İlk kez 1970 senesinde güneş gördü gözlerim. Köprübaşı ilçesine bağlı Güneşli Köyü’nde ilk tedrisat… Orta ve lise hayatım Trabzon’un şirin ilçesi Köprübaşı’nda… Evden beş kilometre uzakta… Araba yolu yok. Dimdik yokuş… Kar kış demeden fındıklıklardan ...
hayat
25.01.2006 - 00:16HAYAT ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
M.NİHAT MALKOÇ
Hayat diri olma, sağ olma, canlılık demektir. Bu yönüyle insanla sınırlı bir kavram değildir. Çünkü bitkiler de, hayvanlar da tıpkı insanlar gibi canlıdır. Fakat benim ele almak istediğin bunlar değil. İnsan hayatından söz etmek istiyorum. Dünyaya eşref-i mahlûkat olarak gönderilen insanı ve onun dünya macerasını ele alacağız
Herkes az çok ayrı karakter özellikleri taşır. Bu nedenle kişilerin hayata bakışı da birbirinden farklılıklar gösterir. Varoluşçuluk akımının temsilcilerinden Fransız yazar Sartre kendisine hayatın ne olduğunu soranlara şu enteresan cevabı vermiş: “Sen ne anlıyorsan odur.” Gerçekten de öyle değil midir? Bununla ilgili olarak eski zamanlarda yaşanmış ibretli bir hikâyeyi sizlerle paylaşmak istiyorum:
“Eski zamanların birinde bir adam hayatın anlamının ne olduğunu kendi kendine sormaya başlamış. Bulduğu hiçbir cevap ona yeterli gelmemiş ve başkalarına sormaya karar vermiş. Çok zorlu bir yolculuk sonunda zamanın bilgelerinden birinin yaşadığı bir eve ulaşmış adam. Kapıdan içeri girmiş ve bilgeye hayatın anlamının ne olduğunu sormuş...
Bilge: “Sana bunun cevabını söylerim ama önce bir sınavdan geçmen gerekiyor” demiş. Adam kabul etmiş... Bilge bir çay kaşığı vermiş adamın eline ve içine de silme bir şekilde zeytinyağı doldurmuş. “Şimdi çık ve bahçede bir tur at tekrar buraya gel... Yalnız dikkat et kaşıktaki zeytinyağı eksilmesin, eğer bir damla eksilirse kaybedersin.” diye de tembihlemiş. Adam gözü çay kaşığında bahçeyi turlayıp gelmiş. Bilge bakmış… “Evet”, demiş “Kaşıkta yağ eksilmemiş, peki bahçe nasıldı(!) ”
Adam şaşkın... Ama demiş ben kaşıktan başka bir yere bakmadım ki... “Şimdi tekrar bahçeyi dolaşıyorsun, kaşık yine elinde olacak ama bahçeyi inceleyip gel, demiş bilge...” Adam tekrar bahçeye çıkmış, gördüğü güzelliklerle büyülenmiş, muhteşem bir bahçedeymiş çünkü... Geri geldiğinde bilge, adama “Bahçe nasıldı? ” diye sormuş... Adam gördüğü güzellikler karşısında büyülendiğini anlatmış.
Bilge gülümsemiş, “Ama kaşıkta hiç yağ kalmamış” demiş ve eklemiş: “ -Hayat senin bakışınla anlam kazanır ya sadece bir noktayı görürsün hayatın akıp gider, sen farkına varmazsın... Ya da görebileceğin tüm güzelliklerin tam ortasında hayatı yaşarsın, akıp giden zamanın anlam kazanır... Hayatının anlamı senin bakışlarında gizli”
Hayatın ne olup ne olmadığını bu kısa hikâyeden daha güzel kim anlatabilir ki? ... Her şey bizim bakışımızda ve anlamlandırışımızda gizli. Onun içindir ki ne kadar insan varsa o kadar anlayış vardır. Herkes hayata kendi penceresinden bakar. Ufku ne kadar genişse o kadarını görür.
Hugh Walpole adlı düşünür dünyaya farklı bir yaklaşımda bulunarak şöyle diyor: “Dünya düşünenler için bir komedi, hissedenler için bir trajedidir...”
Dünyanın geçici bir yaşam alanı, adeta bir durak olduğunda mutabıkız. Fakat ötesi konusunda her dinin kendi bakış açıları vardır. Müslümanlar dünyaya bir imtihan yeri gözüyle bakarlar. Burada yaşadıklarımızdan ahrette sorguya çekileceğiz. Yani Peygamberimizin deyimiyle “Dünya ahretin tarlasıdır. Burada ne ekerseniz ahrette onu biçersiniz.” Buradan da anlaşıldığı gibi İslâm’a göre, hayat ölümle bitmiyor ve dünya hayatı da sonsuz değildir. Dünya geçicidir ve bizi ebedî bir hayat beklemektedir.
Dünyayı bir tiyatro sahnesi, insanları da bu tiyatronun oyuncularına benzetebiliriz. Herkes gelir rolünü oynar; oyun bitince alkışlarla sahneyi terk eder. Buna bakılırsa hayat bir oyun, bizler bu büyük oyunun küçük aktörleriyiz.
Bazıları yaşamın sıkıcılığından şikâyet eder; her gün aynı şeyleri tekrar edip durmaktan yakınır. Fakat hayatı renklendirecek, içine heyecan katacak olan, kişinin kendisidir. Dünyada her şey tekrardan ibarettir. Binlerce yıldan beri bu böyle... Sonbahar, kış, ilkbahar, yaz… Zaman değişse de dünyada âdetullah(Allah’ın kanunları) değişmiyor. Ötesi bize kalmış. Hayatın renklerini biraz da yaşayanlar belirler. Dünyayı cennete de, cehenneme de çevirmek bir noktaya kadar fertlerin elindedir. Kimi, kime şikâyet ediyoruz ki?
Her geçen gün hayat akıp gidiyor avuçlarımızdan. Bu akışı engelleyemiyoruz. Gidenler de geri gelmiyor bir daha. Ellerimiz bomboş kalıyor. Sonra bir hüzün kasırgası sürüklüyor bizi yalçın kayalıklara. Yara bere oluyor hayallerimiz. Bir daha kendimizi toparlamaya zaman kalmıyor.
Dünya üç günlüktür dostum… Dün, bugün, yarın… Dün geçti; yarının geleceği belli değil; öyleyse bugünün kıymetini bil... Akıllı olan böyle düşünür ve dünyasını öylece şekillendirir. Çünkü yaşamın tekrarı yok. Bu filmi geriye almak da mümkün değil. O zaman bin düşün, bir yaşa… Attığın her adım hesaplı olsun. Çünkü bugünlerin hesabının sorulacağı o büyük günde cevap vermek hiç de kolay olmayacaktır.
Hayat hep durağan değildir. Hâlden hâle girer yaşam. Bazen durgun bir deniz gibi sakin, bazen bir kasırga gibi şiddetli, bazen çağlayanlar gibi berrak ve akışkan, bazen baharda açan güller gibi alımlı ve hoş kokuludur. İyi ki de böyledir; yoksa çekilmezdi durağanlık sonsuza kadar... Diri kalmamız için şarttır değişim, gelişim ve hareket… Hareket berekettir; fakat eylemlerimiz hak ve hakikat dairesinin dışına çıkmamak şartıyla…
Hayatı doğup çoğalmak, ölüp yok olmak diye tarif edenler haksızlık ediyorlar kendilerine ve bu eşsiz kâinatın mimarına… Bu kadar sıradan değildir yaşamak. Böyle olsaydı hayvandan farkı olur muydu biz insanların? Hem yok olmak da nereden çıktı? Bakın gönüllerimizin tercümanı Yunus Emre bu hususta ne diyor: “Ölümden ne korkarsın / Korkma ebedî varsın” Allah cümlemize sağlıklı bir ömür, salih ameller ve Emr-i Hak vaki olunca hayırlı bir ölüm nasip etsin. Unutulmamalıdır ki her nefis eninde sonunda ölümü tadacaktır.
E-mektup: [email protected]
yaşam
25.01.2006 - 00:16HAYAT ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
M.NİHAT MALKOÇ
Hayat diri olma, sağ olma, canlılık demektir. Bu yönüyle insanla sınırlı bir kavram değildir. Çünkü bitkiler de, hayvanlar da tıpkı insanlar gibi canlıdır. Fakat benim ele almak istediğin bunlar değil. İnsan hayatından söz etmek istiyorum. Dünyaya eşref-i mahlûkat olarak gönderilen insanı ve onun dünya macerasını ele alacağız
Herkes az çok ayrı karakter özellikleri taşır. Bu nedenle kişilerin hayata bakışı da birbirinden farklılıklar gösterir. Varoluşçuluk akımının temsilcilerinden Fransız yazar Sartre kendisine hayatın ne olduğunu soranlara şu enteresan cevabı vermiş: “Sen ne anlıyorsan odur.” Gerçekten de öyle değil midir? Bununla ilgili olarak eski zamanlarda yaşanmış ibretli bir hikâyeyi sizlerle paylaşmak istiyorum:
“Eski zamanların birinde bir adam hayatın anlamının ne olduğunu kendi kendine sormaya başlamış. Bulduğu hiçbir cevap ona yeterli gelmemiş ve başkalarına sormaya karar vermiş. Çok zorlu bir yolculuk sonunda zamanın bilgelerinden birinin yaşadığı bir eve ulaşmış adam. Kapıdan içeri girmiş ve bilgeye hayatın anlamının ne olduğunu sormuş...
Bilge: “Sana bunun cevabını söylerim ama önce bir sınavdan geçmen gerekiyor” demiş. Adam kabul etmiş... Bilge bir çay kaşığı vermiş adamın eline ve içine de silme bir şekilde zeytinyağı doldurmuş. “Şimdi çık ve bahçede bir tur at tekrar buraya gel... Yalnız dikkat et kaşıktaki zeytinyağı eksilmesin, eğer bir damla eksilirse kaybedersin.” diye de tembihlemiş. Adam gözü çay kaşığında bahçeyi turlayıp gelmiş. Bilge bakmış… “Evet”, demiş “Kaşıkta yağ eksilmemiş, peki bahçe nasıldı(!) ”
Adam şaşkın... Ama demiş ben kaşıktan başka bir yere bakmadım ki... “Şimdi tekrar bahçeyi dolaşıyorsun, kaşık yine elinde olacak ama bahçeyi inceleyip gel, demiş bilge...” Adam tekrar bahçeye çıkmış, gördüğü güzelliklerle büyülenmiş, muhteşem bir bahçedeymiş çünkü... Geri geldiğinde bilge, adama “Bahçe nasıldı? ” diye sormuş... Adam gördüğü güzellikler karşısında büyülendiğini anlatmış.
Bilge gülümsemiş, “Ama kaşıkta hiç yağ kalmamış” demiş ve eklemiş: “ -Hayat senin bakışınla anlam kazanır ya sadece bir noktayı görürsün hayatın akıp gider, sen farkına varmazsın... Ya da görebileceğin tüm güzelliklerin tam ortasında hayatı yaşarsın, akıp giden zamanın anlam kazanır... Hayatının anlamı senin bakışlarında gizli”
Hayatın ne olup ne olmadığını bu kısa hikâyeden daha güzel kim anlatabilir ki? ... Her şey bizim bakışımızda ve anlamlandırışımızda gizli. Onun içindir ki ne kadar insan varsa o kadar anlayış vardır. Herkes hayata kendi penceresinden bakar. Ufku ne kadar genişse o kadarını görür.
Hugh Walpole adlı düşünür dünyaya farklı bir yaklaşımda bulunarak şöyle diyor: “Dünya düşünenler için bir komedi, hissedenler için bir trajedidir...”
Dünyanın geçici bir yaşam alanı, adeta bir durak olduğunda mutabıkız. Fakat ötesi konusunda her dinin kendi bakış açıları vardır. Müslümanlar dünyaya bir imtihan yeri gözüyle bakarlar. Burada yaşadıklarımızdan ahrette sorguya çekileceğiz. Yani Peygamberimizin deyimiyle “Dünya ahretin tarlasıdır. Burada ne ekerseniz ahrette onu biçersiniz.” Buradan da anlaşıldığı gibi İslâm’a göre, hayat ölümle bitmiyor ve dünya hayatı da sonsuz değildir. Dünya geçicidir ve bizi ebedî bir hayat beklemektedir.
Dünyayı bir tiyatro sahnesi, insanları da bu tiyatronun oyuncularına benzetebiliriz. Herkes gelir rolünü oynar; oyun bitince alkışlarla sahneyi terk eder. Buna bakılırsa hayat bir oyun, bizler bu büyük oyunun küçük aktörleriyiz.
Bazıları yaşamın sıkıcılığından şikâyet eder; her gün aynı şeyleri tekrar edip durmaktan yakınır. Fakat hayatı renklendirecek, içine heyecan katacak olan, kişinin kendisidir. Dünyada her şey tekrardan ibarettir. Binlerce yıldan beri bu böyle... Sonbahar, kış, ilkbahar, yaz… Zaman değişse de dünyada âdetullah(Allah’ın kanunları) değişmiyor. Ötesi bize kalmış. Hayatın renklerini biraz da yaşayanlar belirler. Dünyayı cennete de, cehenneme de çevirmek bir noktaya kadar fertlerin elindedir. Kimi, kime şikâyet ediyoruz ki?
Her geçen gün hayat akıp gidiyor avuçlarımızdan. Bu akışı engelleyemiyoruz. Gidenler de geri gelmiyor bir daha. Ellerimiz bomboş kalıyor. Sonra bir hüzün kasırgası sürüklüyor bizi yalçın kayalıklara. Yara bere oluyor hayallerimiz. Bir daha kendimizi toparlamaya zaman kalmıyor.
Dünya üç günlüktür dostum… Dün, bugün, yarın… Dün geçti; yarının geleceği belli değil; öyleyse bugünün kıymetini bil... Akıllı olan böyle düşünür ve dünyasını öylece şekillendirir. Çünkü yaşamın tekrarı yok. Bu filmi geriye almak da mümkün değil. O zaman bin düşün, bir yaşa… Attığın her adım hesaplı olsun. Çünkü bugünlerin hesabının sorulacağı o büyük günde cevap vermek hiç de kolay olmayacaktır.
Hayat hep durağan değildir. Hâlden hâle girer yaşam. Bazen durgun bir deniz gibi sakin, bazen bir kasırga gibi şiddetli, bazen çağlayanlar gibi berrak ve akışkan, bazen baharda açan güller gibi alımlı ve hoş kokuludur. İyi ki de böyledir; yoksa çekilmezdi durağanlık sonsuza kadar... Diri kalmamız için şarttır değişim, gelişim ve hareket… Hareket berekettir; fakat eylemlerimiz hak ve hakikat dairesinin dışına çıkmamak şartıyla…
Hayatı doğup çoğalmak, ölüp yok olmak diye tarif edenler haksızlık ediyorlar kendilerine ve bu eşsiz kâinatın mimarına… Bu kadar sıradan değildir yaşamak. Böyle olsaydı hayvandan farkı olur muydu biz insanların? Hem yok olmak da nereden çıktı? Bakın gönüllerimizin tercümanı Yunus Emre bu hususta ne diyor: “Ölümden ne korkarsın / Korkma ebedî varsın” Allah cümlemize sağlıklı bir ömür, salih ameller ve Emr-i Hak vaki olunca hayırlı bir ölüm nasip etsin. Unutulmamalıdır ki her nefis eninde sonunda ölümü tadacaktır.
E-mektup: [email protected]
umut
24.01.2006 - 21:23ÜMİTLER HEP TAZEDİR
M.NİHAT MALKOÇ
Ümit hayattan beklediklerimizin bütünüdür; ummaktan doğan güven duygusudur. Dilimizde yaygın olarak kullandığımız ve dört elle sarıldığımız kelimedir. Bununla ilgili olarak pek çok deyim de vardır: Ümide düşmek, ümidini kesmek, ümit bağlamak, ümit serpmek, ümide kapılmak, ümidi sönmek, ümit bırakmak, ümit uyanmak, ümidi suya düşmek, ümit etmek… vb.
Ümitle ilgili bir o kadar da atasözümüz vardır. Bunlar hayatımızın enerji kaynağı olan ümidin ne kadar elzem bir tarafımız olduğunu ortaya koyar: “Ümit varlıktan yeğdir, Ümit fakirin ekmeğidir, Çıkmadık canda umut vardır, Allah’tan umut kesilmez”
Ümit kişinin kendini güçlü kılması için bazı değerlere sarılmasıdır. İnsanları hayata sımsıkı bağlayan duygudur. Hayatta hep ümitvar olmak zorundayız. Çünkü bir dakika sonra neler olabileceğini kestirmek mümkün değildir. Yaşam nelere gebedir? Bunu bilemeyiz şüphesiz. Onun için hep iyimser bakacağız yaşanan hakikatlere.
İslâm inancı ümitvar olmayı önermektedir insanlara. Hatta bununla ilgili olarak Kur’an-ı Kerim’de çok çarpıcı bir ayet vardır: “...Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden umut kesmez.”(Yusuf Suresi, 87)
Demek ki sıkıntılar hat safhada olsa da bir çıkış kapısı muhakkak vardır. Böyle düşünerek hadiselere iyimser yaklaşmalıyız. Tersini düşünmek bizi içten içe çökerterek yolumuza taş koyar.
İnsan bedenen yaşasa da ümidini kaybettiğinde ruh ölümü gerçekleşmiş demektir. Bu safhadan sonra taşıdığı beden ona ıstırap veren ağır bir yüktür. Bu keskin dönemeçte yaşamla ölüm arasında gider gelir insan. Yaşamak anlamını kaybetmiştir bu noktadan sonra. Yaşayan ölü tabiri tam da bunlar için söylenmiş bir ifadedir.
İnsanlar hayatta zaman zaman bir kısım sıkıntı ve hayal kırıklıklarıyla karşılaşılabilir. Ömür aynı çizgide sürüp gitmez. İnişli çıkışlıdır yaşam. Hayat da tıpkı mevsimler gibidir. Baharı, yazı, güzü ve kışı vardır ömrümüzün. Nasıl ki her mevsimin belli bir vakti varsa yaşadıklarımızın belli bir vakti vardır. Yaşananların değişken olması hayatın cilvelerindendir.
Dünyada insan her şeyini kaybedebilir. Yarınların neler getireceğini hiçbirimiz bilemeyiz. Çok zengin bir insan, bir gecede bütün varlığını kaybedebilir. Bu bir kumarda da olur veya doğal bir felâkette de… 17 Ağustos depreminde Gölcük ve Yalova’da yaşayanlar bir gecede onlarca dairesini kaybederek çadıra mahkûm olmuşlardı. Yine aynı felâkette aile fertlerini ölüm ayırmıştı birbirinden. Bunun nice örnekleri yaşanmıştır dünyada.
Demek ki hepimiz her an çok kıymet verdiğimiz mal varlıklarımızı, yakınlarımızı, makam ve mevkilerimizi kaybedebiliriz. Buna hazır olmalıyız. Ölenler dışında her şeyin geri gelme ihtimali vardır. Çalışır yeni evler, arabalar, eşyalar alabilirsiniz. İşinizden kovulduysanız alanınızda yetişmiş bir kişiyseniz yeni iş kapıları sizin için ardına kadar açılabilir. Fakat bunların dışında bir şey var ki onu kaybederseniz yaşama şansınız azalır. Belki maddeden yaşarsınız ama manen ölürsünüz. Dört elle sarılmamız gereken bu kıymetli varlığımız ümitten başka bir şey değildir.
Bazılarının “Bu sözlere karnım tok” dediğini duyar gibiyim. Fakat onlar ne düşünürse düşünsün gerçek şu ki bizi hayata bağlayan, ayakta durmamızı sağlayan beynimizin yakıtı olan ümittir. Onu kaybeden her şeyini kaybetmiş demektir. Onu koruyan yarınlarını emniyete almıştır. Ümidimiz tükenmediği sürece olmaz diye bir şey yoktur. İnsanın hayallerinin genişliği ümidinin sınırları kadardır. Yarınların neler getireceğini bilemeyiz ama hep güzellikler umut ederiz. Bu tenimize can, yüreğimize heyecan verir.
Gündelik ve uzun vadeli umutlarımız boşa çıkınca hayal kırıklıkları da gelir peşi sıra. Akıllı insan umutsuzluğun arkasında da yeni umutlar arayan bir istikbal avcısıdır. Umut denizler kadar geniştir; ama herkes kayığının büyüklüğü nispetinde açılabilir o derin sulara. Kayığınız derme çatma ise çok fazla ilerleyemezsiniz ümidin açık denizlerinde. Şiddetli dalgalara göğüs geremezsiniz. Çabuk yorulursunuz kürek sallamaktan. Neticede teslim olursunuz acı gerçeklere.
En kıymetli varlığımız olan sağlığımızı kaybetmek çok önemli bir durum olsa da ümidini kaybetmeyen insan günün birinde sağlığını tekrar kazanabilir. Asrımızın en ölümcül hastalığı olan kanser illetinin ağına düşmüş nice insan, ümitlerini saklı tuttukları için bu hastalığı da yenerek eski günlerine kavuşmuşlardır.
Ümide aykırı bakanlar da olmuştur zaman zaman. Bunların başında Alman düşünür Nietzsche(Niçe) gelmektedir. Burhan girdapları içerisinde yaşayan bu yazar ümitle ilgili olarak şu tezi ileri sürmüştür: “Ümit kötülüklerin en kötüsüdür, çünkü işkenceyi uzatır” Bu da bir görüştür şüphesiz. Ona da saygı duyarım ama katılmam.
Ümit suya yazı yazmak da olsa ben ümide talibim. Her nereye gitsem çıkınımda bir tutam umut taşırım. Aç kalsam da ümitsiz kalmam hiçbir zaman. Benim için hava kadar, su kadar elzemdir. Şunu da unutmamak gerekir ki umutlar her an suya düşebilir. Öyle bir durumda donup kalmamak için şimdiden dev dalgalarla savaşmayı ve yüzmeyi öğrenmelisiniz.
Ümit önümüzde yürüyen gölgemizdir. Nereye gitsek o hep öndedir ve biz onu takip etmek mecburiyetindeyiz. Sadece güneşsiz havalarda göstermez kendini. O zaman da yüreğimizin en hassas yerine kurulur. Anlaşılan o ki onunla yollarımızı ancak kara toprakta ayırabiliriz. Lâkin orada da cenneti ümit ederiz.
İnsan ümitle ayakta durabilir. Bizi dengede tutar geleceğe dair düşlerimiz. Karanlık dünyamızı aydınlatan ışıktır ümit… Onu kucaklamayanlar bir hiçtir aslında. Anadan, babadan, çocuklarımızdan, akrabalarımızdan, eşimizden, işimizden, dostlarımızdan bir ümit bekleriz hep yahut onların ümidi biz oluruz.
Öyle veya böyle diyeceğim şu ki ümitsiz yaşanmaz kardeşim, ümitsiz yaşanmaz. Her ümidin hayal kırıklıklarına dönüşme ihtimali olsa da onsuz bir hayatı düşünemiyorum. Bu böyle biline.
ümit
24.01.2006 - 21:21ÜMİTLER HEP TAZEDİR
M.NİHAT MALKOÇ
Ümit hayattan beklediklerimizin bütünüdür; ummaktan doğan güven duygusudur. Dilimizde yaygın olarak kullandığımız ve dört elle sarıldığımız kelimedir. Bununla ilgili olarak pek çok deyim de vardır: Ümide düşmek, ümidini kesmek, ümit bağlamak, ümit serpmek, ümide kapılmak, ümidi sönmek, ümit bırakmak, ümit uyanmak, ümidi suya düşmek, ümit etmek… vb.
Ümitle ilgili bir o kadar da atasözümüz vardır. Bunlar hayatımızın enerji kaynağı olan ümidin ne kadar elzem bir tarafımız olduğunu ortaya koyar: “Ümit varlıktan yeğdir, Ümit fakirin ekmeğidir, Çıkmadık canda umut vardır, Allah’tan umut kesilmez”
Ümit kişinin kendini güçlü kılması için bazı değerlere sarılmasıdır. İnsanları hayata sımsıkı bağlayan duygudur. Hayatta hep ümitvar olmak zorundayız. Çünkü bir dakika sonra neler olabileceğini kestirmek mümkün değildir. Yaşam nelere gebedir? Bunu bilemeyiz şüphesiz. Onun için hep iyimser bakacağız yaşanan hakikatlere.
İslâm inancı ümitvar olmayı önermektedir insanlara. Hatta bununla ilgili olarak Kur’an-ı Kerim’de çok çarpıcı bir ayet vardır: “...Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden umut kesmez.”(Yusuf Suresi, 87)
Demek ki sıkıntılar hat safhada olsa da bir çıkış kapısı muhakkak vardır. Böyle düşünerek hadiselere iyimser yaklaşmalıyız. Tersini düşünmek bizi içten içe çökerterek yolumuza taş koyar.
İnsan bedenen yaşasa da ümidini kaybettiğinde ruh ölümü gerçekleşmiş demektir. Bu safhadan sonra taşıdığı beden ona ıstırap veren ağır bir yüktür. Bu keskin dönemeçte yaşamla ölüm arasında gider gelir insan. Yaşamak anlamını kaybetmiştir bu noktadan sonra. Yaşayan ölü tabiri tam da bunlar için söylenmiş bir ifadedir.
İnsanlar hayatta zaman zaman bir kısım sıkıntı ve hayal kırıklıklarıyla karşılaşılabilir. Ömür aynı çizgide sürüp gitmez. İnişli çıkışlıdır yaşam. Hayat da tıpkı mevsimler gibidir. Baharı, yazı, güzü ve kışı vardır ömrümüzün. Nasıl ki her mevsimin belli bir vakti varsa yaşadıklarımızın belli bir vakti vardır. Yaşananların değişken olması hayatın cilvelerindendir.
Dünyada insan her şeyini kaybedebilir. Yarınların neler getireceğini hiçbirimiz bilemeyiz. Çok zengin bir insan, bir gecede bütün varlığını kaybedebilir. Bu bir kumarda da olur veya doğal bir felâkette de… 17 Ağustos depreminde Gölcük ve Yalova’da yaşayanlar bir gecede onlarca dairesini kaybederek çadıra mahkûm olmuşlardı. Yine aynı felâkette aile fertlerini ölüm ayırmıştı birbirinden. Bunun nice örnekleri yaşanmıştır dünyada.
Demek ki hepimiz her an çok kıymet verdiğimiz mal varlıklarımızı, yakınlarımızı, makam ve mevkilerimizi kaybedebiliriz. Buna hazır olmalıyız. Ölenler dışında her şeyin geri gelme ihtimali vardır. Çalışır yeni evler, arabalar, eşyalar alabilirsiniz. İşinizden kovulduysanız alanınızda yetişmiş bir kişiyseniz yeni iş kapıları sizin için ardına kadar açılabilir. Fakat bunların dışında bir şey var ki onu kaybederseniz yaşama şansınız azalır. Belki maddeden yaşarsınız ama manen ölürsünüz. Dört elle sarılmamız gereken bu kıymetli varlığımız ümitten başka bir şey değildir.
Bazılarının “Bu sözlere karnım tok” dediğini duyar gibiyim. Fakat onlar ne düşünürse düşünsün gerçek şu ki bizi hayata bağlayan, ayakta durmamızı sağlayan beynimizin yakıtı olan ümittir. Onu kaybeden her şeyini kaybetmiş demektir. Onu koruyan yarınlarını emniyete almıştır. Ümidimiz tükenmediği sürece olmaz diye bir şey yoktur. İnsanın hayallerinin genişliği ümidinin sınırları kadardır. Yarınların neler getireceğini bilemeyiz ama hep güzellikler umut ederiz. Bu tenimize can, yüreğimize heyecan verir.
Gündelik ve uzun vadeli umutlarımız boşa çıkınca hayal kırıklıkları da gelir peşi sıra. Akıllı insan umutsuzluğun arkasında da yeni umutlar arayan bir istikbal avcısıdır. Umut denizler kadar geniştir; ama herkes kayığının büyüklüğü nispetinde açılabilir o derin sulara. Kayığınız derme çatma ise çok fazla ilerleyemezsiniz ümidin açık denizlerinde. Şiddetli dalgalara göğüs geremezsiniz. Çabuk yorulursunuz kürek sallamaktan. Neticede teslim olursunuz acı gerçeklere.
En kıymetli varlığımız olan sağlığımızı kaybetmek çok önemli bir durum olsa da ümidini kaybetmeyen insan günün birinde sağlığını tekrar kazanabilir. Asrımızın en ölümcül hastalığı olan kanser illetinin ağına düşmüş nice insan, ümitlerini saklı tuttukları için bu hastalığı da yenerek eski günlerine kavuşmuşlardır.
Ümide aykırı bakanlar da olmuştur zaman zaman. Bunların başında Alman düşünür Nietzsche(Niçe) gelmektedir. Burhan girdapları içerisinde yaşayan bu yazar ümitle ilgili olarak şu tezi ileri sürmüştür: “Ümit kötülüklerin en kötüsüdür, çünkü işkenceyi uzatır” Bu da bir görüştür şüphesiz. Ona da saygı duyarım ama katılmam.
Ümit suya yazı yazmak da olsa ben ümide talibim. Her nereye gitsem çıkınımda bir tutam umut taşırım. Aç kalsam da ümitsiz kalmam hiçbir zaman. Benim için hava kadar, su kadar elzemdir. Şunu da unutmamak gerekir ki umutlar her an suya düşebilir. Öyle bir durumda donup kalmamak için şimdiden dev dalgalarla savaşmayı ve yüzmeyi öğrenmelisiniz.
Ümit önümüzde yürüyen gölgemizdir. Nereye gitsek o hep öndedir ve biz onu takip etmek mecburiyetindeyiz. Sadece güneşsiz havalarda göstermez kendini. O zaman da yüreğimizin en hassas yerine kurulur. Anlaşılan o ki onunla yollarımızı ancak kara toprakta ayırabiliriz. Lâkin orada da cenneti ümit ederiz.
İnsan ümitle ayakta durabilir. Bizi dengede tutar geleceğe dair düşlerimiz. Karanlık dünyamızı aydınlatan ışıktır ümit… Onu kucaklamayanlar bir hiçtir aslında. Anadan, babadan, çocuklarımızdan, akrabalarımızdan, eşimizden, işimizden, dostlarımızdan bir ümit bekleriz hep yahut onların ümidi biz oluruz.
Öyle veya böyle diyeceğim şu ki ümitsiz yaşanmaz kardeşim, ümitsiz yaşanmaz. Her ümidin hayal kırıklıklarına dönüşme ihtimali olsa da onsuz bir hayatı düşünemiyorum. Bu böyle biline.
kelime
31.12.2005 - 15:52KELİMELERİN DÜNYASI
M.NİHAT MALKOÇ
Anlamlı ses veya ses birliğine 'kelime'; insanların birbirleriyle anlaşmasını sağlayan vasıtaya da 'dil' diyoruz. Dili meydana getiren kelimelerdir. Bugün dünyada binlerle ifade edilebilecek sayıda lisan vardır.
Dil de tıpkı insanlar gibi canlıdır. Fakat bu biyolojik bir canlılık değildir şüphesiz. Buna sosyal canlılık diyebiliriz. Bazı kelimeler zamanla eskiyerek, dilin dışına itilir. Onların yerini yenileri alır. Bu bir silsile hâlinde devam eder.
Dil sosyal bir varlıktır. Çocuklar dili taklit yoluyla öğrenirler. Bu durum zamanla şuurlu bir vaziyet alır. Toplumun fertleri dil sayesinde kaynaşır. Milleti meydana getiren soyut öğelerden oluşan dil, birlik ve beraberliğimizin teminatıdır. Büyük şâir Yahya Kemal bu hususta şöyle söylüyor:
'…Bizi ezelden ebede kadar bir millet hâlinde koruyan, birbirimize bağlayan bu Türkçe'dir, bu bağ öyle sağlam bir bağdır ki vatanın hudutları koptuğu zaman bile kopmaz, hudutlar aşırı yine bizi birbirimize bağlar. Türkçe'nin çekilmediği yerler vatandır; ancak çekildiği yerler vatanlıktan çıkar, vatanın kendi gövde ve ruhu Türkçe'dir….'
Dil uzun yılların ürünüdür. Onun da kendine göre kanunları ve kısımları vardır. Dilin seslerini fonetik(ses bilgisi) , kelimelerin yapısını morfoloji(kelime bilgisi) , söz dizimini sentaks(cümle bilgisi) , anlam özelliklerini semantik(anlam bilgisi) , kelimelerin kökenini etimoloji(kök bilgisi) inceler.
Dünyada kendi kendine yetebilen ve hiçbir dilden etkilenmeyen bir lisan gösteremezsiniz. Etkileşim kaçınılmazdır. Dil bir nehir misali geçtiği her yerden bazı unsurları bünyesine dahil eder. Bu hususta ne bağnazlık, ne de aşırı gevşeklik sağlıklı bir tutumdur. Dil birliği hayatî bir meseledir. Millî ve manevî değerlerimizi yaşatan ve günümüze aktarılmasını sağlayan dil müessesesini itinayla muhafaza etmeliyiz. Aksi takdirde çözülme başlar. Büyük sosyolog Ziya Gökalp bu hususu bir dörtlükte âvâm(halk) lisanıyla şöyle dile getirmiştir:
'Türklüğün vicdanı bir
Dini bir, vatanı bir,
Fakat hepsi ayrılır
Olmazsa lisanı bir.'
Dilin kurallarını ele alan bilime 'gramer' adını veriyoruz. Türkçe'nin grameri, maalesef sağlam bir zemine oturtulmamıştır. Hele hele imlâ(yazım) ve noktalama mevzularında ciddi meseleler mevcuttur. Bugüne kadar on-on beş tane, birbirinden az çok farklı imlâ kılavuzu yayınlanmıştır. Bu durum meselenin vahametini göstermek için kâfidir herhalde.
Yıllardan beri, sorumsuzca dilimize kattığımız yabancı kelimelerle, pırıl pırıl olan Türkçemizi yozlaştırmışız. Dilimizi iyice içinden çıkılmaz hâle getirdikten sonra aklımız başımıza gelmiş; eteklerimiz tutuşmuş. Bu sefer de başlamışız özleştirme çalışmalarına. Bunu da elimize yüzümüze bulaştırmışız. Mehmet Kaplan Hoca'nın dil konusundaki şu ifadeleri genç yaşlı herkesi düşündürmelidir:
'Kırk iki yıldır üniversitede hocalık yapıyorum. Her yıl üniversiteye gelen öğrencilerin lügat hazinesinin gittikçe fakirleştiğini gö? rüyorum. Kendi atalarının dilini bilmedikleri için onlar, bizim için son derece kıymetli eserleri okumaktan mahrum kalıyorlar. Yeni yetişen nesiller bu yüzden kendi kültür değerlerine karşı yabancılaşıyorlar. Bugün Türkiye'de profesör? ler arasında bile millî kültür kaynaklarına gidebilenlerin sayısı parmakla gösterilecek kadar azdır.
Millî kültürlerine bu kadar yabancı kalan aydınların kendi milletlerinin tarihini, dilini, dinini, edebiyatını,örf ve âdetini anlaması, doğru olarak değerlendirmesi ve onlardan faydalanarak milletinin hoşuna gidecek yeni eserler meydana getirmesi mümkün müdür? Ben buna imkân gö? remiyorum. Benim yıllardan beri dil ve kültür konuları üzerinde ısrarla durmamın sebebi budur.'
Dil hususunda yapmamız gereken öncelikli iş Arapça ve Farsça zarfları; '-hâne; -kâr, -dâr' ekleriyle yapılan isim ve sıfatları, vesika ve mekân isimlerini Türkçeleştirmekti. Kelimeleri tamamen değiştirmektense onarmak daha sağlıklı bir yoldu. Oysa biz kelimeleri hâkiki mecralarından çıkardık. Onların huzurlu dünyalarını zindana çevirdik. O muhteşem sarayları bir anda tarumar ettik. Bu utanç yeter bizlere. Sözlerimi Batılı düşünürlerin dil üzerine söyledikleri güzel sözlerle tamamlamak istiyorum:
'Kelimeler değil, onları konuşan ağızlar önemlidir.'(Baroccıo)
'Kelimeler, fikirleri asmaya yarayan çengellerdir.' (F. Knebel)
'Kelimelerin kuvvetini anlamadan, insanların kuvvetini anlayamazsınız.' (Konfüçyüs)
'Söylemesi en kısa olan iki kelime vardır ki en ziyade tetkike ihtiyaç gösterir: Evet ve hayır.' (Pythagoras)
E-mektup: [email protected]
öğretmen
03.12.2005 - 18:28ATATÜRK VE ÖĞRETMENLER
M.NİHAT MALKOÇ
Bir ülkenin geleceği hiç şüphesiz ki yeni nesli yetiştiren öğretmenlerin elindedir. Onların azmi ve gayreti ölçüsünde yarınlardan emin olabiliriz. Onun için öğretmen ordusuna çok mühim vazifeler düşüyor. Atatürk bu gerçekten hareket ederek öğretmenlere fazlasıyla değer vermiş ve onları yüceltmiştir. Her fırsatta onların önemini vurgulamış ve layık oldukları değeri vermiştir. Bununla ilgili olarak 24 Mart 1923 tarihinde Kütahya Lisesi’nde Öğretmenlere hitaben tarihî bir konuşma yapmıştır. Bu mühim konuşmayı ehemmiyetinden dolayı dikkatlerinize sunmak istiyorum:
“Muallime hanımlar ve muallim efendiler, bu irfan yuvası altında hepinizi bir arada görmekten ve hepinizi selamlamaktan çok memnunum.
Memleketimizi, toplumumuzu gerçek hedefe, gerçek mutluluğa ulaştırmak için iki orduya ihtiyaç vardır: Biri vatanın hayatını kurtaran asker ordusu, diğeri memleketin geleceğini yoğuran irfan ordusudur. Bu iki ordunun her ikisi de kıymetlidir, yücedir. Fakat bu iki ordudan hangisi daha değerlidir, hangisi bir diğerinden üstündür? Şüphesiz böyle bir tercih yapılamaz. Bu iki ordunun ikisi de hayatîdir. Yalnız siz irfan ordusu mensupları, sizlere mensup olduğunuz ordunun değer ve yüceliğini anlatmak için şunu söyleyeyim ki sizler ölen ve öldüren birinci orduya, niçin öldüğünü öğreten bir orduya mensupsunuz.
Biz iki ordudan birincisine, vatan çiğnemeye gelen düşman karşısında kan akıtan birinci orduya -bütün dünya bilir, bütün dünya şahit oldu ki- pek mükemmelen sahibiz. Vatanın dört sene önce düştüğü büyük felaketten sonra, yoktan var olan bu ordu, vatanı yok etmeye gelen bu düşmanı kutsal vatan toprağında boğup mahvetti. Yalnız bu orduya sahip olmakla, işimiz bitmiş, gayemiz bu ordunun zaferiyle son bulmuş değildir.
Bir millet, irfan ordusuna sahip olmadıkça savaş meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferin köklü sonuçlar vermesi ancak irfan ordusuyla mümkündür. Bu ikinci ordu olmadan birinci ordunun elde ettiği kazanımlar sönük kalır. Milletimizi geçek mutluluğa, kurtuluşa ulaştırmak istiyorsak, bizi ölümden kurtaran ve hayata götüren bugünkü idare şeklimizin sonsuzluğunu istiyorsak, bir an önce büyük, kusursuz, nurlu bir irfan ordusuna sahip olmak zorunluluğunda bulunduğumuzu inkar edemeyiz.
Eski idarelerin en büyük kötülüklerinden biri de irfan ordusuna layık olduğu önemi vermemeleridir. Eğer önem verilseydi, geleceği emanet ettiğimiz sizlere, gelecek kadar güvenilir bir mevki verilmesi gerekirdi. Henüz üç dört senelik hayata sahip olan milli idaremizde irfan ordusu ile layık olduğu kadar ilgilenilememiştir. Fakat buradaki mecburiyeti milletin münevverleri olan sizler elbette ki daha iyi takdir edersiniz. Bütün kuvvetimizi yalnız cephede toplamaya mecbur olduğumuz bu kısa süre içinde tabiatıyla irfan ordusuyla gereğince meşgul olamadık. Lakin Cenab-ı Hakk'a şükürler olsun ki düşman karşısındaki aziz ordumuz için harcadığımız bütün emekler mutlu sonucunu verdi.
Artık bundan sonra aynı kuvvet, aynı faaliyet, aynı istekle irfan ordusu için çalışacak ve birincide olduğu gibi bu ikinci ordudan dahi emeklerimizin, faaliyetlerimizin mutlu ve başarılı sonuçlarını aynı parlaklıkta elde edeceğiz.
Arkadaşlar, asker ordusu ile irfan ordusu arasındaki birliktelik ve alakayı belirtmek için şunu da ifade edeyim, kıymetli bir eserde “Ordunun ruhu kumanda heyetidir” deniliyor. Hakikaten böyledir. Bir ordunun kıymeti kumanda heyetinin kıymeti ile ölçülür. Siz öğretmenler, sizler de irfan ordusunun kumanda heyetisiniz. Sizin ordunuzun kıymeti de sizlerin kıymetinizle ölçülecektir. İstiklal mücadelesinde üç dört senedir düşmanı topraklarımızda mahvetmek için yaptığımız savaşla ordunun ruhu olan kumanda heyeti değerlerinin yüksekliğini nasıl ispat etmişse, bundan sonra yapacağımız yenilikler milletimize bir karanlık gibi çöken genel cehaleti mağlup etmek savaşında da irfan ordusunun ruhu olan siz öğretmenlerin aynı yeteneği ortaya koyacağınıza eminim. Bu konuda size güveniyor ve saygı ile selamlıyorum.”
Atatürk’ü büyük yapan unsurların başında hakkı ve hakikati bütün çıplaklığıyla ortaya koyup teslim etmesi geliyor. Bu özelliğini öğretmenlerle ilgili değerlendirmesinde de görüyoruz. Eğitim ordusu olan öğretmenleri, yurt savunmasını gerçekleştiren askerî ordudan ayrı tutmuyor.Yurdumuzun bekçiliğini yapan askerî birliklerimiz ne kadar mühimse geleceğimizin teminatı olan çocuklarımızı yarınlara hazırlayan eğitim neferleri olan öğretmenler de o kadar mühimdir.
Hakikatte yurdumuzu düşmanlardan temizlemek ve savunmak sadece askerî birliklerin işi değildir. Vatan ve millet sevgisi, bağımsızlık şuuru kazandırmak de elzemdir. Bunu ancak okullarımızda verebiliriz. Millet olarak millî dayanışma ve şuurdan yoksun olursak cephede döktüğümüz kanlar kurumadan yeni risklerle karşı karşıya kalabiliriz. Vatan sevgisini gençliğin bütün hücrelerine sindirmek gerekir. Bunu yapanlar da elbetteki öğretmenlerdir. Okullarda sırf fizik, kimya, matematik dersi verilmez. Bunun yanında tarih,edebiyat,coğrafya, din ilimleri de verilir. Bunlar kişinin manevî dünyasını mamur eder. Onun için hangi branştan olursa olsun her öğretmen dersin belli süresini millî birlik ve beraberliğin inşası için telkin faaliyetiyle geçirmelidir. Atatürk’ün istediği ve milletimizin arzuladığı sağduyulu nesilleri ancak böyle yetiştirebiliriz.
E-Mektup: [email protected]
mustafa kemal atatürk
03.12.2005 - 18:27ATATÜRK VE ÖĞRETMENLER
M.NİHAT MALKOÇ
Bir ülkenin geleceği hiç şüphesiz ki yeni nesli yetiştiren öğretmenlerin elindedir. Onların azmi ve gayreti ölçüsünde yarınlardan emin olabiliriz. Onun için öğretmen ordusuna çok mühim vazifeler düşüyor. Atatürk bu gerçekten hareket ederek öğretmenlere fazlasıyla değer vermiş ve onları yüceltmiştir. Her fırsatta onların önemini vurgulamış ve layık oldukları değeri vermiştir. Bununla ilgili olarak 24 Mart 1923 tarihinde Kütahya Lisesi’nde Öğretmenlere hitaben tarihî bir konuşma yapmıştır. Bu mühim konuşmayı ehemmiyetinden dolayı dikkatlerinize sunmak istiyorum:
“Muallime hanımlar ve muallim efendiler, bu irfan yuvası altında hepinizi bir arada görmekten ve hepinizi selamlamaktan çok memnunum.
Memleketimizi, toplumumuzu gerçek hedefe, gerçek mutluluğa ulaştırmak için iki orduya ihtiyaç vardır: Biri vatanın hayatını kurtaran asker ordusu, diğeri memleketin geleceğini yoğuran irfan ordusudur. Bu iki ordunun her ikisi de kıymetlidir, yücedir. Fakat bu iki ordudan hangisi daha değerlidir, hangisi bir diğerinden üstündür? Şüphesiz böyle bir tercih yapılamaz. Bu iki ordunun ikisi de hayatîdir. Yalnız siz irfan ordusu mensupları, sizlere mensup olduğunuz ordunun değer ve yüceliğini anlatmak için şunu söyleyeyim ki sizler ölen ve öldüren birinci orduya, niçin öldüğünü öğreten bir orduya mensupsunuz.
Biz iki ordudan birincisine, vatan çiğnemeye gelen düşman karşısında kan akıtan birinci orduya -bütün dünya bilir, bütün dünya şahit oldu ki- pek mükemmelen sahibiz. Vatanın dört sene önce düştüğü büyük felaketten sonra, yoktan var olan bu ordu, vatanı yok etmeye gelen bu düşmanı kutsal vatan toprağında boğup mahvetti. Yalnız bu orduya sahip olmakla, işimiz bitmiş, gayemiz bu ordunun zaferiyle son bulmuş değildir.
Bir millet, irfan ordusuna sahip olmadıkça savaş meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferin köklü sonuçlar vermesi ancak irfan ordusuyla mümkündür. Bu ikinci ordu olmadan birinci ordunun elde ettiği kazanımlar sönük kalır. Milletimizi geçek mutluluğa, kurtuluşa ulaştırmak istiyorsak, bizi ölümden kurtaran ve hayata götüren bugünkü idare şeklimizin sonsuzluğunu istiyorsak, bir an önce büyük, kusursuz, nurlu bir irfan ordusuna sahip olmak zorunluluğunda bulunduğumuzu inkar edemeyiz.
Eski idarelerin en büyük kötülüklerinden biri de irfan ordusuna layık olduğu önemi vermemeleridir. Eğer önem verilseydi, geleceği emanet ettiğimiz sizlere, gelecek kadar güvenilir bir mevki verilmesi gerekirdi. Henüz üç dört senelik hayata sahip olan milli idaremizde irfan ordusu ile layık olduğu kadar ilgilenilememiştir. Fakat buradaki mecburiyeti milletin münevverleri olan sizler elbette ki daha iyi takdir edersiniz. Bütün kuvvetimizi yalnız cephede toplamaya mecbur olduğumuz bu kısa süre içinde tabiatıyla irfan ordusuyla gereğince meşgul olamadık. Lakin Cenab-ı Hakk'a şükürler olsun ki düşman karşısındaki aziz ordumuz için harcadığımız bütün emekler mutlu sonucunu verdi.
Artık bundan sonra aynı kuvvet, aynı faaliyet, aynı istekle irfan ordusu için çalışacak ve birincide olduğu gibi bu ikinci ordudan dahi emeklerimizin, faaliyetlerimizin mutlu ve başarılı sonuçlarını aynı parlaklıkta elde edeceğiz.
Arkadaşlar, asker ordusu ile irfan ordusu arasındaki birliktelik ve alakayı belirtmek için şunu da ifade edeyim, kıymetli bir eserde “Ordunun ruhu kumanda heyetidir” deniliyor. Hakikaten böyledir. Bir ordunun kıymeti kumanda heyetinin kıymeti ile ölçülür. Siz öğretmenler, sizler de irfan ordusunun kumanda heyetisiniz. Sizin ordunuzun kıymeti de sizlerin kıymetinizle ölçülecektir. İstiklal mücadelesinde üç dört senedir düşmanı topraklarımızda mahvetmek için yaptığımız savaşla ordunun ruhu olan kumanda heyeti değerlerinin yüksekliğini nasıl ispat etmişse, bundan sonra yapacağımız yenilikler milletimize bir karanlık gibi çöken genel cehaleti mağlup etmek savaşında da irfan ordusunun ruhu olan siz öğretmenlerin aynı yeteneği ortaya koyacağınıza eminim. Bu konuda size güveniyor ve saygı ile selamlıyorum.”
Atatürk’ü büyük yapan unsurların başında hakkı ve hakikati bütün çıplaklığıyla ortaya koyup teslim etmesi geliyor. Bu özelliğini öğretmenlerle ilgili değerlendirmesinde de görüyoruz. Eğitim ordusu olan öğretmenleri, yurt savunmasını gerçekleştiren askerî ordudan ayrı tutmuyor.Yurdumuzun bekçiliğini yapan askerî birliklerimiz ne kadar mühimse geleceğimizin teminatı olan çocuklarımızı yarınlara hazırlayan eğitim neferleri olan öğretmenler de o kadar mühimdir.
Hakikatte yurdumuzu düşmanlardan temizlemek ve savunmak sadece askerî birliklerin işi değildir. Vatan ve millet sevgisi, bağımsızlık şuuru kazandırmak de elzemdir. Bunu ancak okullarımızda verebiliriz. Millet olarak millî dayanışma ve şuurdan yoksun olursak cephede döktüğümüz kanlar kurumadan yeni risklerle karşı karşıya kalabiliriz. Vatan sevgisini gençliğin bütün hücrelerine sindirmek gerekir. Bunu yapanlar da elbetteki öğretmenlerdir. Okullarda sırf fizik, kimya, matematik dersi verilmez. Bunun yanında tarih,edebiyat,coğrafya, din ilimleri de verilir. Bunlar kişinin manevî dünyasını mamur eder. Onun için hangi branştan olursa olsun her öğretmen dersin belli süresini millî birlik ve beraberliğin inşası için telkin faaliyetiyle geçirmelidir. Atatürk’ün istediği ve milletimizin arzuladığı sağduyulu nesilleri ancak böyle yetiştirebiliriz.
E-Mektup: [email protected]
nazım hikmet
03.12.2005 - 18:22NAZIM HİKMET VE AĞA CAMİÎ
M.NİHAT MALKOÇ
Hangi inançtan olursa olsun mabetler ruh açlığını gideren kutsal mekânlardır. Garpta kiliseler neyse şarkta da camiler o konumdadır. Bu gibi yapılar umumun malıdır. Buralarda kamuoyunun ruh cephesinin nabzı atar.
Ülkemizde vaktiyle pek çok sosyal müessese gibi camilerimiz de sosyal çalkantılardan nasibini almıştır. Özellikle ülkemizin düşman işgali altında inim inim inlediği yıllarda cami ve mescitler en hüzünlü tabloyu teşkil etmiştir. Ezanlar adeta buz tutmuş minarelerde…
Sadece savaş zamanlarında mı? Hayır…Değişik iktidarlar döneminde de camiler siyasetin keskin çarkları arasında ezilip kanamıştır. Zaman gelmiş ezanlar Türkçe okunmuş, zaman gelmiş camiler kapatılmış, depo yapılmış, hatta ahır olarak bile kullanıldığı olmuştur. Bu vicdan sahibi müminleri üzmüş, ruhlarını yaralamıştır.
Bilindiği gibi İstanbul’da Beyoğlu ilçesinde İstiklâl Caddesi’nin Taksim girişi civarında Ağa Camiî namıyla bir ibadethane mevcuttur. Bu, hayli kalabalık nüfusa sahip o bölgede bulunan küçük, şirin ve yalnız bir camidir.
Hicri 1007, Milâdi 1598/l599 yılında Galatasarayı Ağası Şeyhül Harem Hüseyin Ağa tarafından yaptırılmıştır. Caminin inşa tarihi Hicri 1005, Milâdi 1596'dır. Kare planlı kesme taş binanın kenarları taraklı mozaikle çevrelenmiştir. Tek şerefeli minarenin külahı, ahşap üzerine kurşun kaplıdır. Bina ve son cemaat yeri ahşap çatılıdır.
Kubbeli olarak yaptırılan Ağa Camii, 19. yüzyılda İkinci Mahmut (1808-1839) tarafından bakıma alınmış, aynı dönemde yangın geçirdikten sonra da neredeyse tümden onarılmıştır. Ağa Camii'nin Şadırvanı, Mimar Sinan’ın eseridir.
Edebiyatımızı sosyal hayattan ayrı düşünmek mümkün değildir. Özellikle dinî hayatımız edebiyata yansımıştır. Camiler, mescitler ve her türlü ibadethanelerin edebiyatımızda apayrı bir yeri ve önemi vardır. Yahya Kemal’in yazdığı “Süleymaniye'de Bayram Sabahı” şiiri, Mehmet Akif’in “Fatih Kürsüsü’nde adlı manzumesi, Rıza Tevfik’in “Harap Mabet” adlı eseri buna örnektir.
Bunların yanında meşhur sosyalist şâir Nazım Hikmet Ran’ın “Ağa Camiî” adlı enteresan bir şiiri vardır. Mensup olduğu inanç itibariyle bize ilginç gelen bu şiirde Ağa Camiî’nin mahzun duruşu onu derinden etkilemiştir. Çünkü etrafta kiliseler bütün ihtişamıyla arz-ı endam ederken Ağa Camiî boynu bükük bir hâlde kaderine terkedilmiştir. Bu manzara dinî bütün olmayan Nazım Hikmet’i de etkilemiş ki bundan esinlenerek şu duygulu şiiri yazmıştır:
“Havsalam almıyordu bu hazin hali önce
Ah, ey zavallı cami, seni böyle görünce
Dertli bir çocuk gibi imanıma bağlandım;
Allah’ımın ismini daha çok candan andım.
Ne kadar yabancısın böyle sokaklarda sen!
Böyle sokaklarda ki, anası can verirken,
Işıklı kahvelerde kendi öz evladı var...
Böyle sokaklarda ki, çamurlu kaldırımlar,
En kirlenmiş bayrağın taşıyor gölgesini,
Üstünde orospular yükseltiyor sesini.
Burda bütün gözleri bir siyah el bağlıyor,
Yalnız senin göğsünde büyük ruhun ağlıyor.
Kendi elemim gibi anlıyorum ben bunu,
Anlıyorum bu yerde azap çeken ruhunu
Bu imansız muhitte öyle yalnızsın ki sen
Bir teselli bulurdun ruhumu görebilsen!
Ey bu caminin ruhu: Bize mucize göster
Mukaddes huzurunda el bağlamayan bu yer
Bir gün harap olmazsa Türkün kılıç kınıyla,
Baştan başa tutuşsun göklerin yangınıyla! ”
Gerçekten çok güzel ve derin mânâlar taşıyan bu şiir, Ağa Camiî’nin İstiklâl Caddesi üzerindeki yalnızlığını ve kendi içinden çıkan nesle yabancılığını tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Bu şiir aslında Nazım Hikmet’in hece tarzında, ölçülü ve kafiyeli mükemmel şiirler yazabileceğinin en büyük delili olarak kabul edilebilir. Fakat o sosyalizm bataklığına saplanarak hem şiirini, hem de iç dünyasını boşaltarak ziyan etmiştir.
şiir
03.12.2005 - 18:19ŞİİR ÜSTÜNE SÖYLENENLER
M.NİHAT MALKOÇ
Dünyada ve Türkiye’de geçmişten günümüze kadar edebî türler içerisinde üzerinde en çok kalem oynatılan tür, hiç şüphesiz ki şiirdir. Neredeyse insanlıkla yaşıt olan şiir, hep birinci sıradaki yerini korudu. Her gelen şâir, şiir zincirine kendince bir halka ekledi.
Şiire aşırı derecede rağbet edilmesinin en büyük sebebi ruhumuza hapsettiğimiz insanî hisleri geniş kitlelerle paylaşma temayülüdür. Diğer bir neden de şiirin kolaylıkla, bir çırpıda okunabilme özelliğidir. Durum böyle olunca şiirin okuyucusu da diğer türlere göre daha çok oluyor. Yazmadaki pratiklik de bir başka etken olarak gösterilebilir. Bunu derken şiirin diğer türlere göre üretme açısından kolay olduğunu kastetmiyoruz. Şiir belki de ez zor yazılan türdür. Çünkü şiirde kelimeleri tasarruflu kullanmak zorundasınız. Diğer bir deyişle az sözle çok ve derin mânâlar ifade etme mecburiyeti vardır. Bu da duygu yoğunluğunu ve hissiyat üzerinde odaklaşmayı zorunlu kılıyor.
Bugüne kadar milyonlarca şiir yazıldığı gibi, bu tür üzerinde fikir jimnastiği de yapıldı. Şâirler, yazarlar ve düşünürler şiire kendi pencerelerinden baktılar. Bakış açıları ölçüsünce gördüler ve düşüncelerini kamuoyuyla paylaştılar. Şimdi şiir üzerine sesli düşünen yerli ve yabancı aydınların düşüncelerini dikkatlerinize sunmak istiyorum:
“Şiir, güzellikte çarpışan tek gerçektir.” (GLFİLLON)
“Bilimsiz şiir, temelsiz duvara benzer.” (FUZULİ)
“Şiirin, düzyazıdan ayrıldığı nokta şudur: Az sözcükle çok şey söylemek.” (VOLTAİRE)
“Şair ve sanatçı için iki şey gerek: Gerçeğin üzerine çıkmak, maddenin dışında kalmak.” (SCHİLLER)
“Unutma ki şairleri haykırmayan bir millet, /Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir.” (M.EMİN YURDAKUL)
“Şiir, düşüncelerle değil, sözcüklerle yazılır.” (MALLARME)
“Şiir benim içimde bir amaç değil, tutkudur.” (EDGAR ALLEN POE)
“Biz şairler, nefretten nefret ederiz ve savaşa karşı savaşırız.” (NERUDA)
“Özü fırtına olan şiirde, her imge bir tufan yaratmalıdır.” (NERUDA)
“Yemiş gibi, güzel şiir de yavaş yavaş olgunlaşır.” (ALAİN)
“Resim, dili olmayan bir şiir, şiir de kör bir resimdir.” (LEONARDO DA VİNCİ)
“Resim, sözcüksüz şiirdir.” (HORATİUS)
“Şiir, seçmek ve gizlemek sanatıdır.” (CHATEAUBRİAND)
“Şiir, ruhun müziğidir.” (VOLTAİRE)
“Şâir, şiiri ve eylemleriyle halkının gelişip olgunlaşmasına katkıda bulunmalıdır.” (NERUDA)
“Şiir demek, ıstırap demektir.” (BALZAC)
“Şiir, bir akıl hastalığıdır.” (ALFRED DE VİGNY)
“Şâir, doğa gibidir,kendisinde gizlenmiş güzellik hazinesini ancak onu keşfedebilmesini bilenlere verir.” (YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU)
“Şâir, bir dünya yapar ve ona can verir.” (MAUROS)
“Şiir, yalnızlığın dostudur.” (CERVANTES)
“Şiir, tanrıların dilidir.” (TURGENYEV)
“İçimizdeki şiir ikliminde her yıl, yepyeni ve taze istekler açılır.” (SABAHATTİN EYÜBOĞLU)
“Gerçek şiirler, nesir hâline getirildiğinde bile, dizeye gereksinim duymazlar.” (VALERY)
“Şiir, salgındır, bulaşıcıdır.” (ELUARD)
“Şiir, bir süs eşyası değil, yararlı bir nesnedir.” (ELUARD)
“Şiiri yirmi dört saat yaşamak gerek.” (RİTSOS)
“Şiire, aşka ve ölüme inanıyorum.” (RİTSOS)
“Şiir, hem ozanın hem de yazıldığı çağın resmidir.” (ERİK STİNUS)
“Düzyazı yürümeye, şiir ise dansa benzetilebilir. Yürümenin kendisi dışında bir amacı vardır. Dansın amacı ise, kendisidir.” (VALERY)
“Şiir, bizi ruh ve bedenimizle içine almadıkça nesirdir.” (SABAHATTİN EYÜBOĞLU)
“Tüm çağlarda, yazarın soylusu ezilenden yana, soysuzu ezenden yana olagelmiştir.” (SABAHATTİN EYÜBOĞLU)
“Şiir, güzellik işçisi ozanın sanatıdır.” (AHMET İNCE)
“Halk, kendi yazarını buldukça uyanır, bulmadıkça uyur.” (SABAHATTİN EYÜBOĞLU)
“Şiir olmayan yerde, insan sevgisi de olmaz. İnsanı, insana ancak şiir sevdirir.” (SAİT FAİK ABASIYANIK)
“Halk, şâirden aydınlıkta ve karanlıkta olduğu gibi, sokakta ve dövüşte de yerini almasını ister.” (NERUDA)
“Bahar nasıl isyancı ise, şiir de başkaldırıdır.” (NERUDA)
“Ben kendimi şiire, şiirimi de evrensel sevgiye adadım.” (AHMET MUHİP DRANAS)
“Şâir, her şeyden önce yaşadığı toplumun sorunlarına, giderek tüm dünyaya karşı sorumludur.”
(NERUDA)
Şiir üzerine söylenenler tabiki bunlardan ibaret değil. Bunları daha da çoğaltabiliriz.Fakat maksat hasıl olduğu için bu kadarla yetiniyorum. Bu tarz değerlendirmeler şiirin ufkunun genişlemesine katkıda bulunacaktır. Yerel şiirden evrensel şiire ulaşmak için sadece dar çerçevede kalmayıp ufkumuzu dünyaya çevirmek durumundayız. Her alanda olduğu gibi şiirde de kabuğumuzu kırıp evrensel olana yönelmeliyiz. Sanatta kalıcılık yerellikten öte, dünyaya ayak uydurmakla mümkündür.
bayram
03.12.2005 - 18:18BAYRAMLAR BAYRAM OLA! ...
M.NİHAT MALKOÇ
Zaman bir su misali akıp gitti yine…Günler günleri, aylar ayları, yıllar yılları kovalayıp durdu…Yepyeni ve taptaze coşku ve heyecanlarla dolu bir Ramazan bayramını idrak ediyoruz. Bu bizim için bahtiyarlıkların en heyecan vericisi olsa gerek…
Fakat bu yıl bayramı biraz daha buruk yaşıyoruz. Çünkü Müslüman toprakları kan ve gözyaşıyla sulanmış…İnananların feryadı ve elemi dinmiyor. Irak’ta yıllardan beri Amerikan zulmü yaşanıyor. Sahabe kabirleri düşman çizmeleri altında…
Müslüman devletler arasında Türkiye’ye kayıtsız ve şartsız bir sevgi besleyen Pakistan, depremin acılarını henüz üzerinden atamamış…O Pakistan ki bize en zor zamanlarımızda kucak açmış, kadınları kollarındaki bilezikleri çıkararak millî mücadelemize kendilerince katkıda bulunmuştur. Bugün onlar bizlerden medet umuyor. Yardım elimizi uzatmamızı bekliyor. Tarihî bir imtihan veriyoruz bu anlamda….
Bu şartlar altında olsa da bayramlar diğer günlere nazaran farklı bir atmosferi hayatımıza taşıyorlar. İçimizin kıpır kıpır olmasını sağlıyorlar. Gönül dünyamızı şenlendiriyorlar. Akrabalarımızı ve cümle dostlarımızı görüyoruz bu mânâda…Bayramlar olmasa sıla-ı rahim mevhumu lügâtimizden silinecek …
Bayramlar merhamet duygularımızın inkişaf ettiği müstesna zaman dilimleridir. Barış ve kardeşliğe vesiledirler. Dostlukların pekiştiği, sevinçlerin çoğaldığı, hayallerin gerçek olduğu, belki durgun, belki yorgun, yine de mutlu, yine de umutlu sevgi dolu anların hayatımıza aksidir bu güzide günler…
Kainatın yaratıcısı ve âlemlerin Rabbi yüce Allah'a sonsuz şükürler olsun ki Ramazan bereketiyle, bolluğuyla geldi, tüm insanlık için hayırlara vesile oldu. Gönüllerimizin pası silindi. Bir ay da olsa hayatımız düzene girdi. Cinayet ve kavgalar önceki zamanlara nazaran kat kat azaldı. İnsanlar hâl ve hareketlerinde vicdanının sesine kulak verdi. Büyük bir imtihanı hayırlısıyla geçtiler.
Edebiyatımızın en büyük isimlerinden olan Yahya Kemal Beyatlı “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” adlı şiirinde bayramın manevî cephesini o harikulâde üslûbuyla şöyle yansıtıyordu bizlere:
“Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede
Bir mehabetli sabah oldu Süleymaniye'de
Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati,
Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi
Yer yer aksettiriyor mavileşen manzaradan,
Kalkıyor tozlu zaman perdesi her an aradan.
Gecenin bitmeğe yüz tuttuğu andan beridir,
Duyulan gökte kanat, yerde ayak sesleridir.
Bir geliş var! .. Ne mübarek, ne garip âlem bu! ..
Hava boydan boya binlerce hayaletle dolu...
Her ufuktan bu geliş eski seferlerdendir;
O seferlerle açılmış nice yerlerdendir.
Bu sükunette karıştıkça karanlıkla ışık
Yürüyor, durmadan, insan ve hayalet karışık;
Kimi gökten, kimi yerden üşüşüp her kapıya,
Giriyor, birbiri ardınca, ilâhî yapıya.
Tanrının mabedi her bir tarafından doluyor,
Bu saatlerde Süleymaniye tarih oluyor.”
Biz Yahya Kemal’in bu asil hissiyatını tadamıyoruz bugün….Zaman pek çok şeyle birlikte bayram coşkumuzu da aldı yüreğimizden…Bayramlar eskisi gibi haz vermiyor inananlara…Çünkü dünyaya ve hayata bakışı değişti insanların…Maddiyat, manevîyata tercih edildi. İnsaf duyguları törpülendi. Böyle de olsa bayramları bayram gibi yaşamalı ve yaşatmalıyız. Biz yaşayamıyorsak bile bu ulvî hisleri geleceğimizin teminatı olan çocuklarımıza yaşatmalıyız. Bütün Müslümanların mübarek Ramazan bayramını kutluyor, herkes için hayırlara vesile olmasını Cenab-ı Allah’tan niyaz ediyorum.
attila ilhan
03.12.2005 - 18:16AN GELDİ…ATTİLA İLHAN ÖLDÜ
M.NİHAT MALKOÇ
Ömür sayılı günlerden ibaret…Uzun veya kısa…Ne fark eder ki! ...Neticede belirli günlerden ötesi yok… Bir türküde geçtiği üzere “Bin sene de yaşasan son durak kara toprak” Büyük usta Attila İlhan “An Gelir” adlı şiirinde şöyle diyordu kendi hayatı ve ölümüne dair:
“görünmez bir mezarlıktır zaman
şâirler dolaşır saf saf/ tenhalarında şiir söyleyerek
kim duysa / korkudan ölür -tahrip gücü yüksek-
saatli bir bombadır patlar
an gelir/attilâ ilhan ölür”
Öyle de oldu…An geldi…Ve aşklarımızın büyük şâiri Attila İlhan aramızdan ayrıldı. O an ki, seksen yıllık bir çınarı yerinden söktü. Ama bu çınarın kökleri, yüreği sevgiyle atan, gönlü maddeden arınmış sevdalıların kalbini sarıp sarmalamıştı.
15 Haziran 1925’te Menemen’de filizlenen çınar, bir sonbahar vaktinde 11 Ekim 2005 tarihinde İstanbul'da kurudu. Çok verimli ve hareketli bir ömür geçiren İlhan, hayatı başkalarının tayin ettiği şekilde yaşamamak için insanüstü bir çaba harcadı. Başına ne geldiyse de bu yüzden geldi.
İzmir Atatürk Lisesi birinci sınıfındayken mektuplaştığı bir kıza Nazım Hikmet’in şiirini göndermesi nedeniyle 1941’de tutuklandı ve okuldan uzaklaştırıldı. Üç hafta gözetim altında tutuldu. İki ay hapiste yattı. Türkiye’nin hiçbir yerinde okuyamayacağına dair bir belge verilince, eğitim hayatına ara vermek zorunda kaldı. Danıştay kararıyla, 1944 yılında okuma hakkını tekrar kazandı ve İstanbul Işık Lisesi’ne yazıldı.
Gencecik bir insanın, hayatının baharında bunca sıkıntıyla karşılaşması onu fevkalâde üzdü doğal olarak…Fakat bu onun direncini ve mücadele gücünü daha da inkişaf ettirdi.
Ömrünün önemli bir kısmı İstanbul-Paris hattında geçti.
Bir yığın şiir, roman, öykü, senaryo, deneme, anı, söyleşi, çeviri türünde eser bıraktı geriye… Sevenleri bu eserlerle avunacak bundan sonra.
Onun şiirimize bambaşka bir hava ve ufuk kazandırdığı inkâr edilemez. Şu kitaplar aşklara yelken açan aşıkların elinden düşmeyen sevgi nâmeleri değil de nedir? .. Duvar Sisler Bulvarı, Yağmur Kaçağı, Ben Sana Mecburum, Belâ Çiçeği, Yasak Sevişmek, Tutuklunun Günlüğü, Böyle Bir Sevmek, Elde Var Hüzün, Korkunun Krallığı, Ayrılık Sevdaya Dâhil, Kimi Sevsem Sensin… Bu kitaplar, bu şiirler duygularımıza tercüman oldu yıllarca….Aşk mektuplarımızın bir köşesine işlendi yaldızlı kalemlerle….
Attila İlhan romanlarıyla da duygularımızı harekete geçirmiştir. Hayatın en büyük gerçeği olan aşkı ve sevgiyi satır satır nakşetmiştir kitapların bizi kucaklayan aydınlık göğüne… Sokaktaki Adam, Zenciler Birbirine Benzemez, Kurtlar Sofrası, Aynanın İçindekiler, Bıçağın Ucu, Sırtlan Payı, Yaraya Tuz Basmak, Dersaadet’te Sabah Ezanları, O Karanlıkta Biz, Fena Halde Leman, Haco Hanım Vay, Allahın Süngüleri, Reis Paşa
Attila İlhan çok yönlü bir yazardı hiç şüphesiz. Edebiyatın ve hayatın her alanında “ben varım “ diyebilen bir kalem ustasıydı. Başarılıydı da üstelik… Romanlarının yanında öyküleri de hayatın bin bir rengini sunuyordu okuyucularına… “Yengecin Kıskacı” öykülerini içine alan güzel bir eserdi.
Denemelerini Abbas Yolcu, Yanlış Kadınlar Yanlış Erkekler isimli kitaplarda iki kapak arasına almıştı. “Anılar ve Acılar” adını vermişti hayata dair yazdığı düşünce külliyatına… Hangi Sol, Hangi Batı, Hangi Seks, Hangi Sağ, Hangi Atatürk, Hangi Edebiyat, Hangi Laiklik, Hangi Küreselleşme isimli kitaplarında hayatı ve kavramları sorguluyordu kendince…
“Attila İlhan’ın Defteri” adlı seride de kendini yetiştirmiş bir aydının hayatı anlamlandırma, duygu ve düşüncelerini geniş kitlelerle paylaşma arzu ve temayülü var… Gerçekçilik Savaşı, ‘İkinci Yeni’ Savaşı, Faşizmin Ayak Sesleri, Batı’nın ‘Deli Gömleği’, Sağım Solum Sobe, Ulusal Kültür Savaşı, Sosyalizm Asıl Şimdi, Aydınlar Savaşı, Kadınlar Savaşı bu serinin düşünce dünyamıza akan olukları hükmündeydi. Bu kitaplarda doğru bildiklerini ve inandıklarını eğilip bükülmeden tam bir aydın sorumluluğu içerisinde ifade ediyordu.
Uzun yıllar Cumhuriyet gazetesinde yazılar yazdı. Toplumsal gerçeklere ışık tuttu. İçindeki hissiyatı geniş kitlelerle paylaştı. Fakat saldırmadı, aydınca bir üslûp kullandı. Ondan da bu beklenirdi zaten…Cumhuriyet Yazıları’nı Bir Sap Kırmızı Karanfil, Ufkun Arkasını Görebilmek, Sultan Galiyef, Dönek Bereketi, Yıldız-Hilâl ve Kalpak adlarıyla efkâr-ı umumiyenin nazarına sundu.
Aynı zamanda çevirileri de vardı Attila İlhan’ın… “Bir lisan bir insan” gerçeğini kavramış ve gereğini yerine getirmiş ender bir kişiydi O… Kanton’da İsyan (Malraux) , Umut (Malraux) , Basel’in Çanları (Aragon) çeviri alanında verdiği eserlerden birkaçıdır.
Zorlama bir şair değildi Attila İlhan…Gerçek bir şâirdi. Dili son derece iyi bilen ve hamur misali muhayyilesinde yoğuran bir duygu eriydi. Onun dizeleri hepimizin hafızalarına kazınmıştır adeta…Özellikle “Ben Sana Mecburum” adlı şiiri hemen her aşığın ezberindedir:
“Ben sana mecburum bilemezsin
Adını mıh gibi aklımda tutuyorum
Büyüdükçe büyüyor gözlerin
Ben sana mecburum bilemezsin
İçimi seninle ısıtıyorum”
Nefes aldığı sürece hep yazdı O.. Fakat hiç tekrara düşmedi. Hep yeni, güzel ve özel şeyler söyledi. Sevda çiçeğini yüreğinin derinliklerinde büyütüp rayihasını sevenleriyle paylaştı. Şiirleri Yeni Edebiyat, Yücel, Genç Nesil, Fikirler, Varlık, Aile, Yirminci Asır, Seçilmiş Hikâyeler, Kaynak, Ufuklar, Mavi, Yeditepe, Dost, Yelken, Ataç, Yön, Milliyet Sanat, Sanat Olayı dergilerinde yayınlandı. Toplumsal gerçekçilik anlayışının sesi ve sözcüsü oldu. Garip ve İkinci Yeni şiir akımlarını benimsemedi.
Attilâ İlhan eski şiirin(divan şiiri) imkânlarından da yararlandı çoğu zaman…Kendine özgü bir imge dünyası oluşturdu. Yazdıkları yaşadıklarının akisleriydi bir bakıma.. Bu pek çok şâirin ortak özelliğidir zaten. Kişi yaşadıklarını söze dönüştürürse daha etkili ve inandırıcı olacağı tartışma götürmez bir gerçektir. Attila İlhan’ı büyük yapan da hayata büyük bir şevkle tutunması ve hayattan ilham almasıydı. Son dönemin büyük şâiri Attila İlhan’a Allah’tan rahmet diliyorum. O ölse de şiirleriyle sevenlerin gönlünde hep yaşayacak… Sevgi sürgün edilinceye dek! …
E-Mektup: [email protected]
söz
03.12.2005 - 18:15SÖZ OLA KESE SAVAŞI! ...
M.NİHAT MALKOÇ
Dünyaya belli bir zaman diliminde imtihan için gelmiş olan insanoğlu hiç ölmeyeceğini sanır. Oysa yaşayacağımız günler sayılıdır. Sayılı günler de çabuk geçer. Bunu dikkate alarak hareket etsek kimseye kırıcı davranamayız. Her geçen günün ömür ağacımızdan kopan bir yaprak olduğunu hesap ederek kendimize çeki düzen vermeliyiz.
İnsanlar konuşurken çok dikkatli olmalıdır. Tabir caizse kırk ölçüp bir biçmelidir. Çünkü ağızdan çıkan sözün geri dönüşü yoktur. Özür bile, söylenen ağır bir sözün bıraktığı tahribatı tamir edemez.
İnsanlar ne çekerse dilinden çeker. Sözler kurşundan daha tesirlidir. Kalp kırmak Allah’ın evini yıkmak mânâsına gelir aynı zamanda... Çünkü kalpler Yüce Rabbimizin tecelligâhıdır.
Nice sözler vardır ki insanı ipe götürür.Öyle sözler de vardır ki kişiye ulu sarayların kapısını açar. Büyük Tasavvuf şâiri Yunus Emre sözün tesirini bakın ne kadar güzel dile getiriyor:
“Söz ola kese savaşı
Söz ola götüre başı
Söz ola ağulu aşı
Yağ ile bal ede bir söz
Kişi bile söz demini
Demeye sözün kemini
Bu cihan cehennemini
Sekiz uçmağ ede bir söz”
Yunus’un belirttiği gibi bazı güzel sözler zehirli aşı bile yağ ve bal eder. Yukarıdaki dizelerde ifade edildiği üzere hoş sözler dünya denen cehennemi bile cennetin sekiz ulu tabakasına dönüştürür. Yersiz ve yanlış bir sözümüz bize hapishanenin kapılarını açabilir. Hatta ölümümüze neden olabilecek derecede ağır sözler sarf edebiliriz.
İnsanın ne yediğinden çok, ne dediğine dikkat etmesi elzemdir. Sarf ettiğimiz gereksiz bir söz, zor zamanlarda karşımıza çıkıp dengemizi sarsabilir. İşlerimizin düz gitmesine engel olabilir. Arkasında durulan her söz her zaman iyi bir referanstır.
Tanzimat edebiyatının büyük şâirlerinden Ziya Paşa ne güzel söylemiş: “Ayinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz.” Mühim olan yaptıklarımızdır. Sözümüzün eri olmalıyız. Sözlerimizi icraata dönüştürmeliyiz. Lâfla peynir gemisinin yürümeyeceğini bilmeyen yoktur. Onun için söz söylerken ne söylediğimizin farkında olmalıyız. Üstesinden gelemeyeceğimiz söz ve vaatler kişiliğimizin zedelenmesine ve toplumsal itibarımızın alaşağı edilmesine zemin hazırlayabilir.Aşağıdaki vecizeler sözün ehemmiyetini ifade etmede fazla söze gerek olmadığını ispatlıyor:
“Düşmanın tatlı sözlerine aldanma, balın içinde zehir de bulunabilir.” (Şeyh Sadi)
“Suratı ekşi olanın balı da acı olur.” (Şeyh Sadi)
“Dil ile düğümlenen, diş ile çözülmez.” (Kaşgarlı Mahmut)
“Başların belası, dillerden gelir.” (Nizami)
“Tatlı dil, her kapıyı açan sihirli bir anahtardır.” (Montaigne)
“Kullanıldıkça keskinleşen tek alet dildir.” (Washington Irwing)
“Söz ok gibidir. Senden çıktı mı, artık sen ona değil, o sana hakim olur.” (İmam-ı Şafii)
Gayemiz her zaman hak ve hakikati söylemek olmalıdır. Güzel sözün sadaka hükmünde olduğunu unutmamalıyız. Güzel sözle ilgili olarak bir ayet-i kerimede şöyle buruluyor: “ … Güzel bir söz, güzel bir ağaç gibidir ki, onun kökü sabit, dalı ise göktedir. Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir...” (İbrahim Suresi, 24-25)
İnsanları hak yola davet ederken de güzel sözlü ve güler yüzlü olmalıyız. Güzel sözün açamayacağı hiçbir kapı yoktur. Yüce Allah Hz. Musa'ya şöyle buyurmuştur:
“Firavun’a gidin. Çünkü o azmıştır…. / Ona yumuşak söz söyleyin. Belki öğüt alır, yahut korkar.” (Tâ-Hâ Suresi, 43-44)
Bu ayetler bize çok mühim mesajlar vermektedir. Demek ki tarihin gelmiş geçmiş en büyük zalim ve inkârcılarından biri olan Firavun gibi sapmış ve azmış bir insana bile yumuşak söz söylememiz bizzat Allah tarafından emrediliyor. Durum bu iken insanî ilişkilerimizde nasıl davranmamız gerektiğini, bu bariz örneklerden de yola çıkarak, iyi bellemeliyiz. Zira atalarımızın dediği gibi “Tatlı dil, yılanı deliğinden çıkarır.„
sigara
03.12.2005 - 18:10O SENİ BIRAKMADAN SEN ONU BIRAK! ...
M.NİHAT MALKOÇ
Sigaranın zararlarını bilmeyenimiz yoktur. İnsanda bağımlılık yaratan bu madde belli bir zamandan sonra elimizi ayağımızı bağlıyor. O noktaya gelmeden evvel bu kelepçeden kurtulup ruhumuzu ve bedenimizi azat etmenin yolunu aramalıyız.
Sigaranın içindeki etkin maddelerin başında gelen “nikotin” bağımlılık yaratmaktadır. Onun için bir kere bile denemeye kalkışılmamalıdır. Bir, iki, üç derken bir de bakmışsınız ki tiryaki olmuşsunuz. Bunun şakası yoktur. Aşağıdaki bilgiler, ABD Gıda ve İlaç İdaresi'nin sigara içme ve bağımlılık üzerine düzenlediği 1995 yılı raporunun sonuçlarıdır:
Sigara içenlerin %87'si her gün sigara içiyor.
Sigara içenlerin neredeyse üçte ikisi ilk sigaralarını uyandıktan sonra yarım saat içinde içiyor.
Günde 20 ya da daha fazla sigara içenlerin %84,3'ü içtikleri sigaranın sayısını azaltma konusunda başarısız girişimlerde bulunmuşlardır.
Sigara içenlerin %70'i sigarayı tamamen bırakmayı istediklerini söylediler.
Günde 26 sigaradan fazla içen sigara tüketicilerinin % 83-87'si bağımlı olduklarına inanıyorlar.
Akciğer kanseri yüzünden ameliyat geçiren sigara tüketicilerinin neredeyse yarısı sigara içmeye yeniden başlıyor.
Gırtlakları alınan sigara tüketicilerinin % 40'ı, bunun sonrasında bile, yeniden sigara içmeyi deniyor.
Sigara her yönüyle vücudun düşmanıdır. Sigara denen zehirli madde hayatımızı felç ediyor. Tıp otoritelerinin belirttiğine göre sigara içen kişilerde akciğer kanseri, kalp hastalıkları, anfizem ve diğer ciddi hastalıklar görülüyor. Sigara kullanıcılarında akciğer kanseri riski, sigara kullanmayanlara göre çok daha yüksektir.
Şunu açık seçik belirtmeliyiz ki zararsız sigara yoktur. İster “light” olsun, ister “medium” veya “mild” sıfatlarını taşısın hepsi zararlıdır. Bu sıfatlara sığınıp sigarayı sevimli göstermek isteyenlere kanmak saflıktan öte nedir ki? ...
Yapılan istatistiklere göre her yıl dünyada üç milyon dolayında kişi sigaraya bağlı rahatsızlıklardan dolayı ölüyor. Bu da her on saniyede bir kişinin sigaraya kurban gitmesi anlamına geliyor. İçilen her sigara ömürden beş buçuk dakika çalıyor.
Son yıllarda kadınlarımız da sigara tiryakisi olup çıktı. Eskiden özellikle kırsal kesimlerde kadınların sigara içmesi ayıp sayılırdı. Oysa günümüzde sigara içen kadınların sayısı hiç de azımsanacak bir boyutta değildir. Bunun en büyük sebebi stres ve iş hayatının olumsuz etkileridir. Fakat yapılan araştırmalarda sigara içen kadınları çok büyük sağlık problemlerinin beklediği ortaya konulmaktadır. Özellikle hamilelik döneminde içilen sigaranın, bebeğin sağlığı ve normal gelişimi için önemli bir risk teşkil ettiği konusunda tıp otoriteleri hemfikirdir. Bununla ilgili olarak hamile kadınlarımızı ve dünyaya gelmeyi bekleyen bebeklerini şu olumsuzluklar tehdit ediyor:
Sigara içen kadınlarda, gebeliğin gecikmesi, kısırlık, hamilelik komplikasyonları, prematüre doğum, düşük ve ölü doğum riski daha fazladır. Hamileliği sırasında sigara içen kadınların doğurduğu bebekler, sigara içmeyenlerin doğurduklarıyla karşılaştırıldığında, daha düşük bir ortalama doğum ağırlığına sahiptir. Hamileliği sırasında sigara içen kadınların bebekleri arasında ani çocuk ölümü sendromu riski yüksektir. Hamilelik öncesinde ya da sırasında sigarayı bırakan kadınlarda bu tür olumsuz üreme sonuçlarının ortaya çıkma riski azalmaktadır. Sigara içmek, hamile kadınların bebeklerini, zayıf akciğer gelişimi, astım ve solunum yolu enfeksiyonları riskiyle de karşı karşıya bırakabilir.
ABD’de sigara paketleri ve reklamlarında yer alan sigara uyarılarından biri şudur(Sağlık Bakanlığı’nın Uyarısı) : “Sigarayı şimdi bırakmanız, sağlığınız için ciddi riskleri büyük ölçüde azaltır.” Gerçi Türkiye’de de sigara paketlerinin üzerine “Sigara sağlığa zararlıdır” ibaresi yazmaktadır. Fakat bu etkili ve caydırıcı olmaktan uzaktır. Bu uyarı, incecik harflerle yazılarak adeta tiryakilerin gözünden kaçırılmaktadır. Son yıllarda bazı yabancı marka sigaraların içinde sigaranın zararlarını anlatan uyarıcı ve bilgilendirici bilgileri içeren yazılar bulunmaktadır. Bunu güzel bir gelişme olarak görüyorum. Çünkü bu yazıyı okuyanlardan bir kişi bile sigarayı bıraksa, bu ülkemiz ve insanlık için kârdır. Fakat bu uygulama yerli markalar tarafından da yaygınlaştırılmalıdır.
Aslında her şey insanın kendi içinde, öz belleğinde olup bitmektedir. Kişi kendini düşünmedikten sonra başkaları ona ne kadar yardımcı olabilir. Epey zamandan beri sigara satışlarıyla ilgili kanunî bir uygulama yürütülmektedir. 18 yaşından küçüklere sigara satılmasının yasaklanmasından söz ediyorum. Bu güzel bir karar şüphesiz…Fakat ne kadar uygulandığı konusuna gelince bu hususta olumlu şeyler söylemek pek mümkün değildir.Satıcı, dükkanın kapısına kadar gelen müşteriyi, yaşı küçük olduğu için sigara vermeden göndermez. Bu anlayışta ve incelikte insan bulmak pek güçtür. Demek ki her şey kanun ve yönetmelikle olmuyor. En büyük ve etkili polis kişinin vicdanıdır. Vicdanın devre dışı kaldığı yerde polisiye önlemler fazla tesirli olamaz.
Kamu sağlığı yetkilileri, pasif içimin sigara içmeyen yetişkinlerde, akciğer kanseri ve kalp hastalıkları dahil olmak üzere hastalıklara sebep olduğunu, çocuklarda ise astım, solunum enfeksiyonları, öksürük, hırıltı, orta kulak iltihabı ve ani bebek ölümü sendromu gibi hastalıklara yol açacak koşulları oluşturduğunu bildirmişlerdir. Ayrıca, kamu sağlığı yetkilileri pasif içimin yetişkinlerde astımı kötüleştirdiği ve göz, boğaz ve burun tahrişine sebep olduğu sonucuna varmışlardır. Çevreye yayılan sigara dumanı olarak da bilinen pasif içim, sigaranın yanan ucundan çıkan dumanla, sigara içen kişinin nefes verirken çıkardığı dumanın birleşimidir.
Bu arada pasif içicilikten yana şikâyetlerim de var. Son zamanlarda pek çok kanunî önlem alınsa da bazı sorumsuz tiryakiler kendi sağlıklarını düşünmedikleri gibi çevrelerindeki insanların sağlığını da riske atmaktadırlar. Kalabalık mekânlarda sigara içerek halkın sağlığını tehlikeye düşüren bu insanlara karşı alınacak bir önlem de yoktur. Çünkü bu tamamen nezaket ve sorumluluk duygusuyla alâkalı bir meseledir.
Son olarak şunu söylemek istiyorum: Anneler ve babalar, çocuklarınızı sigaradan uzak tutun. Onların yanında sigara içmeyin. Sigara içen kişilerle olan arkadaşlıklarını kontrol altına alın. Son pişmanlık fayda etmez. Tiryakiler sigarayı bırakamıyor. Öyle ise en geçerli çözüm sigaraya sempati duyanlara karşı tiryakiliğe varmadan önlem almaktır.Allah sigara içenleri bu zararlı müptelâdan, onların çevresinde yaşayanları da sigara içenlerin şerrinden korusun.
sabah namazı
03.09.2005 - 19:09SABAH NAMAZINI KIL(MA) MAK! ...
M.NİHAT MALKOÇ
İslam dininin en mühim ibadetlerinin başında gelir namaz…Yüce Rabbimiz namazı Müslüman olmanın şiarı olarak görüyor. Namaz, Hicret'ten bir buçuk yıl önce Mirac gecesi farz kılınmıştır.Namaz ibadeti Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’de yetmiş kez emredilmiştir.
Namazla ilgili olarak Kur'ân’da şöyle denmektedir: 'Gündüzün iki tarafında (sabah ve akşam) ve gecenin(gündüze) yakın saatlerinde namaz kıl; çünkü iyilikler kötülükleri giderir. Bu, ibret alanlara bir öğüttür' (Hûd Suresi - 114. Ayet) …Yine namazla ilgili olarak 'Öyle ise akşama girerken ve sabaha ererken Allah’ı tesbih (etmeniz gerekir) . Göklerde ve yerde, günün sonunda da, öğleye erdiğiniz zamanda da hamd, O’na mahsustur. ” (Rum Suresi-17 - 18. Ayetler) buyuruluyor.
Arapça'da sabah namazına 'salatül-fecr' denmektedir. Günümüzde sabah namazını kaza etmeyen Müslüman göstermek pek mümkün değildir. Hemen hemen takva sahipleri bile bu namazı ömürlerinde birkaç kez kazaya bırakmışlardır. Çünkü sabah namazının vakti uykumuzun en tatlı vaktine tekabül etmektedir.
Bu namazı kılanların önemli bir kısmı da üstüne başına bulaştırmaktadırlar. Yataktan kalktıklarında tuvalete gitme ihtiyaçları olsa da bir an evvel yataklarına dönüp uykularına kaldıkları yerden devam etmek için sıkışık olarak abdest alıp namaza durmaktadırlar. Hâl böyle olunca dört rekatlık namazı kıvrana kıvrana kılmak zorunda kalmaktadırlar. Yani abdestin bozulmaması için ellerinden gelen her türlü manevrayı yapmaktadırlar.
Taharet için zaman ayırmayan kişinin namazı bütün erkânlarına uyarak kılması beklenemez. Onu da alelacele uykuyla uyanıklık arasında pat küt kılmaktadırlar. Durum böyle olunca namazdan beklenen haz alınamamaktadır.
Sabah namazına uyanamayıp güneş doğduktan sonra uyanan bir Müslüman güneşin doğmasından bir süre sonra (kırk beş dakika kadar) sünneti de dahil olmak üzere namazını kaza eder. Öğle vaktine yakın bir zamana kadar geciktirebilir, ancak öğleden sonraya bırakamaz.
Hz. Peygamber sabah ve ikindi namazlarına diğer namazlardan daha çok önem vermiş ve bunların hiç bir zaman kaçırılmamasını tembihlemiştir. Bir hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor: '... Güneşin doğuşundan ve batışından evvelki namazların hiç birisinden alıkonmamak elinizden gelirse, (bunu yapmaya) çalışınız'.
Bir başka hadiste de Resulullah şöyle diyor: “Bir grup melek geceleyin, diğer bir, grup da gündüz ardarda size gelirler ve aranızda kalırlar. Bunlar sabah ile ikindi namazlarında buluştuktan sonra (gündüz) aranızda kalmış olanlar semaya çıkarlar. Rableri kullarının halini en iyi bilen olduğu halde meleklere 'Kullarımı ne halde bıraktınız? ' diye sorar. Onlar da 'Onları namaz kılarken bıraktık, zaten namaz kılarken bulmuştuk' cevabını verirler; Biriniz ikindi namazından bir secdeyi gün batmadan evvel yetiştirecek olursa, namazını tamamlasın. Sabah namazından da bir secdeyi gün doğmadan yetiştirecek olursa, namazını tamamlasın'
Peygamber Efendimiz sabah namazının sünnetine diğer sünnetlerden daha çok önem vermiş ve bunun terkedilmemesini istemiştir. Şu hadis-i şerif bunun önemini bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor: “ Düşman süvarisi kovalasa bile sabah namazının iki rekât sünnetini terketmeyin” Bu önemden dolayıdır ki, diğer namazların sünnetleri kaza olarak kılınamazken, sabah namazının sünneti güneş doğduktan sonra kaza edilebilmektedir. Ancak başka bir hadiste ise cemaat farza durduktan sonra sünnetin terkedilmesi istenerek cemaatin önemi vurgulanıyor: “Farza kametlendikten sonra, farzdan başka namaz kılınmaz'
Rasûlüllah Efendimiz buyuruyor ki: 'Münafıklara sabah ile yatsı namazlarından daha ağır gelen hiç bir namaz yoktur. (Halbuki) bu iki namaz (ın cemaatin) de olan (sevap ve fazileti) bilseler emekleye emekleye, sürüne sürüne de olsa gelip onlara hazır olurlardı'
Yukarıdaki hadisteki ifadeler işin ehemmiyetini fazlasıyla ortaya koyuyor. Oysa en çok ihmal ettiğimiz namazlardır yatsıyla sabah….Yatsı namazını yorgunluğumuzu, sabah namazını ise genelde uykusuzluğumuzu bahane ederek kılmayız. Oysa bunlar şeytanın içimize soktuğu basit gerekçelerden başka bir şey değildir. Bunların mazeret olarak hiçbir kıymeti yoktur. Bunlarla ancak kendimizi kandırabiliriz.
Sabah ezanında diğer ezanlardan farklı olarak şu ilâve kısım okunur: “essalâtu hayrun mine'n-nevm...”…”Yani namaz uykudan hayırlıdır” mealindeki uyarı ifadesi….Bu ihtar her sabah yapılıyor bizlere. Fakat basiretimiz köreldiği için bu haykırışı duyamıyoruz.
Namazların en mükâfatlısı olan sabah namazı vaktinde müminlerin üzerine rahmet ve bereket yağar. Bu rahmet ve bereketten istifade edenlerimiz ne kadar da azdır. Hele havanın soğuk olduğu kış mevsiminde sabah namazını adeta nadasa bırakırız. Kılmamak için onlarca mazeret üretiriz. Şeytan dört bir taraftan sarıp sarmalar bizi. Yatağımızı iyice ısıtır. Kılmamamız için ne gerekiyorsa yapar. Oysa sabah namazını huşu ile kılan insan güne bambaşka bir manevî huzurla başlar. İlâhî vazifesini yapmış olmanın getirdiği rahatlığı tüm hücreleriyle hisseder.
Her tarafın sükûnete büründüğü o mübarek vakitte kuşlar bile kendi dillerince Hakk’ı zikrederken kendini mümin olarak vasıflandıran kişinin beş dakikalık bir ibadeti ihmal etmesi ne kadar hazindir. Sabah namazını kılmamak futbol tabiriyle söylemek gerekirse güne 1-0 yenik başlamak demektir. Günün ilk imtihanını kaybetmektir. Resulullah’ın 'Dünya ve içindekilerden hayırlıdır.' dediği sabah namazını kaçıranların bahanelere sığınması işledikleri günahı örtmez. Sabah namazını ihmal etmek birkaç kez olursa hoş görülebilir. Fakat devamlılık arz ederse ileri sürdüğümüz hiçbir mazeret işlenen günahı örtemez.
Müslüman düzenli yaşayan insandır. Onun ne zaman yatacağı, ne zaman kalkacağı hep planlıdır. Mümin planlarını yaparken Müslüman olduğunu ve inancının gereklerini düşünür ve günün yirmi dört saatini ona göre değerlendirir. Gece yarılarına kadar televizyonun karşısında pinekleyip, sabah namazını terkedip öğleye kadar uyumak müslümana yakışmaz.
E-Mektup: [email protected]
baba
03.09.2005 - 14:06BABA! ...
(Rahmetli Babamın Şahsında Tüm Babalara! ...)
Sen gittin gideli ruhum tarûmar
İnsanlar cihandan acep ne umar?
Terk edilen için ömür bir kumar
O gün bugün günler geçmiyor baba!
Bahçemdeki güller açmıyor baba!
Bir gönülün merkezine har düştü
Yaz ortası yüreğime kar düştü
Hayalimde yüceleşen yâr düştü
Hüzün bedenimden göçmüyor baba!
Bahçemdeki güller açmıyor baba!
Hasret kaldık, aylar geçti sesine
Bülbüller ram olur gül nefesine
Ruhun veda etti ten kafesine
Beden Azrail’den kaçmıyor baba!
Bahçemdeki güller açmıyor baba!
Rengârenk bahardın,ağır kış oldun
Gerçek idin,şimdi bize düş oldun
Gözden akan bir damlacık yaş oldun
Göğümdeki kuşlar uçmuyor baba!
Bahçemdeki güller açmıyor baba!
Cennette saraylar,cehennemde nar
Kimine ağır kış,kimine bahar
Vuslat ötelerde,bize hasret var
Ömür bize ışık saçmıyor baba!
Bahçemdeki güller açmıyor baba!
Bu âleme dair tükendi sözler
Perdeler inince kapandı gözler
Güneşim battı,karardı gündüzler
Huzur,talih bizi seçmiyor baba!
Bahçemdeki güller açmıyor baba!
Rızamızla teslim olduk kadere
Ölüm bizi götürmesin kedere
Bu filmi seyrettik bilmem kaç kere
Kul arzuyla zehir içmiyor baba!
Bahçemdeki güller açmıyor baba!
M.NİHAT MALKOÇ
neşet ertaş
03.09.2005 - 14:05TÜRKÜ BABA…NEŞET ERTAŞ…
M.NİHAT MALKOÇ
Türk müziği tarihten bugüne kadar pek çok büyük isim yetiştirmiştir. Bu dev isimlerin başında gelenlerden birisi de halk müziğimizin yaşayan efsanelerinden olan Neşet Ertaş’tır.
Özellikle günümüz halk müziğini Neşet Ertaş’tan ayrı düşünemezsiniz. Çünkü O, halk türkülerinin babasıdır.Türkü Baba’dır O… Türküler onunla çağlamış ve yüreklere ulaşmıştır. Bilindiği gibi babası da çok meşhur bir halk sanatçısı olan Muharrem Ertaş’tı. O, Orta Anadolu Abdal müziği geleneğinin gelmiş geçmiş en büyük ustalarından birisidir. 1943 yılında Çiçekdağı'na bağlı eski adıyla Abdallar yeni adıyla Gırtıllar köyünde dünyaya gelen Neşet Ertaş, ilerlemiş yaşına rağmen hâlâ sesinden ve yorum gücünden hiçbir şey kaybetmiş değildir. Beste ve güfteleri dilden dile dolaşmaktadır. Aşağıdaki türkü sözleri hangimizin gönül telini titretmez ki? ...
“Sinemde gizli yaramı kimse bilmiyor,
Hiçbir tabip şu yarama merhem olmuyor.
Boynu bükük bir Garibim yüzüm gülmüyor,
Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen? ”
Yedi kardeşi olan Neşet Ertaş, ailenin ikinci çocuğudur ve kardeşlerinden müzikle ilgilenen yoktur. Beş-altı yaşlarında bağlama ve keman çalmaya bağlayan Neşet Ertaş, babası Muharrem Ertaş ile birlikte gittikleri düğünlerde babasına kemanla eşlik ediyordu. Geçimlerini düğünlerde aldıkları paralardan sağlayan Ertaş'lar birlikte sekiz yıl Kırşehir, Nevşehir, Niğde, Kırıkkale, Keskin, Yerköy, Kayseri, Yozgat ve köylerini gezerek bu işi sürdürdüler. Neşet Ertaş bu işlerle uğraşmaktan okula da hiç gidememiştir. Neşet Usta, kendisi gibi bir bağlama ve bozlak ustası olan babası için şöyle diyor:
“Babam sazıynan sesiynen tanınmış engin gönül, hoşgörüsüynen sevilen bir sanatçıydı. Geçinmemizi sazıyla temin ederdi. Anamı Keskin'den almış, kendisi Kırşehirli olmasına rağmen uzun yıllar Keskin'de kalmış, Hacı Taşan’ı yetiştirmiş. Kırıkkale ve Yozgat'ın köylerini, İç Anadolu'nun birçok köylerini sazı omzunda gezmiş, her yerde türküler avazlar bırakmış. 5-6 yaşımda babam beni yanına aldı. Gittiği yerlere beni de götürürdü. Birlikte sekiz yıl Yozgat, Kayseri, Niğde, Nevşehir, Kırıkkale, Keskin ve Yerköy'ü köyleriyle beraber gezip düğünlerde çalardık. Geçimimiz de verilen bahşişlerden olurdu.”
Kırşehir bozkırlarında açan bir çiçektir Neşet Ertaş….O bir gönül adamıdır. Orta Anadolu türkülerine ve bozlaklarına gerek sazı, gerekse sesi ile getirdiği yorum ve icra biçimleri sonucunda ün yapmış, mahallî sanatçılarımızdandır.
Orta Anadolu bozkır türkülerinin, bozlaklarının ve yöresel Türkmen müziğinin günümüzdeki son büyük temsilcisidir Neşet Ertaş…..Yorumda kendisine özgü tavrı ve üslûbu vardır. Bir saz ve söz sultanıdır O…. Yaklaşık yarım asra varan bir süreden beri hakiki mânâda gönül telimizi titreten, ruhumuzu ürperten bu harikulâde ses, Anadolu’nun bağrından yankılanan ezilmişliğin ve horlanmışlığın haykırışıydı.
O, bağlamayı adeta konuşturmuştur. Bu mânâda O, tabir caizse bir ses mühendisidir. Olağanüstü bir gırtlak zenginliği vardır. Sesini kullanmada büyük bir beceri sahibidir. Aşıklık geleneğine katkıları büyüktür. Yerel kültürü şehre taşıması, onun bir antropolog gibi kültürü yaşayıp yaşatması bariz hususiyetleri arasında gösterilebilir. Bu özellikleriyle o çağımızın Karacaoğlan’ıdır. Kendine ait güftelerinde de “Garip” mahlâsını kullanıyordu. Aşağıdaki türkü sözleri onun aynı zamanda iyi bir şâir,söz üstadı olduğunu gösteriyor:
“Gönül dağı yağmur yağmur, boran olunca
Akar can özümden sel gizli gizli
Bir tenhada can cananı bulunca
Sinemi yaralar yâr oy yâr oy dil gizli gizli”
Neşet Ertaş, yaşadığı hayat itibariyle mâziye bağlı ve geleneğe hâkimdir. Fakat beste yaparken günümüzün gidişatını ve ihtiyaçlarını da dikkate almıştır.Müthiş bir müzik kabiliyeti vardır. Sanki “türkü işte böyle söylenir “ demek için bu dünyaya teşrif etmiştir. Müziğimizin bugünüyle alâkalı görüşü sorulduğunda şu cevabı vermiştir: 'Halk müziği ölümsüzdür. Yeter ki yürekten okuyan, yürekten çalan olsun. Şu anda çalan olsun okuyan olsun verimlilik göremiyorum.'
Bugün her alanda olduğu gibi müzikte de büyük bir yozlaşma ve dejenerasyon sancısı yaşıyoruz. Modern müzik kisvesiyle ne idüğü belirsiz hilkat garibesi babından eserler çalınıp söyleniyor. Bunlar geleneksel müziğimizi baltalıyor. Yeni nesiller o muhteşem türkülerden yoksun büyüyor. Neşet Ertaş, Hacı Taşan, Çekiç Ali, Bayram Aracı, Muharrem Ertaş, Neriman Tüfekçi ve Muzaffer Sarısözen gibi halk müziğinin gerçek devleri mâzinin karanlığına gömülüyor. Bu değerleri yaşatmazsak yozlaşma ve kültürel depremler şiddetlenerek devam edecektir. Bu da millî hususiyetlerimizi alıp götürecektir. Bizi bize bağlayan çimento kabilinden ortak değerlerimiz yok oldukça millet olarak yaşayabilme imkânlarımız azalacak ve parçalanma riski ve endişesi içimizi kemirecektir.
Türkü Baba(N.E.) hâlâ misyonunu sürdürüyor. İlerleyen yaşına rağmen mahallî kültür ile şehir kültürü arasında köprü olmaya devam ediyor. Böyle büyük ustaların varlığı birliğimizin garantisidir. Ömürleri uzun olsun.
lev nikolaevich tolstoy
02.08.2005 - 00:47RUS YAZAR TOLSTOY VE HZ.MUHAMMED(S.A.V.)
M.NİHAT MALKOÇ
İslâmiyet üzerinde görüş beyan eden pek çok müsteşrik vardır.Hakikati teslim eden bu âlim ve sanatkârlar, müslümanlık, Allah ve İslâm peygamberi Hz.Muhammed(SAV) hususlarında düşüncelerini ifade etmişlerdir.
Rus edebiyatının unutulmaz isimlerinden biri olan Tolstoy da Resulullah Efendimizle alâkalı güzel sözler söylemiştir. Büyük Rus yazarı Lev Nikolayeviç Tolstoy, “Savaş ve Barış”, “Anna Karanina”, “Diriliş” gibi dünya klasiklerinin yazarıdır.
Tolstoy, İslâm’a ilgi duyduğu için,1908 yılında, Abdullah El-Sühreverdi’nin Hindistan'da basılmış “Hz. Muhammed'in Hadisleri” kitabını okumuştur. Okuduğu hadislerden bir kitapçık tertip etmiş, bunu Rusya'nın “Posrednik” adlı yayınevinde bastırmıştır.Resulullah Efendimizin özellikle şu hadisleri Tolstoy’u etkilemiştir:
“Hakikat insanlar için ne kadar acı olsa da, hakikati söyleyin.”
“Hiç kimse öfkesini yutmaktan daha güzel bir içki içmemiştir. ”
“Çok fazla yiyip içerek kendi kalbinize yüklenmeyin. ”
“Sizden biriniz, kendisi için arzu edip istediği şeyi, din kardeşi için de arzu edip istemedikçe, gerçek anlamda iman etmiş olmaz. ”
“Ölüm bir köprüdür, dostu dosta kavuşturur. ”
“İşçinin hakkını alnının teri kurumadan veriniz. ”
Karakutu Yayınları tarafından okuyucuya sunulan “Hz. Muhammed: Bilinmeyen Kitap”, Arif Arslan tarafından dilimize çevrilmiş…Tolstoy’un dinimizle ve Peygamberimizle ilgili böyle güzel ifadelerle dolu bir eser kaleme alması İslâm’ın tanıtılması açısından bir şanstır.Fakat bunun İslâm âlemi tarafından müspet yönde kullanıldığı söylenemez.Her zamanki gibi “görmedim,duymadım,söylemedim” mantığıyla hareket ediyoruz.
Kitabın editörü Azerî yazar Prof. Dr. Telman Hurşidoğlu Aliyev, Tolstoy’un Müslümanlığa ve bu dinin önderi Hz.Muhammed’e yaklaşımıyla ilgili şu çarpıcı değerlendirmeyi yapıyor:
“Rus halkı ve özellikle Rus aydınları, L. N. Tolstoy'u ilâhî bir kuvvete sahip gibi seviyorlardı ve onun İslamiyet’i kabul etmesinin duyulmasının Rus toplumu içinde İslam'a güçlü bir akım başlatabileceğini biliyorlardı. Bu yüzden de Tolstoy'un Hz.Muhammed'in hadislerinden derlediği kitapçığını KGB gibi Rus istihbarat birimleri gizli tutmaya, unutturmaya ve basılmasını engellemeye çalışıyorlardı. Tolstoy, bu risale (kitapçık) ile Rus okurlarını, Hz. Muhammed'in hadisleriyle tanıştırmıştır. Hadislerden seçtiği konularda “fakirlik” ve “eşitlik” gibi kavramları esas almış, Rus halkına ve onları aldatanlara bir ders verir nitelikte olmasına özen göstermiştir.
Tolstoy, seçip kitapçık haline getirdiği bu hadislerle, gerçek adalet ve eşitliğin, gerçek kardeşlik ve fedakarlığın yerinin İslam olduğu, hatta insana saygı ve sevginin ve daha ötesinin de yerinin yine İslam olduğunu vurgulamak istemiştir...”
Tolstoy gibi evrensel bir kalemin İslâmî hakikatleri benimsemesi ve övmesi bu dinin mensupları olan bizleri fevkalâde sevindirmelidir.Çünkü Hıristiyan âleminin baş tacı ettiği Tolstoy, İslâm güneşinin Avrupa’da,Rusya’da veya daha geniş mânâda dünyada doğması için bir fırsat ve şanstır.Tolstoy, Hz.Muhammed(SAV) ile ilgili şu görüşlere yer veriyor eserinde:
' Muhammed her zaman Evangelizm'in (Hıristiyanlığın) üstüne çıkıyor. O, insanı Allah saymıyor ve kendini de Allah ile bir tutmuyor. Müslümanların Allah'tan başka ilahı yoktur ve Muhammed onun peygamberidir. Burada hiçbir muamma ve sır yoktur.'
' Bunu söylemek ne kadar tuhaf olsa da benim için Muhammedilik, Haç'a tapmaktan (Hıristiyanlıktan) mukayese edilemeyecek kadar yükseklikte duruyor. Eğer insan, seçme hakkına sahip olsaydı, aklı başında olan her bir insan, şüphe ve tereddüt etmeden Muhammediliği, tek Allah'ı ve onun peygamberini kabul ederdi. '
“Kalbimizde Allah'ın nuru vardır, onun adı da vicdandır”
“Müslümanlık Hıristiyanlık karşısında üstündür.”
Tolstoy, 82 yaşında eşiyle yaşadığı geçimsizlik ve kavgalar yüzünden evini terk etti. 20 Kasım 1910’da Odesa-İstanbul üzerinden Bulgaristan’a gitmeye çalışırken zatürreeye yakalandı ve Astapova’da metruk bir tren garında hayata veda etti. Vasiyeti sebebiyle Yasnaya Polyana’daki çiftliğinin sessiz ve gölgeli bir yerine gömülmüştür.
Tolstoy’un Resul-i Ekrem Efendimizle ve yüce dinimiz İslâmla ilgili birbirinden kıymetli görüşlerinin dünya kamuoyuyla paylaşılması gerekir.Bunu başarabilirsek üç yüz milyonluk Rus âlemi ve onun kat kat fevkinde olan Hıristiyan âlemi teslis inancının zehrinden kurtularak hakikatle yüzleşmiş olacaktır. Ama öncelikle bu kıymetli kitabı kendimiz alıcı bir gözle ve dikkatlice okumalıyız. Sonra da okutmalıyız.
şair
27.07.2005 - 14:14ŞÂİRLİK MESLEK MİDİR?
M.NİHAT MALKOÇ
Yürek ve duygu işçisidir şâirler… Dış dünyayı geniş ufuklarıyla algılayarak insanlığa sunarlar. Üçüncü gözleri vardır onların… Bizim iki gözle göremediklerimizi onların üçüncü gözü görür. Yürek gözü de diyebiliriz buna…Kelimeleri hamur gibi yoğurur şâirler… Onlara sözlüklerde yazmayan gizli mânâlar yüklerler. Kendilerine mahsus yürek lügatleri vardır onların… Kelimeler raks eder dillerinde… Her bir harflerinde onlarca çiçek açar. Kelimeler, şiir bahçesinin iri gülleridir. Şiirler gönül tarlasının mahsulü…
Rahmetli Cemil Meriç şâirler için şöyle derdi: “Gözyaşlarından inci yapmak... Şairin kaderi bu... Bu incilerin bir sevgili kâkülünde parıldadığını görebilmek de en büyük mükafatı...” Şâirlerin silahı kelimelerdir.Fakat bu silâhın şarjöründe kurşun değil sevgi saklıdır.Yüreklere sıkılır sevgi mermileri..Fakat bunlar muhatabını öldürmez, aksine güldürür. Fakat karşılık göremezse süründürür.
Kur’an’da şâirlerle ilgili Şuara Suresi vardır. O surede şâirlerle ilgili şöyle denir: “Şâirlere ise haddi aşan azgınlar uyarlar… Görmez misin ki onlar, her vadide şaşkın şaşkın dolaşırlar ve yapmadıkları şeyleri söylerler… Ancak iman edip salih amel işleyen, Allah’ı çok anan ve haksızlığa uğratıldıktan sonra öçlerini alanlar başka… Zulmedenler hangi akıbete uğrayacaklarını göreceklerdir.(Şuara (Şairler) Suresi 224-227.Ayetler)
Bu sure İslâm’a cephe almış şâirleri zemmediyor. Bunu son ayette görebiliyoruz. Yoksa bazı kaba softaların dediği gibi şiir İslâm’da yasaklanmamıştır. Bunun böyle bilinmesi gerekir. Keza İslâm şiiri yasaklasaydı Mehmet Akif gibi bir Allah dostu şiir yazar mıydı? Mühim olan yazdıklarımızın muhtevasıdır.
Zaman zaman şu sorulur: “Şâirlik bir meslek midir,yoksa boş zamanlarımızı dolduran zevkli bir uğraş mı? ..” Bu soruya cevap vermeden evvel meslek kavramını açıklığa kavuşturmak lâzımdır. Nedir meslek? Türk Dil Kurumu’nun çıkardığı Türkçe Sözlük’te meslek için şunlar yazıyor: “Bir kimsenin geçimini sağlamak için yaptığı sürekli iş…”
Demek ki meslek para getiren bir vasıtadır. Yani kişi mesleği sayesinde karnını doyurur. Vaktini ona ayırdığı için başka bir iş yapmaz. Ekmeğini o yolla kazanır. Peki günümüzde veya dünümüzde geçimini yazdığı şiirlerle sağlayan bir isim gösterebilir misiniz? Halk ağzıyla söylemek gerekirse, yazdığı şiirlerle köşeyi dönerek zengin olan bir şâiri yazmış mıdır tarih?
Yahya Kemal,Orhan Veli,Mehmet Akif,Necip Fazıl şiir yazarak mı geçimini sağlamıştır? Buna “evet” demek hakikatleri perdelemekten başka ne anlama gelir ki? Şâirler, ömürleri boyunca yarı aç,yarı tok yaşayıp gitmişlerdir. Refah içerisinde yaşayan şâirlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır.Geçim sıkıntısı çekmeyen şâirlerden biri Necip Fazıl Kısakürek’tir. O da babadan kalan mirasıyla mamur yaşamıştır. Yoksa “Çile” adlı şiir kitabının satış hasılatı onu zengin etmemiştir. Aksine kitaplarını bastırmak için yüklü miktarlarda parayı hiçbir beklenti gözetmeden, körü körüne, eserlerine harcamıştır.
Türk şiirinin abide isimlerinden olan Yahya Kemal Beyatlı şiirlerini ömrü boyunca iki kapak arasında görememiştir. Yani şiir kitapları kendisinin ölümünden sonra basılabilmiştir. Gerçi bu durum daha çok şâirin mükemmeliyetçi bir anlayışa sahip olmasından kaynaklanmıştır. Hiçbir şiirini tamamlanmış kabul etmiyordu. Zaman zaman şiirleri üzerinde çalışıp ufak tefek değişiklikler yapıyordu. Fakat bunun maddî sebepleri de var şüphesiz…Zamanında bu kadar beğenilen bir şâir şiirden beş kuruş para kazanamamıştır.
Türk şiirinin serbest dalda üstadı sayılan Orhan Veli,ömrü boyunca beş parasız yaşamıştır. Bir şişe rakı alacak parayı bulmada zorlanmıştır. Çevresinden borç alarak günü kurtarma peşinde koşup durmuştur. Keza Cahit Sıtkı’nın ve Ziya Osman Saba’nın ondan farkı yoktur.İstiklâl Marşı’mızın millî şâiri olan Mehmet Akif Ersoy kış soğuklarında sırtına bir palto alacak para bulamamıştır. O kadar şöhretli bir insanın yazdığı onca şiir bir palto etmemiştir.
Bütün bunlar gösteriyor ki şâirlik bir meslek değildir. Çünkü şiir belli bir zamanla ve mekanla sınırlandırılamaz.Bazen gece yarısı,bazen kuşluk vakti kaleme sarılır şâirler…Onlar için zaman ve mekan sınırlaması mevzubahis değildir. Belli bir süre zihinde olgunlaşan hisler kemale erince şiir olup çıkar iki dudak arasından….Buna kem vurmak,ezip büzmek mümkün değildir.Şiirin doğuşunun maddeyle ve parayla alâkalı tarafı yoktur.
Gazetecilik ve yazarlık bir meslektir ama şâirlik hiç de öyle değil. Günümüzde büyük gazetelerde kalem oynatan köşe yazarları yüklü miktarlarda para kazanıyorlar. Hatta tıpkı şöhretli futbolcular gibi başka bir yayın organına geçtiklerinde milyon dolarlarla telâffuz edilen transfer ücreti alıyorlar. Gündemin nabzını tutan bir kitap milyarlar kazandırıyor. Fakat güzel bir şiir yazan şâirin bu işten büyük paralar kazandığını duyan oldu mu?
Peki duygu işçisi olan şâirler bunca çilelere ve ruh burkuntularına karşılık ne elde ederler? Şâirlerin şiir yazarken bir beklentileri olmaz zaten. İçindeki sancıları, ruh dünyalarında biriken his tortularını gün yüzüne çıkarıp efkâr-ı umumiyeyle paylaşmak için yazarlar. Zaten bir çıkar için yazılan şiir, şiirsel incelikleri taşıyamaz. Birilerine yaranmak için yazılan gündelik ısmarlama manzume olmaktan öteye gidemez. Bu da şâirane üslûbu ortadan kaldırır.
Şâirlik iyiki meslek değildir.Şayet meslek olsaydı duyguların samimiyetinden şüphe ederdik. Çünkü bir işin içine gönül yerine para girdi mi samimiyet koşar adım uzaklaşır. Oysa şâirler yüreklerini koyuyorlar ortaya… Onların tek ve en büyük sermayeleri sevgidir. Böyle evrensel bir sermayesi olanın cihanda sırtı yere değmez. Unutulmamalıdır ki şiiri ve şâirleri sevdikçe insanî hususiyetlerimiz inkişaf eder.
türküler
26.07.2005 - 18:49ÂH BU TÜRKÜLER TÜRKÜLERİMİZ! …
M.NİHAT MALKOÇ
Toplulukları millet hâline getiren unsurların başında millî ve manevî değerler gelir.Bunları yaşadıkça ve yaşattıkça milletçe kenetleniriz.Nasıl ki çimento taşları sıkı sıkıya birbirine bağlarsa örf ve adetler,kültürel birikimler de değişik unsurlardan meydana gelen toplulukları birbirine bağlar.
Türküler bu değerlerin sese bürünmüş, nağmelere gömülmüş,notalarla örülmüş hâlidir. Türküler bizim sesimiz,yürek burkuntularımızdır çoğu zaman…Türküler Anadolu demek….O coğrafyada acıları bal eden ve tahammülü destanlaşan şahsiyet abidelerinin gönül çağlayanı…Sinelere hapsedilen aşkların dilidir türküler…Kerem’in Aslı’sına,Mecnun’un Leylâ’sına,Ferhat’ın Şirin’ine,Tahir’in Zühre’sine söylediği yürek mektuplarıdır onlar…
Ege türküleri yiğitlik,Akdeniz türküleri melânkoli,Orta Anadolu türküleri hüzün,Doğu ve Güneydoğu Anadolu türküleri ağıt,Karadeniz türküleri kıpır kıpır hareket ve hayata bağlılık duygularıyla örülüdür.Her bölgenin türküleri ayrı bir yönümüzü işler nağmelerin sihirli atmosferinde…
Türküler beni benden alır,bambaşka dünyalara götürür.Bir uzun havada hüzünlenirim…. “Oy Trabzon Trabzon İçin Kalaylı Kazan” türküsü memleket özlemimi doruğa çıkarır.Yozgat Sürmelisi’nde sevdam alevlenir. Dedim ya türküler beni bana bırakmaz.Vaktiyle türkülere ilişkin hislerimi “Âh bu Türküler! ” adlı şiirimde şöyle dile getirmiştim:
“Anadolu’muzun dili, gönülde harman türküler
Soframda tuzum ekmeğim yarama derman türküler
Yaslı nağmelerde hasret, mazluma ağıt türküler
Akan gözyaşımı dindir, efkârı dağıt türküler
Kerem’i nâra yandıran,yürekte Aslı türküler
Onulmaz dertlere salan,elemli, yaslı türküler
Gurbetten sılaya nâme,ruhuma akar türküler
İbrahim’in ateşinde sinemi yakar türküler
Gönülden gönüle köprü, kıtalar bağlar türküler
Gül bahçesi yangın yeri, bülbülü dağlar türküler
Edirne’den Kars’a kadar,yürekte gezer türküler
Sevgi deryasında yunup düşlerde yüzer türküler
Mehtabın koynuna girip her gece yatar türküler
Can evime mihman olup cana can katar türküler
Şu bahtsız gönlümü alıp zindana koyar türküler
Seyyid Nesimi misali derimi soyar türküler
Dün,bugün,yarın fark etmez, her çağda yaşar türküler
Önünde engel tanımaz bendini aşar türküler
Gözlerimden süzülen yaş, sazımda teldir türküler
Buram buram hasret kokan, bahçemde güldür türküler”
Adamı işte böyle söyletir türküler….Böyle yakar sevda ateşini…Efkâr bırakırlar sinemizin derûnunda…Ezilmişliğin haykırışıdır türküler…Bazen isyan,bazen buram buram sevgi kokarlar…Neticede hayat kazanında pişirir, bizi biz yaparlar…
Türkülerin bağrı yanık çocuklarıyız biz…Hissedip de ifade etmekte zorlandığımız duyguların tercümanıdır türküler…Türküler yalan söylemez hiçbir zaman …Hile,riya,gurur nedir bilmezler…Yürek dağlarından kopup gelen bengisu çağlayanıdırlar…
Globalleşen dünyaya meydan okuyan millî sesimizdir türküler…Batı kökenli her türlü müziğe rakiptirler.Daha doğrusu pop müziğinin saçtığı zehiri izale ederler.Onların sıcaklığını ancak ana kucağında bulabiliriz.Onları yok edemez hiçbir güç…Çünkü yürek devletinin başkentidir türküler…En son başkentler düşer.
Yaşamak da uzun bir türkü değil midir zaten? …Bazen coşkulu,bazen hüzünlü,bazen deli dolu…Türk’ü anlatır türküler…Onun yere göğe sığmayan engin muhayyilesini ifade ederler. Özümüzdür,sözümüzdür,ayı kıskandıran nurlu yüzümüzdür türküler….
Çocuklarımızı türkülerle büyütelim….Türkü ikliminde büyüyen nesiller daha hoşgörülü ve sevecen olur. Pop onların ruhunu asabileştirir. Çünkü pop bu toprağın mahsulü değildir. Yaşasın bu toprağın bin yıllık sahibi Türkler ve Türk’ü anlatan türküler…Ebedî ezgimiz olsunlar.
erzincan
04.07.2005 - 00:10AĞLAR BAŞBAĞLAR
“Başbağlar’ın 33 Şehidine Rahmetle…”
Civanlar vurulur,hain kin kusar
Mermi konuşunca insanlık susar
Dağın yamacından kasırga eser
Hainler gülerken ağlar Başbağlar
Yaralı yüreği dağlar Başbağlar
Damardan akar da kan oluk oluk
Gönül yas içinde,benizler soluk
Mümine bayramdır Hakk’a yolculuk
Hainler gülerken ağlar Başbağlar
Yaralı yüreği dağlar Başbağlar
Dünya bizim için dert otağıdır
Kabir Hak dostuna İrem bağıdır
Ölüm hakikatte gençlik çağıdır
Hainler gülerken ağlar Başbağlar
Yaralı yüreği dağlar Başbağlar
Göğün yücesinden nur iner yere
Günlerce durulmaz kan akar dere
Biz bu filmi gördük bilmem kaç kere
Hainler gülerken ağlar Başbağlar
Yaralı yüreği dağlar Başbağlar
Vampirler ruhunu kanla doyurdu
Vahşet canı candan çekip ayırdı
Ermeni’nin dölü böyle buyurdu!
Hainler gülerken ağlar Başbağlar
Yaralı yüreği dağlar Başbağlar
Güller boyun büktü,kana bulandı
Bebelerin gözü yaşla sulandı
Bir gece yarısı yürekler yandı
Hainler gülerken ağlar Başbağlar
Yaralı yüreği dağlar Başbağlar
Nefret bahçesine beyaz gül dikin
Yürek bozkırına muhabbet ekin
Kurusun kökleri,tarih olsun kin
Hainler gülerken ağlar Başbağlar
Yaralı yüreği dağlar Başbağlar
Gönlüm kaldıramaz hicran yükünü
Kim kurutabilir Türk’ün kökünü
Hayalimi süsler ceddin akını
Hainler gülerken ağlar Başbağlar
Yaralı yüreği dağlar Başbağlar
Silahı kuşanmış mayası bozuk
Dost yüzlülerden yedik hep kazık
Türk-İslâm ülküsü ruhlara azık
Hainler gülerken ağlar Başbağlar
Yaralı yüreği dağlar Başbağlar
Bir güneş doğacak,karanlık gebe
Emin adımlarla aşılır tepe
Çabuk büyü,yürü; hesap sor bebe
Hainler gülerken ağlar Başbağlar
Yaralı yüreği dağlar Başbağlar
Gönül surlarında açılır gedik
Hakikat burcunda her dem “Hak” dedik
İninden çıkmış da ötüyor hödük
Hainler gülerken ağlar Başbağlar
Yaralı yüreği dağlar Başbağlar
Göz görür vahşeti,yürek kan ağlar
Kırağı çaldı da bozuldu bağlar
Mazlumun sesine ses verir dağlar
Hainler gülerken ağlar Başbağlar
Yaralı yüreği dağlar Başbağlar
Rüzgâr ekenler hep fırtına biçer
İnsan dost elinden zehir de içer
Gün doğar ufuktan,karanlık göçer
Hainler gülerken ağlar Başbağlar
Yaralı yüreği dağlar Başbağlar
Sözü geçmez olmuş evde eşine
Takılmışlar çulsuz,itin peşine
İstesek koyarız sansür düşüne
Hainler gülerken ağlar Başbağlar
Yaralı yüreği dağlar Başbağlar
Bozbulanık sular durulur bir gün
Hesap terazisi kurulur bir gün
Kahpenin hesabı sorulur bir gün
Hainler gülerken ağlar Başbağlar
Yaralı yüreği dağlar Başbağlar
M.NİHAT MALKOÇ
Recep Bilginer
04.07.2005 - 00:09TİYATRO YAZARLARININ DUAYENİ: RECEP BİLGİNER
M.NİHAT MALKOÇ
Tiyatro hayatın sahnede canlandırılmasıdır bir bakıma…İnsanlık var olduğundan beri tiyatro da var olmuştur.Fakat zamanla değişmiş,başkalaşmış ve her geçen gün gelişmiştir.
Türk tiyatrosu Osmanlı’dan günümüze kadar her geçen gün hızla gelişerek bugünlere gelmiştir.Cumhuriyetten evvel,daha çok geleneksel Türk tiyatrosu mevcuttu.Cumhuriyetle beraber tiyatromuzda da diğer alanlarda olduğu gibi batılılaşma açılımları gerçekleşmiştir.
Tiyatromuzun bugünlere gelmesinde en büyük katkıyı sağlayanlardan birisi hiç şüphesiz ki Muhsin Ertuğrul’dur. 1927'de, Darülbedayi'nin başına geçen Ertuğrul kısa zamanda tiyatromuzun batıyla bütünleşmesini sağlamıştır.
Günümüzde tiyatrolarımızın en büyük meselelerinden birisi yerli oyunların azlığıdır.Türk Milleti çok derin bir kültürel geçmişe sahiptir.Çağlar açıp kapayan bir neslin evlâtlarıyız biz…Fakat gelin görün ki yıllardan beri Batılı yazarların yazmış olduğu oyunlara mahkûm tiyatromuz…
Türkiye’de niçin yeterince yerli oyun yazıl(a) mıyor? Yeni yetme bir millet olmadığımıza göre bunun sebeplerini araştırarak nerede hata yaptığımızı gün yüzüne çıkarmalıyız.
Konu mu yok yazacak….Bu kadar savaşlar geçirmiş,bu kadar medeniyetler kurmuş bir millet,yazacak konu bulamıyorsa doğru dürüst bir tarihî geçmişi olmayan Amerika gibi milletler ne yapsın? Aksine onlar bu hususta bizden kat kat ilerden gidiyorlar.
Bu konu da nerden çıktı diye düşünmüş olabilirsiniz.Biliyorsunuz ki Türk tiyatrosunun önemli oyun yazarlarından birisi olan Recep Bilginer geçtiğimiz günlerde(17 Haziran 2005 Cuma) geçirmiş olduğu kalp krizi sonucu 83 yaşında iken aramızdan ayrıldı.Gazeteci ve tiyatro yazarıydı O…Kimdi Recep Bilginer? Ne kadar tanıyorduk onu? …Dilerseniz bir hatırlatalım…
1922'de Adana'da doğan Bilginer, İstanbul Gazetecilik Enstitüsü'nü bitirdi. Gazetecilik mesleğine 1944'te Vatan gazetesinde başlayan Bilginer, Akın ve Tasvir gazeteleriyle Düşünce ve Yeni Çağ adlı dergileri çıkardı. Daha sonra tarihsel konulu oyunlar yazmaya başlayan Bilginer'in pek çok oyunu İstanbul Şehir Tiyatrosu ile Devlet Tiyatroları tarafından sahnelendi. Yunus Emre İlme Hizmet Vakfı Ödülü ile Türk Dil Kurumu Oyun Ödülü sahibi de olan Bilginer, “İsyancılar”, “Sarı Naciye”, “Yunus Emre”, “Mevlâna” adlı oyunlarla “Politikada Bir Sarıçizmeli”, “Hapiste Bir Gazeteci” ve “Zenginler Hükümeti” gibi kitapların yazarıydı.
Pek çok oyunu sahnelenmişti Bilginer’in…Bu oyunlardan birisi de “Yunus Emre” adını taşıyordu.Geçtiğimiz yıllarda Trabzon Devlet Tiyatroları Haluk Ongan Sahnesi’nde gösterilmişti.Fakat beğenmemiştim bu oyunu….Adından da anlaşıldığı gibi Yunus Emre’nin hayatını anlatıyordu bu oyun…
Bildiğiniz gibi Yunus Emre 13.yüzyılda yaşamış bir mutasavvıftır.Ömrünü Allah yolunca geçirmiştir.Sevgisinin merkezinde hep Allah vardır.Diğer varlıkları da Allah’ın kulu oldukları için sevmiştir.Bunu da “Yaradılanı hoş gör Yaratandan ötürü” dizesiyle dile getirmiştir.
Fakat Recep Bilginer yazmış olduğu biyografik tiyatro eserinde Yunus’u tabir caizse tam bir zampara olarak tasvir etmiştir.Oyun boyunca genç ve güzel kızlarla hemhâl etmiştir Yunus’u….Oysa Yunus’un şiirlerindeki aşk Allah aşkıdır.Onu Karacaoğlan gibi mecazî aşklarla meşgul göremezsiniz.Çünkü o bir veli âşıktır.Başka türlü davranması da mümkün değildir.
Oyunun ilerleyen bölümlerinde de Yunus Emre’yi Batılı mânâda insanı putlaştıracak derecede kutsayan bir hümanist olarak sunmuştur tiyatro severlere…Bu bir bakış açısıdır elbette.Fakat bu bakış açısı gösteriyor ki Bilginer Yunus’u ya hakkıyla tanıyamamış ya da fikrine alet etmiştir.
Recep Bilginer,yazdığı kıymetli eserlerle yerli oyun boşluğunu dolduran bir kalemdi.Hakikaten yerli eser hususunda çok büyük boşluklar var tiyatro sahasında….Bu millet yabancı oyun seyretmekten bıktı artık…İçimiz dışımız Shakespeare ve Moliere oldu. “On İkinci Gece”, “Cimri”…Hep aynı şeyler….Sıktı bizi,cendereye soktu…Tamam bu oyunların kalitesine diyeceğimiz yok.Fakat hep de aynı aş ısıtılıp ısıtılıp insanların önüne koyulmaz ki….Meselâ Haldun Taner’in “Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım” adlı oyunu çocukluğumdan beri oynanır durur.Nerdeyse benden yaşlı bir oyun….Ezberledik satır satır…
Recep Bilginer’in aramızdan ayrılması tiyatromuz için çok mühim bir kayıp….Kaliteli yerli oyun kıtlığının hat safhaya ulaştığı bu zaman diliminde ona çok ihtiyacımız olacak.Fakat onu takip edecek yeni isimler,bu boşluğu doldurmak için gayret sarfedecektir.Büyük devletlerde gidenlerin yerini dolduracak isimlerin olması kaçınılmazdır.Aksi takdir de o devletin ve milletin büyüklüğü kuru bir sözden öteye gidemez.Recep Bilginer aramızdan ayrılsa da bugüne kadar yazmış olduğu oyunlar,bundan sonra da oynanmaya devam edecektir.O oyunlar oynandıkça da Recep Bilginer sevenlerinin yüreğinde yaşayacaktır.
kazım koyuncu
25.06.2005 - 19:33KARADENİZ'İN ASİ ÇOCUĞU: KÂZIM KOYUNCU
M.NİHAT MALKOÇ
İnsanları birleştiren bir kısım unsurlar vardır.Bu unsurlardan biri de müziktir.Müziğin dili de kanaatimce evrenseldir.Tabiki siyasî içerikli müzikleri bunun dışında kabul ediyoruz.Çünkü o tarz müziklerde farklı gayeler bulunabilir.
Karadeniz müziği de ülkemizin zengin müzik yelpazesinin bir parçasıdır.Bu müziğin ana enstrümanı kemençedir.Bunun dışında tulum da özellikle Artvin taraflarında yaygın olarak kullanılır.
Ülkemizde farklı ırklardan insanların bulunduğu bir gerçektir.Fakat hepimiz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı ortak paydasında birleşiyoruz.Zaten bugünkü dünyamızda saf bir ırktan oluşan devlet ve millet göstermek mümkün değildir.Bu belki gerekli de değildir.Zira bir cihan imparatorluğu olan Osmanlı'da onlarca ırktan insanlar ortak bir eksende daha mutlu ve refah içinde yaşamanın mücadelesini vermişlerdir.Bu mücadele altı asrı aşkın bir süre başarılı bir biçimde devam etmiştir.
Müzikte de farklı renklerin olması bir zenginliktir.Aksi hâlde yeknesak ve sıkıcı olur.Bundan dolayı farklı dillerde müzikler yapılmaktadır ülkemizde…Bu dillerden birisi de Lazca'dır.Fakat gerçekten kendi grameri ve kelime dağarcığı olan Lâzca'dan bahsediyoruz.Hani yaygın bir yanlış kanı vardır ya…Karadeniz'de yaşayanları Laz olarak nitelerler.Onların konuşmalarına da Lazca derler.Oysa Karadeniz'de sadece Rize ve Artvin civarında az miktarda Laz vardır.Bunlar kendi aralarında Lazca konuşurlar.Fakat ırklarını asla ön plana çıkarıp tartışma konusu yapmazlar.Kardeşçe yaşarlar…Zira bu devlet hepimizindir.Herhangi bir ayrım yapmak ihanettir.
Kansere yenilerek ebediyete göçen Kâzım Koyuncu da Laz müziği yapan değerli bir insandı.Çok kaliteli ve özgün müzikler yapıyordu.Kaçkarlar'ın gür sesini Türkiye'ye ve dünyaya duyuran bu yürekli insan,Karadeniz ezgilerine hayat veriyordu. Peki kimdi Kâzım Koyuncu? ...Biraz daha yakından tanıyalım merhumu….
Hopa'da 1972 yılında doğan Koyuncu, müziğe ortaokul birinci sınıfta mandolin çalarak başladı. İstanbul'a üniversite eğitimi için geldikten sonra müzikle yoğun olarak uğraşan Koyuncu, 1992'de profesyonel müzik yaşamına geçti. Karadenizli genç şarkıcı Kazım Koyuncu, Türkiye'nin ilk laz-rock grubunu kurmuştu.
Türkiye'nin ilk laz-rock grubu olan 'Zuğaşi Berepe' yi kuran Koyuncu, bu grupla 1995'te 'Va Mişkunan' (Bilmiyoruz) , 1998'de de 'İgsaz' (Gidiyor) isimli albümleri yaptı.
Koyuncu, 1998'in sonunda 'Zuğaşi Berepe' nin dağılmasının ardından tek başına müziğe devam etti ve 'Salkım Söğüt' isimli projelerin ikincisinde üç şarkıyla yer aldı.
Kazım Koyuncu, 2001 yılında ilk solo albümü 'Viya' yı çıkardı. Daha sonra bir TV kanalında yayınlanan ve çok sevilen 'Gülbeyaz' adlı dizinin hem müziklerini yapan, hem de dizinin bazı bölümlerinde oyuncu olarak görev alan Koyuncu, 'Sultan Makamı' dizisinin de müziklerini hazırladı.
İkinci solo albümü 'Hayde' yi Nisan 2004'te çıkaran Koyuncu, yaklaşık altı aydan beri kanser hastalığıyla mücadele ediyordu.
Çok genç yaşta ayrıldı aramızdan Koyuncu….Henüz 33 yaşında iken….Yaşasaydı kim bilir neler yapacaktı.Karadeniz ezgilerini dünyanın öbür ucuna taşıyacaktı.
Geleneksel Karadeniz çalgıları olan kemençe, tulum ve kavalın yanı sıra zamanın sesleri olan gitarlar da Kâzım Koyuncu'nun müziğini besliyordu.
Kanser asrımızın vebası…Son yıllarda kanser vakalarında hızlı bir artış var.Kimin ne zaman kanser olacağı belli değil.Hepimizde bir korku var kansere dair! ...Ya sıradaki bensem…Kim bilir,kader deyip geçiyoruz.Acaba bu kadarı da kader mi? Çernobil'den sonra kanserden ölen kişilerin sayılarının artması tesadüf mü? Parça parça ölüyoruz.
Uzun saçlı,yakışıklı ve sempatik insan Kâzım Koyuncu yok artık aramızda…Tekrarı yok bu filmin….Onu yaşatacak tek şey var… O da kısa ömrüne sığdırdığı birbirinden güzel müzikler…Müziğin sıradanlaştığı ve üretkenliğin azaldığı bu dönemde onu kaybetmek üzücü…Fakat onun yolundan gidecek ve bu alanda yeni ezgiler üretecek yeni insanlar da gelecektir elbette….Hayat iyisiyle kötüsüyle devam ediyor.Genç ölüye Allah'tan rahmet diliyorum.
cahit zarifoğlu
17.06.2005 - 01:23ZARİF BİR YÜREK: CAHİT ZARİFOĞLU
M.NİHAT MALKOÇ
Şâirler yüreklerimizin tercümanıdır.Onlarla görürüz,onlarla düşünür,onlarla hayal ederiz.Bu yürek dostları olmasa nasıl ifade ederdik hislerimizi? ....Dünya onlarla güzel…Kanın ve barut kokusunun gök kubbemizi sardığı bu çağda şâirler az da olsa hayatımıza renk katıyorlar.Bize insanî hislerin ölmediğini haykırıyorlar.Katılaşan yüreklerimizi yumuşatıyorlar.
Hislerimizin soylu tercümanlarından olan Cahit Zarifoğlu’nu bundan 18 yıl evvel kaybettik.1 Temmuz 1940 tarihinde Ankara’da başlayan hayat serüveni 47 yıllık bir ömürden sonra 7 Haziran l987’de İstanbul'da tamamlandı.Bu kısa ömre çok şey sığdırdı O…Dördü şiir, biri hikâye, biri roman, biri deneme, biri günlük, biri tiyatro ve altısı çocuk hikâyesi olmak üzere on beş eser bıraktı bizlere...
Bir elinde birden çok karpuz tutan ender şahsiyetlerden biri olan Cahit Zarifoğlu,edebiyat dünyasında şâir olarak tanıttı kendini.Her ne kadar hikâye,roman,deneme,günlük ve tiyatro türlerinde eserler yazsa da şiirde yoğunlaştı. “İşaret Çocukları” adını taşıyan şiir kitabı onun şiirinin çıkış ve zirve noktasıdır.
O da pek çok şâir gibi Maraşlı’dır.Maraş’ın bu kadar çok ve büyük şâirler çıkarması da ayrı bir merak ve araştırma konusudur.
Onun dört tane şiir kitabı var,demiştik.Bunlar: “İşaret Çocukları (1967) ”, “Yedi Güzel Adam (1973) ”, “Menziller (1977) ”, “Şiirler (1989) ” adlarını taşıyor.
Zor şiirlerdir Cahit Zarifoğlu’nun yazdıkları….Vasat bir okuyucu onu anlamakta hayli zorlanır.Onun için de geniş kitlelere hitap edememiştir.Fakat bu durum onun şiirinin edebî açıdan kıymetini asla düşürmez; aksine artırır.
O,şiirlerinde sürekli bilinçaltını kurcalar durur.Bununla beraber felsefî uzantıları var şiirlerinin…Yazdığı pek çok şiirde gözle görülür bir derinlik mevcuttur.Bazen kelimeleri şifreler…Anahtar rolü oynayan mazmunu bulduktan sonra mânâ,çorap söküğü gibi gelir.Onu ve şiirlerini anlamak için okuyan kişinin belli bir fikri altyapısı olması gerekir.Bu yönüyle onu Behçet Necatigil’e benzetenler de olmuştur.
Aslında Zarifoğlu,şiirlerinde sade bir dil kullanmıştır.Bu yönüyle anlaşılır gözükse de şiirsel derinliği çözme bakımından zordur eserleri…İlk bakışta sıradan gözükür yazdıkları….Fakat her kelimede bir derinlik ve mesaj yükü vardır.Bunu anlamak için köklü bir şiir bilgisi ve felsefi birikim gerekir.Bu demek değildir ki bütün şiirleri böyledir.Vasat okuyucunun vakıf olabileceği şiirleri de vardır.
Onun şiirlerinde ölçü ve kafiye bulamazsınız.Bu boşluğu mânâ derinliğiyle doldurmuştur.Yani kafiyenin ahenginden istifade etmemiştir.Lâkin şiirlerinde zaman zaman bir iç kafiye sezilir.Kelimeleri kullanışı ölçülüdür.Görünürde basit gözükse de yazmaya kalktığınızda zor olduğunu fark ettiğimiz şiirlerdir bunlar….Bu şiirlerin çok uzun zaman dilimlerinde yazıldığı da bir gerçektir.Bazı insanların sandığı gibi bir çırpıda yazılmamıştır bu şiirler….Bir çilenin ve fikir sancısının ürünüdürler.Dostlarıyla ve şiirle ilgili enteresan kanaatleri vardır Zarifoğlu’nun...Bunları kendisinden dinleyelim isterseniz:
“Biri benimle şiirim yüzünden ilgilenirse ve hele beğenirse, çok sıkılırım.Tepeleme bir şâir gibi yaşarım. Ama şiir hayatımda hiç yer almaz. Şiir yazdığımdan habersiz çok samimi arkadaşlarım vardır. Bilmelerini de hiç istemem, zira hemen tavır alırlar. Onlar bu yönde belli bir tavır alınca da benim şâir yaşamımı etkiler. Zira, dostlarım 'halktan' tabir edilen kişilerdir. Esnaf, küçük memur, şoför, balıkçı, küçük muhasebeci, işçi vs. gibi kişiler….
Ben yaşarım. Hareketli, canlı, kıvıl kıvıl yaşarım. Ve hayattan sızlandığım hemen hiç görülmez. Günlük dış hayatımda şiir hiç yoktur. Ama içimde her an kilolarla şiir ağırlanır. Hep şiir tezgâhlayan bir mekanizma vardır içimde. Aman ne de bencildir. Şiir bir tüm olarak hep kendisinde kalsın ister. Ne zaman ki doymuş bir eriyik gibi, şiire doyar ve benim içeriye habire dolduklarımı artık kabul edemez olup, gelenlerin ısrarı karşısında bir yara gibi zonklamaya başlar, o zaman izin verir, bir-iki şiir yazarım. Onun vekili gibi yaşarım...”
Bazı insanların zannettiği gibi Cahit Zarifoğlu,halktan kopuk ve içine kapanık bir insan değildir.Yüreği sevgi dolu,sıcak bir yürek dostudur.Şiirini anladığımızda şüphesiz ki onu daha çok sevecek ve kendimize yakın bulacağız.Bu,kadri bilinmemiş,büyüklüğü göz ardı edilmiş aydını ve şâiri ölümünün 18. yılında rahmetle anıyoruz.Bıraktığı boşluğu her geçen gün daha çok hissediyoruz.
m.nihat malkoç
24.02.2005 - 22:49GURBETTEN SILAYA TRABZON
Ana yurdum Trabzon’um yoktur bir eşin
Şimdi burnumda buram buram tütersin
Soldurdun aşklarımı,yıktın ümitlerimi
Yakarsın hasretle yüklü yüreğimi
Boztepe’m yine dimdik mi bakarsın gene
Limanda yük boşaltan gemilere
Maraş Caddesi burda anlatıyorum seni
Gazipaşa yokuşu ne tez unuttun beni
Ganita çırılçıplak mısın öyle denize nazır?
Sen ya Değirmendere yine isyana hazır
İsmim yazılıdır her sokağa,her taşa
Bilirim hep susarsın yorgunsun İskenderpaşa
Atapark dindi mi kanayan yaran?
Var mı beni Fatih’te dostlardan soran?
Ya sen Moloz,acaba öyle bet kokar mısın?
Erdoğdu,Trabzon’a güvenle bakar mısın?
Yakışır mı sana Uzunkum bu işve,bu naz?
Beşirli güzelliğin sana da kalmaz
Duydum ki unutmuşsun ben vefalı dostunu
Ne yapalım Mumhane bu kaderin oyunu
Bir başka olurdu,çekilmezdi nazları
Kunduracılar’ın narin tezgâhtar kızları
Yığın insanla dolu Çömlekçi,Rus Pazarı
Hatırasını korur Esentepe yazları
Trabzon hamsisiyle meşhurdur dünyada
Dolaşır mı turistler gene Ayasofya’da?
Bak,gör ki Tabakhane tarihe şahit olur
Soğuksu çamlıkları temiz havayı solur
Boşuna akmış değil Trabzon’daki kanlar
Göğsümüzü kabartır Gülbahar’da ezanlar
Ortahisar’da evler fetihi canlandırır
Kalepark geceleri bir başka şenlendirir
Sahil boyu şahit ol balıkların hasına
Kaptırırsın kendini denizin havasına
Kalkınma’da dolaşır üniversite kızları
Söğütlü’de kızların yürek yakar sözleri
Yıldızlı bir başına yaşar sahil boyunda
Trabzon insanının asalet var soyunda
Meydan’da sosyeteler oturur,eğlenirler
Uzunsokak’ta kızlar endamı gösterirler
Bazı yerde içkiler,mezeler katılıyor
Bahçecik’te Akif’in ruhu yaşatılıyor
Karanlığa bir güneş gibi doğ Trabzon’um! ...
Ortaçağı parçala,süpür boğ Trabzon’um! ...
Taşın toprağın altın,yakuttur Trabzon’um! ...
Hatıralarım sende,sendedir çocukluğum
Sana olan borcumu veremem Trabzon’um! ...
Masmavi denizine,insanına hayranım
Seni anlatmak çok zor azizim Trabzon’um! ...
Sende doğdum,büyüdüm,sendedir sonum…
(23 MART 1993/GÜMÜŞHANE)
M.NİHAT MALKOÇ
Toplam 249 mesaj bulundu