahu! Sevmek O'nunda hakkı..Ve bu O'nun meselesi.Sen kendi meselene bak.Sevmeyen yürekler bir taştan farksızdır.Sen taş olma.Ama başkasını da zorlama.
Sevmek gönül işidir.Sevebilmek hemde karşılık beklemeden en güzel yürek işidir.
Yüreğinizi sevmelere kapamayın..Sevin..Sevdikçe büyür yürekler..Sevdikçe bir çiçeği,
bir meyveyi ve tabii ki bir sevgiliyi... :)))
Konuşacaksan öyle bir konuş ki, inanayım.
Ağlatacaksan öyle bir ağlat ki, susmayayım.
Gideceksen öyle bir git ki, ölümüne unutamayayım.
'Ama seveceksen öyle bir sev ki;
konuşsanda, gitsende, ağlatsanda seni yüreğimde yaşatayım'...
Can Yücel
05.04.2011 - 11:05
Korkuyorum
Yarınlar var diye yarım kalmış işler, sonra söylerim diye söylenememiş sözler, sırası değil diye gecikmiş sevmeler ölümün eşiğinde kimbilir nasıl haykırdı? Ölüm anında susan dudak söyleyeceklerinin hepsini söyleyememişti. Ölümün kollarında açık kalan eller, sahip olunacakların hepsini bitirmiş miydi? Sözleri yok ölümün. Ne söylüyorsa gözleriyle söylüyor...
Korkuyorum.
Yalancı olmaktan korkuyorum. Dilimi değdirdiğim yerlere kalbimi yetiştirememekten korkuyorum. Dudaklarıma vuran sözlerin tenimde iz bırakmadan savrulması yalancı eder mi beni? Ya herşeyimi yitirmiş ve geriye sadece sözlerim kalmışsa? Kuru sözler, boş sözler, süslü sözler, içinde kalp olmayan kalp sözler...SENAİ DEMİRCİ
16.03.2011 - 17:17
Zarafet
Zarafet kelimesinin içini doldurabilecek özellikler nelerdir? Acaba hiç düşündünüz mü, zarif insan kime denir?
Zarif kelimesi zarf kelimesi ile aynı köktendir. Zarf, “içine bir şey konulan kap” anlamını taşır. Mektup zarfı gibi. O halde zarif insan da, “içinde latif ve hoş şeyler bulunan kişi” anlamına gelecektir. Soru şu: Zarafetin içini dolduran bu latif ve hoş şeyler acaba nelerdir? ! ..
Zarif olmanın ilk şartı hiç şüphesiz nazik olmaktır. Nazik olmanın ilk şartı da hatayı kendinde aramak. Konfüçyüs, insaniyeti tanımlarken “Kendine hakim olmak ve nezaketli olmak.” der. Bu bir bakıma zarafetin de tanımıdır. Çünki zarif kişi hiç kimseye zararı dokunmayan, bilakis kendisinden çevresine güzellik ve iyilik yansıyan kişidir. Zarafeti olmayan, nezaketle terbiye edilmeyen bütün varlıklar, gitgide canavarlaşır. O halde zarafet haddi aşmamak da demektir. Haddi aşan her şey çevresine zarar verir çünki.
Rüzgar, saba yeli yahut meltem iken güzeldir de haddini aşıp şiddetlenince fırtınaya, boraya, kasırgaya durur. Dalgalar belli bir ahenkle sahile vururken hoşa gider de şiddetini artırınca çevresini yıkmaya başlar. Sevgi belli ölçülerde erdemdir de haddi aşınca adı aşk olur, cinnete varır. Yerinde bir öfke edep içindir de haddi aşınca insanı katil eder.
Şakanın normali nükte ve mizahtır; ama aşırısı maskaralık olur. Velhasıl zarafet bir itidaldir. Hani mevsimler içinde bahar gibi. Kış ve yaz haddi aşan hava şartlarıyla vardır; ama baharda sıcak ile soğuğun, gece ile gündüzün, belki tabiattaki ölüm ile canlılığın eşit ve dengeli olduğu görülür.
Bunun insan ruhuna yansıması da aslında insanın itidali, fıtratın en beğenilen yüzüdür. İnsan ruhu iyilik ve güzellik ile gerçek kimliğine kavuştuğuna göre, bir bahar zarafeti de insana en uygun olan tavrı sunar. Ne buyrulduğunu biliriz: “İşlerin hayırlısı, orta hallice olanıdır. “Bu düstur, derinine bakıldığında, aşırılıktan kaçmaktan öte zarafeti bize telkin etmektedir.
Her tavrın bir zarafeti vardır. Oturmanın, kalkmanın, iş görmenin, eşyaya bakmanın, sosyal ilişkilerin, çalışmanın, dinlemenin ve tabii söz söylemenin... Gönüllerdeki zarafet dışa yansıdıkça hayat güzelleşir ve kalite kazanır. Söz gelimi sanat eserleri ancak zarif bir duyuş, zarif bir bakış ile ortaya çıkabilir. Sözün zarafeti şiir, rengin zarafeti resim, taşın zarafeti mimari, sesin zarafeti beste olarak dışa yansıdığı vakit eşya da zarafet kazanır ve sanat olur. O halde sanatın kullandığı yöntem, baştan başa bir zarafetten ibarettir. Ortaya çıkan şey edepten sıyrılmış olsa bile yöntemin zarafetine halel getirmez.
Eşyanın zarafeti insanın ona yüklediği anlam ile ölçülür. Çivi, iğne, çengel, giyotin, mengene, kerpeten vb. eşya bir zindanda da bulunabilir, bir ciltevinde de. Zindanda aynı eşya ile işkence yapılır ama ciltevinde onlar bir sanat eseri için vardır. Yani birisi nezaket ve zarafet adına kullanılır, diğeri nezaketsizlik ve zulüm adına. Birinden estetik, diğerinden kötülük çıkar. Bunlardan ilki insan tabiatına uygun olan, diğeri onu insanlıktan çıkaran tavırlar olduğuna göre insanlığın da ölçüsü zarafete vabeste kalır. İnsaniyetli olmak demek, önce zarif olmak demektir.
Zarif kişide bulunması gereken özellikler arasında yüzün aydınlığı, vücut ve elbisenin temizliği, güzel koku sürünme, görünümün iç açıcı oluşu, konuşmanın düzgün ve akıcılığı, fikirlerin mantık ve akıl çerçevesinde olması, müstehcenlikten kaçınma ve pis şeylerden uzaklaşma gibi özellikler vardır.* Buna gülümseme, kararlılık, samimiyet, tek yüzlülük, sevgi, takdir hissi vs. de eklenebilir. Ama bizce hepsinden önemlisi sözün güzel olmasıdır. Sözün güzel olmasından kasıt, onu düzgün ve akıcı ifade etmekten, süslemekten ziyade içinin dolu olması, değerli bir fikri ifade etmesi, yüksek anlamlar taşıması, yapıcı olması, gönül almasıdır.
Yerinde bir teşekkür, uygun bir selamlaşma, gerektiğinde özür dileyiş, takdir ve sevgiyi ifade gibi. Bunlar yoksa mutluluk yoktur çünki. Yani ki söz, candan ibarettir. Ve canın tek gıdası zarafettir.
A L I N T I
12.03.2011 - 11:48
Aşk'tır Benim Adım
Aşkı en iyi ben anlatırım
Aşktır benim adım
Buram buram aşk kokarım
Gözlerim aşk renginde,
Ellerim aşk sıcaklığındadır
Aşkı en iyi ben anlatırım
Aşktır benim adım
Aşktır benim tadım
Aşk kadar acı,
Aşk kadar tatlıyım
Aşk kadar güzel,
Aşk kadar çirkinim
Aşkı en iyi ben anlatırım
Aşktır benim adım
Aşktır kıblem
Aşktır mabedim...
Aşka inanır,
Aşkı dua diye okurum
Aşkı en iyi ben anlatırım
Aşktır benim adım
Aşk'la yanmayı da
Aşk'la donmayı da
En iyi ben bilirim
Titretirim dünyayı,
Yok sayarım karanlıkları
Aşkı en iyi ben anlatırım
Aşktır benim adım
Deli-dolu sevdayım
Aşkın alfabesiyim
Okurum,okuturum
Güldürürüm,ağlatırım
Del eder,dağlara salarım...
Zul olur boğazını sıkarım,
Can olur,canına karışırım...
Aşkı en iyi ben anlatırım
Aşktır benim adım
Asırlardır aşka,
Aşk ile koşarım...
Anamın aşkına,
Gözlerimi açtım
Yarimin aşkına yaşarım
Oğul'un aşkına,
Gözlerimi yumarım bu hayata...
Tanrı'nın aşkına
Öderim tüm vebalimi...
Dedim ya;
Aşkı,aşkla
En iyi ben anlatırım
Çünkü aşktır benim adım...
Sevtap Kaya Nurgönül
03.03.2011 - 19:17
Söyle Varmıdır ki...
Zaman keskin kılıç, ömürü biçer
Her canlı mutlaka ölümü içer
Sanmaki Azrail unutur geçer
Söyle varmıdır ki ölümsüz bir yer?
Yapraklar, çiçekler gün gelir solar
Yemyeşil çimenler sarıya çalar...
Dağ, taş, toprak bile, uykuya dalar
Söyle varmıdır ki ölümsüz bir yer?
Nice bebeleri anasız koydu
Genç genç fidanları kıran hep oydu
Ay yüzlü Rasule, söyle kim doydu?
Söyle varmıdır ki ölümsüz bir yer?
İstemezsin ama davetsiz gelir
Nefesin sayılı, hesabı bilir...
Bir sessiz feryatla hayat son bulur
Söyle varmıdır ki ölümsüz bir yer?
Hayatla doğuyor, ikiz kardeşi
Her canlının her gün gizli yoldaşı
Mü'minin sevinci, son arkadaşı..
Söyle varmıdır ki ölümsüz bir yer?
Emine Yılmaz Dereci
01.01.2011 - 09:37
Annem
Bak yine gözlerim yaşlı.
Hem de biraz hasta gibiyim.
Şuan en çok senin şefkatli ve
Pamuk ellerine hasretim...
O sıcacık nefesinle sar beni.
Güzel sesinle doldur içimi.
Sevgi taşan gözlerin gözlerim de olsun.
Üşüyorum anne ısıt beni...
En çok da kalbim yaralı annem.
Sevmeyi senden öğrendim ben.
Ama kimse senin gibi sevemedi.
Meğer senmişsin tek gerçek seven...
Çok mutsuzum çoook...
Bir o kadar da yorgun.
İçimde dinmez bir fırtınaya tutuldum.
Gel annem bak yüzüm de solgun...
Al yüzümü yine ellerinin arasına.
Sıcak sımsıcak sarıl bana.
Buseler kondur en değerlisinden.
Acıyla solmuş yüzüme gül dudaklarınla...
Koşulsuz, şartsız verdiğin sevginle,
Isıt üşüyen ruhumu annem.
Bana öğrettiklerini tekrar
Sen hatırlat bana birtanem...
Hep aldanmaktan yalanlardan,
Bıktım, usandım.
Bir sen benimsin bir de sabrım.
Ama artık sabrım da kalmadı.
Seni üzmeyeceğini bilsem
Düşünmeden Canıma kıyardım...
Şimdi sadece özlemim sana
Sadece sen merhem olursun yaralarıma.
Sevgin öyle büyük, öyle yüce ki,
Senin gibi seven olmadı hiç hayatımda...
Sakın sende beni bırakma.
Beni tek sevenden ayırma.
Tüm sevgisizliklere alışırım katlanırım da.
Ama annem senin sevginden yoksunluk
İnan tek sebep olur yıkılışıma...
Aslı Demirel
10.12.2010 - 17:37
SİZ İYİLİĞİ NASIL YAPARSINIZ?
Siz iyiliği nasıl yaparsınız? Hayat boyu iyiliği yakalamak, iyi olmak için uğraş vermez miyiz.
Hikayemiz bir anlamda -her şeye rağmen- iyi olma çabalarımızın tanıklığında şekillenmez mi. Kimse kasten kötü olmayı istemez. İnsan iradi olarak kötülük yapamaz, insan iradi olarak iyilik yapar.
Kötülük, fıtratı bozulmuş insanların alışkanlığı haline gelir, orada iradeye ihtiyaç duyulmaz. İyilik ise, hem iradeyle hem de fıtratla ilgilidir.
Bu “hayır döngüsü” zamanla kişinin huyu, hali, mizacı, karakteri olur. Siz kime iyilik yaparsınız. İnsan seçer misiniz iyilik yaparken. Onun duygusuna, düşüncesine de bakar mısınız, size yakın ya da uzak olmasına, ya aranızda çöller, okyanuslar olmasına… Kime, neden, nasıl ve niçin iyilik yaparsınız. İnsan olması yeterli değil midir?
Adını bilmeniz gerekir mi? İyilik gördüğüne iyilik yapmak kolaydır, ya kötülük gördüğüne iyilik yapmak? Bu durum çoğumuzu zorlar ve iyilikten alıkoyar. Bunun için insanın kendini aşması, duygularını kontrol etmesi, iyilikte yeni bir ufuk yakalaması, dünyevi beklentilerden uzaklaşması, “rıza mertebesine” talip olması gerekir.
Peki bizi bu kadar kuşatan ve sürekli kendisine davet eden “iyilik” nedir, içimizde midir, dışımızda mı, bu duygu sonradan kazanılabilir mi? İnsan yaradılış itibarıyla iyiliğe meyyaldir. Ve insan yaradılış itibariyle “muhtaçtır”.
Bu bir eksiklik değil, bu bir insanlık halidir. Bu iki durum da “iyiliğin inşası” için sunulmuş bir fırsattır insanlığa. Sanki dünya ve içindekiler insanın iyi olması için tasarlanmış, Allah bunun için türlü türlü imkanlar yaratmış. Fakat bu imkanların çoğu ya “idraksizliğimize” ya da “öfkemize” kurban gidiyor.
İnsan bir iyilik yolcusudur ancak bu yolda kimi engeller de vardır. İyilikten ne beklersiniz? Hiç iyilik yapıp da kendinizi kötü hissettiğiniz oldu mu? Önünüze iyilik yapma fırsatı çıktığı halde ona kayıtsız kaldığınızda iç dünyanızda pişmanlık yaşamadığınız bir an var mıdır?
Acı çeken birini gözünüzü kırpmadan, kalbinizi sızlatmadan izleyebilir misiniz. Elbette hayır, gerçeğin farkına vardığımızda hiçbirimiz ona ilgisiz kalamayız. Fakat düşünün; ne kadar da iz iyilik yapıyoruz. Bunu kendimize itiraf edelim. Bana öyle geliyor ki, bu bizim kötülüğümüzden değil de, daha ziyade iyilik kavramını algılayışımızdan kaynaklanıyor.
İyilik sadece açları doyurmak, yoksulları giydirmek, çocukları okutmak mı. İyilik sadece, fakru zaruret içinde çaresizliğe boğun eğenlere mi, hastalara mı, yaşlılara mı yapılır? İyilik için Ramazanın o lahuti iklimi mi beklenilmeli, bayramların yolu mu gözlenmeli. Bu kutlu zaman dilimlerinde iyilik kendiliğinden zirve yapar. Elbette bunlar da birer iyiliktir ve insana iyi gelir. İyilik yolcusu insan, bunlarla yetinmemeli, iyiliğin sınırlarını zorlamalı.
Çünkü sınırları geniş, ufku açık iyilik insana daha iyi gelir. Peki iyilik sadece bedene mi yapılır? Ne acı ki her şeyin maddeleştiği günümüzde iyiliklerimiz de pozitivist bir hüviyete kavuştu. Elle tutulur gözle görülür şeylere büründü iyilik. İyilik de, iyiliğe muhtaç olanı tespit de bu seviyeye düştü. Sizi uzaktan izleyen aç bir insanın varlığını bile bile mükellef bir sofrada huzurla oturamazsınız, çünkü buna vicdanınız izin vermez, lokmalar düğümlenir boğazınızda, kendinizi suçlu hissedersiniz.
O anda sizi huzurlu kılacak şey, o meçhul kişiyle yemeğinizi paylaşmak olmaz mı! Peki, aynı masayı paylaştığınız hali vakti yerinde birinin, varlıklı olduğu halde yaralı ruhunda fırtınalar kopsa ve bu da yüzüne acı acı düşse, huzurunuz hala yerinde durabilir mi? Hisleriniz değişmez mi, içinize merhamet duygusu gelip yerleşmez mi? İyilik yolculuğu, varlıklıdan yoksula tek yönlü bir gidiş değil ki…
Varlıklılık da yoksulluk da izafidir esasındı. Hayat çok boyutlu ve çok derindir. Varlıklı insanların da ihtiyacı vardır iyiliğe. Belki de en fazla onların. Yoksulların yardıma muhtaç olduklarını herkes bilir de, varlıklı insanların iyiliğe-yardıma muhtaç bulunduklarını pek az insan bilir, sosyal statü, kimlik, muhit, aidiyet bağları gibi faktörler iyilik çağrılarını ortadan kaldırır.
Hiç değilse çevrenize bir günlüğüne dikkat kesilin, herkesin ne kadar da muhtaç olduğunu, iyilik yapmak için sayılamayacak kadar fırsatın önünüze geldiğini göreceksiniz. Kendi varlığına yabancılaşma gerçeği, mutsuz evlilikler, dağılmış aileler, erken biten aşklar, yaşama sevincini yitirmiş gençler, başarısızlıklara aşamama hali, iradelerin yılmışlığı, yalnızlığa mahkum olmuş yaşlılar, yenilmişlik duygusuna kapılmış kalabalıklar, umutsuzluk hastalığına tutulmuşlar, fikri bulanık ve ruhu yorgun insanlar, kendini eşya ile aldatanlar, az şükredip çok şekvayı alışkanlık edinenler, yolda olduğunu unutanlar, savrulmalar, bunalımdakiler, buhrandakiler…
Toplumda büyük bir sorun var, insanlar her şeye sahip olabiliyorlar, iyi imkanlarla yaşıyorlar iyi eğitim alıyorlar ama tatmin olamıyorlar, çünkü “hayat bilgisi” imkan ve eğitimle kazanılan bir şey değil. Gerçek şu ki hayatın bilgisine vakıf değiliz. Bunalımlar çağında insanı kurtaracak tılsımlı bir “söz” lazım. Bu söz de ancak hikmetle vücuda gelir. İnsanlara lügatle seslenmek değil, onlara kalp diliyle ulaşmak lazım; duygularını, düşüncelerini anlamak, ızdıraplarını hissetmek, acılarını duymak ve gönülden paylaşmaya razı olmak lazım.
Bunun için “iyilik yolcusu” olmak ve bir gönül, bir de berrak bir lisan taşımak yeter. Bu dünyada toklar da, zenginler de, tahsilliler de iyilik kapısının çalınmasını bekliyorlar. En fazla körleştiğimiz en yakınımızdakiler de öyle… Siz içinizde neyi büyütürsünüz, kimseye yer bırakmayan ve hızla sizi yalnızlaştıran, benliğinizi mi, herkesi içine alan iyilik duygusunu mu? Fırsat bulunca kaçırmamak lazım iyilik yapma imkanını.
Hatta “muhtaç olanı herkesten önce görme” yarışına girip, herkesten önce ulaşmayı hedeflemeli insan. İyilik iyidir ve herkese iyi gelir, yapana da yapılana da… Siz nasıl yaparsınız iyiliği? İlan ettiğiniz olur mu yaptığınız iyilikleri? Bir mecliste yaptığınız bir iyilikten söz açıldığında utanır mısınız, yüzünüz kızarır mı? Sabah evden çıktığınızda “bugün bir iyilik yapayım” diye zorlar mısınız kendinizi, yoksa iyilik denen şey sizde varolan bir duygunun imkanını bulduğunda kendiliğinden ortaya çıkan davranış kalıbımıdır. İyilikleri, içinize attığınız bir kumbara gibi düşünebilir misiniz.
Yaptığınız iyiliği ne kadar muhatabınıza, ne kadar kendinize hissettirirsiniz? Ruhunuz nelerden haz duyar, iyilik size iyi gelir mi. Bir iyilik yapmak için insan seçer misiniz? Muhtaç gördüğünüz her insana yaklaşabilir mi, fikriniz, kalbiniz? Gözleriniz dikkatli bir tarayıcımıdır bu alanda? Elleriniz hızla ulaşır mı onlara? İyilikler bedeni aşıp ruhlara temas eder, gönüllerde yer bulursa bizim de gönlümüze iyi gelir.
Sizin iyiliğiniz kimden gelir, kime gider, yüreğiniz nerede atar, bütün kötülüklerden sorumlu tutuğunuz olur mu kendinizi... Kalabalıklar, bedeni kurtarmaya yönelik iyiliklere talip, ya ruhları, kırık gönülleri kim kurtaracak? İyilik iyi gelmekle kalmamalı, muhataplarımızın hayatlarını da değiştirebilmeli...
İnsanlığın günahını sırtınızda hissettiğiniz anlar var mıdır? Allah'ın kulunu hangi ameliyle bağışlayacağı meçhuldür. İyiliği de “ameller” cümlesinden görmek yanlış olmaz. İyiliğin iyilik olması için, bizim onu iyi niyetle yapmamız da yetmez, insan için iyiliğin ne olduğunu bilmek ve adabınca davranmak da gerekir.
Derler ki cehenemin yolu iyiniyet taşlarıyla döşelidir. Sahi siz nasıl yaparsınız iyiliği? Karşınızdaki insana hissettirmeme, onu minnete mahkum etmeme gibi bir incelik de taşırsınız değil mi! Bütün iyilikler insana döner, nasıl yaparsanız öyle döner…
İyilik yoldadır, insan bir iyilik yolcusudur. Ve insan iyiliği muhtaçtır. Bizimkisi iyilikten bir hayat kurma denemesi... Olmasa da yoldayız, yolundayız…
MEHMET GÜNDEM
10.12.2010 - 13:17
Sevgiliyle buluşma vakti:Namaz...
Huzurda olmanın huzuruyla, manasını bilerek, tek, yüce ve sonsuz olduğunu idrak ederek geldim huzuruna... 'Namaz huzur iledir' dedin. Bir hiç olmanın bilinci ile huzuru yaşıyorum. Ve biliyorum ki hiç olan yaşar huzuru, yaşayan bilir namazı…
Yuvasını arayan kumru gibi 'Nerede, nerede, nerede? ' diye Seni ararken, Namazda bana dedin ki:
Nerede olacak? O rahmet sıfatları nerede ise orada olacak…
Güç, kuvvet, nezaket, temizlik, anlayış, duyuş ve görüş nerede ise orada olacak…
Nerede olacak? Arslanın daima ormanda bulunduğu gibi o da her zaman, gönlünün, düşüncenin bulunduğu yerde olacak
Nerede olacak? İnsan bir hastalığa yakalanınca gözü ümit kanatlarını açar, sağlığa sıhhate uçar ya, işte orada olacak.
Hoş olmayan bir şeyi, bir kötülüğü defetmek, bir felâketi atlatmak için başvurduğun, yalvardığın kapıda; harman savurmak, bir gemiyi götürmek için rüzgar beklediğin yerde olacak
Gönlün işaret ettiği dilinle 'Ya Hu, ya Hu, ya Hu! ' diye dile getirdiğinde her an seninle olacak…
İşte geldim ve huzurundayım Rabbim, emrine hazırım!
Huzurda olmanın huzuruyla, manasını bilerek, tek, yüce ve sonsuz olduğunu idrak ederek geldim huzuruna...
'Namaz huzur iledir' dedin. Bir hiç olmanın bilinci ile huzuru yaşıyorum.
Ve biliyorum ki hiç olan yaşar huzuru, yaşayan bilir namazı…
Geldim huzuruna Rabbim…
Abdestin diriltici nefesiyle ve ruhuma işlenen manasıyla, ardında geçmişi ve geleceği bırakarak anı yaşamanın sevinci ile geldim…
Gönül secdeleri ile geldim…
Her yandan üzerime yüklendikçe yüklenen ve beni boğmak isteyen emaneti sahibine vermenin rahatlığı ve güveni ile geldim.
Rabbim, Sen gelenleri boş çevirmezsin, duamı, niyetimi kabul eyle!
Ve 'Allahuekber' dedim.
Tevhidin o sonsuz nuru geldi gözümün önüne ve bu ne büyük lütuf, ihsan ve cömertlik diye düşündüm. Elhamdülillah dedim. Hamd ettim Sana. Cennet ehlinin en son duasını okudum 'Elhamdü lillâhi Rabbi'l-Âlemin' diyerek…
Çünkü Seninle olmanın adıydı cennet ve ben cennette idim; yani Seninleydim.
İşte o an tüm sancılardan, dar noktalardan, üzüntü ve korkulardan kurtuldum.
Ve ya Rabbi, her ezanda davet ettiğin, 'Haydin felaha, haydin kurtuluşa! ' sözünü o an anladım. Nefisten azad olup ruhun derinliklerine ve anlatılanların değil, bizzat yaşananların olduğu bir âleme daldım. Ve dalgıçlar gibi inciler mercanlar topladım. Her bir buluş bir uyanıştı benim için. Her bir uyanış da hayreti uyandıran bir hayranlık…
Senden başka bildiğim yok
Ey Sevgiliyle buluşmanın ve bir olmanın adı namaz. Yoluna bir değil binler can feda olsun.
Sana verilen canlar cananı bulur. Ne güzel bulduransın, sevgiliyle buluşturansın.
Ey gözleri ve gönülleri aydınlatan, kurtar bizi nefsin karanlıklarından!
Âdem'e bizzat isimleri sen öğrettin. Evet bana da namazda öğretiyorsun.
Tek olanın seyrine namaz ile yelken açıyorum. O İlâhî rüzgar beni kulluğuma, yani öz bilincime götürüyor ve bu bilinç ve marifetle Sana ulaşıyorum Rabbim.
Ey gözümün nuru namaz. Sen olmasa idin bu göz ne ile seyrederdi bu varlıkları, ne ile manalandırırdı?
Bütün eksikliklerden münezzehsin Rabbim. Gösterdiğin ve göstereceğin sonsuz hakikatler için Sana hamd olsun.
Beni namaz ile yücelttin. Yüce âlemlerini seyrettirdin. Vahdet denizine daldırdın. Ne güzel bir halde bittim ki, şimdi Senden başka bir şey ile ne görüyor, ne işitiyor, ne görüyorum. Ümmilik sırrını yaşıyorum. Yani Senden başka bildiğim yok. Seni biliyorum, her şey bana ayan oluyor.
Gördükçe anladım ki Senin yardımın olmadan ben bir hiçim. Ancak Seninle varım.
Anladım ki, aciz olan bizler çaresizlik içinde yuvarlanırken, ancak Senin ipine, namaza sarılanlar kurtulur. Benlik denilen büyük savaştan ancak secde edenler zafere ulaşır.
İşte huzurunda, kıyamdayım
Senin haşmet-i Uluhiyetin karşısında Rabbim bizler bir hiçiz. Yardımını bizden esirgeme. Sen cömert olanların en cömerdisin
Bizi 'Onlar her daim namazdadırlar' âyetinin sırrına ulaştır. O nasıl bir anıştır ki, kesintisizdir. Yoksa Hz. Fatıma'nın 'Rabbim beni bir an bile olsun nefsimle baş başa bırakma' duasının mı tecellisidir?
Var olan sadece Sensin. Beni hiçliğimin zirvesine ulaştır ki ben de Habibin gibi 'Ey Rabbim, Senin yardımın olmadan ben bir hiçim' sözünde seninle olayım.
Her nefeste anışın zevkine varayım. Ve huzurda olayım.
Sen değil misin ki toprağa, yani Âdem'e can veren. Âdem senden öğrendiği ilimle yedi kat göğü aydınlattı. Evet toprak nurunla aydınlandı.
Ona öyle bir ilim verdin ki, o manen yüceldi de melekleri bile geride bıraktı.
İşte ben de Âdem'in safiyeti ve tevbesi ile huzurunda, kıyamdayım.
Kulluğumu arz etmek, acziyetimi sunmak ve bunlar ile azametini duymak için huzurundayım.
Suçlarımı itiraf ve büyüklüğünü ikrar için buradayım.
Yüce âleminde tüm kâinatı arkama aldım ve gönlümü Sana açtım.
Her şeyimi Sana sunuyorum
'Göklere ve yere sığmadım, ancak mü'min kulumun gönlüne sığdım' sırrı ile bu aciz Seni davet ediyor.
'Kulum Bana bir adım yaklaşırsa, Ben ona on adım giderim' ümidi ile Sana yalvarıyor.
Tek çaresinin Sen olduğunu çileler ile defalarca anlamanın susamışlığı içinde sesleniyor.
Tüm varlığını, her şeyini Sana feda ediyor.
'Hasbünallahu ve ni'me'l-vekil' sırrı ile Seni kendine vekil tayin ediyor.
Anam babam, yani varlığım adına beni ben yapan manalar adına ne varsa hepsi Sana feda olsun, diyen âşıklar gibi... Ben de her şeyimi, ama her şeyimi Sana sunuyorum.
Rahmetin her şeyi kuşatmıştır, bunu biliyoruz. Ancak onu yaşamanın bilincinde bizi yaşat ve daim eyle. Eyle ki Rabbim ereğimize ulaşalım. Kendimizi bilelim. 'Nefsini bilen Rabbini bilir' manasının ne olduğunu anlayıp Hz. İsa'nın hakikatine vakıf olalım.
Ve anlayalım böylelikle neye ayine olduğumuzu, insan muammasının neye gebe olduğunu?
'Ey insan dikkat et, kendini oku! Zerresin, ama kâinata gebesin' diyen mana sultanının 'Said tam toprak olmak lazım ve elzemdir' dediği ve toprak olmakta bulduğu sonsuzluğu keşfedelim.
Bütün beşerî vasıfları arkamıza atıp Cemalini seyre dalalım.
Kubilay Aktaş
09.12.2010 - 17:00
Allah için sevmek............
Elif dikkatle okuduğu kitabı yavaşça yere bıraktı. Son okuduğunu daha iyi anlayabilmek için gözlerini bir yere dikmiş, hareketsiz donuk bir şekilde düşüncelere daldı.
Uzun süre bu şekilde düşündükten sonra hızla kitabı alıp son okuduğu yeri dikkatli bir şekilde bir daha okudu. Her okuduğunda yüzü biraz daha asılıyor, iyice anlamaya çalışıyordu.“Kişi sevdiği ile beraber haşrolur”
Bu hadisi okuduktan sonra, sevdikleri ve sevmedikleri hanesini bir kez daha gözden geçirmesi gerektiğini düşündü. Sürekli bir arada olduğu insanlarla, alış verişte bulunduklarıyla, komşularıyla, akrabasıyla, kan bağı olanlarla ve ya bir şeklide ticari ilişkisi olanlarla da değil Sevdikleriyle beraber haşrolunmak.
Sonra bir başka hadisi hatırladı. “ALLAH için sevin ve ALLAH için buğzedin”
Bu iki hadisi bir arada düşündüğünde biraz daha şekillendi kafasında.“ALLAH için sevdiklerimizle beraber haşrolacağız” diye geçirdi içinden. Kendisinin ve çevresindeki insanların sevdiklerini ve sevme nedenlerini düşündü bir bir. Sevdiği insanlar kimlerdi ve neden seviyordu onları?
Akşamki haberlerde gördüğü bir olay geldi aklına. Bir pop star kendisini seyretmeye gelen gençlerin çılgınca katılımları arasında ve bir sunucunun onlara yaklaşarak; - Sahnedeki şarkıcı için ne düşünüyorsunuz. Çok mu seviyorsunuz, sorusuna hep bir ağızdan;
- Sevmek ne kelime biz ona tapıyoruz. Onun için ölürüz.
Cevaplarını düşündü. Tapmak ve uğruna ölmek, bir beşer için yapılamayacak şeylerdi bunlar. Yaradan için söylenmesi gereken bu sözler bir beşer için sarf edilmişti.
Üst kattaki komşunun 10 yaşındaki oğlu geldi aklına. Odasının duvarları tuttuğu takımın futbolcularının resimleriyle doluydu. Hiçbir ayeti hiçbir peygamberi ve sevgililer sevgilisinin hayatından hiçbir kesiti bilmeyen bu çocuk, futbolcuların attığı golden transferlerine ve özel hayatlarına kadar her şeylerini biliyordu. O da bu futbolcuları çok fazla sevdiğini söylüyordu. Onun sevgisinin nedeni neydi peki?
Sonra akrabalarından Ahmet bey geldi aklına… Akraba çevresinden iki kardeş hakkında yorum yapıyordu.- Küçük olanı çok severim ben, diyordu. Büyük kardeş imanlı, Kur'an'ı hayatına aktarmaya çalışan.aile hayatında da eşi ve çocuklarıyla İslam’ı kendilerine yamayan değil, İslam’a kendilerini adayan ve ALLAH rızası kul hakkını gözeten birisi iken, küçük kardeş bunun tam zıttıydı. Alnı bir kere secdeye değmemiş, hayatında İslami hiçbir hükmü uygulamayan, aile hayatında da kendi gibi imansız birini tercih ederken evlerinde ALLAH’ın adının anılmadığı, kendi düşüncelerinin zıttı olan insanlarla ilişkisini koparmış birisiydi.
Ahmet bey kendisi ara sıra namaz kılan birisi olmasına rağmen, - Ben küçük olanını çok seviyorum. Diğeri beş para etmez. Çünkü o bana ve eşime hediyeler veriyor. Hatta son olarak, karşılıksız bir telefon verdi bana. Bu devirde karşılıksız kim kime ne veriyor ki? İşte bunun için küçük kardeşi daha çok seviyorum, demesini hatırladı. Ahmet bey, sevme tercihini menfaatine yarayan birisi yönünde kullanmıştı.
Elif, kafasında binlerce soru işareti arasında titrek bir ses tonuyla hadisi bir kez daha mırıldandı.- Sevdiklerimiz ve sevme sebeplerimiz. Kişi sevdiği ile beraber haşrolacak.Ardından da ellerini açtı ve dua etmeye başladı:
- Yarabbi! Sen bizi sadece senin rızan için sevenlerden eyle. Menfaatimize yaradıkları için senden uzak olanları değil, menfaatimize yaramasa da sana yakın olanları sevenlerden eyle. Toplumun putlaştırdıklarını bilinçsizce putlaştıranlardan değil, İbrahim (as) gibi bu putları yıkanlardan eyle. Yine İbrahim (as) ’ın çocukları ve çevresindekiler için yaptığı duada olduğu gibi, “Rabbim beni ve benim soyumdan gelecek olanları namazlarında daim eyle. Rabbimiz sen bizim dualarımızı kabul buyur. Rabbimiz, hesabın yapılacağı gün beni, anne ve babamı ve bütün inananları bağışla...Amin.”
alıntı
08.12.2010 - 15:28
Cenazeme Gelir misin?
Biliyorum, hiç beklemiyordun bu daveti. Ansızın geliverdi değil mi? Ansızın vurdu şakağına; saçaktan düşen buzdan kılıçlar gibi. şaşırdın. Huzurunun göbeğine irice bir taş savruldu; halka halka titremede gönlünün düştüğü göl şimdi.
Neşesi kaçtı vaktin; sevinçlerini pervane ettiğin mumlar titredi, bitti. Akrep ve yelkovanın ayakları dolandı; beklediğin “az sonra”lar havada asılı kaldı. Hüznün ölü kelebekleri kıpırdadı, sızılandı. Aşinâlığın tadı bozuldu; acının ketum, kekre sütunları devrildi göğsüne. Başını yasladığın uzun saatler, uzanıp uyuduğun bitmez günler vaadlerini yerine getiremeyeceklerini söylediler; yüzleri yerde, mahçup. Oyala(n) dığın ağaç gölgeleri çekildi üzerinden. Avunduğun/avuttuğun haz perdeleri parelendi.
Gözlerini ıslatamadan giden yağmurlar elindeki şemsiyeyi uçurdu. Konforunu bozmamak için parmak uçlarına basa basa odana gören, kalbini kanatmadan usulca gidiveren uzak acılar yakana dolandı şimdi.
“Daha dün konuşmuştuk ama...” diyorsun. “Ama nasıl olur! ”lar çekip çekiştiriyor iki yakanı. “Hiç beklenmedik bir ölüm! ” “Vakitsiz” “Erken! ” “Sürpriz! ”
İşine ara vereceksin bugün... Kocaman bir pürüz olup çıkıverdim karşına. Hızını kestim hayatının. Üzerine saldım kaygılarını. Köşe bucak kaçtığın korkulara sobelettim seni. ölümle arana koyduğun duvarı yıktım. “Ölüm bize de yaklaşırmış/yakışırmış” dedin.
“Ölmesi kanıksanmış, ölünesi bir yaştayız artık.” “Rahmetli...” sıfatını ismimin üzerine yumuşak bir şal gibi atıvereceksin.
İki yakasında da eksiğim istanbul’un. Vapurların hiçbiri beklemiyor beni iskelede. Ben öldüm diye şeritleri eksilmedi otoyolların.
Şimdiye kadar hep başkalarıydı ölen. Hayret! Ben öldüm bu defa...
Şimdilerimin hiçbirine dokundurmadığım, yarından sonrasına bile yaklaştırmadığım ölüm şimdi/m oluverdi.
Oysa, oysa...Gitsen de bir gitmesen de bir; bir cenaze olurdu camilerden birinin avlusunda. Belki bir kalabalık çıkagelirdi önüne... Bir sokağın başında. Yol kenarında, gözünü sakındığın mezarlığın giriş kapısında. “Nasılsa, ölen biri çıkar bu şehirde her gün! ” diye kanıksadığın. Adını bile sormaya zahmet etmediğin. Eksilenin kim olduğuna aldırış etmediğin. Gitti diye üzülmediğin birinin cenazesi işte. Aynı manzara, aynı tabut, aynı üzgün yüzler. Aynı güneş gözlükleri. Ağladığı mı, yoksa ağlayamadığı mı anlaşılmasın diye saklanan gözler. Sanki hayatın ortasında duran ölümü inkâr etmek için göz göze gelmemeler. Sıradan bir cenaze yani.
Seni bilmem ama ben bu cenazeye mutlaka gitmeliyim. Ayıp olur, çok ayıp... Davetlilerin yüzüne bakamam sonra. Dediği gibi şairin, bir musallâlık saltanatım bu benim. Başroldeyim.
Toprağa konulacak adam rolü benim. Ardından ağlanılacak adamı ben oynayacağım. Hiç itirazsız karanlığa uzanmak bana düştü bu defa. üzerine toprak atılan adamı... Unutulmuşluklar altında yüzü erimeye bırakılan adamı... Hüzünlerin münasebetsiz müsebbibi olacak adamı... Ayakkabısı kendisini beklerken bağları çözülecek adamı.... Elbiseleri evden çıkarılacak adamı...
Ben oynayacağım.
Yatağı soğuk kalacak adamı... Akşam eve dönmeyecek adamı... Kapıyı çalması beklenmeyecek adamı... Sofrada yeri olmayacak adamı... Adı telefon rehberinden silinecek adamı... şehrin dudaklarından yarım ağız çıkmış bir hece gibi önemsizleşecek adamı....
Ben oynayacağım.
Sevinçlerin ortasına en fazla bir hıçkırık gibi sokulsa bile hatıraların eşiğinden yüz geri edilecek adamı... Resmine bakıp bakıp da ağlanacak (yoksa ağlanılmayacak mı?) adamı.... “Adı neydi.... Hani....! ” diye yokluğu kanıksanacak adamı.... Soluk bir resimde mahzun bir tebessümün ardında aşklarını saklayan, susturan adamı... Ben oynuyorum bugün... Sahnedeyim.
Beklerim.
En öndeki olmalısın ayakta duranların. En dik duranı.
işte davetiyen:
Canını çok seven, her günün sabahında burada sonsuzca yaşayacağına yeniden kanan, her lezzetin tükenişinde ölümün yanına uğradığını unutan, her hazzın zirvesinde yakasındaki ölümlü etiketini isteyerek düşüren, her yaz sıcağında içi dünyaya iyiden iyiye ısınan, doğduğu yılın rakamının büyüklüğünün kendisini kabirden uzak tuttuğunu sanarak avunan, kalbinin her atışında ölümlerden döndüğünün farkında olmayan, damarlarının bir köşesinde ansızın geliverecek pıhtılardan yapılmış veda haberleri saklayan, ayrılıkların çatlaklarından giren hüzünleri ölümün nefesi gibi yudumlayan, sevenlerinin gözlerinin ışığına sığınarak ısınan, unutulmayı, yok sayılmayı en ürkütücü uçurum bilen, güzelliğini aynaların kırıklarında arayan, toprağa girmeye üşenen, uzun süredir aramızda yaşayan dostumuz, arkadaşımız, sırdaşımız, kardeşimiz, babamız, evladımız, şimdilik unutmayacağımızı umduğumuz, bir süre unutmaktan utanacağımız, sonra unutacağımız, en sonunda unuttuğumuzu da unutacağımız.
senai demirci
doğduğu gün yakalandığı fanilik hastalığından, uzun süredir yatalak olmasına yol açan “her nefis ölümü tadacaktır! ” yarasından, ömür boyu sancısını çektiği amansız yaşama rahatsızlığından kurtulup aramızdan ayrıl[maya ayarlan]mıştır.
Cenazesi -umulur ki- en uzak zamanda, sızılarının köşe başlarında kılınan cenaze namazını takiben kaldırılacak, gözünden (belki gönlünden) uzak bir yerde unutuluş toprağına gömülecektir.
senai demirci...
03.12.2010 - 15:08
Ey ihsanı bol Allah’ım!
Sana hamdederim.
Ey yegâne Ma’bud!
Senin önünde eğilirim.
Yücesin, kullarından dilediğine sonsuz nimetler verirsin.
Dilediğini hüsrana duçar edersin.
Ey Yaradanım!
Sana sığınırım.
Varlık ve darlık zamanında Sana münâcaat ederim,
her an sana yalvarırım.
Gerçi günahlarım çok, fakat Senin afvın ondan daha büyüktür,
ümitsizliğe sebep yok.
Eğer Sen de beni kapından kovarsan kime sığınırım,
kimden medet beklerim,
bana başka kim şefaatçi olur?
Yâ Rab!
Hâlimi görüyorsun, yoksulluğumu biliyorsun.
Gizli niyazımı duyuyorsun.
Beni Sen’den ümit kesenlere katma,
kusuruma bakma,
daha fazla bekletme, ümitsizliğe atma.
Senin azametin Önünde boyun eğdim,
dize geldim, secdeye kapandım.
Allahım!
Dünyâdan sıyrılıp huzuruna gelirken beni,
Kelime-i Tevhid’den ayırma.
Senin nârın da hoş, nurun da hoştur.
Senin rahmetinden ümit kesmem.
Mal ve oğulların fayda vermediği o korkunç günde senin afvına nail olmak isterim,
bana affın yeter, lûtfunu göster.”
Sen bana yol gösterirsen hiçbir vakit yolumu şaşırmam.
Sen yol göstermezsen, dalâlette kalırım.
Eğer Senin affın yalnız iyilere mahsus ise
ya kötülerin bağışlayıcısı kim olacak?
Herkesin İlah’ı sen’sin.
Ben ümmetin en müttakîsî olamadımsa, En kötüsü de sayılmam.
Senin afvına sarılıyorum,
îtiraf ederim, günâhım büyük,
fakat Senin affın ondan daha büyüktür.”
Senin lûtfunu hatırlayınca kalbime tesellî doluyor.
Günahlarımı düşündükçe gözlerimden yaş dökülüyor.
Sen, şânına lâyık olanı yap,
beni affet!
Beni, senin fazlu lûtfundan başka bir yere başvurmayacak bir fıtratta yarattın.
Ne umarsam sen’den umarım.
En büyük endişem
Beni Sen de kapından kovarsan, eli boş çevirirsen hâlim nice olur?
Allah’ım, görüyorsun gafiller uykuda,
ben ise gece karanlığında el açıp Sana niyaz ediyorum.
Dualarım Sana yükselsin, niyazlarım makbul olsun.
Herkes ne beklerse ancak Senin lûtfundan bekler.
Her biri Cennete girmek ister,
Sen bana Cennette dîdârını göster, bu bana yeter.
Ey insanlara doğru yolu göstermek için Peygamber gönderen Allah!
Fahri Kainat hürmetine,
Seni tesbih eden,
takdis eyleyen hayırlı ümmet aşkına,
bizi imandan, Kur’an’dan, İslam’dan ayırma.
Müslüman olarak haşret.
Rasulünden şefaat umarım.
Bizi ondan mahrum etme.
Senden afv-u mağfiret dilerim.
Bizi boş çevirme Allahım
Bizi boş çevirme.
www.facebook.com/D.Ali.Erzincanli
Toplam 168 mesaj bulundu