İlk kez 1970 senesinde güneş gördü gözlerim. Köprübaşı ilçesine bağlı Güneşli Köyü’nde ilk tedrisat… Orta ve lise hayatım Trabzon’un şirin ilçesi Köprübaşı’nda… Evden beş kilometre uzakta… Araba yolu yok. Dimdik yokuş… Kar kış demeden fındıklıklardan ...
yozlaşma
16.07.2006 - 13:31YOZLAŞMANIN NERESİNDEYİZ?
M.NİHAT MALKOÇ
Zor bir çağda yaşadığımız aşikâr… Bilmem bu fikrime katılır mısınız? Zorluğu bir değil ki yirmi birinci asrın….Her şeyden evvel dünya yaşlı fikirlerle yönetiliyor. Her ne kadar teknoloji çağında yaşıyorsak da kafa yapılarımız birkaç asır evvelkinden hiç de farklı değil. Zaman su gibi akmış ama belleğimiz o derecede tazelenmemiş.
Bu zamanın en büyük hastalığı şüphe yok ki ahlâkî kayıtsızlıktır. Mantık çerçevemiz her geçen gün küçülüyor. Oysa değişimin mantığı, bu çerçevenin genişlemesini öngörüyor. Kayıtsızlık almış başını gidiyor. Başını kuma gömen insanlık, kendi iç dünyasına hapsolmuş… Öyle ki ışıkla yüz yüze gelmemek için kapandıkça kapanıyor.
Özündeki iyi nitelikleri birtakım dış etkenlerle zamanla yitirmek, soysuzlaşmak, özünden uzaklaşmak, bozulmak, dejenere olmak, tereddi etmek anlamlarını içeren yozlaşma kavramı, bahtımıza set çeken büyük bir engeldir. Bunu aşamadığımız sürece bugünlere hapsolmaya mahkûmuz. Böyle kaldıkça yarına ışık götürme hayalimiz sözde kalacaktır.
Şimdilik insanî kimliğimiz kısmen korunsa da kültürel kimliğimiz çoktan ayaklar altına alınmıştır. Kendini reddetmeyle başlayan ve gelişen bu süreç, bozulmaları daha da hızlandırarak farklı tutumları mutlak değer kabul ediyor. Değerler anaforundaki gelgitler kimliğimizin yeni rengini ve şeklini belirliyor.
İyi niteliklerimizi her geçen gün yitiriyoruz. Bunun sınırları ve çerçevesi kişiden kişiye değişse de mutlak manada bir kaybın süregeldiği ve öylece gittiği, inkârı kabul bir durum değildir. Peki, yerlerine yenilerini koyabiliyor muyuz? Başka bir açıdan bakarsak, yeniler eskileri karşılıyor mu? Dökülen su bardağı doldurmaya muktedir mi?
Çağdaşlaşmak için bizi biz yapan asırlık kıymet hükümlerini bir celsede boşamak elzem midir? Uyuşmuyor mu dünün değer yargılarıyla bugününkiler? Şayet öyle düşünülüyorsa bu mantık açmazına kim ya da kimler yol açıyor? Değer yargılarının zamanla değişmesi normal midir? Değişen dünyanın neresinde durmalıyız? Uyum problemlerinin çözümü teslimiyet midir? Sorular zihnimizi kemirdikçe meselenin bir sarmaşık misali ruhumuzu sardığını anlayabiliriz.
Bu düğümü ancak düğümü atanlar çözebilir. O zaman doktor da, hasta da aynı mı? Yaşadıklarımıza öğrenilmiş çaresizlik demek yanlış olmasa gerek. Aslında çaresiz değiliz hiçbir zaman. Fakat bir kere çaresiz olduğumuza inandırmışız kendimizi. Hissiyatımız mahkûmiyet psikolojisi içerisinde kıvranıyor.
Bu hayatın yoz çizgilerini çizenler perde arkasından neticeyi merakla bekliyorlar. Dört koldan kuşatılmışız hayatın orta yerinde. Her türlü çıkış yolu açık olsa da ruhumuzun kavşaklarında müfrezeler nöbet tutuyor. İkna timleri geceleri bile gözlerini kırpmıyor. Kalbimizin mutmain olması için yeni stratejiler geliştiriyorlar.
Karşımıza dikilen suretler, karanlığı aydınlık göstermenin uğraşı içindeler. Ellerindeki kırmızı kalemlerle ruhumuzun güzergâhını çiziyorlar. Yüzlerinden gülücükler yayılsa da içlerindeki kin ve nefret, basiretli gözlerden kaçmıyor. Bizden biriymiş gibi karşımıza dikilerek, ilk fırsatta saflarını kaydırıyorlar. Onlarla birlikte safların safları da kayıyor. Saflar bir kez değişmeye ve dönüşmeye görsün hakikatler anında ters yüz olur.
Dört koldan saldırılara karşı tutunmak, sağlam izanla ve kalbe değen ezanla mümkündür. İmbikten çekilen fikir kırıntıları zayıfsa, kolayca yön değiştirebilirler. Nezaketin dayanılmaz hafifliğiyle karşımıza çıkanlar, ruhumuza iliştirdikleri maymuncuklarla gönül kapılarımızı açarak, iç dünyamızı parselleyebilirler. Kapılara müfrezeler yerleştirmekten başka tedbir de yoktur. Bu müfrezeler de mazinin ayakta kalan ve canlılığını muhafaza eden kaidelerinden başka bir şey değildir. Onlara ne kadar sıkı sarılırsak kurtuluştan o derece emin oluruz.
Genel kabuller toplumları çoğunlukla bağlar. Kişi bu kabullerin ışığında hayatına yön verir. Fakat bunların da sorgulanması aklın gereğidir. Sorgu neticesinde ya çürükler ayıklanır, ya da sağlamlık tescil edilmiş olur. Bu testten geçen fikriyat, rüzgârın önüne atılan yaprak misali başıboş sürüklenmez. Fırtınaya yakalansa da ayakta kalmasını bilir. Bu dirayetin ve basiretin son basamağıdır.
Yozlaşmada biraz da gönüllülük esastır. Siz önünüze gelen her şeyi iştahla midenize indirirseniz yanınızda her zaman panzehir taşımak mecburiyetinde kalırsınız. Hissiyat zehirlenmesi gıda zehirlenmesine de benzemez. Çünkü gıda zehirlenmesi midenin yıkanmasıyla bertaraf edilebilir. Fakat modern tıpta henüz belleği yıkayan ve durulayan bir alet icat edilmedi. Onun için aklınızı başınıza devşirin ve belleğinizi çöplüğe çevirmek isteyenlere müsaade etmeyin.
mustafa necati sepetçioğlu
09.07.2006 - 17:49MUSTAFA NECATİ SEPETÇİOĞLU VE TÜRK ROMANI
M.NİHAT MALKOÇ
Roman türü Türk edebiyatına Tanzimat’tan sonra girmiştir. Bundan evvel roman türünün yerini mesneviler tutuyordu. İlk örnekler verilmeden evvel Fransız edebiyatından çeviriler yapıldı. Bu çevirilerden ilki Yusuf Kamil Paşa’nın Fenelon’dan yaptığı Terceme-i Telemak’tır. Daha sonra adı bilinmeyen bir çevirmen Victor Hugo’nun ünlü romanı Sefiller’i çevirdi. Böylece roman türünü tanımaya ve sevmeye başladık.
Bu tercümelerden sonra yerli yazarlarımız da roman türüne merak salmaya başladı. Yazarlarımız özgün örnekler vermek için kaleme sarıldı. İlk Türk romanı Şemseddin Sami’nin Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat adlı eseridir. Fakat Batılı tarzda yazılan ilk roman olarak Namık Kemal’in İntibah’ı kabul edilmektedir. Daha sonra Ahmet Mithat Efendi yazdığı çok sayıdaki eserle Türk romanının gelişmesine katkıda bulundu. Recaizade Mahmud Ekrem’in ‘Araba Sevdası’ yeni teknikler kullanılan, Batılı anlamda türüne en yakın ilk Türk romanıdır. Bugün bu roman zincirimize yeni halkalar ekleniyor.
Romanımız geçmişten bugüne çok yol kat etti. Şiir kadar olmasa da bu türe ilgi her geçen gün arttı. Bazen sıradan, bazen de özgün eserler çıktı ortaya. Hemen her yazar, roman külliyatımıza bir veya birkaç eserle katkıda bulundu. Fakat bazıları ömrünü bu işe adadı. İşte bu isimlerden birisi de geçenlerde kaybettiğimiz(09 Temmuz 2006 Pazar günü) Mustafa Necati Sepetçioğlu’dur. O, ömrü boyunca onlarca roman yazarak bize kültürümüzü ve tarihimizi sevdirdi. Romanlarında tarihî gerçekleri saptırmadan işledi.
Onun adı da kendi de büyüktü bizim için… Mustafa olan ilk adı “Kötülüklerden arınmış; süzülüp temizlenmiş” anlamını taşıyor. Necati de “Kurtuluşa ermiş” demekti. Bunlardan yola çıkarsak ismiyle müsemma bir insan olduğu sonucuna varırız. O, roman tekniğine hâkimdi. Dili titizce kullanıyordu.
Sepetçioğlu, Karadeniz kökenli bir yiğit yürekti. 1932’de Tokat’ın Zile ilçesinde dünyaya gelmişti. Temel eğitimini burada tamamladıktan sonra İstanbul’a açılmıştı. Ortaöğrenimini Haydarpaşa Lisesi’nde tamamlamıştı. Çocukluğundan beri edebiyata gönül vermişti. Onun için de yükseköğrenimini bu alanda yaptı. 1956’da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Fakat dört duvar arasında kalan öğretmenliğe sıcak bakmadı. İstanbul Belediyesi’nde memurluk, Türkiye Kızılay Derneği’nde Neşriyat Müdürlüğü, İstanbul Sosyal Sigortalar Kurumu Hukuk İşleri Müdürlüğü’nde şeflik yaptı.
İlk hikâyesi henüz 16 yaşındayken Sivas’ta basılan Hakikat gazetesinde çıktı. Daha sonraki hikâyeleri İstanbul, Yol, Türk Yurdu, Türk Dili, Türk Edebiyatı dergilerinde yayınlandı. ‘Çağlayanlı Vadi’ adlı romanı Vatan gazetesinde tefrika edildi. Daha sonra nehir roman diye adlandırılan seri romanlar yazmaya başladı. Bu romanlar birbirinin devamı niteliğindeydi. Türklerin Anadolu’ya ilk ayak basışı olarak bilinen Malazgirt’ten başlayarak günümüze kadar bu nehir roman silsilesini devam ettirdi. Tarihî malumatları roman sıcaklığında ve güzelliğinde yoğurarak okuyucuya sundu. Böylelikle de tarihimizi ve millî değerlerimizi gençlere öğretti ve sevdirdi. Onun romanlarını okuyup da Osmanlı’yı sevmeyen bir insan gösteremezsiniz.
Sepetçioğlu öte yandan oyunlar da yazdı. ‘Trampacılar’ adlı oyunu İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda sahnelendi. Sepetçioğlu’nun, oyun yazarlığında en önemli başarısını gösterdiği Büyük Otmarlar, önce İstanbul Üniversitesi Talebe Birliği Gençlik Tiyatrosu’nca sahneye konuldu, ardından Avrupa Üniversitelerarası Tiyatro Festivali’nde en iyi oyun seçildi. Bu sahada da iyi eserler verdi.
Mustafa Necati Sepetçioğlu, bir noktaya kadar sağlığında kadri bilinmiş yazarlardandı. ‘Gece Vaktinde Gün Dönümü’ ve ‘Karanlıkta Mum Işığı’ adlı kitaplarıyla ‘Türkiye Milli Kültür Vakfı Kültür Armağanı’nı kazandı. 1994’te kendisine İLESAM üstün hizmet beratı verildi. 1998’de Atatürk Dil-Tarih Kurumu şeref üyeliği’ne seçildi. Bunlar herkese nasip olmayan manevî payelerdir.
Edebiyatımıza onlarca kıymetli eser kazandıran Sepetçioğlu, geniş bir okur kitlesine sahipti. Romanları arasında şunları sayabiliriz: Kilit, Anahtar, Kapı, Konak, Çatı, Üçler-Yediler-Kırklar, Bu Atlı Geçide Gider, Karanlıkta Mum Işığı, Darağacı, Sabır, Ebem Kuşağı, Cevahir ile Sadık Çavuş’un Buğday Kamyonu, Gecevaktinde Gündönümü-İstanbul’un Fethi; Geçitteki Ülke....Ve Çanakkale 1 / Geldiler,... Ve Çanakkale 2 / Gördüler... Ve Çanakkale 3 / Döndüler, Kutsal Mahpus, Sabır Ağacı, Benim Adım Yunus Emre, Bir Ömür Boyu Kıbrıs…” Bu arada yazdığı son eseri “Yesili Hoca Ahmed” adını taşıyordu.
Sepetçioğlu çağımızın Dede Korkut’uydu. Müslüman-Türk kimliğiyle şeref duyuyordu. Tarihe karşı sorumluluğunu hakkıyla yerine getirmişti. Hain kuşatmalara karşı kalemini kılıç gibi kullanmıştı. Türk edebiyatına birbirinden güzel ve orijinal eser kazandıran bu büyük insanı çok iyi okuyup yorumlamak lâzımdır. O günümüz aydınlarından şikâyetçiydi. Onlarla ilgili şu tespitlerde bulunuyordu:
“Bizdeki 'aydın'cıklar yaşayabilmek, daha çok semirip sömürmek üzere önce bizleri, sonra yakınlarından en yakınlarına kadar dostlarını ve dost bildiklerini sağırlaştırır, dilsizleştirir, öldürebilirler. Yeri geldiğinde de gözlerinize kaka kaka, kulaklarınıza çakarcasına hıyanetlerini ‘ilân’ ederek hainlikleriyle öğünürler. Şeyhleri N.H’den mirastır bu, vasiyettir.”
Bir nesil onun kitaplarıyla büyüdü. Bu kitaplardan ilham alanlar vatanlarını sevdi ve başlarına taç eyledi. Şimdi her biri mühim vazifelerde bulunarak bu vatana hizmet ediyorlar. Sepetçioğlu, bildiğimiz sınıf ortamında öğretmenlik yapmasa da bir millete muallim olma şerefini taşıdı. Bizlere çok şey öğretti. 09 Temmuz 2006 Pazar günü Hakk’a kavuşan bu güzel insan, arkasında milyonlarca sevenini bıraktı. Allah rahmet eylesin.
başbağlar katliamı
03.07.2006 - 16:02AĞLAR BAŞBAĞLAR
“Başbağlar’ın 33 Şehidine Rahmetle…”
Civanlar vurulur, hain kin kusar
Mermi konuşunca insanlık susar
Dağın yamacından kasırga eser
Hainler gülerken ağlar Başbağlar
Yaralı yüreği dağlar Başbağlar
Damardan akar da kan oluk oluk
Gönül yas içinde, benizler soluk
Mümine bayramdır Hakk’a yolculuk
Hainler gülerken ağlar Başbağlar
Yaralı yüreği dağlar Başbağlar
Dünya bizim için dert otağıdır
Kabir Hak dostuna İrem bağıdır
Ölüm hakikatte gençlik çağıdır
Hainler gülerken ağlar Başbağlar
Yaralı yüreği dağlar Başbağlar
Göğün yücesinden nur iner yere
Günlerce durulmaz kan akar dere
Biz bu filmi gördük bilmem kaç kere
Hainler gülerken ağlar Başbağlar
Yaralı yüreği dağlar Başbağlar
Vampirler ruhunu kanla doyurdu
Vahşet canı candan çekip ayırdı
Ermeni’nin dölü böyle buyurdu!
Hainler gülerken ağlar Başbağlar
Yaralı yüreği dağlar Başbağlar
Güller boyun büktü, kana bulandı
Bebelerin gözü yaşla sulandı
Bir gece yarısı yürekler yandı
Hainler gülerken ağlar Başbağlar
Yaralı yüreği dağlar Başbağlar
Nefret bahçesine beyaz gül dikin
Yürek bozkırına muhabbet ekin
Kurusun kökleri, tarih olsun kin
Hainler gülerken ağlar Başbağlar
Yaralı yüreği dağlar Başbağlar
Gönlüm kaldıramaz hicran yükünü
Kim kurutabilir Türk’ün kökünü
Hayalimi süsler ceddin akını
Hainler gülerken ağlar Başbağlar
Yaralı yüreği dağlar Başbağlar
Silahı kuşanmış mayası bozuk
Dost yüzlülerden yedik hep kazık
Türk-İslâm ülküsü ruhlara azık
Hainler gülerken ağlar Başbağlar
Yaralı yüreği dağlar Başbağlar
Bir güneş doğacak, karanlık gebe
Emin adımlarla aşılır tepe
Çabuk büyü, yürü; hesap sor bebe
Hainler gülerken ağlar Başbağlar
Yaralı yüreği dağlar Başbağlar
Gönül surlarında açılır gedik
Hakikat burcunda her dem “Hak” dedik
İninden çıkmış da ötüyor hödük
Hainler gülerken ağlar Başbağlar
Yaralı yüreği dağlar Başbağlar
Göz görür vahşeti, yürek kan ağlar
Kırağı çaldı da bozuldu bağlar
Mazlumun sesine ses verir dağlar
Hainler gülerken ağlar Başbağlar
Yaralı yüreği dağlar Başbağlar
Rüzgâr ekenler hep fırtına biçer
İnsan dost elinden zehir de içer
Gün doğar ufuktan, karanlık göçer
Hainler gülerken ağlar Başbağlar
Yaralı yüreği dağlar Başbağlar
Sözü geçmez olmuş evde eşine
Takılmışlar çulsuz, itin peşine
İstesek koyarız sansür düşüne
Hainler gülerken ağlar Başbağlar
Yaralı yüreği dağlar Başbağlar
Bozbulanık sular durulur bir gün
Hesap terazisi kurulur bir gün
Kahpenin hesabı sorulur bir gün
Hainler gülerken ağlar Başbağlar
Yaralı yüreği dağlar Başbağlar
M.NİHAT MALKOÇ
ateist
02.07.2006 - 17:46ATEİZMİN MANTIKSIZLIĞI
M.NİHAT MALKOÇ
Her insan bir şeylere inanmak, bağlanmak ve ondan güç almak ister. Âdemoğlunun iç dünyasında var olan bir ihtiyaçtır bu; giderilmezse ruhsal rahatsızlıklara zemin hazırlar. Çağımızın manevî hastalıklarından birisi de inançsızlıktır. Bilindiği üzere Tanrı’nın varlığını inkâr eden öğretiye “ateizm” diyoruz. Türkçede “tanrıtanımazlık” kavramıyla karşılanmaktadır. Bunlara “kâfir, müşrik, zındık” ve özellikle “mülhit” de denmektedir. Ateistler Allah’a inanmayı ve ona sığınmayı bir acizlik olarak görürler. Kulluk onların gururuna dokunur. İnsanın acizliğini kabul etmezler. Oysa ne kadar da acizdirler, bir bilseler! ...
Ateizm bugün fikri dayanaklarını kaybetmiştir. Ateistlerin fikir babaları olan Darvin’in evrim teorisi geçerliliğini tamamen yitirmiştir. Bu durum ateistlere büyük bir darbe vurmuştur. Önemli bir kaleleri düşmüştür. Fakat hâlâ akılları başlarına gelmemiştir. Bir adım önünü görmekten acizdirler; aynı bataklıkta debelenmektedirler. Gözleri kör, kulakları sağırdır. Hakikatlerden kaçıp durmaktadırlar.
Zor zamanlarda sığınılacak bir gücün varlığına inanmak büyük bir rahatlık sağlar insana. Ona dayanır ve ondan kuvvet alırsınız. Bu durum, teşebbüs gücünüzü artırır. Hayata daha sıkı tutunmanızı sağlar. Tesadüflerin kör kavşağında bocalamazsınız. Her adımınızı bilerek atarsınız. Nereden geldiğinizi ve nereye gideceğinizi bilir, ona göre yol alırsınız. Bunların yanında öteki dünya inancı bize huzur verir, ebedîliğin hazzını yaşarız.
Geçmişten bugüne kadar ateistlerin samimiyetinden hep şüphe etmişimdir. Çünkü akıllı bir insanın Allah’ı bilememesi ve bulamamsı için ya kör ya da ahmak olması gerekir. Kişi en basitinden aynaya baksa, yaratılışındaki harika nizama akıl erdirse gerisi gelecektir. Özellikle bazı bilim adamlarının ateist olmasını hiç anlayamıyorum. Çünkü pozitif bilim, yaratılışın eninde sonunda Allah’a dayandığını ortaya koyuyor. Adına ne derseniz deyin bu kusursuz kâinatı yaratan bir güç var. Hiçbir şey kör tesadüfün eseri değildir. Bu âlemde tesadüfe tesadüf etmek mümkün değildir. Ateizmin mantıksızlığı güneş gibi aşikârdır.
İnsanın bir yeri acısa ya anne, ya Allah der… Ondan aldığı güvenle kendini toparlar. İçimizin huzura ermesi için kâinatın yaratıcısına inanmak zorundayız. Aksi hâlde içimizdeki şüphe ve vehimlerin gölgesi altında eziliriz. Allah’a inanmak ve her şeyin ondan geldiğini bilmek, meselelerimizin çözümü için şarttır. Böyle olmasa, dünyanın kurşundan ağır dertlerini sırtında taşıyan bir binek hayvanından farkımız olmaz. Fakat nedense ateistler rahatlamaktan ve huzurdan yana değildirler. Daima bir keşmekeş ortamı içerisinde yaşarlar; hatta böyle bir ortamın oluşması için çalışırlar. İnsanların iç huzurunu dinamitlerler. Bu açıdan baktığımızda ateizmin ruhî bir hastalık olduğunu da söyleyebiliriz. Zira bu hastalığa müptelâ olanların hem dünya huzuru, hem de ahiret selâmeti kalmaz. Bu cinnetten tez elden kurtulmak lâzım…
Ateistler, pozitivizme inanmış ve dayanmışlardır. Pozitivizmde sadece fiziksel veya maddî dünyanın gerçeklerine dayanan bilim anlayışı vardır. Her şey deneye dayanır, bunun dışındaki veriler ve anlayışlar kabul görmez. Oysa iç dünyamızla ilgili her konuda deneysel veriler elde etmek mümkün değildir. Bazen veriler de kişiyi yanılgıya götürür. İslâmî inanç her şeyin ötesinde bir değerdir. Bilimin izah edemediği şeyler de vardır. Hem düşünüp hem de gülmeniz için bununla ilgili anlatılan bir fıkrayı sizlerle paylaşmak istiyorum:
“Bilim adamı Temel, laboratuarda, beyaz tezgâh başında oturmaktadır. Önünde bir kavanoz, sivri uçlu minik bir makas ve cımbız vardır. Kavanozun içinde bir miktar pire; yan tarafta bir defter, kalem….Cımbızla kavanozdan bir pire çıkarır, tezgahın üzerine koyar. ‘Sıçra! ’ diye haykırır; pire sıçrar. Temel deftere bir şeyler yazar. Bir pire daha alır, itinayla tutar ve bacaklarını keser. Tezgâhın üzerine koyar. ‘Sıçra! ’ der. Pirede yok bir hareket! Yine defterine döner ve yazar: “Pirelerin bacakları kesildiğinde kulakları duymaz.”
Ateistler dogmalara karşıdır. Dogma, belli bir konuda ileri sürülen bir görüşün sorgulanamaz, tartışılamaz gerçek olarak kabul edilmesidir. Ateist bu konuda da özgürlüğünü yanlış şekilde kullanır. Onlara göre sorgulamak, yüzleşmek özgürlüktür. Hiçbir konuyu dogmatik olarak kabulden yana değildirler. Onlara göre din bir dogmadır. Çünkü sorgulamadan kabul edilmektedir. Bunun için de uyuşturucu niteliğindedir. Kimseye fayda getirmez; özgürlüğü kısıtlar. Hatta daha da ileri giderek Marks’ın “Din afyondur” sözünü de benimserler; ilâhî kaynaklara var güçleriyle savaş açarlar. Tanrı’nın varlığıyla ve âhiret hayatıyla ilgili olarak ileri sürdükleri itirazları, Peygamberlerle ilgili tenkitleri bitmek bilmez. Bu konularda yeterli bilgiye de sahip değillerdir; hisleriyle hareket ederler. İşlerine gelince bilimsel yola başvururlar, bilimden şamar yiyince de hakikatleri saptırırlar.
Bilindiği gibi mümin olabilmek için Allah’ı kabul etmek yeterli değildir. İmanın diğer şartlarını da yerine getirmek gerekir. Onun için bazılarının yarım yamalak inanmaları Hakk katında geçerli değildir. Tevhidin gereği neyse öyle inanılmalı ve amel edilmelidir.
Ateistlere kızmaktan öte acıyorum. Bir an evvel hakikatleri görüp, sapık yoldan uzaklaşmalarını Rabbimden diliyorum. Yüce İslâm dini onları kucaklamaya hazırdır. Mevlâna’nın deyimiyle ‘tövbelerini bin kere bozmuş olsalar bile bu kapı onlara ardına kadar açıktır.’ Ne diyelim… Allah hidayet nasip eylesin.
Arif Mardin
27.06.2006 - 23:54BİR MÜZİK DEHASI ARİF MARDİN ÜZERİNE
M.NİHAT MALKOÇ
Günümüz dünyasında müzik, hayatımızın bir parçası hâline geldi. Müzik deyince aklımıza gelen büyük isimlerden biri de Arif Mardin’dir. Dünya çapında müzik otoriteleri arasında yer alan bu Türk prodüktör(yapımcı) adından sıkça söz ettirmiştir. Dünya çapında büyük başarılara imza atmıştır. Peki, kimdir yakın zamanda kaybettiğimiz bu müzik dâhisi? Onu biraz da yakından tanıyalım:
Arif Mardin, 1932 yılında İstanbul’da dünyaya geldi. Berklee Koleji’nde müzik eğitimi gören Mardin, Quincy Jones Bursu’nu kazandı. Kariyerine 1963 yılında Atlantic Records şirketinde Nasuhi Ertegün ile çalışarak başlayan Arif Mardin, 1969’da başkan yardımcısı oldu. Ahmet Ertegün ve yapımcı Jerry Wexler ile birçok projede birlikte çalışan Arif Mardin, 2001 yılında Atlantic Records’tan ayrıldı ve kendi markası olan Manhattan/EMI Records için çalışmalara başladı.
Mardin, şarkıcı Norah Jones’u bu dönemde büyük üne kavuşturdu. 40 yılı aşkın sürelik kariyeri boyunca 40 altın ve platin albüm ödülü kazanan Mardin, 15 kez aday gösterildiği Grammy ödülünü 12 kez kazandı. Mardin, Bee Gees, Bette Midler, Diane Ross, Aretha Franklin, Barbra Streisand, Phil Collins, Jewel, Chaka Khan ve son olarak Norah Jones gibi çok sayıda ünlü sanatçıyla çalıştı, prodüksiyon ve müzik aranjmanlarını yaptı. Müzik alanında pek çok kez onurlandırılan Arif Mardin, müzik endüstrisine önemli katkılarından dolayı Şubat 2001’de NARAS (National Recording Academy of Arts and Sciences) Yaşam Boyu Başarı Ödülü’nü de değer görüldü.
Bilindiği gibi Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından dünya çapında başarı gösteren Türk sanatçılarına verilen Kültür ve Sanat Başarı Ödülü’ne bu yıl müzik prodüktörü Arif Mardin layık bulunmuştu. New York’ta düzenlenen törende rahatsızlığı sebebiyle bulunamayan Arif Mardin adına ödülü oğlu Joe Mardin almıştı. Mardin artık aramızda değil… Müzik dünyasının efsanevi ismi Arif Mardin 25 Haziran 2006 günü New York’a yaşama gözlerini yumdu. Arif Mardin’in pankreas kanserinden hayatını kaybettiği bildirildi.
Ömrünün çoğunu Amerika’da geçirmesine rağmen Arif Mardin doğma büyüme İstanbulluydu. Türklüğünü her fırsatta ileri süren bir kişiydi. Yani konumu itibariyle kimliğini ve kişiliğini gizlemiyordu. Kendisini Türkiyeli diye tanıtanlara kızıyor ve bu ifadenin düzeltilmesini istiyordu. “Ben Türkiyeli değilim, Türk'üm” diyordu. Türklüğüyle gurur duyuyordu. Bu sıfatın ön planda olmasını istiyordu. Türk olmasına rağmen, kişisel başarısından dolayı önünü kesemiyorlardı. Çünkü Amerika’da müzik işi ondan soruluyordu. Evrensel müzik deyince onun adından bahsetmemek haksızlıktır. O, ünlü bir plak yapımcısı, besteci ve aranjördü. Bu alanlarda rüştünü ispatlamıştı. O, cazın yanında klasik müziğe de çok değer veriyordu. Fakat dünyanın kabul ettiği ve sevdiği müzik alanında daha çabuk yol alabilirdi. O da öyle yaptı ve dünya çapında adından söz edilen bir müzik adamı oldu. Dünyada müzik piyasalarında tanınan ve sevilen Türk müzik adamı olarak tarihe geçti. Dünya müzik tarihi onun adından bahsedecektir.
Aslında Arif Mardin ekonomi eğitimi almasına rağmen müzikte karar kıldı. Genç yaşında Amerika’ya giderek her geçen gün müzik piyasasında adından söz ettiren bir isim oldu. Sonunda Amerika gibi bir yerde ödül avcısı oldu. “Alem” dergisinin kendisiyle yaptığı bir röportajda hayata ve müziğe dair pek çok konudaki görüşlerini dile getirmiştir. Bunlardan bir kısmını dikkatinize sunuyorum:
“Türkiye'de en beğendiğim sanatçı olarak Tarkan’ı söyleyebilirim. Dünya çapında birisi. Zaman zaman görüşürüz. Tabii Sezen Aksu’yu da unutmamak lazım. Ben kendisine milli hazine diyorum. Daha çok var ama saymakla bitmez. Caz benim için en önemli müzik türlerinden biri. Çünkü serbest çalınabilecek bir müzik. Solistlere daha çok yaratıcılık tanıyor. 10 yaşındaydım ve anneme Duke Ellington diye biri varmış dedim, çünkü ablalarım dinliyorlar. Beni bir plakçıya götürdü. 1940’lı yıllarda Beyoğlu’nda ‘Sahibinin Sesi’ mağazası vardı. 10 yaşımda oradan ilk plağımı aldım. Müzik dışında hobim var ama artık biraz dizlerim ağrıdığı için ne bisiklete binebiliyorum, ne de yürüyüş yapabiliyorum. Zaman zaman ilginç resimler, karikatürvari şeyler yaparım. Bunun yanı sıra çok kitap okurum.
Bizim İstanbul’da da evimiz olduğu için sık sık gidip geliyoruz. Türkiye’yi tabii çok seviyorum. En başında da İstanbul geliyor diyebilirim. Bütün Amerikalı arkadaşlarımı oraya götürdüğüm zaman, onlar da hayretler içerisinde kalıyorlar. Ne kadar güzel yermiş, ne kadar sıcakkanlı insanlar var, diyorlar. Onun için biz Atatürk’ü unutmayalım. Benim en önemli mesajım bu. Atatürk’ün ilkeleri benim için en önemli şey.”
Müzik ile geçen 74 yıl, 40 yıllık meslek hayatına sığdırılan 12 Grammy ödülü, 40’dan fazla altın ve platin plak... Arif Mardin, Türkiye’nin adını yurt dışında başarı ile duyurmakla kalmayıp prodüktörlüğünü üstlendiği sanatçılar ile neredeyse yarım asırlık Amerikan müzik piyasasına da damgasını vurdu. Müzik sektöründe Mardin’in tezgâhından kimler geçmedi ki... Aretha Franklin, Bee Gees, Chaka Khan, Diana Ross, Bette Midler, Whitney Houston, Phil Collins, Norah Jones bu isimlerden sadece bir kaçı.
Arif Mardin, Türk olduğu için ülkemizin adını yurt dışında duyurdu. Fakat Türk müziğine pek katkısı olmadı. Pek çok dünya müzik yıldızına şirketinin kapılarını açtı, onların elinden tuttu. Nedense herhangi bir Türk müzisyenin elinden tutup onu dünya müziğine takdim etmedi. Dünya hesabına çalıştı hep… Yine de Türk kimliğiyle dünyada ses getiren ve Türkiye’yi dünya gündemine taşıyan bu müzik dehasına Türkiye adına teşekkür ediyorum. Kendisine Allah’tan rahmet diliyorum. Her nefis ölümü tadacaktır. Bugün O, yarın bizler… Ona göre teyakkuzda olalım. Unutmayalım ki her yaprak daldan düşmeye adaydır.
Sami Yusuf
18.06.2006 - 20:37SAMİ YUSUF RÜZGÂRI
M.NİHAT MALKOÇ
Eskiden dinî müzik alanında dünya çapında isimler yoktu. Pop ve rock yıldızları gençleri ayağa kaldırıyordu. Bütün gençler onlarla yatıp onlarla kalkıyordu. Artık dinî-tasavvufî müzikte de dünya çapında isimler ortaya çıkmaya başladı. Önceleri Cat Stevens adlı İngiliz şarkıcı Müslümanlığı seçerek Yusuf İslâm adıyla dinî müzik yapmaya başladı. Dinî duyguları inkişaf etmiş insanlar onun dinî içerikli İngilizce parçalarını dinler oldu. Bir hayli ilgi gördü bu müzik… Çünkü bir buçuk milyarın üstünde bir kitle olan Müslümanlar müziğin dışında kalmak istemiyordu. Onlar pop tarzı şarkıları dinlemeyi kişilikleriyle ve bağlı oldukları inançla bağdaştıramıyorlardı. Yeni durum bir ihtiyaçtan doğdu ve gelişerek devam ediyor.
Din eksenli müzik alanında son zamanlarda bir büyük isim daha inkişaf etmeye başladı. Bu, Azerî kökenli Sami Yusuf’tur. Sami Yusuf’un dinî temalı müzikleri büyük bir hayran kitlesi topladı. Özellikle İslâm dünyasında büyük bir ses getirdi. Sami Yusuf’un İslâm âleminde geniş bir hayran kitlesi oluşmaya başladı. Bazı müzik otoriteleri, yaptığı müzik ve mevcut altyapısı bakımından onu Yusuf İslâm’a benzetmektedirler. Çünkü o da Yusuf İslâm gibi insan sesini ön plana çıkarırken, enstrümanları geri plana itiyor. Müslüman müzikseverler onu Yusuf İslâm’ın halefi olarak görüyorlar. Bence bu iki isim, benzer işleri yapsalar da ikisi de farklı meziyetlere sahip iki değerli ses ustasıdır. İkisinin de ses rengi başkadır ve kendilerine mahsustur.
Sami Yusuf 2003’te “Al-Muallim”, 2005’te ise “My Ummah” adlı kasetler çıkardı. Bu kasetler kısa zamanda bütün İslâm dünyasında hatta Avrupa’nın pek çok ülkesinde sevilerek dinlendi. Birinci kasetinde bütün parçalar İngilizce söylenmişti. İkinci albümünde İngilizce parçalarının yanında iki Arapça, iki de Türkçe parça seslendirdi. Bu da gösteriyor ki kasetini hazırlarken 250 milyonluk Türk dünyasını da dikkate almış. İyi de yapmış, çünkü Türkiye’de çok geniş bir hayran kitlesi var. Bu kendisi için önemli bir avantajdır.
Türk ve dünya gençliği Sami Yusuf sayesinde ilâhî dinlemeye başladı. Böylelikle de dinî mesajları zihnine yerleştirme imkânı buldu. Bazıları onun sesinin güzelliğini ve verdiği mesajları bir kenara bırakıp fizikî güzelliğiyle ilgilenir oldu. Bu hayra alâmet değil şüphesiz. Çünkü o, bir manken değildir. Dinî içerikli müzik yapan bir sanatçıdır. O, İslâmî güzellikleri ve dinî hakikatleri müzikle yoğurarak bütün insanlığa ulaştırıyor. Bu açıdan bakınca çok büyük bir vazife ifa ettiğini söyleyebiliriz. Onun bir avantajı da bugünün dünya dili olan İngilizceye vakıf olmasıdır. Onun sayesinde bazı Avrupalılar ve Amerikalılar müzikle de olsa İslâm’ın barış mesajını almaktadır. Onun vesilesiyle İslâm’ı seçen kişilere de rastlıyoruz. Bu güzel bir gelişmedir, hayırlı bir neticedir. Bir kişinin İslâm’ı seçmesine aracı olmak Hakk katında kurtuluşa vesiledir. Bu açıdan bakınca Sami Yusuf’un yaptığı müziği önemsiyorum. Hatta onlarca Sami Yusuf yetişmesini istiyorum.
Sami Yusuf’un parçaları genelde İngilizce olsa da müziği kalbe değiyor. Allah lâfızları bile yüreğimizi okşamaya yetiyor. Özellikle Arapça-Türkçe-İngilizce karışık olarak söylediği “Hasbi Rabbi” adlı ilâhisi bir yelpaze gibi ruhumuzu serinletiyor. Bazıları onun Hıristiyanlık hesabına çalıştığını, İsa’nın yolunda ilerlediğini söyleseler de bence bu koca bir iftiradır. Ben, yaptıklarından bugüne kadar öyle bir izlenim edinemedim; bu bağlamda bir beyanı da olmadı. Fakat bizim sivri akıllılar, nasıl anladıysalar onu yüz seksen derece zıt bir dünya görüşüne mensup olarak gösterdiler! İftiradan Allah’a sığınmak, tek kurtuluş yoludur.
Bence Sami Yusuf, İslâm’ın gülen yüzünü temsil ediyor. Bu dinin engin hoşgörüsünü ve sevgisini onun müziğinde soluyabilirsiniz. Bazıları da onu fazla modern olması yüzünden eleştiriyor. Bu çağdaki Müslümanlar biraz da modern olmak zorundadır. Tasavvuftaki “bir lokma bir hırka” inancımızda sadece bir tercih unsurudur. Böyle bir mecburiyet yoktur. Haram dairesine tevessül etmedikten sonra Müslümanların da çağın nimetlerinden yararlanma hakkı vardır. Hiçbir Müslüman Asrı Saadetteki hayatın maddî yüzünü yaşamak zorunda değildir. O zaman bazı şeyler olmadığı için öyle davranılması gerekiyordu. Sünneti yorumlarken bunun göz önünde bulundurulması gerekir. Aksi hâlde bizi cendereye sokmaya ve yerin dibine batırmaya çalışan Batının maskarası oluruz. İnancımız meşru dairede olmak şartıyla, rahat yaşamaya karşı değildir. Amelle teknolojik gelişmeleri ve onların hayata yansımasını ayrı değerlendirmek gerekir. Müslümanlar her şeyin en iyisine lâyıktır.
Sami Yusuf, Müslüman bir aileden geliyor. O sonradan Müslüman olmadı. Gerçi böyle de olsa bu durum, onun gözümüzdeki değerini azaltmazdı. Azerbaycan kökenli bir ailenin evlâdı O… Londra’da yaşamış ve bugünlere gelmiştir. Onun hakkında ileri geri konuşanlar acaba onun kadar şöhret olsalar neler yapmazlardı? Peki, yerdikleri Sami Yusuf ne yaptı? Evlenip yuva kurdu. Onun bunun peşinden koşmadı. Belli ki Londra gibi bir yerde İslâmî bir terbiyeyle yetişmiş. Biz zarfa değil, mazrufa bakarız. Mühim olan şekil değil, içeriktir.
Onun İngilizce ilâhî söylemesini eleştirenler, Sertap Erener’in Türkiye’yi İngilizce bir şarkıyla temsil etmesine ne derler acaba? İslâm’ı evrensel platformda temsil etmek için gerekirse İngilizce, gerekirse Japonca da söylenebilir. Mühim olan bunun ne amaçla yapıldığıdır. Türkçe söyleyen yeterince var zaten. Üretilenlere biraz da bu açıdan bakalım. Ben Sami Yusuf’u seviyorum ve yolunun açık olmasını Allah’tan diliyorum.
babalar günü
18.06.2006 - 18:25EKMEĞİNİ TAŞTAN ÇIKARAN FEDAKÂR BABALAR
M.NİHAT MALKOÇ
Rahat ve huzurlu yaşamak için geçim şartlarının iyi olması gerekir. Bu da sanıldığı kadar kolay değildir. Özellikle nüfusu yetmiş milyonu aşmış Türkiye gibi ülkelerde ekmek aslanın ağzında değil boğazındadır. Sıkıysa al. Nüfus bazen avantaj, bazen de dezavantaj olarak karşımıza çıkmaktadır. İşsizliğin yoğun olduğu ülkelerde şişkin nüfus avantaj değildir. Bu, ekmeğin daha da küçülmesi manasına gelir. Ekmek küçülünce her bir ferde düşen pay da azalmaktadır. Ülkemiz bunu canlı olarak yaşıyor.
Kim ne derse desin ailenin geçimi babanın sorumluluğundadır. Her ne kadar ülkemizde kadınların bir kısmı çalışıyorsa da bu yük babaların omzundadır. Çünkü kadın evin maddî yükünü taşımak zorunda değildir. Gerçi günümüzde tek maaşla geçinmek de nerdeyse imkânsız hâle gelmiştir. Durum böyle olunca kadınlar da çoluk çocuğunu bakıcılara bırakıp ekmek kavgasına dâhil olmaktadırlar. Bunun sayısız zararları vardır çocuk ve aile düzeni için. Sevgiye hasret bir toplum haline gelişimiz biraz da bundandır.
Toplumumuzda babalar genellikle annelerin gölgesi altında kalmışlardır. Herkes anneleri yüceltip dururken nedense babaların fedakârlığını görmezden gelir. Annelerin emeklerine ve cefakârlığına diyeceğim yok. Olamaz da zaten… Onlar bizim başımızın tacıdır. Cennet onların ayakları altındadır. Gül kokuludur anneler... Fakat babalar da unutulmamalıdır. Onların emekleri görmezden gelinmemelidir. Hayatın çilesini çeken bu insanlar, sevgi ve saygıya ne kadar da lâyıktırlar.
Baba güven demektir. Babası hayatta olan insanlar yüce bir dağa yaslanmış gibidirler. Baba aradan çıkınca o dağ üzerlerine çöker. Onların varlığı yüreğimizi ısıtır. Çocukların başarılarında ve elde ettikleri her şeyde babaların payı vardır. Bunu ancak büyüyünce, baba olunca anlarız.
Ben, Türkiye’de ve dünyada anne ve babalara ithaf edilen günlerin samimiyetten uzak, ekonomik çıkar amaçlı olduğuna inandığım için bu günlere pek değer vermiyorum. Mağazalar, bu günleri çıkar amaçlı kullanıyor. Saf duyguları ranta(getirim) çevirmenin kavgasını veriyorlar. Oysa bu duyguların ticarete alet edilmesi hiç de şık değil. Fakat günümüz dünyasında her şey para olarak görüldüğü için bu devran böylece yürüyüp gidiyor. Aslında saf sevgiye maddenin soğuk yüzü değmemelidir.
Siz siz olun babanız hayattayken kıymetini bilin. Ölüm araya girince hasret dağ gibi oluyor yüreğinizde. Geri dönüşü olmayan ötelere seyahat, hepimizin burukluğunu çoğaltıyor. Pişmanlıklar ve “keşke”ler yürek yangınımızı kor alevlere dönüştürmeden, babamıza sevgimizi açalım. İçimizde gizli kalan sevgi ve muhabbetin muhataba tesiri yoktur. Sevgi teşhir edilince tesirli olur. Aksi halde içimize hapsolan bir mahkûmdan farksızdır. Ben babamı kaybettiğimde sudan çıkmış balığa dönmüştüm. Kendime geldiğimde, içinde aşağıdaki dizelerin de bulunduğu hasret dolu bir şiir yazmıştım. Bu şiirin bir bölümünü dikkatlerinize sunmak istiyorum:
“Bir gönülün merkezine har düştü
Yaz ortası yüreğime kar düştü
Hayalimde yüceleşen yâr düştü
Hüzün bedenimden göçmüyor baba!
Bahçemdeki güller açmıyor baba!
Rengârenk bahardın, ağır kış oldun
Gerçek idin, şimdi bize düş oldun
Gözden akan bir damlacık yaş oldun
Göğümdeki kuşlar uçmuyor baba!
Bahçemdeki güller açmıyor baba! ”
Babalar gününde öpecek bir el varsa yanınızda, dünyanın en bahtiyar insanısınız. Bu ele özlem duyanlar o kadar çok ki! .... Kıymetini bilin ve hazzını yaşayın. Unutmayın ki babasızlık, içini acıtır insanın. Kol kanat geren bu sevgi yorganından mahrumsanız üşürsünüz temmuz sıcağında bile. Burukluk oturur yüreğinizin orta yerine. Ötelere göçen bir baba, size dair düşlerini de alır götürür. Can acılarına dair tortular kalır yanınızda. Onun gölgesinin de gerçekte bir nimet olduğunu anlarsınız ama onu bile arayıp bulamazsınız. Müebbet bir acıya mahkûm olursunuz zindanlara girmeden. Uyuşur bütün hissiyatınız, donar sanki.
Babamı ötelere uğurlayalı tam iki yıl oldu. Bir 19 Mayıs günü toprağa koyduk onu. Herkes bayram ederken benim içim kan ağlıyordu. Dünya böyledir işte. Çelişkiler dünyası. Birileri bayram eder, birilerinin yüreği yanar gider. Yine bir babalar günü arifesindeyiz. İçimdeki acı, özlem ve burukluk tazelendi yine. Neylersin bu acı kader herkesin adına yazılmış çok önceden. Bu hüznü yaşamayacak olan var mı? Hayattayken doyasıya yaşayın baba sevgisini. Sevgilerinizi içinize hapsetmeyin… Ve asla ertelemeyin. Babalar gününüz kutlu olsun. Dünyadan göçen babalara da gani gani rahmet diliyorum.
dabbe'tül arz
18.06.2006 - 18:23“DABBE” FİLMİ VE DABBET-ÜL ARZ GERÇEĞİ
M.NİHAT MALKOÇ
Dünya sinema tarihine bakınca ülkemizin bu sahada emekleme aşamasında olduğunu görürüz. Fakat son yıllarda Türk sinemasında müthiş bir hareketlilik yaşanıyor. Ay geçmiyor ki yeni ve kaliteli bir yapım seyirciye sunulmasın. Bu, millet olarak bizi gururlandırıyor. Sinemamız emekleme döneminden, tutunarak yürüme aşamasına geldi. Böyle giderse yakın bir zamanda desteksiz olarak da yürüyebilecek. Bunun en büyük sebeplerinden birisi şüphesiz ki Türk seyircisinin yapılan filmlere olan ilgisidir. Büyük paralar harcanarak yapılan filmler, aynı zamanda büyük paralar kazandırıyor.
Artık Türk sinema seyircisi kaliteli yapımların hakkını veriyor. Bilet fiyatları ülkenin mevcut ekonomik durumuna göre yüksek olsa da halkımız bir fırsatını bulup gösterimdeki filmleri izliyor. Malumdur ki marifet iltifata tabidir. Talep olmadan arz bir mana ifade etmez. Sinemada arz talep dengesi hızla düzeliyor. Bunu yapılan filmler de gösteriyor.
Bildiğim kadarıyla Türk sinemasının en büyük eksiklerinden birisi gerilim ve korku filmleri alanında kayda değer yapım olmamasıydı. Bu alanda Amerika kökenli filmleri büyük ilgiyle izlerdik. Fakat artık bizimkiler de korku ve gerilim filmleri yapmaya başladı. Bunun son örneğini genç yönetmenlerimizden Hasan Karacadağ “Dabbe” isimli yapımla verdi.
Dabbe, Arapçada hayvan ve canlı anlamlarına gelen, 'Debbe' kökünden türemiş bir isimdir. 'Debbe' hafif yürüme, debelenme demektir. Hayvanlar ve haşereler için kullanılır. Kuran'da “Dabbe” kelimesinin geçtiği pek çok ayet vardır, ancak ahir zamanda gerçekleşen bu özel olayı anlatan tek ayet Neml Suresi'nin 82. ayetidir: “O söz, başlarına geldiği zaman, onlara yerden bir “Dabbe” çıkarırız; o da, insanların Bizim ayetlerimize kesin bir bilgiyle inanmadıklarını onlara söyler.”
Dabbeyle ilgili kesin hükümler yoktur. Bazıları çağımızın iletişim araçlarından olan televizyonu “dabbe” olarak görür. Bazı rivayetlerde ise “dabbe” ve onun özellikleri şöyle sıralanır: “Dabbe yaşıyor, hiç kimse tarafından tanınmıyor, insan türünden değildir ve korkunç bir şekli vardır. Saçı ve kılı var. Bütün renklerden oluşmuş olup dört ayağı var. Bulutlara ulaşan uzunca bir boynu var. Doğuda olan batıda olan gibi onu görür, ahir zamanda hacılar Mina'ya çıktığı akşam Sefa dağından ve bir rivayete göre de Teşrik günleri Ciyad dağından çıkacaktır. Ona ulaşmak isteyen ulaşamaz, kaçan ondan kurtulamaz, insanlara iman ve küfürden bahseder. Müminin iki kaşının ortasına alamet bırakır ve “mümindir” yazar. Kâfirin iki kaşının ortasına alamet bırakır ve “kâfirdir” yazar.”
Bunun yanında Dabbet-ül arzla ilgili olarak Resulullah'ın (s.a.v) şöyle buyurduğu kaydedilmiştir: “Kıyametin alâmetleri Deccal, Dabbet-ül arz, Ye'cuc ve Me'cuc, duman ve güneşin batıdan doğmasıdır.” Son olarak şunu söyleyebiliriz ki İslâm tarihinde “dabbe” hakkında çok tartışmalar yaşanmış ve hiçbir zaman kesin bir hükme varılamamıştır.
Son zamanlarda gösterime giren ve büyük ilgi toplayan “Dabbe” filmi bu konunun bir kez daha gündeme gelmesine sebep olmuştur. Filmin senaristi ve yönetmeni Hasan Karacadağ bu hususta şöyle diyor: “Arapçaya Sanskrit dilinden geçen Dabbe’nin Sanskrit dilinde örümcek ağı gibi yayılan şey olduğunu hatırlayın. İnternetin world wide web(www) olduğunu düşünün. Yeri ve göğü aynı anda doldurabilen Dabbe’nin ve internetin çalışma mekanizması arasındaki ilişkiyi kurun.”
Son zamanların en güzel korku ve gerilim filmi olan “Dabbe” bu kavramla internet ağının kastedilmiş olabileceği görüşünden hareket ediyor ve film bu şekilde kurgulanıyor. Japonya'da “Yılın Sanatçısı Ödülü'” alan genç yönetmen Hasan Karacadağ, senaryosunu da yazdığı 'Dabbe' adlı korku filmiyle, kıyametin son alametinin internetten yayılacağını ileri sürüyor. Aslında dabbeyle televizyon kastedildiğini ileri sürenler ne kadar haklı ve tutarlıysa bu kelimeyle çağımızın en büyük buluşu olan internetin kastedildiğini düşünenler de o kadar haklıdır. Kelimeyi nereye çekersen oraya geliyor. Bu açıdan bakınca elastiki bir yapıya sahip olduğu görülüyor. “Dabbe” filminin konusu şöyle özetlenebilir:
“2005 yılının sonlarına doğru süper güç Amerika’yı bir intihar salgını sarar... Ülkenin her tarafında birbirinden bağımsız insanlar çok farklı ve tüyler ürpertecek yöntemlerle kendini öldürmektedir. Çok kısa bir süre sonra bu intihar olaylarının benzeri Türkiye’de de yaşanmaya başlar. Türkiye’deki ilk tuhaf intihar olayı İzmir’in Selçuk ilçesinde yaşanır. Tarık isimli kendi halinde bir genç internete girdiği uzun gecelerin ardından birden dünyayla ilişkisini keser ve kısa bir süre sonra korkunç bir yöntemle kendini öldürür. Selçuk Emniyet Amirliği, Tarık’ın intiharını özel incelemeye alır ve bu hususta en yakın arkadaşları olan Hande, Cem ve Sema’yı sorgular...
Bu arada Tarık’ın bu üç arkadaşına internet aracılığıyla tuhaf görüntüler eşliğinde mailler gelmeye başlar. Mailleri gönderen kişi ise kısa bir süre önce intihar edip ölen Tarık’tır. Bir ölüden mail gelmesinin mantıksız olduğunu düşünen Tarık’ın arkadaşları, zaman içerisinde çevrelerinde ortaya çıkan garip varlıklar görmeye başlarlar. Bu varlıklar kim tarafından ve nereden kontrol edildiklerini hissettirmeden göründükleri insanlara korkunç anlar yaşatmaktadırlar. Kişilerin bilinçlerini ele geçirerek gerçek ve rüya arasındaki ayırımı yapmalarını engellemekte ve kısa süre içerisinde kendilerini öldürmelerine yol açmaktadır.
Tarık’ın arkadaşlarından Hande yaptığı araştırmaları komiser Süleyman’la paylaşır. Ona göre dünyadaki bütün ölümleri Dabbet-ül-arz isimli bir varlık gerçekleştirmektedir. Dabbe bunun için iki şeyi kullanmaktadır: Dünyaya bir örümcek ağı gibi yayılan internet ve de aynı mekânda fakat farklı boyutta yaşayan cinler... Dabbe perdeyi aralamış ve gerçekler ters-yüz olmaya başlamıştır. Kıyametin son alâmeti artık her yerdedir. Hareket noktası olarak da Türkiye’yi seçmiştir....”
Çekimleri İzmir Selçuk'ta gerçekleştirilen filmin ön hazırlıkları üç ay sürmüş. Çekimler ise 21 günde Selçuk ve civar bölgede tamamlanmış. Filmde Ümit Acar, Serdar Özer, Ebru Aykaç, Serhat Yiğit gibi deneyimli sinema ve tiyatro sanatçıları rol alıyor. Bu da gösteriyor ki filmde seyirci toplayacak olan unsur sanatçıların adları değil, filmin kalitesi ve alanında iddialı bir yapım oluşudur. İzleyiciler bambaşka bir Türk yapımı korku ve gerilim filmiyle karşılaşıyorlar. Filmin müzikleri de konuyla uyumlu ve de çok enteresan ritimlerle bezenmiş.
Dabbe filmi ilhamını Kur’an’dan almakla birlikte dinî mesajlar veren bir yapım değil. Bu filmi seyredenler ve özellikle yalnız yaşayanlar, gece korkularına hazır olmalıdır. Türk sinemasına gerçek manada ilk korku ve gerilim filmini kazandıran ve çok da başarılı olan yönetmen Hasan Karacadağ’ı kutluyorum.
E-mektup: [email protected]
gazi
18.06.2006 - 17:49GAZİLİK BERATI
M.NİHAT MALKOÇ
Milletimiz zor zamanlarda birlik ve beraberlik içerisinde hareket etmiştir. Barış zamanlarında dağınık görülen bu millet, zoru görünce kenetlenmesini bilmiştir. Tarihimiz bunun sayısız örnekleriyle doludur. Barış zamanlarındaki dağınıklığımız eleştirilecek bir durum olsa da, kötü günlerde bir ve beraber olmamız takdir edilecek bir davranıştır. Bu milletin yiğitliği dillere şayandır. Tarihte cepheler şanlı ordumuzun 'Allah Allah' nidalarıyla yankılanmıştır. Büyük şairlerimizden Yahya Kemal, '26 Ağustos 1922' başlıklı şiiri ile Türk Milletinin hissiyatını ve cengâverliğini şöyle dile getirmiştir:
'Şu kopan fırtına Türk ordusudur Ya Rabbi!
Senin uğrunda ölen ordu budur Ya Rabbi!
Ta ki yükselsin ezanlarda müeyyed namın,
Galip et, çünkü bu son ordusudur İslâm'ın.'
Müslümanlıkta düşmanla savaşan, savaştan sağ olarak dönen kimselere gazi denmektedir. Aynı zamanda olağanüstü yararlılıklar göstererek düşmanı yenen komutanlara devlet tarafından verilen onur unvanıdır gazilik… Milletimizin kahraman bekçileri savaşa giderken 'Ölürsem şehit, kalırsam gazi' anlayışını taşımışlardır. Şehit olanlar cenneti kazanmış, geri dönenler de gazilikle teselli bulmuştur. Şehitlik ve gazilik manevî rütbelerin en yücesidir. Bunlar milletimizin ortak değeri ve paydasıdır.
Hiç kimse 'şehit veya gazi olayım' diye içten pazarlıklı savaşa girmez. Gaye, vatanın düşmana karşı savunulmasıdır. Bu uğurda gereken neyse o yapılır. Neticede ölüm vaki olursa şehit olunur. Zaferle sağ salim dönülürse kişi gazilikle taçlandırılır. Bu manevî unvanların büyüklüğü cana bedel olmalarından ileri gelir. İşin ucunda ölüm vardır. Hiçbirimizin de yedek canı yoktur. Hayat karşılığında elde edilen şehitlik ve gazilik Hakk'ın ve halkın gözünde muteberdir. Her gazinin niyeti sonuna kadar savaşıp zafer elde etmektir. Hatta bu uğurda gerekirse ölmektir. Gazi ölmeyi göze aldığı için onun makamı da yücedir.
Hayatta risk almak herkesin yapabileceği iş değildir. Cesur insanlar risk alabilir. Neticede bunun bir bedeli vardır. Savaşmak da riskli bir iştir. Bundan dolayı Allah için savaşanlar her zaman yüceltilmiştir. Rabbimiz bu konuda şöyle buyuruyor: 'Müminlerden özür sahibi olanlar dışında oturanlarla, malları ve canları ile Allah yolunda savaşanlar bir olmaz. Allah, malları ve canları ile savaşanları, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah hepsine cennet vaat etmiştir, ama savaşanları, oturanlardan pek büyük ecirle üstün kılmıştır.'(Nisa S. 95. Ayet) Şanlı Türk milletini cepheden cepheye koşturan ve ona kahramanlık destanları yazdıran şey şehitlik ve gazilik ruhudur. Türk milleti bu ruh sayesinde üç kıtada at koşturmuş, Haçlı ordularını yerle bir etmiş, 1071'de Anadolu'yu Müslümanlaştırmış ve 1453'te peygamberin övgüsüne mazhar askerlerle İstanbul'u Bizans'ın elinden alarak Müslüman Türk payitahtı yapmıştır. Kurtuluş Savaşı bu mantıkla kazanılmıştır. Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti devleti de bu anlayışın ürünüdür.
Yurdun bütünlüğü ve bekası için her türlü tehlikeyi göze alan gaziler; bu milletin gören gözü, tutan elidir. Askerî makamların en yücelerinden biridir gazilik. Kurtuluş Savaşı'mızın şanlı kumandanı Mustafa Kemal de bu namı şerefle taşımış bir büyük kahramandır. Askerler bir yana, şehirler bile gazilik beratıyla ödüllendirilmiştir. Gaziantep bu şerefe erişen tek şehir olma özelliğini onurla taşımaktadır.
Batılılar bizdeki bu manevî makamları anlayamıyorlar. Şehitlik ve gaziliği havsalaları almıyor. Çünkü Batıda manevi değerlerin bağlayıcılığı yoktur. Onlarda kurullar her şeyin üstündedir. Oysa biz Doğulular duyguyu ön planda tutan bir anlayışın temsilcileriyiz. Örf ve adetler, töreler kanun derecesinde etkili ve bağlayıcıdır bizde. Batılı milletlere maneviyatı anlatmak pek güçtür. Hayatında muz yemeyen bir kişiye bunu anlatmak ne derece mümkündür. Şeklini anlatsanız da tadını anlatamazsınız. Bizdeki manevî dinamikler de Batılılar için bundan farksızdır. Bu kıymetler bizim onlara karşı üstünlüklerimizdir.
Bu topraklar nice savaşlar, nice kahramanlıklar ve nice kahramanlar gördü. Serdengeçtiler sayesinde ateş çemberini aştık. Ocağımıza dikilmek istenen incir ağaçlarının dallarını ve eşkinlerini ölüm zehiriyle budadık. Yiğitlerimiz ölümü Mevlana'nın gözüyle şeb-i arûs(düğün gecesi) olarak gördüler. Dünyadaki zevk ve eğlenceleri ellerinin tersiyle ittiler. Ölenler cenneti, sağ kalanlar tükenmeyen asaleti kazandılar.
Son yıllarda Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerimizde pek çok gencimiz hain teröristlerin zalimane tuzaklarına düşerek şehit veya gazi olmuşlardır. Ömürlerinin baharında elini, ayağını veya bir başka organını vatan için feda eden bu kahramanlarımızın hakkını hiçbir şekilde ödeyemeyiz. Onlar bizim baş tacımızdır. Yurdumuzun solmayan çiçekleridir onlar. Vatan bu cesur yüreklere minnettardır. Bu toprağa can veren yiğitlerimiz; ölümü, olmazsa gaziliği bir şeref olarak iki cihanda taşımaktan onur duymuşlardır. Bu vatan sevdalılarını mahzun ve kederli bırakmaya hakkımız yoktur. Yiğit Türk gazilerini çok seviyoruz, onlara minnettarız. Hâlâ yaşayanlara sağlık, ölenlere rahmet diliyorum
bayrak
17.06.2006 - 12:32BAYRAK SEVGİSİ
M.NİHAT MALKOÇ
Türk milleti vatan ve bayrak için neler yapmadı ki! ...En son yapılabilecek işi, ölmeyi en evvel denedi. Türk töresinde vatan, millet ve bayrak sevgisi her sevginin önünde gelir. Bunun içindir ki, Türk insanı vatan için ölmeyi bir vazife bilmekte, oğlunu şehit veren anne ve baba acısını yüreğine gömerek “Vatan sağ olsun” diyebilmektedir. Bu ruhu Batılıların anlaması mümkün değildir. Çünkü onlar için vatan maddî değeri olan bir toprak parçasıdır. Onlarda şehitlik kavramı olmadığı için vatan uğruna ölme riski ancak çok büyük maaşlar karşılığında taşınabilir. Onlarda paralı askerlik söz konusudur. Ancak paranın hatırı için cephede mücadele edilir. Maaş kesilince çatışmada kesilir. Ne kadar para o kadar mücadele… Bunun en güzel örneğini ABD’nin Irak’taki paralı askerlerinde açıkça görüyoruz. Doların hatırına Irak bataklığında sivrisinek avlıyorlar.
Bizim askerlerimiz için para hesapta yoktur. Her Türk genci yirmi yaşına gelince büyük şenlik ve merasimlerle Peygamber ocağı olarak nitelendirilen askere uğurlanır. Bazılarının saçına kına bile yakılır. Bunun anlamı vatana kurban olması için gönderildiğidir. Evden çıkan genç, artık ailenin değil vatanın evlâdıdır. Her şey vatan içindir bundan sonra. Al bayrağın gölgesinde vatan düşlerine dalmanın zamanıdır artık. Ana, baba, yavuklu ve sıla hasreti vatan duygusuna yenilmiştir.
Türk milletinde askerlik kutsaldır. Onun için vatan borcu olarak nitelendirilmiştir. Vatanımızın en buhranlı ve sıkıntılı dönemlerinde topraklarımızı düşman saldırılarından, zulümden, felâket ve musibetlerden korumak azmiyle asırlar boyunca üç kıtada amansız mücadelelere girerek şehit olmuş ecdadımızın evlatları, bizlere şanlı bir mazi bırakmıştır. Bizler bu şerefli tarih sayfalarıyla ne kadar övünsek azdır.
Bayrak bağımsızlığın sembolüdür şüphesiz. Böyle olduğu içindir ki toplumumuzda apayrı bir yere ve değere sahiptir. Hemen her milletin kendine mahsus bayrağı vardır. Üzerindeki işaretler ülkelere göre değişir ve mana taşır. Tarihin çok eski devirlerinden beri bayrak vardır. Divanü Lügat-it Türk’te “batrak” olarak geçmektedir. Günümüz Türkiye’sinin bayrağı bambaşka bir manaya bürünmektedir. Bayrağımızdaki kırmızı, bu vatan için canını seve seve veren şehitlerimizin kanını sembolize etmektedir. Bayraktaki hilâl Müslümanlığımızın alâmetidir. Yıldız ise genç Türkiye Cumhuriyeti’dir. Bütün halinde düşünürsek Türklerin birlik ve bütünlüğünün simgesidir bayrak. Bunun altında toplanınca her şeyimiz “bir” olur.
Merhum şair Arif Nihat Asya, adı bayrakla özdeşleşmiş bir gönül adamıdır. Bayrak denince nedense hep o akla gelir. Adana’nın kurtuluş günü olan 5 Ocak’ta yazdığı “Bayrak” şiiri her Türk’ün zihnine kazınmıştır. Doğrusunu söylemek gerekirse bu ünü fazlasıyla hak etmiştir. Bu şiir genç yaşlı birçok insanın ezberindedir. Bu şiirden bir bölümü sizlere sunmak istiyorum:
“Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü…
Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü,
Işık ışık, dalga dalga bayrağım,
Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım.
Sana benim gözümle bakmayanın
Mezarını kazacağım.
Seni selâmlamadan uçan kuşun
Yuvasını bozacağım.
Dalgalandığın yerde ne korku, ne keder
Gölgende bana da, bana da yer ver!
Sabah olmasın, günler doğmasın ne çıkar;
Yurda ay- yıldızının ışığı yeter.”
Bayrak nazenin bir yârdır gözümüzde. Onu bağrımızda büyütürüz. Ülküdür, sevdadır, candır, mazidir, namustur, iradedir, anadır, sevgiliye sunulan alımlı bir güldür, şereftir, namustur, hayattır, aşktır, muhabbettir, mukaddesattır, göklerde süzülen bir kartaldır, uğrunda ölünmeye değer varlığımızdır, şanlı tarihin özüdür, dosta gurur, düşmana korkudur. Bize yol gösteren ışıktır.
Bu millet üç kıtada at sürdü ve cihan devleti olan Osmanlı’yı dünyaya egemen kıldı. Bünyesinde onlarca ırkı, barış ve huzur içerisinde barındırdı. Bizlere çok zengin bir medeniyet mirası bıraktılar. Bizler de Türkiye olarak onların bıraktığı emaneti hakkıyla muhafaza edeceğiz. Vatanımızın sınırlarını gerekirse bir kez daha kanla çizmeye hazırız. Topraklarımızda gözü olanların bunu böyle bilmesi gerekir. Bu bayrak ilelebet gönderde dalgalanacaktır. Hiçbir güç onu yücelerden indiremez. Çünkü yedisinden yetmişine kadar Türk milleti olarak gece gün nöbetteyiz. Sözlerimi Mithat Cemal Kuntay’ın şu anlamlı dizeleriyle noktalamak istiyorum:
“Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır.
Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır.”
Ali Ekber Çiçek
29.04.2006 - 17:31ŞİMDİ TÜRKÜLER YASTA
M.NİHAT MALKOÇ
Kültürümüzün vazgeçilmezlerinin başında gelir türküler… Onlarla sesleniriz dünyaya. Aşkımızı, özlemimizi, yürek yangınımızı türkülere gömeriz. İnsanlıkla yaşıttır onlar. Zaman onları hiç de yaşlandıramaz. Seneler geçse de türküler genceciktir. Gülistanda goncadır yüreklerimizi fetheden türküler… Dünya durdukça onlar da yaşayacaktır sonsuza dek…
Geçtiğimiz günlerde türkülerimizin gülen yüzlerinden biri olan Ali Ekber Çiçek’i türkülerle ebediyete uğurladık. Uzun azmandan beri şeker hastalığı yüzünden tedavi görüyordu. Türk Halk Müziği sanatçısı Ali Ekber Çiçek, 26 Nisan 2006 tarihinde İstanbul’da vefat etti, Edremit’in Tahtakuşlar Köyü mezarlığında toprağa verildi. Pop müziğiyle tepinen genç nesil belki de bu ismi bilmez ama türkülerle haşır neşir olanlar için çok önemli değerleri çağrıştırır bu güzel isim…
Türkülerimizin gülen yüzü Ali Ekber Çiçek, Erzincanlıydı. Çocuk yaşta başlamıştı bağlama çalmaya. Babasının genç yaşta ölümünün getirdiği hüznü bağlama çalarak atıyordu üzerinden. Maddî imkânsızlıklar belini bükmüştü bu genç yüreğin. İlkokuldan sonra okuyamadı onun için... Ömrü boyunca da bunun ezikliğini yaşadı. Fakat o okumuşlardan daha büyük değerler kattı kültürümüze. Müziğe ayırdı bütün mesaisini. İyi ki de öyle yaptı, aksi olsaydı bugün dört yüzün üzerindeki türküden mahrum kalacaktık. Genç yaşlarında, ilhamının kaynağı olan doğduğu şehir Erzincan’dan doyacağı şehir olan İstanbul’a göç eyledi. Askerden sonra TRT’nin açtığı sınavı kazanarak, Muzaffer Sarısözen döneminde TRT Ankara Radyosu’na ve Yurttan Sesler Korosu’na girdi. Burada çok verimli müzik çalışmaları yaptı. Ali Ekber Çiçek, bir söyleşide ömrü boyunca gittiği yolu şöyle özetliyordu:
“Gerçekleri göstermek, gerçeğe kavuşmak ve gerçeği olduğu gibi insanlara anlatmak için çalışmış bir insanım. Cahilden uzak, kâmile yakın oldum; büyüklerime saygıyla küçüklerime sevgiyle yaklaştım. Konuşulan her kelâmı ibadet gibi dinledim, kimseyi acizlik ve bilgisizlikle itham etmedim... Bu icraatım boyunca hiçbir maddî menfaat sağlamadım; insanların duygularını sömürmek gibi bir yanlışlığa meydan vermedim.”
Merhum Ali Ekber Çiçek, yüzlerce türkü kazandırmıştı halk müziği repertuarına. Ondan derlenen türküler arasında şunları sayabiliriz: “Böyle İkrarınan Böyle Yolunan, Bunca Olan Emeğimi, Derdim Çoktur Hangisine Yanayım, Ey Erenler Akıl Fikir Eyleyin, Gönül Gel Seninle Muhabbet Edelim, Gurbet Elde Bir Hal Geldi Başıma, Gurbet Elde Yadellerin Derdini, Gül Yüzlü Sevdiğim, Hazin Hazin Esen Seher Yelleri, İsmini Sevdiğim Saadetli Dostum, Nasıl Yâr Diyeyim Ben Böyle Yâre, Ondört Bin Yıl Gezdim Pervanelikte(Haydar Haydar) …vb.
Bugün TRT arşivlerinde onun 54 kaseti vardır. Bu kasetler bizim için hazine değerindedir. Çünkü O artık yok aramızda. Onun güzel sesini ve yorumunu geri getiremeyiz. O bir TRT sanatçısıydı. TRT’den emekli olmuştu. Devletimiz sahip çıkmıştı bu kıymetli türkücü ve derlemeciye. Zamanın hoyrat elinden nice kıymetli türküleri kurtarmış ve kültür hayatımıza kazandırmıştı. Sözlerini Pir Sultan Abdal’ın yazdığı “Derdim Yoktur Hangisine Yanayım” türküsü onun en kıymetli derlemelerinden birisidir. İlk dörtlüğünü aşağıya aldığım türküyü dinleyip de mest olmayan var mıdır? Bizim müziğimiz budur, biz buyuz. Birileri bize pop müziğini süsleyip sunsa da bizler o müzikten haz almayız:
“Derdim çoktur hangisine yanayım
Yine tazelendi yürek yarası
Ben bu derde nerden derman bulayım
Meğer şah elinden ola çaresi”
Görüldüğü üzere son yıllarda halk müziğinde bir canlanma var. Artık yeni nesil sanatçılar, pop müziğin kısır muhtevasının yüreklerimizi tatmin etmediğinin farkındalar. Bunun için pop tarzı okuyan şarkıcılar da kasetlerine halk müziğinden parçalar koyuyorlar. Fakat eski parçalara kendi yorumlarını katarak onları tanınmaz hâle getiriyorlar. Merhum Ali Ekber Çiçek, AA muhabiriyle ölmeden evvel yaptığı son röportajında buna ve genel olarak türkülerimize dair şu sitem dolu açıklamaları yapmıştı:
“Türk Halk Müziği tekrar popüler oldu; ancak ben bu gelişmeyi hazırcılığa bağlıyorum. Şimdi şöhret olmuş kişiler benim 40–50 yıl önce yazdığım parçalardaki ezgilerin üzerine güfte yapıp söylüyorlar. Bir de bu okuduğum parçalarda leyleği kuşa çevirerek okuyorlar. Kendini kanıtlamış ve halk nazarında kabul görmüş eserlere yeniden yorum eklemeye gerek yok. Ali Ekber Çiçek nasıl çalıp okuyorsa gençler ve ondan sonra gelenlerin de öyle okuması gerekiyor. Bu tavrı yakalamaları gerekiyor. Parçalarımdaki yorum zaten içinde vardır. Tekrardan o parçalara yorum eklemeye gerek yok.
Hazırcılığa alışmışlar. Ben gençlere çok değerli bir miras bıraktım. O eser asla aslını inkâr etmemeli. Yorum üzerine yorum katılmamalı. Her şey aslına bağlı olarak tabiatıyla birlikte yaşatılmalı. Ben 60 yıldır bu parçaları yapıp gençliğin önüne serdim ki onlara sağlam bir doküman bırakalım. Şimdi onlar bu müziğin aslını inkâr ederse, ben buna gücenirim. Yozgat Sürmelisi’ne sen nasıl yorum katarsın? Bu parça için Nida Tüfekçi on sene çalışmış. Haydar’a nasıl yorum katabilirsin? Bu parça üzerinde ben üç sene çalışmışım. Bu parçalara yorum katılmasından çok rahatsız oluyorum. Biz geleneklerimizi nasıl koruyacağız. Gelenekler aslıyla birlikte korunur. Bu insanlar kendileri çalışıp bir şey üretmiyor, hazırı da bozuyorlar. Bu insanlar piyasanın en kariyerli kişileri. Bunların işleri güçleri ticaret. Amaçları ceplerini doldurmak. Böyle şey olmaz. Ama bu insanlar hazırcılığa alıştığı gibi bir de bizim ürettiğimiz türkülerin üzerine, sanki çok iyi bir şey biliyormuş gibi, yorum katıyorlar.”
Türk halk müziğinin ustalarından birini, türkülerin duayenini kaybettik. Saza her dokunuşunda yüreğimizi titreten sanatkâr parmakların sahibiydi O… Onun “Haydar Haydar” türküsünü dinlerken trans hâline girmeyen kaç insan vardır? Merhum Çiçek, bağlamayla duygusal bağlar kurabilen ve bağlamaya sevdalı olan bir gönül eriydi. O yetmiş yıldan beri dünya gurbetindeydi. Onun için de “Yolumuz Gurbete Düştü” türküsünü bir başka içten söylüyordu. O artık ruhlara gurbet olan dünyadan, asli yurdumuz olan ahrete göçtü. Mavera aşkıyla yanıp tutuşan ruh, sükûna erdi. Türküleri çalınıp söylendikçe gönüllerimizde yaşayacak. Allah rahmet eylesin.
Ahmet Musaoğlu
19.04.2006 - 16:40Ahmet Musaoğlu, 1950 yılında Trabzon'da doğdu. Karadeniz Teknik Üniversitesi, Mühendislik Mimarlık Fakültesi Jeoloji Bölümü'nden, Jeoloji Yüksek Mühendisi olarak mezun olduktan sonra, Ankara'da, 'Maden Tetkik ve Araştırma Enstitüsü'nde göreve başladı. Daha sonra bu kurumun, 'Trabzon Bölge Müdürlüğü'nde görev alan Musaoğlu, çeşitli projeleri ´Kamp (Proje) Şefi´ olarak gerçekleştirdikten sonra aynı kurumda, ´Maden Haklan ve Ruhsat Servis Şefliği´ ve ´Araştırma Plan Koordinasyon Başmühendisliği´ görevlerini sürdüren Yazar, 1998 yılı içerisinde kendi talebi üzerine, yürütmekte olduğu Başmühendislik görevinden istifa etmiş, bilahare 2002 Ocak ayı itibariyle de memuriyet hayatına son vermiş, emekli olmuştur.
Yazarın, çeşitli gazete ve dergilerde yayınlanmış farklı yazılarının yanında, 'Tarihsel Bir Gerçek: Nuh (a.s.) Tufanı', 'insanoğluna Biçilen Yazgı: Uygarlığın Tarihi', 'Kendiliğinden Oluşa inanmak: Yaratılışın Altı Günü' ve 'Ölüm Yeniden Doğuş İçin: Kıyamet' isimli dört kitap eseri yayınlanmış bulunmaktadır. Yazarın ayrıca, Adem Aleyhisselam ile Hz. MUHAMMED (S.a.v.) arasındaki baba-oğul ilişkisini kronolojik olarak da ortaya koyan 'Peygamberler Şeceresi' isimli tablo eseri ile, söz konusu bu eserle uyumlu 'Peygamberler (insanoğlunun) Tarihi' isimli bir başka tablo eseri de yayınlanmış bulunmaktadır.
Hâlen, İLESAM (İlim ve Edebiyat Eserleri Meslek Birliği) Trabzon İl Temsilciliği görevini de yürütmekte olan Yazar, ´bilimsel yaratılışçılık´ olarak tanımladığı çalışma alanındaki konuları, gazete yazarlığı veya yerel-bölgesel yayın yapan radyo-televizyon kuruluşlarında hazırladığı veya katıldığı programlar ile okuyucularına ulaştırmaktadır.
Ahmet Musaoğlu
19.04.2006 - 16:38AHMET MUSAOĞLU’DAN MÜSTESNA BİR SEÇKİ: “HESAP LÜTFEN”
M.NİHAT MALKOÇ
İnsanlar vardır içi boştur, insanlar vardır bir başka hoştur… İkinci sınıfa dahil olan mümtaz simalardan birisidir Trabzonlu Araştırmacı-Yazar Ahmet Musaoğlu… İlimle mücehhez, bir o kadar da mütevazı, hoş sohbet bir simadır O… Yaratılış üzerine kafa yormuş, birbirinden değerli eserler vücuda getirmiş bir Hak dostudur Musaoğlu…Onun hayat hikâyesi eğilip bükülmeyen, dimdik yaşayan onurlu bir insanın ilmiyle amil portresidir şüphesiz.
Ahmet Musaoğlu, 15 Haziran 1950 yılında Trabzon'da doğdu. Karadeniz Teknik Üniversitesi, Mühendislik Mimarlık Fakültesi Jeoloji Bölümü'nden, Jeoloji Yüksek Mühendisi olarak mezun oldu. Ardından Ankara'da, 'Maden Tetkik ve Araştırma Enstitüsü'nde göreve başladı. Daha sonra bu kurumun, 'Trabzon Bölge Müdürlüğü'nde görev alan Musaoğlu, çeşitli projeleri ´Kamp (Proje) Şefi´ olarak gerçekleştirdikten sonra aynı kurumda, ´Maden Hakları ve Ruhsat Servis Şefliği´ ve ´Araştırma Plan Koordinasyon Başmühendisliği´ görevlerini sürdürdü. Yazar, 1998 yılı içerisinde kendi talebi üzerine, yürütmekte olduğu Başmühendislik görevinden istifa etti. 2002 Ocak ayı itibariyle de emekli oldu. Şu anda Trabzon’daki bürosunda ilmi çalışmalarını devam ettirmektedir.
Yazarın, çeşitli gazete ve dergilerde yayınlanmış farklı yazılarının yanında, 'Tarihsel Bir Gerçek: Nuh (a.s.) Tufanı', 'İnsanoğluna Biçilen Yazgı: Uygarlığın Tarihi', 'Kendiliğinden Oluşa İnanmak: Yaratılışın Altı Günü' ve 'Ölüm Yeniden Doğuş İçin: Kıyamet' isimli dört eseri yayınlanmış bulunmaktadır. Yazarın ayrıca, Adem Aleyhisselam ile Hz. Muhammed (S.A.V.) arasındaki baba-oğul ilişkisini kronolojik olarak ortaya koyan 'Peygamberler Şeceresi' isimli tablo eserinin yanında, söz konusu bu eserle uyumlu 'Peygamberler (İnsanoğlunun) Tarihi' isimli bir başka tablo eseri de yayınlanmış bulunmaktadır.
Hâlen, İLESAM (İlim ve Edebiyat Eserleri Meslek Birliği) Trabzon İl Temsilciliği görevini de yürütmekte olan Musaoğlu, “bilimsel yaratılışçılık” olarak tanımladığı çalışma alanındaki konuları, gazete yazılarıyla yerel-bölgesel yayın yapan radyo-televizyon kuruluşlarında hazırladığı veya katıldığı programlarla okuyucularına ulaştırmaktadır.
Ahmet Musaoğlu’nun son eseri olan “Osman ile Mozart-Hesap Lütfen” Sancak Yayıncılık’ın ilk eseri olarak okuyucuların ilgisine sunuldu. Kitabın kapak resmi çok ilgimi çekti. Kapakta Batı ile Doğu kültürü arasına sıkışıp kalan Türkiye’nin tasviri yapılıyor. 270 sayfadan meydana gelen kitapta birbirinden ilginç konu başlıkları var. Dokuz bölümden oluşan eserde ilmî, dinî, siyasî ve güncel meseleler farklı açılardan sorgulanıyor. Bu eserde anlatılanlar, daha evvel yazar tarafından Karadeniz Haber gazetesinde köşe yazısı olarak okuyuculara sunulmuş. Fakat sözü edilen yayın organı yerel bir gazete olduğu için belli sayıda kişilere ulaşmış. Onun için bu mühim yazıların geniş kitlelerce okunabilmesi gayesiyle bu eser vücuda getirilmiş. Çok da isabetli olmuş.
Araştırmacı-Yazar Ahmet Musaoğlu eserine çarpıcı bir önsözle başlıyor. Hepinizin altına imzasını atacağına inandığım yazarın şu ifadeleri Türkiye’nin yakın zaman gerçeğini ve umumî manzarasını gözler önüne seriyor:
“Ülkemizde bilgisizliğin bilginin yerine değer ölçüsü olduğu bir toplumsal yapı yaşanıyor. Bu yapıda ‘ölçü’ ‘ölçüsüzlük’ olduğu için muhatabınıza doğruyu sunsanız da sizi anlaması mümkün olmuyor. Çünkü normal olan ‘anormal’, anormal olan da ‘normal’ gibi görünüyor. Bu sebeple ‘yaşanan hâl’ kavranamıyor, her şey normal seyrinde gidiyor zannediliyor. Oysa, normal olan hemen hiçbir şey yok, anormal davranışlar normal, normal davranışlar da anormal olarak sürüyor. Bu sebeple de, kimse farkında bile olamıyor anormalliğin artık.”
Sayın Musaoğlu yaşanan hayatımızı ne güzel resmetmiş. Umumî görüntümüz bu değil mi? Aksini iddia etseniz de kim inanır bu deli saçmalarına. Toplum hasta…Bu hastalığı tedavi edecek bir ehil doktor bekleniyor. İlâç belli: Kur’an ahlâkıyla ahlâklanmak…. Mâziye, o görkemli tarihe ibret nazarıyla bakıvermek… Hatalardan ders, güzelliklerden ilham almak…. Aşağılık kompleksinden kurtulmak… Büyük millet olmanın ve büyük kalmanın şuuru ve inancıyla geleceğe emin adımlarla ilerlemek… “Hesap Lütfen” de bunun yolları anlatılıyor okuyucuya… Eseri bir solukta okuyacağınızdan eminim…. Çünkü kitapta ne ağır bir bilimsel dil, ne de kırık dökük sokak ağzı kullanılıyor. Yazılar her dönemde güncelliğini koruyor. Çünkü hastalık hâlâ olanca şiddetiyle sürüyor.
Ahmet Musaoğlu bir derya… Bu deryadan bir katre alanlara ne mutlu. Anne babamızdan görüp inandığımız güzel İslâm dinine dair kabullerimiz, ilme dayandıkça imanımız kâmilleşecektir. Bu mânada Musaoğlu’nun eserleri bulunmaz bir nimettir.
Harun Yahya müstear adıyla evrim teorisine savaş açan Adnan Oktar’dan eksiği yok Musaoğlu’nun. Hatta fazlası bile var. Çünkü Harun Yahya bir ekiple çalışıyor. Sınırsız maddî güçleri de var. Fakat Ahmet Musaoğlu tek başına, sınırlı imkânlarla adeta iğneyle kuyu kazıyor. Tabir caizse tek kişilik ordu…İçinden çıktığı şehir olan Trabzon’dan bile yeterli ilgi ve destek görmüyor.
Harun Yahya’yla Musaoğlu’nu kıyaslayanlar, bu iki ismin benzerlikleri üzerinde yoğunlaşıyorlar. Musaoğlu’nu Harun Yahya’nın Trabzon uzantısı gibi görüyorlar. Fakat bu kanaatlerinde yanılıyorlar. Çünkü bu iki isim, yaratılışı farklı yönlerden ele alıyorlar. Üstelik bu iki isim tıpatıp aynı konularda yazmıyorlar. Onları birbirlerinin sureti diye tavsif edenler her ikisine de haksızlık ediyor. Çünkü eserlerden yola çıkınca her ikisinin de orijinal kimliklerde ve görüşlerde oldukları rahatlıkla görülebilir. Fakat eserleri okuyan kim? Varsa yoksa dayanaksız polemik… Üstelik bu iki yazarın organik bir bağları da yoktur. Hatta farklı düşündükleri alanlar da az değildir. Fakat ucuz ve sığ malumatlardan yola çıkınca hakikatle gölgeleniyor.
Trabzon’dan böyle bir araştırmacı yazarın çıkması bizler için gurur vesilesidir. Fakat ilgisizlik, vurdumduymazlık ve çekemezlik hakikatlerin görmezlikten gelinmesi acı neticesini ortaya koyuyor. Ahmet Musaoğlu’nun Trabzon sınırlarını aşıp Türkiye’ye mal olması ve tesir alanını genişletmesi inananlar için bir zarurettir. Kendisine bundan sonraki çalışmalarında üstün başarılar diliyorum. Meraklılar için internet adresini vermek istiyorum: www.ahmetmusaoglu.org... Girin istifade edin.
E-mektup: [email protected]
mevlid kandili
09.04.2006 - 01:36MEVLİD KANDİLİ
M.NİHAT MALKOÇ
'Mevlid' kelimesi 'doğum' anlamına gelir. Son peygamber Hz. Muhammed(SAV) 'in dünyayı şereflendirdiği Rebiülevvel ayının on birinci gününü on ikinci güne bağlayan geceye 'Mevlid Kandili' diyoruz. Bu mübarek gece bütün Müslümanlar için bayram hükmündedir. Çünkü Allah'ın sevgilisi(Habibullah) olan Resul-i Ekrem, bu şerefli zaman içerisinde dünyamızı teşrif etmiştir. O, hicretten 53 sene evvel şenlendirmişti arzı… Tarihler milâdi 571'i gösteriyordu o zaman. Nisan ayının yirmisini gösteriyordu takvimler…
Peygamberlerin kamâlat bakımından en büyüğü olan Hz. Muhammed(SAV) , Rebiülevvel ayında dünyaya gelmekle o ayı sıradanlıktan kurtarıp güzelleştirmiştir. Onun gelişiyle bu ay bambaşka bir mana yüklenmiştir. O kutlu doğumdan beri Pazartesi daha bir sevimli gelir bize. Resülullah'ın değdiği her şey diğerlerine nazaran ne kadar da bahtlıdır. Onu dünya gözüyle görmek en büyük saadet olsa gerek…
Kadir gecesinden sonra en mühim ve faziletli gece olarak adlandırılan Mevlid gecesi, Müslüman âlemince lâyıkıyla ihya edilir. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Resul-i Ekrem Efendimiz bu güzel gecede hakkıyla anılır ve doğumundan dolayı duyulan sevinç, kalben ve lisanen dile getirilir. Zira bu hususta İmam Celâlüddîn Abdürrahmân bin Abdi'l-Melik Kettânî şöyle diyor: 'Mevlid günü ve gecesi, mübecceldir, mukaddestir, mükerremdir. Şerefi, kıymeti çoktur. Resûlullah'ın (Sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) varlığı, vefatından sonra, ona tâbi olanlar için, kurtuluş vesilesidir.
Onun mevlidi için sevinmek, Cehennem azabının azalmasına sebep olur. Bu geceye hürmet etmek, sevinmek, bütün senenin bereketli olmasına sebep olur. Mevlid gününün fazileti, Cuma günü gibidir.
Cuma günü, Cehennem azabının durdurulduğu, hadis-i şerifte bildirilmiştir. Bunun gibi, mevlid gününde de azap yapılmaz. Mevlid geceleri sevindiğini göstermeli, çok sadaka, hediye vermeli, davet olunan (uygun) ziyafetlere gitmelidir.'
Bilindiği gibi Süleyman Çelebi isimli büyük şairimiz 'Vesîletü'n-Necât'(Kurtuluş Sebebi) isimli kitabında doğumundan ölümüne kadar peygamberimizi şiir diliyle anlatmıştır. Bu güzel kaside Türk halkı arasında çok rağbet görmüş ve mübarek gecelerde okunmuştur. Bugün bile ölen kişiler için düzenlenen mevlitlerde bir ibadet aşkıyla okunmaktadır. Bu şiirin 'Vilâdet' bahrinde Süleyman Çelebi Peygamberimizin doğumunu şöyle anlatıyor:
'Amine hatun Muhammed annesi
Ol sadeften doğdu ol dür danesi
Çünki Abdullah'dan oldu hâmile
Vakt erişdi hefte vü eyyam ile
Hem Muhammed gelmesi oldu yakîn
Çok alametler belirdi gelmedin
Ol Rebiul evvel ayı nicesi
On ikinci gice isneyn gecesi
Ol gice kim doğdu ol hayrûl beşer
Anesi anda neler gördü neler
Dedi gördüm ol Habibin ânesi
Bir acep nur kim güneş pervanesi'
Karanlık gecelerimizi aydınlatan, hayatımızı anlamlandıran kâinatın serveri Resulullah Efendimiz her yönüyle mükemmel bir insandı. Bununla ilgili olarak bir hadis-i şerifinde 'Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.' buyurmuştur. Gerçekten de o güzel ahlakı hakkıyla sundu ümmetine. Bu konuda en güzel model kendisi oldu. Bu hususta Yüce Kur'an'da Peygamberimize hitaben şöyle buyrulmuştur: 'Sen elbette yüce bir ahlak üzeresin'(Kalem S. 4. Ayet)
Resulullah'ı sevmek kişinin iman kemalâtına işarettir. Çünkü Allah, bu kâinatı onun yüzü suyu hürmetine yaratmıştır. 'Sen olmasaydın habibim, kâinatı yaratmazdım' kutsi hadisi bunu ifade ediyor. Rabbimizin bu kadar yücelttiği bu mübarek simayı her şeyimizden çok sevmeliyiz. Bu sevgi kuru bir ifadeden öteye gitmelidir. Ona çokça selâtü selâm getirmeliyiz. Onun şefaatine sığınmalıyız.
Günümüz gençliği, uğruna kâinatın yaratıldığı peygamberini ne kadar tanıyor? Bu soruya müspet cevap vermeyi ne çok isterdim. Fakat mevcut durum bundan ibaret değildir. Kitapçı vitrinlerinde yüzlerce siyer kitabı olmasına rağmen bunları alıp okuyan ve fikreden insanların sayısı ne kadar da azdır. Yarınlarımızın teminatı olan çocuklarımız günlerini hayal mahsulü Harry Potter maceraları okumakla geçiriyor. Mafya dizilerindeki çetecileri kendilerine model olarak alan ve haksız kazancı meşrulaştıran bugünkü nesil, Resulullah Efendimizin mesajlarına ne kadar da muhtaçtır. Bu mesajlar onların yitik hazineleridir. Fakat zihinlerimiz öyle bir uyuşturulmuş ve bulandırılmış ki bunları kaybettiğimizden de haberdar değiliz. Kaybettiğinden haberdar olmayanın yitik hazineleri bulmaya koyulmasını ve onlardan istifade etmesini bekleyemezsiniz.
Peygamber Efendimiz hakkında yazı ve şiir yazmak büyük bir şereftir. Aynı zamanda büyük bir sorumluluktur da… Onu hakkıyla anlatmak her kalem erbabının kârı değildir. Vaktiyle ben de Resulullah'a dair bir naat denemesi yapmıştım. Sözlerimi 'Efendim 'adlı bu şiirin son bölümüyle tamamlamak istiyorum. Allah bizi o mübarek insanın şefaatine nail eylesin:
'Ne ağır zemheriler geçiriyor ümmetin
Günah galerisinde öksüz kaldı sünnetin
Müminin kokusuna şimdi hasret cennetin
Bu ne garip asırdır ahir zaman Efendim
Bizi bize bırakma, kayır aman Efendim'
Âlemlere rahmet olarak gönderilen sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed(sav) 'in doğum günü bizim için müstesna bir gündür. Her Mevlid Kandili'nde biraz daha tazeleniyoruz, biraz daha büyüyor ona dair hasretimiz… Güneş bir mızrak boyu yaklaşıp da insanların beyinleri fokur fokur kaynamaya başladığı o anda(mahşer meydanında) Onun mübarek 'Livaül Hamd' sancağı altında toplanan bahtiyar insanlardan olmak ne büyük bir mükâfattır. Bu vesileyle Müslümanların mübarek Mevlid Kandili'ni tebrik eder, insanlığın kurtuluşuna vesile olmasını Yüce Allah'tan dilerim.
rasim özdenören
04.04.2006 - 22:50RASİM ÖZDENÖREN’İN 50. SANAT YILI
M.NİHAT MALKOÇ
Türk edebiyatı zengin muhtevasıyla eşiz bir hazinedir. Geçmişten günümüze kadar binlerce kalem, bu zengin kültür arşivine katkıda bulunmuştur. Damlalar birikerek çağlayana dönüşmüştür. Edebiyatımızdaki bu eşsiz zenginliğe katkıda bulunan kalemlerden birisi de Rasim Özdenören’dir. O, edebiyat havuzuna koca bir damla olarak düşmüş ve bu havuzu tabir caizse taşırmıştır. Çünkü onun yazdıkları alelâde şeyler değildi.
Türk hikâyeciliğinin köşe taşlarından biri olan Özdenören, deneme sahasında da etkin bir isim olduğunu, verdiği güzel eserlerle ispatlamıştır. O, ülkemizin verimli kalemlerinin ortaya çıktığı Kahramanmaraş’ta doğmuş ve fikirlerini, yazdığı onlarca eserle yurt sathına yaymıştır. İşte eserlerinden bazıları: İpin Ucu, Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı, Yaşadığımız Günler, Acemi Yolcu, Red Yazıları, Çözülme, Yeni Dünya Düzenin Sefaleti, Köpekçe Düşünceler, Ben ve Hayat ve Ölüm, Çok Sesli Bir Ölüm, Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler, Hışırtı, Kafa Karıştıran Kelimeler, Müslümanca Yaşamak, Çapraz İlişkiler, Gül Yetiştiren Adam, Hastalar ve Işıklar, Yeniden İnanmak, Ansızın Yola Çıkmak, Denize Açılan Kapı, Kent İlişkileri, Ruhun Malzemeleri, Kuyu, Çarpılmışlar, İki Dünya, Aşkın Diyalektiği, Toz…. Devamı var ama biz bunları sıralamakla yetiniyoruz. Çünkü pek çok fikir veriyor bize bu eserler…
Henüz on altı yaşında yazmaya başlamış Rasim Özdenören…. 1957 yılında, Varlık dergisinin Ocak sayısında yayınlanan “Akar Su” adlı ilk hikâyesi, kendisinin edebiyat alanına girmesini sağlamıştır. Geriye bakınca aradan elli yıl gibi uzun bir zaman geçtiğini görüyoruz. Bu yıl onun ellinci sanat yılını kutluyoruz. Kültür, sanat ve edebiyatla iç içe geçen koca bir ömür… Her dakikası düşünülerek ve fikredilerek yaşanmış bereketli bir hayatın akislerini onun her satırında görmek mümkündür. Bir nesil onun kitaplarından ilham alarak yetişti ve hayat çizgisini belirledi. Belki de onun sayesinde çamura batmaktan yanlış yollara sapmaktan kurtuldu. Güzellikleri onun satır aralarında bulup keşfeden ve hayatına yön veren güzel insanlar yaşadıkça Özdenören’i hayır dualarıyla anacaklardır.
Nice olaylara tanık olmuş bu büyük yazar ve mütefekkir… Kültür, sanat ve edebiyat sahasında zamanın kutbu sayılan pek çok isimle samimi dostluklar kurmuştur. Bunların başında Fethi Gemuhluoğlu, Osman Yüksel Serdengeçti, Cemil Meriç, Necip Fazıl Kısakürek gelmektedir. Bu güzel insanların ömrü İslâmı anlama ve yaşama çabası içerisinde geçmiştir. Farkında olmadığımız gerçekleri sanat dairesi içerisinde bizlere hatırlatan bu mümtaz isimlere çok şey borçluyuz. Hayatımızda umut ışığı varsa ve yarınlara güvenle bakabiliyorsak bu, onların sayesindedir.
Özdenören’in hikâyelerinde toplumu tüm çıplaklığıyla görmek mümkündür. Özellikle ilk öykülerine toplumcu bir bakış açısı hâkimdir. Fakat daha sonraki yıllarda yelpazeyi daha geniş tutar ve konularını geniş bir alana yayar. Onun öykülerinde hazır mesajlar ve ham fikirler bulmak mümkün değildir. Çünkü böyle bir durum onun sanatçı yönünü zedeleyebilirdi. Bu yüzden hazır fikirler sunmaktan uzak durmuştur. Söyleyeceklerini satır aralarına gömmüştür. İyi bir okuyucu define hükmündeki bu fikir kırıntılarını rahatlıkla fark edebilir. Belli bir seviyeyi aşmamış okuyucular onu zaten hakkıyla anlayamaz.
Onun yazdığı öykülerde yerli malı kültür unsurları kendini gösterir. Çünkü o, bu milletin özü olan değerleri yaşamış ve içine sinenleri her fırsatta eserlerine aksettirmiştir. Bir diğer özelliği de öykülerinde insanın bilinçaltını sürekli kurcalamasıdır. Bilindiği gibi insanı diğer varlıklardan ayıran ve üstün kılan duygu ve düşünceler bilinçaltında depolanır. Bu nedenle o, merkez olarak bilinçaltını alır ve her fırsatta buradan çıkardıklarıyla olaylara yön verir. Ruh çözümlemelerinde son derece başarılıdır. Susturulmuş ve bastırılmış duygular içerisinde çırpınan kahramanlarına çıkış yolları arar, onlardan yola çıkarak topluma göndermelerde bulunur. Yaşanan hayatı bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçirir ve derin tahliller yapar.
Denemelerinde toplum ve fert ikilemi üzerinde düşünen, felsefî analizlerde bulunan Özdenören, insanlığın geçirdiği fikrî girdapları bir sarmal olarak görüp dikkate alarak açılımlarda bulunur. Cemiyetin kafasını karıştıran kavramlara açıklıklar getirir. Yabancılaşma ve özünden kopma, ele aldığı meselelerden bir başkasıdır. Geçmişinden zorla koparılan, alışık olmadığı kültürel ortamlarda yaşamaya zorlanan ferdin yaşadığı çelişkilere ve çıkmazlara değindiği yazılarında aslında bizi anlatır. Toplumun resmini kelimelerle çizer. Toplumsal değişime ayak uyduramayanların ızdıraplarına merhem olmaya çalışır. Fakat kendi de çıkamaz bu karmaşık durumun içinden. Çünkü toplumun temel direği olan ailenin zayıflaması ve çökertilmeye çalışılması meselelerin ana nedenidir. Bunu bilmek çözüme giden yolda fazla bir şey ifade etmez. Çünkü çözüm için fırsat tanınmaz, her geçen gün daha da karmaşık bir hâle bürünür yaşananlar…
Rasim Özdenören ismi bize Alâeddin Özdenören’i çağrıştırır hep… Çünkü Alâeddin Özdenören de iyi bir şâir olarak bilinir şiir ve edebiyat dairesi içerisinde… Rasim’le Alâeddin ikiz kardeştiler. 26 Haziran 2003 tarihinde İkiz kardeşlerden biri olan Alâeddin Hakk’a kavuşur. Bu ölüm hadisesi diğer ikiz olan Rasim Özdenören’i kelimenin tam anlamıyla çökertir. Kolay mı insanın ikizini kaybetmesi? Fakat inanmış bir insan olan Özdenören ölümün yokluk olmadığını, aslında ebediliğe atılan bir adım olduğunu bildiği için çabuk toparlanır. Çünkü hep göz önündeydi, insanları aydınlatmak gibi sorumluluk gerektiren bir vazifesi vardı onun.
Bu yıl Rasim Özdenören’ın yarım asırlık yazarlık dönemini geride bırakıyoruz. Elli yıl boyunca tam bir ibadet aşkıyla insanları aydınlatmak, halkı ve Hakkı anlatmak, hakikat çizgisinde sabit kalmak, sermayeye yaranmak için takla atmamak, adam gibi adam olmak, geleceğe miras olarak faydalı eserler bırakmak bereketli bir hayatın hayırlı semeresidir. Böyle dolu dolu yaşadıktan sonra, günlerin geçmesinden elem duymamak gerekir. Çünkü boş geçen gündür kaybolan… İçi doldurulan gün, kazanılmış ve yokluktan kurtarılmış bir hazine hükmündedir. Rasim Özdenören’in ellinci sanat yılını kutluyor, nice hayırlı eserlere imza atması temennisiyle uzun ve bereketli bir ömür sürmesini diliyorum.
sezai karakoç
04.04.2006 - 22:48SEZAİ KARAKOÇ’UN ŞİİR COĞRAFYASI
M.NİHAT MALKOÇ
Türk şiirinin bereketli pınarlarından birisidir Sezai Karakoç… Şiirimizin tükenmez rezervlerinden biri olan bu onurlu kalemi şiirimizde yer alan grupların birine dâhil etmek zorlama bir gayret olur. Onu İkinci yeni içerisinde ansalar da bu onun şiir dünyasını ifade etmekte yetersiz bir sınıflandırmadır. Doğrusunu söylemek gerekirse o başlı başına bir ekoldür. İkinci Yeni sınıfına dâhil edilenlerin hiçbiri Sezai Karakoç’la aynı dinî inançları paylaşmamaktadır. Bu bile onları aynı safta gösterme gayretlerine engeldir. Onun şiirini ancak şekil açısından İkinci Yeni grubunun içerisinde sayabilirsiniz. İçerik olarak farklı kaynaklardan beslenmişlerdir. Karakoç, Necip Fazıl’ın dünya görüşünden ve üslûbundan etkilenmiş olmasına rağmen şiirleri bambaşka bir renkte ve tattadır. Bu iki şairi bağdaştırmak sadece fikir yönüyle doğrudur.
Diriliş adını verdiği bir fikir kozasını örmekle geçirmiştir ömrünü. Bu koza ilimde, fikirde, sanatta, siyasette, kısaca her alanda ruhların kıyama kalkmasını ifade etmektedir. Öyle ki bir ara aktif siyasetin mücadelesine girişmiş bu kozanın kelebeği… Fakat gayesi politika çarklarından geçip ilerlemek, görüşlerinden taviz vererek bir yerlere gelmek olmadığı için tez zamanda vazgeçmiştir bu çıkmaz yolun kavşağından.
Karakoç, Doğunun haysiyetli çocuğudur. Aslen Diyarbakır’ın Ergani kazasındandır. Çocukluğu ve ilk gençliği bu topraklarda geçmiştir. Onun için dünyaya ve eşyaya hep Doğulu bir gözle bakmıştır hayatı boyunca. Bunun yanında yörenin pek çok hususiyetini taşır karakterinde. İçine kapanıktır, sıkılgan ve kırılgan bir ruh yapısına sahiptir. Kalabalıklardan, övgüden ve ön planda görülmekten rahatsız olur. Şöhretinin onurunu ağız tadıyla yaşayamaz. Ağızlarda dolaşan adını unutturmayı yeğler. Kimliğinin ve şiirinin, adından önde yürümesini tercih eder. Şayet şöhretten hoşlansaydı bugün milletin dilinde dolaşıp dururdu adı.
Sezai Karakoç her yönüyle, eskilerin deyimiyle şahsına münhasır(özgün) bir insandır. Etkisi altında kaldığı isimler olsa da bu onun özgünlüğüne zarar getirmez. Kendi şiir ağını büyük bir gayret ve emekle ören bu büyük şahsiyet, kendisinden sonra gelecek olan sanatkâr ruhlu nesle de güzel bir numune olmuştur.
Onun şiire el attığı yıllarda Türk şiiri kısır bir döngünün sancılarını yaşıyordu. Böyle bir dönemde şiirimize güçlü bir soluk olarak hayat vermiştir. Seven kalplerin yüreğini titreten “Monna Rosa “şiiri uzun yıllar elde çoğaltılarak gönüllerin tercümanı olmuştur. Bu adı taşıyan kitaptaki şiirler çok sonraki yıllarda iki kapak arasına alınarak yayınlanmıştır. Karakoç, Monna Rosa’yı yayınlamamakla sanki okurlarının sevgisini ve samimiyetini test etmiştir. Fakat kendisini sevenler bu şiiri elle veya fotokopi ile çoğaltarak yakın ve uzak çevresindekilere dağıtmayı bir vazife olarak addetmişlerdir. Günümüzde kitapları rafları doldurmasına rağmen yine de okunmayan şairlerin Karakoç’tan ders almaları gerekir.
Şiirimizin can çekiştiği bir dönemde ortaya çıkarak şiire ivme ve hareket kazandıran Sezai Karakoç, Diriliş dergisini ve aynı adla kurduğu yayınevini şiirin ve genel anlamda İslâmî sanatın emrine sunmuştur. Millî ve manevî duygularla beslenen fikir doktrini etrafında yepyeni bir neslin filizlenmesine zemin hazırlamıştır. Taha’nın Kitabı, Gül Muştusu, Körfez, Şahdamar, Sesler, Zamana Adanmış Sözler, Ayinler, Çeşmeler, Leyla ile Mecnun, Ateş Dansı, Alınyazısı Saati, Monna Rosa, Hızırla Kırk Saat adlı şiir kitapları onun değişik dönemlerde ortaya koyduğu ve her biri kendine mahsus özellikler taşıyan özgün şiir anıtlarıdır. Bunlarda onun keskin çizgilerini ve hayata bakışını kapalı bir şekilde de olsa görebilirsiniz. “Hızırla Kırk Saat” adlı eserinde İslâm tarihine ayna tutan Üstat Karakoç, şiirini faydacı bir anlayışla okuyucunun sesine dönüştürmüştür. Onun imgeleri zordur. Vasat okuyucu ondan çabuk sıkılabilir. Şiirlerini anlamak için belli bir birikim şarttır. Ama imge yumağını bir çözdünüz mü okuması ve fikretmesi bambaşka haz verir insana.
Onun şiirlerinde insanımızın asırlardır çekmiş olduğu sancılar ağırlıklı bir yer tutar. Kendisi de Doğu kökenli olduğu için bu yöre insanının yaşama tutunma çabasını ve karşılaştığı maddî ve manevî güçlükleri şiirine yansıtır. Bazı şiirlerinde Doğu-Batı çatışmasını konu edinir. Bunları yaparken şiirin olmazsa olmazlarından taviz vermez; şiirselliği ön planda tutar.
O, Doğu kaynaklarından beslenmiş olmasına rağmen Batının fikir ve sanat akımlarına yabancı değildir. Aydın bir insan olmanın getirdiği sorumluluk içerisinde hareket ederek iki farklı medeniyetin analizini ve sentezini yaparak geniş bir yelpaze oluşturmuştur. Çok zengin ve esnek bir dil kullanmıştır eserlerinde. O, dil konusunda hiçbir zaman aşırıya kaçmadı. Eski dilin imkânlarından yararlanırken yeni dilin güzel yanlarına sırtını dönmedi. Bu konuda da denge politikası güttü. Bunu inanarak yaptı ve kelimeleri kullanırken çok titiz davrandı. Kelimelerin milliyeti onun için belirleyici bir unsur olmadı. Şiire yakışanı, iç ahengi sağlayanı tercih etti. Bir sanatkâra da bu yakışırdı.
Karakoç’un şiirine biçim açısından da özgünlük hâkimdir. Ne Osmanlı şiirindeki şekil unsurlarına körü kürüne bağlanmış, ne de Batı şiir formlarını olduğu gibi tercih etmiştir. Onun şiiri bunlardan izler taşımasına rağmen tek başına bunların hiçbiri değildir. O bütün şiir geleneklerinden yararlanarak kendi şiir formlarını oluşturmuştur. Onu başkalarından ayıran ve zamana karşı güçlü kılan herhalde her konuda kendi olma çabasıdır. Bu tavır edebiyatta ve genel anlamda sanatta ayakta kalmanın en önemli şartıdır.
Karakoç’un şiirlerinde konu zenginliği dikkat çeken unsurlardan biridir. O bazen metafizik kaygılarla alır başını gider, bazen de aşkın deriliklerinde kaybolur. Maddenin sınırlarına hapsolmaz hiçbir zaman… Duygularını dizginlemez ama hissiyatın dağılmasına, başıboş seyretmesine de izin vermez. Coşkuyla hüzün, vuslatla ayrılık, sevgiyle nefret, kâinatı yorumlamadaki derinlikle sığlık iç içedir mısralarında. Birini öbürüne tercih etmez. Bu hususta müdahaleci değildir, her şeyi doğal akışına bırakır. Her mısrada çağın insanının buhranlarına ve genel manada iç dünyasına ayna tutar.
O, maziye sığınıp kalmadı hiçbir zaman. Daima dinamik olmayı, geçmişle gelecek arasında köprü kurmayı yeğledi. Zamanı uzun bir süreç olarak gördü ve zamanın bir noktasında kalakalmadı. Metafizik öğeleri kullanması, şiirin imkânlarını zorladıysa da dizeleri kütük kalmaktan kurtardı. Capcanlı, diri ve estetik bir içyapı çıktı ortaya
Onun şiirlerinde hecenin zorlayıcı kalıpları yoktur. Serbest şiir yazmasına rağmen hiçbir zaman şiirin iplerini boş bırakmaz, dizginler daima elindedir. Şiirlerindeki iç ahenk, ölçülü ve kafiyeli şiirlerdeki ahengi aratmaz. Hafızalarda kalan şiirler yazması, onun kelimeleri ustalıkla, adeta oya işler gibi dizmesinden kaynaklanır. Onun şiir üzerine söylediği şu sözler bize sanat anlayışıyla ilgili olarak pek çok ipucu verecek değerdedir:
“Şair, düşünceyi, ya olağan dışı bir zekâyla donatarak, ya aptallaştırarak kullanır. Yani, anlam, yeni şiirde kendi öz fonksiyonlarını yitirmiştir. Bir uyurgezerdir. Hafızasını kaybetmiştir belki. Şüphesiz şiir mantığı, düz yazı mantığı ile başlar; en az odur. Ama onunla yetinmez; onu, kendi yapısının gereği işlerle yükler. Gerçi yeni şiir, yer yer anlamsızlığı dener. Yer yer anlam boşlukları bırakabilir, anlam tatilleri yapabilir. Ama büsbütün anlamsız şiir düşünülemez. Çünkü şiir mantığı ne kadar değişik olursa olsun, genel mantıktan çıkmadır. Yeni şiirin klasik şiirden farkı, fon olarak, düşüncenin yanı sıra, şuuraltını, davranışları, benliğin en geniş anlamıyla vaziyet alışını da seçmesidir. Yeni şiirin oluşunda zekânın payı eski şiiri kat kat aşkındır gerçi. Ama günümüz şiirinde zekânın hüküm payı, şiiri bağlamaktadır daha çok. Şiirin çıkışı, klasik şiirdeki gibi yalnız zekâdan ötürü değil. Klasik şiir, düşünceyle başlıyor, kafiye ve ölçü ile dinlendiriliyordu. Yeni şiir ise, en az düşünceyle başlıyor, bütün oluş ötesi harekete geçiyor, ancak zekâ ile dinlendiriliyor. Düşünce dediğim, genel mantığa göre düzenlenen ilk kütle.”
Sezai Karakoç şairliğinin yanında düşünce adamıdır da… Onun değişik yazılarında Müslümanlığının, taşralılığının, Anadolu’nun sesini yakalayabilirsiniz. O fetihler ve bozgunlar arasında gidip gelen milletinin talihini şu dizelerde dile getirir:
“Halkım yalnız iki duyguyu tanıdı
Ya birini yaşadı ya öbürünü yaşadı
Fetih veya bozgun.”
Gerçekten de doğru bir tespittir bu… Tarihimiz bu çizgide gelişmiştir. Zaferlerle coşmuşuz, bozgunlarla yıkılmışız. Genelleme yaparsak zaferlerimiz bozgunlarla kıyaslanamayacak kadar çoktur. Onun için bahtiyar bir millet olduğumuz söylenebilir.
Çetin mücadelelerden geçmiştir Sezai Karakoç… Fakat dağ gibi sıkıntılardan yılmamış, üzerlerine gitmiştir. Çok yorulduğu, bunaldığı, kendini yalnız hissettiği zamanlar olmuştur şüphesiz. Gücünün tükendiğini hissettiğinde bile içindeki umut ışığı hiç sönmemiştir. Halk tabiriyle söylemek gerekirse güvendiği dallar çok kere eline gelmiştir. Lâkin o yılmamış, “yılgınlık” tabirini adeta lügatinden silmiştir.
Sezai Karakoç her zaman inançlı kesimin çağdaş sesi olmuştur. Bugün bir derviş edasıyla bir köşeye çekilmiş umumî manzarayı temaşa etmektedir. Umarım üretkenliğinden bir şey kaybetmemiştir. Bugün onun sesine ve soluğuna olan ihtiyacımız dünden fazladır. Nice güzel şiirler yazması dileğiyle kendisine Allah’tan uzun ve bereketli bir ömür diliyoruz. Sezai Karakoç ve onun gibi yerli sesler bizim rengimiz, avazımız ve nefesimizdir. Allah onları başımızdan eksik etmesin
Yaman Dede
12.03.2006 - 13:44YAMAN DEDE’NİN HZ. MUHAMMED(SAV) AŞKI
M.NİHAT MALKOÇ
İnsanoğlu hak ve hakikatle bütünleştikçe yaradılış gayesine erişir. Bazıları ailesinin inancı üzerine iç dünyasını biçimlendirir; manevî yönünü tayin eder. Aslında çoğumuz bu minval üzere hayatını şekillendirmiş. Bizler Müslüman olmayan bir çevrede yetişmiş olsaydık kaçımız İslâm inancıyla şereflenebilirdi? Buna verilecek müspet cevap sanıldığı kadar çok değildir. İnancımız için bedel ödemediğimiz için de kıymetini bilmiyoruz. Mevcut durumumuzu başka nasıl izah edebiliriz?
Belli bir zaman gayya kuyularında çırpındıktan sonra İslâm inancına erişenler, İslâm’ı hazır bulanlarla kıyaslandığında daha takva ehli oluyorlar. Batılı aydınlardan pek çoğu Hıristiyan inancını tecrübe ettikten sonra aradığını bu dinde bulamayınca İslâm’a koşuyor. Tarihimiz bu tarz İslâm’a dönüş hikâyeleriyle doludur. Bunlardan birisi de Yaman Dede’nin hikâyesidir.
Yaman Dede 1888 yılında Talas’ta doğan bir kişidir. Babası katı bir ortodokstu. Rum’du kendisi… O zamanki adıyla Diyamandi, ilköğrenimini Rum Ortodoks mektebinde yapar. Ailesi Kastamonu’ya göç ettiği için liseyi burada okuyarak birincilikle tamamlar. Çevresindekiler ona Yamandî Molla lakabını takar. Çünkü o Hıristiyan olduğu halde Mevlâna’ya çok düşkündür. Arapça ve Farsçayı kısa zamanda öğrenir. Mevlâna’nın Mesnevi’si onun içindeki ateşi kor hâline getirmiştir. Mesnevî’nin ilk beyitlerinden çok etkilenir. Şeyh Sadi’nin Gülistan’ını ezberlercesine okur. Doğunun bu gizemli kaynakları onu İslâm inancının şefkat iklimine götürür. İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirerek avukat olur. Bir ara eğitimcilik ve avukatlık yapar. Artık bu dönemlerde Müslümanlığı içten içe yaşar; fakat bunu ailesinden gizler. Konya’yla İstanbul arasında mekik dokur. Mevlâna’yı dili döndüğünce geniş kitlelere anlatır.
Gizliden gizliye yaşadığı inancını ifşa etmenin zamanı geldiğine inandığı için elli beş yaşında iken 15 Şubat 1942’de ismini değiştirir ve Mehmet Abdülkadir Keçeoğlu adını alarak nüfus idaresine yazdırır. Din hanesinde artık “İslâm” yazmaktadır. Durumu ailesine açınca, ailesi tarafından dışlanır. Bu noktadan sonra yapacağı tek şey, ceketini alıp evden çıkmaktır; o da onu yapar. Bundan sonraki hayatında bir evlilik daha geçirir. Zamanını öğrenci yetiştirerek anlamlandırır. Şeyhi olan ve hayatını şekillendiren Ahmet Remzi Dede, ona “Yaman Dede” adını verir; böylece tanınır.
Yaman Dede’nin peygamber aşkı dillere destandır. O, Resulullah’ı canından çok severdi. Yaman Dede iyi bir şâirdir aynı zamanda. Dinî ve tasavvufî temalı şiirlerle tanınmıştır. Kâinatın serveri Hz. Muhammed(SAV) ‘le ilgili olarak yazdığı şu şiir, pek çok kişinin hafızasında çiçek açmıştır:
“Gönül hûn oldu şevkinden boyandım yâ Resûlallâh
Nasıl bilmem bu nîrâna dayandım yâ Resûlallâh
Ezel bezminde bir dinmez figândım yâ Resûlallâh
Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Resûlallâh
Yanan kalbe devâsın sen, bulunmaz bir şifâsın sen
Muazzam bir sehâsın sen, dilersen reh-nümâsın sen
Habîb-i Kibriyâsın sen, Muhammed Mustafâ’sın sen
Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Resûlallâh
Gül açmaz, çağlayan akmaz, İlâhî nûrun olmazsa
Söner âlem, nefes kalmaz, felek manzûrun olmazsa
Firâk ağlar, visâl ağlar, ezel mestûrun olmazsa
Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Resûlallâh
Erir cânlar o gül-bûy-ı revân-bahşın hevâsından
Güneş titrer, yanar dîdârının, bak, ihtirâsından
Perîşân bir niyâz inler hayâtın müntehâsından
Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Resûlallâh
Susuz kalsam, yanan çöllerde cân versem elem duymam
Yanardağlar yanar bağrımda, ummanlardan nem duymam
Alevler yağsa göklerden ve ben messeylesem duymam
Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Resûlallâh
Ne devlettir yumup aşkınla göz, râhında cân vermek
Nasîb olmaz mı Sultânım haremgâhında cân vermek
Sönerken gözlerim âsân olur âhında cân vermek
Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Resûlallâh
Boynu büktüm, perîşânım, bu derdin sende tedbîri
Lebim kavruldu âteşden döner pâyinde tezkîri
Ne dem gönlüm murâd eylerse taltîf eyle Kıtmîr’i
Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Resûlallâh
Din ve iman uğruna yârdan ve serden geçmek samimiyetin ve ilâhî aşkın zirvesidir. Bunu gerçekleştirenler, iki cihan saadetini yakalayan ender simalardandır. Yaman Dede(Mehmet Abdülkadir Keçeoğlu) bu bahtiyar insanlardan birisidir. Misafir olarak ömrümüzü geçirdiğimiz bu fâni dünyada bize kalacak güzellikler, işlediğimiz hayırlı amellerdir; gerisi lâfügüzaftır. Bir gönül dostu ve ahlâk abidesi olan Yaman Dede ile ilgili etraflıca malumat almak isteyenlere, Mustafa Özdamar’ın yazdığı “Yaman Dede Belgeseli”ni ve Muhsin İlyas Subaşı’nın “İki Mevlevi” adlı eserini görmelerini öneririm.
atatürkçü düşünce
27.01.2006 - 22:51ATATÜRK VE TÜRK GENÇLİĞİ
M.NİHAT MALKOÇ
İnsan hayatının ergenlikle orta yaş arasındaki dönemine “gençlik” diyoruz. Gençlik bulunmaz bir nimettir. Fakat insanlar her nedense bunu yaşlandığında anlayabiliyorlar. Vaktinde kıymeti bilinmeyen ve gereğince yaşanılmayan bir gençliğin yaşlılıkta değeri fark edilse ne ehemmiyeti var? Giden gitmiştir, geriye bir sürü, zor seçilen solgun hatıralar kalmıştır. Ama hatıra deyip de geçmeyelim; hatıralardır bizi hayata bağlayan…
Yarınlarımızın teminatı olan gençleri çağın gereklerine uygun olarak yetiştiren milletlerin gelecek endişesi yoktur. Çünkü gençler istikbalimizin sigortasıdır. Fakat bu sigortayı sağlam tellerle bağlamazsak kısa devre yapma ihtimali vardır. Bunu da ancak millî ve yerli kültür unsurlarıyla besleyerek gerçekleştirebiliriz. Yabancı kültürlerin boyunduruğu altına giren nesiller her an patlamaya hazır saatli bomba gibidir. Ne zaman, nerede patlayacakları belli olmaz.
Gençlik bir tarlaya benzer. O tarlaya ne ekerseniz orada o biter. Hiçbir şey ekmezseniz yabani otlar ve dikenler biter. Nadasa bırakırsanız siz farkında olmadan başkaları ısırgan diker. Onun içindir ki bu tarlayı büyük bir itinayla ve zamanında ekmeliyiz ki yabani otlar yetişmesin. Gençlerden şikâyet edenler dönüp kendilerini muhasebe etsinler. Acaba ne ettiler, ne buldular. Hiçbir şey sebepsiz değildir.
Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu eşsiz insan Atatürk, gençliğe olağanüstü derecede kıymet veren bir insandı. Biliyordu ki bugünün orta yaşlıları yarının ihtiyarları olacaktı. Daha sonra onlar bu dünyadan göçecek ve yerlerini gençlere bırakacaklardı. Atatürk bunu biliyor ve emaneti teslim edeceği gençlere güveniyordu. Bunu şu ifadelerde görebiliriz:
“Gençler, cesaretimizi güçlendiren ve sürdüren sizlersiniz. Siz, almakta olduğunuz terbiye ve kültür ile insanlık değerinin, vatan sevgisinin en değerli örneği olacaksınız. Ey yükselen yeni nesil, gelecek sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk; onu yükseltecek ve sürdürecek sizsiniz.”
“Arkadaşlar, Gençliğe bakın, Türk millî bünyesindeki asil kanın ifadesine dikkat edin. Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum.”
“Vatanın bütün ümidi ve geleceği size, genç nesillerin anlayış ve enerjisine bağlanmıştır. Biz her şeyi gençliğe bırakacağız... Geleceğin ümidi, ışıklı çiçekleri onlardır. Bütün ümidim gençliktedir.”
“Milletin bağrından temiz bir nesil yetişiyor. Bu eseri (Türkiye Cumhuriyeti Devleti) ona bırakacağım ve gözüm arkamda olmayacak.”
Her millet gücünü gençlerinden alır. Bu kesim yarınlarımızın umududur. Onların varlığından hız alırız. Fakat gençlerin millî ve manevî değerlerine sahip çıkması ve bu kaynaklardan beslenmesi gerekir.
“Gelecek gençlerin, gençler ise öğretmenlerin eseridir ” diyen Atatürk bu konuda öğretmenlere düşen görevin ağırlığına işaret etmiştir. Gerçekten de öyle değil midir? Yedi yaşında öğretmene teslim ettiğimiz çocuğumuzu 22-25 yaşları arasında meslek sahibi olmuş yetişkin bir kişi olarak teslim alıyoruz. 15 yıl boyunca öğretmenlerin hünerli ellerinde yoğrulan evlâdımız olgun bir insan olarak bize dönüyor. Bu da gösteriyor ki gençler gerçekten de Atatürk’ün de belirttiği gibi öğretmenlerin eseridir.
Atatürk için gençlik, aydınlık bir geleceğin olmazsa olmazlarındandı. O Kurtuluş Savaşı’nı da gençlerin yardımıyla kazanmıştı. Onun ilke ve inkılâplarını da gençler korumuş, geniş kitlelerce anlaşılmasını sağlamışlardır. Atatürk en zor günlerinde bile etrafındaki gençliğe bakarak onlardan güç almıştır. Şu ifadeler buna delildir:
“Her şeye rağmen muhakkak bir nura doğru yürümekteyiz. Bende bu inancı yaşatan kuvvet yalnız aziz memleket ve millet hakkındaki sonsuz sevgim değil, bugünün karanlıkları, ahlaksızlıkları, şarlatanları içinde, sırf vatan ve hakikat aşkı ile ışık serpmeye ve aramaya çalışan bir gençlik gördüğümdür.
Başımıza neler örülmek istenildiği ve nasıl mukavemet ettiğimiz ve daha doğrusu milletin arzu ve emellerine uyarak ve onun yardımıyla nasıl çalıştığımız görülmeli ve gelecek kuşaklar için ibret ve uyanıklığı gerektirmelidir. Zaten her şey unutulur. Fakat biz her şeyi gençliğe bırakacağız, o gençlik ki hiçbir şeyi unutmayacaktır; geleceğin ışık saçan çiçekleri onlardır. Bütün ümidim gençliktedir. ”
Atatürk’ün bu millet için nice fedakârlıklar yaptığının şuurundaydı o zamanın gençliği. Bugünün gençleri de çağın bütün olumsuzluklana rağmen Ata’larına olan vefalarından ve saygılarından bir şey kaybetmiş değillerdir. Onlarda bir eksiklik varsa o da bizim onlara verdiğimiz terbiyenin noksanlığındandır. Gençler, Ata’sına onu yorulmadan takip edeceğine dair söz vermiştir. Vatanı yaban ellere vermeyeceğini taahhüt etmiştir. Atatürk gençlerin kendisine verdiği sözden duygulandığını şu sözleriyle dile getirmiştir:
“Siz genç arkadaşlar, yorulmadan beni izlemeye söz vermişsiniz. İşte ben bu sözden çok duygulandım. Yorulmadan beni izleyeceğinizi söylüyorsunuz. Fakat arkadaşlar yorulmak ne demek? Elbette yorulacaksınız. Benim sizden istediğim şey yorulmamak değil, yorulduğunuz zaman bile durmadan yürümek, yorulduğunuz dakikada dinlenmeden beni izlemektir. Yorgunluk insan için doğal bir durumdur. Fakat insanda yorgunluğu yenebilecek manevi bir güç vardır ki, işte bu güç yorulanları dinlendirmeden yürütür.”
Yarınlarımızın umudu olan gençlerimizi gerçek bir Türk milliyetçisi olarak, millî kültürümüze sadık birer fertler olarak yetiştirmeliyiz. Onlara tarih bilinci vermeliyiz ki ecdadıyla gurur duysunlar. Tekerrürden ibaret olan tarihten ibret almak için yaşanan hadiselerin sebep ve sonuçlarını iyi tahlil etmeliyiz. İstikrarlı, kararlı, cesur, çalışkan, disiplinli, yılmaz, dürüst, adaletli, vicdan ve fikir hürriyetinden yana, ileri görüşlü, tedbirli, aile kurumuna önem veren, güzel ahlâklı, hoşgörülü, sanatkâr ruhlu, azimli, sorumluluk sahibi, hizmete talip bir gençlik yetiştirmek için canla başla çalışmalıyız. Bunu yapmak büyük Atatürk’ün önemli bir vasiyetini de yerine getirmek demektir.
E-mektup: [email protected]
çanakkale şehitleri
27.01.2006 - 22:49HARBİN GÖLGESİNDE KILINAN NAMAZ VE ÇANAKKALE RUHU
M.NİHAT MALKOÇ
İnsanlar cesaretleri kadar vardırlar. Bizi diğer insanlardan ayıran ve farklılaştıran yürekliliğimizdir. Fakat deli cesareti değil kastettiğimiz. Ulvî gayeler uğruna gösterilen cesaret mukaddestir. Ötekisi deli cesareti…. Kıymeti yok böyle yürekliliğin… 275 kiloluk mermiyi kaldırıp düşman gemisini batıran ve Çanakkale Savaşı’nın gidişatını değiştiren Koca Seyyitler’in gösterdiği kahramanlıktır cesaret… Kaldı mı böyle kahraman ruhlu insanlar?
Aslında millet olarak zor zamanlarda kenetleniriz. Felâketler fert fert kenetlenmemizi sağlar. Fakat diğer vakitlerde birbirimizle didişip dururuz. Savaşlar yeni kahramanlar çıkarır bizde. Bunun sayısız örneğini görmüşüz şerefli Türk tarihinin altın sayfalarında. Ahmet Nedim isimli şairin Çanakkale Savaşı’nda gördüğü ibretlik manzara buna örnektir. Ahmet Nedim bu hadiseyi şiirleştirerek şöyle anlatıyor:
“Ateşlerin yaladığı bu düzlükten geçenler,
Güllelerin cehennemlik yağmurundan kaçarken;
Yolun biraz kenarında, tek başına bir nefer,
Pervasızca bombalardan, ateşlerden, her şeyden…
Kendisine, süngüsünden bir mihrabcık kurmuştu,
Sonra onun karşısında namazına durmuştu.
Ne havada ıslık çalan ve düştüğü yerlere
Kızgın çelik sahnelerle ölüm saçan gülleler,
Ne semada ifrit gibi vızıldayan tayyare...
Ne dünyalık bir düşünce, ne bir korku, ne keder
Onun demir yüreğini oynatmaktan acizdi,
Sanki toplar, şarapneller tehlikesiz, sessizdi!
Bir çam ona, gölgesinde yapmış idi seccade.
Sanki tekbir alıyordu vakit vakit top sesi...
Gözlerinin sade akı beyaz kalan yüzünde
Parlıyordu o sarsılmaz imanının gölgesi
Bir Müslüman nasıl olur? Bu levhadan anladım,
Hürmetlerle -yavaş yavaş- sokuldum beş on adım
Başındaki kabalağın gölgesine gömülen
Süzük gözler, dikilmişti o süngüden mihraba
Hakk'ın büyük divanında, eli bağlı, dururken
Artık o, can kaygısını almıyordu hesaba
Allah Allah, bu ne yüksek bir imandır ya Rabbi
Bir Müslüman, ne büyük bir kahramandır, ya Rabbi!
Kahramandır, çünkü toplar etrafında patlarken
Zerre kadar titremedi, namazını bozmadı
Dört yanına ateş saçan türlü türlü afetten
Sanki onu koruyordu bir meleğin kanadı
Onun, böyle tevekkülü bana pek çok dokundu
Yüreğimi bir şey ezdi... İki gözüm sulandı
Böyle dalgın, düşünerek geçerken ben yanından
Sağa sola selâm verdi, namazını bitirdi
Sonra, biraz kımıldandı, ellerini, Yaradan
Tanrısına dua için gökyüzüne çevirdi.
Şimdi, artık Allah'ına döküyordu derdini
Gözlerini kapamıştı, unutmuştu kendini”
Bu yaşanmış bir hadise… Çanakkale Savaşı’ndan bir tablo… Böyle serdengeçtiler sayesinde uçurumun eşiğinde olan parçalanmış bir topluluktan ışıl ışıl, yepyeni ve güçlü bir cumhuriyet çıkarıldı. Böyle bir milletin torunları olmakla ne kadar iftihar etsek azdır. Fakat bugün ecdadımızın müstesna özelliklerinden ne kadarını taşıyoruz? O mübarek insanlara lâyık olabildik mi? Bugünkü yeni nesil o kahramanların izinden gidiyor mu? Bunlara müspet cevap vermek zordur.
Binmişiz bir alamete, gidiyoruz kıyamete… Yeni neslin idealsizliği ve tarihe sırt çevirmesi istikbalimizi tehdit ediyor. Bu gençlere millî bir şuur ve tarih bilinci veremedik. Batılılaşma adı altında yitip gitmelerine, avucumuzun içinden kayıp kaybolmalarına göz yumduk. Savaşın gölgesinde namazını büyük bir huşu ile kılabilecek inançta ve cesarette bir nesli nereden bulabiliriz? Davası nefsi olan bugünkü nesille nereye kadar gidebiliriz. Bunları düşününce geleceğe dair umutlarım tuz buz oluyor.
E-mektup: [email protected]
Beşir Ayvazoğlu
27.01.2006 - 22:48DEFTERİMDE 40 SURET
M.NİHAT MALKOÇ
Beşir Ayvazoğlu üretken yazarlarımızdan birisidir. Sağın parmakla gösterilecek aydınlarından kabul edilir. Geçmişimizi bugüne taşıyan bir kültür antropologu gibi çalışmıştır. O aynı zamanda iyi bir şairdir. Aşağıdaki liste onun ne kadar verimli bir yazar olduğunun açık ispatıdır. İşte size Beşir Ayvazoğlu’nun bugüne kadar yazmış olduğu eserlerin külliyatı:
“Aşk Estetiği (İnceleme, 1982) , Gülname (şiir, 1983) , Yahya Kemal-Eve Dönen Adam (İnceleme, 1985) , Geçmişi Yeniden Kurmak (Denemeler, 1987) , İslâm Estetiği ve İnsan (İnceleme, 1989) , Aslanlar, Tilkiler ve Eşekler (Fabl, 1990) , Türkün Kültür Coğrafyasında Bir Gezinti(Gezi, deneme, röportaj, 1990) , Halk Şiirinden Tarihe (Denemeler, 1991) , Kaknus (Şiir, 1991) , Güller Kitabı (İnceleme, 1992) , Şehir Fotoğrafları (Denemeler, 1995) , Tarık Buğra - Güneş Rengi Bir Yığın Yaprak (Biyografi, 1995) , Şiirler (Toplu şiirleri, 1996) , Geleneğin Direnişi (Denemeler, 1996) , Fuzulî Kitabı (1996) , Defterimde 40 Suret (Biyografi, 1996) , Altı Çizili Satırlar (1997) , Dede Efendi (Flamanca tercümesiyle, Hollanda, 1997) , Peyami, Hayatı Sanatı Felsefesi Dramı (Biyografi-Deneme, 1999) , Sîretler ve Sûretler (Biyografi-Deneme 1999) , Yaza Yaza Yaşamak (Deneme, 1999) .”
Aslında kastım Beşir Ayvazoğlu’nu tanıtmak değil. Geçenlerde okuduğum “Defterimde 40 Suret” adlı eserinden bahsetmektir muradım. Fakat bu kadar güzel eserler vücuda getiren, millî kültürümüzü deneme tadında yeni nesle tanıtan ve sevdiren böylesine gayretli ve başarılı bir yazardan az da olsa söz etmeyi zorunluluk addettim.
Biyografiler sırf kişilerin hayatını anlatmakla kalmaz bir döneme tanıklık ederler.
Beşir Ayvazoğlu’nun yazmış olduğu “Defterimde 40 Suret” biyografiyle anı karışımı bir eser olarak tanımlanabilir. Yazar, kitabının önsözünde şu görüşlere yer veriyor:
“Eskiler, insan için âlem-i sugra, yani küçük âlem derlermiş, ne kadar doğru. Bana sorarsanız, her insan ayrı bir âleme açılan bir kapı; o kapıdan içeri girdikten sonra, labirentlerinde kaybolmak işten bile değil, Freud'ların mroydların başlarına gelen nedir? Sıradan zannettiğimiz insanların bile uçsuz bucaksız iç dünyaları varsa, bilim, sanat ve hareket adamlarının dünyalarının büyüklüğünü varın siz hesap edin. Doğru söylüyorum, onları derinliğine anlamaya çalışmak, galaksiler arası yolculuğa çıkmak gibi bir şey olmalı. Ben mi? Ben sadece kapıları korka korka aralayıp 'hoşça bak'tım, gözlerim kamaştı”
“Defterimde 40 Suret” i okuduktan sonra sadece Ayvazoğlu’nun değil, benim de gözlerim kamaştı. Çünkü bu kitapta bahsi geçen, geçmişimize damga vuran bu suretler alelâde insanlar değil. Her biri belli meziyetleri olan hareket adamları… Hepsi birbirinden değerli… Gençlerimizin bu suretleri model almasını ne çok isterdim.
Günümüz gençliği popçuları ve topçuları örnek alıyor. Onlar gibi giyiniyor, onların konuştuğu gibi lâubali konuşuyorlar. Bunlar ne tarihinden, ne de kültüründen haberdar… Hepsi de bir yere kadar okumuş ama okumakla adam olunmuyor. Öğretmenlerin verdiği bilgiler bir kulaktan girip ötekinden çıkıyor. Onun için de televizyonda boy gösteren yeni yetme bir şarkıcı kadar tesirli olamıyorlar.
Beşir Ayvazoğlu’nun veya İskender Pala’nın kitaplarını okuyup da geçmişteki edebiyata ve tarihî şahsiyetlere hayran olmamak mümkün değildir. Niçin günümüz gençliği bu tarz kitapları okumaz da Harry Potter gibi hayal mahsulü cadı masallarıyla kıymetli zamanlarını zayi ederler? Bunu anlamış değilim; bundan sonra da anlayacağımı zannetmiyorum. Halimiz pür melâl… Binmişiz bir alâmete, gidiyoruz kıyamete.
“Defterimde 40 Suret” te bizim insanlarımız var. İçimizden çıkan, tarihimizle, kültürümüzle haşır neşir, bu memleketin insanları…Hepsi de yüzde yüz yerli kültür kaynaklarından doldurmuş tasını. Kim mi bunlar: “Necmeddin Okyay, Nezahat Nureddin Ege, Malik Aksel, Necip Fazıl, Münevver Ayaşlı, Nuri Arlasez, Fuat Bayramoğlu, Perihan Arıburun, Ahmet Yakupoğlu, Turgut Cansever, Ahmet Kabaklı, Sedat Umran, Alaeddin Yavaşça, Tosun Bayrak, Turgut Özal, Ziya Nur Aksun, Çelik Gülersoy, Orhan Okay, Erol Akyavaş, Halit Refiğ, Hilmi Yavuz, Yavuz Bülent Bakiler, Erol Güngör, Hüsrev Hatemi, Cinuçen Tanrıkorur, Ayşe Şasa, Saadettin Ökten, Ekmeleddin İhsanoğlu, Sevinç Çokum, Aydın Menderes, Mustafa Kutlu, Ali Birinci, İlhan Kesici, Mustafa Çalık, Ahmet Turan Alkan, İsmail Kara, Mustafa Ruhi Şirin, Annemarie Schimmel, Cengiz Aytmatov, Kenize Murad”
Bu isimlerin hepsi de kendi alanlarında ekol olmuş üstün yetenekli insanlar. Zaten korkak ve sıradan insanların aksiyon adamı olması mümkün değildir. Saydığımız isimler toplumun ana damarlarıdır. Gölgesinden bile ürken, korkak, sıradan insanlar bırakın ana damarı kılcal damar bile olamazlar. Tarih cesur insanları, kahramanları, bir de hainleri yazar.
Geçmişte yaşamış bu değerli insanlardan öğreneceğimiz çok şey var. Tecrübeler milletin ortak malıdır. 224 sayfadan meydana gelen bu biyografi-anı karışımı eseri herkesin, özellikle geleceğimizin teminatı olan gençlerin okumasını tavsiye ediyorum. Popüler kültürün zararlarından korunmak isteyenler mazinin şefkat iklimine sığınsın, kurtuluş reçetesi oradadır.
E-mektup: [email protected]
dua
27.01.2006 - 22:46DUA SİLAHINI KUŞANMAK
M.NİHAT MALKOÇ
Silah cemiyetimizde kavga aracı olarak bilinse de bizim kastettiğimiz silah bu türden değil. Mümini Rabbine yaklaştıran duadan bahsediyoruz. Bununla ilgili olarak Resulullah’ın “Dua müminin silahıdır” hadisinden yola çıkıyoruz.
Duayla ilgili olarak yüce Rabbimizin çok açık bir beyanı var. Duayla alâkalı Hak Teâlâ Hazretleri şöyle buyuruyor: “Ey Resul-i Ekremim! Benim kullarım 'Rabbimiz uzakta mıdır, yakında mıdır? ' diyerek sana beni sordukları zaman sen onlara cevap ver ki: Ben onlara pek yakınımdır. Bana dua eden kulumun duasını kabul ederim. Dua ettiğinde benden dualarının kabulünü istesinler. Ve bana iman etsinler. Umulur ki onlar imanları ve duaları sebebiyle doğru yola vasıl olurlar ve irşat olunurlar. '(Bakara Suresi, 186)
İnsanoğlu ne kadar da aciz bir varlıktır. Fakat çoğu kişi bu acizliğini ya bilmez ya da kabul etmek istemez. Oysa hiçbir şey, hakikatleri ilelebet gizleyemez. Güçsüzlüğümüz ve muhtaçlığımız ayan beyan ortadadır.
Hangi birimiz zamanın geçişini durdurabilir ya da yavaşlatabilir. Hastalanmamak için sihirli bir reçeteniz var mı? Herkesin kapısını çalacak olan Azrail’in geliş vaktini hangi birimiz tehir edebiliriz? Bu soruların hiçbirine müspet cevap veremiyoruz. O hâlde acziyetimizi kabul etmek mecburiyetindeyiz. Gerçi kabul etmesek de bu gerçeği değiştirebilir miyiz?
O hâlde kadir-i mutlak olan Allah’a yönelip ihtiyacımız olan her şeyi ondan istemeliyiz. Çünkü o bütün mevcudatın tek hâkimi ve sahibidir. Mülk onundur. Anahtar onun uhdesindedir. Bizler isteme makamındayız. İstemenin dindeki adıdır dua. Bununla ilgili olarak Resulullah Efendimizin mübarek sözlerinden bazıları şunlardır:
“Büyük zorluklarla karşılaştığınız zaman 'Allah bize yeter. O ne güzel vekildir' güzel zikrine devam ediniz.”
“Cenâb-ı Hak, duada fazla ısrar edenleri sever.”
'Eğer bir kul, Cenâb-ı Hakk'a bir hususta duâ eder de icâbet olunmazsa onun yerine bir hasene, yani bir sevap yazılır.”
“Bir babanın oğlu için duası, bir peygamberin ümmeti hakkındaki duası gibi makbuldür.”
“İyilik görenlerin iyilik gördükleri kimseler hakkında ettikleri hayır duaları reddolunmaz.”
“Kaderden sakınmak kaderi def etmez. Lâkin sâlihlerin duası, nüzul etmiş ve edecek olan elem ve musibeti def etmeğe ve kaldırmağa medar olur. İş böyle olunca ey Allah'ın kulları, dua ediniz.”
“Mazlumun bedduasından sakınınız. Zira bir kıvılcım süratiyle semaya icabete yükselir.”
“Fâcir(günahkâr) de olsa mazlumun duası makbuldür.”
'Cenâb-ı Allah buyurmuştur ki: 'Kim bana dua etmezse ona gadab ederim.”
'Her kim dualarının kabulünü, gam ve üzüntülerinin def olup kaldırılmasını arzu ederse sıkıntıda bulunanların imdadına yetişsin.”
Bu mübarek hadisler duanın biz fani kullar için ne derece ehemmiyetli olduğunu açık seçik ortaya koyuyor. O halde niçin duadan uzak bir hayat süreriz? Dua eden kendini Allah’a teslim eder. Allah’a teslim olan ve ondan isteyen hiçbir zaman aç ve açıkta kalmaz. Resul-i Ekrem Efendimizin bütün Müslümanlara örnek teşkil edecek dualarından bazıları şunlardır:
“Bize dünya ve ahirette iyilik, güzellik ver ve Cehennem azabından bizi koru! ”
“Ya Rabbi, faydasız ilimden, makbul olmayan ibadetten ve kabul edilmeyen duadan sana sığınırım”
“Ya Rabbi, her işimizin sonunu güzel eyle, dünya sıkıntılarından ve ahiret azabından bizi koru! ”
“Ya Rabbi, bizi sabreden ve şükredenlerden eyle! ”
“Ya Rabbi, bizi dostlarına dost, düşmanlarına düşman olanlardan eyle! ”
“Ya Rabbi, acizlikten, tembellikten, korkaklıktan, cimrilikten ve her çeşit hastalıktan sana sığınırım! ”
“Ya Rabbi, işinde sebat eden, nimetine şükreden, ibadetini güzel yapan ve doğru konuşanlardan eyle! ”
Kendimiz dua etmeyi beceremiyorsak Peygamber Efendimizin dualarını aynen zikredelim. Mühim olan temiz kalple, pişmanlık duyarak, Allah’ı mutlak hâkim olarak görüp istemektir. O kendisine kaldırılan elleri boş çevirmez. Yeter ki niyetimiz halis olsun. Onun hazinesi geniştir. Vermekle hazinesinden hiçbir şey eksilmez.
Dua kapısını aşındıralım. Kullara el açıp zelil olacak yerde mülkün gerçek sahibine yönelip vezir olalım. Fakat duadan evvel elimizden gelen ne varsa onu gerçekleştirelim. Aşağı yatıp da Allah’tan istemek yüzsüzlükten başka bir şey değildir. Zaten öyle bir durumda edilen dua makbul değildir. Öyle bir duaya icabet de edilmez. Her şey samimiyette ve ihlâsta gizlidir. Rabbim dualarımızı makbul etsin.
E-mektup: [email protected]
kaybolan yıllar
27.01.2006 - 22:39ÜSTÜME YAĞAN YILLAR
M.NİHAT MALKOÇ
Hayat üstümüze abanan çıngıraklı bir yılandır. Gölgesinde bin bir hayali barındıran yıllar, çıngıraklı yılanın desenleri misali hoş görünse de, ister istemez ürkütür bizi. Renk çizgileri içerisinde dalar gider gözlerimiz. Tonlar koyulaştıkça hissiyat karamsar, açıldıkça da iyimser bir hâle bürünür. Bir su misali, menziline koşar adım gider zaman. Tepeler ırak görünür yaklaştıkça.
Renk deyip geçmeyin sakın ola… Hayatın şeklini renkler tayin eder kanımca. Yaşamın keskin çizgileridir onlar. Pembeden ibaret değildir yaşamın tuvalindeki hâkim renk… Siyahın matemi yer yer sarar ruhumuzu derinden. Kırmızılar dikkat edilmesi gereken hassas geçiş noktalarıdır insanlık için… Hâl lisanıyla her an her şey olabilir mesajını iletirler beynimizin alıcılarına. Sarısı, moru, mavisi, beyazı da vardır ömrümüzün… Fakat hepsi gelip geçicidir. Şüphesiz ki hiçbir rengin saltanatı ilelebet değildir hayatımızda.
Renkler de gün gelir çekilir hayatımızdan… Buharlaşır pembenin o alımlı tonları. Rüzgârın ılık nefesi okşar aheste aheste büyüttüğümüz hayat ağacını. Gün gelir fırtınaya dönüşür rüzgârın şiddeti. Onca emekle bugünlere getirdiğimiz fidanlar, kırılır orta yerinden hiç beklenmedik bir anda. Demek ki fırtına yemeyen fidan, hayata tutunma kudretine sahip değildir. Bu böyle biline. Hayatın rotası öylece çizile.
Durum bundan ibaretken hayallerimizi ne kadar daha erteleyeceğiz bu köhne zaman ağacının koyulaşan gölgeleri altında. Düşlerimiz ne kadar daha direnecek yaşamın katran karası yalnızlığına? Ne zaman bitecek oradan oraya koşturmacamız? Kendimizi boy aynasında seyretmeye ve içimizdeki o ateşîn sesi duymaya vaktimiz kalacak mı? Gelecek günlerin telâşını bugünden duymak ne kadar gereksiz ve ağır bir yük. Gün yaşanandır aslında. Dünle yarın arasında sıkışan hayatımız ne zaman gül misali açılacak? Yarınların ağırlığını çekmez oldu gönül terazimiz. Yirmili yaşlarda, yetmişli yaşların elemini çekmeye mahkûm olmamalı yüreğimiz. Kime göre yetmiş, kime göre altmış yaş? ... Var mı bunun ortasını bulan? Bazılarına göre ömrün yarısı eden otuz beş yaş, kimilerinin nihaî demleri oluyorsa ne ifade eder hayatımızı parselleyen rakamlar? ...
Rakamlar büyüdükçe dünyadan uzaklaşıyor insan. Her boy atımı toprağa bir adım yaklaşmaktan öte ne ifade eder ki? ...Yukarı büyüdükçe hayata kuşbakışı baksak da bu dünyayla olan bağlarımızı gevşetiyoruz aslında. Sarıp sarmalamıyor bizi hayat eski sıcaklığında.
Yaşanmış günlere saklarız umutlarımızı. Gelir mi gelmez mi hesabını yapmayız bile. Bilmeyiz ömür defterimizde ne kadar beyaz sayfa kaldığını. İyi ki de bilmeyiz. Sona ramak kaldığını hisseden bir ruhun çırpınışlarını ve hayal kırıklıklarını düşünebiliyor musunuz? Geçen her bir dakika nasıl da bir kurşun misali düşer yüreğimizin orta yerine. Ötelere attığımız hayallerimizi yaşar mıyız bilmem. Ama bildiğim o ki, anı yaşamalı insan doyasıya dek. Ötesi yok bugünün. Yarın diye bir şey yoktur aslında.
Cemreler düşünce toprağa, tenimi alır bir titreme. Toprak ısındıkça üşür bedenim. Kanım akmaz olur damarlarımdan. Cemreler yüreğimdeki buzları eritmekten acizdir. Buzullar cemreleri dondurur aslında.
Kışın ortasında Ağrı Dağı’nın zirvesinde tir tir titreyen bir yetim çocuktan farksızdır yüreğim. Cemreler ısıtmıyor içimi. Ancak sevgi dolu tebessümler eritebilir içimdeki buzulları. Çünkü onlar nefretin soğuk ve sevimsiz tortularıdır. Ateşi su nasıl söndürürse içimdeki nefret buzlarını da ancak sevgi gülücükleri eritebilir.
Mevsimler, yalancı mevsimler… Yazı, kışı, hazanı, baharı… Ömrün güneşi kabul ettik baharı göğümüzde. Fakat kıştan kalma ayazlar yedik günün en taze ve diri demlerimde. O ayazlar ki kırdı körpecik dallarımızı. Demek yalancı bahar dedikleri buymuş. Nerden bilebilirdik bizi kıpır kıpır oynatan baharın yalancı olabileceğini. Yaşanmadan bilinmez hiçbir şey. Ödünç aldığımız nasihatler tez unutulur, netice vermez.
Doğumla ölüm arasında kurulmuş bir asma köprüdür yaşam. Ne sular akmıştır o köprünün altından. Akan sular asla geri dönmemiştir, dönmeyecek de. Azlar çoğa karışmıştır. Parçalar bütünü oluşturmuştur.
Köprünün altından akan sular birbirine benzese de aynı değillerdir. Hepsi de bir kez geçer aynı köprünün altından. Akarlar uzun uzadıya menzile doğru. Bir köprünün altından aynı damlanın iki kez geçmesi muhaldir. İnsan da öyledir bir bakıma. Damla misali bir kez geçer dünya sahnesinden. Geçiş o geçiştir. Filmin tekrarı yoktur. Başkaları çıkar sahneye peşi sıra. Böylece uzar gider uzun metrajlı filmler misali yaşam.
Doğumla ölüm arasında geçen süreye ömür diyoruz müştereken… Ağlayarak geldiğimiz bu koca ömür sahnesinden, ağlatarak çıkıyoruz pervasızca. Nerden bakarsan tezatlar yumağı gel gitlerimiz.
Yaşamak yürek ister ihanetlerin kol gezdiği bu çorak yamaçlarda. Prangalar vursalar da düşlerimize koparamazlar umutlarımızı yürek coğrafyamızdan. Umudun bittiği yerde yaşamak nefes almaktan öte ne ifade eder ki? .... Nefes almak can taşıdığımıza, yaşadığımıza delil olsa da insanca yaşadığımız manasına gelmez kanımca. Çünkü nefes insanlığın değil, canlılığın alâmetidir yalnızca. Varın siz ad verin bu yaşadıklarımıza.
E-mektup: [email protected]
Martin Lings
27.01.2006 - 22:37MARTİN LINGS’TEN EBUBEKİR SİRACEDDİN’E
M.NİHAT MALKOÇ
Hidayet doğru yola erişmektir. Ne büyük nimettir bu yola revan olmak… Fakat bu emekle, gayretle, kalbi kötü huylardan arındırmakla gerçekleşir. Tabiî ki Allah’ın yardım ve inayeti de şarttır. Yüce Allah, Zümer Suresi’nin 54. ayetinde şöyle buyuruyor: “Allaha dön (ruhunu Allah'a ulaştır) ve (böylece) Allah'a teslim ol, üzerine azap (kabir azabı) gelmeden önce (ölmeden önce) .Yoksa sonra yardım olunmazsın.”
Herkes bizler kadar şanslı değil inanç konusunda. Çünkü bizler Müslüman bir toplumda Müslüman anne babanın çocuğu olarak dünyaya geldik. Avrupa’da ve dünyanın Müslüman olmayan ülkelerinde dünyaya gelenler bizim kadar bahtlı değil. Bunu göz ardı etmeden sahip olduğumuz bu nimetin kadrini bilmeliyiz.
Hidayeti istemeli insan… Bunun için her şeyiyle Hakk’a yönelmeli… Gerisi gelir Allah’ın izniyle… Martin Lings de ömrünün yarısına yakınını arayış içerisinde geçirdi. Hakikati bulmak için çırpındı ve sonunda buldu. Allah onu İslam’la şereflendirdi. Öyle ki belli bir süre sonra inandığı dini öyle bir sahiplendi ki bu sefer kendisi tebliğ vazifesine atıldı. Ebubekir Siraceddin adını aldı. “Siraceddin” “nur saçan” anlamına gelen bir kelimedir. Bu yönüyle çok manalı bir ismi tercih etmişti. Hidayetinden sonra ismiyle müsemma olduğunu gösterircesine etrafına hep nur saçtı. Karanlıkları aydınlattı. Onlarca eser yazdı. İslâm’ın özünü ortaya koyan eserler verdi. Enteresan bir ömür sürdü. Dilerseniz sonu hayırla biten bu ömrün aşamalarına bir göz atalım.
1909 yılında İngiltere’de doğan Martin Lings, 12 Mayıs 2005 tarihinde doğduğu topraklarda, İngiltere'de ölmüştür. Sade bir cenaze töreniyle köyündeki evinin bahçesine defnedilmiştir. Önceleri protestandı, sonra ateist oldu. Oxford Üniversitesi’nde İngiliz edebiyatı okudu. Yirmi beş yaşlarında diğer dünya dinlerini incelemeye başladı. 1938’de tanıştığı Kuzey Afrikalı müslümanlar vasıtasıyla büyük sufi Şeyh Ahmed Alevî eş-Şazelî ile buluştu, Müslüman oldu. 1939 yılında Mısır’a gitti. Burada Kahire Üniversitesi’nde, özellikle Shakespeare üzerine on iki yıl ders verdi. 1948’de tekrar İngiltere’ye döndü.
Daha sonra British Museum’da çalışmaya başladı ve müzede bulunan çoğunlukla da Arapça olan Doğu elyazmalarının katalogunu hazırladı. Emekli oluncaya kadar da British Museum’da çalıştı. Kur’an yazmalarının bulunduğu bölümlerin sorumlusu oldu. Bu sırada çevresindeki insanlara İslâm’ı anlattı.
Lings’in eserlerinden Antik İnançlar Modern Hurafeler, Yirminci Yüzyılda Bir Veli, Tasavvuf Nedir, Onbirinci Saat Türkçeye çevrildi. Üç yılını verdiği 'Hz. Muhammed ’in Hayatı' adlı kitabı ile Pakistan devletince her yıl verilen “Siret Ödülü”nü kazandı. Eser belli başlı birçok dile çevrilmiş ve büyük ilgi toplamıştır.
Martin Lings, en güzel siret kitaplarından birine imzasını atmıştır. “Hz. Muhammed'in Hayatı” adını taşıyan bu eser, yayınladığı pek çok ülkede olumlu yankılar uyandırarak zevkle okunmuştur. Bu eseri yazmadan evvel derin araştırmalar yapmıştır. Bu eserinde özellikle yazılanları tekrar etmekten kaçınmıştır. Onun içindir ki bu kitap özgün bir eserdir. Lings aynı zamanda bir şairdi. Edebiyata tam anlamıyla vakıftı. Bu siret denemesinde bu özelliklerinin yansımasını görmek mümkündür. Bu eseri üç yılda tamamlamıştır.
Onun bir diğer büyük eseri de Onbirinci Saat/Modern Dünyanın Manevî Bunalımı adını taşımaktadır. Adından da anlaşıldığı gibi bu eserde günümüz dünyasındaki insanların mutsuzluğu ve yaşamlarının anlamsızlaşmasının temelindeki faktörleri ortaya koyuyor. Söz konusu hayatların anlam kazanabilmesi için yapılması gerekenleri sıralıyor. Modern çağın insanlarının mutsuzluğunun perde arkasını aralıyor. Bu durumdan kurtulmanın İslâm inancına sarılmakla mümkün olacağını dile getiriyor.
Martin Lings, Müslüman olduktan sonra çok sevdiği Resulü’nün yaşadığı ve hakikat mücadelesi verdiği kutsal topraklara giderek “Hacı” oldu. İçindeki iman nuru daha da parladı, cilâlandı. Hayatını değiştiren ve onun İslâm halkasına dâhil olmasına vesile olan şeyhi ve hocasına olan minnet borcunu, yazmış olduğu “Yirminci Yüzyılda Bir Veli (1961) ” adlı eserle ödedi. Bu eserde çok sevdiği hocasının tebliğ metodunu, kendisine tesirini ve örnek mücadelesini anlattı.
Batı’dan çıkıp Hakk’ı ve hakikati haykıran ve asrın sufisi olarak kabul ettiğimiz Ebubekir Siraceddin uzun ve bereketli bir ömür sürdü. Bu dünyadan sevgililer sevgilisine kavuştuğunda 96 yaşındaydı. Dünya meşgaleleri onu ilgilendirmiyordu. Ömrünün son yıllarını bir münzevi gibi yaşamıştı.
Müslümanlığın Avrupa’da, özellikle ülkesi olan İngiltere’de tanınmasına ve yayılmasına vesile oldu. Onun sayesinde pek çok İngiliz din olarak İslâm’ı seçerek kurtuluşa erdi. İslâm’la müşerref olduğu 29 yaşından beri hâl ve hareketleriyle, örnek yaşantısıyla İslâm’ın gülen yüzü oldu. Asrı Saadettekiler gibi yaşamaya gayret etti. “Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz” düsturunca onu görenler İslâm’a koşmakta tereddüt etmediler. 12 Mayıs 2005’te ebediyete göçen bu Batılı sufi münzeviye Allah’tan rahmet diliyorum.
E-mektup: [email protected]
safahat
26.01.2006 - 00:33BAŞUCUMDA “SAFAHAT”
M.NİHAT MALKOÇ
“Safahat” safhalar(evreler) anlamına gelen bir kelimedir. Aynı zamanda millî şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un şiir kitabının ismidir. Merhum Akif’in Safahat’ı yedi bölümden oluşmaktadır. Bunlar sırasıyla Safahat, Süleymaniye Kürsüsünde, Hakkın Sesleri, Fatih Kürsüsünde, Hatıralar, Asım, Gölgeler adlarını taşımaktadır.
Safahat yıllardan beri başucu kitabım olmuştur. Canımın sıkıldığı anlarda stresimi atmak için bu büyük eserin sayfalarında dolaşmışım. Benim için ilâhî kaynaklardan sonra en tesirli eser olma özelliğini taşımaktadır.
Bu kıymetli kitabı her Türk gencinin ömründe en az bir kere okuması şarttır. Hele kendini aydın diye tarif edenlerin her yıl tekrar tekrar okuyup tahlil etmesi gerekir. Çünkü kıymetli manzumeler zinciri her okunduğunda farklı açılımlar kazandırıyor insana.
Ben Safahat’ı her okuyuşumda ayrı bir haz alırım. Gerçi Safahat’ta haz alınacak tablolar pek yoktur. Bin yıllık kültürüne sırt çeviren bir milletin yaşadığı felâketler sıralanmıştır her bir mısrada. Üslûp bakımından haz verir bana.
Safahat her evde bulundurulmalıdır. Hatta topluca okunup tahlil edilmelidir. Bir dönemin canlı tanığı olan bir kalemin haykırışlarını sağır sultan da duymalıdır. Şayet bunlar bilinmezse tarihin tekerrür etmesi işten bile değil.
Safahat bir yelpazeye benzer, açıldıkça genişler ve çepeçevre sarar muhayyilemizi. Hayatın ta kendisidir bu eser. İçinde mübalağa yoktur. Yalan ise asla… Bunu şu dizelerde açıkça ifade ediyor Akif:
'Hayır, hayal ile yoktur benim alışverişim
İnan ki her ne demişsem görüp de söylemişim
Şudur benim hayatta en beğendiğim meslek;
Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek...”
Mehmet Akif, dünyevî aşkların peşinden koşmadı hiçbir zaman. Malı, parayı, mevkii elinin tersiyle itti. O dünyaya hakkı ve hakikati haykırmak için gelmişti. Öyle de yaptı; bu gökkubbede hoş sedası bâkî kaldı.
Gaflet uykusundan uyanamayanların, basiret gözü körelenlerin Safahat’taki hakikat tablolarına göz atması elzemdir. Azıcık izanı ve irfanı varsa uyanmasına vesile olur buradaki ikazlar… Lâkin Hakk’ı ve hakikati görmek biraz da nasip işidir. Her bakan göremez. Bakmaktan bakmaya dağlar kadar fark vardır. Bazıları gözünün önündekini göremezken, bazıları perde arkasındakini görür.
Öz yurdunda garip ve öz vatanında parya olarak yaşamaya mahkûm edilen Akif, ülkesine ve insanına hiçbir zaman küsmedi. Yaşadıklarını kaderin tecellisi olarak gördü ve kendine yapılan haksızlıkları görmezlikten geldi. Bu haksızlıkları yapanlara da hakkını helâl etti. Islah olanlar oldu, olmayanların hesabı büyük güne kaldı.
Mehmet Akif tek başına bir orduydu, çağının vicdanıydı. Memlekette yaşanan manevi buhranları yüreğinin orta yerinde ve vücudunun bütün hücrelerinde hissetmiş duyarlı bir vatan sevdalısıydı.
Teşbihte hata olmaz derler. Nasıl ki Kur’an’ın özü Fatiha Suresi’yse Safahat’ın özü de İstiklâl Marşı’dır. Onun için İstiklal Marşı’nı çepeçevre kavramak için Safahat’ı anlayarak ve de zamanın şartlarını göz önünde bulundurarak tekrar tekrar okumalıyız. Ancak böylelikle Akif’in “Allah bu millete bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın” sözünün sırrını daha iyi anlayabiliriz.
Safahat sessiz çığlıklarla doludur. Bu feryatları ancak bizim gibi düşünenler ve yaşayanlar anlayabilir. Malumdur ki ateş düştüğü yeri yakar. Yanmayan, ateşin tesirini nerden bilebilir ki? Fakat Akif kendi acılarını anlatmamıştır eserinde. Ferdi meselelerini içine atmıştır hep. Onu yiyip bitiren, mazlumların feryat ü figanları olmuştur. Şu iki mısra bu konuda bizlere her şeyi anlatmaya yetiyor:
“Yoktur elemimden şu sağır kubbede bir iz;
İnler 'Safahat”ımdaki hüsran bile sessiz! ”
Safahat aslında manzum bir belgesel niteliği de taşımaktadır. Bu belgeselde objektifler yerine Akif’in keskin zekâsı ve basiretli bakışları rol oynamıştır. Gördüklerini ve yaşadıklarını abartısız yansıtmıştır eserine. Onun içindir ki her bir mısrası bir ok gibi saplanır yüreğinize. Akif, Safahat’ında, içinde yaşadığı cemiyetin buhran ve bunalımlarını anlatır; kendisini hep gizler. Hatta emri-i Hak vaki olunca hatırlardan silinip gideceğini söylüyor bir dörtlüğünde:
“ Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince,
Günler şu heyulayı da, er geç, silecektir.
Rahmetle anılmak, ebediyet budur amma,
Sessiz yaşadım, kim beni, nerden bilecektir? ”
Akif,şiirlerini adını duyurmak için yazmamıştır. İçinde yaşattığı ve uğruna onca zorluğa katlandığı davasının sesi olmak için yazmıştır. Akif’in şairliği bir ihtiyaçtan doğmuştur. Bu ona sanki Allah tarafından verilmiş bir vazifedir.
Bazıları Akif’in eserlerinde sanatsal değer bulunmadığını söyler. Oysa bu doğru değildir. O gerçekleri anlatırken Türkçeyi ustalıkla kullanmıştır. Üstelik şiirlerini aruz ölçüsüyle kaleme almıştır. Onun fikrinden rahatsız olanların gücü yetse İstiklâl Marşı’nı da okutmayacaklar. Fakat çok şükür ki bu milletin mezhebi, onlara her şeye rağmen hoşgörülü bakacak kadar geniş değil. Sözlerime Akif’in Safahat’taki şiirleriyle ilgili enteresan bir değerlendirmesini içeren dörtlüğüyle son vermek istiyorum:
“Safahat’ımda, evet, şiir arayan hiç bulamaz;
Yalınız, bir yeri hakkında 'hazin işte bu! ' der.
Küfe? Yok. Kahve? Hayır. Hasta? Değil. Hangisi var ya?
Üç buçuk nazma gömülmüş koca bir ömr-i heder! ”
E-mektup: [email protected]
Toplam 249 mesaj bulundu