Nihat Malkoç Adlı Üyenin Nedir Yazıları - Ant ...

  • makyavelizm

    12.09.2006 - 21:24

    MAKYAVELİST DÜŞÜNCENİN GİRDABINDA

    M.NİHAT MALKOÇ

    Zamanımızda çıkarcılık almış başını gidiyor. Makyavelizm çağın modern dinî haline gelmiş adeta… Bilindiği gibi makyavelist kişiler, genel olarak diğerlerini etkilemede ustalık sahibidirler; ahlâk kurallarına riayet etmezler, başkalarına karşı güvensizdirler, her konuda kuşku duyarlar, diğer kişilerle ilişkilerinde ihtiyatlı davranırlar, çıkarlarını kollamak için kolayca yalan söyleyebilirler, gerçek düşüncelerini gizlerler, içten ve ani davranışlardan kaçınırlar, dostluk ve dürüstlüğe değer vermezler.

    Makyavelizm İtalyan düşünür ve politikacı Niccolo Machiavelli’nin düşünceleri üzerine kurulu bir yaklaşımdır. Temelinde aslolan şeyin amaçlar olduğu, bu amaçların hangi yolda elde edildiğinin ise o kadar önemli olmadığı yatar. Makyavelizmin kurucusu Machiavelli’dir. Tarih ve politika biliminin kurucusu sayılan Floransalı bu düşünür, devlet adamı, askeri stratejist, şair, oyun yazarıdır.

    Makyavelizm oportünizmin(fırsatçılık) ileri noktasıdır. Oportünizm; güç durumlarda, davranışlarını ahlak kuralları veya düzenli bir düşünceden çok, çıkarlarına uyacak biçimde ayarlamayı amaçlayan tutumdur. Çağımız insanı bu kaynaktan beslenmektedir. Onun içindir ki illegal(yasadışı) davranışlar almış başını gidiyor.

    Machiavelli zamanının önemli düşünürlerindendi. Görüşleri bizce sakat olsa da bazı kesimleri peşinde sürüklemesini bilmiştir. Lorenzo di Medici’ye sunduğu meşhur ‘Prens’ adlı eserinde Türklerle ilgili bazı değerlendirmeleri de bulunmaktadır. Bu değerlendirmeler karakteristik özelliklerimizi yansıtması açısından dikkate değerdir. Türklerle ilgili değerlendirmelerinde özetle şöyle diyor:

    “Fransa’yı ele geçirmek kolaydır. Çünkü kraldan hoşnut olmayan pek çok soylu vardır. Onları kendi yanınıza çekip örgütleyebilirseniz kralı devirip Fransa’yı ele geçirebilirsiniz. Ama Fransa’yı ele geçirdikten sonra elde tutmak zordur. Çünkü sizin yönteminizi başkası da sizin aleyhinize kullanarak o insanları kendi yanına çekip size karşı örgütleyebilir. Türkiye’yi ele geçirmek zordur. Çünkü Türkler padişahlarına bağlıdırlar. Onları kolay kolay liderleri aleyhine ayartamazsınız. Ama bir kez Türkiye’yi ele geçirdiniz mi onu uzun süre elde tutabilirsiniz. Türkler, lider otoritesine olan bağlılıklarını bu kez sizin otoritenize bağlılık şeklinde göstereceklerdir.”

    Makyavelizm bizce insanî ve ahlakî bir düşünce değildir. Çünkü bu anlayış dürüstlüğü, doğru konuşmayı ve hakkaniyeti rafa kaldırmaktadır. Oysa insan için esas olan doğruluk, dürüstlük, adalet ve hakbilirliktir. Başarı için her yol mubah değildir. Hedefiniz başarmak olsa da başarıya giden yollar hak ve adalet çizgisinden uzaklaşmamalıdır. Şayet başarı hak yoldan ve adilce elde edilmemişse hiçbir değeri yoktur. Hak kitaplarda bu böyledir. Aslında insan mantığı da bunu öngörür.

    Makyavelizm bir noktadan sonra duyguları da reddeder. Çünkü duygu insanî düşünceyi beraberinde getirir. İnsanî düşünce vicdan muhasebesini gerekli kılar. Oysa onlar için mühim olan vicdan değil, cüzdandır. Yani paradır, makamdır, şöhrettir. Hedef olarak tayin edilen, ulaşılması planlanan her şeydir. Bu yüzden makyavelistler bulundukları toplumun değerlerini dikkate almazlar. Dinî ve millî değerler de onlar için önemli değildir. Töre, dinî inançlar ve hukuk hedeflerinin gölgesinde kalır.

    Bu felsefî anlayışa göre insanlar genel olarak kötüdürler, bu nedenle de her türlü kötülüğü hak ederler. Bu kanaat nerden bakarsan sakattır. İnsanların genel olarak kötü olduğunu söylemek kötümser bakış açısının bir yansımasıdır. İnsanlar kötü değildir. Kötü insanlar da vardır. Bunun böyle ifade edilmesi daha doğrudur. Kötü insanları dışlamak yerine onları kazanmak en akıllıca tavırdır. Kötü insanı kendi başına bırakmak ve boşluğa itmek, onun kötülüklerinin daha geniş kitlelere ulaşmasına zemin hazırlar. Kötülerin elinden tutup onların ahlâkî karanlıklarını hakikat ışığıyla aydınlatmalıyız.

    Makyavelizmin az da olsa tutarlı ve faydalı yanları da vardır. Mesela onlara göre en önemli ve temel amaç devleti yaşatmak ve gücünü devamlı olarak artırmaktır. Gerçekten de demokrasi ve hukukun üstünlüğü esası üzerine kurulmuş devletlerin güçlü olması vatandaşa müspet olarak yansır. Devleti milletten ayırmak mümkün değildir. Bu iki unsur etle tırnak gibidir. Devleti yücelteyim derken onu kutsamak da yanlıştır. Bunun yanında devleti güçlendirirken vatandaşı sömürmek doğru bir davranış değildir. Her alanda olduğu gibi bu hususta da ölçüyü ve dengeyi çok iyi ayarlamalıyız.

    Makyavelistler diyor ki ‘Hukuk ve ahlâk devlet için vardır’ Kanaatimizce bu doğru bir düşünce değildir. Hukuk ve ahlak sadece devlet için değildir. Milletin haklarını savunmak ve insanlar arasındaki adaleti gözetmek de çok gereklidir. Hukuk ve ahlak herkes için olmalıdır. Vatandaşın ezildiği ve hor görüldüğü sistemlerde devlet de ezilir, küçülür ve cılız kalır. Birini ötekine tercih etmek yerine, her ikisini de dengeli olarak kollamak ve büyütmek lazımdır.

    Bugünkü dünyamızda makyavelist düşünceyle hareket edenler adalet, hak ve hakikat kavramlarını ihlal etmede bir beis görmüyorlar. Özellikle ticarette bu anlayış kıymet bulmuş durumdadır. Günümüzde ticari kurumlar vatandaşın sırtına basa basa zirveye çıkmakta, halkın ekmeğini küçülterek her geçen gün semirmektedirler. Böyle bir dünyada sosyal adaletten söz etmek komik kaçıyor. Kısaca söylemek gerekirse makyavelizm ne İslamla, ne Hıristiyanlıkla ne de genel anlamda insanlıkla bağdaşır. Fakat sermaye sahipleri bu tarzda hareket etmeyi ve büyüdükçe büyümeyi sürdürüyorlar. Kasaları doldukça vicdanları boşalıyor. Bizler de böylece makyavelist düşüncenin girdabında sürüklenip gidiyoruz.

  • 11 eylül

    09.09.2006 - 01:42

    11 EYLÜL SALDIRILARINDAN BUGÜNE

    M.NİHAT MALKOÇ

    Dünyadaki barış ve huzura dinamit koyanlar dün de vardı, bugün de var, yarın da olacaktır. Çünkü dünyadaki bazı küresel güçler şiddetten besleniyor. Onlar dünyayı ateşe verdikten sonra yan gelip yatıyorlar. Bunların vicdanı yok ki onun sesini dinlesinler. İster sağdan, ister soldan, ister Türkiye’den isterse dünyadan olsun bunların savunulacak hiçbir tarafı yoktur. Terör ve şiddet nerede olursa olsun, kimden gelirse gelsin insanlık suçudur.

    Bilindiği üzere bundan epey zaman evvel 11 Eylül 2001’de dünya ABD’deki terör olaylarıyla sarsılmıştı. Fakat bu saldırılar öncekilere benzer cinsten değildi. 11 Eylül 2001 saldırısı, ABD’de sivil ve askerleri hedef alarak yapılmış bir saldırıydı. Bilindiği gibi 11 Eylül 2001 Salı günü ABD’de dört yolcu uçağının ikisi New York’taki Dünya Ticaret Merkezi gökdelenlerine, bir diğeri de Washington, D.C.’de Pentagon’a çarpmıştı. Sonuncu uçak ise düşürülmüştü. Amerikan hükümetinin araştırmasına ve 11 Eylül Komisyon Raporu’na göre yolcu uçakları Usame Bin Ladin’in lideri olduğu El Kaide örgütünün 19 üyesi tarafından kaçırılarak bu kanlı eylem gerçekleştirilmişti. Fakat o günden bugüne kadar bu konuda somut deliller ileri sürülemedi. Bu hadisedeki sis perdesi hâlâ kalkmış değildir.

    Şüphe yok ki ABD, tarihinin en büyük ve kanlı terör eylemini 11 Eylül saldırılarıyla yaşadı. Bu saldırılar ABD’nin Ortadoğu başta olmak üzere dünya politikasını değiştirmesine neden oldu. Saldırıların ardından kendini terör tehditlerine her zamankinden daha açık hisseden Beyaz Saray, bir dizi önleme gitti. Bir numaralı önceliği ‘güvenliğe’ veren Bush yönetimi, bunun için son dört yılda Ortadoğu’da iki savaşa girdi. Beyaz Saray’ın izlediği ‘savaş yanlısı’ politika, Fransa ve Almanya başta olmak üzere Avrupa Birliği ile ilişkilerin gerilmesine neden oldu. Lâkin ABD yine de bildiğini okudu.

    11 Eylül 2001’de İkiz Kulelere düzenlenen saldırıda çok sayıda kişi ölmüştü. Ölenlerin sayısı 2 bin 749’u bulmuştu. ABD’nin ilk kez terörü evinde yaşadığı olaylarda ölenlerden bin 164’ünün kimliği ise nedense hâlâ belirlememiş durumdadır. Hatta kimlik belirleme çalışmaları belli bir süreçten sonra sona erdirilmiştir. ABD teknolojisi güya bu işin altından kalkamamıştır. Bu arada, saldırının yapıldığı Dünya Ticaret Merkezi binalarının enkazından bugüne kadar 19 bin 916 ceset parçası bulunduğu ve adli tıp uzmanlarının bu parçalardan 10 bin 190’ının kimlik tespitini yaptığı kaydedilmiştir. Kimlik tespiti DNA testiyle yapılan kurban sayısının 844 olduğu belirtilirken, adli tıp uzmanlarının, diğer 530 kurbanın kimliğini ise diş röntgenleri ve parmak izlerinden tespit ettikleri ifade edilmiştir.

    11 Eylül 2001 günü gerçekleşen ve ‘11 Eylül 2001 Saldırısı’ olarak adlandırılan olay ile ilgili çeşitli komplo teorileri bulunmaktadır. Bu teorilerden bazıları şöyle: Medyanın bu olayın üzerine giden görüntü ve programları saklaması bir şeyler gizlendiği teorisini doğurmuştur. Kulelerin yıkılış şekli planlanmış yıkımlar gibi olduğu öne sürülmüştür. Gerekçe olarak rastgele uçakların çarpması ile sanki bir yıkım firması tarafından yıkıma hazırlanmış gibi yana yatıp etrafındaki binaların üstüne düşmeden doğrudan kendi üzerine yıkılmaları gösterilmiştir. Fiziksel olarak bunun gerçekleşme ihtimali olduğu kabul edilse de komplo teorisyenleri bu konunun çeşitli şüpheleri üstüne çektiğini iddia etmektedirler. Ayrıca, binaların yıkılma hızının da şüpheleri arttırdığı söylenmektedir.

    Washington, DC’da Pentagon binasında uçak çarpması sonucunda oluşan hasarın yayıldığı alan bir uçak çarpması için çok küçük olduğu öne sürülmüştür. Ayrıca bu binaya uçak çarpma görüntüsü bulunmaması buraya bir füze atıldığı konusundaki teorilere neden olmuştur. Aynı zamanda bu kadar büyük çaplı bir terör saldırısını Amerika Birleşik Devletleri gibi süper bir gücün daha önceden bilememesi ve hiçbir şey yapamaması da bu şüpheleri arttırmaktadır. CIA gibi müthiş bir güce ve istihbarata sahip bir kurumun bu konuyla ilgili istihbarat almamış olması çok ilginçtir. Hatta bir o kadar da düşündürücüdür.

    ABD yönetimi, 11 Eylül saldırılarının planlayıcısı olmakla suçlanan, El Kaide’nin kurucusu ve lideri olduğu ileri sürülen Bin Ladin’i beş yıldır arıyor. Dünyanın lider gücü bir adamı bulamıyor! Ladin’in kellesine elli milyon dolar ödül biçiyorlar. Demek ki adamlar Ladin’in bulunamayacağından eminler... Sen gel de bu işe inan. Gel de bu işin Müslümanlara tuzak olduğu, Irak ve Ortadoğu’nun işgaline zemin hazırlamak için gerçekleş(tiril) diği kanaatine varma… Mevcut veriler ve tarihî kanaatler istemesek de bizi bu noktaya çekiyor.

    11 Eylül ABD ve bütün dünya için adeta bir milat oldu. Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı ve kalmayacağı belirtildi. Bu saldırıyı gerekçe olarak gören ve gösteren ABD, Irak’a baskıyı artırırken, hızını alamayarak dolaylı da olsa Lübnan’a küçük oğlu olan İsrail’i musallat etti. Fakat ABD bu hadiselerden hiçbir zaman ders alamadı. Yaşananlara kalın cam gözlüklerin arkasından baktı. Kabadayı ve külhanbeyi tavrını hep sürdürdü.

    Akan bunca kan ve gözyaşına rağmen ABD’nin BOP(Büyük Ortadoğu Projesi) ’u bütün hızıyla devam ediyor. Yakın bir zaman içerisinde taşlar yerinden oynayacak ve bu bölgedeki kanayan yaran daha da acılı bir hâl alacaktır. Fakat zulüm ile abad olacağını zanneden ABD, sonuçta büyük bir hezimetle karşılaşacak, berbat olacak ve yaptıkları karşısında büyük bir pişmanlık duyacaktır. Fakat İkiz Kulelerde, Irak’ta, Lübnan ve Filistin topraklarında ölenleri hiçbir güç geri getiremeyecektir. Yaşarsak bunları da göreceğiz. Allah bizleri Batı’nın, İsrail’in ve ABD’nin şerrinden korusun.

  • Üç aylar

    08.09.2006 - 16:43

    ÜÇ AYLARIN ESİNTİSİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Dünya geçici zevklerin uğrak yeridir ve bir aldanıştan ibarettir. Burada ruhlar ancak manevi hissiyatla doyar, yeşerir ve hayat bulur. Makyevelist düşünceyle hareket edenler dünyanın yükünü sırtında taşıyan çağdaş hamallardır. Onların huzur bulması katiyen mümkün değildir. Çünkü gittikleri yok çıkmaz sokaktır.

    Rabbimiz biz kullarını sınamak için yeryüzüne göndermiştir. Her hal ve hareketimiz mercek altındadır. Yaptıklarımızı inkâr etme ihtimalimiz yoktur. Amellerimiz her gün manevî bir cihazla kayda alınmaktadır. Bunlar vakti gelince adeta bir film şeridi gibi gözümüzün önünden geçirilecektir. Yüce Allah Zilzal Suresi’nde kıyametin dehşetini anlattıktan sonra görülecek hesapla ilgili olarak şöyle buyuruyor: “Artık kim zerre ağırlığınca hayır işlerse onu görür. Artık kim zerre ağırlığınca bir şer (kötülük) işlerse, onu görür.”(Zilzal 99/7–8)

    Müslümanlar için rahmet ve bereket ayları olan üç aylar adeta sevap hasat mevsimidir. Recep, Şaban ve Ramazan diye peşpeşe sıralanan bu aylarda çok mübarek geceler de mevcuttur. Bu aylar içerisinde bulunan Regaip, Miraç, Berat ve Kadir geceleri maneviyat ikliminde alabildiğine soluklandığımız mukaddes zaman dilimleridir. Regaip gecesi, Recep ayının ilk cuma gecesine, Miraç gecesi, Recep ayının yirmi yedinci gecesine, Berat gecesi, Şaban ayının on beşinci gecesine, Kadir gecesi ise Ramazan ayının yirmi yedinci gecesine rastlar. Fakat Kadir gecesinin tam vakti ihtilaflıdır. Sevgili Peygamberimiz, bu aylarda her zamankinden daha çok ibadet eder ve “Allah’ım! Recep ve Şaban ayını hakkımızda hayırlı kıl, bizi Ramazan ayına kavuştur.” diye dua ederdi.

    Dünyaya geliş gayesini hakkıyla idrak edemeyen insanlık, gece gün demeden dünyalık biriktiriyor. Bir evi varsa ikincisini elde etmenin uğraşı içerisine giriyor. Arabası olmayan araba almaya, arabası olan modelini yükseltmeye çalışıyor. Kimsenin öteki dünyayı düşündüğü yok. Günlerimiz maddenin cenderesinde geçiyor. Ruhlarımız alabildiğine kirlenmiş; Kur’an ahkâmı rafa kaldırılmış… Böylesine kurak bir manevi mevsim yaşıyoruz.

    İç dünyamızın derin yaralar aldığı, her şeyin zahire göre hükmedildiği böyle bir dünyada yüce duyguların barınmasını beklemek fazla iyimserlik olur. Üç aylar ruhların kuraklaştığı ve çoraklaştığı dönemlerde berrak bir su misali buraları yeşertir, hayat verir. Yeter ki bu güzide zaman dilimini manasına uygun olarak değerlendirelim.

    Recep ve Şaban ayları, rahmet ayı olan Ramazanı karşılayan aylar olup Ramazan ayının müjdecisidir. Resulüllah (SAV) bir hadis-i şerifinde; “Recep Allah’ın ayı, Şaban benim ayım ve Ramazan ümmetimin ayıdır” buyurmuştur. Bunun yanında Mısır’da yetişen büyük velilerden Zünnun-i Mısri de üç aylarla ilgili şu güzel teşbihi yapıyor: “Recep tohum ekme, şaban sulama, ramazan ise hasat ayıdır.”

    Sevapların bire on, günahların ise miktarınca yazıldığı bu nurlu vakitlerde malayani işlerle zamanımızı öldürmemeliyiz. Çünkü gelecek yılın üç aylarına erişip erişemeyeceğimiz şüphelidir. Onun için anın kıymetini bilip ihya etmeliyiz. Hiç kimsenin yarına sağ salim çıkacağına dair seneti yoktur. Aslında yarın diye bir şey yoktur.

    Üç aylar sair zamanlara göre çok daha renkli ve bereketlidir. Bu aylarda sanki maneviyat seferberliği düzenlenir. Uhrevi derinlik hat safhaya ulaşır. Müslümanlara yitirilmiş cennetin kapıları ardına kadar açılır. Fakat bu kapıdan geçebilmek ancak kulluk vazifelerinin layıkıyla yapılmasıyla mümkündür. Kapı geniş olsa da günahlar sırtımıza yüklenmişse bunlarla o kapıdan geçemeyiz. Ancak imanî ve insanî değerlerin atmosferinde soluklananların kuş gibi hafif olan ruhları ve tenleri cennet kapısından girmeye layıktır.

    Üç aylar bir yıllık zamanın üç altın dilimi sayılır. Körleşen ve sağırlaşan hayatlar bu aylarda rayına oturur. Yıl boyunca Cumalar hariç kimsenin pek uğramadığı, cemaatin tek saf bile oluşturamadığı kutlu mekânlarımız olan camiler bu aylarda müminlerle dolup taşmaya başlar. Hele Ramazan gelince camilerde yer bulmakta zorlanırsınız. Kadını erkeği, çocuğu yaşlısı safları doldurur. Yüreklerimizde adeta manevi bir seferberlik başlar. Minarelerdeki mahyalar içimizdeki karanlıkları aydınlatır. Bedbinlik ve karamsarlık yerini nikbinliğe ve taptaze ümitlere bırakır. Hayat ancak bu güzel zaman diliminde anlamını bulur.

    Üç aylar girince geçmişin muhasebesini yapmalı, geleceğe iman ve ihlâsla şekil verilmelidir. Yaratılış gayesi düşünüp ona göre yaşanmalıdır. Bu ayların feyiz ve bereketinden azami derecede yararlanılmalıdır. Üç ayların Türk-İslam âlemine hayırlar getirmesini yüce Allah’tan niyaz ediyorum. Ne mutlu bu günlerde Hakk’a ve hakikate uygun yaşayanlara! ...

  • berat kandili

    07.09.2006 - 19:28

    BERAT GECESİ’NİN NURANÎ ESİNTİSİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Üç ayların gelmesiyle beraber gönül dünyamız bir başka şenlendi. Rahmet ve bereketin sağnak sağnak müminlerin üzerine yağdığı bu aylarda bizler de maneviyat denizine sair zamanlara nazaran daha çok dalar olduk. Ne mutlu bu aylarda Allah’ın emrettiği şekilde İslâmı yaşayan ve yaşatanlara! … Onların mükâfatını bizzat Allah kat kat verecektir.

    Üç aylar denilince şüphesiz ki akla mübarek kandil geceleri gelir. Regaip’le başlayan Miraç, Berat ve Kadir gecesiyle devam eden bu nur halkaları içimizi ve dışımızı mamur eder; ruhumuzu manevî kirlerden arındırır.

    Üç aylar içerisinde yer alan mübarek gecelerden biri de Berat kandilidir. “Berat” kelimesi, günahtan, suçtan, borç ve cezadan kurtulmak manalarına gelir. Müslümanların, Yüce Allah’ın bağışlamasıyla günahlardan kurtulacağı umularak bu geceye Berat gecesi denmiştir. Berat Gecesi, Şaban ayının on dördünü on beşine bağlayan gecedir. Bu mübarek gece aynı zamanda Ramazan ayının habercisidir. Ruhlarımızın Ramazana hazırlanması ve temizlenmesi için bir dönüm noktasıdır. Bu gecenin feyiz ve bereketi saymakla bitmez. Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor:

    “Apaçık kitaba yemin olsun ki, Biz Kur’an’ı mübarek bir gecede indirdik. Biz, gerçekten uyarıcıyız. O mübarek gecede, her hikmetli iş katımızdan bir emirle ayırt edilir...”(Duhan, 44/1–4)

    Söz konusu bu ayette geçen, mübarek geceden maksat; bir ihtimale göre Berat gecesidir. Çoğu tefsir bilginlerinin görüşüne göre, bu mübarek gece, ‘Kadir’ gecesidir. İkrime ve daha bazıları ise Şaban’ın yarısı gecesi demişlerdir. Bazı görüşlere göre Kur’an bu gecede, Yedinci semadan dünya semasına indirildi. Kadir gecesinde ise ilk kez Peygamber Efendimize indirilmeye başlandı. Bu ayrıntının bilinmesi gerekir. Fakat en doğrusunu ancak Allah bilir. Bu gecede önemli işlerin seçimi ve ayırımı yapılır.

    Bu geceyi ibadetle geçirenlere yardımcı olması gayesiyle Allah tarafından melekler gönderilir. Bu gece bağışlanma ve af gecesidir. Bu gecede yapılan ibadetlerin fazileti çok büyüktür. Bu gecede Peygamberimize şefaat yetkisinin tamamı verilmiştir. Resulullah Efendimiz bu gecenin fazilet ve bereketiyle alâkalı olarak şu mübarek sözleri irat etmiştir:

    “Yüce Allah bu gece ümmetine öyle rahmet eder ki Kelb kabilesinin koyunlarının kıllar sayısınca…”

    “Yüce Allah bu gece bütün Müslümanlara mağfiret buyurur ancak kâhin, sihirbaz yahut çok kin güden veya içkiye düşkün olan yahut ana babasını inciten veya zinaya ısrarla devam eden müstesna...”

    “Şaban ayının on beşinci gecesini ibadetle geçirin, gündüzünde de oruç tutun. Çünkü yüce Allah, bu gece dünya semasına rahmetiyle tecelli eder ve ‘tevbe eden yok mu, onu affedeyim. Rızık isteyen yok mu, ona rızık vereyim, hastalığından şifa isteyen yok mu, ona şifa vereyim. Yok mu şunu isteyen, yok mu bunu isteyen’ der. Bu durum, sabaha kadar devam eder”

    “Bu gece göklerin kapıları açılır, melekler müminlere müjde verir, ibadete teşvik ederler.”

    “Ameller, bu ayda âlemlerin Rabbi yüce Allah’a arz edilir. Ben de amellerimin oruçlu iken Allah’a arz edilmesini isterim”

    “Bu yıl içinde doğacak her çocuk, bu gece deftere geçirilir. Bu yıl içinde öleceklerin isimleri, bu gece özel deftere yazılır. Bu gece herkesin rızkı tertip olunur. Bu gece herkesin amelleri (işleri) Allahü teâlâya arz olunur.”

    “Berat gecesini ganimet, fırsat biliniz! Çünkü belli bir gecedir. Şaban’ın on beşinci gecesidir. Kadir gecesi, çok büyük ise de, hangi gece olduğu belli değildir. Bu gece, çok ibadet yapınız. Yoksa kıyamet günü pişman olursunuz.”

    Mübarek gün ve geceler nefsimizi sorgulamak, gidişatımıza yeni ve nuranî bir yön vermek için birer vesile olmalıdır. Manevi değerlerin iyice aşındığı ve unutulduğu bu ahir zaman diliminde bu kutlu geceler sıkışan ruhlarımızın soluklanması için iyi bir sebep teşkil ederler. Bu vakitleri verimli bir şekilde ihya etmek menfaatimizedir.

    Günümüz insanı kalabalıklar içerisinde yalnızlık yaşıyor. Çünkü kalabalıklar onun değerlerini yansıtmıyor. Özellikle Müslümanlar gurbet ve hicret hayatı yaşıyor desek yeridir. Nereye giderseniz gidin Allah’ı, ölümü ve ahireti hatırlatan her şey gözlerimizden uzak tutulmaya çalışılmaktadır. Bu hakikatleri ancak yılın belli gün ve gecelerinde tadımlık olarak hatırlayabiliyoruz. Bunlar da sembolik olmaktan öteye gitmiyor.

    Gelin bu mübarek Berat gecesinin arifesinde kendimize bir çekidüzen verelim. Mahşer günü Rabbimiz bizi hesaba çekmeden nefsimizi sorgulayıp yargılayalım. Nereden geldiğimizi, niçin burada bulunduğumuzu ve nereye gideceğimizi düşünelim. Bir yıl içerisinde gerçekleşecek hadiselerin defterlere geçildiği Berat gecesine bambaşka ve arınmış bir insan olarak girelim. Bu geceyi fırsat, bereket, rahmet ve ganimet olarak bilip öylece kıymetlendirelim. Gerçek manada gecenin adına münasip bir biçimde beraat edelim.

    Sözlerimin sonunda tüm Müslüman âleminin Berat kandilini en içten dileklerimle kutluyor, bu kutlu gecenin zulüm ve ölüm kıskacında yaşayan esir Müslümanlara çıkış yolu aralamasını yüce Allah’tan niyaz ediyorum. Allah bütün müminlerin yâr ve yardımcısı olsun.

  • türkü

    07.09.2006 - 12:50

    “TÜRKÜLER BİZİ SÖYLER”

    M.NİHAT MALKOÇ

    Yürek yanığımız, hasretimiz, umudumuz ve soluğumuzdur türküler… Onlar ki Anadolu’nun bin yıllık çile kabında pişerek olgunlaşmışlardır. Türkülerle coşmuş, ağlamış, yavuklumuza duyduğumuz hissiyatı onlarla dile getirmişiz. Onlar bizim sırdaşımız, yoldaşımız ve arkadaşımızdır. Onlar hayatın ağır yükünü omuzlayan halkımızın terennümleridir. İçimiz hüzne boğulduğunda onların ferah ikliminde soluk alırız.

    Son yıllarda türküler bilinçli bir biçimde unutturulmak istenmektedir. Halk müziği göz ardı edilmekte, Batı müziği ön plana çıkarılmaktadır. Gençler, kültürümüzle uzaktan yakından alâkası olmayan gürültü kabilinden bir müziğe yönlendirilmektedir. Pop denilen bu tarz, insanlarımızı sükûnete ve huzura kavuşturmak yerine iyice asabileştirerek strese sokmaktadır. Türk şiirinin mühim simalarından, Beş Hececilerden Faruk Nafiz Çamlıbel bu durumu ‘Sanat’ adlı şiirinde veciz bir şekilde dile getirmişti:

    “Fırtınayı andıran orkestra sesleri
    Bir ürperiş getirir senin sinirlerine,
    Istırap çekenlerin acıklı nefesleri
    Bizde geçer en yanık bir musiki yerine”

    Tarih boyunca millet olarak kurtuluşu hep Batıda aradık. Bunun uğrunda bin yıllık değerlerimizden feragat ettik. Hatta dinî inançlarımızı da zaman zaman askıya aldık. Türküler yerini şarkılara; horon, zeybek, efe yerini tango ve onun türevleri olan modern danslara; hat sanatı, minyatür ise yerini ‘nü’ tarzı resimlere bıraktı. Fakat bazı şer odaklarının yoğun gayretlerine rağmen geleneksel değerlerimiz tümüyle silinemedi. Çünkü insanî yapımız ve ruhî dinamiklerimiz Batının toplama değerlerini sindirmekte zorluk çekti. Hatta hazımsızlık nedeniyle bazılarını kustu. ‘Her şey aslına rücû eder’ anlayışı gereği bizler de bir şekilde özümüze dönme eğilimine girdik. Büyük halk şairi Âşık Veysel, Batılı toplama değerlere karşı tavrımızı ve kararlılığımızı şu dörtlüklerinde ifade etmiştir:

    “Dünya dolsa şarkıyılan / Türküz türkü çağırırız
    Yola gitmek korkuyulan / Türküz türkü çağırırız

    Bayramlarda düğünlerde / Toplantıda yığınlarda
    Sıkılınca dar günlerde / Türküz türkü çağırırız”

    Bütün bu olumsuzluklara rağmen Türk kültürünün temel dinamikleri arasında yer alan türküleri yaşatmak ve geniş kitlelere yaymak için gayret içerisinde olan kişi ve kurumlar da vardır. Onlar kısıtlı imkânlarıyla da olsa türküleri gün yüzüne çıkarıp gündeme oturtuyorlar. Bu kişilerden birisi de Ali Rıza Malkoç’tur. Uzaktan da olsa akrabam olan bu türkü sevdalısı genç araştırmacı, derlediği türküleri ‘Türküler Bizi Söyler’ adı altında kitap haline getirmiştir. Daha evvel birinci, ikinci ciltleri okuyucuyla buluşan eserin üçüncü cildi de hazırlanmıştır.

    ‘Türküler Bizi Söyler’ derleme kitabının birinci cildinde farklı yörelerden harmanlanmış 255 tane türkü sözü ve açıklamalarını, okunduğu şekilde yazılmış, nakarat ve tekrar kısımlarını ayrıntılı şekilde bulacaksınız. Her türkünün alt kısmına; kaynak kişi, yöre adı ve sözlük eklenmiştir. Ayrıca her türkü sözünün alt kısmında birer tane olmak üzere, toplam 255 adet seçme, güzel söz kitapta yer almıştır. Alfabetik söz indeksinde ayrıca yöre adları da yazılmıştır. Kitabın sonunda ise âşıklar, ozanlar, kaynak kişiler, eğitimci ve sanatçılardan toplam 52 kişinin kısa özgeçmişi bulunmaktadır. Esere ayrıca yazarın, halk edebiyatı ölçülerine göre yazılmış üç adet şiiri de eklenmiştir. Serinin ikinci kitabında da 255 türkü sözüyle karşılaşacaksınız. Türküler il il, bölge bölge sıralanmıştır. Ayrıca söz indeksi alfabetik olarak düzenlenmiştir. Dilerseniz, pabuçlarının dama atılma arifesinde büyük bir duyarlılık ve sorumlulukla türküleri bir ışık olarak bize sunan ve yolumuzu aydınlatan Ali Rıza Malkoç’u biraz tanıyalım:

    Türkülere yürekten sevdalı olan Ali Rıza Malkoç,1965’te Samsun’da doğmuştur. İlkokul ve ortaokulu Samsun’da okumuştur. Lise öğrenimi Samsun Teknik Lise, Elektrik Bölümünde tamamlamıştır. Eskişehir Anadolu Üniversitesi İktisat Fakültesinden mezun olmuştur. Bir dönem Zaman Gazetesi Samsun bölge temsilciliği görevinde bulunmuştur. Bursa Aktif Genç İşadamları Derneği’nde yedi yıl daimi Genel Sekreterlik görevinde bulunmuştur. Değişik sektörlerde teknik ve mali işlerde görev yapmıştır. 1999’da ilk internet gazetelerinden ‘mail gazete.com’ u yayınlamıştır. 2000 yılından beri, Anadolu Pazarı firma unvanı ve Hizmet Ofisi markasıyla, internet, iletişim ve bilişim projeleri alanında ticarî faaliyetini sürdürmektedir. 2004 Yılında “Türküler Bizi Söyler “ adlı kitabının birinci cildini yayınladı. 2005 yılında “Türküler Bizi Söyler “ adlı kitabının ikinci cildini türkü dostlarına sundu. 13 yıldan beri Bursa’da ikamet etmektedir. 2005 yılından beri halk şiiri yazmaktadır. Sivaslı Ozan Sentezi’den heceli halk şiiri tekniği konusunda dersler almıştır.

    Netice olarak şunu söylemek istiyorum: Türküler şer odakların gayretlerine rağmen bizler yaşadıkça yaşayacaktır. Çünkü adı üzerinde onlar Türk’e ait(Türkî, Türkü) olma vasfını taşımaktadırlar. Bu millet, değerlerinden kolaylıkla vazgeçecek ve teslim olacak kadar zayıf değildir. Türküler her şeye rağmen yaşayacaktır. Türküleri yaşatma ve tanıtma yolunda gayret sarfeden Ali Rıza Malkoç’u ‘Türküler Bizi Söyler’ adlı derlemesinden dolayı kutluyorum. Kendisinden seriyi devam ettirmesini rica ediyorum. Siz kıymetli okuyuculardan da bu gibi eserlere itibar etmenizi, alıp okumanızı istirham ediyorum.

  • berat kandili

    05.09.2006 - 11:55

    BERAT GECESİNİN NURANÎ ESİNTİSİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Üç ayların gelmesiyle beraber gönül dünyamız bir başka şenlendi. Rahmet ve bereketin sağnak sağnak müminlerin üzerine yağdığı bu aylarda bizler de maneviyat denizine sair zamanlara nazaran daha çok dalar olduk. Ne mutlu bu aylarda Allah’ın emrettiği şekilde İslâmı yaşayan ve yaşatanlara! … Onların mükâfatını bizzat Allah kat kat verecektir.

    Üç aylar denilince şüphesiz ki akla mübarek kandil geceleri gelir. Regaip’le başlayan Miraç, Berat ve Kadir gecesiyle devam eden bu nur halkaları içimizi ve dışımızı mamur eder; ruhumuzu manevî kirlerden arındırır.

    Üç aylar içerisinde yer alan mübarek gecelerden biri de Berat kandilidir. “Berat” kelimesi, günahtan, suçtan, borç ve cezadan kurtulmak manalarına gelir. Müslümanların, Yüce Allah’ın bağışlamasıyla günahlardan kurtulacağı umularak bu geceye Berat gecesi denmiştir. Berat Gecesi, Şaban ayının on dördünü on beşine bağlayan gecedir. Bu mübarek gece aynı zamanda Ramazan ayının habercisidir. Ruhlarımızın Ramazana hazırlanması ve temizlenmesi için bir dönüm noktasıdır. Bu gecenin feyiz ve bereketi saymakla bitmez. Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor:

    “Apaçık kitaba yemin olsun ki, Biz Kur’an’ı mübarek bir gecede indirdik. Biz, gerçekten uyarıcıyız. O mübarek gecede, her hikmetli iş katımızdan bir emirle ayırt edilir...”(Duhan, 44/1–4)

    Söz konusu bu ayette geçen, mübarek geceden maksat; bir ihtimale göre Berat gecesidir. Çoğu tefsir bilginlerinin görüşüne göre, bu mübarek gece, ‘Kadir’ gecesidir. İkrime ve daha bazıları ise Şaban’ın yarısı gecesi demişlerdir. Bazı görüşlere göre Kur’an bu gecede, Yedinci semadan dünya semasına indirildi. Kadir gecesinde ise ilk kez Peygamber Efendimize indirilmeye başlandı. Bu ayrıntının bilinmesi gerekir. Fakat en doğrusunu ancak Allah bilir. Bu gecede önemli işlerin seçimi ve ayırımı yapılır.

    Bu geceyi ibadetle geçirenlere yardımcı olması gayesiyle Allah tarafından melekler gönderilir. Bu gece bağışlanma ve af gecesidir. Bu gecede yapılan ibadetlerin fazileti çok büyüktür. Bu gecede Peygamberimize şefaat yetkisinin tamamı verilmiştir. Resulullah Efendimiz bu gecenin fazilet ve bereketiyle alâkalı olarak şu mübarek sözleri irat etmiştir:

    “Yüce Allah bu gece ümmetine öyle rahmet eder ki Kelb kabilesinin koyunlarının kıllar sayısınca…”

    “Yüce Allah bu gece bütün Müslümanlara mağfiret buyurur ancak kâhin, sihirbaz yahut çok kin güden veya içkiye düşkün olan yahut ana babasını inciten veya zinaya ısrarla devam eden müstesna...”

    “Şaban ayının on beşinci gecesini ibadetle geçirin, gündüzünde de oruç tutun. Çünkü yüce Allah, bu gece dünya semasına rahmetiyle tecelli eder ve ‘tevbe eden yok mu, onu affedeyim. Rızık isteyen yok mu, ona rızık vereyim, hastalığından şifa isteyen yok mu, ona şifa vereyim. Yok mu şunu isteyen, yok mu bunu isteyen’ der. Bu durum, sabaha kadar devam eder”

    “Bu gece göklerin kapıları açılır, melekler müminlere müjde verir, ibadete teşvik ederler.”

    “Ameller, bu ayda âlemlerin Rabbi yüce Allah’a arz edilir. Ben de amellerimin oruçlu iken Allah’a arz edilmesini isterim”

    “Bu yıl içinde doğacak her çocuk, bu gece deftere geçirilir. Bu yıl içinde öleceklerin isimleri, bu gece özel deftere yazılır. Bu gece herkesin rızkı tertip olunur. Bu gece herkesin amelleri (işleri) Allahü teâlâya arz olunur.”

    “Berat gecesini ganimet, fırsat biliniz! Çünkü belli bir gecedir. Şaban’ın on beşinci gecesidir. Kadir gecesi, çok büyük ise de, hangi gece olduğu belli değildir. Bu gece, çok ibadet yapınız. Yoksa kıyamet günü pişman olursunuz.”

    Mübarek gün ve geceler nefsimizi sorgulamak, gidişatımıza yeni ve nuranî bir yön vermek için birer vesile olmalıdır. Manevi değerlerin iyice aşındığı ve unutulduğu bu ahir zaman diliminde bu kutlu geceler sıkışan ruhlarımızın soluklanması için iyi bir sebep teşkil ederler. Bu vakitleri verimli bir şekilde ihya etmek menfaatimizedir.

    Günümüz insanı kalabalıklar içerisinde yalnızlık yaşıyor. Çünkü kalabalıklar onun değerlerini yansıtmıyor. Özellikle Müslümanlar gurbet ve hicret hayatı yaşıyor desek yeridir. Nereye giderseniz gidin Allah’ı, ölümü ve ahireti hatırlatan her şey gözlerimizden uzak tutulmaya çalışılmaktadır. Bu hakikatleri ancak yılın belli gün ve gecelerinde tadımlık olarak hatırlayabiliyoruz. Bunlar da sembolik olmaktan öteye gitmiyor.

    Gelin bu mübarek Berat gecesinin arifesinde kendimize bir çekidüzen verelim. Mahşer günü Rabbimiz bizi hesaba çekmeden nefsimizi sorgulayıp yargılayalım. Nereden geldiğimizi, niçin burada bulunduğumuzu ve nereye gideceğimizi düşünelim. Bir yıl içerisinde gerçekleşecek hadiselerin defterlere geçildiği Berat gecesine bambaşka ve arınmış bir insan olarak girelim. Bu geceyi fırsat, bereket, rahmet ve ganimet olarak bilip öylece kıymetlendirelim. Gerçek manada gecenin adına münasip bir biçimde beraat edelim.

    Sözlerimin sonunda tüm Müslüman âleminin Berat kandilini en içten dileklerimle kutluyor, bu kutlu gecenin zulüm ve ölüm kıskacında yaşayan esir Müslümanlara çıkış yolu aralamasını yüce Allah’tan niyaz ediyorum. Allah bütün müminlerin yâr ve yardımcısı olsun.

  • Lübnan

    30.08.2006 - 01:18

    GİTME MEHMED’İM! ...

    M.NİHAT MALKOÇ

    İsrail’in, kaçırılan iki askerini bahane ederek başlattığı Lübnan Savaşı’nda binin üzerinde masum insan hayatını kaybetti. Onların iki üç katı miktarda insan da sakatlandı. Binlerce kişi de evsiz kaldı. İsrailli askerler uzun menzilli akıllı füzelerle Lübnan’da taş taş üstünde bırakmadı. Batılı devletler, ABD ve Birleşmiş Milletler bu katliama göz yumdu.

    İsrail yapacağını yaptıktan sonra BM ateşkeste arabulucu oldu. Hafızalarınızı yoklarsanız tarih boyunca İsrail’in BM kararlarına uymadığını görürsünüz. Bu son savaşta da aynısı yaşandı. İsrail koca BM’yi takmadı bile… Şimdi BM, Lübnan’da konuşlandırmak üzere barış gücü oluşturuyor. Fakat bu nasıl bir barış gücüdür ki İsrail’in istediği devletlerden asker çağrılıyor. Tabir caizse hırsıza anahtar teslim ediliyor.

    BM’nin, Lübnan’da barış gücü oluşturma gayretleri bütün hızıyla sürüyor. Bununla ilgili olarak geçenlerde elli ülkenin yetkililerinin katıldığı geniş çaplı bir toplantı yapıldı. Bu toplantıya Türk yetkililer de katıldı. Bu demektir ki Türkiye; Kore, Somali, Bosna-Hersek, Afganistan gibi ülkelerden sonra Lübnan’a da asker gönderecek. Fakat bunun için bir tezkere hazırlanması ve TBMM’den geçmesi gerekir.

    Bilindiği gibi yakın tarih içerisinde Irak’a asker göndermemiz için ABD ısrarcı olmuştu. Fakat bunun için hazırlanan tezkere TBMM genel kurulundan geçmemişti. Bu Türkiye’nin, daha doğrusu ülkemizi yönetenlerin ABD’ye karşı biraz da mahcup olmasına zemin hazırlamıştı. Böyle bir olumsuzluğun tekrar yaşanmaması için şimdi hükümet işi sıkı tutuyor. Bununla birlikte son zamanlarda Ankara’da Lübnan’a askeri güç gönderilmesi tartışmaları hız kazandı. Muhalefet Lübnan’a asker gönderme girişimine şiddetle karşı çıkıyor. Fakat Türkiye’de muhalefet demek, hükümetin dediğinin tersini yapmak demektir. Onun için muhalefetin bu kararının sosyal bir derinliğinin olduğunu düşünmüyorum.

    Gidişat öyle gösteriyor ki üçüncü tezkere yolda… Hükümet, Cumhurbaşkanı Sezer’in karşı olmasına rağmen Lübnan’da konuşlandırılacak barış gücüne asker gönderme kararında ısrarcı görünüyor. Yakında Meclis tezkere için olağanüstü toplanacak. Alınan karar doğrultusunda hareket edilecek. Öyle görünüyor ki bu üçüncü tezkere hükümete bağlı milletvekillerince kabul edilecek. Çünkü önümüz seçim! … Başbakan’ın kararlı tutumu karşısında hiçbir milletvekili gelecek seçimleri göz ardı ederek olumsuz oy verme gözü pekliğini gösteremez. Çünkü herkesin geleceğe dönük bir hesabı vardır. Yanlış hesap Bağdat’tan dönmese de Beyrut’tan geri dönebilir.

    Bu milletin evlatlarını sınır ötesine göndermek çok büyük riskleri de beraberinde getirir. Hele askerlerin gönderileceği ülke Lübnan gibi bir cehennemse karar verirken bir değil, birkaç kere düşünülmesi, ellerin vicdana koyularak karar alınması gerekir. Çünkü bu ülke bundan yarım asır evvel Kore’de önemli ve acı tecrübeler yaşadı. Sütten ağzı yananın yoğurdu üfleyerek yemesi bir deyimden öte, tecrübelerin ehemmiyetini gösteren yaşanmış bir vakadır. Onun için bu gibi millî konularda kılı kırk yarma mecburiyetimiz vardır.

    Türkiye, dünyanın hassas bir bölgesindedir. Tarihten aldığımız sorumlulukla etrafımızda bir denge unsuru olma yükümlülüğümüz vardır. Etrafımız, özellikle Ortadoğu tam bir barut fıçısı… Bin yılı aşkın bir süreden ibaret devlet geleneği ve tecrübesi olan bizler, henüz devlet ve millet şuuruna erişememiş bu yeni yetme topluluklara yol göstermek zorundayız. Zaman zaman onların birikmiş gazını almalıyız ki nâhoş hadiseler yaşanmasın. Lâkin bataklıktan can kurtarırken bataklıkta boğulma riski de vardır. Bu konuda çok temkinli olma ve bilerek hareket etme gereği gün gibi ortadadır. Ucuz kahramanlık, asırlık devletlerin tavrı değildir. Kaş yapayım derken göz çıkarmamalıyız.

    Ben, oldum olası Batıya ve ABD’ye güvenmemişim. Bunu önyargı sanmayın. Zira onlar bize hiçbir zaman hayırlı rüya görmemişlerdir. Onların bizim için gördükleri rüyalar nedense hep kâbusla neticelenmiştir. Onun için biraz abartılı olsa da ben Batının ve ABD’nin söylemlerinin tersini yaptığımızda düzlüğe çıkacağımıza inanıyorum. Onlar bizleri, oluşturdukları organizasyonlara heves içerisinde almaya çalışıyorlarsa bu işin içinde bir bit yeniği olduğu şüphesine kapılırım. Bu siyaset bilimi ve siyaset etiği açısından geçer akçe kabul edilmese de, içimde böyle bir his hâsıl olur. Bu benim şahsî sağduyumdur. Fakat bu sağduyu beni genellikle yanıltmamıştır.

    Şahsen Lübnan’a asker gönderilmesi taraftarı değilim. Çünkü bu bölgede ateşkes ilan edilmişse de bu topraklarda büyük bir belirsizlik hâkimdir. Yarın neler olacağını kimse kestiremez. Tarihte Ortadoğu her zaman riskli bölgelerden olmuştur, bugün de öyledir. Bu nedenle iki düşünülüp bir karar verilmesinde sayısız faydalar vardır.

    Bizler Lübnan’a Müslüman kardeşlerimizin zarar görmemesi için gidiyoruz; İsrail’in menfaatleri için değil… Lâkin onların hamiliğini yaparken vatan evlatlarının da zarar görmemesi esastır. Askerimiz bizim gözbebeğimizdir. Onların kılına zarar gelmesi bizi derinden yaralar. Yarın Lübnan topraklarında Türk askerine yönelik saldırılar olursa bunun altından kalkamayız. Hem bunu kimseye izah edemeyiz. Doğu ve Güneydoğu’dan yükselen feryatlara Lübnan’ı eklemek istemiyoruz.

    Savaş telalığı yapmak istemiyorum ama gelecekte Üçüncü Dünya Savaşı çıkacaksa bunun vaki olacağı coğrafya Ortadoğu’dur. Bazıları bunun bir an evvel gerçekleşmesi için kabuklaşan yaraları kaşıyarak kanatıyor. Sanki yeni bir oyun için sahne ve zemin hazırlanıyor. Onun için ben Lübnan’da barış gücü oluşturma gayretlerine şüpheyle bakıyorum.

    Batı, ABD ve BM, binin üzerinde Lübnanlının ölmesini istemeseydi yaşanan kanlı savaşı bu noktaya gelmeden bitirirdi. Fakat öyle yapmadılar. Ortadoğu’nun yedi başlı yılanı olarak tabir edebileceğimiz İsrail yılanına sınırsız kredi tanıdılar. Şimdi de İsrail’in yeni istek ve planları doğrultusunda böyle bir girişimde bulunuyorlar. Bundan hayır hâsıl olacağını düşünmüyorum. Türkiye barış gücüne destek olma konusunda acele davranmamalıdır. Belli bir süre boyunca yaşananları ve yaşanacakları gözlemlemelidir. Aksi takdirde dönülmez yollara sap(tırıl) mış olabiliriz.

    Türkiye yeni sancıları ve yeni yıkımları kaldıracak güçte ve konumda değildir. Delikanlı ve lider ülke dolduruşlarına gelip sonu belli olmayan hovardalıklara tevessül etmeye hiç mi hiç gerek yoktur. Ben yurdunu canından aziz bilen bir vatandaş olarak şunu söylüyorum: “Gitme Mehmet’im…” Son olarak da şunu hatırlatmak istiyorum: “Son pişmanlık fayda etmez.” Cenabı Allah karar mekanizmalarının başında bulunanlara akıl, insaf ve sağduyu nasip etsin.(Âmin)

  • Savaş ve Barış

    29.08.2006 - 01:14

    DÜNYA BARIŞ GÜNÜ MÜ DEMİŞTİNİZ! ...

    M.NİHAT MALKOÇ

    Barış bütün zamanlar içerisinde insanlığın hep esas özlemi olduğu halde bir türlü tam manasıyla tesis edilememiştir. Halk hep barış ve dostluktan yana olmasına rağmen dünyayı yönlendiren liderler küçük hesaplar peşinde koşarak şiddetin ve nefretin saltanatını devam ettirmişlerdir. Onun için de arzulanan barış bir ütopya olarak hep uzağımızda kalmıştır. Olan yine savaşta ölenlere ve cepheye sürülenlere olmuştur. Liderler her zamanki gibi kendilerini güvenlik çemberi içerisinde muhafaza etmişlerdir. Onların kılına zarar gelmemiştir. Barış deyince benim aklıma hep Can Yücel'in şu dörtlüğü gelir:

    'Koyunlar keçiler ve koçlar için
    Ne kadar bayramsa Kurban Bayramı
    Bu barış var ya, bu barış
    Cephedekiler için o kadar barış'

    İnsanın en tabii haklarının başında yaşama hakkı gelir. Hiç kimsenin yaşama hakkına kastedilemez. Birilerinin çıkarlarının yerine gelmesi ve planlarının tutması için başkaları feda edilemez. Hangi dinden ve hangi milletten olursa olsun insanlar yaşama hakkı hususunda eşittirler. Kimsenin kimseye üstünlüğü yoktur, olmamalıdır. Bunun böyle bilinmesi gerekir. Tüm insanlar özgür; onur ve haklar bakımından eşit doğar; birbirlerine karşı kardeşlik anlayışıyla davranır. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin ilk on maddesinde özetle insana dair şu haklar sıralanır:

    'Herkes; ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal ya da başka bir görüş, ulusal ve toplumsal köken, doğuş ya da benzeri başka bir statü gibi herhangi bir ayrım gözetilmeksizin tüm hak ve özgürlüklere sahiptir. Herkesin yaşama ve kişi özgürlüğü ve güvenliğine hakkı vardır. Kimse, kölelik ya da kulluk altında tutulamaz; kölelik ve köle ticareti her türüyle yasaktır. Hiç kimseye işkence ya da zalimce, insanlık dışı ya da onur kırıcı davranış ve ceza uygulanamaz. Herkesin, nerede olursa olsun yasa önünde bir kişi olarak tanınma hakkı vardır.

    Herkes yasa önünde eşittir ve ayrım gözetilmeksizin yasa tarafından eşit korunma hakkı vardır. Herkesin anayasa ya da yasayla tanınmış temel haklarını çiğneyen eylemlere karşı yetkili ulusal mahkemeler eliyle etkin bir yargı yoluna başvurma hakkı vardır. Hiç kimse keyfi olarak yakalanamaz, tutuklanamaz ve sürgün edilemez. Herkesin, hak ve yükümlülükleri belirlenirken ve kendisine herhangi bir suç yüklenirken tam bir eşitlikle bağımsız ve yansız bir mahkeme tarafından hakça ve açık bir yargılanmaya hakkı vardır.'

    İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nde bu haklar uzayıp gidiyor. Fakat bu hakların pratikte geçerliliği ve uygulanabilirliği ne kadardır? Asıl ele alınması gereken budur. Bütün mesele buradadır. Bu beyanname metnini yazanlar ve altına imza koyanlar söz konusu hakları en çok ihlal edenlerdir. Bunu günümüzde tüm çıplaklığıyla görüyoruz.

    Bugün Irak'ta, Afganistan'da, Lübnan'da, Filistin'de, Çeçenistan'da, Doğu Türkistan'da, Keşmir'de ve daha ismini sayamadığım dünyanın pek çok bölgesinde kadın ve çocuk demeden insanlar öldürülüyor, yaralanıyor, ırzına geçiliyor, işkenceye tabi tutuluyor. Bunları yapanlar da isimlerinin önüne 'demokrat, medenî' sıfatlarını koyan sözüm ona Batılı devletler ve özellikle ABD'dir. Adama sorarlar 'Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu' diye! ... Fakat vicdanlar sağırlaşınca kulaklar duymaz, gözler görmez olur. Onlar söylediklerinin tam tersini yaparlar, üstelik yaptıklarını da utanmadan savunmaya, şirin göstermeye kalkarlar.

    Dünyanın jandarmalığına soyunan ABD Irak'a ve Afganistan'a girmek gerekçesini 'demokratikleşme' zemini oluşturma olarak açıklamadı mı? Bu ne biçim demokratikleşmedir ki her gün onlarca insan ölüyor, bir o kadar da yaralanıyor, su misali oluk oluk kan akıyor. Kelimenin tam anlamıyla taş taş üstünde bırakılmıyor. Kardeşler birbirine düşürülüyor. Bütün bunlar olurken bir yandan da gizli gizli petrol sevkıyatı yapılıyor. Sizin insan haklarınızı ve demokrasinizi sevsinler! ... Sizden demokrasi isteyen mi oldu, koşup geldiniz. Gölge etmeyin başka ihsan istemeyiz sizden…

    Bilindiği gibi her yıl Eylül ayının birinci günü bütün dünyada 'Dünya Barış Günü' olarak kutlanır. Gün boyunca barış, demokrasi, insan hakları, özgürlük gibi konularda sosyal mesajlar verilir. Fakat eylülün ikisinde savaş, katliam ve işkencelere kalındığı yerden devam edilir. Her şey bir anda unutulur.

    Barış gününün de bir hikâyesi vardır... Tarihî malumatlarımızı yokladığımızda İkinci Dünya Savaşı'nın 1 Eylül 1939'da Nazilerin Polonya'yı işgaliyle başladığı görülür. Bu tarihte başlayan savaş, ardında elli iki milyon ölü, milyonlarca yaralı, sakat ve moloz yığını haline gelmiş kentler ile acı ve gözyaşı bırakmıştır. Bu kirli savaş, Mayıs 1945'de son bulmuştur. İnsanlık tarihinin bu en acımasız, en kanlı ve en kirli savaşının başladığı gün, yani 1 Eylül, Dünya Barış Günü olarak kabul edilmiştir. Fakat bu gündeki dilek ve temenniler bir sürü kuru laftan öteye gitmemiştir.

    Yine bir Dünya Barış Gününün sene-i devriyesindeyiz. Dört bir yanımızda savaşlar ve kanlı çatışmalar sürüyor. ABD'nin ve yandaşlarının Irak işgali(pardon demokratikleştirme faaliyeti! ...) devam ediyor. İsrail, Filistin ve Lübnan'a saldırıp taş taş üstünde koymuyor. Rusya, Çeçenlere özgürce yaşama hakkı tanımıyor. Afganistan'da piyonlar, şahı devirip mat etmenin peşindeler. Herkesin kanlı bir hesabı var. Böyle bir manzara karşısında barış türküleri söylemek ne kadar da uygun düşüyor! ...İnsanın gözleri yaşarıyor! ...

    Yeni bir Dünya Barış Gününün yıldönümündeyiz. Bugün bu acıklı manzara karşısında hiçbir şey olmamış gibi yine bozuk plaklar çalınacak. Barış mesajları irat edilecek. Fakat bu süslü sözler havanda su dövmekten öteye gitmeyecek. Ustaca kurulmuş içi boş cümleler akan kanı durdurmayacak… Ne diyelim barış, sevgi ve hoşgörü ufukta görünmese de içimizde hâlâ umut var. Zaten umudun tükendiği yerde hayat da tükenmiş demektir.

    Pardon anlayamadım! ... Dünya Barış Günü mü demiştiniz? Şimdi anlar gibi oldum… Barış haa, barış! …Eee ne diyelim Dünya Barış Günü mazlumlara olmasa da; Filistin ve Lübnan'ı yerle bir eden İsrail'e, Irak ve Afganistan'ı kan gölüne çeviren ABD'ye, onun sadık finosu İngiltere'ye, Çeçen liderleri bir bir öldüren Rusya'ya, Keşmir'i ikide bir kaşıyan Hindistan'a, Doğu Türkistan Türklerine işkence üstüne işkenceler eden Çin'e, Balkanlar'ın huzurunu kaçıran Sırbistan'a kutlu olsun…. Biz neyiz ki! ...Barış da, savaş da onların hakkıdır.

  • malazgirt savaşı

    28.08.2006 - 23:02

    935.YILINDA MALAZGİRT ZAFERİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Millet olmak sanıldığı kadar kolay bir şey değildir. Bu belli bir süreci gerektirir. Devlet olabilirsiniz ama millet olamayabilirsiniz. Dünyada toplama devletlerin yanında, millet devletler de vardır. Bugünkü Türkiye, millet devletlerin en dikkate değer olanıdır. Fakat bu, Cumhuriyetle gerçekleşmiş bir durum değildir. Millet olma sürecimizi Göktürklere kadar götürebiliriz. Hatta biraz daha zorlarsanız daha da gerilere gidebilirsiniz.

    Toplama devletler çözülmeye ve dağılmaya müsait bir sosyal yapıya sahiptirler. Oysa millet devletleri birbirine bağlayan, onları sımsıkı kenetleyen tarihî, sosyal ve kültürel bağlar vardır. Bu bağların kopması zannedildiği kadar kolay değildir. Bu çelikten bağlar dış mihrakların tasallutuyla zayıflasa, hatta kopsa da toplum önderleri tarafından belli bir süre sonra tamir edilebilirler. Yeter ki millet tarihini unutmasın, geçmişine sırt çevirmesin.

    Türk milleti tarih içinde çok çetin dönemeçlerden geçmiştir. Fakat hiçbir zaman geçmişle bağlarını koparmamış, geleceğe yönelik olarak hep ümitvar olmuştur. Bunun da semeresini görmüştür. Tam tarihten silindik, silineceğiz derken, esen rahmanî bir rüzgâr bizi tekrar zirveye taşımıştır. Allah, dinine ve davasına hizmet edenlerden rahmetini esirgemez, tarih boyunca da esirgememiştir; kanaatimiz odur ki bundan sonra da esirgemeyecektir.

    Türklerin Anadolu'ya açılışını ve bugünkü toprakları yurt edişini sağlayan vesile, Malazgirt ovasında yapılan, tarihe mal olmuş o dehşetli savaştır. Bu mühim savaş Büyük Selçuklu Devleti Sultanı Alparslan ile Bizans İmparatoru Romen Diyojen'in ordusu arasında, 26 Ağustos 1071 tarihinde, Doğu Anadolu'da, Muş'a bağlı Malazgirt Ovasında meydana gelmiştir. Bu muharebe, dinî, millî, siyasî, askerî neticeleri ve Türk-İslâm tarihinin en büyük zaferlerinden biri olması bakımından çok önemlidir. Çünkü bu savaş yepyeni bir dönemin başlangıcıdır. Anadolu'nun Müslümanlaşmasının ilk adımıdır.

    Malazgirt Zaferi, Türk'ün maddî gücünün çok ötesinde, asıl manevî gücünün eseri ve tezahürüdür. Bu bir moral ve inanç savaşıydı. İnancı ve morali üstün olanlar, mübarek neticeyi belirlemiştir. Selçuklu Hükümdarı Alparslan'ın bu büyük zaferi aslında dünya tarihinde de bir dönüm noktası olmuştur. Bu aynı zamanda imanın küfre galebe çalmasının muhteşem bir yansımasıdır. Bu zafer Müslümanların kendini tüm dünyaya kabul ettirişinin zeminini hazırlamıştır. Bundan sonra Haçlılar daha fazla ortak hareket etme ve yekvücut olma ihtiyacı duymuştur. Fakat buna rağmen kaderleri hep hezimet olmuştur. İslam coğrafyasının her köşesinde Türk-İslam ordularının zaferi için hutbelerin okunduğu Malazgirt Meydan Muharebesi, Alparslan'ın şu tarihi konuşmasıyla başlamıştır:

    'Kumandanlarım, askerlerim! Biz ne kadar az olursak olalım, onlar ne kadar çok olursa olsunlar, daha fazla bekleyemeyiz. Bütün Müslümanların minberlerde bizim için dua ettiği şu saatlerde kendimi düşman üzerine atmak istiyorum. Ya muzaffer olur gayeme ulaşırım, ya şehit olur cennete girerim. Bir er gibi savaşa gireceğim. Üzerimde sultanlık belirtisi hiçbir şey yoktur. Şehit olursam, üzerimdeki şu beyaz elbise kefenim olsun. O zaman ruhum göklere çıkacaktır.'

    Büyük Selçuklu hükümdarı Alparslan atından inip secdeye kapandıktan sonra ellerini göğe doğru açarak 'Ya Rabbi! Seni kendime vekil ediyor, azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda savaşıyorum. Ey Allah'ım, niyetim halistir, bana yardım et' diye dua eder. Bu noktadan sonra bütün uzuvları savaşa motive olmuştur.

    Yüce Mevla böyle inançlı ve kararlı bir kulunun duasını hiç geri çevirir mi? Elbette çevirmez, çevirmedi de! ... Onun kararlı ve inançlı tutumu, kendisine tabi olan askerleri de heyecana sevketti. İçinde bir nebze korku ve telaş olanlar da mutmain oldu. Şüphe ve tereddütler izale edildi. Çünkü bu maddî olduğu kadar da psikolojik bir savaştı. Zira bu savaşın neticesi, zaferin sadece insan sayısıyla ve maddî güçle kazanılamayacağını göstermiştir. Çünkü tarihî kaynaklara göre Bizans'ın 200 bin kişilik ordusuna karşı, Selçuklu kuvvetleri 50 bin kadardı. Selçuklular karşılarındaki Bizans ordusunu dörtte bir oranındaki bir kuvvetle yenmesini bilmiştir. Bu azmin ve inancın zaferi değil de nedir? ...

    Malazgirt Zaferi, Türk-İslâm tarihinin eşsiz bir kazanımıdır. Bu zaferi tarih sayfalarına altın yaldızla işlesek yeridir. Çünkü Malazgirt Zaferi sonuçları itibarıyla hem Türk tarihi, hem de dünya tarihi bakımından çok büyük bir önem taşımaktadır. Bu zaferle Anadolu kapıları Türklere ardına kadar açılmıştır. Müslümanlar için derin bir nefes alma zamanı gelmiştir. Bu hayırlı neticenin verdiği güçle ezikliğimizi üzerimizden attık. Artık Anadolu, ebediyen Türk ülkesi oldu. Bu zafer, Türklerin İslam dünyasındaki itibarını ve kredisini artırdı. O güne kadar basite alınan milletimize daha farklı bir gözle bakmaya başladılar. Yani bize bakış açıları değişti. Bu zaferden sonra bize geleceğin lider ülkesi(milleti) olarak bakmaya başladılar.

    Kısacası bütün tarihçiler, Malazgirt'in bütün dünya tarihinde bir dönüm noktası teşkil ettiği fikrinde birleşmektedirler. Bu zaferle ve onun eşsiz kahramanlarıyla ne kadar övünsek azdır. Ne mutlu bize ki o güzel insanların torunları olma şerefini taşıyoruz. Fakat bu onurun ağırlığını kaldırabiliyor muyuz? Bu mevzuda bir kısım tereddütlerim yok değil. Gelin iş işten geçmeden, yozlaşmadan, daha çok bozulmadan o insanlara layık insanlar olmanın mücadelesini verelim. Malazgirt Zaferi'nin 935. yıldönümünü kutlarken sözlerimi destan şairimiz Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu'nun 'Malazgirt Destanı' adlı şiirinden aldığım bir bölümle neticelendirmek istiyorum:

    'Aylardan Ağustos, günlerden Cuma
    Gün doğmadan evvel iklim-i Rum'a
    Bozkurtlar ordusu geçti hücuma
    Yeni bir şevk ile gürledi gökler
    Ya Allah... Bismillah... Allahuekber

    Türk, Ulu Tanrı'nın soylu gözdesi
    Malazgirt Bizans'ın Türk'e secdesi
    Bu ses insanlığa Hakk'ın müjdesi
    Bu seste birleşir bütün yürekler...
    Ya Allah... Bismillah... Allahuekber! ..'

  • Ashâb-ı Kiram

    26.08.2006 - 23:00

    SAHABEDE DAVA VE HİZMET ŞUURU

    M.NİHAT MALKOÇ

    Ashabın İslam tarihi içerisinde müstesna bir yeri vardır. Zira onlar İslâm’ın çelikleşmiş iradesini temsil eden sembolleşmiş inanç heykelleridir. İmanın ateşten bir kor olarak nitelendirildiği bir zamanda bu nurlu simalar bunu ellerinden ve yüreklerinden düşürmemişlerdir. Çünkü onun yere düşmesi manevî bir infilaka sebep olacaktı. Bunun da bedeli şüphesiz ki çok ağırdı. Bedel ödenecekse baştan ödenmeliydi.

    Yüce Rabbimiz ve onun son peygamberi Hz. Muhammed(SAV) İslam davasını sırtlayan sahabilere çok büyük kıymet vermiştir. Onların fedakârlıkları ve muhatap oldukları canhıraş hadiseler, manevî sahada büyümelerine zemin hazırlamıştır. Yüce Mevla’mız bu büyük Allah dostlarını bakın nasıl tavsif ediyor:

    “Muhammed, Allah’ın elçisidir. Ve onunla birlikte olanlar da kâfirlere karşı zorlu, kendi aralarında ise merhametlidirler. Onları, rükû edenler, secde edenler olarak görürsün; onlar, Allah’tan bir fazl (lütuf ve ihsan) ve hoşnutluk arayıp isterler. Belirtileri, secde izinden yüzlerindedir.”(Fecir 48/29)

    Yukarıdaki ayette de belirtildiği gibi sahabeler kâfirlere karşı canlarını ortaya koymuşlardır. Fakat onlara evvelâ İslâmı tebliğ etmişler, müspet cevap alamayınca mücadele yolunu seçmişlerdir. Çünkü bu Allah’ın emriydi. Onlar da emredilene riayet etmişlerdir. Bu yolda yaşanabilecek menfi hadiselere hazırlıklı olmuşlar, asla korkuya kapılmamışlardır.

    İnkârcılara karşı ne kadar şiddetli bir asabiyet içerisindeyseler, öyle de dostlarına karşı son derece müşfiktiler. Birbirlerine karşı çok yumuşak, çok nazik, merhametli hareket ederlerdi. Kur’anî hakikatler üzerinde toplanmaları ve ortak hareket etmeleri son derece kolay olurdu. Onları hep rükû ve secde halinde görürlerdi, o kadar çok ve düzenli namaz kılarlardı ki yüzlerinde secde izi belirirdi. Allah’ın emirlerine karşı itaatkârdılar ve ibadetlerine düşkündüler. Bu güzel hasletleri yüzlerine nur olarak yansımıştı.

    Ashab, Allah’ın birliğini(tevhidi) , Hz. Muhammed’in(SAV) onun kulu ve elçisi olduğu gerçeğini(risaleti) bütün insanlara ikna edici bir surette anlatarak yaşantılarıyla iyi bir mümin prototipi(ilk örnek) olmuşlardır. Bu sanıldığı kadar kolay olmamıştır. Hatta bu uğurda pek çok sahabe hayatını feda edebilmiştir. Onun içindir ki onların İslâmî mücadele anlayışı bugünkü insanlarla kıyaslanamayacak kadar yücedir, emsalsizdir.

    Sahabeler hayatlarında dünya işlerini daima ikinci plana itmişlerdir. Onların asıl gayesi tevhit ağacının kökleşmesi ve dallarının gürbüzleşmesiydi. Bu manevî ağacı yeri geldiğinde kanlarıyla sulamaktan çekinmemişlerdir.

    İslam tarihine bakınca sahabeler dönemi müstesna bir yer teşkil eder. O dönemin, 1400 küsur yıllık süreç içerisinde emsali yoktur. Zira o dönemde ümmetin başında Resulullah gibi nurlu bir rehber ve cesur bir kumandan vardı. İslamla şereflenenler, manevî hizmet sahasında birbirleriyle yarışıyorlardı. Bu asla bir üstünlük yarışı değildi. Çünkü onlar enaniyetlerini yenmiş müstesna şahsiyetlerdi. Bu olsa olsa bir takva yarışı olabilirdi, nitekim de öyleydi. Onlar karşılarındaki inkârcı güruh gibi, hedonist(hazcı) bir felsefeye itibar etmiyorlardı. Nefsin emellerine alet olmuyorlardı.

    Arapların cahiliye dönemini olanca şiddetiyle yaşadıkları bir zamanda bütün insanlığın kurtuluşu için gönderilen Hz. Muhammed(SAV) ’ e tabi olanlar, çok kısa bir zaman içerisinde bağlı oldukları bütün tanrıları ve mitleri terk etmişlerdi. Böylelikle de teslimiyetin en güzel örneğini göstermişlerdir. Öyle ki sahabelerin en büyüğü kabul edilen Hz. Ebubekir, Hz. Muhammed(SAV) için ‘Anam babam sana feda olsun ya Resulullah’ diyecek kadar yürekten bağlanmıştı ona… Efendimizi ve onun büyük davasını bütün dünyevî değerlerin fevkinde görüyorlardı. Onların ruhlarını yakınlaştıran, kalplerini yumuşatan, birbirine bağlayan ebetteki bağların en kuvvetlisi ve hayırlısı olan iman bağıydı.

    Allah’ın, Hz. Muhammed(SAV) aracılığıyla gönderdiği İslamiyet öyle ulvî bir dindi ki imanla taçlanmış olmak şartıyla köleyle hür, zenginle fakir aynı statüde kabul ediliyordu. Daha doğrusu İslâm’da en geçerli statü iman derecesiydi. Buna takva da deniyordu. Nitekim Peygamberimiz bunu ‘Üstünlük takvadadır’ diyerek özetlemiştir. Ashab da bu sözün gereği olarak takva üzere yaşama hususunda birbiriyle kenetlenerek tatlı bir yarışa girmişlerdir. Bu yarışta herkes gücü nispetinde bir noktaya gelmiş, en mühimi de bu yarışta kaybeden ve üzülen olmamıştır. Zira hepsi Cennet hediyesiyle mükâfatlandırılmışlardır.

    İslâmın nesep üstünlüğüne itibar etmediği aşikârdır. İnsanların boyunlarına tasmalar takılıp çarşı pazarda köle niyetine satıldığı talihsiz bir dönemde Mekke’de dünyaya gelen Bilâl-i Habeşi’nin imanla şereflenmesinden sonra kazandığı manevî mertebe buna delildir. Aslen Habeşli olan bu büyük sahabenin annesi ve babası da köleydi. Efendisinin koyun ve develerini gütmekten başka bir işi yoktu. Köle olduğu için hiçbir söz hakkı bulunmuyordu. Hayatında geleceğe dönük iyimser bir işaret de görülmüyordu. Böyle karamsar bir tablo içerisindeyken kendisine Resulullah’ın davetine icabet etmek nasip oldu. O artık kula kul değil, Hakk’a kuldu. Hakk’a kul olmak, anlayan için aslında en büyük özgürlüktü.

    Bilâl-i Habeşi zamanında imanını ifşa etmek o kadar kolay bir şey değildi. Fakat o her türlü zulme ve işkenceye göğüs germe pahasına imanını ilan eden yedi şerefli kişiden biri oldu. Fakat akla gelmedik baskı ve işkenceler de böylece başladı. Bilal’ı alıp sahraya götürdüler. Çölün kızgın kumları üzerinde yatırıyor, omuzlarına taşlar koyup, bir taraftan işkence yaparken, diğer yandan da gönlünün gülü Muhammed’i ve dinini inkâr etmesini istiyorlardı. Tanrılık iddiasında bulunan Ebu Cehil bu durum karşısında çileden çıkmıştı. Kendi iradesi dışında bir güce tabi olunmasını kabul edemiyordu.

    İmanla ve İslamla şereflenen Bilal yüzüstü kızgın kumlara yatırılıyor ve kendisine güneşte kızarıncaya kadar işkence yapıyordu. Her tarafı kan, revan içinde kalıyordu. Bir taraftan da, ‘Muhammed’in Rabbini inkâr et! ’ diye sürekli telkinde bulunuyor, hakaret üstüne hakaretler yağdırıyorlardı. Zaten gücü tükenen Bilal’ın, söz söylemeye mecali kalmıyor, dudaklarından sadece bir kelime dökülüyordu: ‘Ehad… Ehad! ...’

    Ona yapılan onca zulüm ve işkence neticeyi değiştirmedi. O artık İslâmın mücahitlerinden biriydi. Daha sonra da Hz. Muhammed’in(SAV) müezzini olma bahtiyarlığına kavuşacaktı. Kula kulluktan Allah’a kulluğa giden yolda çok acılar çekse de Bilal kölelikten Cennet’in çok arzuladığı bir mümin konumuna yükselmişti.

    Ashab iman üzere yaşamak ve etrafını imanla aydınlatmak için nelere göğüs germemiştir ki! ... Cennetle müjdelenen on kişiden(aşere-i mübeşşere) biri olan Sa’d b. Ebi Vakkas İslâm’a girişini ve sonrasındaki gelişmeleri şöyle anlatır:

    “Müslüman olmadan önce rüyamda kendimi hiç bir şeyi göremediğim karanlık bir yerde gördüm. Bu arada ay doğdu ve ben onun aydınlığına tabi oldum. Benden önce bu aya kimlerin uymuş olduğuna bakıyordum. Onlar, Zeyd b. Harise, Ali b. Ebî Talib ve Ebû Bekir’di. Onlara ne kadar zamandan beri burada olduklarını sorduğumda, onlar; ‘Bir saat kadardır’ dediler. Araştırdığımda öğrendim ki, Rasûlüllah gizlice İslâm’a davette bulunmaktadır. Ona Ecyad tepesi taraflarında rastladım. İkindi namazını kılıyordu. Orada İslâmı kabul ettim. Benden önce bu kimselerden başkası iman etmemişti”

    Sa’d’ın, Müslüman olduğunu öğrenen annesi, buna çok üzülmüş ve oğlunu atalarının dinine döndürebilmek için çareler aramaya başlamıştı. Sa’d’a, eğer girdiği dinden dönmezse, yemeyip içmeyeceğine dair yemin etmişti. Sa’d, annesine, bunu yapmamasını, çünkü dininden dönmeyeceğini söyledi. Yeminini uygulamaya koyan annesi, bir zaman sonra açlık ve susuzluktan bayılmıştı. Ayıldığında Sa’d ona; ‘Senin bin tane canın olsa ve bunları bir bir versen, ben yine de dinimden dönmeyeceğim’ demişti. Onun kararlılığını gören annesi yemininden vazgeçmişti. Bu hadiseden sonra yüce Allah, anneye babaya itaat konusunda sınırın nasıl koyulacağına dair şu ayeti göndermişti:

    “Bununla birlikte, onların ikisi (annen ve baban) hakkında bir bilgin olmayan şeyi Bana şirk koşman için, sana karşı çaba harcayacak olurlarsa, bu durumda onlara itaat etme ve dünya (hayatın) da onları iyilikle (maruf üzere) sahiplen (onlarla geçin) ve Bana ‘gönülden-katıksız olarak yönelenin’ yoluna tabi ol. Sonra dönüşünüz yalnızca banadır, böylece ben de size yaptıklarınızı haber vereceğim.” (Lokman, 31 / 15)

    Sa’d b. Ebi Vakkas da diğer sahabeler gibi pek çok çileye talip olmuş ve büyük sıkıntılarla yüz yüze gelmiştir. Mekke’de Müslümanlar, Mekke zorbalarının saldırılarından emin olmak için ibadetlerini gizli ve tenha yerlerde ifa ediyorlardı. Bir gün Sa’d (r.a) arkadaşlarıyla birlikte ibadet ederlerken müşriklerden bir grup onlara sataşarak İslâmla alay etmişler ve onlara saldırmışlardı. Sa’d eline geçirdiği bir deve sırt kemiğini alıp müşriklere karşılık vermiş ve onlardan birini yaralayarak kanlar içerisinde bırakmıştı. İşte İslâm’da Allah için ilk akıtılan kan budur. Cihat açısından balkınca da mühim bir dönüm noktasıdır bu... Yine bu mübarek sima bütün savaşlara katılmış, Resulullah onu bir birliğe komutan tayin etmiştir.

    Bunun yanında yine dünyadayken cennetle müjdelenen kişilerden bir başkası olan Talha b. Ubeydullah da birçok Müslüman gibi, İslam’a girdikten sonra müşriklerin eziyetlerine maruz kalmış, ama yolundan dönmemiştir. İslam’ın azılı düşmanlarından Nevfel b. Huveylid, Talha’nın Müslüman olduğunu duyunca, Ebubekir’le onu bir iple birbirlerine bağlamış, uzun süre iplerini çözmemiştir.

    Talha b. Ubeydullah, Bedir’den sonraki birçok savaşa katılmıştır. Uhud günü Peygamberimizi kahramanca müdafaa etmiş, O’na bir şey olmasın diye atılan oklara, indirilen kılıç darbelerine karşı vücudunu siper etmiştir. Sonuçta birçok kılıç ve ok yarası almış, aldığı yara neticesi bir kolu çolak kalmış, yine Resulullah’ı müdafaadan geri durmamıştır.

    Bir diğer cennet ehli(cennetle müjdelenen) sahabe de Ebu Ubeyde b. El-Cerrah’tır. Ebû Ubeyde de diğer büyük sahâbîler gibi bütün gazalara katılmıştır. Bedir gazasında müşriklerin safında çarpışan ve kâfir olan babası Abdullah’la karşılaşmış ve onu öldürmüştür. İslâm akidesinin ilk yaygınlaştığı dönemlerde buna benzer olaylar çoktur. Meselâ, Hz. Ebû Bekir, oğlu ile; Mus’ab b. Umeyr, kardeşi ile; Hz. Ömer, dayısı ile çarpışmıştır. Bunlarla ilgili olarak Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulur:

    “Allah’a ve âhiret gününe iman eden hiçbir kavmi, babaları, oğulları, kardeşleri, hısım ve akrabaları olsalar bile Allah ve Resulüne meydan okumaya kalkışanlara sevgi besler bulamazsın. İşte Allah onların kalplerine iman yazmış ve kendilerini tarafından bir ruh ile desteklemiştir. Onları, altlarında ırmaklar akan Cennetlere koyarız ve orada ebedî kalırlar. Öyle ki, Allah onlardan, onlar da Allah’tan hoşnutturlar. İşte bunlar Allah taraftarıdırlar. İyi bilin ki, Allah taraftarları hep kurtuluşa erenlerdir” (Mücadele, 58/22)

    Ebû Ubeyde, Uhud savaşında Rasûlullah’ın yüzüne batan miğfer parçalarını dişleriyle çekerken ön dişleri kırılmıştır. Rivayetlere göre Ebû Ubeyde önderliğinde keşfe gönderilen sahabe birliğinin bir dağarcık hurması bulunmaktaydı; onun için bütün gün bir hurma ile idare etmişler, ağaç yapraklarını suyla ıslatarak açlıklarını yatıştırmaya çalışmışlardır. Bu örnek olay, sahabenin hangi zor şartlar ve yokluklar altında ilâyı kelimetullah için cihada çıktığına sadece bir örnektir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.

    Yaşadıklarına bakınca Ebu Ubeyde’nin, züht ve takva sahibi, ‘ümmetin emini’, cesur, savaşçı, adaletle hükmeden, itaatkâr bir sahabe olduğu görülür. Diğer birçok sahabe gibi o da, fütuhat(zaferler, fetihler) sonunda ele geçirilen mal ve mülke rağbet etmeyerek sade bir hayat sürmüştür. Hz. Ömer onun odasının eşyasız; bir keçe, bir kırba, birkaç lokma yiyecekten ibaret olduğunu görünce ağlamış ve “Dünya herkesi değiştirdi, yalnız seni değiştiremedi” demiştir. Bugünkü ehli keyif hayatımızla bu fedakârlıkların kıyası mümkün müdür?

    Rasûlullah’ın hayatta iken Cennetle müjdelediği on sahabeden ve ilk Müslümanlardan bir diğeri de Abdurrahman İbn Avf’tır. Ticaretten çok iyi anladığı için maddî durumu iyiydi. Fakat ömrü boyunca nesi varsa ihtiyaç sahiplerine dağıtmıştır. Beş yüz devesini üzerindeki kıymetli mallarla fakir fukaraya taksim etmiştir. Çok kıymetli bir arazisini satmış, elde ettiği parayı ahirete göçen Peygamberimizin zevcelerine dağıtmıştı. Halifelik seçimlerinde kendisi de aday olmasına rağmen bu hakkından feragat etmiştir. Bugünün siyasileri bunu yapabilir miydi? Bu fedakârlığı gösterebilir miydi? Nerdeee? ...

    Yine sahabenin ileri gelenlerinden birisi de Zeyd b. Sabid’di. O, hicretten yaklaşık on bir yıl önce dünyaya gelmiştir. Resulullah (SAV) , Bedir Savaşı’na katılmak isteyen birkaç genci, yaşları küçük olduğu için geri çevirmişti, Zeyd de bu gençler arasındaydı. Ufacık bir çocuğun Allah için savaşma aşkını görüyor musunuz? Günümüzün gençlerinden bazıları askerden kaçmak için kendilerini çürüğe ayırmaya çalışıyorlar. Asrı Saadet’te bir çocuk gönüllü olarak müminlerin saflarına katılıyordu. Ruh yüceliğine bakar mısınız? ...

    Resulullah(SAV) Efendimiz’in güzîde ashabının önemli simalarından biri de şüphesiz ki Mus’ab bin Umeyr’dir. Mus’ab(r.a.) , Dâru’l Erkam’da Kâinatın Efendisi(SAV) ’ni dinlemeye geldi ve orada İslam ile şereflendi. Mus’ab(r.a.) ’ın tam olarak hangi yılda Müslüman olduğu bilinmemekle birlikte Bi’set’in yedinci yılında İslam’ı kabul ettiği rivayet edilmektedir. Bi’set’in yedinci yılında Müslüman olan Mus’ab, hicretin üçüncü yılında Uhud’da şehit düşmüştür. O büyük izzet sahibi zat, dünya hayatında mümin olarak dokuz yıl yaşadı. Fakat bu zorlu dokuz yılda ebedî hayatını kurtardı. Bizler ortalama yetmiş yıllık ömrümüzde hiçbir manevî rütbe kazanamıyoruz. Geçen günler ziyan hanemize yazılıyor.

    Mus’ab(r.a.) Kureyş’in en asil ailelerinden birinin çocuğuydu. Ailesi çok zengin olduğu için Mus’ab, lüks içinde yaşıyor, her istediği eksiksiz yerine getiriliyordu. Tabir caizse bir eli yağda, bir eli baldaydı. Üstelik çok da güzel bir delikanlıydı. Bütün gözler onun üzerindeydi. Herkes onun yerinde olmak isterdi. Fakat o çok rahat şartlar içerisinde yaşasa da mevcut durumundan razı değildi. Hayatında bir şeylerin eksik olduğunu düşünüyordu. Bir arayış içerisindeydi. Bu arayış neticesinde yolu Resulullah’la kesişti; şereflerin ve saadetlerin en büyüğü olan Müslüman olma şerefine nail oldu.

    Herkesin gıptayla baktığı öyle bir hayatı terk eden Mus’ab, çetin bir hayata atılmayı tercih etmişti. Çileye talip olmuştu. Bununla beraber dünyevî nimetleri de elinin tersiyle itmişti. O, bolluk içerisinde yaşarken açlığa meyletmişti. Ailesinin mali durumu nedeniyle çevresinde itibarlı bir insanken bu konumunu da kaybetmiş, eski çevresinde aşağılanan ve hor görülen bir insan olmuştu. Şan ve şöhreti bırakmış sıradan bir insan olmayı tercih etmişti. Rahat içerisinde yaşarken işkencelere tabi tutulmayı göze almıştı. Neticede baskılara dayanamayarak Habeşistan’a hicret edenlerin yanında yer almıştı. Dünya nimetleri yerine imana itibar etmişti. Kısacası dünyayı bir kalemde silmiş, ahiret saltanatını seçmişti. Hayatı yemek, içmek ve eğlenmekten ibaret gören günümüz insanı buna cesaret edebilir mi?

    Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed(SAV) ’i ağlatacak kadar örnek bir mücadelesi ve çileli hayatı vardır Mus’ab(r.a.) ’ın… Hem de bir değil birkaç kere ağlatacak kadar içli, bir o kadar da mübarek… Medine günlerinden bir gün Mus’ab’in ihlâsı ve dirayeti Resulullah’ın gözlerinden mübarek yaşların süzülmesine neden olmuştur. Sahabe hayatının örnek levhalarından biri olan bu hadiseyi Hz. Ali (r.a.) şöyle anlatır:

    “Biz Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ile birlikte otururken uzaktan Mus’ab bin Umeyr göründü, bize doğru geliyordu. Üzerinde deri parçası ile yamanmış bir bürdesi vardı. Resulullah(SAV) onu görünce, Mekke’de iken giyim kuşam yönünden yaşadığı bolluğu düşünerek ağladı. Sonra şunu söyledi: ‘Gün gelip, sizden biri, sabah bir elbise, akşam bir başka elbise giyse ve önüne yemek tabakalarının biri getirilip diğeri kaldırılsa ve evlerinizi de halılar ve kilimler ile Kâbe gibi örtseniz o zamanda nasıl olursunuz? ’ ‘O gün, dediler, biz bugünümüzden çok daha iyi oluruz. Çünkü hayat külfetimiz karşılanmış olacak, biz de ibadete daha çok vakit ayıracağız.’ ‘Hayır! ’, buyurdu, ‘Bilakis siz bugün o günden daha iyisinizdir.”(Tirmizî, Kıyamet 36, (2478))

    Sahabelerin ibretlik hayatına dair o kadar çok misal var ki insan hangisini anlatacağını şaşırıyor. Hangi örnekten yola çıkarsanız çıkın neticede onların dirayeti, asaleti, vefakârlığı ve cefakârlığı çıkıyor meydana... Onun içindir ki Resulullah o mübarek canları bağrına basarak himaye etmiştir hep… Bu güzel insanlar onun himayesini zaten fazlasıyla hak ediyorlardı. Çünkü Onlar her zaman savaşta Rasûlüllah (SAV) ’in önünde, namazda ise arkasında durmuşlardır. Manevi tekâmül için bundan büyük referans olur mu?

    Günümüz insanı bu büyük zatları tanıyıp onlar gibi yaşadıkça yükselecek, onları gündeminin dışına itip onlardan uzaklaştıkça alçalacaktır. Tercih cüzi irade sahibi olan insanlarındır. Herkes de tercihinin akıbetinden sorumludur.

    Zamanımızda ruhlarımız dünyevî endişelerle kuşatılmış… Elimiz kolumuz, önümüz arkamız nimetlerle dolu olduğu halde yine de yarının rızkının olup olmayacağı, nimetlerin gelip gelmeyeceği endişesiyle rahatımızı kaçırıyoruz. Henüz uçma yeteneği bile kazanamayan minik kuş yavrularının kursağını annelerinin getirdiği yiyeceklerle dolduran ve onları Rezzak sıfatıyla rızıklandıran Allah, her gününü rızık peşinde harcayan müminlerin rızkını niye vermesin ki! ... Bu hususta menfi düşüncelere kapılıp rahatını kaçırmak Allah’a güvensizlik değil de nedir? Maazallah şuurlu yapılırsa bunun ucu küfre kadar varır. Peygamber Efendimiz bu hakikati, “İnsanoğlunun bir vadi dolusu altını olsa ikincisini ister” hadisiyle dile getirmiştir. Öyle değil mi? Buldukça bulandırmıyor muyuz?

    Sahabeler; İslam ve Allah yolunda çarpışırken, mallarını, canciğer dostlarını ve onları diri tutan canlarını kaybetti.Ya biz mukaddes değerlerimiz için nelerimizi kaybettik ki Rabbimizden manevî ücret(Cennet) talep ediyoruz? ... Allah’ın izniyle o kutlu insanların kabirlerinden dünyaya bir pencere açılsa ve ahir zaman ümmeti olan bizi seyretme imkânına erişseler acaba bu durumumuza ne derlerdi? Acaba hal ve hareketlerimizi temaşa ettikten sonra bizi Müslüman vasfıyla vasıflandırırlar mıydı? Bu mevzuda ciddi şüphe ve endişelerim mevcuttur. Peki, biz bu büyük maneviyat erenlerini görsek yüzlerine bakmaya yüzümüz olur muydu? Azıcık arlanma duygumuz kalmışsa utanıp, sıkılıp yerin dibine geçmez miydik?

    Huzuru mahşerde Allah ve Resulü’nün karşısına çıktığımızda yüzlerimizin kızarıp pancara dönmesini istemiyorsak attığımız adımlara dikkat etmek mecburiyetindeyiz. Sahabeler canlarını ortaya koyarak İslam kalesini sonuna kadar muhafaza ve müdafaa ettiler. Oysa bizlerin oralarda hiç mi hiç bezi yok. Gündelik meşguliyetlerle altın kıymetindeki ömrümüzü zayi ediyoruz. Çamur içerisinde debelenip duruyoruz.

    Gelin tez vakitte tuttuğumuz bu yanlış yoldan dönelim. Bu yolun ötesi uçurumdur. Hayatımızı Kur’an’a ve hadis hükümlerine göre yeniden tanzim edelim. Ashabın dava anlayışını ve hizmet şuurunu kendimize şiar edinelim. ‘Daha gencim, zamanım var, sonra dönerim’ demeyelim. Çünkü ruhların ne zaman kabzedileceğini Cenab-ı Allah’tan başka hiç kimse bilemez. Sıkışınca, ölüm meleği gelince Firavun misali ‘İnandım’ demek fayda etmez. Firavun imanı(!) bizi ancak Cehenneme götürür.

  • Vahdettin

    25.08.2006 - 23:04

    SULTAN VAHDETTİN’E DAİR

    M.NİHAT MALKOÇ

    ‘Düşenin dostu olmaz’ derler. Ne kadar da doğrudur bu söz… Gerçekten de güç ve kudretini kaybedenler kısa zamanda yalnızlığa itiliyorlar. Vaktiyle onların peşinden gidenler, onlara methiyeler dizenler bir anda ortadan kayboluyorlar. Bu vefa ve iktidar zaafiyeti bütün dünyada olsa da bizde daha çok yaşanıyor. Çünkü Türkiye gibi herkesin çokbilmiş geçindiği ülkelerde vefadan söz etmek mümkün değildir.

    Bir zamanlar Bülent Ecevit, gazetelere demeçler vererek Sultan Vahdettin’i aklamaya çalıştı. Onun hain olduğu hakkında ileri sürülenlerin iftira ve yalandan ibaret olduğunu söyledi. Onun sözleriyle birlikte bir Vahdettin tartışması Türkiye gündemine oturdu. Kimileri yüceltti, kimileri yerin dibine batırdı onu. Fakat yücelten de, yerin dibine batıran da duygularıyla hareket etti.

    Sultan Vahdettin zor bir zamanda padişahlık yaptı. Devletin dört bir taraftan kıskaç altına alındığı böyle bir devirde yapılacak çok fazla bir şey de yoktu. Yapılması ve yapılmaması gerekenler belliydi. O da kudreti nispetinde yapılması gerekenleri yaptı, yapılmaması gerekenlerden de uzak durdu. Onu en çok Sevr Antlaşmasıyla ilgili olarak suçlayanlar aslında hakikatlerden bîhaberdir. Bu konuda, yaşayan büyük tarihçilerimizden Yılmaz Öztuna ‘Devletler ve Hanedanlar’ isimli eserinin ikinci cildinde Sultan Vahdettin ve Sevr Anlaşması hakkında şunları ifade ediyor:

    “Sevr’i yalnız Yunanistan Hükümeti, parlamentosu ve kralı tasdik etti. Sultan Vahideddin, topladığı Saltanat Şurası’nda tek çekimser oya karşılık ittifakla muahedenin kabul edilmesine rağmen muahedeyi imza ve tasdik etmedi. Böylece diğer karşı taraf devlet başkanlarınca tasdikini de önlemiş oldu ve bu yüzden muahede yürürlüğe girmedi, kadük(düşmüş) kaldı ve o andan itibaren tadili için çalışmalara başlandı.”

    Vahdettin’e hain diyenler ya onun manevî kişiliğine takılıp tek taraflı düşünmekteler, ya da cehaletlerinin bir belirtisi olarak tarihi bilgilerden yoksundurlar. Çünkü onun hayatını tetkik edenler zor zamanlarda neler yaptığını, kendi rahatını nasıl da hiçe saydığını, çöküşün arifesindeki devletin bekası için son kozlarını da kullanmasına rağmen çöküşü durduramadığını fark edeceklerdir. Yaşayan en büyük tarihçilerden Yılmaz Öztuna bu konuya da temas ederek şunları söylemektedir:

    “Sultan Vahdettin’in hain olmadığını ben kırk senedir yazıyorum zaten. Kaldı ki, tarihçiler ‘hain’ kelimesini kullanmaz. Çünkü bu siyasi bir kelimedir. Kuruluş yıllarının ateşli dönemlerinde kullanılmış bir kelimedir, bu öyle bir dönemde de mutlaka kullanılması gerekirdi. Bu Fransız İhtilali’nden sonra da böyle olmuştur, Rus Devrimi’nden sonra da böyle olmuştur. Ama aradan zaman geçip yeni rejim yerleştikten sonra, geçmiş dönemleri daha dikkatle tetkik etmek ve inceleme yaparken de böyle kavramlara yer vermemek gerekir. Ecevit’in böyle düşünmesi ve düşüncelerini cesurca söylemesi, bence önemlidir.”

    Vahdettin ve Atatürk’le alâkalı olarak uzun yıllardan beri tartışılan bir konu daha vardır. O da Atatürk’ü Anadolu’ya Vahdettin’in gönderip göndermediğidir. Mirliva Mustafa Kemal Paşa’yı Anadolu’ya milli bir direnişi örgütlemek amacıyla Sultan Vahdettin’in gönderdiğine inananların yanında, bunun yanlış yansıtıldığını söyleyenler de vardır.

    Vahdettin’in Mustafa Kemal’i sevip saydığı ve ona güvendiği bilinen bir hakikattir. Onu geniş yetkilerle 9. Ordu Müfettişliğine tayin etmesi de bizce bu güvenin tezahürüdür. Vahdettin’in siyasî bir manevra yapıp Mustafa Kemal’i İstanbul’dan uzaklaştırdığını iddia edenlerin görüşlerini dayandırabileceği makul bir dayanak yoktur. Hem Anadolu’ya gidenin geri dönmemesi de mevzubahis değildir. Bunlar istinat noktası olmayan iftira hükmündeki hezeyanlardır. Çünkü Vahdettin öyle bir konumda kendi saltanatını düşünecek durumda değildi. Zira devlet elden gidince geride ne saltanat, ne de sultan kalır. O, bunu anlamayacak kadar cahil olamazdı. Bunu akletmek akılsızlığa delalettir.

    Bilindiği üzere Atatürk’le Vahdettin’in ortak yönleri de vardı. Bunlardan birisi ve en önemlisi Enver Paşa’ya karşı menfi hisler beslemeleridir. Vahdettin artık bıçağın kemiğe dayandığını çok iyi biliyordu. Direnişin Anadolu’dan başlaması kurtuluş çaresi olabilirdi. Hem pek fazla alternatif de yoktu. Padişah, penceresinden İtilâf devletlerine ait gemileri seyrettikçe kahroluyordu. Anadolu’ya çıkıp bir şeyler yapmak gerekliydi. Bu denenmesi gereken sınırlı alternatiflerden biriydi. Nitekim öyle de oldu. Atatürk, Samsun’a giderek kurtuluş meşalesini yaktı. Bunları nazar-i dikkate aldığımızda Atatürk’le Vahdettin’i birbirine muhalif göstermek tarihi gerçeklerle uyuşmuyor. Nutuk’taki birkaç satırlık öznel ifadeyi tarihî delil olarak göstererek tevil yapmak ciddi aydınlara ve tarihçilere yakışmaz. Çünkü Nutuk bir tarih kitabı değil; bir hatırattır.

    Bazı kesimlerin düşündüğü gibi Atatürk’ü sevmek için Vahdettin düşmanı olmak şart değildir. Atatürk’e değer kazandırmak için Vahdettin’i karalamak gerekmiyor. Zaten Atatürk yaptıklarıyla, yaşantısıyla ve topyekun kişiliğiyle bize yol gösteren ve bizi düzlüğe çıkaran bir değerdir. Birilerini övmek için birilerini kurban etme alışkanlığından vazgeçmeliyiz.

    Gelin Batılıların körüklediği ve bizi birbirimize düşürmek için sürekli pirim verdiği bu ucuz karalama ve aşağılama oyunlarından vazgeçelim. İnsanlara geniş hoşgörü penceresinden bakarak onları bir bütün olarak görelim. Hatalardan ders alıp, affedici olalim. Güzellikleri örnek alarak yaşayalım ve yaşatalım

  • tarih bilinci

    20.08.2006 - 23:08

    TARİH ŞUURU

    M.NİHAT MALKOÇ

    Tarih milletlerin boy aynasıdır. Kendimizi bu aynada nasıl görmek istiyorsak ona göre bir hayat idame ettirmeliyiz. Zira tarih, geçmişte yaşananların bugüne yansımasıdır. Fakat tarih yapanla tarih yazanın birbirlerine sadık olması, yazılanla yaşananın aynı düzlemde cereyan etmesi gerekir. Aksi halde her devletin kendi penceresinden gördüğü ve sımsıkı sarıldığı yalan yanlış malumatlarla sahrada gemi yüzdürürüz.

    İnsanlar tarihî geçmişlerini, kültür ve medeniyetlerini asla unutmamalıdır. Çünkü bize mertebe kazandıracak veya kaybettirecek bu birikimlerimizdir. Maziyi yâd ederek yaşamak, geleceği şekillendirmek için elzemdir. Fakat geçmişe takılıp kalmak da en az geçmişi unutmak kadar tehlikelidir. Geçmişteki hatalarımızdan ders, başarılarımızdan ise hız almalıyız. Böylelikle gayret ve motivasyonumuzu en üst seviyede tutabiliriz.

    İlim ve irfanın tarlası hükmündeki Osmanlı devleti bizim şanlı mazimizin dönüm noktalarından birisidir. Altı yüz yılı aşkın bir dönemi kapsayan bu süreç hafızalarımızda yaşatılmalıdır. Çünkü bu uzun zaman diliminden öğreneceğimiz çok şeyler vardır. Ak ve kara sayfalarıyla dünya tarihine yön veren bu tarih silsilesinden nasibimize düşen ibretleri almalı ve geleceğimizi o tecrübelerin verdiği güçle şekillendirmeliyiz.

    İstikbale endişesiz bakmak ve yön vermek maziden beslenmekle mümkündür. Bizim koca tarihimizde irfan, şan ve şeref levhaları sayılamayacak kadar çoktur. Bizim tarihimiz ve kültürümüz fedakârlık numuneleriyle doludur. Örnek hadiseler ve buna bağlı kişilikler aramak için uzaklara gitmemize hiç mi hiç gerek yoktur. Uzun yıllardan beri Batı’da aranan kaynak aslında içerdedir. Avrupa’da insanlık vahşet ve dehşet içerisinde kırılırken ecdadımız hikmet ve adaletin, ilim ve irfanın, şan ve şerefin doruklarında seyrü sefer ediyordu. Fakat ne yazık ki hâlâ bunun farkına varamamışız. Binmişiz bir alamete gidiyoruz kıyamete.

    Tarih şuuru sihirli bir anahtardır. Hayatımızın her safhasında karşımıza çıkan kapalı kapıları bu anahtarın esrarengiz gücüyle açabiliriz. Şayet anahtar tutukluk yapsa bile tarih şuurunun verdiği sarsılmaz güçle o çelikten kapıları yumruklarımızla kırarak içeri girebiliriz.

    Köklü bir millet olan Türkleri köksüzlüğün uçurumuna sürüklemek isteyenler, onları popüler kültürün boyalı şeker hükmündeki sahte tatlarıyla avutmaktadırlar. Bağımlılık yapan ve kişinin komaya girmesine yol açan bu sahte tatlar, ruhumuzun damak zevkini de bozmaktadır. Mankurtlaşmaya kadar uzayan bu süreçte çok keskin ve tehlikeli dönemeçler mevcuttur. Böyle kaygan bir yolda giden şoförün mahir ve uyanık olması elzemdir.

    Tarihî değerlerimiz, millet yapısının köşe taşlarını birbirine bağlayan ve sağlamlaştıran çimento hükmündedir. Tarihe bakınca görürüz ki milletlerin yaşadığı zor dönemler birlik ve beraberlik ruhuyla aşılmıştır. Ortak değerlerimiz birliğimizin altın halkaları olmuştur. İrade sahibi insanlar bu halkaları sağlamlaştırırken, yaşamayı taklitten ve tezyinden ibaret görenler, halkaların zayıf noktaları olmuşlardır. Bu güçsüz noktalar her geçen gün iyice aşınarak kopma noktasına gelmiştir. Bazı kesimler de bu zayıflamayı ve kopmayı hızlandırmışlardır. Fakat inanç, dil, kültür, örf ve ahlak gibi yüce değerler çelikten daha güçlü bir tesir uyandırarak mukaddes yapının çöküşüne engel olmuşlardır.

    Tarihte bizi cephede yıkamayan milletler ya masa başında, ya da kapalı kapıların ardında kurdukları çirkin tezgâhlarla kutsal yapımızı parçalamaya çalışmışlardır. Fakat çok şükür ki bu hususta istedikleri düzeyde başarı sağlayamamışlardır. Çünkü basiret sahibi insanlar düşmanın hedefini sezmiş ve onların açtıkları kuyuya düşmemişlerdir. Üstelik o insanların çoğu, okuma yazması olmayan kişilerdi. Zira Milli Mücadele zamanında okuryazar oranımızın yüzde on iki civarında olduğu söylenmektedir. Yine o zamanlar üniversite mezunlarımız parmakla gösterilecek kadar azdı. Fakat buna rağmen o insanlar barış içerisinde yaşadıkları, karınlarını doyurdukları ve huzur buldukları topraklara ihanet etmemişlerdir. Günümüzde bazı aydınlar birkaç okul bitirmiş olmalarına rağmen vatan sevgileri, dinî ve millî hassasiyetleri o zamanki avamınkinden kat be kat azdır. Demek ki bazı aydınlar bilgi hamalıdır. Bildikleri şeyler onları ihanet uçuruma yuvarlanmaktan kurtaramamıştır. Yakın zamanda bunun taze örneklerine şahit oluyoruz.

    Hamuru Müslümanlıkla yoğrulmuş bir milletin fertleri olarak, tarihimizden ve manevî kıymetlerimizden hız alarak yarınlara koşmalıyız. Garba semer olmak yerine semeri taşıyana kılavuz olmalıyız. Kurtuluşu başka adreslerde arayanlar ya haindir, ya da basiret fakiridir.

  • yapay zeka

    20.08.2006 - 16:10

    BİR YAPAY ZEKÂ UZMANI ŞAKİR KOCABAŞ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Çağımız bilgi çağı… Teknoloji alabildiğine büyük bir hızla ilerliyor. Bu da beraberinde yeni kavramları ve oluşumları getiriyor. Bilgi çağının sözlüğümüze kazandırdığı kavramlardan birisi de ‘yapay zekâ’ dır. Çok fazla bilinmeyen, belli kişilerin ilgi alanını işgal eden bu kavramın geniş kitlelerce bilinmesi elbette ki zaman alacaktır.

    Yapay zekâ ile ilgili açık ve net bir tanım vermek mümkün değildir; mümkünden öte doğru değildir. Tek bir tanım yerine birkaç tanım vererek bu hususta bilgi sahibi olmanızı sağlamanın daha doğru olacağı kanaatindeyim. Yapay zekâ uzmanları bu konuda şu tanımları ve açıklayıcı bilgileri veriyorlar:

    “ Yapay zekâ yapay bir varlığın (genellikle bir bilgisayar) sergilediği zekâdır. Yapay zekâ bir makine ya da insan eliyle üretilmiş otonom(özerk) bir sistem kullanarak insan zekâsının benzetimini yapmaya çalışan bir araştırma alanıdır. Yapay zekâ, insanın düşünme yöntemlerini analiz ederek bunların benzeri yapay yönergeleri geliştirmeye çalışan araştırma alanıdır. Yapay zekâ, canlılarda (özellikle insanlarda) bulunan algılama, öğrenme, çoğul kavramları bağlama, düşünme, fikir yürütme, sorun çözme, iletişim kurma, çıkarım yapma ve karar verme gibi yüksek bilişsel fonksiyonları ve özerk davranışları sergilemesi beklenen yapay bir sistemdir.

    Yapay zekâ, çıkarsamalar yapmak için kavramlarla, sembolik çıkarsama yöntemleri ve sembolik bilgi temsili ile ilgilenen bir bilgisayar bilimi alt dalıdır. Yapay zekâ insan düşünüşünün bilgisayarlar üzerinde modellenmesinin bir girişi olarak da görülebilir. Bazen insanların çözebileceği her türlü problemin bilgisayarlar tarafından daha hızlı bir şekilde çözülmesine çalışmak olarak da tanımlanır. Yapay zekâ için, bilgisayar yazılımlarının, makinelere insanların zekâlarını kullanarak yaptıkları işleri yapma yeteneği kazandırmaya yönelik olarak kullanılması da denebilir.”

    Dünyada yapay zekâ kuramı bilim kurguya dayanır. Bilgisayarla yaşıt bir bilim dalıdır yapay zekâ… Fikir babası, ‘Makineler düşünebilir mi? ’ tartışmasını ortaya atarak makine zekâsını tartışmaya açan Alan Mathison Turing’dir. Alan Turing, Nazilerin Enigma makinesinin şifre algoritmasını çözmeye çalışan matematikçilerin en ünlenmiş olanlarından biriydi. Kendisi bugünkü modern bilgisayarların temellerini atanlardan birisidir.

    Türkiye’de yapay zekâ alanındaki çalışmalar yenidir. Bu alanda çalışma yapanlar arasında Şakir Kocabaş’ın büyük önemi vardır. O yapay zekâyla ilgili araştırmalar yapmış ve dersler vermiş bir akademisyendi. Şakir Kocabaş’ı 19 Ağustos 2006 günü kaybettik. İlmi kendisine rehber edinen, İslam’a müspet bakışıyla ve inancıyla da dikkat çeken Şakir Kocabaş ülkemiz için mühim bir değerdi. 61 yaşında kaybettiğimiz bu bilim adamı, arkasında birçok öğrenci varisini bıraktı.

    Kocabaş, 1945 yılında İstanbul’da doğmuştu. İlk, orta ve lise tahsilini İstanbul’da tamamlamıştı. 1970 yılında İTÜ Kimya Fakültesi’nden mezun olmuştu. 1972–86 yıllarında Türkiye ve İngiltere’de kimya sanayiinde teknik ve idari görevlerde bulunmuştu. Bu süre içinde bilim ve dil felsefesi çalışmıştı. 1985’te yayınladığı ‘İfadelerin Gramatik Ayırımı’ isimli kitabı Düşünce dalında Yazarlar Birliği’nin ödülünü kazanmıştı.

    Genç denebilecek bir yaşta kaybettiğimiz Şakir Kocabaş,1985–90 yılları arasında Londra Üniversitesi’nde yapay zekâ alanında doktora yaptı. Doktora tezinin konusu ‘Bilginin İşlevsel Sınıflandırılması: Bilimsel Araştırma ve Buluşlar Üzerine Uygulamalar’ idi. Aynı yıllarda Türkiye’de İlim ve Sanat dergisi ve Hindistan’da Aligarh Üniversitesi tarafından yayınlanan MAAS Journal of Islamic Science dergilerinde İslam, bilim ve felsefe konularında makaleleri ve ‘The Qur’anic Concept of Intellect’ ve ‘Foundations of Scientific Thought in Islam’ isimli iki küçük kitabı yayınlandı. 1991 yılında Türkiye’ye dönen Dr. Kocabaş, İTÜ Uçak ve Uzay Bilimleri Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak çalıştı ve Tübitak Marmara Araştırma Merkezi’nde Yapay Zekâ Grup başkanlığı yaptı. Kocabaş’ın yapay zekâ alanında 15’den fazla uluslararası makale ve konferans yayını bulunmaktadır.

    Onun İz Yayıncılık tarafından basılan ‘İslâm’da Bilginin Temelleri’ adlı eseri okunmaya lâyık orijinal bir kitaptır. Kur’ân’dan seçilmiş yedi temel kavramın (emr, kadr, izn, sahhara, sultan, akl ve ruh) anlamlandırılması yolunda girişilmiş emek mahsulü bir çalışmadır bu… Gayretli bir insan olan Kocabaş’ın pek çok hususta yazdığı makaleler bizlere ışık tutmaktadır. Gençlerimiz onun sistematik çalışma modelini kendilerine örnek edinmelidir.

    Bu ölümlü dünyada insanlar yaptıklarıyla ve geride bıraktıklarıyla anılacaklardır. Kimsenin şahsî malı mülkü adını yaşatmaya yetmez. Kalıcı eser bırakmak lâzımdır. Bu somut veya soyut bir varlık olabilir. Yapay zekâ deyince de merhum Şakir Kocabaş akla gelecek isimlerin başında yer alacaktır. Allah rahmet eylesin.

  • torun

    17.08.2006 - 13:30

    AK SAÇLI NİNELER VE PAMUK DEDELER

    M.NİHAT MALKOÇ

    Yüreklerin cevheridir sevgi… Kalplerimiz onunla şenlenir, mamur olur. Sevgi ve merhamet duygusundan nasibini alamayanlar ne kadar da zavallı insanlardır. Asıl acınacak insanlar mal, mülk fakirleri değil, sevgi fakirleridir. Onların geleceğe dair ümitleri ve hayalleri de pörsümüştür. Dünyanın en güzel duygusunun verdiği hazdan mahrumdurlar. Onların yerinde olmak istemez hissiyat sahibi akıllı insanlar…

    İnsanın ne kadar yaşadığı değil, nasıl yaşadığıdır önemli olan… Bazı insanlar vardır ki kısa ömürlerine nice güzellikleri sığdırmışlardır. Öyle insanlar da vardır ki uzun ömürlerini sevgi, saygı ve merhametten bîhaber geçirmişlerdir. Sevginin kılavuzluğunda yaşanan hayatlar zayi olmaz; aksine ölümsüzleşir.

    Sevgilerin hepsi muteberdir, ama torun sevgisi sanırım bütün sevgilerin üstündedir. Şahsen bu duyguyu henüz yaşamasam da çevremde yaşayanlara baktığımda bu kanaate varıyorum. Etrafımdaki ak saçlı ninelere ve pamuk dedelere bakarak torun sevgisinin evlat sevgisiyle atbaşı gittiğini söyleyebilirim. Hatta bazı ninelerin ve dedelerin kendi çocuklarına göstermedikleri sevginin yüz mislini torunlarına gösterdiğine şahit oluyoruz.

    Torun sevgisinin nelere kadir olduğunu çevremizden yakinen görebiliyoruz. Oturduğumuz apartmanda, ikamet ettiğimiz mahallelerde ve her yerde bunun canlı örneklerine rastlıyoruz. Özellikle pamuk dedeler, yaşlarının ilerlemiş olmasıyla birlikte toplumdan soyutlanmanın getirdiği iç yalnızlıklarını torunlarıyla gideriyorlar. Tabir caizse torunlarının bir dediğini iki etmiyorlar. Arada büyük yaş farklarının olmasına rağmen onlarla diyaloglarını sıkı tutuyorlar. Geçenlerde bununla ilgili okuduğum bir haber ilgimi çekmişti. Haber aynen şöyleydi: “Amerika’da yaşayan torunlarıyla konuşabilmek için İngilizce kursuna başlayan yetmiş yaşındaki İbrahim dede, ‘Torunlarım Türkçe, ben de İngilizce bilmiyordum. Onlarla konuşamadığım için eziklik hissediyordum’ dedi. İbrahim dede, torun sevgisi sayesinde üniversite bile okuyabileceğini söyledi.”

    Bu haberde de görüldüğü gibi dedeler ve nineler torunlarını baş tacı ediyorlar. Fakat aynı insanlar anne baba olduklarında çocuklarına karşı duydukları sevgiyi şımarırlar, ilerde lâf dinlemezler diye bu denli açığa vurmazlardı. Buna yanlış gelenekleri de eklerseniz çarpık bir tablo çıkar ortaya. Zira eskiden anne babanın, büyüklerinin yanında çocuğunu sevmesi ayıp karşılanırdı. Bugün bile bazı yerlerde bu âdet hüküm sürmektedir. Gelenek ve göreneklerine bağlı bir insan olmama rağmen bu ilkel anlayışı reddediyorum. Sevginin ayıbı olur mu Allah aşkına? Bu mesnetsiz âdet de nereden çıkmış? İslam’da böyle bir şey yoktur. Hatta Peygamberimiz çocukları sevme hususunda en güzel örnektir bizim için… Onun çocuk sevgisiyle ilgili söylediği şu sözler her şeyi ortaya koyuyor:

    “Çocuklarınızı çok öpün, her öpüşte Cennetteki dereceniz yükselir.”
    “Çocuk kokusu Cennet kokusudur.”
    “Çocukları sevip okşayın, onlar gönül meyvesi, göz nurudur.”
    “Çocuklarımız ciğerparelerimizdir.”
    “Cennetteki ‘Sevinç sarayı’na, ancak çocukları sevindirenler girer.”
    “Çocuk sevgisi, Cehennem ateşine karşı perdedir. Çocuklara iyilik etmek, Sıratı geçmeye sebeptir. Onlarla beraber yiyip içmek, Cehennemden kurtuluştur.”

    Resulullah Efendimiz, evine gelen küçük çocukları sevip başlarını okşar, evin içinde oynamalarına da izin verirdi. Enes bin Malik Hazretleri anlatır: “Resulullah, çocuklara karşı da insanların en şefkatlisi idi. Oğlu İbrahim’in sütannesi, Medine’nin bir kenarında otururdu. Kadının kocası demirci idi. Resulullah ile bu eve sık sık giderdik. Varınca demircinin dumanla dolmuş evine girer, çocuğu kucaklar, öper ve bir müddet sonra dönerdi. Bir torunu, bir de kendi oğlu İbrahim ölünce ağlamış, ‘Şefkatimden ağlıyorum. Allahü teâlâ ancak merhametli olana rahmet eder.’buyurmuştur.”

    Sevgiye yasak koymak tek kelimeyle ilkelliktir. Fakat bunun gibi bazı katı kuralları aşmak için zaman gerekiyor. Bugünkü dedeler dünkü çocuklarına gösteremedikleri sevgiyi torunlarına yansıtıyorlar. Fakat bugünün genç babaları geçmişte yaşanan hataları tekrar etmesinler. Çocuklarının karnını doyurmasını bildikleri gibi, kalplerini de sevgileriyle şenlendirsinler. Çünkü sevgi ertelenmeye gelmez anlık bir duygudur.

    Parklarda, bahçelerde ve okul koridorlarında ak saçlı ninelerle pamuk dedelerin kollarında minik yavruları görünce mutlu oluyorum. Sevgisiz bir toplumun insanları somurtkan yaptığı malumdur. Parayla elde edilen varlıklarımızı feda edemeyişimizi biraz anlayabiliyorum. Çünkü onlara bedel ödüyoruz. Bari bedava olan bir şeyi, yani sevgiyi muhatabımızdan esirgemeyelim. Muhatabımız küçücük bir yavru olunca sevgimizi daha bol sergileyelim. Günümüzün dedeleri ve nineleri bunu fazlasıyla yerine getiriyor. Allah bizlere de günü gelince torun ve torun sevgisi nasip etsin.

  • necip fazıl kısakürek

    17.08.2006 - 13:29

    BANA ‘VEFA’ DEMEYİN

    M.NİHAT MALKOÇ

    Geçenlerde günlük bir gazetede okuduğum haber sinirlerimin tepeme çıkması için yetti, hatta arttı bile. Vefasız bir millet olduğumuzu biliyordum da bu kadarını da tahmin edemiyordum. Gazetedeki haberde aynen şunlar yazıyordu:

    “Türk şiirinin üstadı Necip Fazıl Kısakürek’in, vefatına kadar son 20 yılını geçirdiği ve en önemli şiirlerini yazdığı, Başbakanları, Bakanları ağırladığı Erenköy’deki köşkü yıkıldı. Ethem Efendi Caddesi üzerindeki iki katlı taş yapının sahibi, yerine apartman yapılması için geçtiğimiz günlerde köşkün yıkılmasına izin verdi. Üstadın hatıralarını barındıran köşkün bulunduğu yerde şimdi inşaat makinelerinin gürültüsü yükseliyor.”(Yeni Şafak Gazetesi–16 Ağustos 2006 Çarşamba)

    Mürekkep yalamış herkesin yakından tanıdığı ve yerli kültürle beslenen insanların sevdiği bir şair olan Necip Fazıl Kısakürek, yirminci yüzyılın ikinci yarısına damgasını vurmuş bir aydındır aynı zamanda. Onun billur kaynaklarından beslenmeyenler bu milleti anlayamazlar. Çünkü o, bu milleti en iyi şekilde anlamış ve anlatmış, kelimenin tam anlamıyla bir münevverdir. Münevverdir, çünkü çevresini aydınlatmıştır, hakikatleri saptırmamıştır. Sanatı Allah’ın şanını yayan vasıtaya dönüştürmüştür. O da tıpkı Akif gibi hayal ile alışverişi olmayan, gördüğünü söyleyen bir söz eridir.

    Onun bize bıraktığı zengin şiir ve yazı külliyatı gelecek nesillerin başucu kitapları hükmündedir. Bu kitaplardan beslenen ruhların hıyanet içerisinde olması mümkün değildir. Çünkü bu eserlerden dini hissiyat, vatan sevgisi ve millet olma şuuru süzülmektedir. Bu gözelerden içenlerin susuzluk hissetmesi mümkün değildir. Onu hakkıyla okuyan ve anlayanların yeni arayışlar içerisine girmeye ihtiyacı yoktur. Bu eserler gençlerimize kılavuz olacak düzeydedir. Kılavuzu Necip Fazıl olanın batıla sapması da mümkün değildir.

    Böyle büyük bir şairin ve mütefekkirin yirmi yıl boyunca yaşadığı bir evi yıkıp yerine apartmanlar diken bir anlayışı şiddetle kınıyorum. Bu ev bugün itibariyle bir şahsa ait olabilir. Öyle de olsa devlet veya millî kültürle ilgili vakıflar parasını ödeyip burayı kamulaştırarak müze haline getirebilirdi.

    Bir elin parmakları sayısınca olan aydınlarımızdan biri kabul edilen Necip Fazıl’ın hatırası böyle talan edilmemeliydi. Öncelikle ve özellikle onun gözesinden su içtiğini iddia edenler, bu yıkım gerçekleşmeden müdahale etmeliydi. Bu manevî mirasa milletçe sahip çıkmalıydık. Yine aynı gazetenin haberinde bu mühim köşkün yıkılmaması için Üstadın oğlunun çabaları anlatılıyor. Mehmet Kısakürek, yıkılan köşkün Necip Fazıl Müzesi olarak hizmet vermesi için çok çaba sarfettiğini belirterek şunları söylüyor:

    “Üstad 1983’te o evde vefat etti. O yıllarda Turgut Özal iktidardaydı. Rahmetli Özal, defalarca o evde üstadı ziyaret etti. Özal’ın müsteşarı Hasan Celal Güzel ve Kültür Bakanı Namık Kemal Zeybek’ten, yıkılan köşkün kamulaştırılıp bir müze haline getirilmesini istedim. Bir sıkıntı olması halinde alternatif olarak da üstadın yine uzun yıllar oturduğu Arif Paşa Köşkü’nü gösterdim. Bu iki köşkten birinin müze veya kültür evi haline getirilmesi ve üstadın bizde mevcut olan bütün eşyaları, tarihî ve edebî arşivinin ve her biri birer kültür mirası olan eserlerinin müsveddeleri ve asıllarının bu kültür evinde kamuya mal edilmesi için çok çırpındım.

    Üstada büyük yakınlık iddiası içinde olan bu insanlar taleplerime karşı ilgisiz kaldı. Hasan Celal Güzel son görüşme talebimi kabul etmediği zaman bana bir de mesaj gönderdi. İfadesi aynen şöyleydi: ‘Üstad bizim gönlümüzdedir. Öyle mekâna filan ihtiyacı yoktur.’ Namık Kemal Zeybek’ten de bir sonuç çıkmadı. O yıllarda Arif Paşa Köşkü yıkıldı. Güya yeniden restore edilerek arka tarafa uyduruk bir şekilde yapıldı. Yerine de gökdelen inşa edildi. Üstadın elimizde mevcut bütün tarihî ve edebî arşivi, eşyaları, hatıraları, eser müsveddeleri ve asılları ciddi bir mekâna muhtaç… Hepsi kültür mirasıdır. Benimle birlikte ölüp gitmemeli, kesin surette kamulaştırılmaları gerekir. Mekân konusunda son talebim de bir buçuk yıl önce Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan’a olmuştur. İstanbul’da vakıflara ait herhangi bir mekânın kültür evi olarak kullanılması için kira mukabili üstadın varislerine veya Büyük Doğu Yayınları’na verilmesini talep ettik.”

    Batı’yı eleştirip dururuz, kültürlerini ve anlayışlarını yerin dibine batırırız. Fakat düşünüyorum da bu vahim hadise ve vefasızlık örneği herhangi bir Batı ülkesinde yaşanır mıydı? Kesinlikle hayır! ... Çünkü onlar bu gibi değerlerini ve değerlilerini baş tacı ediyorlar. Necip Fazıl gibi insanlar bırakın Türkiye’yi, dünyada bile ender yetişiyor. Ben Üstad Necip Fazıl’ı ve onun maneviyatını eserleri haricinde nerede hissedeceğim? Bu vahim aşamadan sonra tuğladan ve betondan yığma bir yapı yapıp şahsî eşyalarını ve eserlerini oraya toplasanız bu yapmacık olmaz mı? Manevî değeri tartışılmaz böyle bir köşkün göz göre göre yok edilmesini nasıl ve neyle açıklayabilirsiniz? Özel ve tüzel yetkililer, ne olur bana bundan sonra ‘vefa’ demeyin. Sakızlaşan vefadan da, bozadan da nefret etmeye başladım.

  • çernobil

    17.08.2006 - 01:01

    ÇERNOBİL’DEN BUGÜNE KARADENİZ’DE KANSER VAKALARI

    M.NİHAT MALKOÇ

    Günümüzün en korkunç hastalıklarının başında geliyor kanser… Tıp henüz kanseri tam anlamıyla önleyen bir ilaç bulamadı. Her yıl milyonlarca insanımız bu hastalığın pençesinden kurtulamayarak hayatını kaybetmektedir. Fakat son on yıl içerisinde kanser vakalarında artış görülmesi insanın aklına Çernobil nükleer kazasını getiriyor. Acaba kanser vakalarının artışında Çernobil aktif bir rol oynadı mı?

    Bu konu yıllardan beri tartışılıyor. Fakat sağlıktan sorumlu devlet yetkilileri böyle bir durumun söz konusu olmadığını ileri sürüyorlar. Fakat insan bu resmi cevaplara yine de inanamıyor. Çünkü bu ülkede bu gibi durumlar genelde geçiştirilir, bilimsel verilere pek itibar edilmez. Sesi yüksek çıkanın dedikleri hakikat zannedilir.

    Bilindiği gibi Çernobil nükleer felâketi 25 Nisan 1986’da olmuştu. İlk patlama sırasında 31 kişi hayatını kaybetmiş ve radyoaktif bulut, ağır ağır bölgenin üzerine yayılmıştı. Açığa çıkan radyasyon korkunçtu: Dünya Sağlık Örgütü’nün açıklamalarına göre Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarının toplamından 200 kat fazlaydı. Uzmanlar, bu kazadan sonra beş milyonu aşkın insanın yüksek düzeyde radyasyona maruz kaldığını söylüyorlar.

    Günümüzde Beyaz Rusya’da yaşayan kadınların yaşam süreleri 74 yıldan 58’e inmiş durumdadır. Yine bu ülkede dokuz yıl içinde sakat doğan çocuk sayısı yüzde 20’lere ulaşmıştır. Beyaz Rusya Sağlık Bakanlığı’nın verdiği bilgilere göre, ülkedeki çocukların yüzde 29’u kronik hastadır. Çoğu uzman, bu durumdan Çernobil’in sorumlu olduğunu iddia ediyor. Bu kazanın, önümüzdeki yıllarda da insan yaşamını olumsuz etkileyeceği çok açıktır.

    BM Genel Sekreteri Kofi Annan, 2000 yılında yayımlanan BM Çernobil Raporu’nda, üç milyon çocuğun tedavi görmesi gerektiğini ve birçoğunun ana karnında öleceğini vurgulamıştı. Daha kötüsü, 7,1 milyon insanın gelecekte ciddi sağlık sorunları yaşayacağını belirtmişti. Korkunç patlamayla yayılan radyoaktivitenin etkilerinin tamamını 2016 yılına kadar anlamak biraz zor... Raporda Kofi Annan’ın belirttiğine göre, daha kötüsü gelmek üzeredir. Yani risk on yıl daha devam edecektir.

    Şüphesiz ki Çernobil faciası sonrası radyoaktif madde taşıyan bulutlar Avrupa ülkelerinin yanı sıra Türkiye’ye de ulaştı. Çernobil patladıktan sonra Türkiye Atom Enerjisi Kurumu üzerine düşen görevleri yapmak yerine santralin yaydığı radyasyonun Türkiye’ye korkulacak düzeyde zarar vermediğini belirtti. Uzmanların ‘Çayları imha edin’ denilen raporu görmezden gelindi. Hatta zamanın Sanayi Bakanı ekranların karşısına geçip çay içti, çayın zarar görmediğini ispatladı(!) Fındıklara kıyılamadığı için çöpe atılmadı. Zamanın Sanayi Bakanı Cahit Aral: ‘Biraz radyasyon iyidir’ diyecek kadar işi basite aldı. Aral gazetelere verdiği demeçlerde de, ”Dininize, imanınıza inandığınız gibi biliniz ki, Türkiye’de kesinlikle böyle bir tehlike mevcut değildir” diyordu. Dönemin Başbakanı Turgut Özal ‘Radyoaktif çay daha lezzetlidir’ diyerek basına poz verirken, Cumhurbaşkanı Kenan Evren ‘radyasyon kemiklere yararlıdır’ diyordu. Neresinden baksanız tam bir komedi yaşanıyordu.

    Çernobil faciasının üzerinden 20 yıl geçti; ancak son yıllarda Karadeniz Bölgesi’nde artan kanser vakalarına paralel olarak tartışmaların dozu da yükseliyor. Karadenizliler kanser artışların nedeni Çernobil değilse gerçek nedenin ilmî verilerle kamuoyuna açıklanmasını talep ettiler. Bu talep doğrultusunda Çernobil Nükleer Santralı kazasından etkilendiği düşünülen bölgelerin kanser hastalığı yönünden son durumunu ortaya koymak amacıyla yürütülen ‘Karadeniz Bölgesi Kanser ve Kanser Risk Faktörleri Araştırması’nın sonuçları açıklandı. Ülke genelinde görülen kanser sayılarındaki artışın büyük ölçüde kanser kayıtlarının çok daha titizlikle tutulmasından kaynaklandığını belirten Akdağ, şunları söyledi:

    “Karadeniz Bölgemizde kanser vakaları diğer bölgelerimizden farklı bir artış göstermemektedir. Ülkemizin tüm bölgelerinde görülen kanser sayılarındaki artış, büyük ölçüde kanser kayıtlarını çok daha titizlikle tutmamızla ilgilidir. Ancak bazı kanserler için gerçek artışın önemli bir sebebi yaygın sigara tüketimidir. Avrupa ülkeleriyle kıyaslandığında ülkemizde sigara ile ilgisi ispatlanmış, bronş-akciğer, mesane ve gırtlak kanserlerinde diğer kanserlere göre ciddi bir fazlalık bulunmaktadır.”

    Koskoca bakan böyle diyor, bize söz düşmez artık... Yetkililer basit bir kıyasla Isparta’yla Trabzon arasında kanser vakalarına dair karşılaştırma yapıldığında bu iki il arasında kanser artışlarının birbirine paralel olduğunu, bunun da son yıllarda Karadeniz’de kanser artışının söz konusu olmadığını gösterdiğini, vakaların Çernobil’le ilişkilendirilemeyeceğini belirtiyorlar.

    Ne yalan söyleyeyim, onlar böyle dese de beni bu rapor tatmin etmiyor. Şahsen bu raporda da bir kısım hileler seziyorum. İnşallah onlar haklı çıkarlar. Biz haksız çıkmaya dünden razıyız. Fakat bilinmelidir ki hakikatler örtbas etmekle ortadan kaldırılamaz. Gerçekler acı da olsa olduğu gibi açıklanmalıdır.

  • ortadoğu

    16.08.2006 - 17:10

    ATATÜRK’ÜN ORTADOĞU’YA BAKIŞI

    M.NİHAT MALKOÇ

    Dünyaya barış gelmesi için kurduğumuz hayalleri hep erteliyoruz, ertelemek mecburiyetinde kalıyoruz. Çünkü zalimler var oldukça yeryüzü huzur ve istikrar görmeyecektir. Dünyayı babasının malı gibi gören Avrupa, ABD ve İsrail zihniyeti hüküm sürdükçe mazlumlar hep ezilecektir. Göstermelik barış hamleleri zaman kazanmaktan ibarettir. Bu oyun dün de oynanmıştı, bugün de oynanıyor, yarın da oynanacaktır.

    Osmanlı Devletinin dünya egemenliğini elinin altında bulundurduğu zamanlarda insanlık gerçek huzuru yakalamıştı. Üç kıtaya barış ve huzur getiren Osmanlılar dünya barışının teminatıydı. Ne zamanki Osmanlı Devleti zayıflamaya, duraklamaya ve çökmeye başladı, işte o zaman huzurun da adı silindi yeryüzünden. O gün bugündür vahşi Batı’nın ve ABD’nin orman kanunlarıyla hayatımız zindana döndü. Barış ve huzur ulaşılmaz bir hayal olarak kalakaldı. Bundan sonrasından da umudumuz yok.

    Osmanlı Devletinin çöküş emareleri gösterdiği dönemlerde iktidara gelen padişahlar, gayret ettiyseler de bir varlık gösteremediler. Çünkü dış güçler zayıflayan devleti akrep kıskacına almışlardı. Her geçen gün zehir, vücuda enjekte ediliyordu. Bununla beraber yaşama işaretleri yavaş yavaş kayboluyordu. Böyle bir durumda devreye giren Mustafa Kemal, Osmanlı’nın enkazı üzerinde yeni bir devlet kurmak için çalışmalara başlamıştı. Altı asır boyunca dünyaya hükmeden Osmanlı’nın mirasçıları düşmana teslim olamazlardı. Sonuna kadar mücadele edeceklerdi. Onun içindir ki gelecekte Atatürk olacak olan Mustafa Kemal, Samsun’a çıkarak kurtuluş ateşini yaktı. Bildiğimiz tarihî hadiselerden ve devrelerden sonra genç Türkiye Cumhuriyeti’nin temelleri atıldı. Türk milleti esir yaşayamayacağını tüm dünyaya ilan etti. Her şeye rağmen bağımsızlığını kazandı.

    Osmanlı Devletinin yıkılmasına en çok da bizimle altı asır boyunca aynı çatı altında huzur içinde yaşayan milletler üzüldü. Çünkü onlar Osmanlı hâkimiyeti altında hiçbir zaman ikinci sınıf insan muamelesine maruz kalmadılar. Hiç kimse onları hor ve hakir görmedi. Osmanlı’nın çöküşü sonrasında genç ve dinamik Türkiye’nin kuruluşu onlar için bir anlamda teselli oldu. Fakat Türkiye onlara eskisi kadar sahip çıkamadı, iç ve dış karışıklıklarına müdahale edemedi. Fakat bu demek değildir ki onlar unutuldu. Türkiye gücü nispetinde mazlum milletlere, özellikle Ortadoğudaki Müslüman devletlere şefkat kanatlarını gerdi.

    Bazılarının zannettiği ve iddia ettiği gibi Mustafa Kemal, Batı’ya yaslanırken Müslüman devletlere sırtını çevirmemiştir. Osmanlı’nın misyonunu gücü nispetinde devam ettirmiştir. O, Batıya açılırken Doğuyu da ihmal etmemiştir. Özellikle Ortadoğu’daki devletlere ilgisini esirgememiştir. Çünkü bu devletlerle dinî bağlarımız vardır. Atatürk Arapların, değişik İngiliz oyunları neticesinde bizlere karşı tavırlarda bulunmasını husumet aracı olarak kullanmamıştır. O, savaşın hileden ibaret olduğunu biliyordu. Bu kandırılma hadisesini de böyle yorumlamış; tarihî bağlarımızı hiçe saymamıştır. Arapların Batının oyunlarına gelmesine üzülerek bu hususta şu ifadelerde bulunmuştur:

    “Arapların Avrupa siyasetine nüfuz edemeyip bu sözde istiklal kelimesine inandıkları ve bu uğurda Arap memleketlerini Avrupa emperyalizmine esir kıldıkları çok şayanı teessüftür. Arapların arasında mevcut olan karışıklığı ve hoşnutsuzluğu kimse bizim kadar bilemez. Biz vakıa birkaç sene Araplardan uzak kaldık. Fakat şimdi kendimize kâfi derecede güvenip ve kudretimizi bildiğimiz için İslamiyet’in mukaddes yerlerinin Musevilerin ve Hıristiyanların nüfuzunun altına girmesine mani olacağız.”

    “Binaenaleyh şunu söylemek istiyoruz ki; buraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmeyeceğiz. Biz şimdiye kadar dinsiz ve İslamiyet’e lakayt olmakla ittiham edildik. Fakat bu ittihamlara rağmen Peygamber’in son arzusunu yani, mukaddes toprakların daima İslam hâkimiyetinde kalmasını temin için hemen bugün kanımızı dökmeye hazırız. Cedlerimizin, Selahaddin’in idaresi altında, uğrunda Hıristiyanlarla mücadele ettikleri topraklarda yabancı hâkimiyet ve nüfuzunun tahtında (altında) bulunmasına müsaade etmeyeceğimizi beyan edecek kadar bugün, Allah’ın inayeti ile kuvvetliyiz. Avrupa bu mukaddes yerlere temellük etmek için yapacağı ilk adımda bütün İslam âleminin ayaklanıp icraata geçeceğine şüphemiz yoktur.”

    Bu beyanatlarda da görüldüğü gibi Atatürk büyük düşünen bir insandı. O bazılarının saptırdığı gibi Doğu milletlerini yok saymamış, aksine onlara ilgi duymuş, şer odaklarının oyunlarına gelmemeleri için gayret sarfetmiştir. Hassas konularda Arapların ve Filistin’in yanında olmuştur. Çünkü Arapların üzerinde yaşadıkları topraklar bizim inancımızda da kutsaldır. Kendileri gaflet içerisindeyse onları uyarmak ve uyandırmak biz Türklerin borcudur. Atatürk de bunu elinden geldiğince yapmıştır.

    Bugün Ortadoğu’daki ve Filistin’deki dağınıklık Müslüman ümmetinin mevcut fotoğrafını da yansıtıyor. Osmanlı olsaydı bunların hiçbiri olmazdı. Osmanlı’nın çökmesinde Arapların ve tüm Ortadoğu devletlerinin de payı vardır. Bu yaşananlar, belki de onlara verilmiş bir ceza ve ihtardır. Fakat bizler yine de Türkiye olarak onların yanında ve yakınında olmalıyız. Kim bilir, bir zamanlar onlar imtihan edilmişti, bu sefer de bizler imtihan ediliyoruz. Ne mutlu Allah’ın imtihanını kazanma bahtiyarlığını yaşayanlara! ...

  • mezhep

    16.08.2006 - 14:35

    MEZHEP HOLİGANLIĞI

    M.NİHAT MALKOÇ

    Mezheple holiganlık ifadeleri birbirinden ne kadar da uzak ve birbirine ne kadar da soğuk duruyorlar. Öyle ya ‘holigan özellikle futbolda fanatizmi besleyen ve çevreye zarar vermeye eğilimli taraftar, serseri, hayta’ demektir. Mezhep ise bir dinin görüş, yorum ve anlayış ayrılıkları sebebiyle ortaya çıkan kollarından her biri anlamında kullanılır.

    Bilindiği gibi Peygamberimiz (S.A.V.) hayatta iken herhangi bir mezhebe ve müçtehide ihtiyaç duyulmuyordu. Çünkü peygamberimiz doğrudan doğruya meseleleri ve ilgili hükümleri birinci kaynağından, yani vahiyden alıyordu. O, Rahman’a kavuştuktan sonra mezhepler de yavaş yavaş oluşmaya başladı. Bilindiği üzere mezhep konusu uzun yıllardan beri tartışılagelmektedir. Bazıları mezhepleri ayrık otu ve ihtilaf unsuru olarak görmektedir. Fakat durum hiç de öyle söylendiği gibi değildir. Hak mezhepler ihtiyaçtan ötürü doğmuşlardır. Birbirine düşman ve muhalif değillerdir.

    Mezhepler kendi içinde itikadî ve amelî olmak üzere ikiye ayrılır. İslam’ın nasıl yaşanacağına dair Kur’an, sünnet ve mezhepler bize yol göstermektedir. Birden çok hak mezhebin varlığı ise hadiselere bakış açısının farklılığından kaynaklanmaktadır. Fakat bu ayrılıklar imanî hususlarda görülmemektedir. Mezhepler İslam’ın büyük imamlar tarafından yorumlanmasıdır. Bu imamların hepsi de ihlâslı ve takva sahibi Müslümanlardır. Bunların Müslümanlarca eleştirilmesi mevzubahis değildir. Mezhep ayrılıklarının özünde anlayış ve yorum farklılıkları yatmaktadır. Konuyu daha iyi kavratmak için yaşanmış bir hadiseyi dikkatlerinize sunmak istiyorum:

    Hz. Peygamber Efendimiz namaz kılarken mübarek alınlarına taş batar ve alınları kanar. Hz. Ayşe (r.a.) validemiz taşı Peygamber Efendimizin alnından alarak yere atarlar. Resulullah Efendimiz yeniden abdest alarak namazlarını kılarlar. Hanefi mezhebi imamı, İmam Azam Ebu Hanife Hazretleri ile Şafii mezhebi imamı, İmam Şafii Hazretleri abdesti bozan meseleleri ele alırken bu meseleyi değerlendirirler. İmam-ı Azam Hazretleri, “Peygamber Efendimizin alnına batan taş kan çıkardığı için efendimiz abdest almıştır.” hükmüne varırken; Şafii Hazretleri abdestin bozulmasını Hz. Ayşe (r.a.) validemizin Peygamber Efendimizin alnına dokunmasına bağlamıştır. Böylece Hanefi mezhebinde az bir kan abdesti bozan sebeplerden biri olurken, Şafii mezhebinde kadının temasıyla abdestin bozulması kaide olarak benimsenmiştir. Bu yorumların hiçbirini yanlış olarak niteleyemeyiz. İkisi de doğrudur, hangi mezhebe inanıyorsanız onun anlayışını benimsersiniz. Üstelik mezheplerin yaklaşımlarının faklılıkları bazen değişik kolaylıkları da beraberinde getirmektedir. Demek ki bunda da rahmet vardır.

    Dikkat edilince görülecektir ki hak mezhep imamları İslamî hakikatlerde ayrılığa düşmemişlerdir. Sadece bir kısım İslamî uygulamalarda farklı görüşler beyan etmişlerdir. Bu aslında ayrılık değil, dinî zenginliktir. Hem mezhep imamları ve onların taraftarları birkaç istisna dışında hiçbir zaman birbirleriyle kavgalı olmamışlardır. Dört büyük hak mezhebin sadece uygulamalarında farklılıklar görülmüştür. Hiçbir mezhep ötekinin uygulamalarını küçük düşürücü ve yalanlayıcı bir tutum içerisinde olmamıştır. Bu mertebeye gelmiş insanlarda fitne ve fesat aramak içimizdeki kirin zahire yansımasından başka bir şey değildir. Maliki mezhebi kurucusu İmam Malik, mezhebine dair bakış açılarıyla ilgili olarak “Ben bir beşerim. Bazen hata, bazen de isabet ederim. Bu sebeple benim rey ve içtihadımı inceleyiniz. Kitap veya sünnete uygun bulursanız, kabul ediniz, bulmazsanız reddediniz.” demiştir.

    Kim ne derse desin mezheplerin dinî yorumlarının farklı olması aslında Müslümanlar için nifak değil, rahmettir. Nitekim Peygamber Efendimiz de bir hadislerinde, “Ümmetimin ihtilafı rahmettir” buyurarak buna işaret etmiştir. Hem bizler onca imanî zaafımıza rağmen kalkmış mezhepleri, onların büyük imamlarını ve verdikleri fetvaları tartışıyoruz. Dünyada ve Türkiye’de suni bir mezhep karmaşası almış başını gidiyor. Dört hak mezhebin dışında başka mezhepler oluşturuluyor. Dört hak mezhebin dışındaki bu yeni mezheplerin taraftarları aynı Allah’a, aynı kitaba(Kur’an-ı Kerim) , aynı peygambere(Hz. Muhammed) inandıkları halde maalesef ağır sözlerle birbirini rencide ediyorlar.

    Türkiye’de yaşayan bazı kesimler Şiileri ve Vahhabileri Müslüman kabul etmiyorlar. Aslında bazı konularda farklılıklar olsa da Şiilerle Vahhabilerin imanî konularda bizden pek de farklılıkları yoktur. Allah’ımız, kitabımız, peygamberimiz aynı olduktan sonra ayrıntılara takılıp kalmanın kime ne faydası vardır? Bunca birin yanında ikilik neden? Kişilerin Müslümanlığını tayın etme ve onaylama yetkisi kimseye verilmemiştir.

    Şurası açıkça bilinmelidir ki kimsenin cennete veya cehenneme bilet kesmeye hakkı ve hükmü yoktur. Özellikle Batılılar, savaş meydanlarında yenemedikleri Müslümanları bölüp fırkalara ayırmak için asırlardan beri uğraştılar. Bunu, önlerindeki lokmayı kolay yutmak için yaptılar. Bizler de onların basit oyunlarına alet olduk. Küçüldük, eridik, yok olduk.

    Birileri mezhep holiganlığı yaparak Müslümanların gücünü kırıyor. İslâm düşmanlarının bu kötü oyununa gelmeyelim. Birlerimizin çokluğu bizi birliğe ve kurtuluşa götürsün. Mümin ölçü üzere hareket eder. Müslüman’a holiganlık, hele de mezhep holiganlığı hiç yakışmaz. İman kardeşliği bağı bizi birbirimize sıkı sıkıya bağlamalıdır.

    Hangi mezhepten olursa olsun Müslümanlar kardeştirler. Kardeşlerin arasına fitne tohumları ekenlere müsaade etmeyelim. Tevhid inancıyla hareket edenleri kucaklayalım. Mezheple holigan kelimeleri yan yana hiç de şık durmuyorlar. Hiçbir konuda fanatizme ve holiganlığa tevessül etmeyelim. Söz konusu olan mezhepse hassasiyetimizi ikiye katlayalım; asla bölücü ve ayrıştırıcı olmayalım. Çünkü İslâm vahdet ve tevhid dinidir.

  • fatih tekke

    15.08.2006 - 23:33

    FUTBOLUN EFENDİSİ: FATİH TEKKE

    M.NİHAT MALKOÇ

    İnsanları birbirinden ayıran en önemli olgu kişiliktir. Kişilik davranış biçimlerinin bütünü ve hayata bakış açısının hareketlere dökülmüş kalıbıdır. Kişiliğin gelişmesinde yaşanılan toplumun ve ailenin tesiri büyüktür. Okuduklarımız ve arkadaşlarımız da şahsiyetimizin oluşmasında etkilidir. Karmaşık ilişkilerin ürünüdür kişilik… Kişiliğin önemiyle ilgili olarak yaşanmış bir hikâye anlatılır:

    “Sınıf, öğrencilerin gürültü patırtısıyla sallanırken sert görünümlü hoca kapıda beliriyor. İçeriye kızgın bir bakış atıp kürsüye geçiyor. Tebeşirle tahtaya kocaman bir ‘1’ rakamı çiziyor. ‘Bakın’ diyor. ‘Bu kişiliktir. Hayatta sahip olabileceğiniz en değerli şey…’ Sonra ‘1’ in yanına bir ‘0’ koyuyor: ‘Bu başarıdır. Başarılı bir kişilik ‘1’ i ‘10’ yapar.’ Bir ‘0’ daha… ‘Bu tecrübedir. ‘10’ iken ‘100’ olursunuz.’ Sıfırlar böyle uzayıp gidiyor: Yetenek, disiplin, sevgi... Eklenen her yeni ‘0’ ın kişiliği 10 kat zenginleştirdiğini anlatıyor hoca… Sonra eline silgiyi alıp en baştaki ‘1’ i siliyor. Geriye bir sürü sıfır kalıyor ve hoca yorumu patlatıyor: ‘Kişiliğiniz yoksa öbürleri hiçtir.’

    Bu yaşanmış anekdotta(hikâyecik) da belirtildiği üzere kişilik bütün başarıların önünde yer alması gereken bir olgudur. Bir insanın kişiliği bozuksa onun elde ettiği başarılara da ehemmiyet verilmemelidir. Çünkü başarılar geçici olduğu halde kişilik kalıcıdır. Hafızlara kazınan ahlâkî yanlarımızdır. Bu yazımda sizlere her bakımdan bir kişilik abidesi olarak gördüğüm futbolun efendisi Fatih Tekke’den söz edeceğim.

    Fatih Tekke, 9 Eylül 1977 tarihinde Trabzon’un Köprübaşı ilçesinde doğdu. Ben de aynı ilçeden olduğum için kendisine büyük sevgim ve sempatim vardır. Çok erken yaşta Trabzonspor A takımına yükselen Fatih Tekke, tecrübesizliği ve sinirli kişiliği yüzünden Altay’a kiralandı. Altay’da futbol hayatını sürdürürken ayağı kırıldı, fakat genç olduğu için çabuk düzeldi. Trabzonspor’a geri döndüyse de yararlı olamayacağı düşünülerek Gaziantep’e gönderildi. Buradan 2002–2003 sezonunda Trabzonspor’a geri döndü, bu dönemden itibaren takımın en önemli gol silahı oldu ve Trabzonspor’un kaptanlığını üstlendi. Takıma katılmasıyla Trabzonspor bir çıkış yakaladı ve iki Türkiye Kupası’yla birlikte iki lig ikinciliği kazandı. Ayrıca 2004–2005 sezonunda 31 golle gol kralı oldu. Fatih Tekke, Türk Milli Futbol Takımı formasını da giymektedir. Milli Takımımızın beş yüzüncü golünü atma şerefi de kendisine nasip oldu. İstatistikî açıdan bakılınca tarihe not düştü.

    Fatih Tekke’nin hayatı futboldan ibaret değil… Ailesine çok düşkün olan Fatih, fırsat buldukça kitap okumayı ihmal etmiyor. Kamplarda dinlenirken bile kitapları elinden düşürmüyor. O kendini geliştiren ve yenileyen bir yapıya sahip… Tarihe oldukça meraklı… Osmanlı tarihini, peygamberlerin hayatını, sahabe hayatını, yakın tarih ile ilgili bir sürü kitap okuduğunu belirtiyor. En güzel hediye olarak kitabı görüyor ve dostlarının kendisine pahalı şeyler değil, kitap hediye etmesini istiyor. Yazdıklarına çok inandığı isimlerin başında ise Ahmet Kabaklı ile Necip Fazıl Kısakürek geliyor. Bunun yanında Oktay Sinanoğlu ve Soner Yalçın’ın kitaplarını da okuyor. Kendisine kitapların penceresinden baktığımızda futbolcularda ender görülen bir okuma aşkıyla dolu olduğunu görüyoruz.

    Trabzonspor’un yetiştirdiği bu değerli futbolcu, inanç bakımından da bizim özelliklerimizi fazlasıyla taşıyor. Çünkü o her şeyden evvel çok inançlı ve vatansever bir yapıya sahiptir. İbadetlerini iyi bir Müslüman imajının gerektirdiği şekilde yerine getiriyor. İyi bir evlat ve iyi bir aile babasıdır. Düzenli bir aile yaşantısı vardır. Çok gayretli ve azimli bir yapıya sahiptir. Bugün zirvedeyse bunu bu karakteristik özelliklerine borçludur.

    Fatih Tekke, bu şehrin(Trabzon’un) evladı olduğu için hep takımının menfaatlerini ön planda düşündü. Bunu son transferinde de bizzat gördük. Değişik dünya takımları tarafından istenmesine rağmen takımına en büyük maddî katkısı sağlayan bir Rus takımına, Zenit. St. Petersburg’a transfer oldu. Bu transfer neticesinde Trabzonspor’a yedi buçuk milyon euro(yuro) gibi astronomik bir para girdisi sağladı. Oysa Zenit dünya sıralamalarında olmayan bir takımdı. Bu takım Fatih’e fazla bir değer katamazdı. Fakat o bugüne kadar bir Türk futbolcusuna verilen en büyük transfer ücretini eski takımına kazandırdı. Bu para Trabzonspor’un canlanmasına ve maddî açıdan rahatlamasına sebep oldu. Kaptan Fatih yine yapacağını yaptı ve giderayak gemisini kurtardı.

    O şimdi Rusya’da Türk futbolunu en iyi şekilde temsil ediyor. Zenit St. Petersburg takımında gollerini sıralıyor. Bu arada Trabzonspor kendi değerlerini çiğneyerek yabancılardan medet umuyor. Fatih’in takımdan gitmesinden sonra Trabzonspor tarihte örneği görülmemiş bir biçimde ligin dibine demir attı. Bakalım kimlerin doğruları isabet kaydedecek. Ömrümüz olursa yaşayıp göreceğiz. Fatih’e, sevgili hemşehrime Rusya’da da üstün başarılar diliyorum. O orada da başaracaktır. Allah yâr ve yardımcısı olsun.

  • alkolizm

    11.08.2006 - 00:36

    ALKOLİZM BATAKLIĞI

    M.NİHAT MALKOÇ

    Sağlık biz insanların en kıymetli hazinesidir. Bu, parayla ve çalışmayla elde edilemez. Vücut, Allah’ın bize emanetidir. Bu hassas yapıyı korumakla mükellefiz. Hiçbir şey sıhhatten daha değerli değildir. Makam, mevki, şan, şöhret hepsi geçicidir. Bu hakikati Cihan Padişahı Kanunî Sultan Süleyman (şiirdeki mahlası Muhibbi) şu beytinde veciz bir ifadeyle dile getirmiştir:

    “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi
    Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.”

    Alkolün tarihi neredeyse insanlık tarihi kadar eskidir. İnsanlığın yerleşik hayata geçmesiyle alkol üretimi de başlamıştır. İlk bira bundan sekiz bin yıl önce Mezopotamyalıların arpayı ekmek yapmak için ıslah etmesiyle yapılmıştır. Sümerlerin altı bin yıl önce Batı İran ve Anadolu’daki Godin Tepelerinde bira ve şarap içtiği bilinmektedir. Bu yanlış tutum ve davranış bugün artarak devam etmektedir. İnsanlar göz göre göre, üstelik para vererek kendilerini zehirlemektedir.

    Sıhhatimizin değerini bilmiyoruz. İçki ve sigarayla bu hayatî varlığımızı tahrip ediyoruz. Alkolizm bataklığına saplanan insanlarımız çırpındıkça daha çok batıyor. Günümüzde sigara ve alkole başlama yaşı 12-15’e düşmüştür. Bu korkunç bir hakikattir.

    Gençlerimizin alkole başlamalarının başta gelen sebebi büyüklere özenmektir. Yapılan araştırmalara göre ailesi alkol kullanan çocukların tamamına yakını sigara ve alkol kullanmaktadır. Bu hususta kötü arkadaş ve çevrenin rolü inkâr edilemez. Anne ve babalar çocuklarını, kedinin fareyi takip ettiği gibi takip etmesi gerekir ki bu savunmasız yavrular alkol batağına saplanmasın.

    Yakın bir zamana kadar televizyonlarımızda bira reklâmı yapılmaktaydı. Oysa alkollü ürün reklâmı kanunen yasaktı. Fakat bu engeli aşmanın kolayı vardı. Ne yaptılar? ... Söz oyunlarına sığınıp reklâmlarında “alkolsüz bira” sloganını kullandılar. Böylelikle de kanun engelini rahatlıkla aştılar. Aslında alkolsüz bira olmayacağını büyük küçük herkes biliyordu. Alkolsüz içeceğe bira değil, dense dense kola veya meyve suyu derler. Çocuk mu kandırıyorsunuz siz? ... Çok şükür ki son yıllarda bu çirkefliğin önüne geçilerek ekranlar bira reklâmı görüntülerinden arındırıldı.

    Birada yüzde beşin üzerinde alkol vardır. Bilim adamlarına göre, içinde yüzde iki buçuk alkol bulunan içki, alkollü içkidir. Siz hangi mantıkla alkolsüz bira ifadesini kullanıyorsunuz? İşin dinî yönüne gelince Peygamber Efendimiz bunun ölçüsünü de şöyle koymuştur: “Çoğu sarhoşluk verenin azı da haramdır.” Mesele apaçık ortadadır.

    Bazı kendini bilmezler alkolün bazı hastalıklara yararlı olduğu iddiasındadır. Tıbbın bu konuda verdiği hiçbir ilmî dayanak yoktur. Bunların tamamı uydurmadır. Peygamberimiz Hz. Muhammet(SAV) bir hadis-i şeriflerinde: “Haramda şifa yoktur.” buyurmuştur. Müslümanların Tıbbi Nebevî’ye(Peygamberimizin sağlıkla ilgili söz ve uygulamalarına) inanmaları esastır.

    Hastalıkların önemli bir kısmı alkolden kaynaklanmaktadır. Damar tıkanıklığının sebebi bu zehirli maddedir. Bu yüzden pek çok insan, mühim uzuvlarını kaybetmiştir. Saygısız, terbiyesiz ve başıboş bir neslin hamuru alkolle yoğrulur. İçki aklı zayıflattığı için sarhoş insanlar, sağlıklı kararlar veremezler. Trafik kazalarının çoğu bu yüzdendir. Sigara ve alkol yüzünden felç olanların sayısı az değildir. Vicdan merkezli konuşursanız alkolün tek bir yararını bile gösteremezsiniz.

    Alkol içen kişilerin çoğunda fizikî ve ruhî sıkıntılar görülmektedir. Kişi bu illetten kurtulmadıkça vücut huzur ve sükûn bulamaz. Devamlı alkol içenlerin sinir sistemi ve böbrekleri iflas eder. Bunun sosyal yapıya verdiği zararları saymakla bitiremeyiz. Alkolik aile reislerinin evlerinde huzur aramak beyhudedir. Onların eşleri, çocukları ve kendileri açık hapishanede yaşıyor gibidirler. El ve ayakları bağlı olmamasına rağmen zehirli kadehlere tutsaktırlar.

    Alkoliklerin ilk zamanlarda geniş çevreleri olur. Onunla ölüm yolculuğuna çıkanların bir kısmı ellerindekileri kaybedince bu yoldan çark ederler. Bazıları hakikatleri görerek bu çıkmaz sokaktan geri dönerler. İçmekte ısrar edenler çevrelerine zarar vermeye başlarlar. Böylelikle de arkadaşları onları yavaş yavaş terk eder. Sorumluluk duyguları sıfırlanır. Kısa zamanda işlerini ve aşlarını kaybederler. Zamanla evlerine uğramaz olurlar. Zaten uğrayacak evleri de kalmaz. Gecenin karanlığında, tekinsiz yerlerde yapayalnız kalırlar. Çoğunun ekonomik yapıları bozularak yuvaları dağılır.

    Şu işe bakın Allah aşkına! ... Paramızla kendimizi zehirliyoruz; dünyayı kendimize zindan ediyoruz. Bir anlık mutluluk ne kadar da pahalıya mal oluyor. Anne-babaların çocuklarına sahip çıkması gerekir. Yoksa iş işten geçtikten sonra ah vah fayda etmez.

    Alkolikler hasta ruhlu insanlardır. Alkol onların bütün metabolizmasını bozmuştur. Onların hasta olduklarını kabul etmesi tedaviyi hızlandırır. Alkolikliğin normal bir davranış gibi algılanması tedavi sürecini sekteye uğratır. Zaten hasta olduğuna inanmayan alkolikler tedaviye de yanaşmazlar.

    Alkolün suç işlemedeki etkisini bilmeyen yoktur. Çünkü alkol aklı bir noktadan sonra devre dışı bırakır. Kişi doğrularla yanlışları ayırt edemez olur. Özellikle hamile kadınların alkolden uzak durmaları gerekir. Zira alkol kullanan anne adaylarının doğacak çocuklarında zihnî ve bedenî rahatsızlıkların oluşma ihtimali diğerlerine göre çok yüksektir.

    Ülkemizdeki trafik kazalarının önemli bir bölümü alkolden kaynaklanmaktadır. Alkol merkezi sinir sistemi üzerine tıpkı genel anestezi yapan maddeler gibi etki eder. Kişinin ani karar verme yetisi sekteye uğrar. Böylelikle ölümlü kazalar meydana gelebilir.

    İnsanlar içkiyi daha çok zevk almak için tüketmektedir. İçki hiçbir meseleyi halletmez; bazılarının zannettiği gibi dertlerimizi azaltmaz. Efkârımızı dağıtmaz. Uzaklaşmak istediğimiz duygu ve düşünceleri belli bir süreliğine unutmamızı sağlar. Fakat bilindiği gibi problemler unutmakla çözülmez. Bu tembel mantığıdır. Meseleler ancak akılla ve sağduyulu yaklaşımlarla halledilebilir. Bu da alkolden uzak dingin ve sağlıklı bir kafayı gerektirir. Gelin dünyaya ayyaş gözüyle değil, sağlık penceresinden bakalım. Unutmayalım ki dünyada ölümden başka çözümsüzlük yoktur. Alkol hiçbir meselenin çözümünü sağlamaz. Aksine her şeyin arapsaçına dönmesine zemin hazırlar.

  • gemileri yakmak

    10.08.2006 - 14:10

    GEMİLERİ YAKMAK YAHUT ÜMMETİN AHVALİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Geri dönüşü olmayan olaylar için kullanılan bir deyimdir ‘gemileri yakmak’… Cesur insanların bütün riskleri üzerlerine alarak kendilerini öne atması ve kahramanlık göstermesiyle ilgili olarak söylenir. Gemileri yakmak herkesin yapabileceği bir iş değildir. Kararlılık ifade eden bu deyimin bir de hikâyesi vardır. Daha doğrusu bu deyim yaşanmış bir hadiseye dayanıyor. Dilerseniz bununla ilgili anekdotu sizlerle paylaşayım:

    Berberiler Batı Afrika’da yaşayan göçebe bir toplumdur. Kökenleri Orta Asya’ya uzanan bu topluluk, Emevi Müslümanlarının buralara yayılmaları sonrası Müslüman olmuştur. O dönemde Kuzey Afrika valisi Nusayr oğlu Musa idi. Avrupa’ya yayılmak için Berberi askerlerden oluşan bir ordu hazırlaması için, gene bu halktan olan kölesi Ziyad’ın oğlu Tarık’ı görevlendirdi. Tarık on iki bin kişilik bir ordu hazırlayıp, gemilere bindirerek, karşı sahildeki bir dağa ulaştı ve oraya Tarık Dağı adını verdi (Cebelitarık)

    O dönemlerde o bölgede kökenleri Cermen ırkına dayanan, Batı Roma İmparatorluğu’nu yıkarak, Roma’yı yağmalayan Batı Gotları (Vizigotlar) adlı barbar bir kavim hüküm sürmekteydi. Bunlar oradaki halka ağır bir şekilde zulmetmekteydi. Tarık’ın, ordusu ile bu bölgeye geldiği haberini alan Vizigotlar sayıca daha üstün olan ordularını onların üzerine doğru sürdü. Çarpışma yaklaşıyor ve gerilim yükseliyordu. İşte bu noktada Tarık, askerlerinin zoru görünce kaçmasını önlemek için, oraya gelmek için kullandıkları tüm gemileri ateşe verdi. Askerlerine “Artık bizim için geri dönmek imkânsızdır. Önünüz düşman, arkanız deniz ile çevrili bulunuyor. Direnmekten başka şansınız yok. Canınızı kılıçlarınızla kurtarmaktan başka bir şey yapamazsınız. Kısa bir süre derde ve güçlüğe katlanmayı göze alırsanız, uzun süre rahat edersiniz. Ben düşmana hücum ediyorum, siz de arkamdan gelip saldırın. Ben ölürsem zafere ulaşana ya da şehit olana dek savaşın”.

    Savaşın sekizinci günü Tarık’ın ordusu sürekli tazelenen Vizigotlar karşısında yorulmaya ve geri çekilmeye başladı. Bunun üzerine Tarık tekrar askerlerine “ Kahramanlar nereye gidiyorsunuz? Gaflete kapılıp, nereye kaçmayı düşünüyorsunuz? Unuttunuz mu önünüz düşman ve arkanız denizdir. Bana bakınız ve ben ne yaparsam siz de onu yapınız” diyerek düşmana doğru atıldı. Kendisine barbar kavmin sancağını hedef aldı. Sancağın yanındaki, kıymetli taşlarla süslü tahtında rahat bir şekilde oturan Vizigot kralı Rodrik’i bir anda karşısında bulan Tarık, hasmını öldürdü. Bunun etkisi ile Vizigot ordusu dağıldı. Ancak Musa, Tarık’ın başarılarını kıskanarak, Tarık’a kaçanları kovalamamasını bildirdi. Ancak böyle davranmak büyük bir hata olacaktı. Tarık mantıklı olanı yaptı ve düşmanı kovaladı. Gotların başkenti olan Toledo kentini alarak, 350 yıllık barbar Got hâkimiyetini yıktı. Bundan sonra Batı Avrupa’da yaklaşık sekiz yüz yıl sürecek farklı bir uygarlık dönemi başlayacaktı.

    Bunların dışında Endülüs’ün fethiyle ilgili, yine bazı garip olaylar da anlatılır. Şöyle ki, Tarık b. Ziyad, Cebel-i Tarık Boğazı’nı geçip Endülüs’e girince, esirler arasında yaşlı bir kadın ona şöyle demiş: ‘- Böyle olayları iyi bilen bir kocam vardı. Buralara gelip galip olacak bir komutandan bahsedip dururdu. Bu komutanın sol omuzunda kıllı bir ben olduğunu söylerdi.’ Tarık elbisesini kaldırınca, söylendiği gibi bir ben görüldü. Tarık ve yanındakiler bunu da bir fetih müjdesi saydılar.

    ‘Gemileri yakmak’ zamanla dilimize yerleşerek deyimleşti. Bugün kararlılık ifade eden bir manaya büründü. Bilindiği üzere başarmanın yarısı inanmaktır. Siz evvelâ kendinize güveneceksiniz ve inanacaksınız ki zafer peşinden gelsin. Tarihteki zaferler hep inananların ve inandıkları davanın peşinde kararlılıkla yürüyenlerin olmuştur.

    O insanlar davalarında ısrarcı ve kararlıydılar. Onların kor gibi yürekleri vardı. Ölümden korkmuyorlardı. Çünkü Allah ve vatan için ölmenin ecrini çok iyi biliyorlardı. Ölüme düğüne gider gibi tebessümle gidiyorlardı. Hayatı ve ölümü takdir eden Allah’a sığınıyorlardı. Haysiyetlerinden asla taviz vermiyorlardı.

    Bugün İslâm dünyasına baktığımızda büyük bir enkazla karşılaşıyoruz. Müslümanlar darmadağın ve paramparça… Ümmet şuuru kaybolup gitmiş… Haysiyetli davranış ve tutumlar mumla aranır olmuş… Ortadoğu’da ve Arap Yarımadası’nda dolar milyoneri idareciler saltanatlarını sürdürmenin peşindeler. Lübnan’da ve diğer İslâm beldelerinde kan oluk oluk akarken onların kılı kıpırdamıyor. Utanmadan, sıkılmadan hiçbir şey olmamış gibi zevk ü sefasını sürdürüyorlar. Müslüman kanı emen çağın vampirlerine karşı imanın en zayıf işareti olarak kin bile duyamıyorlar.

    Vaktiyle yönetimin temel kuralını Hz. Muhammet(SAV) şöyle açıklamıştır: “Nasılsanız, öyle idare edilirsiniz.” Demek ki Müslümanlar hâl ve hareketleri nedeniyle böyle idarecilere müstahak oldular. Buna bir çeşit ceza da diyebiliriz. Dünya Müslümanları tez elden uyanmalı, titreyip kendine dönmelidir. Fakat bunu bugünkü idarecilerle gerçekleştirmek mümkün değildir.

    Suriye’de, Arabistan’da, Irak’ta, Sudan’da, Tunus’ta, Mısır’da, Afganistan’da devleti idare edenler Batı’ya ve ABD’ye göbekten bağlanmışlardır. Bunların birçoğu Batı’da yetişmiş ve bugünkü makamlarına atanmışlardır. Bunların hiçbirinden Müslümanlara hayır gelmez. Halk acı ve sefalet içinde yüzerken onlar ancak dolar milyoneri olarak sefalarını sürerler. Onların yerine asil ve ümmetçi idareciler gelmesi için öncelikle bizler hizaya gelmeliyiz, temizlenmeliyiz, manevî kirlerden arınmalıyız. Allah Müslüman ümmetini korusun ve gaflet uykusundan uyandırsın. Rabbim bize, yeri gelince gözünü kırpmadan gemileri yakabilecek Tarık bin Ziyatlar nasip eylesin.

  • cemil meriç

    10.08.2006 - 00:37

    CEMİL MERİÇ’İN AKIL DEFTERİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Türk milletinin âb-ı hayat hükmünde değerleri ve değerlileri vardır. Bunlardan birisi de Cemil Meriç’tir. Meriç, ömrünü düşüncenin girdabında geçirmiş, Osmanlı’nın inkırazını içinde yaşamış ve hissetmiş bir akıl hocasıdır. O, fikir namusunu yüreğinin derinliklerinde hissetmiş, eğilip bükülmeden ve yalpalamadan dimdik ve haysiyetli bir duruş sergilemiştir.

    Cemil Meriç, genç yaşta görme yetisini kaybetmesine rağmen ömrünün son anına kadar bu milletin selâmeti için düşünme gücünü diri ve canlı tutmuştur. Bizim görmediklerimizi görmüş, bizim hissetmediklerimizi hissetmiş, bizim duymadıklarımızı duymuştur. Bu ülkenin gençlerine yepyeni ufuklar açmıştır. Bizler ondan çok şey öğrendik. Doğuyla Batı arasında sıkışıp kalan bu milletin kurtuluş reçetesini o sundu bize.

    Türk mütefekkirleri arasında sözüyle özü bir olanların başında gelir Cemil Meriç… Bu büyük Türk aydınının adını muhayyilemize kazıyan birbirinden güzel ve çarpıcı sözleri vardır. Bunlardan bir buket yapıp sizlere sunmak istiyorum:

    “Sol ve sağ… Çılgın sevgilerin ve şuursuz kinlerin emzirdiği iki ifrit…. / Kendi gerçeğimizi kendi kelimelerimizle anlayıp anlatmak, her namuslu yazarın vicdan borcu. /
    Murdar bir halden muhteşem bir maziye kanatlanıp uçmak gericilikse, her namuslu insan gericidir. / Kelam, bütünüyle haysiyettir. / Kamus, bir milletin hafızası, yani kendisi; heyecanıyla, hassasiyetiyle, şuuruyla. / İzm’ler idraklerimize giydirilen deli gömlekleri. /
    Slogan, ilkelin ideolojisi. / İdeolojiler, uçurumları aydınlatan hırsız fenerleri. / Kitaptan değil, kitapsızlıktan korkmalıyız.

    Hafızaya çakıl taşı gibi saplanan bilgi kırıntılarına yeni bir ad bulduk: kültür. / Kitap, istikbale yollanan mektup… Smokin giyen heyecan, mumyalanan tefekkür… / Tarihimiz, mührü sökülmemiş bir hazine…. / Her toplum bir kitaba dayanır: Ramayana, Neşideler neşidesi veya Kur’an… Senin kitabın hangisi? / Duygunun asaleti, kuvvet ve isabetindedir. / Yığın düşünmez, maruz kalır. / Bayağı, hissetmeyendir. / Gerçek hükümdarlar, ebedî hükümrandırlar. Hazineleri yağma edildikçe zenginleşirler. / Meçhule açılan bir kapıdır kitap. Meçhule, yani masala, esrara, sonsuza… / Mütercim, mutlak’ı arayan bir çılgın, “felsefe taşı”nı bulmaya çalışan bir simyagerdir.

    Şiir ne bir teşrih masasıdır, ne bir teşhir çarmıhı... / Polemik zekâların savaşıymış. Zekâlar birbiriyle savaşmaz. Kinlerin, peşin hükümlerin, gizli çıkarların savaşı, polemik. Eski bir inancı yok etmek isteyen yeni bir düşüncenin savaşı… Ve her mübariz kendi cephesinde muzaffer… / Yaşayanları yöneten ölülerdir. Demek ki öldürülmesi gereken ölüler de var. / Gitmek, kaderin hatalarını düzeltmektir. / Kahramanlık, hatada ısrar etmemektir. / Asya’nın bütün evlatları içinde Batı’nın ilk benimsediği: Zerdüşt… / Aldatmayan tek sevgili var dünyada: mutlak güzel…”

    Cemil Meriç dünyaya ve yaşanan hadiselere hep ibret gözüyle bakmıştır. O, hadiselerin görünen yüzünü değil, içe yansıyan cephesini teşhir ve tespit etmiştir. Hayata pembe gözlükle bakmadığı gibi kalın camlı, koca çerçeveli gözlüklerin arkasından da bakmamıştır. Olması gereken noktada durarak gördüklerini teşhir ve tespit etmiştir. Onun dünyaya, hayata ve insana bakışını yansıtan veciz sözlerine kaldığımız yerden devam edelim:

    “Her çağ kendi kelimelerini söyletmiş kelimeye; her demagog(lâfazan) kendi yalanlarını… / İrfan, düşüncenin bütün kutuplarını kucaklayan bir kelime… / İrfan, kemâle açılan kapı, amelle taçlanan ilim... / Kültür, homo ekonomikus’un kanlı fetihlerini gizlemeye çalışan birer şal... / Kültür, kaypaklığı, müphemiyeti ve seyyaliyetiyle Avrupa’dır. Tarif edilmeyen, edilemeyen bir kelime… / Batı’nın düşünce tarihi akılla naklin mücadele tarihi… / Din, Avrupa için bir afyondur, bütün ideolojiler gibi…

    Avrupa tarihi, bir sınıf kavgası tarihidir. / Raskolnikov sarsıntı geçiren bir toplumda yapayalnızdır. Dosto gibi... / Şuuraltı(psikanaliz) her istediğini kolayca elde eden mutlu azınlığın imtiyazı… / Kendini tanımak, marifetlerin marifeti… / Belki de medeniyet uyuyor ve zaman zaman rüya görüyor. / Savaş bir irşat… Savaş, ışıkla karanlığın diyaloğu… Düşman, gözü bağlı olandır. / Bu çökmeye hazır medeniyet üç sütün üzerinde duruyor; süngü, açlık, fuhuş…/ Tarihi yaratan, fertle yığın arasındaki anlaşmazlık…

    Çatışmasız toplum beraber otlayan, beraber geviş getiren adsız bir sürü… / Tarihin mimarı: isyan, kadere, zamana, insana… / Dahi, münzevi bir yıldız; anasız doğan çocuk, anasız doğan ve zürriyetsiz ölen… Zirveden zirveye akseden şarkı… / Kronoloji: aptalların tarihi… / Din, bir susuzluk, sonsuza karşı duyulan özlem. Bilgi değil, aşk… / Hapishane, maskelerin çıkarıldığı yerdir. / Mahalle kavgaları, tefekkürün zirvelerine ulaşmamalı…”(Bu Ülke- Cemil Meriç-İletişim Yayınevi)

    Cemil Meriç’in defalarca okuduğum şaheseri olan ‘Bu Ülke’ den derlediğim veciz sözlerden bir kısmını sundum sizlere. Bu belâgatli sözlerin her biri bir kitap hacminde anlatılacak duygu ve düşünceleri yoğun bir içerikle anlatıyor. Uluslararası düzeyde itibar gören ve içinde yaşadığı topluma eleştirel gözle bakabilen bu güzel insanı anlamak için kafa yormamız gerekir. Zira onun teşhis ve tespitleri müşahhas hakikatlerden besleniyor. Cemil Meriç’in akıl defteri bizim ilham kaynağımız olmalıdır. Aksi halde kendi etrafımızda döner dururuz. Azgın dalgalara ve şiddetli fırtınalara karşı sakin bir limana sığınamayız.

  • mezarlık

    09.08.2006 - 12:41

    ÖLÜYE SAYGI VE MEZARLIKLARIMIZ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Ölüsüne saygısı olmayan milletlerin dirisine de saygısı olmaz. Çünkü her ölü, dünyadan göçmüş olsa da manevî bir şahsiyettir. Onun geçmişte yaptıklarına, sürdürmüş olduğu hayata ve insan oluşuna hürmet göstermek gerekir. Kişi öldü diye onu kıymetsiz bir varlık olarak göremeyiz. Biz ölüsüne azamî derecede saygı ve hürmet gösteren bir inancın mensuplarıyız. Ceddimiz ölülerini diriler kadar önemser ve onlara kıymet verirdi.

    Osmanlı İmparatorluğu zamanında mezarlıklara çok önem verilirdi. O dönemde oluşturulan mezarlıklar çok bakımlı ve tertiplidir. İster halktan olsun, isterse yüksek kesimden olsun Osmanlı zamanında bakımsız kabristana rastlanmazdı. Buralarla ilgilenen ve bu işten ekmek yiyen özel hizmetliler vardı. Onlar hem ölüsüne, hem de dirisine kıymet veren bir medeniyetin temsilcisiydiler. Onun içindir ki uzun ömürlü bir idare kurdular.

    Ölümü bize hatırlatan, hiç kimsenin saklayamayacağı ve kabul edemeyeceği cesetleri bağrına basan mezarlıklar hayatımızın ayrılmaz bir parçasıdır. İnsanlık var oldukça ölüm de var olacaktır. Ölüler yine toprağın kara bağrında gizlenecektir. Ölüm ve mezarlıklar edebiyatımızda da yaygın olarak yer almış, ağırlıklı bir tema olarak işlenmiştir. Son dönemin usta şairlerinden Üstat Necip Fazıl Kısakürek mezarlıklarla ilgili olarak ironiyle karışık şu dörtlükleri dile getirmiştir:

    'Kapıya ne icra memuru gelir,
    Ne Birinci Şube sivil polisi....
    İçerde kimine kuş tüyü sedir;
    Yüz üstü toprağa düşer kimisi....

    Bir musiki orda zaman ve mekân....
    Yıldız dolu feza küçük camekân...
    İmkân atomunu çatlatan imkân....
    Bir hiç ki, içinde heplerin hepsi'

    Osmanlı devletinde köklü bir ölüm ve mezar kültürü mevcuttu. Ölüler büyük bir ihtimamla gömülürlerdi. Mezarlar planlı ve tertipliydi. Evlere, cadde ve sokaklara gösterilen özen mezarlara da gösterilirdi. Her mezarın ayak ve başucunda birer mermer veya kesme taş bulunurdu. Bu taşlar usta yazıcılara işletilirdi. Ölümle ve ölüyle ilgili bilgi ve hatırlatmalar taşa kazınırdı. Bu gelişigüzel yapılmazdı. Hat sanatı burada titizce kullanılırdı. Mezar taşlarına işlenen yazıların ve şekillerin hepsi planlı ve anlamlı olurdu. Bunun da bir kökeni ve geleneği vardı. Her mezara aynı işaretler konulmazdı. Her mezar taşı bir şeyi simgelerdi. Bu başlı başına bir sanat dalıydı. Bazı mezar taşlarının anlamları şöyleydi:

    Sarıklı, kavuklu, başlıklı ve fesli olarak mezar taşına işlenen başlıklar erkeğin meslek ve meşrebini gösteriyor. Başlıktaki çiçek süslemeler ise mezarın kadına ait olduğunu belirtiyor. Bunların yanında mezar taşındaki sarık müderris ve defter eminlerini; kavuk orta dereceli memurları, ihtişamlı kavuklar Osmanlı yönetiminde sadrazam, kubbealtı vezirlerini ve kaptan-ı deryaları; uzun külah Mevlevî tarikatı mensuplarını; çapa, gemi direği, yelken denizcileri; hokka ve kalem, kâtipleri; lahana, bamya cirit takımı oyuncularını; yazısız mezarlar cellâtları; kırık başlı mezar taşları yeniçerileri; müzik enstrümanı müzisyenleri temsil eden mezar taşlarıdır. Yani kişinin mezar taşına bakarak o kişinin mesleğini ve meşrebini anlamak mümkündü.

    Günümüzde mezarlar da, mezar taşları da sıradandır. O eski mezar kültürü ve geleneği devam etmiyor artık. Bilindiği gibi Osmanlı döneminde Arap hurufatı kullanılıyordu. Harf devrimiyle beraber mezar taşlarımız da Latin kökenli alfabeyle yazılıyor artık…. Bu yazıların sanat bakımından hiçbir özelliği yoktur.

    Günümüzün insanı eski harflerden bîhaberdir. Torunlar dedelerinin mezar taşlarını okumaktan acizdirler. Eski mezarlıkların önünden geçerken uzun uzun yazılara rastlıyoruz. Fakat Osmanlıca bilmediğimiz için bu taşlarda neler yazdığını bilemiyoruz. Geçenlerde bir gönüllü kuruluş 'Dedenizin mezar taşını okumak ister misiz? ' sloganından yola çıkarak Osmanlıca kursu açtı. Bu Osmanlıca kursuna, tarihçisinden mühendisine dek pek çok meslek grubundan geniş katılım oldu. Demek ki insanlar eski yazıya merak duyuyor. Her gün önünden geçtiğimiz mezar taşlarında neler yazdığını merak edenlerimiz az değil. 'Ceddinin mezar taşlarını okuyamayan toplum' damgasını yemekten utanç duymalıyız. Atalarımız bizim için, en değerli varlıkları olan canlarını bile göz kırpmadan verdi. Bizler onların mezar taşlarını bile okuyamıyoruz. Bizi bundan daha iyi ne anlatabilir ki? ...

    Aslında mezarlar çok önemli görevler ifa ediyor. En azından bize ölümü hatırlatıyorlar. Eskiden mezarlar şehirle iç içe olurdu. Günümüzde mezarlar şehirlerden uzak yerlere kuruluyor. Şehir içindeki mezarlıklar da bozulup yol ve park haline getiriliyor. Adeta ölümü hatırlatan her şey gizleniyor. Fakat biz mezarları ne kadar uzaklara kurarsak kuralım ölüm bizi unutmayacaktır. Azrail denen ölüm meleği vakti geleni ebedî istirahatgâhına taşıyacaktır.

    Son olarak şunu söylemek istiyorum: Mezarlarımızı ortak alanlar belleyip onları temiz tutalım. Vakti gelince çiçek dikelim, uzamış çimlerini biçelim. 'Nasıl olsa ölüler kalkıp kızamaz' deyip çöplerimizi buralara bırakmayalım. Özellikle yeni kurulan mezarların planlı olmasına dikkat edelim. Şehirlerimizdeki nizamsızlığı bari buralara taşımayalım. Bizlerin de bir gün buralara göç edeceğini hatırlayıp kendimize çeki düzen verelim. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışırken yarın ölecekmiş gibi ölüme veya dönüşü olmayan göçe hazırlıklı olalım. Neticede 'Her nefis ölümü tadacaktır.' (Âl-i İmran S.-185. Ayet) .

  • fidel castro

    08.08.2006 - 16:08

    HEY GİDİ CASTRO HEY! ...

    M.NİHAT MALKOÇ

    Dünya yaşlı liderler tarafından yönetiliyor. Belli bir yaşa gelmeyenlerin fikir ve eylemlerine nedense itibar edilmiyor. Yaşlılık yönetimde artı değer olarak görülüyor. Bugün dünyayı yöneten liderlere bakınca çoğunun elli yaşın üzerinde olduğu görülüyor. Yaşlı liderler tarafından yönetilen ülkelerden birisi de Küba'dır.

    Küba enteresan bir ülke olarak biliniyor. Kurucuları arasında ünlü devrimci Che Guevara da var. Başkenti Havana olan Küba purolarıyla meşhurdur. Kendi yağıyla kavrulan ülkelerden biridir. Küba'da Amerikan doları döviz olarak kabul edilmiyor. Küba, IMF'e borcu olmayan nadir ülkelerden biridir. Eğitim ilkokuldan üniversiteye kadar her yerde ücretsizdir. Küba, ABD'nin de içinde bulunduğu pek çok sömürgeci devlete karşı direnişiyle tanınmıştır.

    Yakın zaman tarihçilerinin belirttiğine göre Küba Devrimi'nin Fidel'le başlayan süreci 1953 Moncado Kışlası baskınıyla başlar. Bu baskınla ilk silahlı mücadeleye başlayan Castro, önce hapsedilir. Sonra Meksika'ya sürülür. 2 Aralık 1956'da Fidel ve Che'nin de aralarında bulunduğu 82 devrimcinin Küba'nın doğu sahillerine çıkmasıyla başlayan mücadelenin ikinci dönemi 1959 Ocak başlarında zafere ulaşır.

    Küba halkının yarım asırdan beri sahip çıktığı bir devrimin, halka ilişkin yarattığı değerlere baktığımızda yarım asırdan beri abluka altında yaşayan bir toplumun devrimine, haysiyetine her şeye rağmen neden sarılmakta olduğunu anlıyoruz. ABD'nin bütün çabalarına ve 70 milyar dolarlık bir maliyet yaratan ablukaya rağmen, Küba halkı kendi imkânlarıyla, hayatını ve devrimini korumaya devam ediyor.

    Küba, devrimden önce zenginler için kumarhane, eğlence ve fuhuş merkezi olan bir ülkeyken, bugün ise insanî değerlerin, kolektif yaşamın, enternasyonalist dayanışmanın ve toplum merkezli yaşamın sosyal değerlerinin her gün çoğalarak ve kıtaya enerji yayarak yoluna devam ettiği bir ülkedir. Fakat dünyanın bir kısım ülkeleri Küba'nın bu durumunun farkında bile değildir. Dünyanın jandarmalığına soyunan ABD, bugün bile bu ülkeyi sürekli olarak tahrik ve taciz etmektedir. Devrimin sağladığı başarılardan bazılarına baktığımızda Küba'nın nereden nereye geldiğini görmekteyiz. Bu ülkeyle ilgili verilere göre Küba'da devrimden sonra hayat adeta yeniden düzenlenmiş, eski kalıntılar silinmiştir:

    Devrimden sonra 60 yeni üniversite, on binlerce spor kompleksi, kültür merkezi ve enstitüler açılmıştır. ABD'de binde 12, Türkiye'de binde seksen olan çocuk ölüm oranlarını binde 6'ya kadar düşürmüş bir ülkedir Küba… Koruyucu hekimlik dalında çok ileri bir noktada olan Küba'da, ortalama yaşam süresi erkeklerde 75'e, kadınlarda 77'ye kadar yükselmiştir. Küba'da okuma yazma oranı yüzde yüzdür, eğitim dokuzuncu sınıfa kadar zorunludur. Oy verme yaşı 16, sendikalaşma oranı yüzde 95'tir. Küba'da yaşayan herkes sağlık ve eğitim hizmetlerinden ücretsiz yararlanır.

    Küba'da her aileye, büyüklüğüne göre konut tahsis ediliyor. Küba, Latin Amerika ve üçüncü Dünya ülkelerine binlerce doktor gönderen ve bu ülkelerden 17 bin tıp öğrencisine ülkesinde ücretsiz eğitim veren tek ülkedir. İşsizliğin olmadığı Küba'da, her 100-120 aileye bir doktor düşüyor. Ülke kalkınması için ve çalışanların nelerle karşılaştığını yakından görmek için bütün yöneticiler yılda bir ay tarlalarda ya da üretimde çalışıyor. Nüfusu 11 milyon olan Küba'nın (yüzde 66'sı beyaz, yüzde 12'si zenci, yüzde 20 kadarı melez) tüm vatandaşları ırk ayrımı olmaksızın Halk Parlamentosunda eşit temsil ediliyor. Her ailenin gıda karnesi ve sağlıklı beslenme hakkı anayasal güvence altındadır. Küba lideri Castro ülkedeki genelevleri kapatarak çocuklar için iyileştirme merkezleri açmıştır.

    Adı ne olursa olsun Fidel Castro, Küba'da köklü ve temelli bir sistem kurmuştur. Amerika kıtasının yanı başında emperyalizme kafa tutan bu lideri alkışlamamak mümkün değildir. Dimdik ayakta duran Küba ve onun bilge lideri Castro koskoca Amerika'ya karşı örnek bir mücadele göstermektedir. Küba'nın dış borcunun olmaması bu mücadelenin kolaylaşmasına zemin hazırlamıştır. Çünkü borç alan akıl da alır bir gün... Borçluluk esarete giden yolun ilk basamağıdır. Türkiye Batı'ya ve IMF'ye borçlu olmasaydı elbette bu kadar zelil olmazdı.

    Sosyalizmi benimseyen bir insan değilim. Fakat Küba'daki sistem, adı ne olursa olsun, halkı refaha ve sosyal dayanışmaya götürmüştür. Elindeki imkânları halkın refahı için kullanan Castro, silahlanmaya ve orduya aşırı yatırımlar yapmamıştır. Bugünkü sosyalistlerin yaptıklarının veya yapmak istediklerinin Fidel Castro'nun icraatlarıyla alakası yoktur. Bilindiği gibi daha düne kadar sosyalizm Rusya'da da uygulandı. Fakat bu ülkeyi felâkete sürükledi. Onun için Castro'nun başarılarını ve dik duruşunu örnek göstererek sosyalizme paye biçenler baştan yanılıyordur.

    Fidel Castro şimdi bir hayli yaşlandı. Artık devleti idare edecek durumda değil. Küba Devlet Başkanı Fidel Castro, sağlık sorunları nedeniyle yetkilerini kardeşi Raul Castro'ya devretti. Fidel'in başkanlık yetkilerini geçici olarak aynı zamanda Savunma Bakanı olan kardeşi Raul Castro'ya devretmesine gerekçe olarak, Fidel Castro'nun, mide bağırsak kanaması nedeniyle ameliyat olması gösterildi. 80 yaşına basan Castro, 1959'dan bu yana yönetimi elinde bulunduruyor.

    Küba lideri Fidel Castro'yu öldürmek için ABD Gizli Servisi CIA'le Castro muhaliflerinin elli yıldan bu yana 638 suikast planı yaptığı ortaya çıktı. Fakat öldürmeyen Allah öldürmüyor işte... Benim bildiğim Castro iyileşir ve tekrar yetkilerini geri alıp başkanlığa kaldığı yerden devam eder. Sömürgeci ve yayılmacı ABD'ye Castro gibi muhalifler gerekir. Bu cephenin boş bırakılması Amerika'nın işini kolaylaştırır. Castro'nun emperyalizme karşı mücadelesini destekliyor, dönüşünü bekliyoruz.

Toplam 249 mesaj bulundu