İlk kez 1970 senesinde güneş gördü gözlerim. Köprübaşı ilçesine bağlı Güneşli Köyü’nde ilk tedrisat… Orta ve lise hayatım Trabzon’un şirin ilçesi Köprübaşı’nda… Evden beş kilometre uzakta… Araba yolu yok. Dimdik yokuş… Kar kış demeden fındıklıklardan ...
Yönetişim
07.08.2006 - 13:55YÖNETİŞİM ÜZERİNE
M.NİHAT MALKOÇ
Yirmi birinci asrın pek çok şeyi değiştirdiği konusunda sanırım mutabıkız. Yeniçağ pek çok değişimi ve dönüşümü beraberinde getirmiştir. Bunları takip edebilenler kazanacak, takip edemeyenler doğal olarak kaybedecektir. Zaman hızla ilerlemekte ve geri kalanlar ilerdekilerin izini sürmede zorlanmaktadır. Onun için hiçbir konuda zaman kaybına tahammülümüz yoktur. Hiçbir konuda çağın gerisinde kalmamalıyız.
Küreselleşmenin tesiriyle günümüzün yönetim anlayışı da sil baştan değişmiştir. Eskiden tek bir beynin kontrolünde ve tekelinde gelişirdi her şey… Oysa günümüzde çerçeve genişlemiş, yönetimin yerini yönetişim almıştır. Yönetişim resmî ve özel kuruluşlarda idari, ekonomik, politik otoritenin ortak kullanımı demektir. Bunun yanında merkeziyetçi yönetim anlayışı, yerini yerel yönetim anlayışına bırakmıştır. Artık ‘Büyükler bizim yerimize düşünürler’ mantığı iflas etmiştir. Bunun yerini grup olarak fikir geliştirme eylemi almıştır.
Yeniçağın yönetim anlayışında gizlilik saklılık yoktur. Her şey şeffaf zeminlerde gerçekleştirilmektedir. Vatandaş bilinçlenerek siyasal iradenin uygulamalarını sorgulayabilecek duruma gelmiştir. Batı’da bunun örneklerini görmek mümkün olsa da bu bizim yönetim anlayışımıza tam anlamıyla yansımamıştır.
Devlet yönetiminde katılım ne kadar geniş olursa alınan kararlar da o kadar isabetli olur. Sivil toplum kuruluşlarını tartışma ve karar alma mekanizmalarının dışında bırakan anlayışlar çok gerilerde kalmıştır. Çünkü sivil toplum kuruluşları bağlı bulundukları toplumun beyni konumundadır. Onların bilgi birikiminde faydalanılması gerekir.
Yönetim mekanizmaları, aldıkları kararlar ve yaptıkları uygulamalar hakkında temsilcisi bulundukları toplumu sürekli bilgilendirmek zorundadır. Hiçbir şey kapalı kapılar ardında oldubittiye getirilmemelidir. Bilgi akışı sekteye uğratılmamalıdır.
Yönetimin istenen düzeyde olabilmesi için iletişimin kusursuz olması gerekir. Aksi halde organizasyonlardan beklenen verim alınamaz. Vatandaşların talep ve ihtiyaçlarını dikkate almayan yönetimler kalıcı olamazlar. Yönetenle yönetilenler birbirinin istek ve beklentilerini bilmek durumundadırlar. Aksi halde ortak paydada birleşemezler.
Günümüzde modern devletler yönetimin değil, yönetişimin peşindedirler. Çünkü bu yöntemle daha çabuk yol alınıyor, daha kaliteli hizmetler veriliyor. Devlet yönetiminde temsil, katılım ve denetim daha iyi sağlanıyor. Böylelikle yerinden yönetim, yönetimde açıklık ve sorumluluk daha uyumlu bir hâl alıyor. Neticede zincirin halkaları daha bir kavi kenetleniyor.
İnsanı iyi yöneten ve ondan azamî derecede verim alan idareciler kurumlarını sebat ettirirler. Yönetişimde güven duygusu esastır. Fertlerin güvenini kazanabilirseniz onların size açılımı ve katkısı o derece hızlanacaktır. Kamu kurumlarını özel bir firma gibi görüp o zihniyette yaklaşmak başarıyı da beraberinde getirecektir. Özel sektör, başarısını bu birlikte hareket etme anlayışına borçludur.
Türkiye’de yönetim anlayışı hâlâ rayına oturtulamamıştır. Zamanına göre modern sayılsa da bugün yönetim mekanizmalarında Tanzimat’tan kalan izler silinmelidir. Bir buçuk asır evvelki Türkiye ile bugünkü Türkiye aynı değildir. O zamandan bu zamana zihniyet ve yapı olarak çok şey değişmiştir. Bunun yönetim anlayışına ve uygulamalarına da yansıması şarttır.
Yönetim ve yönetişimin bariz farkları vardır. Yönetim daha dar kapsamlı olmasına rağmen yönetişim gönüllü kuruluşları da içine aldığı için kapsam bakımından daha geniştir. Yönetim tepeden inmeci olduğu halde yönetişim farklı sistemleri yönlendirmeyi esas alır. Yönetim daha sert, yönetişim daha katılımcı ve esnektir.
Yönetişim çoğulculuğa dayanır. Yönetişimde tek başına hareket etme yerine birlikte düzenleme, birlikte yönetim, birlikte üretim ve kamu özel sektör ortaklığı esas alınmıştır. Bu da verimliliğin sağlanmasını, rekabetin ve girişimciliğin gelişmesini beraberinde getirmektedir. Bu sisteme göre vatandaşlar yönetilenler değil, taraftırlar aynı zamanda. Bu nedenle yönetime aktif olarak katılma ve fikir beyan etme hakları vardır.
Yönetişimde hukukun üstünlüğü, yönetimde şeffaflık, hesap verme sorumluluğu, yönetim ahlâkı, rekabete ve piyasa mekanizmasına işlerlik kazandırma, toplumu güçlendirme, dijital devrime uyum sağlama, etkin sivil toplum ve katılım, denetim, toplam kalite, yerinden yönetim, kurallar ve sınırlamalar esas alınmıştır.
Türkiye’nin yönetimden, yönetişime geçmesi sancılı olacaktır. Çünkü öncelikle bunun gerçekleştirilmesi eski kafa yapımızın yeni düzenle uyumlu hâle getirilmesiyle mümkündür. Değişimler bizde hep sancılı olmuştur. Bilindiği gibi yönetişim şeffaflık, hesap verebilirlik ve katılım sacayağı üzerine oturtulmuştur. Bizler bu üç unsurdan sınıfta kalmış bir milletiz. Bunun yanında yönetişimi cevap verebilirlik, hukukun üstünlüğü ve eşitlikle beslemeliyiz. Türkiye vakit kaybetmeden yönetimden yönetişime geçmelidir.
yavuz bülent bakiler
06.08.2006 - 01:04YAVUZ BÜLENT BAKİLER’E ARMAĞAN
M.NİHAT MALKOÇ
Dünyada vefa kadar güzel duygu ve asil duruş var mıdır? Kültür, sanat ve edebiyatımıza hizmet etmiş insanları hatırlamak ve onları yaşatmak vefanın kültürel boyutudur. Bizde buna çokça rastlamak pek mümkün değildir. Unutan bir milletiz. Bunun bedelini ağır ödesek de bu zaafımızı üzerimizden atamıyoruz.
İnsanın kendini arka planda tutarak önde bulunmaya lâyık insanlara yol açması tek kelimeyle asil bir davranıştır. Buna diğergâmlık da diyebiliriz. Yani başkalarını kendine tercih etmek… Hak edenleri öne çıkarmak, nisyan bulutları içerisinde kaybolmaktan kurtarmak! ...
Son dönem Türk edebiyatının mühim simalarından biri olan Yavuz Bülent Bakiler’in doğumunun yetmişinci yılı münasebetiyle hazırlanan ‘Yavuz Bülent Bakiler’e Armağan’ adlı kitap bana vefaya dair bu hisleri uyandırdı.
İç dünyasında şairliğiyle yazarlığını yarıştıran ve bu yarışta her ikisi de başa baş gelen bir kalem sahibidir Yavuz Bülent Bakiler… O kendini bildi bileli şiir ve yazı vadisinde kalemiyle düşler ve düşünceler avlayan bir büyük duygu eri ve fikir adamıdır. Yazı ve şiirlerini çocukluğumdan beri büyük bir zevkle okuduğumu ve kendisinden fevkalâde istifade ettiğimi belirtmekten onur duyarım.
Bakiler’in dil hassasiyetini sanırım bilmeyen yoktur. Kendisi Türkçeyi dupduru bir su ve çağlayan misali konuşur ve yazar. Herkesin de dilin kullanımına azamî derecede dikkat etmesini ister. Onun STV kanalında Türk diliyle ilgili olarak yaptığı ‘Sözün Doğrusu’ isimli program daha sonra kitaplaşarak iki cilt halinde yayınlanmıştır. Bakiler Hoca özellikle Türkçeye Fransızcadan giren ‘–sal/-sel’ eklerine düşmandır. Bir yazısında bununla ilgili şöyle diyor: “Bu ‘-sal/ -sel’ eklerinden, bir lağım faresinden iğrenir gibi iğrendiğimi her zaman söylüyorum. Doğrusu çok merak ediyorum; hem bu iğrenç ekleri, hem de uyduruk kaydırık kelimeleri kullanmanız için sizi kim zorluyor? ”
Bakiler, vefa duygusu bariz kalemlerden birisidir. O, Türk kültürünün temel dinamiklerini ortaya koyanları okumuş ve onlardan öğrendiklerini kendi hayal teknesinde yoğurarak geleceği şekillendirecek gençlere sunmuştur. İster sağdan olsun isterse soldan olsun bu fani dünyadan göçen şahsiyetlere dair düşüncelerini belirterek onları kültür kamuoyuna tanıtmıştır. Hataları olanların kusurlarını, onları ve yakın çevrelerini kırmadan, incitmeden belirtmiştir. Fakat değerlendirmelerinde bardağın hep dolu yanını görmüştür.
Geçenlerde onun ilim, siyaset, edebiyat, kültür ve sanat alanında iz bırakanlarla ilgili bir kitabı Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları arasında yayınlandı. ‘Gidenlerin Ardından’ adını taşıyan eserde Celal Bayar, Adnan Menderes, Cemal Gürsel, Osman Bölükbaşı, Tevfik İleri, Fevzi Çakmak, Yakup Kadri, Cihat Baban, Alparslan Türkeş, Nejdet Sançar, Nihal Atsız, Sadri Maksudi, Zeki Velidi, Samiha Ayverdi, Nazım Hikmet, İsmail Hakkı Yılanlıoğlu ve Necip Fazıl gibi isimlerle ilgili daha evvel yazdığı yazılarını iki kapak arasına aldı. Yazar kitabıyla ilgili şu mühim açıklamayı yapıyor:
“Biz, ölenleriyle birlikte yaşayan bir milletiz. Yaşayanlar arasında olduğu gibi, gidenlerin arasında da binlerce yıldan beri yolumu aydınlatanlar; fikirleriyle, yaşayışlarıyla bize güzeli, doğruyu, faydalıyı gösterenler var. Ben bu kitapta onların kırkta birini ancak yazabildim. Bu eserde hayatlarını okuyacaklarınızın bir kısmını bir şarkı söyler gibi, bir kısmını bir ağıt mırıldanır gibi yazmaya, anlatmaya çalıştım. Şarkılarım, ağıtlarım daha bitmedi...”
Vefalı olduğu için de vefa görmüştür Bakiler… Bunun en büyük ispatı da son zamanlarda kendisiyle ilgili olarak edebiyat öğretmeni ve araştırmacı Selçuk Karakılıç’ın hazırladığı ‘Yavuz Bülent Bakiler’e Armağan’ adlı kitaptır. Size Dergisi tarafından yayınlanan bu kitapta bu defa dost ve tanıdıkları Yavuz Bülent Bâkiler’i anlatıyorlar.
Bu mühim eserde onun bir edebiyatçı, bir dost, bir baba ve bir mütefekkir olarak konumu sorgulanıyor. Eserlerinden yola çıkılarak kültürümüze katkıları dile getiriliyor. Aslında bir hukukçu olan Bakiler’in kültür ve edebiyat alanında ne kadar büyük yol aldığı ve gençlere iyi bir rehber olduğu ortaya konuluyor. Şairin sağlığında böyle bir kitabın çıkarılması vefanın bir semt ve boza adından öte şeyler ifade ettiği gerçeğini sağlamlaştırıyor. Kitabı hazırlayan Selçuk Karakılıç’a ve yayınlanmasında emeği geçenlere şükranlarımızı sunuyoruz. Bakiler’e de yüce Allah’tan uzun ve sağlıklı bir ömür diliyoruz.
aldatmak
05.08.2006 - 16:25NAMUS KAVRAMI VE ÜST PERDEDEN KONUŞMAK! ...
M.NİHAT MALKOÇ
Canım Türkiye’min en bariz özelliği burada yaşayan insanların bilse de bilmese de, alanı olsa da olmasa da her konuda konuşmasıdır. Bunu bir zamanlar ‘Ağzı olan konuşuyor’ kalıbıyla istihzalı bir biçimde dillere pelesenk etmişlerdi.
Diyeceksiniz ki yıllardan beri ‘Konuşan Türkiye’ istemiyor muydunuz? Bunun özlemini çekmiyor muydunuz? Öyle de kişi bilir bilmez konuşmamalı, ağzına geleni söylememelidir. Malumdur ki her istediğini söyleyen, hiç istemediğini de işitmeye hazır olmalıdır. Her söylediğimiz doğru olmalıdır, fakat her doğru da her yerde söylenmemelidir.
Türkiye gündemini aylardan beri meşgul eden bir çocuk kaçırma hadisesi vardı. Şeref Can adlı çocuk anne ve babasıyla(!) Çanakkale’ye gittiği sırada anlık bir dalgınlık neticesinde güya kaçırılmıştı. Televizyonlar ve gazeteler aylarca bu konuyu işledi. Ekranlarda anne ve babanın gözyaşları sel olup aktı. Seyredenler de bu aile dramına kayıtsız kalamadı. Bu olay Türkiye’nin meselesi hâline geldi. Geçenlerde müjdeli haber alındı. Ablasının okul gezisi nedeniyle gittikleri Çanakkale Şehitliği’nde dört ay evvel kaybolan iki buçuk yaşındaki Şeref Can Engin sonunda bulunmuştu(!) Ama ne bulunuş ve ne büyük final! ...
İstanbul’da fırıncılık yapan baba(!) Tuncay Engin, 7 Nisan günü Çanakkale’de kaybolan Şeref Can Engin’in bulunması için her yolu denedi. Çocuğun kaybolduğu bölgede günlerce arama yapılırken, jandarmalar yollarda durdurdukları araçların sürücülerine ellerindeki çocuğun fotoğrafı basılı posteri gösterip, küçük çocuğu görüp görmediklerini sordu. Anne ve baba televizyonlarda çocuklarının bulunması için gözyaşları dökerek yardım istedi. Kamu görevlileri aylarca meşgul edildi.
Şeref Can’ın annesi Yıldız Engin, oğlunun bulunması için Başbakan Recep Tayyib Erdoğan’a mektup yazdı. Yıldız Engin, “Bir Annenin Haykırışı” başlığını koyduğu mektubunda Başbakan’a, “Siz de babasınız, sizin de yavrularınız var. Onları sevip okşamak istersiniz. Ama ben doksan gündür bu duyguyu yaşayamıyorum” gibi yürek burkan cümleler kullandı. Yıldız Engin’in Başbakan’a gönderdiği mektupta şu ifadeler vardı: “Bugün bir anne olarak çok zorlansam bile yazmaktan ve istemekten başka çarem kalmadığı ve ne olursa olsun her şeyi denemem gerektiğine inandığım için bu satırlarla size sesleniyorum. 90 gündür her akşam yavrumun kulaklarımda çınlayan sesiyle ağlayarak uyanıyorum. Böyle bir olayın soruşturulmasında, özel bir ekibin kurulması konusunda yardımcı olursanız size ömrüm boyunca minnettar kalırım.”
Polisin uzun uğraşları sonucu bulunan Engin Can, yine Türkiye gündemine bomba gibi düştü. Kaybolmasından çok, bulunması konuşuldu. Çünkü çocuğun bulunmasıyla birlikte çirkin ilişkiler ve aldatmalar zinciri ortaya çıktı. Çocuğu kaçıran Ahmet Delican çocuğun biyolojik babası olduğunu söyledi. Adam çok rahattı. Mahkemeye götürülürken gülüyordu. Daha sonra Engin Can’ın annesi de çocuğun gayri meşru bir ilişki sonucu Delican’dan olduğunu itiraf etti. Eşi Tuncay Engin’den bir süre ayrı yaşayan Yıldız Engin, o sırada Delican’la tanışmış, işi pişirmişler. Bu ilişkinin sonucunda Engin Can doğmuş. Fakat kadın daha sonra kocasına dönmüş, çocuğun kendinden olduğunu yutturmuş! ...
Buraya kadar her şey sıradan görünse de bundan sonrakiler şeytanın aklına bile gelmez cinsten. Meğer kadın, Çanakkale’ye gidince küçük çocuğu, gayri meşru ilişki yaşadığı adama elleriyle teslim etmiş. Sonra da çocuğum kaçırıldı diye yaygara koparmaya başlamış. Bu kanal senin, o kanal benim deyip aylarca Türkiye’nin gündemini işgal etmiş. Utanmadan, sıkılmadan, soğan doğramışçasına gözyaşı dökmüş. Kocasını da böylece kandırmış.
Buraya kadar olanları hepiniz duydunuz. Bundan sonrakiler asıl şaşırtıcı… Aldatılan kocanın yıkıldığını, hayal kırıklığına uğradığını düşünüyorduk ki “Ben adam gibi adamım. Türk milletinin bağrından kopmuş bir insanım. Bugüne kadar bana eş olduysa, ben onu her zaman taşıyacağım” diyerek herkesi şaşırttı. Hatta zafer kazanmış gibi kendisini başka bir adamla aldatan eşinin elini havaya kaldırarak basın mensuplarına poz verdi. Aldatılan kocanın tavrı feminist kadın dernekleri tarafından alkışlandı, örnek gösterildi. Bizlerin de bu gibi durumlarda bundan sonra bu olgunluğu göstermemiz gerektiği söylendi. Gülesim yoktu hiç! … Burası Müslüman bir ülke…Yani Türkiye! ... Namussuzluk örnek tavır olarak gösteriliyor ve muhatapları alkışlanıyor… Aldatılan kocanın, aldatan eşini hiçbir şey olmamış gibi kabullenmesi örnek duruş olarak sunuluyor. Hay sizin namus ve insanlık anlayışınıza tüküreyim! ... Örnek tavır ha! ...
Diyorlar ki eşini öldürseydi daha iyi mi olurdu? Biz eşini öldürsün demiyoruz. Ama hiçbir şey olmamış gibi eşinin elini havaya kaldırıp zafer işareti yaparcasına pişkin olmasını Türk örf, adetleriyle ve İslâm inancıyla bağdaştıramıyoruz. Bu şahsî bir olaysa kendilerini bağlar. Fakat bu olaydan yola çıkıp insanlara nasihat veren kadın dernekleri ve psikologlar tek kelimeyle densizlik yaparak haddini aşıyorlar. Bu ülkede hiç kimse namussuzluğu örnek tavır ve davranış olarak salık veremez. Çirkef fikirleriniz ve aklınız size kalsın.
Zina dinin ve kanunun yasak saydığı bir davranıştır. Hele işin içinde bir de aldatma unsuru varsa iğrençlikleri ikiye katlanır. Kanunun ve dinin yasaklarını sevimli ve masum gösteremezsiniz. Veda Hutbesi’nde Peygamber Efendimiz’in koyduğu şu ölçüye uymalıyız: “Ey insanlar! Cenab-ı Hak her hak sahibine hakkını vermiştir. Vâris için vasiyete gerek yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zinakâr için mahrumiyet cezası vardır.”
Bu olaya iyimser yaklaşırsak ancak şunu söyleyebiliriz: ‘Doğru saymasak da adamın yaptığı kendini bağlar.’ Bizim de böyle davranmamızı isteme hakkınız yoktur. Fakat her halükârda öldürme ve şiddet eylemine başvurulmamalıdır. İstemiyorsan boşarsın, gider veya kişisel bir tavır takınırsın. Lâkin bu yaptığını millete numune olarak sunamazsın. Bu millet yaşamayı sizden öğrenecek değil. Her fırsatta akıl hocalığı yapıp milleti fikir bataklığına sürüklemeyin. Üst perdeden konuşanlar, hakkınızı ve haddinizi bilin.
Halit Çapın
05.08.2006 - 00:52BASINDA YAPRAK DÖKÜMÜ: HALİT ÇAPIN DA GÖÇTÜ
M.NİHAT MALKOÇ
Türk basınında yaprak dökümü devam ediyor. Duygu Asena, Yılmaz Çetiner derken Babıâli’nin usta kalemlerinden Halit Çapın da göçtü. Çapın 21 Temmuz’dan bu yana ileri derecede karaciğer yetersizliği teşhisiyle Amerikan Hastanesi’nde tedavi görüyordu. O, çektiği acılara daha fazla dayanamayarak 29 Temmuz 2006 günü aramızdan ayrıldı.
Ölüm dallarımızı kırıyor, yapraklarımızı koparıyor. Kala kala bir iskelet kalıyoruz. O da bir gün şiddetli rüzgârlara ve fırtınalara dayanamayarak yıkılıyor. Peki, göçenlerin yeri doluyor mu? Bu hususta hiç de iyimser değilim. Çünkü gazeteciliğin etik kuralları her geçen gün aşınıyor. Yalan haberler almış başını gidiyor. Basın ahlâkı rafa kaldırılmış. Kişilik hakları sürekli ihlal ediliyor. Günümüzde gazetecilik magazin bataklığına saplanıp kalmış. Daha ne diyeyim. Bir sürü olumsuzluk saymak mümkün bugünkü basının serencamına dair…
Çapın yetmişine yeni girmiş bir gazeteciydi. 1936’da Çanakkale’de doğmuştu. Kabataş Lisesi’ni bitirmişti. Bu usta kalem, mesleğe gazetecilik öğrenimi sırasında 1955 yılında ‘Hadiselere Tercüman’ gazetesinde başladı. Daha sonra Milliyet, Yeni Ortam, Dünya, Güneş, Hürriyet ve Gün gazetelerinde muhabirlik ve yazarlık yaptı. Son olarak Takvim gazetesinde köşe yazarlığını sürdüren Çapın, edebiyat sahasında da ‘Benim Akşam Sefalarım’, ‘Ben Sana Küskünüm İstanbul’, ‘Bay Alkolü Takdimimdir’,’Bay Alkolsüz Zamanlar’, ‘Mahpus’, gibi kitaplarıyla tanınıyordu. 1982’de yazdığı ‘Bay Alkollü Takdimimdir’ adlı eseri 1985’te bir televizyon dizisine konu oldu. 1966’da eski Türkiye güzeli İnci Asena’yla evlendi, Berfu adını verdikleri bir kızı oldu. Sonra eşiyle anlaşamayınca boşandılar. Meslekte bu yıl 50. yılını dolduran Çapın, son 10 yıldır da Takvim gazetesinde köşe yazıları yazıyordu. O da tıpkı Yılmaz Çetiner gibi röportaj türünün ustasıydı. Bu alanda adı sayılmaya lâyık üç beş kişiden biriydi.
Çapın Türkçeye hâkim bir yazardı. Genellikle sade ve kısa cümleler kurardı. Kaleminin kıvraklığı ve anlatım gücü nedeniyle ABD’li ünlü gazeteci ve romancı Ernest Hemingway’e benzetiliyordu. Geniş kitlelerce anlaşılmayı amaç edindiği için üslubunu da ona göre belirlemişti. Engin bir kültürel birikimi vardı. Demokrasiye ve insan haklarını gönülden bağlıydı. Kendi kimliğini yansıtan bir üslubu vardı. Basın hayatı boyunca sayısız ödüller alarak başarısını taçlandırmıştı. Çapın sürekli basın kartı sahibiydi.
Hastalığı ancak çekenler bilir. O da durumunun kötüye gittiğinin farkındaydı. Nitekim bunu hissettiği için 19 Temmuz’da kaleme aldığı ‘Hüzün’ başlıklı son yazısı gerçek bir veda yazısı oldu. Şöyle diyordu Çapın bu yazısında: “Ne zaman bir gazeteden ama böyle, ama şöyle sebepler yüzünden ayrılsam, içimi bir yalnızlık duygusu kaplar… Kendimi eskimiş hissederim… On gün sonra eğer oluruna gelirse sizlerle vedalaşacağım. Oluruna gelirse. Günaydın hüzün. Elveda dostlar…” Bir daha geri dönemedi gazeteci-yazar Halit Çapın… Öleceğini hissetmişti sanki… Onun için de vedalaşmıştı on yıldır kendisini takip eden Takvim okuyucularıyla… Bir anlamda helâlleşmişti.
Dost çevresi çok genişti Halit Çapın’ın… Hayatı oluruna bırakmıştı. Dostlarından gazeteci Ulvi Yanardağ onu şöyle anlatıyor: “Kendisi küfürbazdı ama batmazdı küfürleri. Hep birlikte gülerdik o küfür ettiğinde. Alkole çok düşkündü. Yer gibi içerdi alkolü adeta. Alkol de onu yedi. Birlikte çok bulunduk meyhanelerde. Alkol aldıktan sonra da şiirsel konuşurdu. Türk basını ve okurları değerli bir yazarı kaybetti.”
Yine onun yakın çevresinden olan Yapımcı-yönetmen Arif Keskiner ona dair hatıralarını şöyle sıralıyor: “Halit’le yarım asra varan bir dostluğumuz vardı. İlk gençlik yıllarımız birlikte geçti. Ben ona ‘Ulan komünist’, o bana ‘Ulan kıllı’ diye hitap ederdi. O gazeteci oldu, ben sinemacı. Ama dostluğumuz hep devam etti. Çene kanseri olduğu için kimseyle görüşmek istemezdi. Hatta benden takma sakal istemişti. Onca başarılı sinema filminden sonra iflas noktasına gelmiştim; Halit’in yazdığı ve TRT’ye çektiğimiz ‘Bay Alkolü Takdimimdir’ ile sinemaya dönmüştüm.”
Cenaze namazı Ataköy 5. Kısım Camii’nde kılınan Halit Çapın’ın naaşı 31 Temmuz günü Eski Kozlu Mezarlığı’nda toprağa verildi. Onun gazetecilikteki ustalığı gençlere örnek olmalıdır. Fakat yaşadığı dağınık hayattan ve alkolik olmasının vücuduna verdiği tahribattan da gençlerimiz ders almalıdır. Bu bilgilerden sonra onun manevî hayatını varın siz tahayyül edin. Bu imtihan dünyasında kaybetmek ebediyeti ateşe vermektir. Ne mutlu bu fâni âlemde ebedî dünyasını mamur edenlere… Çapın’a Allah’tan amelince rahmet, yakınlarına ve basınımıza başsağlığı diliyorum.
Yılmaz Çetiner
05.08.2006 - 00:51BASINIMIZIN BÜYÜK KAYBI YILMAZ ÇETİNER
M.NİHAT MALKOÇ
Gün geçmiyor ki mühim bir simayı, bir değeri kaybetmeyelim. Sanki bazı zamanlar Azrail daha sık çalıyor kapımızı… Zor yetişen isimlerin aramızdan ayrılması bizi üzmüyor değil. Çünkü onlar kültürümüzün kolektif şuurudur.
Basın camiasının önemli isimlerinin başında gelen Yılmaz Çetiner de aramızdan ayrıldı. 79 yaşında olmasına rağmen yazı hayatını büyük bir şevk ve heyecanla sürdüren Çetiner’i 2 Ağustos 2006 Çarşamba günü yitirdik. O basın hayatında daha çok röportajlarıyla tanınıyordu. Bu alanda çok başarılıydı; röportajın duayeniydi dersek abartmış olmayız. Saygın bir gazeteci, aydın ve demokrat bir insandı.
Yılmaz Çetiner, gazeteciliğe 20 yaşında başladı. Yeni Sabah, Vatan, Cumhuriyet, Hürriyet ve Milliyet gazetelerinde muhabirlik, röportaj yazarlığı yaptı. Afrika, Kızıl Çin, Sovyet Rusya gibi, o dönemlerin gidilmesi zor, renkli ülkelerinde yaptığı tehlikeli yolculuklarının röportajlarıyla Gazetecilik Başarı Ödülleri kazanan Çetiner, belgesel üç haberiyle de yılın gazetecisi seçildi. Yılmaz Çetiner için Edebiyat Sözlüğü’nde şöyle yazılıyor: “Röportajlarında izlenimlerini, görüş ve düşüncelerini canlı bir dille, Türkçenin sınırlarını zorlayarak, zevkli bir biçimde veren Çetiner, röportaj türüne ayrı bir dinamizm getirdi.” Yılmaz Çetiner’in, şu Bizim Rumeli, Mao’ya Tapanlar, El Fetih, Bilinmeyen Arnavutluk röportajları, kitap halinde çıktı. Son kitabı Milliyet Yayınları’ndan çıkan Son Padişah Vahdettin, dokuzuncu baskısını yaptı.
Onun büyük ses getiren eseri ‘Son Padişah Sultan Vahidettin’ çok konuşuldu ve çok da sattı. Aslında bu ilgi yazanın adından çok, yazılan kişinin kimliğiyle bağlantılıydı. Çünkü Vahdettin, Cumhuriyet tarihi boyunca çokça konuşulmuş ve tartışılmış bir simadır. Bazıları onu vatan haini ilan ederken bazıları da vatan sevdalısı bir mağdur olarak görmüştür. 422 sayfadan meydana gelen ve Doğan Kitap tarafından yayınlanan Çetiner’in ‘Son Padişah Vahidettin” kitabı okuyucuya şöyle tanıtılıyor:
“Son Osmanlı padişahının hazin sonunu ve çöken altı yüz yıllık imparatorluğu anlatan ‘Son Padişah Vahideddin’de, bir enkaz üzerinde yükselen Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda yaşananlardan izler de bulacaksınız. Sultan Vahideddin Mustafa Kemal Paşa’yla neler konuştu? Mustafa Kemal Anadolu’ya nasıl geçti? Padişahın kızı Sabiha Sultan’la evlendirilmek istendiği doğru muydu? Abdülmecit Efendi nasıl halife oldu? Padişah İstanbul’u nasıl terk etti? İngilizlerin, Fransızların İstanbul üzerine entrikaları... Ve nihayet padişahın İtalya’da, San Remo’da ölümü, alacaklıların tabutuna haciz koymaları... Yılmaz Çetiner akıcı, duru üslubuyla bu belgeselde bunları anlatıyor.”
Yılmaz Çetiner 59 yıldan beri durmaksızın yazıyordu. Onun köşe yazılarının ve röportajlarının kaç binlerde olduğunu kendisi de bilmezdi. Gazetecilik hayatı boyunca nice devlet adamlarını ve nice hükümetleri gördü, tanıdı, eleştirdi. O basın hayatıyla ilgili anılarını ‘Nefes Nefese’ adlı bir anı kitabında bir araya getirmişti. Bu eser onun bir nevi kişisel tarihi sayılabilir. Fakat bu eserde kendi sergüzeştini anlatırken yaşadığı devrin mühim olaylarına da parmak basıyor. Bu eseri, basın içerisinde olan ve basına ilgi duyanların mutlaka okuması gerekir. Bu kitaptan geçmişe dair ilginç gördüğüm kısımları sizinle paylaşmak istiyorum. Çetiner kitabında bir zamanlar CHP’de Ecevit’in liderlik kavgasını bakın nasıl anlatıyor:
“CHP’de ise bir başka kavga yaşanıyordu o sıralar. Bülent Ecevit yandaşlarıyla beraber ara rejimin yarasını almaktan kurtulmanın hesabını yapıyordu. Deneyimli lider İsmet Paşa’nın bu döneme müdahale etmesini istemiyordu. Asıl amacı başkaydı. İdeallerini gerçekleştirebilmek için genel başkan olmak sevdasıydı. Karaoğlan Türkiye’yi kurtaracak efsanesi görülmemiş bir kampanya ile köşe bucak, dalga dalga yurt sathına yayılırken bir yandan da İsmet Paşa’nın artık yaşlandığı, partiyi yönetemediği, ülkeyi hiç yönetemeyeceği propagandası yapılıyor, fakat asla İnönü’ye kötü laf edilmiyordu. O yine ortanın solunun CHP’nin değişmez lideriydi. İsmet Paşa’sız olmazdı.
Bülent Ecevit parti içerisinde tam bir darbe hazırlıyordu. Adeta sivil bir cunta kurulmuştu. Yurdun dört bir köşesine mesajlar, mektuplar gönderiliyor, örgütle temaslar sıcak tutuluyordu. Sorun İsmet Paşa değil, sorun paşanın çevresindeki fosillerdi. Bunlar artık demode olmuş siyasetçilerdi. Sol düşünceli, ilerici, genç bir lider gelmeliydi göreve. ‘Benden kolay kurtulamazlar’ diyen Ecevit, artık karar mercii olan parti meclisinde, Nihat Erim hükümetine güvensizlik oyu verilmesini istiyordu. Böyle bir hareket, TSK’yı yönetime tam anlamıyla el koyması için davet etmek demekti.”(Nefes Nefese- Yılmaz Çetiner)
Yarım asırdan fazla bir zaman boyunca yazan ve halkı bilgilendiren Çetiner aramızdan ayrıldı. Fakat dolu dolu yaşadı ve arkasında güzel hatıralar ve dostluklar bıraktı. Bugünün gazetecilerinin ondan öğrenmesi gereken çok şey var. Fakat günümüzdeki gazeteciler eski meslektaşlarına pek itibar etmiyorlar. Çünkü onlar her şeyi biliyorlar! ... Çetiner’e Allah’tan rahmet diliyorum. Basın camiamızın başı sağ olsun.
Lübnan
05.08.2006 - 00:47EY VİCDAN! ...NERDESİN? ...
M.NİHAT MALKOÇ
Dünyamız zor zamanlara şahitlik ediyor. Ahir zamanın bu son demlerinde insanlık zıvanadan çıkmış görünüyor. Zulüm ortalıkta kol geziyor. Hoca Nasreddin’in ifade ettiği üzere günümüzde ‘Köpekleri salmışlar, taşları bağlamışlar.’
Dünyanın hassas bölgelerinde zulüm hükümranlığını sürdürüyor. Mazlumların feryadını sağır sultan duysa da, asıl duyması gerekenler sağır numarası yapıyor. Fakat bilinmelidir ki “Zulm ile abad olanın ahiri berbat olur” Zulüm payidar olmaz. Nitekim Resulullah bununla ilgili olarak şöyle söylemiştir: “Zulümden sakınıp kaçınınız. Çünkü zulüm, kıyamet gününde zalime zifiri karanlık olacaktır. Cimrilikten de sakınınız. Çünkü cimrilik sizden önceki ümmetleri helak etmiş, onları birbirlerinin haksız yere kanlarını dökmeye, haramlarını helal saymaya sevketmiştir.”(Müslim, Birr 56)
Hakkı ve hakikati ezmektir zulüm… Hakkı değil gücü esas almaktır. Hangi hususta olursa olsun haddi aşmaktır. Mala, ırza ve cana saldırmaktır. Zulüm insanlığın tabiatına zıt bir eylemdir. Fakat bazı kişiler insanlıklarını askıya aldıklarında bu yola başvururlar.
Zulüm ile adalet aynı ortamlarda bulunamaz. Nasıl ki Hakk gelince batıl zail olur, işte öyle de zulüm gelince adalet kaybolur. İslâm dini zulmü ortadan kaldırıp adaleti hâkim kılmak için gönderilmiş ilâhî nizamın adıdır. İslam hakkı ve adaleti tesis etmek için Allah tarafından tanzim edilmiş bir sistemin adıdır. Mazlumlar Âdil-i Mutlak olan Allah’ın rahmet kanatları altındadır. Zira haksızlık gayretullaha dokunur. Mazlumlar bu dünyada zilletler içerisinde kalsalar da yaşadıkları acılara karşılık öteki âlemde büyük mükâfatlarla taltif edileceklerdir. Yeter ki hak ve hakikat dairesinde kalsınlar. Eskilerin dediği gibi:
“Zalimin zulmü varsa mazlumun da Allah’ı var
Bugün halka cevretmek kolay, yarın Hakk’ın divanı var.”
Zulüm içerik itibariyle çok geniş bir kavramdır; sadece şiddet uygulamak değildir. Allah’ın ayetlerini inkâr etmek, peygamberlere inanmamak, şirk koşmak da bir çeşit zulümdür. Bu düşünce bataklığı içerisinde olanlar gün gelir başkalarının hakkına ve hukukuna da tecavüz ederler. Haksızlıklar ve suiistimaller zincirine her geçen gün ateşten yeni halkalar eklenir. Biz burada insanların birbirinin canına, malına, namusuna ve şerefine el ve dil uzatmasından bahsedeceğiz. Bilindiği gibi bunlar Allah tarafından şiddetle yasaklanan eylemlerdir. Hiçbiri insanî ve vicdanî hareketler değildir.
Zalimler kendilerinden daha güçsüz olanları seçerek onlara zulmederler. Bu açıdan bakınca güç eşitsizliği bariz olan gruplar arasındaki sürtüşmenin eyleme dönüşmüş şeklidir zulüm… Zulüm, çoğunlukla Allah’tan başka dostu ve yardımcısı olmayan zayıflara, biçarelere yapılır. Şiddet içerikli bir eylem olan zulmü ancak kalbi kömürleşmiş olanlar yapabilir. Onlar hidayet nurundan ve ümidinden de yoksundurlar. Zira Allah ve ahiret inancı olanlar bu yola tevessül etmekten korkarlar. Çünkü öteki dünya ve hesap gününün varlığına inananlar, mutlaka yaptıklarının karşılığını göreceklerini bilirler, ona göre ayaklarını denk alırlar. Yüce Rabbimiz zulümle ve zulmedenlerle ilgili olarak şu çarpıcı ifadeleri kullanıyor:
“Kötülüğün karşılığı, onun misli (benzeri) olan kötülüktür. Ama kim affeder ve ıslah ederse (dirliği kurup-sağlarsa) artık onun ecri Allah’a aittir. Gerçekten O, zalimleri sevmez… Kim zulme uğradıktan sonra nusret bulur (hakkını alır) sa, artık onlar için aleyhlerinde bir yol yoktur. …Yol, ancak insanlara zulmeden ve yeryüzünde haksız yere ‘tecavüz ve haksızlıkta bulunanların’ aleyhinedir. İşte bunlara acıklı bir azap vardır.”(Şura S. 40–42. Ayetler)
“Artık gerçekten, zulmedenler için, (geçmişteki) arkadaşlarının günahlarına benzer bir günah vardır. Şu halde acele etmesinler.”(Zariyat S. 59. Ayet) ”
Günümüzde İslâm coğrafyası içerisinde korkunç bir zulüm tatbikatı gerçekleştiriliyor. Afganistan’da, Irak’ta, Filistin’de, Lübnan’da ve adını sayamayacağım pek çok İslam beldesinde kan ve gözyaşı sular seller gibi akıyor. Irak’ta gün geçmiyor ki insanlar ölmesin. Artık bu tarz ölüm haberlerini sıradan eylemler olarak algılamaya başladık. Öyle ki nerdeyse ölüm haberleri duymadığımız günler hayrete düşüyoruz. Afganistan’da nelerin olup bittiğiyle alâkalı çok da sağlıklı haberler alamıyoruz. Duyurulmak istenenleri ancak duyabiliyoruz. Pek çok zulüm kapalı kapılar ardında gerçekleştiriliyor. Çeçenistan’da Müslüman halk liderleri hunharca öldürülüyor. Çeçen halkına gözdağı veriliyor. Keşmir’de Hint zorbalığı devam ediyor. Doğu Türkistan’daki Müslüman Türk soydaşlarımız kan ağlıyor. Çinliler Doğu Türkistanlılara yapmadıklarını bırakmıyorlar. Bosna-Hersek’i toplu mezarlarla kuşatan Sırplar pusuda bekliyor. Moro’da ve Filipinlerde Müslümanlara göz açtırılmıyor. Müslüman ülkeler bir bir sömürgeleştiriliyor. Yeraltı ve yerüstü kaynakları talan ediliyor. İslâm ümmeti paramparça… Şer güçlerin istediği de buydu zaten… Bütün bunlara rağmen barış dönemi içerisinde keyif süren Müslüman devletlerden hiçbirinin kılının kıpırdadığı yok.
Bunlar yetmiyormuş gibi bir aydan beri İsrail’in Filistin ve özellikle Lübnan’daki hain saldırılarıyla çalkalanıyoruz. Bir aydan beri televizyonlar kan ve nefret görüntüleriyle dolup taşıyor. Ne olmuş yahu! ... Bilen birisi bana anlatsın… Niçin bu kin ve öfke? ... Düzenli bir ordusu bile olmayan sözüm ona Müslüman bir ülkeye çağın en modern silahlarıyla saldıranlar neyin intikamını alıyorlar? Sapanla düşman kovalayan çocukların ve savunmasız kadınların kanını içen bu zihniyete dur diyecek sağduyulu ülkeler yok mu? Bu akan kan durmazsa kendini ayrıcalıklı sanan sözde bütün medenî ülkeler, bu kan çağlayanında boğulacaklardır.
Filistinliler uzun yıllardan beri kıt imkânlarıyla ve bütün yalnızlıklarına rağmen haklı davalarının peşinde koşuyorlar. Bugün itibariyle tarihî topraklarının yüzde 78’i işgal altında… Ellerinde bulundurdukları toprakların yüzde 22’sine de sahip değiller… Toprakları ellerinden alınmış. Araya kalın utanç duvarları örülmüş. Beş dakikalık yolu beş saatte gitmek zorunda kalıyorlar. İsrail bütün Filistinlileri komşu ülkelere göç etmeye zorluyor. Ortadoğu’yu barut fıçısına çeviren ve kana bulayan İsrail, siyasal bugün gücü zorla ele geçiren, onu kötüye kullanan bir tiran konumundadır. İsrail’in hapishanelerinde sekiz bin Filistinli mahkûm var. Bu baskı ve zulümlerin sebebi topyekûn işgal sevdasıdır… Böyle bir manzara karşısında mağdur ve mazlum Filistinlilere ‘Gidin evlerinizde oturun, İsrail’in insafa gelmesini bekleyin’ mi demeliyiz? Ey uygar Batı, ne olur azıcık empati(duygudaşlık) yapın… Aklınız körelmiş, kulaklarınız ve vicdanlarınız iyice sağırlaşmış…
Batılı devletleri ve ABD’yi anlayabiliyorum da bu Müslüman ülkeleri ve onların basireti ve insafı körelmiş liderlerini anlayamıyorum. Biliyoruz ki çoğunuz Batı’da ve ABD’de okudunuz, ülkelerinizin başına geçirilirken pek çok hususlarda dışarıdan emir alacağınızı peşinen kabul ettiniz. İradeleriniz mefluç olmuş… Birilerinin tasarrufuyla o makamları işgal ediyorsunuz. Ama bu kadar mı Müslümanlığa ve Müslümanlara sırt çevirdiniz? Yoksa geleceği karanlık gördüğünüz için dışarı çıkmaktan mı korkuyorsunuz? Sizi millî şair Mehmet Akif Ersoy aşağıdaki beyitlerde ne kadar gerçekli bir biçimde tasvir ediyor. Dinleyin ve aynaya bakın:
“Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak...
Alçak bir ölüm varsa, eminim, budur ancak.
Dünyada inanmam, hani görsem de gözümle.
İmanı olan kimse gebermez bu ölümle:
Ey dipdiri meyyit, 'İki el bir baş içindir.'
Davransana... Eller de senin, baş da senindir!
His yok, hareket yok, acı yok... Leş mi kesildin?
Hayret veriyorsun bana... Sen böyle değildin.”
Yüce Rabbimiz bütün müminlerin kardeş olduğunu söylüyor. “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup düzeltin ve Allah’tan korkup sakının; umulur ki esirgenirsiniz…” (Hucurat S. 10. Ayet) buyuruyor. İnancımızda İslam kardeşliği kan kardeşliğinden daha öndedir. Zira aslolan İslam kardeşliğidir. Fakat günümüzde Müslüman devletler birbirlerine, argo tabirle söylemek gerekirse nanik yapıyorlar. İslam kardeşliği zedelenmiş, yıpranmış, pörsümüş, körelmiş ve büyük darbe almıştır. Uhuvvet hayatımızdan çıkmış, hatırası tozlu sayfalarda kalmıştır. Bilinmelidir ki müminlerin kendi aralarında barış ve iyilik bulunmazsa, kardeşlikleri kuvvetli olmazsa zalimlere karşı hakkıyla mücadele edemezler, Allah’ın azabından hakkıyla korunamazlar. Müslümanların bugünkü dağınık görüntüsünü bundan yüz sene evvel Mehmet Akif şöyle tasvir etmişti:
“Müslümanlık nerde bizden geçmiş insanlık bile
Âlem aldatmaksa maksat aldanan yok nafile
Kaç hakiki Müslüman gördümse hep makberdedir
Müslümanlık bilmem ama galiba göklerdedir”
Hangi milliyete mensup olurlarsa olsunlar, hangi ülke sınırları içerisinde yaşarsalar yaşasınlar bütün Müslümanlar birbirlerini hoş görmeli, sevmeli ve koruyup kollamalıdır. Bu hususta insan vücudunu örnek alabiliriz. Nasıl ki vücudumuzun organları büyük bir ahenk içerisinde çalışıyor ve birbirinin eksiğini gideriyorlarsa öyle de Müslümanlar da bu modeli hayatlarına taşımalıdır. Resulullah(SAV) bir hadis-i şerifte şöyle buyuruyor: “Müminlerin, birbirlerini sevmede, birbirlerine acımada, birbirlerini korumada misali, bir cesede, bir vücuda benzer ki, cesedin herhangi bir uzvu rahatsız olsa, hastalansa, cesedin diğer uzuvları da bundan muzdarip olurlar ve uykusuz kalır, ateşler içinde yanarlar.”
Müslümanların içine ‘nemelâzımcılık’ illeti sokulmuş… Oysa inancımız bu anlayışı şiddetle reddeder. ‘Bana dokunmayan yılan bin yaşasın’ anlayışı Müslümanlıkta yoktur. Bu sözü de Yahudiler kültürümüze sokmuşlardır. İkinci Bayezid, Yavuz ve Kanunî’ye toplam 23 yıl aralıksız Şeyhülislamlık yapan Zembilli Ali Efendi’ye, “Ne zaman kıyamet kopacak, onun alâmeti nedir? şeklinde bir soru soruyorlar. Zembilli Ali Efendi, “Kıyametin ne zaman kopacağını Allah bilir, ama kıyametin alâmeti neme lâzımcılıktır.” diyor.
Acaba Müslümanlar, bazılarının ileri sürdüğü gibi, yaptıklarının karşılığını mı görüyorlar? Yani bedel mi ödüyor Müslüman devletler? ...Bence bu zilletlerin nedeni Hıristiyanların ve Yahudilerin İslâmı içlerine sindirememesidir. Tarihteki Haçlı Seferleri de İslâm’a topyekûn saldırı değil miydi? Müslümanlar bazı hatalar yaptılar ama hata yapmasaydılar böyle olmayacak mıydı? Belki düşman karşısında Müslümanların eli daha güçlü olacaktı. Savaşlar denk kuvvetlerin mücadelesi şeklinde cereyan edecekti.
Yine bir kısım çevreler bugün yaşananların Müslümanların evvelden yaptıklarına karşılık olduğu savını ileri sürüyorlar. Tarihte Müslümanlar Yahudilere bu denli ağır zulüm yaptı mı? Azıcık tarih bilenler ve vicdanî hislerini kaybetmeyenler bu soruya ‘Evet’ cevabını veremezler. Osmanlı Devleti’nin İspanya’daki zulümden kaçan Yahudilere kapılarını ardına kadar açtığını bilmeyen yoktur. Yine Nazi Almanya’sından kaçan Yahudilerin ülkemize sığındıkları bilinen bir gerçektir. Bütün bunları yok sayıyorsanız bir de Müslümanların Yahudilere karşı nasıl davrandığı konusunda bizce tarafsız bir kalem olan Marxist Auguste Bebel’in, “Hz. Muhammet ve İslam Kültürü” adlı eserindeki ifadelerine kulak verin. Çünkü o Batı kültürünün tesiriyle büyümüş olsa da vicdan sahibi bir aydındır. Bakalım o ne diyor Bebel:
“Museviler ve Hıristiyanlar, gerek İslâmiyet’in en parlak, gerekse daha sonraki dönemlerindeki, hatta günümüze kadar uzanagelen örneklerden görebileceğimiz gibi, İslâm devlet örgütü içinde en yüksek mevkilere kadar gelebilmişlerdir. Yahudiler, bugün bile Hıristiyan Avrupa’da hâlâ kendilerine yasaklanmış onurlu mevkilere ve haklara, İslâm devlet bünyesi içinde her zaman sahip olabilmişlerdir. Hıristiyanlar ve Yahudiler, sarayda çok yüksek düzeydeki görevden sorumluluklar yüklenmişler, çoğu kez halifelerin danışmanlığını yapmışlar, özellikle Doğu’da çok saygın bir yeri olan doktorluk uğraşında sivrildikleri gibi, sık sık halifelerin başhekimliğine getirilmişlerdir. Bütün bunlardan başka, Hıristiyan kilise ve manastırlarının yanı sıra Yahudi sinagoglarının, Hz. Muhammed döneminden önce ve sonra İslâm İmparatorluğu’nun bütün topraklarında çok yaygın olmalarına karşılık, söz konusu dinlerin mensupları, kiliselerinin sınırları içinde tam bir din özgürlüğüne sahip oldukları gibi, gerek çok büyük varlık ve mülklerinin denetim ve yönetiminde, gerekse din işlerinde kusursuz bir özerkliğe sahip olmuşlardır. Ayrıca Hıristiyan ve Yahudi bilim adamları İslâm bilim adamları ile dostane ilişkiler kurmuşlardır; gerek dinî, gerekse hukukî, tıbbî ve doğal ilmî konular büyük bir özgürlük içinde ve çok içtenlikli, her türlü resmiyetten uzak bir açıklıkla tartışılabilmiştir; böyle bir ilişki, birçok Hıristiyan devletinde hâlâ imkânsızdır.”
Savaş genellikle denk güçler arasında yapılır. Şiddet içerse de askerlere yöneliktir. Kadınlar, yaşlılar ve çocuklar hedef alınmaz. Oysa İslam coğrafyasında süregelen savaşlarda hep siviller, özellikle de çocuklar öldürülüyor. İnsanın aklına ‘Bunlar soykırım mı yapıyor acaba? ’ sorusu gelmiyor değil. Öyle ya, İsrail’in Lübnan’a yönelik saldırılarında yüzlerce çocuk, hatta kundaktaki bebeler hayatını kaybetti. Böyle savaş mı olur Allah aşkına! ... Geçiyorsunuz akıllı bomba atan füze rampalarının arkasına, koordinatları yazıp bomba yağdırıyorsunuz. O bombalar nice insanların can evine düşerek değdiği her yeri yakıp yıkıyor.
İsrail, Lübnan’ı bombalarken bize medeniyetin beşiği olarak yutturulan çağdaş Batı ve onunla aynı çizgide hareket eden ABD sadece seyrediyor. Sözüm ona Birleşmiş Milletler Teşkilâtı, İsrail’e ateşkes teklifinde bulunmak bir yana, yaptıkları vahşetleri, hunharca saldırıları kınamaya bile cesaret edemiyorlar. Bu örnekler de gösteriyor ki Batılı devletler, ABD ve onlara bağlı kuruluşlar ikiyüzlüdür, çifte standardın alâsını yapmaktadırlar. Asıl iş ve manevî sorumluluk Müslümanlara düşüyor. Bu yangını onlar söndürmek zorundadır. Fakat onlarda da bu çelikten iradeyi ne yazık ki göremiyoruz. Özünü kaybetmiş Müslümanlara Mehmet Akif’in şu dörtlükleriyle sesleniyor ve onları bir an evvel gaflet uykusundan uyanmaya davet ediyorum:
“Baksana kim boynu bükük ağlayan.
Hakkı hayatındır senin ey Müslüman,
Kurtar artık o biçareyi Allah için.
Artık ölüm uykularından uyan.
Bunca zamandır uyudun kanmadın,
Çekmediğin çile kalmadı, uslanmadın.
Çiğnediler yurdunu baştanbaşa.
Sen yine bir kerre kımıldanmadın
Ey koca şark! Ey ebedî meskenet!
Sen de kımıldanmaya bir niyet et.
Korkuyorum, Garbın elinden yarın,
Kalmayacak çekmediğin melanet.”
Dünya dünya olalı böyle zulüm görmedi. Böyle bir dünyada yaşamaktan, zalimlerle aynı gök kubbenin altında bulunmaktan hicap duyuyorum. Bilinmelidir ki İsrail adı altında bir araya gelen zalimler “Nil’den Fırat’a kadarki sözde vaat edilmiş topraklar”ı elde edinceye kadar durmayacaklar. Fakat Türkiye Filistin değil, bunun böyle bilinmesi gerekir. Bu husustaki referansımız Çanakkale Savaşı’dır. Akılları varsa bize bulaşmasınlar, çok ağır bir bedel ödemek mecburiyetinde kalırlar.
İsrail’e gösterilen hoşgörü ve toleransı hiçbir ülkeye göstermeyen Batı ve ABD, Siyonizmin üç ideolojik ayağını da doğal olarak kabul ediyorlar. Bu ayaklar: “a) Seçilmiş millet b) Vaat edilmiş toprakların ele geçirilmesi (Tesniye, Bab: 11/24–25.): c) Hiçbir halka tanınmayan ayrıcalıkların İsrail’e tanınması.” olarak sıralanabilir.
Zalim ve mazlum hangi dinden ve mezhepten olursa olsun şiddet tasvip edilemez. İnançlarımız ve milliyetlerimiz farklı olsa da neticede hepimiz insanız. Doğruyla yanlışı ayırt etmeye yarayan yüreğimiz ve vicdanımız var. Hiç kimseye kulak asmasak da, bildiğimizi okusak da tavır ve davranışlarımızı içimizdeki vicdan süzgecinden geçirmeliyiz.
Biz Doğulu milletler nedense uyumayı çok severiz. Tehlike üzerimize gelip toslayana kadar kılımızı kıpırdatmayız. Bunun İslâm inancıyla bir alâkası yoktur. Sanırım genlerimizde bir bozukluk var. Çok çabuk oyuna geliyoruz. Oysa Resulullah Efendimiz “Mümin aynı delikten iki kere ısırılmaz” demiştir. Peygamber böyle demişse muhakkak bir bildiği vardır. Acaba bizim aklımızdan mı, imanımızdan mı zorumuz var ki her tarafımız ısırıklarla dolmuş… Isırılmaya o kadar alıştık ki artık acı bile hissetmiyoruz. Rabbim ümmet-i Muhammed’i şer odakların fitne ve fesatlarından muhafaza eylesin. Bizleri sırat-ı müstakimde daim ve sabit kılsın(Âmin)
METİN TOKDEMİR
03.08.2006 - 01:14TOKDEMİR’E AĞIT
Merhum Ali Metin Tokdemir’in aziz ruhuna! ...
Yere bastığında toprak inlerdi
Konuştuğu zaman yer gök dinlerdi
Türk-İslâm davası, buydu tek derdi
Yücelerden geldi mübarek emir
Bizi darda koyup göçtü Tokdemir
Yüreğe kıpkızıl bir volkan düştü
İçimize titrek bir figan düştü
Kalbin merkezinde tenden can düştü
Yücelerden geldi mübarek emir
Bizi harda koyup göçtü Tokdemir
Başı duman duman dağlar ağladı
Hakikate gebe çağlar ağladı
Gencecik ölüye sağlar ağladı
Yücelerden geldi mübarek emir
Bizi narda koyup göçtü Tokdemir
Gözden yaş döküldü, yürek süzüldü
Duyan duymayan dostlar üzüldü
Karalar bağlandı, canlar büzüldü
Yücelerden geldi mübarek emir
Bizi yarda koyup göçtü Tokdemir
Fatiha ekerken besmele biçtik
Ülkünün yolunda sevdadan geçtik
Ölümsüzlük için gülsuyu içtik
Yücelerden geldi mübarek emir
Bizi karda koyup göçtü Tokdemir
Göklere sığmayan kabre sığar mı?
Bulut görünmeden yağmur yağar mı?
Hiç sabah olmadan güneş doğar mı?
Yücelerden geldi mübarek emir
Ahu zârda koyup göçtü Tokdemir
Vadinin üstüne bir dağ devrildi
Onunla birlikte bir çağ devrildi
Barutun üstüne çerağ devrildi.
Yücelerden geldi mübarek emir
Bizi derde koyup göçtü Tokdemir
Yeşile bürünüp yola koyuldu
Geldi kara haber pek tez duyuldu
Rahman’ın yazdığı emre uyuldu
Yücelerden geldi mübarek emir
Bizi korda koyup göçtü Tokdemir
Ülkü kuşlarının kanadı kırık
Gönüldaşlarımın yüreği buruk
Binlerce şehidin hepsi bir doruk
Yücelerden geldi mübarek emir
Bizi zorda koyup göçtü Tokdemir
Gümüşhane’mizden yükseldi ağıt
Bir elimde kalem bir elde kâğıt
Becerebilirsen efkârı dağıt
Yücelerden geldi mübarek emir
Bizi burda koyup göçtü Tokdemir
Bahçemizde bir bir kurudu güller
Ağyara müdara eylemez diller
Kırılmış bin parça yasta gönüller
Yücelerden geldi mübarek emir
Bizi darda koyup göçtü Tokdemir
Hissiyatım Ali, yüreğim Metin
Acıyla barışık dost olmak çetin
Allah için sustun, Hakk için dedin
Yücelerden geldi mübarek emir
Bizi harda koyup göçtü Tokdemir
Engin’lere sığmaz hasret ateşi
Gelir mi dünyaya benzeri, eşi
Işıtsın kabrini fikir güneşi
Yücelerden geldi mübarek emir
Bizi burda koyup göçtü Tokdemir
Çilelere karşı göğsünü gerdi
Yalan ayıklayıp hakikat derdi
Kavuştu Rabbine, maksuda erdi
Yücelerden geldi mübarek emir
Bizi narda koyup göçtü Tokdemir
M. Nihat MALKOÇ
duygu asena
01.08.2006 - 22:47DUYGU ASENA VE KADIN MAHFİLLERİ
M.NİHAT MALKOÇ
Kadın olsun erkek olsun, erkek yanlısı olsun feminist olsun herkes günü gelince göç ediyor bu fani dünyadan. Geriye sadece bıraktığımız bir hoş seda kalıyor. Şayet bırakabilmişsek… Gerisi kısa zamanda nisyan bulutlarına karışıyor.
Feministliğiyle adını duyuran kadın yazarlarımızdan Duygu Asena da fani ömrünü noktaladı. Beyin tümörü tedavisi gördüğü Amerikan Hastanesi’nde 31 Temmuz 2006 Pazartesi sabaha karşı solunum yetmezliğinden hayatını kaybetti. Kısa sayılabilecek ömrüne çok şeyler sığdıran Asena, yaşadığı sürece hep gündem oluşturdu.
Türkiye, Duygu Asena’yı feminist düşüncenin en ateşli savunucusu olarak tanıdı. Kadın hakları için birçok faaliyetin içinde bulunan Asena, bu konuyu köşe yazılarında ve kitaplarında sürekli gündeme getirdi, adeta hafızalara nakşetti. Kadın derneklerinin organize hareket etmesi için uğraştı. Erkeklere karşı, hep kadınların yanında ve yakınında yer aldı.
Duygu Asena, 1946 yılında İstanbul’da doğmuştu. İstanbul Üniversitesi Pedagoji Bölümü’nden mezun olan Asena bir süre Haseki Hastanesi Çocuk Kliniği’nde pedagog olarak çalışmıştı. Daha sonra bir reklâm şirketinde metin yazarı olarak çalışan Asena’nın ilk yazısı 1972 yılında Hürriyet gazetesinde yayınlanmıştı. Gazeteciliğe ‘Şirin’ imzasını kullanarak başlayan Asena; Kadınca, Onyedi, Ev Kadını, Bella, Kim, Negatif dergilerini yönetti. Milliyet gazetesinde başladığı köşe yazarlığını Cumhuriyet ve Yarın’da sürdüren Asena’nın ilk kitabı ‘Kadının Adı Yok’ geniş bir okur kitlesine ulaştı, çok ses getirdi. Bu ifade adeta feminizm davasının sloganı oldu. Kitap 1998 yılında müstehcen bulundu, iki yıl sonra Atıf Yılmaz tarafından filme alındı. Duygu Asena, iki yıldır beyin tümörü tedavisi görüyordu.
Onun en çok bilinen ve ses getiren eseri ‘Kadının Adı Yok’, ilk defa 1987’de yayımlandı ve rekor kırarak bir yıl içinde kırk baskı yaptı. Aynı yıl Nokta dergisinin düzenlediği “Doruktakiler” yarışmasında ve Boğaziçi Üniversitesi’nden yedi bin öğrencinin katıldığı en başarılı kitap seçiminde en fazla oyu alarak yılın kitabı seçildi.
Ne var ki Başbakanlık Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu, 1988’in nisan ayında kitabı küçüklere zararlı yayın ilan ederek poşette satılmasına karar verdi. Ancak yazar tarafından açılan dava sonucu, kitap 1991 yılında aklandı. ‘Kadının Adı Yok’ aynı yıl Hollanda ve Almanya’da bu ülkelerin dillerine çevrilerek yayımlandı ve üst üste birkaç baskı yaptı. Hollanda’da ayrıca ikinci bir yayınevi tarafından cep kitabı olarak da basıldı. 1994’te Yunanistan’da piyasaya çıkarak best-seller oldu.
Duygu Asena bu kitabında, temiz, rahat, kıvrak anlatımıyla bir kadının yaşadıklarını, daha doğrusu cinsiyeti kadın olarak belirlenmiş, herkesin üç aşağı beş yukarı tanık olabileceği ortak bir macerayı, bir kadının ağzından anlatıyor. Bu kadın, küçücük bir kızın henüz yaşanmamış doğal meraklarından, aşklar, acılar, sahtekârlıklar, hislerle dolu bir hayatın bazen hafif, bazen ağır kıpırtılarına kadar, kendi ayakları üzerinde durabilmek için mücadele ediyor. Bu kadın, pürüzsüz bir tenden kırışıklıklara uzanan zaman içinde kendisi için var olabilmeyi hedefliyor. Bütün engellere rağmen bunu başarıyor.
Bu satılarla tanıtılan kitabın yazarı Duygu Asena, feminizmin dozunu kaçıran biri olarak bazen kadınlarla erkeklerin arasını açtı. Kadını erkeğin karşısına dikerek erkeğe meydan okuttu. Elmanın birer yarısı olarak niteleyebileceğimiz iki karşı cinsi çok farklı dünyaların insanları olarak sundu. Her şeyin sevgi ve hoşgörüyle halledilmesinin hayırlara vesile olacağı gerçeğini kavga ve meydan okumayla değiştirdi. Fakat onun duygu ve düşüncelerine katılmayanlar katılanlardan daha çoktu. Çünkü Asena’nın mücadele tarzı sertti; erkeği pasifize etmeye yönelikti.
Duygu Asena’nın kadınlara (belki bilmeyerek yaptığı) zararının yarında pek çok yararı da oldu şüphesiz... Özellikle kırsal kesimde erkekler tarafından şiddete maruz bırakılan ve sürekli ezilen kadınların biraz olsun gözünü açtı. Bir kısım erkeklerin ipliğini pazara çıkardı. Ezilmenin ve baskının kader olmadığı gerçeğini onlara gösterdi. Keşke kadının görevleri ve hakları konusunda biraz olsun İslâmî kaynaklara bakarak hareket etseydi, İslâmî hükümlerden ilham alsaydı; o zaman yürüttüğü dava daha temelli olurdu. Üstelik kadınlarla erkekler arasındaki güvensizlik ve nefret uçurumu oluşmazdı.
Kadın mahfilleri her zaman olduğu gibi cenazede de Asena’nın yanındaydı. Mor Çatı’dan Çağdaş Kadınlar Derneği’ne kadar herkes yılmaz bir savaşçıyı kaybetmenin üzüntüsü içerisindeydi. Fakat onların içinde nice Duygu Asenalar vardır. Umarım kadınları savunurken erkeklerin haklarını ihlâl etmezler.
Feminist yazar Duygu Asena’nın cenazesi de sıra dışı oldu. Asena’nın cenazesi sarı güllerle süslendi. Tabutu kadınlar taşıdı. Kadın derneklerinin üyeleri cenazeyi adeta bir meydan okumaya dönüştürdü. Hüzünden çok öfke vardı insanların yüzünde. Alkışlar ve şarkılar da cabası… Bu öfkenin kime karşı ve niçin olduğunu herkes gibi ben de anlamakta zorlandım.
Asena’nın inancını ve din karşısındaki tavrını sorgulayacak değilim. Onun eserlerini okuyanlar bu konuda yeterince bilgiye sahiptirler. Bu hususta bize söz düşmez. En iyisini muhakkak ki Allah bilir. Ne diyelim Allah yine de amelince rahmet eylesin.
türklük
28.07.2006 - 00:33HEM TÜRK’ÜM HEM MÜSLÜMAN! ...
M.NİHAT MALKOÇ
İnsan dünyaya gelirken Allah ona ‘seni Türk olarak mı, Fransız olarak mı yaratayım’ diye sormuyor. Demek ki ırkın fazla bir ehemmiyeti yok. Fakat bazı ırklar vardır ki dünya tarihi içerisinde yaptıkları çirkefliklerle insanlık önünde karalanmışlardır. Bu milletlerle ilgili olarak isim vermesem de sizler hangi milletleri kastettiği mi anlıyorsunuz.
Yaptığı akıl ve vicdan dışı icraatlarla insanlık tarihine karabasan gibi çöken milletleri insanlık unutmadı, unutmayacak da… Çünkü onların açtığı yaralar öyle kolay kapanır cinsten değil. Çok şükür ki bu hastalıklı milletler arasında Türklerin adı yok. Bu hususta ne kadar sevinsek ve övünsek azdır. Tarih Türklerle ilgili olarak hiçbir bariz çirkeflik kaydetmemiştir. Bu hususta ferdi tasarruflar olsa da dikkate alınmaz, alınmamalıdır. Şayet bunu çürüten iddia sahipleri varsa bilin ki onlar da içlerindeki kini kusup iftira atıyorlardır.
Bütün çocuklar Müslüman fıtratı üzere doğarlar. Başka milliyetlerden olsalar da ergenlik çağına kadar onlara Müslüman gözüyle bakılır. Ne zaman ki kişi akıl baliğ olur, işte o zaman inancını seçerek tescil eder. Bizler çok şükür ki Müslüman topraklarda, mümin ailelerde doğduk. Arayışa girmek mecburiyetinde kalmadık. Küçük yaşlardan itibaren Müslüman karakterinin esaslarıyla yoğrulduk. Onun için başka inançlara itibar etmedik. Bunu bir avantaj olarak görmek gerekir. Acaba o zor şartlar altında iman arayışı içerisine girip Müslümanlıkla müşerref olabilir miydik? Maazallah Batılı bir ülkede, gayri müslim bir aile içerisinde dünyaya gelseydik bugünkü konumda olmayabilirdik. Nerden baksan zor ve riskli bir arayış olurdu. Hâlimize şükretmek lâzım.
Türk milleti tarih sahnesine çıkışından bugüne kadar dik ve onurlu durmasını bilmiştir. İslamiyeti kabul etmeden evvel de bu milletin temel dinamikleri insaniyet üzere şekillenmişti. Adalet ve namus anlayışları çağın çok ilerisindeydi. İslamiyetin kabulüyle birlikte insani hassasiyetler daha da inceldi. Alpler eren oldu. Yeni alperen kimliği ses getirdi.
Şerefli Türk milleti bütün insanlığa gönderilen son din olan İslamiyetin bayraktarlığına soyundu. Aslında tarih milletimize bu vazifeyi biçti. Çünkü bu bayrağı yükseklerde salındıracak yegâne millet Türk milletiydi. Her şeyimiz islamla uyuşuyordu. Yani arada bir kan uyuşmazlığı yoktu. Onun içindir ki İslam akidelerini benimsememiz zor olmadı.
Bazıları Türklerin Müslüman olma sürecini sulandırsa da hakikatler tarihî hadiselerle rabıtalıdır. Talas Savaşı’yla başlayan Türk-Arap yakınlaşması zamanla inanç kardeşliğine dönüşmüştür. Her ne kadar tarih boyunca bu iki milleti birbirine düşürmek ve birbiriyle çatıştırmak isteyenler olmuşsa da gayelerine tam anlamıyla ulaşamamışlardır.
Milletimiz islamiyete çok büyük sevgi ve hürmet göstermiştir. Şairlerimiz en güzel şiirlerini Peygamber Efendimiz için yazmışlardır. Süleyman Çelebi’nin Mevlit’iVesiletü’n- Necat ve Yazıcıoğlu Muhammed’in Muhammediye’si bu sahadaki en mühim numunelerdir. Bu güzel naat zincirine her geçen gün yeni halkalar eklenmektedir.
Bazıları Türklükle Müslümanlığı uyumsuz olarak göstermenin ve bunlardan birine öncelik vermenin çirkin mücadelesiyle vakit öldürüyor. Hatta ‘Sen önce Türk müsün, Müslüman mısın? Suda boğulmakta olan bir Müslüman’la bir Türk’ü görsen hangisini önce kurtarırsın’ gibi amiyanesıradan suallerle zihinleri bulandırmak istiyorlar. Bu basitliğe düşmeden şunu söylemeliyiz: ‘Türklük bizim bedenimizse Müslümanlık ruhumuzdur.’ Zorlamayla bedenle ruhu çelişki içerisinde göstermek kara cahilliktir.
Türklükle Müslümanlık etle tırnak gibidir. Zira Avrupa’da Türk deyince Batılı insanlar Müslüman’ı, Müslüman deyince de Türk’ü gözlerinin önünde canlandırıyorlar. Osmanlı devleti zamanında Türk kültürü, edebiyatı ve mimarisi İslâmî unsurlarla ve dinî motifleriyle şekillenmiştir. Bunlar eski Türk kültürünün kalıntılarıyla apayrı bir sentez oluşturmuştur. Fakat bu birleşimde hiçbir öğe sırıtmamıştır; uyumlu bir yelpaze çıkmıştır ortaya…..
Nizam-ı âlemin öncüsü olan Müslüman Türkler tarih boyunca üç kıtaya adalet götürdüler. Osmanlı güçten düşünce Balkanlar’dan Ortadoğu’ya kadar her tarafta bir başıboşluk ve çözülme görülmeye başlandı. Huzur ve istikrar mumla aranır oldu. Bugün o topraklarda yaşayanlar ceddimizin merhamet iklimini çok özlüyorlar. Bugün kavganın beşiği olan Budin, kılıç şakırtılarını rüyasında gören Estergon, mahzun Üsküp, havaya uçurulan Mostar, kana bulanan Bosna; kısacası evlad-ı fatihan diyarı o eski şefkatli elleri arıyor. Sadece onlar mı, biz de arıyoruz o güzel insanları… Onlar ki beyaz atlara binip cennet istikametine doğru yol aldılar. Buluşmak mı? Kim bilir belki kıyamette! ....
Yiğit düştüğü yerden kalkar… Yeter ki inancımızı, kimliğimizi ve basiretimizi kaybetmeyelim. Göğsümüzü gere gere ‘Hem Türk’üm hem Müslümanım’ diyebiliyorsak temel gücümüzü ve dirayetimizi henüz kaybetmemişiz demektir. Zamanın nelere gebe olduğunu ancak Allah bilir. Tarih elbet bir gün eski yol arkadaşlarına kılavuzluk ederek onları gün yüzüne çıkaracaktır. Bunun ilacı, gece gündüz demeden çalışmak ve sabırla beklemektir.
filistin
27.07.2006 - 00:20FİLİSTİN VE ANTİSEMİTİZM ÜZERİNE
M.NİHAT MALKOÇ
Bu dünya bütün insanların huzur ve barış içerisinde yaşamaları için Allah tarafından özenle yaratılmıştır. İnsanoğlu ne kadar ilmî araştırma yaparsa yapsın dünya dışında insanın yaşamasına uygun başka bir gezegen yoktur. Demek oluyor ki bu dünyadan başka gideceğimiz yer yok. Biz insanlar dünyaya mahkûmuz. Bunu mahkûmiyet şeklinde nitelendirmek de belki çok doğru değildir. Bunu, dünyaya bağımlı olmamız anlamında söylüyorum. Yoksa dünya kötü bir yer değildir ki bizler mahkûm olalım. Dünyayı yaşanmaz hale getiren insanlardır. Kötülük insanların kör vicdanlarında saklıdır.
Hepimiz dünya denen koca bir gemideyiz. Bu geminin selâmeti mürettebatın ve yolcuların uyumuna bağlıdır. Geminin mürettebatı dünyayı yöneten liderlerdir. Yolcular ise her ülkeden, her ırktan ve her renkten insanlardır.
İnsanlık dostluğa ve barışa sadık kaldığı müddetçe huzur bulacaktır. Aksi hâlde beklenen huzur gelmeyecektir. Bugün dünyadaki kavgaların ve savaşların ana nedeni toplumların bencilliğidir, insanların paylaşmayı bilmemesidir. Oysa nimetler adaletle paylaşılsa mevcut kaynaklar hepimize yeter.
Bugün Filistin’de ve Lübnan’da yaşananlar; tahammülsüzlüğün, inanç ve çıkar çatışmalarının neticesidir. Bir avuç İsrailli, Müslüman coğrafyası içerisinde kabadayılığa soyunuyor. Tabir caizse Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya yelteniyorlar. Bugün tarihî Filistin topraklarının ancak yüzde 22’si Filistinlilerin elinde, bunların üzerinde de hükümran olarak yaşamıyorlar. İki buçuk milyon Filistinli değişik Arap ülkelerinde mülteci olarak yaşıyor. Tarih boyunca dünyanın çeşitli ülkelerinden Yahudi yerleşimciler getirilerek Filistinlilerin evlerine, bağ bahçelerine yerleştirilmiştir. Filistinlilerin hakları ve toprakları talan edilmiştir. Bununla da kalınmamış etnik temizlik yapılmıştır.
Dünyanın gelişmiş ülkeleri yıllardan beri Filistin’e ambargo uyguluyor. Filistin’e ekonomik ve siyasî baskı yaparak İsrail’i tanımalarını istiyorlar. Bu saatten sonra İsrail’in devlet olmaktan vazgeçmesi ve siyasî kimliğini feshetmesi mümkün değildir. Bunu Filistinliler de çok iyi biliyor.Aslında Filistinliler, İsrail’in devam etmekte olan yayılmacı politikasına tepki duyuyorlar. Filistinliler, İsrail’in 1967’de işgal ettiği toprakları boşaltmasını istiyorlar. Filistinliler mültecilerin yurtlarına dönmelerini talep ediyorlar. Son olarak da Doğu Kudüs’ün Filistin devletinin başkenti olarak ilan edilmesini arzuluyorlar. Bunlar zaten Filistin’in önceki haklarıydı. İşgalden sonra her şey gibi bu hakları da ellerinden çekip alındı.
İsrail gerçekleri çarpıtma konusunda dünyada eşsiz bir ülkedir. Onların dünyaya yaydıkları bir yaygara var. O da Arapların ve genel anlamda bütün Müslümanların antisemitik olduğu palavrasıdır. Dilerseniz bu hususta derinleşmeden evvel konunun daha iyi anlaşılması için kısaca antisemitizmden bahsedeyim.
Antisemitizm, Yahudi halkına karşı duyulan fanatik bir nefrettir. Bu ırkçı ideoloji yüzünden dünyanın dört bir yanında milyonlarca Yahudi öldürülmüş, baskı görmüş, yurdundan sürülmüş ve tehdit edilmiştir. Yahudilere karşı düşmanca duygular besleyen ve Yahudilere karşı ayırt edici önlemler alınmasını isteyen görüşe bağlı olan kimseye de ‘antisemitist’ diyoruz. Meselâ Hitler antisemitistti. Milyonlarca Yahudi’yi fırınlarda yaktı, soykırımın âlâsını yaptı. Fakat bugün Yahudilerin Filistinlilere yaptıkları eziyetler bundan çok daha hafif değildir. Bütün bunlara rağmen bizler antisemitizmi tasvip etmiyoruz. Bütün insanlar gibi Yahudilerin de insanca yaşama hakkı vardır; bunu savunuyoruz. Fakat bu insanların başkalarına saldırma ve onları yok etme haklarının olduğuna inanmıyoruz.
İslâm dinî barışı öngörür. Her türlü ırkçılığı kınadığı gibi antisemitizmi de kınar. İslâmiyet ırkçılığı lanetler. Antisemitizm de bir çeşit ırkçılık olduğu için onu da şiddetle yasaklar. Hiçbir insan inancından dolayı aşağılanamaz, kınanamaz. Fakat İsrailliler kafalarında yanlış bir Müslüman şablonu oluşturdukları için bütün Müslümanların antisemitist olduğu paranoyası içerisindedirler.
Aslında onlar Filistinlilere yaptıkları zulmün kılıfını aramak peşindedirler. ‘Minareyi çalan kılıfını hazırlar’ misali onlar da işgal ve zulümlerini dünya kamuoyuna sevimli ve haklı gösterebilmek için bütün Filistinlileri ve Müslümanları antisemitik ilan ediyorlar. Böylelikle de meşru müdafaa haklarını kullandıklarını söylüyorlar. ‘Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu’ deyimi bu mantığa giydirilmiş en şık elbise olsa gerek.
Bugünkü Yahudiler, İsrail’in işgal politikalarına karşı çıkmayı bile antisemitizm kavramı içerisinde değerlendirebiliyorlar. Oysa İsrail’i kınamanın ve İsrail’in resmi ideolojisi olan Siyonizm’i eleştirmenin, hiç bir şekilde antisemitizmle bir ilgisi yoktur. Böyle çöpten fikirler ahmakçadır, hiçbir tutar tarafları da yoktur.
Yahudiler dün olduğu gibi bugün de Müslümanlara duydukları tarihî kinlerini kusmayı sürdürüyorlar. Her fırsatta gerçekleri tersyüz ediyorlar. Ellerindeki sınırsız sermayeyle gariban Filistin halkına yapmadıklarını bırakmıyorlar. Sonra da dünyanın gözünü boyayarak kendilerini haklı çıkartmaya çalışıyorlar. Bunca kin ve nefret dolu saldırılardan sonra Filistinlilerden ve Müslümanlardan sevgi ve hoşgörü bekliyorlar. Umduklarını bulamayınca Müslümanları antisemitizm damgasıyla yargılıyorlar. İnsanlık bu çirkef oyuna gelmemelidir.
israil
26.07.2006 - 01:32İSRAİL’İN GÜCÜ YAHUT GÜÇLÜLERİN İSRAİL’İ
M.NİHAT MALKOÇ
İlk insan Hz. Âdem’den beri dünyada barış egemen olamıyor. Herkes birbiriyle kavgalı… Hele şu Ortadoğu lanetli midir ne! … Kendimi bildim bileli Ortadoğu durulmamıştır. Buradaki kanayan yaraya merhem sürüp sağaltması gerekenler her fırsatta kaşımışlar ve kan akıtmışlardır. Bugün yaşananlar da dünkülerin devamı ve benzeridir.
Bilindiği üzere İsrail devleti 1948 yılında Filistin toprakları üzerinde kurulmuştur. Siyonist lider Theodor Herzl, 1897’de, elli yıl içinde İsrail’in kurulacağını ifade etmişti. Siyonizm’in ne kadar büyük bir tehlike olduğunu fark eden II. Abdülhamit, Filistin’e karşılık para teklif eden Siyonistlerin bu isteklerini geri çevirmişti. Onun içindir ki Abdülhamit’i tüm dünyaya ‘Kızıl Sultan ‘ olarak takdim etmişlerdi. Israrlı çabalar neticesinde Abdülhamit iktidardan uzaklaştırılınca daha rahat hareket etmeye başladılar.
Siyonistler, Türklerle Araplar arasındaki din bağını gevşetmek için planlar kurdular. Arapların Türklere karşı öfke duymaları bölgeye gönderilen ajan kışkırtıcılar tarafından sağlandı. Arap dilini ve geleneklerini çok iyi bilen ünlü İngiliz casusu Albay T. E. Lawrence bölgede geniş kapsamlı faaliyetlerde bulundu. Uzun vadede emellerine de ulaşmış oldular. Bunun yansımalarını hâlâ hissetmekteyiz.
İsrail ortalama yedi milyon nüfusa sahip, hacim bakımından küçük bir Akdeniz ülkesidir. Üstelik bütün komşuları Arap kökenlidir. Suriye, Mısır, Lübnan, Ürdün, Filistin devletleri arasında sıkışıp kalan İsrail söz konusu kritik bölgede olur olmaz zamanlarda ve zeminlerde komşularını ve özellikle işgal ettiği Filistin’i tehdit etmektedir. Ben İsrail’in bu deli cesaretine akıl erdiremiyorum. Nasıl oluyor da dağdan gelip bağdakini kovabiliyorlar.
Bilindiği üzere son hadiseler bir hiç uğruna cereyan etti. İsrailliler, Filistinliler tarafından iki askeri kaçırıldı diye yine dünyayı ayağa kaldırdılar. Olayın akabinde İsrail ordusu Filistin topraklarına girmiş, bakanları ve milletvekillerini esir almış. Fakat yine de hızını kesmediler. Şimdi uçaklarla, tank ve toplarla Lübnan’ı gece gündüz demeden vuruyorlar. Böyle komik ve basit bir gerekçe savaş sebebi olabilir mi? Üstelik İsrail’in esir askerleri de hâlâ yaşıyor. Filistin tarafı ise bu esirleri, İsrail zindanlarında çürüyen Filistinlilerle mübadele etmek istiyor. Bundan daha tabiî ne olabilir ki?
İsrailliler hâlâ kendilerini üstün ırk ve seçilmiş millet olarak görüyorlar. Arz-ı mevut(vaat edilmiş topraklar) da bu sakat düşüncenin eseridir. Dünyanın ileri gelen devletleri İsrail’in saldırgan politikasını görmezden geliyor. Onları kınamıyorlar bile. ABD’nin Dışişleri Bakanı Rice ‘İsrail’in ateşkes yapması için henüz erken, hem bu çözüm değil’ diyor. Bu ne demektir Allah aşkına? ‘Biraz daha bekleyelim. Ne kadar Filistinli ölürse o kadar kârdır. İsrail’i ateşkese zorlamayalım ki ABD’nin Ortadoğu’daki BOP işlesin, buna uygun zemin oluşsun. Siviller yaşlı, genç, çocuk demeden ölsün. Nasıl olsa onlar Müslüman…’ Bu tavrın dışardan okunuşu budur. Ne kadar Müslüman ölürse işlerinin o kadar kolaylaşacağını zannediyorlar. Oysa ölen her Filistinli ve Lübnanlı geride bir inanç abidesi bırakıyor. Bunu göremiyor basiretsiz gözler… Uzun vadede elbette kaybedeceklerdir.
İki İsrail askeri kaçırıldı diye İsrail’i kınamaya bile kıyamayan bugünkü ABD yönetimi Türkiye’deki şehit cenazelerini görmüyor mu? Niçin işgal ettikleri Irak topraklarında PKK’ya yönelik bir operasyon gerçekleştirmiyorlar? Albayrağa sarılıp gelenler iki İsrail askerinden daha mı kıymetsiz? Yazıklar olsun size. Bir devlet ancak bu kadar ikiyüzlü ve necis olabilir. Lanet olsun sizin adaletinize ve dünya egemenliğinize. Osmanlı adaletiyle altı yüzyıl yaşadı, fakat sizin sonunuz yakındır. Çünkü adalet çarkını döndür(e) meyen sistemler yıkılmaya ve yok olmaya mahkûmdur.
ABD’yi ve onun yandaşlarını anladık da İsrail’i çepeçevre kuşatan Arap ülkelerini anlamakta zorlanıyorum. Onlara da bir çift sözüm var. Toplam yüzölçümü 21 bin kilometre kare olan bir İsrail’le nasıl baş edemiyorsunuz. İsrail’i çevreleyen ülkelerden Filistin 7 milyon, Ürdün 6 milyon, Lübnan 4 milyon, Mısır 73 milyon, Suriye 19 milyon, Suudi Arabistan 26 milyon, Irak 27 milyon, İran 72 milyon nüfusa sahiptir. Bunların toplam nüfusu 200 milyonu buluyor. Yahu hiçbir şey yapamazsanız tükürüğünüzle boğarsınız bir avuç İsrail’i… Kimden korkuyorsunuz? İsrail’in büyük biraderi ABD’den mi, onun sadık ve daimi müttefiki İngiltere’den mi? Söyleyin kimden korkuyorsunuz?
Hani İslâm’daki cihat anlayışı? Nerde Müslüman kardeşliği? Doğudaki müslümanın eline diken batsa Batıdaki Müslüman onun acısıyla ürpermeliydi. Hepiniz ABD’den icazetlisiniz. Onun için sesiniz soluğunuz çıkmıyor. Sizler dünyadaki sahte cennetlerinizde yaşayadurun. Hevesinizi alın burada. Ötelerde Allah’ın cenneti sizden iğrenecek ve sizi ağız dolusu kusacaktır. Aklıma gelmişken bir şey daha söyleyim… O göz yumarak kayırdığınız İsrail, bir gün sizin de kapınızı çalacaktır. Kaçmak için ABD biletlerinizi şimdiden hazırlayın….Benden söylemesi….Zira bastığınız topraklar kandan iyice kayganlaştı da! ...
Huzur Evi
26.07.2006 - 01:29HUZUREVİNDE ZAMAN
M.NİHAT MALKOÇ
Geçen zamanla birlikte ahlâkî yapımızda köklü değişimler ve ona bağlı dönüşümler gerçekleşiyor. Batıya yüzümüzü döndüğümüzden beri hayatımız başkalaşmaya, hatta tanınmaz bir hâl almaya başladı. Tanzimat’tan bugüne kadar pek çok şey değişti bu toplumun iç ve dış yapısında. Temel dinamiklerimiz göz göre göre alaşağı edildi. Yerlerine koyulanlar bizi ifade etmekten çok uzak görünüyor.
Müslüman-Türk topluluklarında anne babaya saygı ve hürmet üst düzeydeydi. Çünkü mevcut inancımız bu insanlara olağanüstü derecede kıymet vermiş, onları değerler silsilesinin altın halkası kabul etmiştir. Fakat geçen zamanla birlikte bu alanda da büyük bozulmalara ve değerlerde aşınmalara şahit olunmaktadır. Bu menfi gidişat elbette hayra alamet değil. Çünkü değerlerini ve değerlilerini hiçe sayan milletlerin bir adım ilerlemesi mümkün değildir.
Geleneksel Türk aile yapısı çoktan bozuldu. Eskiden birkaç nesil bir arada yaşardı. Dedeler torunlarla aynı mekânları paylaşırdı. Nineler bütün hünerlerini torunlarına aktarırdı. Tecrübeler dededen toruna aktarılarak ebedileşirdi. Fakat günümüzde bu emniyet ve gelenek halkası koparıldı. Aileler bölündü, ufalandı. Yaşlanan anne ve babalar sözüm ona huzurevlerine mahkûm edildi.
Bilindiği üzere bedenî ve zihnî engeller nedeniyle, evde bakım güçlüğü içinde olan kişiler için, kendilerini evlerinde hissettirecek ortamları sağlamak üzere devlet tarafından huzurevleri kurulmuştur. Fakat hiçbir yaşlı, evindeki huzuru bu mekânlarda bulamaz. Çünkü insana huzur ve emniyet hissi veren mekân değil, o çevrede yaşayan insanlardır. Hiçbir görevli memur, bakıma muhtaç yaşlılara aile bağlarıyla rabıtalı kişilerin sağladığı keyfi ve güven hissini yaşatamaz.
Sevgi, saygı, güven ve huzur birbirleriyle iç içe kavramlardır. Birinin varlığı ötekine destek, yokluğu ise aynı derecede köstektir. Son yüzyılda bu değerlerin hızla aşındığını görmekteyiz. Değerlerimizin erimesini, hatta buharlaşmasını görünce geleceğe dair vicdanî kanaatlerimiz ve beklentilerimiz berraklığını yitiriyor.
Hiç kimse yaşlanmayı istemez. Çünkü yaşlılık hayatı güçleştiriyor. Öyle bir zaman geliyor ki düzlükler yokuşa dönüşüyor Yaşlı olarak tanımlanan nüfus grubu çeşitli sağlık sorunları açısından risk taşıyan özel bir gruptur. En sık gözlenen sağlık sorunları bellek bozuklukları, nörolojik bozukluklar, psikolojik sorunlar, deri değişiklikleri, işitme ve görme kayıpları, kalp, dolaşım, akciğer problemleri, sindirim ve beslenme bozukluklarıdır.
Yaşlanma, bireysel bir değişim olarak kişinin fizikî ve ruhî yönden gerilemesidir. Yaşlılarımız ilerleyen zamanla birlikte pek çok yetilerini kaybediyorlar. Adeta çocuklar gibi bakıma ve himayeye muhtaç hâle geliyorlar. Bazılarının ağzında diş kalmadığı için tıpkı bebekler gibi sıvı gıdalarla besleniyorlar. Alınganlıkları ve hassasiyetleri yaşla birlikte artıyor. Kendileriyle ilgilenilmesini daha çok arzu ediyorlar. Nerden bakarsanız bakınız yaşlılar, yaşın ilerlemesiyle birlikte gittikçe çocuklaşıyorlar.
Yaşlının yaşam kalitesini arttırmak, yaşadığı süreci rahat geçirmesini sağlamak gayesiyle oluşturulan huzurevlerinde binlerce insanımız huzur arıyor. Huzurevinde ne kadar üstün konfor olsa da bu mekânlarda iç huzurun sağlanması pek mümkün değildir. Çünkü buralardaki yaşlılar sudan çıkmış balık misali çaresiz ve yalnızdırlar.
Huzurevinde zaman uzadıkça uzar. Dakikalar saat, saatler yıl, yıllar asırlar gibi uzar gider. Gözler ziyaretçi avındadır her zaman. Bir kapı tıkırtısı gözbebeklerinin canlanmasına yeter de artar da. Her tıklamanın ardında tanıdık bir seda aranır. Gelen olmazsa umutlar geleceğe tehir edilir, ama hiç kaybolmazlar. Zaten umudun tükendiği noktada yaşamak, bedene hamallık yapmaktan farksızdır. Huzurevinde zamanın durağanlaşmasını Ahmet Hamdi Tanpınar’ın şu dörtlüğündeki ifadelerle anlatabiliriz:
“Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir anın
Parçalanmaz akışında.”
Yaşlılık biraz da dünyaya yabancılaşmaktır. Çünkü eş dostun çoğu artık ötelerdedir. Dönülmez yolculuğa çıkmışlardır. Anılarını da toprağa gömmüştür pek çoğu. Diriler için yaşamak da nefes almaktan öte fazla bir mana taşıyamaz raddeye gelmiştir. Hayatın bu noktasında yanı başımızda sakladığımız sararmış solmuş gençlik fotoğrafları koca bir ömrün belgeseli sayılabilir.
Bilindiği gibi Batılı devletlerin yaşlı bir nüfus yapısı var. Bizim nüfusumuz onlara nazaran çok daha genç… Avrupa’da yaşlılar huzurevlerinde bakılıyor. Anne babasını evinde bakan evlat sayısı bir hayli az... Oysa biz onlardan farklıyız. Bizim inancımızda “Cennet annelerin ayakları altındadır”. Anaya, babaya, yaşlılara hizmet ve hürmet etmek Müslümanlıkta ibadet hükmündedir. Onun için ecdadımız anne babalarını el üstünde tutmuş; yaşarlarken onlara adeta ‘öf’ bile dedirtmemişlerdir. Fakat son yıllarda biz de Batının çirkef yoluna girdik. Gelinler kocalarını zorlayarak elden ayaktan düşmüş anne babaları huzurevlerine gönderiyorlar. Fakat bu devran böyle gitmez. Onlar da bir gün elden ayaktan düşeceklerdir. Kendileri de aynı şeylerle karşılaşınca o zaman yanlış yaptıklarını anlayacaklardır. Fakat o zaman da ne yazık ki iş işten geçmiş olacaktır.
terör
17.07.2006 - 01:01İHANET ÇEMBERİ
M.NİHAT MALKOÇ
Terör insanlığın evrensel belasıdır. Huzurun ve istikrarın baş düşmanıdır. Bir ülkeyi uçurumun eşiğine getirmek isteyenlerin başvuracağı en büyük kirli silahtır. Demokratik süreci hiçe sayan terör, bugüne kadar hiç kimseye yarar sağlamamıştır, bundan sonra da sağlamayacaktır.
Terörün içeriğini bilsek de tam bir tanımını yapmak nerdeyse imkânsızdır. Çünkü bu konuya yaklaşan tarafların kanaatleri ve bakış açıları buna engel olabilmektedir. Fakat neresinden bakarsanız bakın şiddet içeren ve haksız yere kan dökülmesine yol açan çirkin bir yoldur. Yani bir hak arama mekanizması değildir. Çünkü haklar demokratik yollardan aranır.
Terörizm insanlara korku ve dehşet salarak siyasal amaçları gerçekleştirme yöntemidir. İfadeden anlaşılacağı gibi terörün en büyük kozu korku ve dehşet unsurlarıyla muhataplarını yıldırma teşebbüsüdür. Terörizm adam kaçırmadan cinayete kadar uzanan ve gayesi yıldırma olan şiddet eylemlerine verilen genel addır. Terör(yılgı) zayıf olanların güçlülere ve onların temsilcilerine karşı şiddet kullanmasıdır. Fakat burada saldırının kimin tarafından gerçekleştirileceği ve nereden geleceği belli değildir. Sinsidir, gaddardır, hilekârdır. Onun içindir ki terörle mücadele zor, riskli ve pahalı bir iştir.
Her ne kadar tanımlamada zorluklar yaşansa da ülkemizde, Terörle Mücadele Kanunu’nun birinci maddesinde terörün çerçevesi şöyle çizilir: “Terör, baskı, cebir ve şiddet, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle anayasada belirtilen cumhuriyetin niteliklerini, siyasî, hukukî, sosyal, laik, ekonomik düzenini değiştirmek, devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk devletini ve cumhuriyetinin varlığını tehlikeye düşürmek, devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini ve genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü eylemdir.”
Aslında terör korkakların ve zayıfların seçtiği bir illegal(yasa dışı) bir yoldur. Onun içindir ki bu işe başvuranlar köşe bucak saklanarak ortaya çıkmaktan sakınırlar. Teröristler oyunu kuralına göre oynamazlar; vur-kaç taktiğini uygularlar. Terörist için, şiddet bir amaç değil, araçtır. Terörist için mühim olan kimin öldürüleceği değildir. Ölüm olayından sonra toplumda oluşacak infialdir. Ne kadar ses getirebilirlerse kendilerini o derece başarılı sayarlar. Onun içindir ki daha çok kadınları, çocukları ve belli konumda olanları hedef alırlar. Böylelikle toplumdaki tepki ve gerilme o derece etkili olur.
Bugün dünyada terör olayları küçümsenemeyecek boyuttadır. Hemen her devletin karşı karşıya kaldığı bir örgüt vardır. Bizim cennet vatanımız da yıllardan beri terör belasıyla inim inim inlemektedir. Ülkemiz değişik terör gruplarını görmüş olsa da uzun yıllardan beri başımıza musallat olan ve onbinlerce canı canımızdan koparan PKK’nın bıraktığı acı tesiri hiçbiri bırakmamıştır. 1980 yıllardan beri bu örgütün ihanet çemberi içerisinde yaşıyoruz.
Bilindiği gibi 1970’li yıllarda dünyada yükselen gençlik hareketlerinin Türkiye’ye yansıması nedeniyle ülkemizde birçok yasadışı terör örgütünü kurulmaya başlamıştır. PKK terör örgütünün temeli de bu dönem içerisinde atılmıştır. 27 Kasım 1978’de Diyarbakır’ın Lice ilçesine bağlı Fis köyünde yapılan bir toplantıyla PKK (Kürdistan İşçi Partisi, Partiya Karkaren Kürdistan) ilan edilmiştir. (Adına bakıp da bunun siyasî bir parti olduğunu sanmayın.) Bu aynı zamanda PKK terör örgütünün birinci kongresidir. O gün bugündür geleceğimizi ve umutlarımızı çalan bu hain örgüt, bize büyük zararlar vermiştir. Söz konusu örgüt, ses getiren ilk eylemini1984’ün 15 Ağustos gecesi Eruh ve Şemdinli ilçelerini basarak yaptı. Her geçen gün şiddet büyüdü ve bugünlere gelindi.
Uzun yıllardan beri yüreklerimizi dağlayan bu hain çetenin uluslararası bağlantıları da vardır. Kim ne derse desin bu örgüt başta komşularımız olmak üzere, Batı ülkelerinden ve sözde müttefiklerimizden destek görmüştür. Muhataplarımız bunu inkâr etseler de bu durum, nice delillerle ispatlanmıştır. Bu örgüt mensupları yıllarca ülke dışında beslenmiş ve kayırılmıştır.
Bu örgütün mensupları daha düne kadar Suriye’de Beka vadisinde ellerini kollarını sallayarak hareket etmişlerdir. Bugün de sözüm ona ABD kontrolündeki Kuzey Irak’ta eğitim kampları kurabilmektedirler. Fakat bizim kadim müttefiklerimiz bizi sanki ahmak yerine koyarcasına gerçekleri inkâr etmeye devam etmektedirler. Yalan zincirlerine yeni halkalar eklemektedirler.
1999 yılında Abdullah Öcalan’ın yakalanmasıyla eylemlerde bir yavaşlama, hatta durma görülmüştür. Artık televizyonlar pusu ve ölüm haberi vermez olmuştu. Çok sevinmiştik, umutlanmıştık. Artık çocuklarımızın kanı su gibi akmayacak demiştik. Fakat fetret dönemi uzun sürmedi. Son zamanlarda terör örgütünün eylemleri artış göstermeye başladı. Yine yürekler yanar oldu. Televizyonlarımız bayrağa sarılı tabutların başında feryat edenlerin haberlerini veriyor her gün….
Biz bu filmi defalarca gördük, bundan sonra görmek istemiyoruz. Benim askerimin saçının bir kılı bile muteberdir. Onun canıyla kumar oynayanlar, Hakk’ın ve halkın önünde hesap verecektir. Zalimler döktükleri kanların içinde boğulacaklardır.
Bu ülke ne zaman kalkınma emareleri gösterse birileri bozuk plakları gösterime sürer. Eski filmler vizyona sokulur. Bu da onlardan birisi olsa gerek. Fakat planlarında ilâ nihaye başarılı olamayacaklardır. Bu ülke çapulculara bırakılamayacak kadar kutsaldır. Kimse heveslenmesin. İhanet çemberi elbette kırılacaktır. Bu böyle biline….
aldatmak
16.07.2006 - 13:59ERKEKLER NEDEN ALDATIR?
M.NİHAT MALKOÇ
Dünyamız iki karşı cinsin(kadınla erkeğin) huzur içerisinde yaşaması için yaratılmış bir mekândır. Dünyanın ve insanın var edilişinde sayısız hikmetler mevcuttur. Bu dünyada her şeyden evvel büyük bir imtihandayız. İmtihan sırrını anlamak ve gereğini yerine getirmek gerekir. Yoksa gönül eğlendirmek için gelmedik dünyaya. Kulluk gömleğini giyerek büyük bir sorumluluğun altına girdik.
Dünyanın bir erkekle bir dişi temeli üzerinde bina edilmesi şuurlu bir tercihin neticesidir. Böyle olmasaydı hayat ne kadar da zor olurdu. Nitekim yüce Rabbimiz kadının yaratılışıyla ilgili olarak şöyle buyuruyor: “Onda sükûn bulup durulmanız için, size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet kılması da, O’nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir kavim için gerçekten ayetler vardır.(Rum Suresi 21. Ayet)
Kadınla erkek bir elmanın her bir yarısı gibidir. Bir araya gelerek bütünlük teşkil ederler. Tek başlarına eksiktirler; kenetlenince mücadele güçleri artar. Aileyi birlikte kurarlar. Neslin devamı için evlilik müessesesinin sürdürülmesi gerekir. Dinimizde mazeretsiz olarak evliliği tehir etmek kerih görülmüştür. Onun için Allahü Tealâ kadınla erkek arasında büyük bir sevgi ve iştiyak yaratmıştır. Bu cinselliğin ötesinde bir duygudur. Buna ‘ruhların kenetlenmesi’ de diyebiliriz.
Kadınla erkek etle tırnakken belli bir zaman sonra ailede gevşemeler başlar. Ailenin her bir ferdi, karşısındakine farklı gözle bakmaya başlar; ilişkiler sıradanlaşır. Saygı ve sevgi ortadan kalkınca evlilik hukukî bir sözleşme olmaktan başka bir ifade etmez olur.
İşin bu noktaya gelmesinde fertlerin sorumluluğu değişik oranlarda kendini gösterir. Bazen kadın, bazen de erkek suçludur. Aile bağlarının kopmasında kaynananın, kaynatanın, görümcenin, kaynın ve çocukların da tesiri olabilir. Bunun dışında en büyük sebep eşlerin birbirini kıskanmasıdır. Yazımızın başlığından da anlaşıldığı gibi aldatmak genelde erkeklerle yan yana anılan bir kavramdır. Ortak kanaat odur ki erkekler aldatmaya daha meyillidir. Her ne kadar bazı kadınlar da kocalarını aldatıyorsa da bunun miktarı erkeklere göre daha azdır. Aldatmak ihalesi erkeklerin üzerine kalmıştır.
Aldatmak bir anlık değişimin ve dönüşümün ürünü değildir. İnsanlar belli bir birikim sonucunda eşlerinden soğurlar. Halk tabiriyle bir noktadan sonra bıçak kemiğe dayanır. Diğer bir deyişle boğazına kadar gelir. O noktada verilen karar, kişinin geleceğini şekillendirir. Bu mevzunun altında biyolojik, psikolojik ve sosyal nedenlerin olduğu da bilinmelidir.
İnancı tam olan insanlar aldatmanın bir afet olduğunu bilir. Zira aldatmak hem dinen, hem de örfen doğru bir davranış değildir. Hadisenin bu boyutuyla ilgilenen pek yoktur. Bilindiği gibi bir kadınla nikâhsız veya rızasız olarak cinsel temasta bulunmak zinadır. Bu da dinimizin şiddetle yasakladığı bir durumdur. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, çok çirkin bir iş ve kötü bir yoldur” (İsrâ S.32. Ayet) . “Onlar Allah ile birlikte başka ilaha dua etmezler. Haksız yere, Allah’ın haram kıldığı kimseyi öldürmezler ve zina da etmezler. Kim bunları yaparsa cezaya çarpar. Ona kıyamet gününde kat kat azap verilir ve o azabın içinde alçaltılmış şekilde ebedî bırakılırlar” (Furkan S. 68.Ayet)
Erkekler niçin aldatır sorusunu sorduğumuzda bir ikinci soru daha aklımıza geliyor: “Kadınlar neden aldanır? ” Biraz da bunu sorgulamak gerekir. Erkek bir kadında aradığını bulsa onu yine de aldatır mı? Bu soruların mutlak bir cevabı yoktur. İnsanoğlu çiğ süt emmiştir. Herkes için aynı şeyleri söylemek mümkün değildir. Fakat bazı kadınlar şirretlikte ileri gittiği için aldatılmaya kendileri zemin hazırlamıştır. Erkeğin kaçıp kurtulmaktan başka çaresi kalmamıştır. Fakat bunların sayısı büyük bir yekûn tutmaz. Hiçbir mazeret aldatmayı masum gösteremez. Lâkin cinslerin buna ortam hazırlamaması gerekir.
Aldatma konusunda erkeklerin adı çıkmıştır bir kere. Onun için masum olanlar da bu yaftadan kolay kolay kurtulamaz. Oysa mühim olan karşılıklı güvendir. Fakat bunu sağlamak çok da kolay değildir. Hele bir açık verdiysen, sağladığın itimadı bir daha geri getiremezsin. Onun için erkeğin de kadının da namus kavramına sadık yaşaması meseleyi kökünden halleder.
Gelenek ve göreneklerine bağlı, dinine düşkün kişiler ne aldanır, ne de aldatır. Çünkü onlar bunun hesabını dünyada olmasa bile, rûz-ı mahşerde vereceklerini çok iyi bilirler. Allah korkusu onları iffetli olmaya sevk eder. İffet genelde kadınla ilgili bir kavram sanılır. Oysa iffet erkeği de bağlar. Güzel dinimiz, kadınla erkeği bu hususta da ayırmamıştır. Çok eşliliğin de şartları vardır. Yoksa canı çeken dilediğince evlenemez. Bu konuyu böyle anlamalı ve namus ölçüleri içerisinde huzurla yaşamalıyız.
son mektup
16.07.2006 - 13:56DÜNYADAN CENNETTEKİ ŞEHİDE MEKTUP
M.NİHAT MALKOÇ
(Bir Şehit Evlâdının Dudaklarından Dökülenler…)
Her şey mektupların kesilmesiyle başlamıştı. Haramiler posta katarlarının önünü kesmişti. Mektupların hayat pınarımızdı bizim. Gelir diye, umut ve merakla geceleri gündüze ekliyorduk. Ve bir gün geldi mektubun sabah rüzgârıyla… Sevinç gözyaşlarıyla ıslanmıştı zarfın her yanı. Demek açılmıştı posta katarlarının yolu. Zarfı açtığımda “Vatan sağ olsun” yazısı ilişti gözüme. Devamını okumak gerekmiyordu zaten. Mektup elimden düşmüştü yere. Annem meraklı gözlerle beni süzüyordu. Belli ki kötü bir şeylerin habercisiydi bu şaşkın bakışlar… Ölüm haberin gelmişti baba. Gözyaşları sağnak sağnak boşalıyordu göz pınarlarından. Annem yorgan döşek, günlerce kalkmadı ayağa…
Kandil dağlarından esen acı poyraz, bahçemizin en nadide gülünü kırmıştı orta yerinden boylu boyunca… Bahçenin bir köşesinde boynunu bükmüştü gonca güller… Kırağı yemişlerdi beklenmedik bir zamanda. Dallarımız budanmıştı hoyrat ellerce. Yüreğimize kor ateşler düşmüştü. Fakat sen ölmemiştin baba. Çünkü şehitler ölmez. “Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanmayın. Aksine onlar diri olup Rableri katında rızıklandırılmaktadırlar.” diyor Hazreti Allah. Bununla teselli oluyoruz ancak… Sen ölümün içinde buldun ebedî hayatı. Ölüm ölümsüzlüğün kapısını açtı sana.
Yürek dağlarımın eriyen karı, bahar kokulu bahçemin solan çiçeği, evimizin yıkılan direği, canım, biricik babacığım;
Sen bizi bırakıp gittiğinden beri hep bir yanımız eksik kaldı. Hain kurşunlara hedef olduğun o talihsiz zaman dilimi sanki dondurdu hayatımızı. Fakat biz yarınları değil dünü yaşıyoruz seninle. Yarınlarımız yetim, onun için mazide kalmayı, o şefkat iklimine sığınmayı yeğliyorum. Sen varsın dünümde. Bugünler ve yarınlar babasızlığın ağır yükünü ve mahzunluğunu sırtıma yüklemiş. Taşıyamıyorum kurşundan ağır bu yükü baba.
Biz dünü yaşıyoruz baba, yani senin hatıranı… Onun için soframızda hep bir tabak ve bir kaşık artıyor o günden beri. Boş kalan tabakta senin ruhun ve kısacık hayata sığdırdığın hatıraların gizli. O tabak hep boş kalacak. Bunu düşündükçe içim acıyor; gözlerim sulanıyor. Bedenen olmasa da ruhen aramızdasın. Tabağımız ve kaşığımız boş kalsa da hatıralarının sıcaklığı ısıtacak içimiz. Bununla avunacağız bu fani dünyada.
Biliyor musun baba? Asker potinlerin hâlâ kapımızda duruyor. Yıllardan beri hiç giyilmeseler de sımsıcak içleri. Haftada bir boyayıp cilalıyorum asker potinlerini. Misafirliğe gelenler yetim bir yuvanın kapısına dayandıklarını bilmesinler. Bize yukardan bakıp acımasınlar. Her evin olduğu gibi bizim evin de bir babası olduğunu sansınlar.
Kahverengi pantolunun cebindeki köstekli cep saatin hâlâ çalışıyor. Geceleri yanıma alıyorum onu. Çıkan tik tak sesleri nabzının attığını hissettiriyor bana. Babam ölmedi diyorum. Uzun bir gurbet yolculuğuna çıktı, dönüşü olmayan yola revan oldu. Biz de bir gün bu yoldan sana geleceğiz baba… Sana kavuşma heyecanıyla zamanın bir çırpıda gelip geçmesini istiyorum. Sensiz dünyanın ne tadı, ne tuzu var.
Annem elbiselerini de kaldırmadı gardıroptan… Güveler vurmasın diye her yıl naftalin döküyoruz üzerlerine. Şimdilik içlerini dolduramasam da belli ki gelecekte bana miras kalacaklar. Miras dedim de aklıma geldi. Sen bana maddî bir miras bırakamadın ama iyi bir nam bıraktın ardında. Kirlenmemiş bir hayat sundun çocuklarına. Her Cuma gecesi yasinler gönderiyorum mübarek ruhuna. Biliyorum ki orada rahatsın. Peygamberimizin “livaül hamd” sancağı altında gölgeleniyorsun.
Kardeşim Dilara’yı hiç merak etme. O benim şefkat kanatlarımın altında çocukluğunun pembe rüyalarını görüyor. Senin boşluğunu dolduramasam da yeri gelince bir abi, yeri gelince bir baba oluyorum ona. Daha doğrusunu söylemek gerekirse garibanı Allah koruyor baba. Onun için gözün arkada kalmasın, rahat uyu toprağında…
Sen vatan yoluna baş koydun baba. Canın karşılığında cennetin tapusunu verdiler sana. Fakat ben teselli bulamadım dünyada. Bunu da çocukluğuma say baba. Aradan yıllar geçmesine rağmen seni bir türlü unutamıyorum. Hayalin gözbebeklerime takılıp kalıyor. Herkes babasıyla el ele gezerken bakamıyorum onlara baba. İçime bir garip hüzün çöküyor o anda. Kanım donuyor gün ortasında.
Oysa ne güzel hayallerimiz vardı yarınlara dair… Biz geleceğin planını kurarken melekler gülüyordu kenarda. Olmadı, olmadı habersiz gidişin baba. Yoluna güller koyduğum mübarek insan… Sen de Hamzalar’ın, Ömerler’in, Aliler’in yoluna baş koydun. Mübarek şehadet şerbetini yudum yudum içtin baba…
Avutmuyor isyankâr yüreğimi yarına dair düşler… Sensiz bir dünyanın kendi buz tutmuş karanlık düştür zaten. Türküler ağıt gibi geliyor bana. İkindi yağmurlarıyla ıslatıyorum kavrulan bedenimi. Yine de içim yanıyor, bağrım kanıyor baba…
Fazla söze ne hacet… Son sözü sen söyledin baba… Bir yetimin kanayan ruhundan yansıyan sözlerle örülü, titreyen ellerle yazılan bu pulsuz mektubu kabul et baba…Sözlerimi şair Mithat Cemal Kuntay’ın şu anlamlı dizeleriyle tamamlamak istiyorum:
“Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır
Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır.”
Cennette yetim oğluna da bir gölgelik ayır baba. Seni dünya gözüyle görmek mümkün olmasa da bari Cuma ve kandil gecelerinde rüyalarıma gir baba. Belki böylelikle her dem çoğalan hasretimiz diner sabaha. Rahmet sana, minnet sana, gülşende gonca gül baba! ...
ansiklopedi
16.07.2006 - 13:55DİYANET VAKFI İSLÂM ANSİKLOPEDİSİ
M.NİHAT MALKOÇ
Ansiklopediler milletlerin kültürel birikimlerini içeren bilgi havuzlarıdır. Bu havuzda hem dünya genelindeki birikimler, hem de bir milletin iç bünyesinde oluşturduğu kültür, sanat ve edebiyat değerleri bir araya getirilir. Bunlar bütün insanlığın kullanımına sunulur.
Dünya genelinde belli başlı bir kısım ansiklopediler ön plana çıkarak şöhret kazanmışlardır. Bunlar arasında Ana Britanica ve Meydan Larouse sayılabilir. Dünyada haklı bir üne kavuşmuş bu eserler pek çok dünya diline çevrilmiştir. Bizler yıllardan beri dünya ve ülkemiz hakkındaki bilgileri bu yabancı kaynaklardan edinmişiz. Bu durum bazen yanlış malumatlar elde etmemize yol açmıştır.
Bugün kültür piyasasında İslam Ansiklopedisi adında geniş kapsamlı bir eser yer almaktadır. Bu ansiklopedi ne yazık ki Batılılar tarafından kaleme alınmış bir eserdir. 1908’de Hollanda’da çalışmalarına başlanmış ve 1938’de tamamlanmıştır. Bu ecnebi kökenli ansiklopedide on bin civarında madde vardır. Müsteşrikler(Doğu bilimci, Şarkiyatçı, oryantalist) tarafından hazırlandığı için eksik ve yanlış bilgilerle doludur. Bu bilgilerin bazıları da maksatlıdır.
Ülkemizde bugüne kadar değişik hacimlerde pek çok ansiklopedi çıkarılmıştır. Fakat bunlar içerik açısından tatmin edici boyutlarda değillerdi. Özellikle dinî konulardaki bilgileri eksiksiz ve tarafsız olarak sunan bir eser yoktu. Bu eksikliği fark eden İslâm Araştırmaları Vakfı, kısa adıyla İSAM yetkilileri, kolları sıvayarak çok uzun ve çetin bir çalışmanın içine girdi. Çünkü sosyal bilimler ve din bilimleri alanında kusursuz yerli bir başvuru kaynağı yoktu. Bu bizim büyük bir eksiğimizdi. Bu konuda cesaret sahibi birileri elini taşın altına koymalıydı. O zamanın Diyanet İşleri Başkanı Dr. Tayyar Altıkulaç bu işin organizasyonunu üstlendi. 1980’li yıllarda başlanan çalışmalar bugün aynı hızla ve heyecanla devam ediyor.
Önemli kurumlarımızdan biri olan ve T.D.V. İslam Ansiklopedisi’ni yayınlayan İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM) bunun yanı sıra ilmî araştırmalar yapmak, konferans, seminer vb. ilmî toplantılar düzenlemek, Türkiye’nin ihtiyaçları doğrultusunda araştırmacılar yetiştirmek, bu maksatla gerekli programları hazırlayıp uygulamak, araştırma kütüphanesi ve dokümantasyon ünitesi kurmak, ilmî-dinî konularda kamuoyunu aydınlatacak görüşler hazırlamak ve bunları neşretmek üzere kurulmuş olup, kuruluş amaçları doğrultusunda faaliyetlerine devam etmektedir.
Ülkemizde bugüne kadar yayınlanan ilk telif ansiklopedi, hâlâ yayını devam etmekte olan T.D.V.İslâm Ansiklopedisi’dir. Ülkemizin kültür sahasındaki gururu sayılan bu kapsamlı eser, tamamlandığında 45 cilt olacaktır. Bu fevkalâde görkemli bir çalışmadır. Ülkemizde bugüne dek böyle geniş kapsamlı bir çalışma yürütülmedi. Eserin sloganı “Bize ve dünyaya kaynak” olması boşuna değildir. Hakikaten tamamlandığında bize ve bütün dünya milletlerine mühim bir başvuru kaynağı olacaktır.
Diyanet Vakfı bugüne kadar ülke içinde ve dışında(özellikle kardeş Türk Cumhuriyetlerinde) çok hayırlı hizmetlere imza attı; hayırseverlerle muhtaçlar arasında adeta bir köprü vazifesi gördü. Bu hizmet zincirinin önemli bir halkası olan ansiklopedi çalışması, çok büyük bir kültür ihtiyacını karşılayacaktır.
Türkiye Diyanet Vakfı’nın önemli kültür hizmetlerinden biri olan İslam Ansiklopedisi’nin her maddesi telif ürünüdür. Tamamlandığında cilt sayısının 45’i bulacağı tahmin edilen bu büyük temel eserin Türk ve İslam Dünyasına dev bir kaynak olacağına inanılmaktadır. Dünya yayıncılık alanında da kendi dalında ilk orijinal çalışma niteliği taşımaktadır. İslam Ansiklopedisi ile bir yandan okuyuculara İslamî konularda doğru bilgi aktarımını sağlamak ve güvenilir bir kaynak sunabilmek, bir yandan da ilmî araştırma yapacak olanlara yardımcı olabilmek amaçlanmaktadır. Bu eser tamamlandığında kütüphanelerimiz adeta şenlenecektir. Bilgi adına arayıp da bulamadığımız pek bir şey kalmayacaktır. Asırların birikimi, raflarımızda bizlerin istifadesine amade olacaktır.
İslâm Ansiklopedisi çok kapsamlı bir çalışma olduğu için tamamlanması uzun yılları alacaktır. Bu çeşit eserlerin bir iki yılda hazırlanması mümkün değildir. Zira müsteşriklerin hazırladığı İslâm Ansiklopedisi’nin otuz yılda bitirildiği düşünülürse, meselenin zorluk derecesi daha iyi anlaşılır. Konuyla ilgilenenlerin yakinen bildiği gibi İSAM, ansiklopedi çalışmalarını plânlandığı şekilde yürütmekte olup altı ayda bir olmak üzere yılda iki cildi neşre hazır hale getirmeye devam etmektedir. Bazıları bir cilt için altı ayı uzun bulmaktadır. Böyle düşünenler de haklıdır. Fakat bu işler sanıldığı kadar kolay değildir. İlmî bir çalışma olduğu için ince eleyip sık dokumak gerekir. Bu işin çok büyük sorumlulukları vardır. Hadisenin bir de maddî boyutu düşünülürse zorlukların derecesine vakıf olunur.
Bu köklü projenin ilk adımında bütün ansiklopediler ve dinî başvuru kaynakları taranmıştır. Yapılan titiz çalışmalar neticesinde on sekiz bin madde tespit edilmiştir. Bu maddeler ilim dallarına ayrılmış ve bu maddeleri kimlerin daha iyi yazacağı araştırılıp ilim adamları ve yazarlar tek tek tespit edilmiştir. Madde tespitinden eserin tashihine kadar onlarca aşamadan geçen çalışmalar neticesinde mükemmel bir eser vücuda getirilmiştir.
Ülkemizde bilen de, bilmeyen de her konuda ahkâm kesmeye bayılır. Bir saat içinde hükümetler kurar, ihtilaller yaparız. Kendi değerlerimizi ve onları vücuda getirenleri aşağılayıp dururuz. Nedense güzellikleri görmezlikten geliriz. Oysa ülkemizde olumsuzlukların yanında güzel işler de gerçekleştirilmektedir. Türkiye’de güzel şeylerin de yapıldığının en güzel örneklerinden biri İslâm Ansiklopedisi’dir. Ben bu denli zengin bir kültür birikimine sahip olan bir memleketin ve bu birikimi ihtiva eden böyle bir eseri hazırlayan bir ülkenin ferdi olmaktan mutluyum ve gururluyum. İslâm Ansiklopedisiyle ne kadar övünsek azdır. Fakat bu konudaki en büyük eksiğimiz bu güzel eseri yeterince tanıtamamaktır. Bugün İslam Ansiklopedisi ortalama 70–75 bin civarında satıyor. Yetmiş milyonu aşkın nüfusu barındıran bir ülke için bu rakam gülünçtür. Bir hanenin dört kişiden oluştuğunu var sayarsak bu kıymetli eserin mevcut hanelerin yüzde birine bile giremediği görülür. Bu rakam, verilen bunca emeğe karşılık devede kulak bile değildir.
Okumayan bir millet olduğumuz aşikârdır. Fakat bu faydalı ve kapsamlı ansiklopediyle ilgili olarak televizyonlardan, gazetelerden ve diğer kitle iletişim araçlarından yeterince tanıtım yapılabilse mevcut satışlar üçe-beşe katlanır. Bu arada ansiklopedinin her bir cildinin pahalıya satıldığını düşünüyorum. Belki maliyetler yüksek olduğu için böyle fiyatlandırılmaktadır. Fakat her evde bulunması gereken böyle bir eseri devletin maddî açıdan desteklemesi(sübvanse etmesi) gerekir. Her bir cilt on milyondan satılırsa hemen herkes bu eseri kütüphanesine kazandırır. Bugün Diyanet Vakfı’nın depoları ağzına kadar bu eserle doludur. Yani stok yapılmaktadır. Son cildin basımı bitince kampanyalar düzenlenecek ve stoklar hızla eritilecektir. Bu arada bizim insanlarımız hiçbir şeyi parça parça almayı sevmez; bütün olarak edinmek ister. Ben inanıyorum ki ansiklopedi tamamlandığında hemen herkes bu güzel başvuru kaynağını kişisel kütüphanesine kazandıracaktır. Yeter ki ülke insanının ekonomik şartları düşünülerek fiyatlandırma yapılsın. Bunun yanında zengin insanlarımızın büyük bir fedakârlık örneği göstererek İslâm Ansiklopedisi’ni satın alıp halkın hizmeti için çalışan vakıflara, derneklere, kütüphanelere, kahvehanelere, insanların toplu olarak girip çıktığı mekânlara hediye etmesi ne kadar hayırlı bir hizmet olur. Bu kıymetli eserin hazırlanmasında emeği geçen herkesi kutluyorum.
cep telefonu
16.07.2006 - 13:54CEP TELEFONU ÇIKTI NEZAKET BOZULDU
M.NİHAT MALKOÇ
Teknolojinin zirveye ulaştığı bir çağdayız. Dün hayal bile edemediklerimizi bugün yaşıyoruz. Gerçekten de dünya koşar adım uzay çağına doğru ilerliyor. Gün geçmiyor ki bir büyük yenilik hayatımıza girmesin.
Hayatımızı değiştiren ve kolaylaştıran buluşlardan birisi de cep telefonlarıdır. Kısa zamanda hayatımızın olmazsa olmazları arasına giren bu iletişim vasıtaları her geçen gün yayılıyor. Ülkemizde yaygın olarak kullanılan bu teknoloji harikası, çocuğundan yaşlısına kadar hemen herkesin vazgeçilmezleri arasında yer alıyor. Adeta çağdaş bir oyuncağımız oldu bu aletler.
Cep telefonu deyip geçmeyin… Çok mühim bir buluş bu… Dilediğiniz yerde ve zamanda dilediğiniz kişiyle iletişim kurabiliyorsunuz. Sabit telefonlarda olduğu gibi bir yere bağımlı değilsiniz. Dileyen kişi sizinle konuşma imkânına sahip… Herkes bir tuşun ucunda… Mekân olarak uzak olsalar da sesleri size çok yakın.
Günümüz dünyasında bir cep telefonu çılgınlığı yaşanıyor. İstatistiklere göre 1994 yılında dünyada 692 milyon cep telefonu satılarak rekor kırıldı. Cep telefonu sahipliği oranı önceki yıla göre yüzde 34 arttı. Özellikle renkli ekran ve fotoğraf makinesi özellikli telefonlar sebebiyle rekorlar kırıldı. 2005’te aktif cep telefonu abonesi sayısı dünyada 1,7 milyara ulaştı.
Bu rakamlar sizi şaşırtmasın. Bu rakamların yarıya yakını ilk kez cep telefonu alırken bir o kadarı da mevcut telefonunu değiştiriyor. Yeni telefon alanları anlıyorum da, bir yıl evvel aldığı telefonu değiştirme ihtiyacı duyanları anlamakta zorlanıyorum. Hatta bazılarında bu değiştirme süresi bir aya kadar düşebiliyor. Yani bir kısım gençler çorap değiştirir gibi cep telefonu değiştiriyor. Buna anlam vermek müşkül görünüyor.
Bilindiği gibi cep telefonu pazarı yabancıların, özellikle de Avrupalıların elinde. Ülkemiz her gün cep telefonu ithal etmek için dış ülkelere milyon dolarlar veriyor. Cep telefonlarının yaygın kullanımına başlandığı 1996 yılından bu yana 30 milyar doların üzerinde bir parayı cep telefonu makineleri ithalatı için harcamışız. Bu yıllık üç milyar doların üzerinde bir rakama tekabül ediyor. Çok ihtiyacımız olan dolarlar ve avrolar gereksiz yere dışarıya çıkıyor. Neymiş efendim! .. Yeni modeli çıkmış, elindekinin kamerası yokmuş, chat yapılan tercih ediliyormuş… Bilmem daha neler… Mesaj çekme, oyun oynama, görüntü-video kaydı ve hatta chatleşme imkânı sunan yeni nesil cep telefonları moda artık. Herkes bunlardan alıyor. Eskiler çöpe giderken bu yeni nesil akıllı telefonlar ceplere giriyor. Bunları elde etmek için de bizim dövizler bazı kodamanların cebine iniyor. Onların cebine dolar inerken bizim de yüreğimize iniyor. Böyle garip bir durum var ortada.
Anlayamadığım bir şey daha var ortada… Bunlar telefon mu, yoksa sanal oyun aleti mi? Çoğu insan cep telefonunu asıl amacının dışında kullanıyor. Sabahtan akşama kadar telefonunu kurcalayan insanlar görüyoruz hayatta. Biri oyun oynuyor, öbürü mesaj yazıyor, bir başkası chat yapıyor. Hatta kameralı telefonlarla kısa metrajlı film çekenler bile var! .. Çektikleri görüntüleri şantaj amaçlı kullananlarla ilgili haberleri duymaktan usandık artık. Bu arada numarasını gizleyerek sapıklık yapanlar da cabası… Bu numara gizleme olayı cep telefonlarından kaldırılmalıdır. Buna imkân verilmemelidir. Adam olan adam numarasını gizlemez. Yani iş çığırından çıkmış görünüyor.
Piyasaya çıktıklarından bu yana büyük bir hızla yayılan cep telefonları, pek çok faydanın yanında bir kısım mahsurları da beraberinde getiriyor. Bu aletler her şeyden evvel büyük oranlarda radyasyon yayarak kişinin sağlığını ciddi biçimde bozuyorlar. Hatta kısırlık yapacak derecede elektromanyetik dalgalar yaydıkları bile söyleniyor. Bundan epey bir zaman önce Salford Üniversitesi öğretim üyesi Simon Cassidy, düzenli olarak cep telefonu kullanmanın sağlığa sigaradan daha fazla zarar verdiğini iddia etti. Cassidy, kendisinin cep telefonu kullanımını kısıtladığını ve kendi çocuklarını da cep telefonu kullanmamaları konusunda uyardığını belirtti. Bu Pazar, çok büyük bir kitleyi ve yüksek meblağlardaki paraları ilgilendirdiği için bilenler de konuşmaktan çekiniyor. Bazıları da ya yemlenerek ya da tehdit edilerek susturuluyor.
Cep telefonlarının asıl zararları sosyal hayatta kendini gösteriyor. Öncelikle insanlar artık birbirini görme ihtiyacı duymuyor. Sılayı rahim unutuldu. Her şey cep telefonuyla hallediliyor. Artık o eski gidip gelmeler olmuyor. Her şey uzaktan kumandayla hallediliyor. Bu da sosyalleşmeyi engelliyor. Birebir insanî iletişimi bozuk, kalas gibi bir insan modeli çıkıyor ortaya.
Cep telefonları icat olalı beri nezaket diye bir mefhum kalmadı hayatımızda. İnsanlar en olmadık yerde cep telefonuyla konuşup çevrenin tepkisini çekiyor. Pek çok toplantıda, gösteride cep telefonu çalan insanlara rastlıyoruz. Çok az bir kısmı yüzü kızararak telefonunu kapatıyorsa da çoğu güya çaktırmadan salon içerisinde bağıra çağıra konuşuyor. Gel sen kızma bu işe. Tabi her şey bir anda Arap saçına dönüyor; sinirler geriliyor. Fakat bazı kişiler bunu çok doğal bir işmiş gibi algılayıp “Yavuz hırsız, ev sahibini kovar” misali tepki gösterenleri kınayabiliyor. “Binmişiz bir alamete gidiyoruz kıyamete…”
Son yıllarda cep telefonlarında sınırsız konuşma tarifeleri çıktı. Bu durum bazı cahil kafalıları telefon manyağı yaptı. Adamlar 24 saat konuşuyor. Arabada, yolda, okulda, camide, salonda, tuvalette durmadan konuşuyorlar. Nede olsa bedava, yani sınırsız. Konuş babam konuş. Sınırsız konuşma hakkını bazıları konuşma mecburiyeti diye algılıyor! .. Okullarda öğretmenler sırf bu yüzden derse zamanında gitmeyebiliyor. Dairelerde memurlar, hastanelerde hemşireler, doktorlar, adliyelerde avukatlar, hâkimler bu zincire eklenebilir. Gece gün konuşuyoruz. Tam bize göre… Millet olarak çok konuşur az iş yaparız ya! ..
Otobüste giderken önünüzdeki veya arkanızdaki kişinin dakikalarca telefonla konuştuğunu bir düşünün…. Kafanız şişer vallahi… Tahammülünüz sıfırın altına düşer… Ya tahammül ya sefer misali tercih karmaşası yaşarsınız. Hatta maazallah, katil bile olabilirsiniz. Öte yandan hiç istemeseniz de konuşan kişinin yedi sülalesine ait malumatlara vakıf olursunuz. Özel hayatların yerlerde sürünmesi sizi rahatsız eder.
Mesele uzun ve de hayatî… Kısaca söylemek gerekirse cep telefonu da bıçak gibidir. Usta bir cerrahın elinde hayat kurtarır; bir katilin elindeyse hayatlar söndürür. Ne olur bu güzel icadı yerinde, zamanında ve de ölçülü olarak kullanın. Aldığım istihbaratlara göre yersiz kullanımlardan dolayı bu yararlı aletin mucidinin ebesine galiz göndermelerde bulunuluyor! Buna hakkınız yok! ...
süleyman demirel
16.07.2006 - 13:53BUGÜNKÜ SÜLEYMAN VE DÜNKÜ SÜLEYMANNAME
M.NİHAT MALKOÇ
İnsanlar zamanla ne kadar da değişiyor. Öyleki tanınmaz hâle geliyorlar. Buna en güzel örnek, altı kere gidip yedi kere siyasî arenaya dönen Demirel’dir. Bir zamanlar inançlı kesimin oylarıyla Türk siyasetine yön veren bu zat bugün, yediği çanağa tükürmekten gocunmuyor. Geçenlerde eski başbakan ve de cumhurbaşkanlarından Süleyman Demirel’in bir televizyon kanalında söylediği sözler, kamuoyunun büyük tepkisiyle karşılandı. Demirel, tepki toplayan konuşmasında başörtüsüyle ilgili olarak şunları demişti: “Orası üniversite, oranın kuralları var! .. Danıştay, Anayasa Mahkemesi karar vermiş. İlla başı bağlı okumak istiyorsan, başı bağlı olarak okunabilen yerler var, oraya git! .. Arabistan’da falan öyle yerler vardır, oraya gidin, orada okuyun! Türkiye geriye gitmez! Türkiye laiklikten vazgeçemez. Herkes aklını başına toplasın. Türban özgürlük falan değildir! .. Bu gericiliktir! ”
Bu toprağın Nene Hatunlarının, Kara Fatmalarının mirasçılarını Arabistan’a göndermek hangi akla hizmettir? Sizin özgürlük anlayışınız bu mu? Türk şiirinin üstatlarından sayılan Necip Fazıl Kısakürek sözünü sakınmayan, doğru bildiğini her ortamda ve zamanda dile getiren dürüstlük abidesi bir insandı. Gerçek şairler çok iyi bir gözlemcidir aynı zamanda. Bizler Demirel’in bugünkü sözlerine şaşırsak da Kısakürek, bundan on yıllar evvel bu siyaset cambazının ipliğini pazara çıkarmıştı. Üstat Necip Fazıl, bundan tam otuz beş sene evvel(1971’de) yazdığı bir şiirde Süleyman Demirel’in portresini kelimelerle şöyle resmetmişti:
Sen gül diyarının yapma gülüsün!
Aynı yapmacıkla Çoban Sülü’sün!
Yoktur izlediğin bir dava yolu;
Bir bu yan, bir şu yan, büküntülüsün!
Türk’e zıt sermaye merkezlerinden,
Bir zikzaklı yolda hep, güdülüsün!
Millî yekparelik gelmez işine;
Bu yüzden parçalı, bölüntülüsün
Ve devlete mason biraderlerin
Tam da maslahata denk ödülüsün!
Ne sır sendeki bedava oluş!
Problemler içinde en müşkülüsün!
Fikir dağlar boyu kocaman kitap;
Sen de o kitabın bir virgülüsün!
Böyleyken ustasın gözbağcılıkta;
Cüceler sirkinin baş Herkülüsün!
Gözyaşı ve çığlık vatanında sen,
Hüzün bahçesinin şen bülbülüsün!
Büzülmüş susarken mahzun hakikat,
Davuldan ziyade gümbürtülüsün!
Teokratik rejim olmaz deyip de,
Peşinden Müslüman görüntülüsün!
Kolera, vergiler, zamlar, enflasyon;
Bir felâketsin ki, bin bir türlüsün!
Gelirsiz giderli bütçelerinle,
Her yıl, milyar milyar köpürtülüsün!
Okka okka vicdan satın alırsın;
Topuzu altından oy baskülüsün!
Bir gökdelen sanır seni gören göz;
Bilmez ki, temelden çöküntülüsün!
Büyük Kongre, dikiş tutturduğun yer;
Meclise gelince söküntülüsün!
Bağlısın hak bilmez yeminlilere;
Hakkı bilenlerden çözüntülüsün!
Üçbuçuk mebusa kaldı diye fark,
Kim bilir, ne kadar üzüntülüsün!
Millet gökten adam dilensin, dursun!
Ümit fakirinin keşkülüsün!
Kuzum, senin neren Anadolludur?
Türk’e Amerikan püskürtülüsün!
Farkın şu ki, eski Başbakanlardan,
Sen o belaların son püskülüsün!
Bu dörtlüklerden sonra bize söz düşmez doğrusu… Şair muhatabının portresini bir röntgenci gibi kusursuz ortaya koymuş. Bu söylenenlerin hangi birine itiraz edersiniz? Belki az söylemiş, dahası var diyebilirsiniz. Dahasını söylemek de edibe yakışmaz. Yıllarca bu siyaset cambazının arkasından giden mütedeyyin insanlar kim bilir hangi akla hizmet için bu yola revan olmuşlardı. Çünkü son söylenenler, Demirel’in ne ilk, ne de son sayıklamalarıdır. Bunu görmemek için kör olmak gerek. Oysa Müslüman basiretli olmak zorundadır. Aksi hâlde dost(!) silleleriyle adamın ensesini pazıya çevirirler. Rabbim bizlere basiret nasip eyle, eyle ki böyle tarihî sorumluluğu olan hatalara düşmeyelim.
şamil basayev
16.07.2006 - 13:50BASAYEV’İN ŞEHADETİ VE KAFKASLAR
M.NİHAT MALKOÇ
Yirminci asır dünyaya barış ve huzur getirmedi. Birinci ve İkinci Dünya Savaşına sahne olan bu yüzyıl, artık geride kaldı. Yepyeni bir asra ‘merhaba’ dedik. Yirmi birinci yüzyılın daha huzurlu ve barış dolu olacağını umuyorduk ama beklediğimiz gibi olmadı. Irak’ta, Çeçenistan’da ve Filistin’de yaşananlar, bu asrın da barıştan uzak geçeceğini gösteriyor. Anlaşılan o ki kan ve kin bu yüzyılda da dünyadan silinmeyecek.
Son zamanlarda Çeçenistan’da da huzursuzluklar baş göstermeye başladı. Zaten Kafkaslarda barış hiçbir zaman tesis edilemedi. Fakat bir ara olaylar durulmuştu. Birileri mevcut sükûneti dinamitleyerek aynı filmi tekrar gösterime koydu. ‘Biz bu filmi çok gördük’ desek de yine de mecburen izleyeceğiz. Çeçenlerin son lideri olarak kabul edilen Şamil Basayev birkaç gün evvel(10 Temmuz 2006) öldürüldü.
Bu hadiseden sonra insanlar birbirine şu soruyu soruyor: Bundan sonra Kafkaslar’da neler olacak? Çeçen lider Şamil Basayev’in şahadeti yeni bir sürecin başlangıcı olabilir. Zira Çeçen direnişçilerin sözcüsü Mevladi Udugov’un, Çeçen lider Şamil Basayev’in öldürülmesinden sonra yaptığı açıklamada, “Basayev öldü, ama cihad devam ediyor” demesi yeni gelişmelerin işareti olarak yorumlanabilir.
Çeçenistan jeopolitik açıdan mühim bir yerde bulunmaktadır. Çeçen-İnguş ekonomisi büyük ölçüde petrol üretimi ve işlenmesi ile petro-kimya sanayine dayalıdır. Bu durum dikkate alındığında kavgaların ve sürtüşmelerin sebebi daha iyi anlaşılmaktadır. Rusya onlarca ülkeye bağımsızlık hakkı verdiği halde Çeçenlere bu hakkı tanımaması manidardır.
Ömrünü Çeçenistan’ın istiklali için geçiren ve bu uğurda canını hiçe sayan Şamil Basayev çok büyük bir vatansever bir insandı.1965’te Çeçenistan’ın Vedeno Bölgesi’nin Vedeno köyünde doğmuştu. 1991 Ağustos’unda Moskova’daki hükümet darbesi sırasında Yeltsin taraftarları arasında yer almıştı. Adını ilk defa Çeçenistan’da yaşananları dünyaya duyurmak için bir Rus uçağını kaçırarak Ankara’ya indirdiğinde duyurmuştu. 1992 yılında Cahar Dudayev’in emri ile Abhazya’ya gönderilen Çeçen birliklerin komutanı iken, Abhazya’nın Gürcü işgalinden kurtulmasında birinci derecede etkili olan Kafkas Halkları Konfederasyonu birliklerinin komutanlığına getirilmişti. Abhazya’nın ardından Çeçenistan’a dönerek Dudayev’e karşı muhalefete geçen Rus yanlısı silahlı birliklerin dağıtılmasında etkili olmuştu. 1994 yılı Aralık ayında Ruslar’ın Çeçenistan’ı işgal etmesiyle Çeçen komutanların en önemlilerinden biri haline gelmişti.
Rus güçlerin sivillere karşı giriştikleri katliamların en üst seviyelere ulaştığı Haziran 1995’te, yaşananları dünya kamuoyuna duyurabilmek için 150 savaşçının Budennovsk kentine düzenlediği eylemi yönetmişti. 1996 yılı Nisan ayında Çeçen Cumhuriyeti Silahlı Kuvvetleri Komutanlığı’na getirilmişti. Rus güçleri Çeçenistan’ı boşaltmaya mecbur eden Cahar-Kale(Grozni) operasyonunu komuta etmişti. 1999’da Rusya’nın Çeçenistan’ı yeniden işgali üzerine Çeçenistan’a dönerek doğu cephesi komutanlığı görevini sürdürmeye başlamıştı. İkinci savaş sırasında da başkent Grozni’yi savunan Basayev, kentten çekilirken yaralanmış, bir bacağının bir kısmı kopmuştu. Çeçenistan bağımsızlık davasında büyük fedakârlıklar yapan Basayev, son olarak Çeçen-İçkerya Cumhuriyeti Devlet Başkanı Dokka Umarov’un yardımcılığı görevine getirilmişti. Fakat o, savaşçılığıyla tanınıyordu; makamlarla işi olmazdı.
Büyük bir vatan sevdalısıydı Şamil Basayev….Vatanı için yapamayacağı bir şey yoktu. Genç yaşına rağmen, bugüne kadar yaptıkları bir destan oluşturacak düzeyde ve önemdeydi. Çeçenistan bağımsızlık davasında büyük fedakârlıklar yapan ve bir bacağını kaybeden Basayev, yaşasaydı bundan sonra yaptıklarının daha fazlasını gerçekleştirecekti. Onun en büyük hayali Çeçenistan’ı bağımsız olarak göremekti. Fakat nasip olmadı. Fakat bir gün Çeçenistan da bağımsızlığına kavuşacaktır. O, bunu ötelerden seyredecektir.
Rus yetkililer Basayev’in bir kaza sonucu öldüğünü söylüyorlar. Büyük bir ihtimalle Çeçenlerin tepkisinden çekindikleri için böyle bir senaryo ortaya koydular. Fakat bu kadar basit bir senaryoya ancak ahmaklar inanır. Bazı kaynaklar olayı farklı biçimde ortaya koyuyorlar.
Rus gizli servisinin de aralarında bulunduğu değişik kaynakların verdiği bilgiler, Basayev’in yüz kilo patlayıcı ile yok edildiğini gösteriyor. İstihbarat kaynakları, Rus gizli servisinin operasyonu Çeçenlere silah ve patlayıcı madde gönderen bir ülkede başlattığını ve patlayıcıların içine uzaktan kumandayla havaya uçurulmasını sağlayacak bir cihaz yerleştirildiğini bildirdi. Bu kaynaklara göre, operasyonun son aşaması İnguş Cumhuriyeti'nin Ekajevo köyünde gerçekleştirildi. Patlayıcıları bir kamyona yerleştiren Basayev ve adamlarının birkaç araçlık konvoyla köyden ayrıldığı sırada çok şiddetli bir patlama meydana geldi. İnguş Başbakan Yardımcısı Beşir Auşev, patlamanın şiddetinden Basayev’in başının gövdesinden ayrıldığını ve teşhisin vücudunun değişik parçalarıyla yapılabildiğini, protez bacağının da bulunduğunu açıkladı. Anlatılanlara göre aynı operasyonda Basayev’in yanında bulunan 12 Çeçen de öldürüldü. Rusya Televizyonu ise, Basayev’in füze saldırısı sonucu öldürüldüğünü duyurdu. Bilindiği gibi Çeçenlerin ilk Başkanı Cahar Dudayev de bir Rus savaş uçağından atılan füzeyle öldürülmüştü.
Çeçenistan'daki direniş hareketinin en etkili lideri olan Basayev’in vücudunun ortadan kaldırılması Çeçen direnişini bitirmez. Çeçenler onurlu ve inatçı insanlardır. İçlerinden nice Basayevler çıkarırlar. Daha evvel Cahar Dudayev’i öldürmüşlerdi. Fakat onun yerini doldurmak için her fert, canını ortaya koydu. Böyle mühim şahsiyetlerin öldürülmesiyle direnişin duracağını umanlar herhaliyle yanılıyorlardır. Çünkü bu gibi cinayetler, direnişi ve direnişçileri daha da ateşler. Ne diyelim bundan sonrasını Ruslar düşünsün. Bizim inancımıza göre şehitlik yüksek bir mertebedir. Basayev, Hak katında bu makama yükseldi. Allah hayırlı eylesin. Çeçenlerin ve bütün Müslümanların başı sağ olsun. Zulmün sonu abad olmak değil, berbat olmaktır.
ateist
16.07.2006 - 13:49ATEİZMİN MANTIKSIZLIĞI
M.NİHAT MALKOÇ
Her insan bir şeylere inanmak, bağlanmak ve ondan güç almak ister. Âdemoğlunun iç dünyasında var olan bir ihtiyaçtır bu; giderilmezse ruhsal rahatsızlıklara zemin hazırlar. Çağımızın manevî hastalıklarından birisi de inançsızlıktır. Bilindiği üzere Tanrı’nın varlığını inkâr eden öğretiye “ateizm” diyoruz. Türkçede “tanrıtanımazlık” kavramıyla karşılanmaktadır. Bunlara “kâfir, müşrik, zındık” ve özellikle “mülhit” de denmektedir. Ateistler Allah’a inanmayı ve ona sığınmayı bir acizlik olarak görürler. Kulluk onların gururuna dokunur. İnsanın acizliğini kabul etmezler. Oysa ne kadar da acizdirler, bir bilseler! ...
Ateizm bugün fikri dayanaklarını kaybetmiştir. Ateistlerin fikir babaları olan Darvin’in evrim teorisi geçerliliğini tamamen yitirmiştir. Bu durum ateistlere büyük bir darbe vurmuştur. Önemli bir kaleleri düşmüştür. Fakat hâlâ akılları başlarına gelmemiştir. Bir adım önünü görmekten acizdirler; aynı bataklıkta debelenmektedirler. Gözleri kör, kulakları sağırdır. Hakikatlerden kaçıp durmaktadırlar.
Zor zamanlarda sığınılacak bir gücün varlığına inanmak büyük bir rahatlık sağlar insana. Ona dayanır ve ondan kuvvet alırsınız. Bu durum, teşebbüs gücünüzü artırır. Hayata daha sıkı tutunmanızı sağlar. Tesadüflerin kör kavşağında bocalamazsınız. Her adımınızı bilerek atarsınız. Nereden geldiğinizi ve nereye gideceğinizi bilir, ona göre yol alırsınız. Bunların yanında öteki dünya inancı bize huzur verir, ebedîliğin hazzını yaşarız.
Geçmişten bugüne kadar ateistlerin samimiyetinden hep şüphe etmişimdir. Çünkü akıllı bir insanın Allah’ı bilememesi ve bulamamsı için ya kör ya da ahmak olması gerekir. Kişi en basitinden aynaya baksa, yaratılışındaki harika nizama akıl erdirse gerisi gelecektir. Özellikle bazı bilim adamlarının ateist olmasını hiç anlayamıyorum. Çünkü pozitif bilim, yaratılışın eninde sonunda Allah’a dayandığını ortaya koyuyor. Adına ne derseniz deyin bu kusursuz kâinatı yaratan bir güç var. Hiçbir şey kör tesadüfün eseri değildir. Bu âlemde tesadüfe tesadüf etmek mümkün değildir. Ateizmin mantıksızlığı güneş gibi aşikârdır.
İnsanın bir yeri acısa ya anne, ya Allah der… Ondan aldığı güvenle kendini toparlar. İçimizin huzura ermesi için kâinatın yaratıcısına inanmak zorundayız. Aksi hâlde içimizdeki şüphe ve vehimlerin gölgesi altında eziliriz. Allah’a inanmak ve her şeyin ondan geldiğini bilmek, meselelerimizin çözümü için şarttır. Böyle olmasa, dünyanın kurşundan ağır dertlerini sırtında taşıyan bir binek hayvanından farkımız olmaz. Fakat nedense ateistler rahatlamaktan ve huzurdan yana değildirler. Daima bir keşmekeş ortamı içerisinde yaşarlar; hatta böyle bir ortamın oluşması için çalışırlar. İnsanların iç huzurunu dinamitlerler. Bu açıdan baktığımızda ateizmin ruhî bir hastalık olduğunu da söyleyebiliriz. Zira bu hastalığa müptelâ olanların hem dünya huzuru, hem de ahiret selâmeti kalmaz. Bu cinnetten tez elden kurtulmak lâzım…
Ateistler, pozitivizme inanmış ve dayanmışlardır. Pozitivizmde sadece fiziksel veya maddî dünyanın gerçeklerine dayanan bilim anlayışı vardır. Her şey deneye dayanır, bunun dışındaki veriler ve anlayışlar kabul görmez. Oysa iç dünyamızla ilgili her konuda deneysel veriler elde etmek mümkün değildir. Bazen veriler de kişiyi yanılgıya götürür. İslâmî inanç her şeyin ötesinde bir değerdir. Bilimin izah edemediği şeyler de vardır. Hem düşünüp hem de gülmeniz için bununla ilgili anlatılan bir fıkrayı sizlerle paylaşmak istiyorum:
“Bilim adamı Temel, laboratuarda, beyaz tezgâh başında oturmaktadır. Önünde bir kavanoz, sivri uçlu minik bir makas ve cımbız vardır. Kavanozun içinde bir miktar pire; yan tarafta bir defter, kalem….Cımbızla kavanozdan bir pire çıkarır, tezgahın üzerine koyar. ‘Sıçra! ’ diye haykırır; pire sıçrar. Temel deftere bir şeyler yazar. Bir pire daha alır, itinayla tutar ve bacaklarını keser. Tezgâhın üzerine koyar. ‘Sıçra! ’ der. Pirede yok bir hareket! Yine defterine döner ve yazar: “Pirelerin bacakları kesildiğinde kulakları duymaz.”
Ateistler dogmalara karşıdır. Dogma, belli bir konuda ileri sürülen bir görüşün sorgulanamaz, tartışılamaz gerçek olarak kabul edilmesidir. Ateist bu konuda da özgürlüğünü yanlış şekilde kullanır. Onlara göre sorgulamak, yüzleşmek özgürlüktür. Hiçbir konuyu dogmatik olarak kabulden yana değildirler. Onlara göre din bir dogmadır. Çünkü sorgulamadan kabul edilmektedir. Bunun için de uyuşturucu niteliğindedir. Kimseye fayda getirmez; özgürlüğü kısıtlar. Hatta daha da ileri giderek Marks’ın “Din afyondur” sözünü de benimserler; ilâhî kaynaklara var güçleriyle savaş açarlar. Tanrı’nın varlığıyla ve âhiret hayatıyla ilgili olarak ileri sürdükleri itirazları, Peygamberlerle ilgili tenkitleri bitmek bilmez. Bu konularda yeterli bilgiye de sahip değillerdir; hisleriyle hareket ederler. İşlerine gelince bilimsel yola başvururlar, bilimden şamar yiyince de hakikatleri saptırırlar.
Bilindiği gibi mümin olabilmek için Allah’ı kabul etmek yeterli değildir. İmanın diğer şartlarını da yerine getirmek gerekir. Onun için bazılarının yarım yamalak inanmaları Hakk katında geçerli değildir. Tevhidin gereği neyse öyle inanılmalı ve amel edilmelidir.
Ateistlere kızmaktan öte acıyorum. Bir an evvel hakikatleri görüp, sapık yoldan uzaklaşmalarını Rabbimden diliyorum. Yüce İslâm dini onları kucaklamaya hazırdır. Mevlâna’nın deyimiyle ‘tövbelerini bin kere bozmuş olsalar bile bu kapı onlara ardına kadar açıktır.’ Ne diyelim… Allah hidayet nasip eylesin.
ismet özel
16.07.2006 - 13:48İSMET ÖZEL VE KALIN TÜRK
M.NİHAT MALKOÇ
Türkler tarihin kaydettiği ender milletlerden biridir. Enderdirler, çünkü bu millet tarih sahnesine çıktığından beri dik ve diri durmayı becermiştir. Eğilip bükülmemiştir hiçbir zaman… Dürüstlüğü mizacının mayası kabul etmiş ve davranışlarını bunun üzerine temellendirmiştir. Müslümanlıkla bütünleşince şanına şan katmış ve imanıyla kıtalar aşmıştır.
Bu şanlı millet üzerine, dostu da düşmanı da zaman zaman güzel şeyler söyleyerek hakkını teslim etmiştir. Fakat çamur atanlar da az olmamıştır doğrusu. Lâkin Türklere çamur atanların pislikleri kendi üzerlerine sıçramıştır. Neticede altını çöpe atanlar, onun kıymetinden bir şey eksiltememiştir.
Yerli ve yabancı aydınlar yıllarca Türk milleti üzerinde düşünmüşler, fikirlerini değişik şekillerde ve ortamlarda ifade etmişlerdir. Kimileri ise fikri sabitlerden kurtulamayarak yılların terennümlerini aşamamışlardır. Bazıları da hakikatleri tüm çıplaklığıyla görmüş ve göstermiştir. Bir kısmının narası da hesapları doğrultusunda çıkmıştır. Biz hesabı şahsî olanların hezeyanlarını duymak istemiyoruz.
Türk aydınları arasında önemsediğim isimlerden birisi de İsmet Özel’dir. Uzun yıllardan beri şiir ve yazılarıyla hayatımıza yön veren bu kalem erbabı, bazen de sivri çıkışlarıyla dikkat çekmiştir. Sözünü sakınmadan söylediği için sevenleri de, sevmeyenleri de çok olmuştur. Fakat lâfını hiç kimseden esirgememiştir. Bazen kendi kendisini de hırpalamasını bilmiştir.
Son zamanlarda İsmet Özel’in ince bir kitabı bu yoğun gündemde kendine mühim bir yer edinmiş. “Kalın Türk” adını taşıyan bu kitap aslında bundan çok evvel verilmiş bir konferans metninden ibaret… Bu eser medeniyetler çatışması üzerine İzmir’de yaptığı bir konuşmanın iki kapak arasına alınmış hâlinden başka bir şey değil. Özel’in ‘Kalın Türk’ü Nisan 2006 tarihinde Şule Yayınları’ndan çıkmış. Kitap küçük hacimli; fakat 53 sayfada çok şey anlatılıyor. Geniş içerikli bir konuyu kısaca zihne yerleştiriyor. Bu kitapta da yine ince göndermelerde bulunmuş İsmet Özel… Sözünü harbi ve delikanlıca söylemiş. 13 yıl önce verilen bir konferansın, uzun zaman sonra kitaplaştırılması, Özel’in, söylediklerinin arkasında olduğunu ve durduğunu gösteriyor. Tahminlerinde yanılmamak ve sözünün eri olmak bir aydın için önemli bir değerdir. Özel, ‘Gerçek Hayat’ dergisine verdiği röportajda Türklükle Müslümanlık arasındaki ilişkiyi irdeleyerek ‘Kalın Türk’ kitabında ele aldığı mevzunun çerçevesiyle ilgili olarak da ipucu veriyor:
“Allah Resulü, cihada gitmeyip de onun masrafıyla mescit inşa edenlerin mescidine hiç gitmedi ve o mescit sonunda yıkıldı: Mescid-i Dırar... Ben diyorum ki, Türk olmak, İslamiyet’in ortaya çıkışından bu yana, kâfirle çatışmayı göze almakla mukayyettir. Allah Resulü, cihada gitmedikleri için o insanlara ne münafık dedi, ne kâfir dedi. Ama mescitlerine girmedi.
Yani biz, insanların Müslümanlığına bir şey demiyoruz. Herkes Müslüman. Ama Türk olmak başka bir şeydir. Müslüman olmak Türk olmak demek değildir. Fakat Müslüman olmadan Türk olunmaz. Kâfirler bize İslam’dan tamamıyla kopuk bir Türklük yutturdular. Böyle bir şey yok. Türk ırkı diye bir şey tarihin hiçbir döneminde yok. Ama varmış gibi yaptılar. Hâlâ işler böyle yürüyor. Bu yapay ve aşağılayıcı kimlik dayatmasına bir cevabımız olmalı. Müslüman kimliğimize ve ayırıcı vasfımıza sahip çıkalım. Bakın, Müslümanların çoğunluk teşkil ettikleri bütün ülkelerde İslam’ın görüntüsü kâfirler tarafından özel olarak değiştiriliyor. Hoşgörü, temizlik… Bunlar İslam olarak öğretiliyor çocuklara. Kelimetullah uğruna kılıç çekmek yok. Bu, İslamiyet’in Türk’ten, Türk’ün İslamiyet’ten koparılmasıdır. Kılıçsız, güçsüz, meydan okumak yerine sırıtan bir insan tipi üretiliyor. Çünkü Türk’ten korkuyorlar. İnce, incelmiş Türk istiyorlar. Kraker gibi.”
Daha evvel Türklükle kalınlık ve inceliğin alakası üzerinde düşünen çıkmış mıydı acaba? Sanmıyorum… Peki, kalınlıkla Türklük bağdaşır mı? Kalınlığın sınırları çizilse nasıl bir numune çıkar ortaya? Kitapçığı okuyunca bu soruların cevabını alabiliyorsunuz. İsmet Özel’in Türklükle ilgili vurguları yeni değil aslında. O eskiden beri bu konu üzerinde kafa yormuştur. O, Türklükle Müslümanlığı etle tırnak gibi iç içe görmüştür hep… Bu kanaatini benimsemeyenler ona dört koldan saldırmıştır. Fakat bu fikrî saldırılar hakikatleri ters yüz edememiştir. İsmet Özel, kitaptan da anlaşılacağı gibi kendini ‘Kalın Türk’ olarak tavsif ediyor. Ömrü boyunca ince Türklerden olmadığını, bundan sonra da olamayacağını söylüyor.
Peki, nedir bu kalınlık incelik muhabbeti? Özel’ e göre Türkler önceden kalındı, fakat son zamanlarda incelmeye başladılar. Ona göre bu incelik hayra alâmet değil. Çünkü kıtalar aşan ve imparatorluk kuran Türkler esasında ince değildi. Eskiden beri mukavemetlidir bu sert coğrafyanın insanları. Onları hemencecik kırmak mümkün değildi. Oysa geçen zamanla birlikte Türkler de inceldi. Özel’e göre incelmiş Türkler ‘çıt’ diye kırılıyor. ‘Kalın Türk’ün yazarı bu konuda şöyle diyor:
“Türkiye’de incelmiş Türkler var. Türkiye’de çıt deyip inceldiği yerden kopacak Türkler yaşıyor. Ben gevrek Türk değilim. Kalın Türk olduğumu söylüyorum. Şiir, sosyalizm, İslâm dolayısıyla yaşadıklarım beni kalınlaştırdı. Ama sesim Davudî bir ses oldu mu? Mesele orada. Ben başkalarının da kalınlaşmasını öneriyor ve bekliyorum. İncelikten şikâyetim var. Bugüne kadar incele incele geldik. Bizim incelmemiz başkalarına geçiş kolaylığı sağladı. Biz kalınken geçemiyorlardı. Tekrar kalınlaşmalıyız.”
Ne diyelim! .... İsmet Özel böyle diyorsa bir bildiği vardır. Bizler de kendimizi boy aynasında seyredip konumumuzu tespit etmeliyiz; mevcut duruma göre yol haritamızı çizmeliyiz. Netice olarak, bir solukta okunabilecek kadar kısa ve net yazılan ‘Kalın Türk’ü bir okuyun derim. Ötesini tasarlamak ve geleceği tanzim etmek size kalmış. Bu okumanın düşünce dünyanıza katkısının olacağı muhakkaktır.
Sihirli Annem
16.07.2006 - 13:37SİHİRLİ ANNEM VE ÇOCUKLAR
M.NİHAT MALKOÇ
Çocuklar hayatımızın vazgeçilmez unsurlarıdır. Onların gelecekte rahat bir hayata ulaşabilmeleri için neler yapmayız ki! ... Çocuklarımızın mutluluğu için saçımızı süpürge ederiz. Onların mutlu bir gülücüğünü nelere değişmeyiz ki… Başları ağrısa bizim bütün huzurumuz kaçar. Hayatımız adeta onlara endekslidir.
Ömrümüzün solmayan çiçekleri olarak gördüğümüz çocukların karınlarını doyurur, üstlerini giydirir, onları ele güne muhtaç etmeyiz. Fakat iç dünyalarına nedense inmeyiz. Onları sadece maddî yönleriyle ele alırız. Çünkü onların ruh dünyalarına yeterince vakıf değiliz. Dışa bakarak hüküm veririz.
Çocukları her konuda başıboş bırakmak ve onlara aşırı serbestlik tanımak doğru bir davranış değildir. Her şeyin bir sınırı vardır, olmalıdır. Onları zararlı unsurlardan, özellikle televizyonun olumsuzluklarından korumalıyız. Televizyon programları içerik olarak zararlı unsurlar içermese bile uzun süreli televizyon seyretmek, çocukların fizikî yapılarını ve ruh dünyalarını olumsuz etkiliyor.
Televizyonların çocukların ruhsal gelişimi üzerindeki yansımaları üzerinde yüzlerce araştırma yapılmıştır. Bu bilimsel çalışmaların hepsinden benzer sonuçlar çıkmıştır. Neticede çocuklara yönelik hazırlanan programların çoğunun gerçekte onların ruhî gelişimine menfi tesir ettiği hakikati göz ardı edilmemelidir. Bu programlar yapılırken hiç mi psikologlara danışılmıyor, onlardan görüş alınmıyor?
Uzun yıllardan beri televizyonlarımızda “Sihirli Annem” adında bir dizi yayınlanıyor. Bu dizi nedense çocuklar tarafından çok tutuluyor, seyrediliyor. Dizide İnci Türkay, Şahap Sayılgan, Nevra Serezli, Gül Onat, Defne Joy Foster, Suna Selen, Suat Sungur, Zuhal Topal, Süeda Çil, Gizem Güven, Buğra Özmüldür, Zeynep Özkaya ve Jess Molho rol alıyor. Dizinin senaryosunu Gamze Özer yazıyor, yönetmenliğini Tülay Kocatürk yapıyor. Söz konusu dizinin yapımcılığını da İnci Kırhan üstleniyor.
Çocukların ruhsal gelişimini olumsuz yönde etkilediğine kanaat getirilen “Sihirli Annem” dizisi, izlenme rekorları kırıyor. Kanal D’nin reyting rekortmeni dizisi ‘Sihirli Annem’, ekrana geldiği ilk günden bu yana Tüm Kişiler’de toplam 36 kez günün en çok izlenen programı olarak büyük bir rekora imza attı. Türk aile yapısına aykırı olduğu gün gibi aşikâr olan ve reenkarnasyona(ruh göçü) ait birçok unsur barındıran böyle bir dizinin yayında tutulmasının sayısız zararları vardır. Okul öncesi çocukların temiz dünyalarına sihir, büyü, peri gibi kavramları sokan bu dizinin pedagojik açıdan hiçbir faydası yoktur.
Bu diziyle alakalı olarak bugüne kadar RTÜK’e binlerce şikâyet mektubu gelmiştir. Radyo ve Televizyon Üst Kurulu’na (RTÜK) gelen yerli dizi şikâyetlerinden yüzde 70’i ‘Kurtlar Vadisi’ ve ‘Sihirli Annem’e ait... Sihirli Annem ile ilgili ise RTÜK’e başvuranların sayısı 5 bin 81… Bu yılın ilk çeyreğinde Sihirli Annem ile ilgili şikâyetler ise geçen yıla göre yüzde 100 arttı. Arayanların büyük çoğunluğu, söz konusu dizide röntgencilik yapıldığını ve çocukların ruh sağlığının bozulduğunu savunuyor.
Dizide peri rolünde olanların bunu saklamak için sürekli yalan söylemesi, yalan söylemenin sıradan bir şey olduğu imajını yerleştiriyor. Bu arada çocukların sevgili edinmesinin normal gösterilmesi, sihir ve cinsellik gibi birçok olumsuz öğeler, çocuklar için sakınca meydana getiriyor. Onların temiz hislerini kirletiyor. Filmde aile reisinin sihirle köpeğe dönüştürülmesi, çocukların büyüklerine duyması gereken saygıyı menfî yönde etkiliyor. İnsanın köpekle eş tutulması ve itibarının alaşağı edilmesi, çocukları güldürse de ebeveynlerini içten içe üzüyor. Bunlar Müslüman Türk milletinin örf ve adetlerine uymuyor. Göz göre göre aşağılanıyoruz.
Haftada bir gösterilmesi yetmiyormuş gibi, eski bölümler de her gün yayınlanıyor. Sanki bulunmaz Hint kumaşı… Dizinin tekrarları, çalışan annelerin evde olmadığı saatlerde yayınlanıyor ve çocuklar kendileri açıp seyrediyor. Bir curcunadır kopuyor. Çocukların bilinçaltı gereksiz ayrıntılarla ve zehirli mesajlarla dolduruluyor. Saatler bir su gibi aksa da elde sıfır kalıyor. Gerisini varın siz düşünün! ...
Bilgisayar efektleriyle süslenen bu dizide adamakıllı bir mesaj verildiğine rastlayamadım. Biz büyükler de çocuklarımız seyrederken bu lüzumsuz diziye zaman zaman bakmak zorunda kalıyoruz. Çocuklarımızı bu diziden koparmak hiç de kolay olmuyor. Körpe beyinlerin yıkanmaması için çırpınsak da bunda yeterince başarılı olamıyoruz. Dizideki görsel malzemenin alımlılığı çocukları bağımlı hale getiriyor.
Bu diziyi seyreden çocuklar belli bir zaman sonra büyü yapmaya uğraşıyor. Oysa gerçek hayatta her şey öyle kolayca, büyüyle elde edilmiyor. Zahmetsiz rahmet olmuyor. Bunlar hayatın gerçekleri ama bu gibi dizilerle büyüyen çocuklar, rüya âleminde yaşıyor. Günün birinde uyanıyorlar ama bu sefer de iş işten geçiyor.
Bu dizinin ısrarla yayında tutulması ve aynı yanlış çizgide devam edilmesi, büyüklerin çocuklara bakış açısını da ortaya koyuyor. Onlara göre mühim olan, geleceğimizin mimarı olacak çocuklarımızın ruh sağlıkları değil, reklâmlardan gelecek paradır. Kalite ve derinlik de neymiş, sıradanlık pirim yapıyor günümüzde. Biz böyle oldukça ve böyle kaldıkça birileri sırtımıza binecek ve bizi bir merkep gibi kullanacaktır.
küreselleşme
16.07.2006 - 13:34KÜRESELLEŞME YAYGARALARI
M.NİHAT MALKOÇ
Dünya teknolojik ve sosyal anlamda büyüse de iletişim ve bütünleşme açısından küçülüyor. Artık bazıları dünyayı modern ve büyük bir köy olarak tanımlıyor. Bunda da haksız değiller. Çünkü dünyada hızla sosyal bütünleşmeye doğru gidiliyor. Bu bütünleşme huzursuzlukları da beraberinde getiriyor.
Ülkeler arasında giderek gelişen ekonomik, siyasî, sosyal, kültürel ilişkilerin ve devletler arasındaki bağımlılığın artması küreselleşmeye zemin hazırladı. Özellikle ekonomik bütünleşme küresel bir dünyanın eşiğine getirdi bizi. Artık tek başına hüküm vermek ve kendi kabuğuna çekilmek geçer akçe değil modern dünya için. Lâkin benliğini koruyarak bu halkaya dâhil olunmalıdır.
Küreselleşmenin yeni bir sömürü sistemini hayata geçirdiğini söyleyenlerin temel aldığı görüşlerin tutarlılığı tartışılabilir; ama bu tezler de yabana atılmamalıdır. Bu kavramın gerçekte kapitalizmin renk değiştirmesi ve sevimli gösterilmesi olduğu hükmünü ileri sürenler de vardır. Hatta bunu politik bir tercih olarak algılayanlar da az değil. Tutarsızlıklar ve görecelikler bu noktada başlamaktadır zaten.
Gelir dağılımındaki dengesizlikler ve paylaşımın adilce gerçekleştirilememesi toplumsal rahatsızlıkların temelini teşkil ediyor. Böyle bir sistemde insanın huzur bulmasını beklemek boş bir hayaldir. Adı ne olursa olsun insana kıymet vermeyen ve insanı temel almayan anlayışlar üzerine bina edilen sistemler taraftar bulamazlar; bulsalar bile kalıcı olamazlar. Çünkü esas olan, bir avuç azınlığın değil, kitlelerin refahıdır. Küreselleşen dünya bunu sağlamaktan çok uzaktır.
Küreselleşen dünyada kalifiye insan gücüne duyulan ihtiyaç her zamankinden fazladır. Çünkü yeniliklerin kalıcılığı ve gelişimi bu potansiyelin varlığına endekslidir. Sıradan insanları hazır yiyici olarak gören ve onlara düşman gözüyle bakan bugünkü anlayış, insanı insan olduğu için değil, fayda ürettiği için dikkate almaktadır. Bu görüş nerden bakarsan tutarsızdır; insanî değildir.
Modern dünyanın insana bakışı temelden sakattır. Yeni dünya düzeni insanları ideal bir tüketici olup olmamaları yönüyle değerlendirmektedir. Tüketicilik teşvik edilmekte, bu da pazarların canlanmasına zemin hazırlamaktadır. Günümüz sistemlerinde tüketici olduğun kadar varsın ve o oranda itibarlısın. Bu anlayışın temsilcileri yoksul kitleleri kambur olarak görmekte, onlara farklı ve aşağılayıcı bir gözle bakmaktadır. Küreselciler dünyayı bir avuç zenginin çiftliğine dönüştürmenin peşindedir.
Günümüzde insanın itibarını maalesef markalar belirlemektedir. ‘Markaların adamı, adamların markası’ anlayışı hâkim durumda. Statüleri markalar belirliyor artık. Markalara bağlı bireyler yetiştiren ve onlara sadakatleri ölçüsünde kıymet biçen sistem, kendisinin dışında hareket edenleri ‘ötekiler’ diye nitelendirerek dışlamaktadır. Bu tutum, huzuru dinamitlemek için yeter de artar da…
Dünya ekonomisi hiçbir zamanda ve zeminde günümüzdeki kadar tekelleşmemişti. Bugünkü dünya, az sayıdaki büyük şirketin egemenliği altındadır. Tekeller her geçen gün büyümekte ve semirmektedir. Onlar büyüdükçe sıradan insanların direnci azalmaktadır. Meselâ General Motors ve Ford Company’nin toplam gelirleri tüm orta ve güney Afrika’nın gayri safi yurtiçi hâsılasını aşmaktadır. Gıdacı ve perakendeci WalMat şirketinin ekonomisi İsrail, Polonya ve Yunanistan’ı içeren pek çok ülkeden daha büyüktür. Böyle bir dünya ekonomisinde insanların bağımsızlıkları ve tutunabilme güçleri her geçen gün azalmaktadır.
İstatistiklere göre sadece Boeing ve Airbus şirketleri, sivil amaçlı uçak üretiminin yüzde 95’ini gerçekleştirmektedir. Bugün küresel kahve üretiminin yüzde 80’ini iki, tütün endüstrisinin yüzde 87’sini dört şirket kontrol etmektedir. Uluslararası şirketler, ayrıca, dünyanın endüstriyel kapasitesinin, teknik bilgisinin çoğuna (tüm dünyadaki teknoloji ve patentlerin yüzde 90’ına) sahiptirler.
Çokuluslu şirketler ekonomi üzerindeki kontrollerini ve ağırlıklarını olağanüstü boyutlarda arttırmışlardır. Örneğin Mitsubishi şirketi, onu dünyanın en kalabalık dördüncü ülkesi olan Endonezya’dan daha büyük yapan birleşik bir ekonomik faaliyeti sürdürmektedir. Mitsubishi grubunu oluşturan firmalar roketten şişeye kadar her şeyi üretmektedir. Şirketin yıllık toplam geliri 175 milyar doları geçmektedir. Mitsubishi Bank 820 milyar dolarlık varlığıyla dünyanın en büyük bankalarındandır.
Emperyalizmle birlikte sermaye her geçen gün daha da merkezileşmektedir. Kıyasıya rekabet, kıskançlıkları ve haset duygularını beraberinde getirmektedir. İnsanı amaç değil, araç olarak gören bu düşünce, her tavrını ‘insana rağmen’ gerçekleştirmektedir.
Aslında dünyayı politikacıların yönettiği söylense de bu gerçekte doğru değildir. Dünyayı büyük sermaye sahipleri yönetmektedir. Onların bir dediği iki edilmemektedir. Sermayeyi ülkelerine çekmek isteyen siyasiler, tekelleşen şirketlerin önünde kırk takla atmaktadır. Bu bize küreselleşmenin ve kapitalizmin acı hediyesidir. Bu zehiri her geçen gün içmekteyiz. İçtikçe de şuurumuzu, millî ve manevî benliğimizi parça parça yitirmekteyiz. Son olarak şunu söylemek istiyorum: Küreselleşme yaygaraları bizi bizden koparan bir tuzaktır. Bu tuzağa düşülmemelidir.
kanser
16.07.2006 - 13:33KANSER CİNAYETLERİ
M.NİHAT MALKOÇ
Günümüzde hastalıklar arttı. Eskiden bu kadar çeşitli hastalıklar yoktu. Çünkü her şey doğaldı. Artık ne yediğimiz gıdalar, ne de soluklandığımız hava doğaldır. Hormonsuz meyve ve sebze bulmak nerdeyse mümkün değildir. Onun içindir ki çocuklar doğar doğmaz hastalanıyor. Hatta bazıları hasta doğuyor. Oysa eskiden insanlar köylerde yaşardı. Doğal gıdalarla beslenirdi. Yayla peynirini yer, buz gibi suyu içerdi. Nerde o günler? Stres sağlığımızı tehdit ediyor. Bunalımlar içerisinde zaman öldürüyoruz. Hayatından memnun olan pek az… Bugünlerde şehirlerde hapis hayatı yaşıyoruz. Hiçbir şey eskisi gibi tabiî değil.
Çağımız hastalıklarla boğuşma çağı... Bu çağın en büyük ve en tehlikeli hastalığı da şüphesiz ki kanserdir. Son yıllarda tüm yurtta, özellikle de Karadeniz’de büyük kanser vakaları patlaması var. Özellikle Çernobil faciasından sonra bu hastalık aldı başını gidiyor. Her ne kadar yetkililer Çernobil’i kanserle ilişkilendirmiyorsa da bu doğru değildir. Bizim etkili ve yetkililer bu gibi bilgileri hep örtbas etmişlerdir.
Anormal hücrelerin kontrolsüz çoğalması ve yayılması olarak tanımlanan kanserin sebepleri üzerinde çalışılsa da pek çok konu hâlâ belirsizliğini korumaktadır. Ülkemizde 1970’li yıllarda sebebi bilinen ölümler arasında dördüncü sırada yer alan kanser, son yıllarda kalbe dayalı hastalıklarından sonra ikinci sıraya yükseldi.
Kanser, vücut hücrelerinin bir hastalığıdır. Normalde, tüm hücreler sistemli ve denetimli bir şekilde bölünür ve kendi kendilerini yenilerler. Kanserde bu olay denetim dışı kalır, hücreler kontrolsüzce bölünerek tümör tabir edilen bir yumru oluşturur veya lösemilerde olduğu gibi çok fazla miktarda lökosit(akyuvar) hücresi ürer. Onkologlara göre kanserin sebepleri evresel ve içsel nedenler olarak ikiye ayrılabilir. Çevresel nedenler (kimyasal, radyasyon, virüsler gibi) ve içsel nedenler (hormonal, bağışıklık bozuklukları, kalıtsal mutasyonlar ve diğer genetik nedenler gibi) birlikte veya ardışık olarak hücreleri etkileyerek uzun yıllar içinde kansere yol açabilirler. Vücuttaki tüm doku ve organlarda kanser gelişebilir. Erişkinlerde her yıl 100 bin nüfus için 150-300 kişi kansere yakalanır. Ülkemizde her yıl 150 bin kişinin kansere yakalandığı tahmin edilir. Fakat bu sayı son yıllarda katlanarak artmıştır. Resmi istatistikler gerçekleri yansıtmamaktadır.
Kanser olan kişiler için düşünülen ilk tedavi kemoterapi(kimyasal tedavi) ve radyoterapidir. Kemoterapi, kanser hücrelerini yok etmek için anti-kanser (sitotoksik) ilaçların kullanılmasıdır. Kemoterapi, kimyasal madde(ilaç) ve tedavi kelimelerinin birleşiminden oluşmuştur. Bu tedavide mevcut bulunan yaklaşık kırk değişik ilaçtan seçilen bir veya birkaç ilaç uygulanır. Kemoterapi, kanser tedavisinde, tek başına veya cerrahi işlemle ve radyoterapi(ışın tedavisi) ile birlikte uygulanabilir. Maalesef kemoterapi ilaçları vücuttaki normal hücreleri de etkileyebilir ve kimi zaman hoş olmayan yan etkilere yol açabilirler.
Son yıllarda kemoterapi konusu iyiden iyiye tartışılmaya başlandı. Faydasından çok zararının olduğunu söyleyen doktorlar çıktı. Ben doktor olmadığım için bu konuda yorum yapamayacağım. Sizlere bununla alakalı yazılmış bir kitaptan söz edeceğim. “Kanser Cinayetleri” adını taşıyan kitap Yaşar Gören tarafından kaleme alınmış. Ozan Yayıncılık tarafından yayınlanmış. Kitap 272 sayfadan meydana geliyor. Kitapta kanser tedavisiyle ilgili çok enteresan konulara değiniliyor. Bunları okuyunca insanın tüyleri diken diken oluyor. Kendisi tıp doktoru filan değil. O bir gazeteci… En mühimi de bir kanser mağduru. Eşinin meme kanseri olması yüzünden bu konuya eğilir olmuş. Yazar, kitabıyla ilgili şu değerlendirmeyi yapıyor:
“Bu kitap; her şeyden önce, kanserden korunmak amacıyla belirlenmiş doğru beslenme yöntemleri ve alternatif tedavi biçimlerini ortaya koymakla birlikte; alternatif tedaviye övgü kitabı değildir. Kitapta bulunan verilerin tek amacı; Dr. Ivan Illich’in 'Ölüm, acı ve hastalık insan olmanın bir parçasıdır ve kültürler insanlara bu üç sorunla baş etmenin yollarını öğretir.' sözünden yola çıkarak, insanın bu doğal süreçlerini müthiş rant(getirim) mekanizmaları ve bir endüstri haline getiren, aslında çok da karmaşık ve pahalı olmayan tedavi yöntemlerini insanlardan gizleyerek kendi kasalarını doldurmanın peşinde olan, ulusal ve uluslararası 'şebeke'leri deşifre etmektir.
Eşimin kansere yakalanmasıyla birlikte bu hastalık hakkında çok şey öğrendim. Ve benim bildiklerimi kamuoyu da bilsin anlayışıyla her şeyi yazıya döktüm. Ben, tıp kitabı yazmadım. Tıp suçlarını yazdım. Kanser suçlarını yazdım. ‘Kanser Cinayetleri’ adlı kitabım, tıbbî polisiye sayılabilir. Bu kitap kendi türünün ilk örneğidir. Yazdıklarım tamamen belgelidir. Yorum yoluyla inkârı mümkün değildir. Eleştiri getirenler, çapları yetiyorsa belgeleri çürütsünler de görelim.
Evet, ben bu kitapta açık şekilde söylüyorum: Kanser hastalarını, kanser değil, kanser tedavisi öldürüyor. Kemoterapi öldürüyor, radyoterapi öldürüyor. Kanser hastalarına da yakınlarına da şunu söylüyorum: Bu tedavilerle ömrünüz uzamıyor, tersine kısalıyor. Bu tedavilere hiç başlamayın. Başlamışsanız derhal bırakın. O hastaneden hemen çıkıp evinize dönün. Çünkü geri dönüş mümkün değildir. Kemoterapi ve radyoterapinin öyle yan etkileri var ki, hiçbir şey bir daha eskisi gibi olmaz. Birkaç yıl yaşasanız bile kısır kalırsınız. Bir daha çocuğunuz olmaz. Kalbiniz, karaciğeriniz, böbrekleriniz, akciğerleriniz, kemik iliğiniz tahrip olur. Kemoterapi ya öldürür, ya da sakat bırakır.”
Mağdur gazeteci-yazar böyle diyor. Bu konuda benim de kanaatim alternatif tedavi yöntemlerine başvurmanın isabetli olacağı yönündedir. Çünkü ilaçlar da bitkilerden yapılıyor; sonra bir sürü katkı maddeleriyle zenginleştiriyorlar. Oysa doğal yoldan bitkisel tedaviye yönelirsek belki de daha güzel neticeler alınacaktır. Ben şahsen doktorlarımıza güveniyorum. Fakat Yaşar Gören’in sözlerinin de yabana atılmamasını istiyorum. Allah bizleri bu dehşetli hastalığın şerrinden korusun. Aman ha! ... Sağlığınızı ihmal etmeyin. Sağlıklı ve huzurlu günler sizlerin olsun.
Toplam 249 mesaj bulundu