Nihat Malkoç Adlı Üyenin Nedir Yazıları - Ant ...

  • cumhuriyet

    21.10.2006 - 14:35

    83. YILINDA CUMHURİYET VE GELECEĞİMİZ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Cumhuriyet halkın kendi kendisini yönetmesi olarak ifade edilir. Aslında bu cumhuriyetin değil, demokrasinin tanımıdır. Oysa demokrasiyle cumhuriyet birebir aynı şeyler değildir. Cumhuriyet milletin, egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığı ile kullandığı devlet biçimidir. Anayasamızın birinci maddesine göre ‘Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.’ Bu madde değiştirilemez.

    Cumhuriyet olmasına rağmen demokratik olmayan pek çok devlet vardır. Demek ki cumhuriyet demokrasiyi çağrıştırsa da pek çok cumhuriyet idaresindeki uygulamalar hiç de bu doğrultuda değil. Bugün dünyadaki antidemokratik devletlerin çoğunun cumhuriyet yönetim biçimiyle idare edildiğini düşünürseniz ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız. Kendisine bağlı olan onlarca devleti sömüren eski SSCB de bir cumhuriyet idi. Hatta Irak ve İran da cumhuriyetle yönetilir. Bu örnekler bazı ülkelerde cumhuriyetin içinin boşaltıldığını gösterir.

    Avustralya, Belçika, Birleşik Krallık, Danimarka, Hollanda, Japonya, Kanada, Lüksemburg, Norveç, İsveç, Yeni Zelanda gibi ülkelerin demokrat olmadıklarını söyleyebilir misiniz? Aksine bu ülkeler demokrasinin gelişip serpildiği devletlerdir. Fakat bunların yönetim biçimi monarşidir. Okul sıralarında bize monarşiyle demokrasinin zıt kavramlar olduğu öğretildi hep… Monarşiyle yönetilen ülkelerde demokrasiden bahsedilemeyeceği bilinçaltımıza yerleştirildi. Demek ki her cumhuriyet demokrat olmadığı gibi her monarşi de anti demokrat değildir. Mühim olan idareler değil, idarecilerdir.

    Ülkemizin bir cumhuriyet olduğu Anayasa’yla teminat altına alınmıştır. Atatürk, kendisinin de içinden çıktığı bu milleti çok iyi bildiği ve tanıdığı için onların ruhuna en uygun yönetim biçiminin cumhuriyet olduğunu anlamış ve gereğini yapmıştır. Bunu ‘Türk milletinin karakterine ve adetlerine en uygun olan idare, Cumhuriyet idaresidir.’ sözüyle dile getirmiştir. 29 Ekim 1923 senesinde Cumhuriyeti ilan etmiş, bu anlamlı günü de bayram saymıştır. O gün bugündür 29 Ekimleri Cumhuriyet Bayramı olarak kutlamaktayız. Bu yıl Cumhuriyetimizin 83. sene-i devriyesini kutluyoruz. Cumhuriyetin körpe zihinlere nakşedilmesi için bu günleri vesile kabul ediyoruz. Çünkü insan ruhuna en uygun yönetim ancak cumhuriyettir.

    Türkiye’de cumhuriyet, 29 Ekim 1923 tarih ve 364 sayılı “Teşkilatı Esasiye Kanununun Bazı Mevaddınının Tavzihen Tadiline Dair Kanun” ile ilan edilmiştir. Bu Kanunun birinci maddesine göre, “Türkiye Devletinin şekl-i hükümeti, Cumhuriyettir”. 1924, 1961 ve 1982 Anayasaları da “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir” ibaresini kullanarak yönetim anlayışının cumhuriyet olarak devam edeceğini teyit etmiştir.

    Atatürk cumhuriyete çok değer vermiş ve onu halkına en güzel bir hediye olarak takdim etmiştir. O kendini düşünseydi monarşiyi tercih eder, ömür boyu iktidarda kalırdı. Fakat o geleceğimizi hesaba katarak milletin zalim yöneticiler tarafından ezilmesini, halka söz hakkı verilmemesini engellemiştir. Herkesin yönetime dair fikirlerinden azami derecede yaralanmıştır. Cumhuriyetle beraber hak ve hukuk kavramları daha bir anlam kazanmıştır. Rüşvet, yolsuzluk ve suiistimaller en aza indirilmiştir. Nereden nereye geldiğimizi anlamanız için bununla ilgili olarak anlatılan bir anekdotu dikkatinize sunmak istiyorum:

    “Atatürk, Mudanya yolu ile Bursa’ya gidiyordu. Kalabalık bir halk kitlesi iskelede etrafını çevirmiş bulunmaktaydı. Bir kadının elinde bir kâğıtla Atatürk'e yaklaştığı görüldü. İhtiyar, zayıf bir kadındı. Ata’nın yolunu keserek titrek bir sesle: ‘- Beni tanıdın mı oğul? ’ dedi. ‘Ben sizin Selanik’te komşunuzdum. Bir oğlum var. Devlet demiryollarına girmek istiyor. Siz onu alsınlar dediniz. Fakat müdür dinlemedi. Oğlumu yine işe almamış. Ne olur bir kere de siz söyleseniz.’

    Bu sözlerden sonra Atatürk’ün çelik bakışlı gözleri samimiyetle parladı. Elleriyle geniş jestler yaparak ve yüksek sesle: ‘- Oğlunu almadılar mı? ’ dedi. ‘Ben tavsiye ettiğim hâlde mi almadılar? Ne kadar iyi olmuş... Çok iyi yapmışlar... İşte Cumhuriyet böyle anlaşılacak...’ Kadın, kalabalığın içinde kaybolmuştu. Ve Atatürk adeta kendinden geçmiş bir sesle:
    ’-İşte cumhuriyetten beklediğimiz netice...’ diyordu.”

    Zor şartlar altında yepyeni bir devlet kuran Atatürk, cumhuriyeti fazilet olarak görüyor, halkın onu korumasını, sahiplenmesini istiyordu. Cumhuriyeti korumak ve yükseltmek görevini çok güvendiği gençlere yüklüyordu. O, yıkıcı ve bölücü olmamak şartıyla her fikre saygı gösteriyordu. Çünkü cumhuriyet ancak bu bakış açısıyla ayakta kalabilirdi. Günümüzde doğal özgürlükleri kısıtlayanlar aslında Atatürk’ün mirasına ihanet ediyorlar. Cumhuriyet ve demokrasi özgürlüklerle beslenir, gelişir, serpilir.

    Yarınlarımızın teminatı olan gençlere cumhuriyeti tanıtmalı, faziletlerini kavratmalı ve bu güzel idare şeklini sevdirmeliyiz. Çünkü onlar gelecekte bu ülkenin idaresinin başında bulunacaklardır. Onların bilinçaltını nasıl şekillendirirsek bakış açıları da o doğrultuda olur. Doğruları anlatalım, sevdirelim, fakat dayatmayalım. 83. kuruluş yılında hepinizin cumhuriyet bayramını kutluyor, bu güzel idare şeklinin ebediyen sürmesini temenni ediyorum.

  • bayram

    21.10.2006 - 11:32

    NERDE O ESKİ BAYRAMLAR? ...

    M.NİHAT MALKOÇ

    Gönüllerin islamla aydınlandığı ülkemizde bütün bayramlar bir başka kutlanır. Fakat dini bayramların yeri apayrıdır. Halk uzun asırlardan beri ramazan ve kurban bayramlarını benimsemiş ve sevmiştir. Gerçi milli bayramlar da milliyetçilik duygularımızın zirveye çıktığı zaman dilimleridir. Fakat bunlar dini bayramlarımız kadar halk katında benimsenmemiştir.

    Ramazan ve kurban bayramlarında herkeste bir telaş ve heyecan gözlenir. Çocuklar ve büyükler sabahın ilk ışıklarıyla yataklarından kalkarak bayram namazını kılmak üzere evden ayrılıp caminin yolunu tutarlar. Herkesin yüreği büyük bir sevgiyle ve heyecanla atar. Bayram sabahlarında hemen herkes erkence kalkar sımsıcak yatağından… Büyükler bayram namazından döndüğünde bayramlaşma faslı başlar uzun süre… El öpenler bir yandan bayram harçlığını indirirler ceplerine. Bunu bir karşılık değil, gönülden kopmuş bir hediye olarak düşünmeliyiz. Bu gelenek uzun yılların kültürel birikiminin bugüne yansımasıdır.

    Bayram günlerinde evlerimiz bir anda kalabalıklaşır. Yakın ve uzak çevreden insanlar gelir doğup büyüdükleri memleketlerine… Hasret giderir analar, gelinler ve bacılar… Mutluluklar paylaşıldıkça çoğalır bayram günlerinde.

    Eskiden bayramlar bambaşka bir heyecan ve coşkuyla kutlanırdı. Çocuklara bayramlık hediyeler alınarak sevindirilirdi. Bu yüzden bu müstesna günler dört gözle beklenirdi. Günümüzde bayramlar daha çok iş ortamından uzaklaşmak için vesile kabul ediliyor. Bu güzide günlere ticaret penceresinden bakınca farklı bir tabloyla karşılaşırız. Bayram günlerinde alışverişler doğal olarak katlanıyor. Piyasaya hareket geliyor. Bayramlık alışverişler için bütçeler iyiden iyiye zorlanıyor. Bayram sonrasında gerçeklerle yüz yüze gelince bayramın o güzelim esintisi fırtınaya dönüşüyor, dallarımız kırılıyor.

    Aslında bayramı masumca ve doyasıya yaşayanlar çocuklardır. Onlar bayramı, bu günlerin ruhuna uygun olarak büyük bir keyif ve neşe içerisinde kutluyorlar. Bir çikolata, bir şeker, az miktarda para onları mutlu etmeye yetiyor. Mutlu olmak için çok fazla şey istemez çocuklar… Bir güler yüze bile rıza gösterirler. Bayramlarda kendi çocuklarımızı sevindirirken yetim ve öksüz çocukları da düşünmeliyiz. İmkânlarımız ölçüsünde onların da elinden tutup bayram sevincini kendilerine yaşatmalıyız. Asıl yardıma, sevgi ve şefkate muhtaç olanlar onlardır. Garibin elinden tutmak ve onu düzlüğe çıkarmak sosyal toplum olmanın gereğidir. Böylelikle sosyal huzurun temelini de atmış oluruz. Büyük İslam şairi Mehmet Akif Ersoy eski bayramları ve bu bayramlarda çocukların konumunu şöyle anlatıyor:

    'Gelinde bayramı Fatih'te seyredin bir,
    Hayale hatıra sığmaz o herc ü merci safa
    Çoluk çocuk birer onluk verip de girmek için
    Nöbetleşe bekliyorlar acep içinde ne var
    Bu kâinat-ı sürurun içinde gezdikçe
    Çocukların tarafındaydı en çok eğlence'

    Bayramlar sıra dışı günlerdir. Buluşma ve kaynaşma vakitleridir onlar… Sosyal bağlarımız bu vakitlerde daha bir sıkılaşır. Sıla-ı rahim bu günlerde hayatı daha da güzelleştirir ve anlamlı kılar. Bayram neşe ve sevinçtir. İlahi rahmet ve mağfiretin bol bol yeryüzüne indiği mübarek gündür. Duaların kabul olduğu mübarek vakitlerdir. Bu günlerde müminler birbirleriyle daha çok kaynaşmalıdır. Verilecek fıtır sadakalarıyla garibanlar da sevindirilmelidir. Bayramlar zenginlerin keyif çattığı, yurtdışı gezilerine çıkıp oralarda yüklü alışverişler yaptığı günler olmaktan çıkarılmalıdır. Muhtaçlara her açıdan bayram ettirilmelidir. Çünkü durumu iyi olanların garibanı kollama yükümlülüğü vardır.

    Nerde o eski bayramlar deyip duruyoruz. Bayramların o eski manevi havasını kaybettiğinden şikâyetçi oluyoruz. Fakat bunun suçlusunun bizler olduğunu hiç düşünmüyoruz. Uzaydan gelen birileri bizi bu hale getirmedi. Nefsimize köle olarak basiret gözlerimizi kaybettik. Suçluyu başka yerlerde aramak beyhudedir. Suçlu biziz… Bu günlere o eski havasını yine ancak bizler kazandırabiliriz. Çok zor değil aslında… İşe yakın çevremizden başlayıp halka halka manevi tamirata girişmeliyiz.

    Anlaşılan o ki bu bayramı da buruk kutlayacağız. Çünkü bu yıl da İslam beldeleri zulüm ve işgal altında bulunuyor. Filistin'de, Çeçenistan'da, Keşmir'de, Filipinler'de, Irak'ta, Lübnan'da, Gazze'de, dünyanın pek çok yerinde Müslümanlar kan ağlıyor. Hatta Tunus gibi ülkelerde müminler öz vatanlarında parya olarak yaşamak mecburiyetinde bırakılıyorlar. Sokakta bile başörtülerine müdahale ediliyor. İnançlarını yaşamalarına izin verilmiyor. Bütün bu olumsuzluklara rağmen mübarek Ramazan Bayramınızı tebrik eder; milletimiz, ülkemiz ve tüm İslâm âlemi için hayırlara vesile olmasını Cenab-ı Allah'tan niyaz ederim.

  • üniversite

    18.10.2006 - 23:45

    ÜNİVERSİTELERİMİZ VE DÜNYADAKİ YERİMİZ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Üniversiteler çağdaş bilim yuvalarıdır. Daha doğrusu öyle oldukları sanılır. Öyle oldukları sanılmasaydı insanlar üniversite kapılarından içeri girmek için gecesini gündüzüne katmazdı, canını dişine takmazdı. Ülkemizde iki milyona yakın insan bu kapıdan içeri girmek için her yıl sinir ve bilim harbi yapıyor. Fakat çok az bir kısmı bu kapıdan içeri girmeye muvaffak oluyor. Fakat kazananlar da bir zaman sonra oralarda umduklarını bulamıyorlar. Böyle olunca da hayal kırıklığına uğruyorlar.

    Son yıllarda Türkiye’de pek çok yeni üniversite açıldı. Bunların bir kısmı özel bir kısmı devlet üniversitesidir. Devlet yetkilileri ‘her ile bir üniversite’ açmanın gayreti içerisindedir. Üniversitesi olmayan iller bu konuda bastırıyor. Üniversite şehrin prestiji sayılıyor. Fakat yeni açılan üniversitelerin mevcut altyapısı bu kurumların dönüşümü için yeterli değil. Bunların birçoğu tabela üniversitesinden öteye gitmiyor. Çoğunda yeterli öğretim elemanı yok. Kör topal gidiyorlar.

    Türkiye’deki üniversitelerin önemli bir kısmı bilimden çok, siyaset peşinde koşmaktadır. Bilindiği gibi Anayasa’ya ve 2547 sayılı YÖK Kanunu’na göre, üniversitelerimiz özerk kurumlardır. Fakat bu özerklik kanun maddesinde unutulmuştur. Üniversitelerdeki özgür düşünceyi ve özerk yapıyı en fazla bozan bu kurumların bağlı olduğu YÖK’tür. YÖK her fırsatta bilimdışı bir mantıkla üniversitelere çomak sokmaktadır. Üniversitelerin doğal akışında seyretmesine müsaade etmemektedir. YÖK, bünyesinde barındırdığı üniversitelere güvenmemektedir. Onları her fırsatta kıskaca almaktadır.

    Geçenlerde Çin ve İngiltere’de yapılan araştırmada dünyanın en iyi üniversiteleri belirlendi. Ne yazık ki Boğaziçi, ODTÜ, Hacettepe, Bilkent dâhil Türkiye’den hiçbir üniversite ilk 500’e giremedi. Araştırma çerçevesinde, “Uluslararası bilimsel atıf indekslerinde yer alan makale sayıları, bilimsel araştırma sonuçları, mezunları ve hocalarının uluslararası bilimsel çalışmaları” gibi ölçütler değerlendirildi. Başta Amerika, İngiltere, Almanya ve Japonya olmak üzere, sıralamaya şu ülkeler girdi: Şili, Güney Afrika, Yeni Zelanda, Singapur, Çek Cumhuriyeti, İrlanda, Macaristan…

    Dünyanın en iyi 200 üniversitesi İngiltere’deki The Times Gazetesi tarafından yayınlanan “The Times Education Supplement” tarafından açıklandı. Listenin ilk 50’si Amerikan üniversitelerinin ağırlığıyla dikkat çekerken ilk 50’de 10 İngiliz Üniversitesi de yer aldı. İlk sırada dünyaca ünlü Harvard Üniversitesi yer alırken, İngiltere’den Oxford altıncı ve Cambridge Üniversiteleri yedinci sırada olarak ilk 10’a girdiler. Londra Üniversitesine bağlı kolejlerin ilk 50’de yer alması Londra’nın eğitim merkezi olduğunu bir kez daha kanıtladı. The London School of Economics, 11. sırada, Imperial College 14. sırada, University College London, 34. sırada ve School of Oriental and African Studies 44. sıradan dünyanın en iyi ilk 50 üniversitesi sıralamasına girdiler. Avrupa üniversitelerinden ilk 50’ye giren tek üniversite, listeye onuncu sıradan giren İsviçre’den Federal Insitute of Technology in Zurich oldu. İlk 200’de ise, Amerika’dan 62 üniversite, İngiltere’den 30, Almanya’dan 17 ve Avustralya’dan 14 üniversite yer aldı. Sıralamada bizimkilerin esamisi bile okunmadı.

    Türkiye’de çoğu devletin olmak üzere özellerle birlikte yüzü aşkın üniversite vardır. Bu üniversitelerden hiçbirinin en iyi 500 üniversite içerisine girememesi hem düşündürücü hem de üzücüdür. Bu Türkiye’de bazı üniversitelerin liseleştiğinin işaretidir. Bunda en büyük rolü YÖK oynamıştır. Bilimle uğraşacak yerde öğrencilerin kılık kıyafetliyle uğraşan ve rektörleri kıskaca alan YÖK yetkilileri, üniversitelerin bilim açısından içlerinin boşalmasına zemin hazırlamıştır. Başarısızlıklarını da popüler çıkışlarla örtmeye çalışmışlardır. Ben bir Türk vatandaşı olarak bu neticeden utanç duyuyorum. Türkiye bu acı tabloya layık değildir. Bu bizleri utandıran bir neticedir. Birileri bu sonuçtan ders çıkarmalıdır.

    Türkiye’de üniversitelere maalesef siyaset ve ideoloji hâkimdir. Fakat bu ideoloji YÖK’ün çizdiği yoldan dışarı çıkamaz. İnsanların ellerine, ayaklarına ve gönüllerine prangalar vurdukları yetmemiş gibi bir de zihinlerine prangalar vurmuşlardır. Türkiye’de bilim hasta döşeğinde… Bilim YÖK’ün verdiği narkozun etkisinden kurtulamamış… İncir çekirdeğini doldurmayacak şeyler mesele haline getirilip haftalarca konuşuluyor. Okul birincisi olanlar sırf kıyafetinden dolayı ödül törenlerine alınmıyor. İnsanlar durup dururken hayali, düşmanlar icat edip Don Kişot’un yel değirmeniyle savaştığı gibi onlarla savaşıyor. Sonuçta olan bu ülkeye, bu güzel millete oluyor. Ülkeyi bilimde geri bırakanlar kendilerini ilerici olarak nitelendiriyor. Onların tuzu kuru… Yedi sülalelerini besleyecek dünyalıkları var. Türkiye’nin bilimde birinci lige çıkması onların umurunda mı? Yeter ki zihinlerindeki sanrılar bertaraf edilsin. Bilim de neymiş… Bilim uyusun tosuncuklar büyüsün.

  • kadir gecesi

    15.10.2006 - 00:19

    HER GECEYİ KADİR BİLMEK

    M.NİHAT MALKOÇ

    Ramazan ayının kıymetli oluşunun en önemli sebeplerinden birisi de içinde bin aydan daha hayırlı kabul edilen Kadir gecesinin bulunmasıdır. Onun içindir ki Müslümanlar Kadir gecesini bütün belirli zamanlardan daha üstün tutmuşlardır. Fakat Rabbimiz Kadir gecesini ramazanın içinde gizlemiştir. Yani ramazanın kaçıncı gecesinin Kadir gecesi olduğu bilinmemektedir. Bunda sayısız hikmetler mevcuttur. Öncelikle bu geceyi ihya etmek isteyen kişi ramazanın her gecesini kadir bilip ona göre her geceyi ibadetle ve taatle geçirecektir. Atalarımızın “Her geceyi Kadir, her geleni Hızır bil” sözü bu gerçeği teslim etmektedir. Biz Müslümanlar da bu hikmetli sözün gereğini yerine getirmek için ramazan gecelerinin içini manevi feyiz ve bereketle dolduracağız.

    Kadir gecesi her ne kadar ramazan ayının içinde gizlenmişse de bu gecenin ramazanın son on gününde aranması tavsiye edilmiştir. Bütün bunlara rağmen ülkemizde Kadir gecesi ramazanın yirmi altısını yirmi yedisine bağlayan gece olarak kabul edilir. Ramazanın son günleri yaklaştığında Kadir gecesinin heyecanı bütün hücrelerimizi sarar. Manevi açıdan Kadir gecesine hazırlanırız. Bu gecenin feyiz ve bereketinden azami derecede istifade etmek için planlamalar yaparız. O geceyi ibadetlere ayırırız.

    Hadis kaynaklarında Allah Resulü’nün Medine’ye hicretten sonra her yıl Ramazan’ın son on gününde itikâfa çekildiği ve hanımlarını da teşvik ettiği mevzuunda bilgiler yer almaktadır. İtikâf sözlükte bir şeye devam etmek, insanın kendisini bir yerde alıkoyması, bir yere kapanıp ibadetle meşgul olması anlamındadır. Dinimizdeki anlamı ise bir mescitte Allah’ın rızasını kazanmak için belli âdâb içerisinde bir müddet kalmaktır. İtikâfa girene ‘mu’tekif’ veya ‘âkif’ denir. Hz. Ayşe anamız Resulullah’ın ramazanın son günlerinde nasıl davrandığını şöyle rivayet etmiştir: “Ramazan’ın son on günü girince, Resulullah geceleri ibadetle geçirirdi. Ailesini de ibadet etmeleri için uyandırırdı. İbadet için diğer zamanlardan daha fazla gayret gösterirdi.”

    Ashab-ı Kiram’dan Ebu Saîd (ra) anlatıyor: “Biz Hz. Peygamber (sav) ’le birlikte Ramazanın orta on gününde itikâfa girdik, yirminci günün sabahı olunca eşyalarımızı (evlerimize) taşıdık. Resulullah Efendimiz bir hutbe irad etti ve sonra şunu söyledi: “İtikâfa girmiş olanlar, itikâf mahallerine dönsünler. Zira bu gece bana Kadir Gecesi’nin hangi gece olduğu gösterilmişti, sonra unutturuldu. Siz, son onda ve tek gecelerde arayın. Ayrıca bu gece kendimi su ve çamur içinde secde eder gördüm.” Resulullah (sav) itikâf mahaline dönünce, o günün sonuna doğru hava bozdu. Mescit o sıralarda (üzeri dallarla örtülmüş) çardak şeklindeydi. Hz. Peygamber’in burnu ve burun yumuşağı üzerinde su ve çamur bulaşığını gördüm. Bu gece 21. gece idi.” (Buhârî, Fadlu Leyle-i-Kadr)

    Daha evvel de belirttiğimiz gibi ayların sultanı olan Ramazan’a kadir kıymet kazandıran, Kur’ân’dır. Rivayetlere göre Kur’an bu ayda bir bütün olarak dünya semasına inmiştir. Daha sonra yine ramazan ayı içerisinde parça parça Resulullah’a gönderilmeye başlanmıştır. Bir kısım ayetler belli olaylara cevap olarak gelmiştir. Bu mübarek ayetler zor zamanlarda muhataplara cevap olsun diye Resul-i Ekrem’imizin imdadına yetişmiştir.

    Kadir gecesine erişen Müslüman bu mübarek geceyi büyük bir bahtiyarlık ve kazanç olarak addetmelidir. Geceden sehere kadar ibadet ve dua etmeliyiz. Bu gecede özellikle inanarak ve samimiyetle yapılan dualar asla geri çevrilmez. Bu dualarla Allah arasında perde yoktur. Nefeslerimiz direkt Allah’a ulaşır. Her Müslüman dilinin döndüğünce bu vakitler içerisinde ümmetin saadeti ve barışı için dua edip yalvarmalıdır. Nitekim nasıl dua edeceğimize dair Hz. Ayşe anamızın şu sözlerini dikkatinize sunuyorum:

    “Dedim ki, ‘Ya Resulullah, Kadir Gecesine rastlarsam nasıl dua edeyim? ’
    Resulullah Aleyhissalâtü Vesselam “Allahümme inneke afüvvün tuhibbü’l-afve fa’fu annî (Allah’ım, Sen affedicisin, affetmeyi seversin, beni de affeyle) dersin’ buyurdu”

    Dünya denen bu mezrada çok sınırlı bir zaman kalacağız. Sonra asıl yurdumuz olan ebedi âleme göç edip gideceğiz. Orada büyük bir hesaba çekileceğiz. Herkes yaptığının karşılığını görecek. Kimse Allah’tan başka arka bulamayacaktır. Eğer burada alnımızın ak, göğsümüzün dik olmasını istiyorsak dünyadaki manevi fırsatları kaza etmeyelim. Çünkü fırsatlar her zaman kapımızı çalmaz; çalsa da biz evde olmayız. Ne olur manevi hayatımızın tanzimi için her geceyi Kadir, her geleni Hızır bilelim. Bütün Müslümanların Kadir gecesini en derin duygularımla kutluyor, düşman çizmeleri altında inim inim inleyen Müslüman kardeşlerimizin kurtuluşuna vesile olmasını Cenab-ı Allah’tan niyaz ediyorum.


  • ramazan

    14.10.2006 - 17:20

    ÂH O ESKİ RAMAZANLAR! ...

    M.NİHAT MALKOÇ

    Geçmişe özlem duymak insanın doğasında vardır. Ne hikmetse her konuda geçmişe özlem duyarız. Bununla beraber yaşadığımız andan da şikâyet eder dururuz. Oysa daha evvel, bugün özlem duyduğumuz geçmişten şekva ederdik. Nostaljiye meraklı bir milletiz. Gerçi dünle bugünü karşılaştırdığımızda bugünkü hayatımızın düne göre daha çok yozlaştığını görüyoruz. Onun için nostalji arzusu içerisinde olanlara hak vermemek elde değildir.

    Eskiden insanlar ramazanı büyük bir arzu ve heyecanla beklerdi. Ona madden ve manen hazırlanırlardı. Özellikle Şaban ayının son günleri herkesi bir telaş alırdı. İnsanlar ramazanın başladığına dair müjdeyi vermek için gece gün demeden hilali gözlerlerdi. Çünkü İslam inanışına göre Ramazan ayı, her yıl hilalinin doğuşuyla başlar. Hilali ilk gören kendini bahtiyar sayar, müjdeyi Müslümanlara iletirdi. Şer’iye mahkemelerinde kadılar, müftüler sabahlara kadar nöbet tutup Ramazan müjdecisini beklerlerdi. Kimsenin içinde şüphe kalmazdı. Gerçi günümüzdeki modern rasathaneler bu meseleye bilimsel bir çözüm getirmiştir. Fakat bazı İslam devletleri eski huylarını devam ettirmekte, ramazana bir gün evvel veya bir gün sonra başlamayı marifet saymaktadırlar.

    Çoğumuz günlük hayatın karmaşası içerisinde yok olan değerlerimizi ne kadar da arıyor ve de özlüyoruz. Eski ramazanları hatırımıza getirdiğimizde onları bir nostalji fırtınası olarak zihinlerimizde yaşatıyoruz. Çünkü günümüzde ramazanların içi boşaltıldı, heyecanı ve coşkusu kalmadı. Oysa eskiden ramazan yaklaşırken herkesi bir heyecan sarardı. Alış verişler ve genel temizlikler yapılırdı. Ramazanı adına yaraşır şekilde karşılamak için herkes seferber olurdu. Ramazan hayatımıza renk ve ahenk katardı.

    Geçmişte ramazan iftarlarında misafirsiz sofra olmazdı. İnsanların bir ekmeği bile olsa onu dostlarıyla bölüşürdü. İftardan sonra teravihe gidilirdi. İstanbul’da yaşayanlar Direklerarası’na giderek orada ortaoyunu, karagöz ve meddah seyrederdi. Çayların biri gider biri gelirdi. Evlerde kalan kadınlar musiki âlemleri yapardı. Kahveler yemenden gelirdi… Ve her birinin kırk yıl hatırı olurdu. Oysa şimdi o eski ramazanları yaşayamıyoruz. İnsanlar misafir ağırlamayı yük olarak görüyor. Oysa eskiden misafirsiz sofra olmazdı. Üstelik misafirlere yemek sonunda ‘diş kirası’ adı altında hediyeler verilirdi. Hem yedir, hem hediye ver…Hangi kültür ve medeniyette var böyle incelik? ...

    Günümüzde evlerimizin başköşesine ekran efendi oturmuş, topluca önünde eğilip donuk bakışlarla onu seyrediyoruz. Yaşama biçimlerimiz çok değişti. Artık o eski ramazanları yaşayamıyoruz. Eski gelenek ve görenekler rafa kaldırıldı.

    O eski ramazanlarda yemekler hazırlanır, topun atılması beklenirdi. Dededen toruna kadar bütün aile fertleri sofranın etrafını çepeçevre sarardı. Yürekler Allah’ın emrini yerine getirmiş olmanın verdiği hazla dolup taşardı. Ezanlar can kulağıyla dinlenirdi. Oysa günümüzde insanlar geçim derdine düşmüş… Kimsenin koşturmaktan kendine ve dostlarına ayıracağı vakti yok. Yarış atlarına dönüşmüş fertler, oradan oraya koşuşturup duruyorlar. Böyle bir dünyada insanın, kalbinin ve inançlarının sesini dinlemesi mümkün müdür?

    Eski zaman ramazanlarında sofranın başköşesinde tatlılar olurdu. Birbirinden güzel ve özel tatlılar büyük emekle hazırlanır, eşe dosta sunulurdu. Tatlı olur da birbirinden güzel ve özel çeşitli içecekler olmaz mı? Onlar da susayanlara hayat iksiri niyetine sunulurdu. Tatlılar ve içecekler çeşitlilik arz ederdi. Hepsi de doğaldı, evlerde yapılırlardı. Bugün maalesef evlerimizde ne idüğü belirsiz asit yoğunluğu yüksek kolalar içiyoruz. İçeriği hiç de güvenli olmayan içeceklerle midelerimizi tahrip ediyoruz.

    Bugünkü içi boşaltılmış, maneviyattan uzak düşmüş, sırf bir gelenek olarak yaşatılan ramazanları görüp de ‘ah o eski ramazanlar’ diye geçmişe özlem duyanlara hak veriyorum. Çünkü çağımız, insanı maddi bir varlık olarak kabul etmiş, onun ruh tarafını hesaba katmamıştır. Bu mevcut durum bolluk içinde yaşamamıza rağmen huzurumuzu temin edememiş, hatta var olan keyfimizi de kaçırmıştır. İnsanın fıtratını hiçe sayınca ortaya çıkacak manzara bundan daha farklı olamazdı. İnsanı merkez kabul etmeyen anlayışlar yıkılmaya ve yok olmaya mahkûmdur. Böyle sistemler insana aradığı huzuru sağlayamaz, mevcut huzurunu da kaçırır. Huzursuzluğumuzun yegâne sebebi de budur.

    Millet olarak yaptığımız en büyük hata dini dünyevileştirmektir. Gittiğimiz bu yol yanlıştır. Acılar, sefaletler, afetler, felâketler, zilletler ve işgaller içerisinde yaşıyor olmamız geçmişte yaptığımız hataların tezahürüdür. Dünyevi hayatı uhrevi hayata tercih etmek içimizdeki boşluğun çapını her geçen gün daha da büyütüyor. İçimizde büyüttüğümüz ümit tomurcuklarının eşkinleri hafif rüzgârda bile kırılıyor. Oysa bu eşkinler bir zamanlar çelikten daha dayanıklıydı. Demek ki bunları uzun süre susuz bıraktık, kurudu, pörsüdü, boyun büktüler, diriliklerini kaybettiler. Bunları tekrar yeşertmek bizim azim ve kararlılığımızla mümkün olabilir.

    Dünden haz ve hız alıp yarınlara koşma azmi ve kararlılığı bulabilirsek nostaljiler hakikat aynasında boy göstermeye, istikbal vazosunda yeşermeye başlayacaktır. Siz yeter ki uygun toprak, uygun vazo ve yeterli su bulun ve onlara gözünüz gibi bakın. Her şey bugüne nazaran daha da güzelleşecek ve hayat anlamını bulacaktır.

  • kadir gecesi

    14.10.2006 - 16:59

    KADİR GECESİNİN KADRİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Rahmet ve mağfiretin hayatımızı çepeçevre kuşattığı mübarek bir zaman dilimizdeyiz. Dört bir yanımız nimetlerle ve bereketlerle çevrilmiş… Bu günler sayılıdır ve kıymeti bilinmelidir. Manevi fırsatlar tıpkı maddi fırsatlar gibi belirli zamanlarda kapımızı çalar, bunları ganimet bilip değerlendiremezsek gelecekte pişmanlık duyarız. Fakat bu, geçen zamanı ve fırsatları geri getirmeye yetmez.

    Mübarek zaman dilimlerinden birisi de ramazan-ı şeriftir. Bu ayda Allah’a yakın olamayanlar zarardadır. Bu ayın gününü ve gecesini salih amellerin nuruyla tezyin etmeliyiz. Ramazanın içinde gizlenen bir gece vardır ki o geceyi ibadetle geçirenler bin aya eşit bir zamanın manevi kârını hanelerine yazdırmış olurlar. Bu gece mübarek Kadir gecesidir. Yüce Rabbimiz bu geceye dair şu övücü sözleri dile getiriyor:

    “Biz onu (Kur’an’ı) Kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin ne olduğunu sen bilir misin? Kadir gecesi bin aydan hayırlıdır… O gecede, Rablerinin izniyle melekler ve Ruh (Cebrail) , her iş için iner dururlar. O gece, esenlik doludur. Tâ fecrin doğuşuna kadar.” (Kadir Suresi 1-5. Ayetler)

    Bu ayetlerde de belirtildiği gibi Kur’an-ı Kerim Kadir gecesinde yeryüzüne inmeye başlamıştır. Bu olay da bu gecenin kutsiyetini artırmaktadır. Bu gecedeki ibadet, içerisinde Kadir gecesi bulunmayan bin ayda yapılan nafile ibadetten daha faziletlidir. Gelecek bir seneye kadar cereyan edecek olan her türlü hadiseler Allah Teâlâ’nın ezelî kaza ve takdiri ile ilgili meleklere bu gecede bildirilir. Bu gecede yeryüzüne Cebrail ve çok sayıda melek iner. Bu gece tanyerinin ağarmasına kadar esenliktir, her türlü kötülükten uzaktır. Yeryüzüne inen melekler uğradıkları her mümine selam verirler. Bu güzellikler senede bir gece gerçekleşir. Onun için kıymetini bilip gereğini yerine getirmeliyiz.

    Kadir gecesinin kendine mahsus bir ibadeti yoktur. Kadir gecesini, namaz kılarak, Kur’ân-ı Kerim okuyarak, tevbe, istiğfar ederek ve dua yaparak değerlendirmek en kârlı ve mantıklı bir davranıştır. Üzerinde namaz borcu olanların nafile namazı kılmadan önce hiç değilse beş vakit kaza namazı kılmaları daha faziletlidir. Kazası yoksa nafile kılar. Fakat bu ahir zamanda kazası olmayan kişiye rastlamak pek mümkün değildir. Onun için nafile yerine, kazalarımızı kılıp üzerimizdeki namaz borcundan kurtulmalıyız. Bu gecenin öyle bir anı vardır ki o anda yapılan ibadet ve dualar mutlaka makbul olur. Bu önemli anı yakalamak için gecenin bütününü tevbe ve istiğfar ile geçirmek gerekir. Bu tılsımlı vaktin saklı olması müslümanın bütün geceyi ibadetle geçirmesinin gerekliliğini ortaya koyar. Akıllı insan da her dakikasını Allah’ı anmakla ve ona yönelmekle geçirir.

    Bilindiği gibi Kadir gecesinin ne zaman olduğu meçhuldür. Bunda da sayısız hikmetler vardır. Şayet zamanı belli olsaydı diğer günleri gaflet içerisinde geçirebilirdik. Sevap bakımından kârlı çıkmak için bu geceye yüklenirdik. Bu da doğru bir davranış olmazdı. Kul her zaman Allah’ı anmalı, kalbini onun sevgisiyle doldurmalıdır. İbadette devamlılık esastır. Bir yıl yan gelip yatıp bütün ibadetleri bir akşama sığdırmak samimi imanla ve kulluk anlayışıyla bağdaşmaz. Peygamber Efendimiz (sav) ramazanın son on gecesi itikâfa girer ve ev halkını da ibadete yönlendirirdi. Eskilerimiz Kadir gecesiyle ilgili olarak şu özlü ifadeyi söylemişlerdir: “Her geceni Kadir bil; her geçeni Hızır bil” Böyle düşünülürse müslümanın iman hususunda her zaman kararlı ve sabit durması sağlanmış olur.

    Kadir Gecesinin Ramazan’ın hangi gecesine rastladığı hususunda pek çok rivayet bulunmakla birlikte, Ramazan’ın son on gününde aranması tavsiye edilmiştir. Bazı hadis-i şeriflerde de ramazanın yirmi yedinci gecesine denk geldiği bildirilmektedir: “Onu yirmi yedinci gecede arayınız” hadisi buna işaret etmektedir.

    Kadir gecesinde yapılan ibadetler Allah katında çok makbuldür. Bu gece manevi bakımdan çok kârlı bir gecedir. Fakat bu geceye güvenip diğer günlerde ibadetleri askıya almak akıllı müslümanın yapacağı iş değildir. Resulullah Efendimiz: “Kim inanarak, sevabını ancak Allah’tan bekleyerek Kadir gecesinde kıyam üzere olursa (uyanık kalıp ihya ederse) geçmiş günahları affedilir.” buyurmaktadır. Bu hadiste ifade edildiği üzere bu gece uykumuzdan feragat edelim. Bol bol Allah’ı zikredelim; tövbe istiğfar edelim. Ruhlarımızı manevi kirlerden arındıralım. Şafak söktükten sonra günah yükünü üzerinden atmış bir şekilde yeni güne tertemiz bir surette doğalım. Bütün Müslümanların Kadir gecesini kutluyor, bu gecenin Müslüman âleminin uyanışına vesile olmasını Cenab-ı Allah’tan niyaz ediyorum.

  • ramazan

    14.10.2006 - 01:26

    RAMAZAN VE BASINIMIZIN İKİYÜZLÜLÜĞÜ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Ramazan on bir ayın sultanı sıfatıyla her yıl kapımızı çalar, hayatımıza bambaşka bir renk ve ahenk katar. Bu ayın mübarek atmosferi manevî dünyamızı çepeçevre kuşatır. Ağzımız kötü sözlerden, midemiz ise abur cubur yiyeceklerden uzak durur. İç dünyamız manevî bereketle hayat bulur. Gerçek huzurun ikliminde soluklanırız.

    Ramazan özel ve müstesna zamanların en başta gelenidir. Onu hiçbir vakitle eşdeğer göremeyiz. O her açıdan eşsizdir. Onun güzelliğinin sırlarından birisi de Kur’an’ın bu ayda yeryüzü semasına inmiş olmasıdır. Peygamberimiz bu ayı diğer aylara nazaran çok daha fazla ibadet ederek geçirirdi. Öyle ki namaz kılmaktan ayakları şişerdi.

    Bir hadis-i şerifte anlatılır ki: Peygamber Efendimiz bir keresinde minbere çıkıyordu. Merdivenden yukarı çıkarken birinci basamakta ‘âmin! ’ dedi. İkinci basamakta yine ‘âmin! ’ dedi. Üçüncü basamakta bir kere daha ‘âmin! ’ dedi. Hutbeden sonra, sahabe efendilerimiz “Bu sefer senden daha önce duymadığımız bir şeyi duyduk ya Rasûlallah! Eskiden böyle yapmıyordunuz, şimdi minbere çıkarken üç defa “âmin” dediniz. Bunun hikmeti nedir? ” diye sordular. Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurdular: “Cebrail aleyhisselam geldi ve ‘Anne-babasının ihtiyarlığında onların yanında olmuş ama anne-baba hakkını gözetmemiş, onlara iyi bakarak mağfireti yakalama gibi bir fırsatı değerlendirememiş kimseye yazıklar olsun, burnu yere sürtülsün onun! ’ dedi, ben de ‘âmin! ’ dedim. Cebrail, ‘Ya Rasûlallah, bir yerde adın anıldığı halde, Sana salât ü selâm getirmeyen de rahmetten uzak olsun, burnu yere sürtülsün! ’ dedi, ben de ‘âmin’ dedim. Ve son basamakta Cebrail, ‘Ramazana yetişmiş, Ramazanı idrak etmiş olduğu halde Allah’ın mağfiretini kazanamamış, afv ü mağfiret bulamamış kimseye de yazıklar olsun, rahmetten uzak olsun o! ’ dedi, ben de ‘âmin’ dedim.”

    Bu hadiste de belirtildiği gibi gelecekte pişman olmamak için hayatımıza çekidüzen vermeliyiz. Allah’ın çizdiği yolda yürümeliyiz. Anne babalarımıza sağ iken yetiştiğimizde onlara ‘öf’ bile dedirtmemeliyiz, rızalarını kazanmalıyız. Resulullah’ın adı geçtiğinde ona selatü selam getirmeliyiz. Ramazan geldiğinde onu ibadetlerle geçirip Hakk’ın razı olacağı kullar içerisinde yer almalıyız. Basiret gözümüzü dört açmalıyız.

    Ramazan insanı munisleştirir. Oruçlu insan kötülük yapmaz, başkalarına bulaşmaz. Mevlana gibi hoşgörülü, Yunus gibi sevgi dolu olur. Kendisine bulaşmak isteyenlere Peygamber Efendimizin yaptığı gibi oruçlu olduğunu hatırlatır ve susar. O büyük insan, ramazanda müslümanın tavrını şöyle özetler: “ Şayet birisi kendisiyle itişmeye veya kendisine karşı ağız bozmağa kalkışırsa ben oruçluyum diye mukabelede bulunsun”

    Ramazanla birlikte ülke sınırları içerisinde adeta bir maneviyat seferberliği yaşanır. Yedisinden yetmişine kadar hemen herkes kendisini ramazana hazırlar. Bu sadece maddi hazırlık değildir. Gönüller de bu aya girmek için her türlü kötülükten, fitne ve fesattan arındırılır. Müslümanlar o büyük dostu gönül hoşluğu içerisinde karşılarlar. Sadece insanlar mı hazırlanır ramazana? Elbette hayır! ... Kurumlar da kendince hazırlıklar yaparlar. Çalışma saatlerini esnekleştirirler. Bunun yanında gazete ve dergiler de yılda bir ay da olsa Müslümanlıktan söz ederler. Mübarek ramazan, inanç bakımından zayıf olanların kalemine bile dolanır. Onlar da bu ayın faziletinden dem vururlar. Çünkü halkın gündeminde ramazan vardır. Kendilerini okutabilmek için ramazandan bahsetmek mecburiyetindedirler.

    Türkiye’ye ramazan gelince, on bir ay boyunca Müslümanlara saldıran ve onları her fırsatta aşağılayan gazeteler bir anda kızıl olan renklerini yeşile döndürürler. Bu hızlı dönüşüm samimiyetten uzak ve yapmacık olsa da inananlar bu oyuna kolayca gelirler. Hacısının hocasının elinde kartel gazetelerini görebilirsiniz. Sene boyunca Müslümanları rencide eden kartelin gazetelerinde ramazan sayfaları yer almaya başlar. Bazı gazeteler dini kitaplar verir. Bu hızlı değişimi ve dönüşümü anlamakta zorlanırsınız. Islah olduklarını zannedersiniz iyi niyetinizi ortaya koyarak… Fakat ramazan çıkınca bir kez daha gerçek yüzlerini açığa çıkarırlar. Müslümanlara salya sümük saldırmaya kaldıkları yerden devam ederler. Bir ay boyunca onlara finansman sağlarsınız, onları karga misali beslersiniz ama sonuçta gözünüzü oymaktan çekinmezler. Çünkü onların inancı saman alevi gibidir. Sadece Müslümanların parasını çekmeyi, bir ay da olsa onlara gazete satmayı gaye edinirler. Saf olanlar, alışkanlık kazanarak ramazandan sonra da söz konusu gazeteleri almaya devam ederler. Neticede verdikleri paralar inançlarına saldırı şeklinde geri döner.

    Akıllı ve şuurlu mümin ramazan Müslümanlığıyla okuyucunun karşısına çıkan samimiyetten uzak kartel gazetelerinin oyununa gelmez. Onlara parasını kaptırmaz. Çünkü bilir ki bu kandırmacadan ibarettir. Ramazandan sonra her şey eski haline dönüşecektir. Bunun bir de Allah katında manevî vebali vardır. Bunun hesabını vicdanınıza verseniz de Allah’a veremezsiniz. Onun için kartelin oyununa gelmeyin; dostunuzu ve düşmanınızı iyi tanıyın. Kartel basının ikiyüzlülüğüne alet olmayın. Bilin ki Müslüman uyanık ve basiretli olur, olmalıdır da! ... Aksi halde lokma lokma küçülmeye ve yutulmaya müstahak olursunuz.

  • orhan pamuk

    13.10.2006 - 23:50

    NOBEL NASIL ALINIR YAHUT ORHAN PAMUK’A DAİR

    M.NİHAT MALKOÇ

    Dünyanın en saygın bilim ve edebiyat ödüllerinin başında Nobel gelir. Nobel Ödülü, 27 Kasım 1895 tarihli vasiyetnamesiyle Alfred Nobel tarafından İsveç’te kurulan derneğin verdiği, insanlığa hizmet edenleri ödüllendirmek amacını taşıyan itibarlı bir ödüldür. İlk Nobel ödülleri 1901 tarihinde verilmeye başlanmıştır. O günden bugüne kadar fizik, kimya, tıp, iktisat, edebiyat ve barış alanında yüzlerce kişiye verilmiştir. Söz konusu ödül, bu alanlarda çalışanları gayretli olmaya teşvik etmiştir. Bugüne kadar 34 kadın bu ödülü alma başarısı göstermiştir. Bu ödüller bir gelenek halinde verilmeye devam ediliyor.

    Nobel Edebiyat ödülleri her yıl Alfred Nobel’in sözleri ile bir idealist eğilimi en farklı şekilde ifade eden yazara verilmektedir. İsveç Akademisi her yıl bu ödüle layık kişileri seçmektedir. Bilindiği gibi 2006 Nobel Edebiyat Ödülü Orhan Pamuk’a verildi. Pamuk, Nobel Ödülleri tarihinde, bu onura hak kazanan ilk ve tek Türk oldu. Pamuk ödül yolunda Suriyeli şair Adonis, İsveçli şair Tomas Tranströmer, Joyce Carol Oates, İsrailli yazar Amos Oz, Philip Roth, Mario Vargas Llosa, Çek yazar Milan Kundera ve Doris Lessing, Amerikalı yazar Paul Aster ve Inger Christensen’i geride bıraktı. Ödülü veren İsveç Akademisi, “Nobel Edebiyat Ödülü, ‘Kentinin melankolik ruhunu ararken kültürler arasındaki çatışma ve birleşmenin yeni simgelerini keşfeden Türk yazar Orhan Pamuk’a verildi” ifadesini kullandı. Akademi, Pamuk’un uluslararası başarısının üçüncü romanı ‘Beyaz Kale’ ile geldiğini belirtti.

    Pamuk için İsveç Bilimler Akademisi bir de biyografi yayımladı. Biyografide şöyle denildi: “Pamuk ülkesinde, her ne kadar kendisini kurgu yapan, politik gündemle ilgilenmeyen bir yazar olarak görmekteyse de, toplumsal konularla ilgili bir yorumcu olarak ün kazandı. Müslüman dünyada açıkça Salman Rüşdi hakkında verilen fetvayı eleştiren ilk yazardı. Pamuk, meslektaşı Yaşar Kemal, 1995 yılında yargılanırken ona destek oldu. Pamuk, bir İsviçre gazetesine 30 bin Kürt ve 1 milyon Ermeni’nin öldürüldüğünü açıklamasından sonra suçlandı.” Akademi Sekreteri Horace Engdahl da, Pamuk için, ‘kendi ülkesinde tartışmalı bir kişilik, ama neredeyse ödülümüzü alanların hepsi böyle’ dedi.

    1982’de Mısırlı edebiyatçı Necib Mahfuz’un ardından Orhan Pamuk Nobel Ödülü alan ikinci Müslüman yazar oldu.(Tabii ki Müslüman sıfatını kabul ederse)

    Nobel Edebiyat ödülünü son 10 yılda kazananların kazananların listesi şöyle: 2006: Orhan Pamuk (Türkiye) , 2005: Harold Pinter (İngiltere) , 2004: Elfriede Jelinek (Avusturya) , 2003: John Maxwell Coetzee (Güney Afrika) , 2002: İmre Kertesz (Macaristan) , 2001: V. S. Naipaul (İngiltere) , 2000: Gao Şingcian (Çin) , 1999: Günter Grass (Almanya) , 1998: Jose Saramago (Portekiz) , 1997: Dario Fo (İtalya)

    Orhan Pamuk Nobel madalyasının yanı sıra 10 milyon İsveç Kronu (yaklaşık 1,9 milyon YTL) para ödülünü de alacak. Parasında gözümüz yok, güle güle harcasın. Fakat bizim için sorgulanması gereken şey bugüne kadar Türkiye’ye gelmeyen Nobel ödülünün Türkiyeli bir yazara birdenbire nasıl verildiğinin ardındaki gerçeklerdir.

    Bilim ödüllerinin dışında edebiyat ve barış alanında verilen Nobel ödülleri hep tartışma yaratmıştır. Çünkü bu iki alandaki ödüllerde ciddi kıstaslar yoktur. Bu ödül daha çok kışkırtıcı demeçler verenlere, geleneksel düşünceyi yıkanlara, iktidar odaklarıyla didişenlere ve uluslararası alanda sıkı kulis yapanlara verilmektedir. Bu da gösteriyor ki bu alanlarda verilen ödülün gerekçeleri siyasidir.

    Bilindiği gibi Nobel Ödülünü alacak kişi yüzlerce aday arasından seçilmektedir. Ödülün kime verileceği kararını alan kurul üyelerinin aday olan yazarların tüm eserlerini alıp bir yıl boyunca derinlemesine incelediğini ve kararlarını bu inceleme sonucunda verdiğini söylemek mümkün değildir. Nobel’e aday olan yazarın İsveç’te ya güçlü bir yayıncısının bulunması ya da bu kuruldaki kişilere ulaşabilecek edebi çevrelerle ilişki içinde olması gerekiyor. Kısaca adayın ödülü almak için söz konusu ülkelerde ve çevrelerde güçlü bir lobi oluşturması şarttır. Bu da gösteriyor ki Nobel Edebiyat Ödülü, yazarın edebî kalitesine bakılarak verilmiyor. Maalesef aday kişinin ülkesine ve geleneksel kültürüne muhalif olup olmamasına bakılıp veriliyor. Bu da ödülün amacından sapmış olduğunu gösteren bir delildir.

    Nobel’le ilgili bu genel açıklamalardan sonra 2006 Nobel Edebiyat Ödülünü alan Orhan Pamuk’a değinelim. Bu ödülü bir Türk’ün kazanması herkes gibi beni de mutlu eder. Fakat acaba Pamuk, Türk kimliğini kabul ediyor mu? Onu da bilmiyorum doğrusu. Pamuk Nobel edebiyat ödülünü nasıl aldı? Ödülün alınmasında bir İsviçre gazetesine Türklerin 30 bin Kürt’ü ve 1 milyon Ermeni’yi öldürüldüğünü açıklamasının etkisi var mıdır? Bunun yanında ödülün açıklandığı gün aynı saatlerde sözde Ermeni soykırımı tasarısının Fransız meclisinde kabul edilmesine ne demeli, bilmiyorum. Nobel ödüllü büyük Türk romancısı Orhan Efendinin keyfi kaçmasın diye bütün bunlara tesadüf mü diyeceğiz? ...

    Her şey uluorta gerçekleşmektedir. Fazla yoruma gerek yoktur. Türkiye’ye iftira ederek, Batı’ya şirin görünme karşılığında alınan ödüller bizleri sevindirmez, aksine üzer. Biz bunu hıyanetin tescili olarak kabul ederiz. Başkaları Pamuk’tan yana hakikatlere muhalif tevillere başvuruyorsa bizler onların da aynı düşüncede olduğuna hükmederiz. Ermeni yandaşları, Nobel’iniz şimdiden hayırlı olsun. Herhalde kazandığınız milyon dolarlarla, Fransa’da yapılması düşünülen soykırım anıtına çimento, çakıl, demir alırsınız. Belki ekmeğini yediğiniz ülkenize yaptığınız hıyanet karşılığında Türk düşmanı Fransızlar, soykırım anıtının yanına sizin de heykelinizi dikerler. Kim bilir? ...

    .

  • ramazan

    08.10.2006 - 15:32

    RAMAZAN VE GÜL YÜZLÜ YÂR

    M.NİHAT MALKOÇ

    Ramazan Allah’ın kullarına sunduğu büyük bir rahmet ve lütuf ayıdır. Görünürde külfet gibi düşünülse de hakikatte ruhumuzu ve gönlümüzü aydınlatan bir nurdur. Bunu İslamı hayat tarzı olarak kabul edenler ve bu dinin gereklerini gönül hücrelerine sindirenler ancak anlayabilir. Bu ruhu kazanabilmek için maneviyat kabında pişmek gerekir.

    Kur’an ve ibadet ayı olan ramazanı layıkıyla değerlendirmek istikbalimize manevi yatırım yapmak demektir. Akıllı insan odur ki fani şeylerle zaman kaybetmez, baki olanın peşinden koşup durur. Hak katında fani olan, günlük meşguliyetlerdir, bâki olan ise ahiret için çırpınmaktır. Fakat bu mübarek din, dünyayla ahiret dengesini de gözetiyor. Dünyayı da bir kenara bırakmamızı istemiyor. Çünkü yaşamak için bazı ihtiyaçların giderilmesi gerekir. Müslüman miskin miskin oturamaz. Mümin daima hareket halinde yaşayan insandır.

    Ramazan ayıyla beraber hayatımızın ibresi maneviyatı gösterir. Bir aylık da olsa şahsi hayatımızda ve çevremizde manevi bir seferberlik ilan edilir. Başka günlerde gündemimizde olmayan İslam bu ayda deyim yerindeyse gündemimize oturur. Oysa gerçek Müslüman her zaman teyakkuz halinde olur. O her an ölebileceğini düşünerek maneviyatını takviye ve ikmal eder. Bilinmelidir ki bir aylık ibadet bizleri Cehennem ateşinden kurtaramaz.

    Ramazan ayında hayata Resulullah’ın nurlu penceresinden bakarız. Onu diğer vakitlere nazaran daha çok anlamaya çalışırız. Çünkü O, bu mübarek dinin elçisidir. Bu dini en kâmil biçimde yaşayan da odur. Ancak onun sünnetine dört elle sarılan kurtuluşa erebilir. Sünneti, imanın olmazsa olmazlarından sayanlar ve her fırsatta kılavuz edinenler asla pişman olmayacaklardır. Rahmet Peygamberi olan Hz. Muhammed(sav) onlara şefaat edecektir. Onun hayatını kendimize model edinirsek hidayete muhatap olma ümidimiz olabilir. Aksi halde beklentilerimiz boşa çıkmaya namzettir.

    Ramazan ayında Allah’ın son elçisi olan Hz. Muhammed(sav) ’i layıkıyla anlamanın gayreti içerisinde olmalıyız. Kâinatın uğruna yaratıldığı bu büyük iman ve ahlak abidesinin yolundan gitmek en büyük hedefimiz olmalıdır. Onun yolundan gidenlerin nura ve saadete ulaşacağından asla şüphemiz yoktur. Ondan uzak kalanların uçurumlardan yuvarlanması ve paramparça olması muhtemeldir. Bu uçurumların dibinde de Cehennem ateşi olanca kızgınlığıyla küfür ehlini bekliyor. O uçuruma cüzi iradesiyle yuvarlanan insanın tutunacağı bir dal da yoktur. Onlara yardım eden de çıkmayacaktır. Ne kötü bir sondur onlarınki! ...

    İnsanlar felâketlere kendi ayaklarıyla koşarlar. Onları bu yoldan gitmeye zorlayan; içlerinde taşıdıkları, besleyip büyüttükleri azgın nefistir. Akıllı bir Müslüman hayatın gayesini kavrayan insandır. Bizler kuluz ve hataya düşmeye meyilliyiz. Varlığın hakikatini kavramış, ilmiyle amil bir mümin her iyiliğin, her bereketin, Allahü teâlânın zatından geldiğini düşünür. Her kusurun, her kötülüğün de, mahlûkların zatlarından ve sıfatlarından hâsıl olduğuna inanır. İyilikler de kötülüklerde ruz-ı mahşerde karşılığını bulur.

    Hayatını, son peygamberin çizdiği nurlu yolda devam ettirenler kurtuluşa erenlerdir. Onlar asla mahzun olmayacaklardır. Ramazan ayı da bu kullar için huzur sığınağıdır. Onlar bu ayı hakkıyla ihya ederler. Çünkü bu manevi bir fırsattır. Resulullah Efendimiz bu ayın rahmet ve bereket yönünü şu mübarek sözüyle ortaya koyuyor: “Ramazan’ın evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu da cehennemden kurtuluştur. Her kim, bu ayda idaresi altında bulunanların iş yükünü hafifletirse, Allah ona mağfiret eder ve cehennem azabından kurtarır”.

    Ramazan ayında kâinatın gözbebeği olan Efendimizi çok çok anmalı, ona selatü selam getirmeliyiz. Kurtuluşumuz ancak ona yakınlaşmakla ve onun Allah’tan getirdiklerine riayet etmekle sağlanacaktır. Bu yolda ramazanı da iyi bir fırsat bilip sevap defterlerimizi doldurmalıyız. Bu ayda zaaflarımızdan sıyrılıp hak dairesinde kararlı bir biçimde daim ve sabit kalmalıyız. Bununla birlikte Resulullah’ın şu müjdesini ganimet bilmeliyiz: “Ramazan ayı girdiği zaman cennetin kapıları açılır, cehennemin kapıları kapanır ve şeytanlar zincire vurulur.” (Buhari, Savm, 5)

    Ramazan ayında Gül Yüzlü Yârı diğer günlere göre daha çok hatırlamalı ve tabir caizse sünnetine dört elle sarılmalıyız. Şüphesiz ki gerçek huzur ona yâr olmakla yakalanır. Ona yâr olanlar iki cihanda da bahtiyar olur. Nefisler ancak Allah korkusuyla ve Resul sevgisiyle gemlenir. Kurtuluş Resulullah’ın Allah’tan aldığı emirlerle çizdiği İslam dairesine girmekle sağlanır. Huzuru başka yerlerde arayanların elleri ve gönülleri boş dönmeye mahkûmdur. Ruhlar nübüvvet ikliminde ferahlar. Ne mutlu Yâr’in Yâr’ine yâr olabilenlere! ...

  • ramazan

    08.10.2006 - 13:18

    RAMAZAN DAVULCULARI VE MANİLER

    M.NİHAT MALKOÇ

    Müstesna zaman dilimlerinden birisidir mübarek ramazan… Onun için de Müslümanlar tarafından büyük bir şevkle karşılanır. Bu aya erişmeden evvel hazırlıklara girişilir. Kadınlar ramazanlık yiyecekler hazırlamaya aylar önceden başlarlar. Yufkalar açılır, konserveler yapılır. Kadınlar her gün birbirine gidip bu gibi hazırlıkları beraberce yaparlar. Bu ayda büyük bir yardımlaşma ve dayanışma örneği gösterilir.

    Ramazan deyince hiç şüphesiz ki aklımıza ramazan davulcuları geliyor. Çok eskilerden bugüne intikal eden ramazan davulculuğu geleneği bugün de devam ediyor. Oruç tutacaklara sahuru haber veren ve kalkıp yemelerini sağlayan bu kişiler nedense günümüzde bazı kesimler tarafından dışlanıyorlar. Hatta bazı belediyeler ramazan davulu çalınmasını yasaklıyorlar. Oruç tutmayanlar bu köklü geleneğin kalkmasını istiyorlar.

    Gerçi oruç tutanların bir kısmı da ramazan davulcularına sıcak bakmıyor. Çünkü küçük çocuklar gecenin yarısında uyanıyorlar; hatta korkuyorlar. Bir daha da yataklarına yatmıyorlar, anneleriyle yatıyorlar. Bazı çocukların davul sesinden etkilenip uyandıkları doğrudur. Fakat bunda asıl kabahat davulcularındır. Çünkü davul çalmanın da belli bir adabı vardır. Amaç oruç tutacakları uyandırmak ve ertesi gün aç kalmalarını önlemektir. Fakat bazı davulcular sanki inadına mahalleyi ayağa kaldırıyor. Bir anda her şey arapsaçına dönüyor. Bu gibi sorumsuz kişiler çok köklü bir geleneğin yavaş yavaş kaybolmasına neden oluyor.

    Bazı belediyeler ramazan davulcularının eğitilmesine önayak oluyor. Müzik alanında çalışanlar onlara davul çalmanın yollarını öğretiyor. Bu doğru ve yerinde bir uygulamadır. Çünkü gece yarısında ritimsiz bir gürültüyle uyanmayı hiç kimse istemez. Çok eskiden insanların diledikleri saatte uyanmasını sağlayan çalar saatler yoktu veya çok yaygın değildi. Fakat günümüzde hemen her evde çalar saat vardır. Hatta teknolojinin nimetlerinden biri olan cep telefonları saat görevi de görerek bizi istediğimiz saatte uyararak kalkmamızı sağlıyorlar. Demek ki artık davulcuların görevi insanları sahura kaldırmaktan öte köklü bir geleneği devam ettirmek, ramazana eğlenceli bir hava kazandırmaktır. Bunu yapanların belli bir müzik eğitiminin olması şarttır. Özellikle vurmalı çalgılar konusunda tecrübeli olmaları, bu alanda eğitim almaları gerekir. Aksi halde gelenek ve eğlence zulme dönüşür. Bu çağda insanları gürültüyle sahura kaldırmak geleneğin yozlaşması sonucunu doğurur.

    Ramazanlarda davulcular hem davul çalar, hem de bu ayın ruhuna uygun maniler söylerler. Mani halk kültüründe ve edebiyatımızda çok köklü bir geleneğe ve muhtevaya sahiptir. Söyleyeni belli olmayan, genellikle 7’li hece ölçüsüne göre söylenen dörtlüklerdir. Doğu Anadolu’da mani yerine ‘bayatı’ sözü de kullanılmaktadır. Uyak düzeni a - a - b - a şeklindedir. İlk iki mısra birbirinden bağımsız olup; asıl vurgulayıcı içerik, üçüncü ve dördüncü mısralarda yer almaktadır. Konuları aşk, gurbet, ayrılık, kıskançlık olabileceği gibi, ramazan manileri gibi özel zamanlara ait manilere de rastlanmaktadır. Ramazan ayında davulcuların söylediği manilerden bir kısmını dikkatinize sunmak istiyorum:

    “Yeni Cami direk ister / Söylemeye yürek ister
    Benim karnım toktur amma /Arkadaşım börek ister

    Sokak yolu dar mıdır? / Minaresi var mıdır?
    İftara kal diyorlar, / Acep aslı var mıdır?

    Aldanma sağa sola, / Gel gidelim hak yola,
    Güzel oruç tutanın, / Akıbeti hayrola.

    Maniler çiçeklidir. / Birbirine eklidir.
    Davulcunun daveti, / Mutlaka böreklidir.

    Herkes sabırla bekler, / Zayi olmaz emekler.
    İftara geliyoruz. / Hazırlansın yemekler.

    Bak geldi etli dolma, / Çok yiyip göbek salma.
    Üstüne bir kahve iç, / Terâvihe geç kalma! ..

    Kavuştuk Ramazana. / Ne de büyük ihsana.
    Bu ayda oruç tutmak, / Huzur verir insana.

    Sahur oldu ışıyor, / Bülbüller ötüşüyor,
    İftarda çay deyince, / Yüreğim tutuşuyor.”

    Milletler gelenek ve göreneklerini yaşayarak daha güçlü kalırlar. Her ne kadar bu işi maddi bir beklenti karşılığında yapıyorsa da ramazan davulcusu köklü bir geleneği devam ettiren insandır. Milletimizin değerleriyle zıtlaşmak, onlarla mücadele etmek yerine bu kültürel birikimi koruyup kollamalıyız. Milli ve manevi değerlerimiz sayesinde birbirlerimizle kenetlenebiliyoruz, aynı ruhu yaşıyoruz. Bizleri kendisine benzetmek ve yozlaştırmak isteyen Batılı toplumlara mesafeli durmalıyız; değerlerimize ve değerlilerimize sımsıkı sarılmalıyız.

  • ramazan

    08.10.2006 - 02:04

    RAMAZAN VE ÇOCUKLAR

    M.NİHAT MALKOÇ

    Hayatın en saf, en berrak, en temiz ve en güzel yüzüdür çocuklar… Onların duygu ve düşüncelerinde riya ve çirkeflik bulamazsınız. Onlarda en ufak art niyet ve önyargı da yoktur. Karşılıksız severler ve bağlılıkları uzun sürer. İlişkilerinde çıkar gözetmezler. Hayal dünyaları çok geniştir çocukların… Yeter ki siz hayallerine kota koymayın…..Onlar güzelliklere yelken açmasını çok iyi bilirler. Onları azgın denizlerin şerrinden ve fırtınalardan koruyalım.

    Çocuklar ruh bakımından ilginç özellikler arz ederler. Her şeyden evvel çok meraklıdırlar. Her şeyin ayrıntısını öğrenmek isterler. Kendisini ister ilgilendirsin, ister ilgilendirmesin her mevzuda soru sorarlar. Hatta bazen sinirlerimizi bozacak derecede ısrarcı olurlar. Öyle olmasa onca bilgiyi kısa zamanda nasıl öğrenebilirler? Onların sonu gelmeyen soruları bizim sonlu sabrımızı çok kere taşırır, raydan çıkan trene döneriz.

    Çocukların ilgi duydukları konulardan birisi de mübarek ramazan ve oruçtur. Yaşı ne olursa olsun henüz ergenlik çağına girmemiş çocuklar bile ramazan üzerine düşünür, kafa yorarlar. Oruç tutmak, özellikle sahura kalmak için can atarlar. Bizler de onlara kıyamadığımız için, onları her şeyden sakındığımız için bu masum istekleri karşısında olumsuz tepkiler gösteririz. Fakat onlar yine de pes etmezler. Netice alamasalar da aynı isteklerle defalarca karşımıza çıkarlar, ta ki isteklerine müspet cevap alana kadar! ...

    Ramazan her ne kadar ergenlik çağına girmiş kişileri muhatap alıp sorumlu tutsa da cemiyetin goncaları kabul edilen çocukları da ilgilendirir. Çocuklara ramazanın o mübarek tılsımlı havasını yaşatmak ebeveynler olarak boynumuzun borcudur. Çünkü onların körpe ruhları bu yaşlarda ramazan sevgisiyle beslenirse ilerde iradeleri çelikleşir.

    Ramazan tatlı heyecanların ve telaşların capcanlı yaşandığı müstesna zaman dilimleridir. Ramazanın heyecan ve coşkusunu çocuklarımızdan esirgememeliyiz. Onlara da bu manevi havayı yaşatmalıyız. Onları ramazanın sevgi, hoşgörü ve rahmet atmosferinden uzak tutmamalıyız. Aksi halde ilerde sorumluluk yaşına geldiklerinde onları oruca ve ramazana kolay kolay ısındıramayız. Ağaç yaşken eğilir der atalarımız. Ağaçlar kartlaşmadan onları eğmeye, yönlendirmeye gayret etmeliyiz.

    Çocuklar meraklıdır. Çok basit şeylerde bile harikuladelikler ararlar. Özellikle sahura kalkmak onlar için ulaşılmaz bir hedeftir. Çünkü anne büyük ısrar ve yalvarmalar karşısında, çocuğuna ‘seni kaldıracağım’ diye söz verse de çok sevdiği yavrusunun tatlı uykusunu bölmemek için evladının mışıl mışıl uyuduğunu görünce onu uyandırmaya kıyamaz. Sabahleyin isyanlar patlak verir elbette... Aslında anne ve babalar bu konuda fazla katı olmamalıdır. Sözlerinin arkasında durmalıdır. Çocuklarını birkaç kez(özellikle hafta sonları) sahura kaldırmalıdır. Onlara o manevi duyguyu da tattırmalıdır; merakını gidermelidir. Birkaç kez sahura kalkmakla çocuğa bir zarar gelmez. Aksine nadir de olsa bu sahura kalkışlar onun için gelecekte arkadaşlarına anlatabileceği güzel hatıralar oluşturabilir.

    Çocuk sahura kalkınca elbette ki o gün oruç tutmak için ısrar eder. Aile buna da yasak koyar genelde. Çocuk direnirse de ebeveynin şiddetli baskısıyla bu yumuşak direniş kırılır. Bırakın çocukları, kendilerine farz olmasa da istedikleri birkaç gün oruç deneyimi yaşasınlar. Bu onların vücut yapısını ve sağlığını olumsuz yönde etkilemez. Ta o yaşta açlığın ne demek olduğunu bilinçaltına yerleştirirler; yardımlaşma ve merhamet hisleri inkişaf eder. Çocuk akşama doğru iyice elden ayaktan düşse de o günkü heyecan onu dimdik ayakta tutar.

    Çocukların sevdiği bir başka şey de anne veya babalarıyla teravih namazlarına gitmektir. Bunun mücadelesini verirler bir ay boyunca… Bazen ret cevabı alsalar da, ısrarları az da olsa işe yarar ve caminin yolunu tutarlar. Anne ve babalarıyla yatar kalkarlar yumuşak hali ve kilimler üzerinde… Taklit ederler büyüklerini… Cami kavramı onların ruhunda derin ve müspet izler bırakır. Bu gidip gelmeler gelecekte edineceği ahlakına ve inancına tesir eder, onu şekillendirir. Özellikle bazı camilerde okunan mevlitler onlar için ayrı bir heyecan unsuru oluşturur. Çünkü mevlit olan camilerde şeker, bisküvi, çikolata ve lokum dağıtılır. Çocukların arayıp da bulamadığı şeylerdir bunlar! ...

    Gelecekte geleneklerine bağlı, saygılı, hürmetkâr, inançlı bir nesil istiyor ve bekliyorsak o neslin hamurunu şimdiden yoğurmalıyız. Hiçbir şey tesadüf eseri gerçekleşmez. Ciğerparelerimiz olan çocuklarımızı yetiştirirken onların manevi dünyalarını da doyuralım. Her şeyi yemek içmekten ibaret görmeyelim. Onları bugünün küçüğü, yarının büyüğü olarak sayalım. Bilirsiniz ki ruh boşluk kabul etmez. Bizler o boşluğu manevi hazlarla dolduramazsak başkaları dünyevi marazlarla doldurabilir. O zaman da iş işten geçmiş olur. Maazallah, ahlakı ve maneviyatı iflas etmiş bir nesil buluruz karşımızda. Bu da bizi manevi uçurumlara yuvarlar. Bu noktada dünya ayağa kalksa onları uçurumdan aşağı yuvarlanmaktan kurtaramaz. Öz evlatlarımızı kendi ellerimizle kor alevler içine atmış oluruz.

    Teravihlere çocuklarımızı da götürelim. Yaramazlık yapsalar da onları Allah’ın evinden kovmayalım. Çünkü onlar günahtan arıdırlar, henüz melektirler. Meleklerin huzuru bulacağı yer de ancak camilerdir. Onlar sizleri namaz kılarken görsün, model olun onlara. Kısacası ramazanı sadece biz yaşamakla kalmayalım, çocuklarımıza da doyasıya yaşatalım. Böylelikle yarınlarımızdan daha emin oluruz.

  • Joseph Ratzinger (XVI. Benediktus)

    08.10.2006 - 00:24

    VATİKAN’IN GİZLİ TÜRKİYE GÜNDEMİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Son günlerde Türkiye’de ve İslam dünyasında Papa 16. Benedikt’in ipe sapa gelmez sözleri konuşulmaya, tartışılmaya devam ediliyor. Bilindiği gibi Katolik Kilisesi’nin ruhani lideri Papa 16. Benedikt, Almanya ziyareti sırasında Müslümanlarla ve onların değerleriyle ilgili olarak bütün dünyayı ayağa kaldıran bir konuşma yapmıştı. Regensburg İlahiyat Fakültesi’nde konuşan Papa, radikal İslam’ı eleştirirken, Bizans İmparatoru 2. Manuel’in Hz. Muhammed ile ilgili sözlerine yer vermişti. Konuşma tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de enine boyuna tartışıldı, eleştirildi. Papa’nın konuşmasında Bizans İmparatoru Manuel Paleologos’a atfen “Muhammed hangi yenilik getirmiştir göster bana. Sadece imanını kılıç zoruyla kabul ettirme emri gibi şerri ve gayri insanî şeyler bulursun” demişti. Bu sözler Türkiye’yi ve İslam dünyasını haklı olarak ayağa kaldırmıştı.

    Kıymetli Araştırmacı-Yazar Aytunç Altındal, geçen hafta sonu 7 Eylül 2006 Cumartesi günü öğleden sonra Trabzon’da Hamamizade İhsan Bey Kültür Merkezi’nde “Vatikan’ın Gizli Türkiye Gündemi” konulu bir konferans verdi. Türk Ocakları Trabzon Şubesinin tertip ettiği konferansa Trabzonlular çok büyük bir ilgi gösterdi. Öyle ki bu enteresan konferansta ramazana rağmen seyirciler salona sığmadı. Koridorlar bile insanlarla dolup taştı. Çünkü konu ve konuk ilginçti. Konu son haftalardaki densiz çıkışlarıyla İslam âleminin nefretini üzerine çeken Papa 16. Benedikt’ti. Konuk ise sözünü sakınmayan ve her zaman doğruları söylemeyi gaye edinen kıymetli Araştırmacı-Yazar Aytunç Altındal’dı. Onun için de ilgi ve heyecan doruktaydı. Hatip, konuşmasında çok ilginç bilgi ve belgelere yer verdi. Konuşmacı Altındal konferansta özet olarak şunları söyledi:

    “Papanın gençliğinden kaynaklanan, Türklere karşı önyargısı var. Papa 1941-1945 arası Nazi Gençlik Örgütü üyesiydi, Hitler’ci Alman ordusuna katıldı. Genç Nazilerin kafası ‘Hitler istediğinde Türkiye, Naziler safında savaşa katılacak ve Almanya savaşı kazanacak’ şeklinde iki yıl yıkandı ve savaşa gittiler. Bu olmayınca bu kez ‘Türkiye Almanya’ya ihanet etti’ propagandası başlatıldı. Bu, Papa’nın bilinçaltına öyle işlemiş ki ömrü boyunca Türk aleyhtarı olarak bilinmiştir.

    Kardinal Ratzinger, Papa seçilince Benedikt adını aldı. 1. Benedikt, İ.S. 575 yılında yaşadı. Avrupa’da Türk düşmanlığını başlatan ilk kişidir. O dönemden bu yana Benedikt adını alan papalar, Türk düşmanı bilinir.

    Joseph Ratzinger’in konuşmasından iki hafta öncesine bakalım. 27 Ağustos'ta Almanya Şansölyesi Angela Merkel ve partisi CDU’nun önde gelenleri Roma’da Papa’yla özel bir görüşme yaptı. Bu görüşmede Papa, Merkel’e yapacağı konuşmanın metnini verdi. Dolayısıyla bu, esrarengiz bir konuşma değil. 16. Benedikt, son 200 yıl içinde gelmiş en entelektüel papa… Herhangi bir kelimeyi gereksiz yere kullanmaz. Bence konuşmanın hedefi İslam âleminden çok Türkiye’ydi, Türklerdi.

    Türk Dışişleri Bakanlığı’nın devletin 13 ilgili kurumuna gönderdiği özel bir tebliği var. Bakan Gül’ün imzasıyla ‘Papa, Türkiye’ye geldiğinde, baş başa ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temsilcileri bulunmaksızın dilediği görüşmeyi yapabilir’ deniyor. Vatikan’ın rakamlarına göre Diyarbakır’da çok sayıda Katolik varmış. Dahası, Abdullah Öcalan Vatikan’a iki mektup gönderdi. Mektuplar nedeniyle Katolik Kilisesi 1996’dan itibaren ‘Türkiye’de Kürtlere baskı yapılıyor’ diyerek bir karalama kampanyası başlattı. Kampanyayı yürüten bugünkü Papa’ydı. Türkiye’ye geldiğinde kalkıp ‘Ben, Kürt halkının temsilcileriyle görüşmek istiyorum’ derse Gül’ün verdiği özel izne göre görüşebilir.

    Papa ülkemize geldiğinde Fener Patriğini ekümenik kabul ediyoruz diyebilir. Görüşmelerin ardından üç dilde ortak deklarasyon yayınlayacaklar. Uyarıyorum, İngilizce ve Fransızca metne ekümenik diye koyarlar, Türkçesine koymazlar. Asıl olan İngilizce ve Fransızca metin... Dolayısıyla Türkiye, Lozan Antlaşması’nı eliyle çöpe atmış olur. Hükümet ve Türkiye’deki o diyalogcular buna bir kılıf uydurmak için ‘Türkçe metinde ekümenik denmedi’ diyebilir. Ayasofya’ya gidip dua etmesi söz konusuydu, bunun önüne geçildi. Dönüşte sadece sekiz dakikalık kültürel bir gezi yapacak.

    Yasayla Türkiye’den Katoliklere ait olduğu iddia edilen 1.900 adet taşınmaz malın iadesini istiyor Papa… Kayıtlarda sahibi Hazreti İsa görünen mallar var. Yasa onların istediği gibi çıkarsa Sümela Manastırı, Ani Harabeleri ve Ayasofya onların olur. 1 Ocak 2005’te yazdıkları insan hakları raporunda tek tek hangi malları istedikleri var.

    Papa, Türkiye’den neler talep edeceklerini, çok güvendiği Giovanni Sale isimli Cizvit papazdan bir rapor halinde istedi. Bu raporda isteklerin yanı sıra ilginç rakamlar var. ‘Diyarbakır’da 3 bin 670 Katolik Ermeni, 5 bin 993 Keldani ve 2 bin 155 Suriye Katoliği var’ diyor. Diyarbakır ve çevresinde 9 binden fazla Katolik yaşadığını duyan var mı? Yok; öyleyse nasıl buluyor bunu? Türkiye’de problemleri büyütmek için yapıyor. Papa ‘Türkiye’ye gittiğimde dört Katolik cemaatin lideriyle ya da Katolikler adına konuşacak dört kişiyle görüşeceğim’ dedi. Bunlar kim? Belli değil…”

    Araştırmacı-Yazar Aytunç Altındal’ın Papa 16. Benedikt’le ilgili tespitleri bunlardan ibaret değil. Başka ilginç şeyler de söyledi konferansında. Özellikle Türkiye’deki diyalogculara bizzat isim vererek çattı. BOP’a alet olduklarını söyledi. Onları gaflet ve hıyanetle suçladı. Türkiye’nin bölünmenin eşiğinde olduğunu hatırlatarak Trabzonlulardan hain emeller karşısında uyanık olmalarını istedi. Türkiye’yi bu kör karanlıktan herhangi bir kurtarıcının değil, ancak halkın kendisinin, birbirleriyle kenetlenerek kurtarabileceğini, düzlüğe çıkarabileceğini belirtti. Yazar Altındal, konferans sonunda kitaplarını imzaladı.

  • ramazan

    05.10.2006 - 01:18

    RAMAZANI ORTALARKEN! ...

    M.NİHAT MALKOÇ

    Eskilerimiz ne kadar da doğru demiş ‘Sayılı gün çabuk geçer’ diye… Gerçekten de sayılı gün çok çabuk geçiyor. Dakikalar saatleri, saatler günleri, günler haftaları, haftalar ayları, aylar yılları, yıllar ise koca bir ömrü kovalayıp duruyor. Bir zaman geliyor ki soğuk duvarlara çatıp kalıyorsunuz. Bundan sonra teslimiyetten başka bir yol da görülmüyor. Şayet zamanında Hakk’a teslim olmuşsanız bu son noktadaki acizlikten mahzun olmazsınız.

    Ramazan ayı daha dün gelmişti. Fakat görüyoruz ki bu mübarek ayı gözümüzü açıp kapayıncaya kadar ortaladık. Yarısı gitti, öbür yarısı kaldı. Zaten ikinci yarısı birinci yarısından daha çabuk ve kolay geçer. Müslüman ramazanın geçip gitmesinden hoşnut olmaz. Zira müminler bir yıl boyunca onun gelmesini büyük bir heyecan ve şevkle bekler durur. Ramazanın gitmeye hazırlanması bizleri ancak hüzünlendirir. Çünkü hayatımıza büyük bir hareket, bereket ve neşe katan bu güzel zaman dilimi gönüllerimizi mamur ediyor.

    Ramazan gönüllerin sükûnete erdiği, kalplerin yumuşadığı, karşılıksız sevmenin ve saygının doruğa çıktığı nurlu bir fasıldır. Bu ayda içimiz durulur ve paklanır. Bir yılın kiri orucun tılsımıyla arınır, akar gider. İnsan yeniden doğmuşçasına saf ve hafif olur.

    Kim ister ramazanların bizleri bir başımıza bırakıp gitmesini? ... O ramazan ki sosyal dayanışmanın ve cömertliğin tavan yaptığı aydır. Zenginlerin malını garip gurebayla paylaştığı ve servetlerini temizlediği bu güzel ayda ellerimizi semaya kaldırıp acizliğimizi Yüce Yaratana beyan ederiz. O da rahmet ve merhamet şemsiyesini üzerimize açar. Nasibimiz neyse onun sonsuz rahmetinden o miktarda faydalanırız.

    Ramazanları öyle kolay unutmak mümkün müdür? ... Gider mi burnumuzdan ramazan pidelerinin mis gibi kokusu? ... Akşama doğru fırınların önündeki uzun kuyruklarda bekleyip pideleri kolumuzun altına koyup hızlı adımlarla yola revan oluruz. Neticede pideler elimizde olduğu halde eve girdiğimizde çocukların yüzündeki tatlı gülümseme ve o berrak nurlu parıltı daha bir belirginleşir. Yemekler sıralanır mutfak tezgâhının üzerinde… Çorba mı dersin pilav mı, yoksa kuru fasulye mi? Her biri ötekiyle lezzet yarışı yapar adeta… Salatadaki cümle yeşillik, taze soğan ve marul damak tadımızı doyumsuzlaştırır. Ferahlar midemiz ve bütün azalarımız… Sofraya uzanan eller bereket olup taşar dört bir yana…

    İşte biz böyle bir neşe çağlayanı olarak görürüz ramazanı… Bu ayla kurduğumuz gönül bağı çelikten daha güçlüdür. Nasıl koparız ramazanın o tılsımlı atmosferinden? ... Dosttan ayrılmak dostu üzer ancak…

    Ramazanda nur yüzlü nineler ve pamuk dedelerin cami dönüşünde ceplerine koyup torunlarına getirdiği mevlit şekerlerinde maddi tatların ötesinde bambaşka bir güzellik saklıdır. Paylaşmanın ve başkalarını düşünmenin parlak pırıltısıdır bu… Sofralarımıza konuk olan güzel insanları nasıl unuturuz, nasıl özlemeyiz? İftar sonrasındaki teravihler ve teravih dönüşü çay ve kahve eşliğinde sahura kadar süren dost sohbetleri ruhlarımızın açlığını giderir. Bizi birbirimize daha çok sevdirir ve yakınlaştırır.

    Akşama doğru açlığın üst düzeye çıktığı ve manevi sorumluluğun yerine getirilmesinden doğan hazzın belirginleştiği o mübarek vakitlerde gözümüz minare ışıklarında, kulağımız ezanda, burnumuz ise mutfaktan gelen yemek kokularında olur. Anneler maharetli elleriyle eş ve çocuklarına çektikleri açlığı yatıştıracak birbirinden lezzetli yemekler hazırlarlar. Her yemeğin içine maddi malzemelerin yanında bir kaşık sevgi ve samimiyet tılsımı eklemeyi ihmal etmezler. Onun içindir ki ev yemekleri dışarıda(lokantalarda) yenen yemeklerden çok daha leziz olur.

    Ramazan bütün bir toplumu çepeçevre kuşatır. Hemen hepimizin ramazana dair hatıraları vardır. Kimileri çocukluğunun, kimileri gençliğinin, kimileri orta yaşlılığının ramazanlarını yaşatır zihninde. Geçmişe dair anılar canlanır gözlerimizin önünde. Hepsi de muhabbet yüklüdür bu anıların. Çünkü güzelliğini ramazan ikliminden almışlardır. Bu ay içerisinde yaşananlar öyle kolay kolay hafızlardan silinmez. Hepsi de belleklerimize nakşedilir. Ne kadar büyüyüp olgunlaşsak da zihnimizin bir köşesinde yaşatırız onları.

    Ramazanı yaşamayanlara ne kadar da acıyorum. Bunların bir kısmı gurbette olduğu için bu duygudan mahrumdur. Bir kısmı ise zihinlerindeki karanlığın tesiriyle ramazanın nurlu yüzünü ve bereketli yanını görmekten ve yaşamaktan acizdirler, onların bu rahmet sağanağından nasipleri yoktur. Ne büyük bir ayıp ve kayıptır bu…

    Ramazanın içimize dolan rahmet esintisini doyasıya yaşayalım ve çevremize yaşatalım. Camilere sığınalım lanetli şeytanın şerrinden… Gerçi ramazanda bağlansa da şeytanın şerri ve vesvesesi yine de bırakmaz peşimizi. Ama oruçla zırhlanan yürekler nefsin gizli ve sinsi oyunlarına pabuç bırakmaz. Ramazan orucu ve ibadetleri iradeleri çelikleştirir. Daha bir güçlü ve donanımlı oluruz nefsimize karşı. Ramazan bizi cümle şer odaklarına karşı korur ve güçlendirir.

    Fakat yine geri sayım başladı. Çoğu bitti, azı kaldı bu sayılı günlerin.... Görünen o ki ayrılık kavuşmaktan daha yakın… Onu hoşnut gönderelim ki karşılamaya yüzümüz olsun. Biz senden razıyız, sen de bizden razı ol ya şehr-i ramazan… Allah kavuştursun bizi tekrar… Sana layık olamazsak da ümmet olarak bunun samimi mücadelesini verdik. Tevfik ve hidayet âlemlerin Rabbi olan Allah’ın nezdindedir. Ne mutlu kurtuluşa erenlere! ...



  • ramazan

    04.10.2006 - 17:30

    ORUÇ VE SIHHAT

    M.NİHAT MALKOÇ

    Yüce Rabbimizin yapmamızı emrettiği vazifelerin hepsinde bir hikmet vardır. Fakat bizler o ibadetleri hikmetinden dolayı değil, Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için yaparız. Zira ibadetler kul ile Allah arasındaki muhabbeti ve gönül bağını kuvvetlendirir. İbadetlerin verdiği olgunlukla kul Allah’a daha da yakınlaşır. Kişi, yerine getirdiği kulluk vazifesinden büyük bir haz alır. Bu haz, ibadetlerdeki devamlılığı sağlar.

    Bilindiği gibi Rabbimizin doksan dokuz mübarek sıfatı vardır. Allah’ın güzel isimlerinden biri de ‘Hâkim’dir. Yani Allah hikmet sahibidir. Yüce Yaratıcı abes iş yapmaz. Bizler bazı şeylerin sebep ve hikmetlerini basiret gözüyle göremezsek bu onları halk edene bir eksiklik getirmez. Onun yaptığı işlerin hikmetinden sual olunmaz.

    Allah’ın her emrinde olduğu gibi oruç ibadetinde de birçok hikmetler, bizim için maddi ve manevi sayısız faydalar vardır. Oruç ibadetinin faydaları konusunda çok şeyler söylenebilir. Bunları maddi ve manevi diye ikiye ayırmak mümkündür. Çünkü kâinatın gözbebeği olan insanı sadece maddeden ibaret göremeyiz. Onun manevi tarafına da eğilmek zorundayız. İşte orucun faydalarını sıralarken onun ruh dünyamızı mamur ettiği gerçeğini de göz önünde bulundurmalıyız. Aksi halde insana dair doğru analizler yapamayız.

    Oruç tutan insanlar Allah’ın emrini yerine getirmiş olmanın manevi doyumunu yaşarlar. Bu doyuma erişen kullar her geçen günü, ömür defterlerinden bir kayıp sayfa olarak değil, bir kazanç sayfası olarak nitelendirirler. Bu bakış açısı iç huzurun sağlanmasında etkin bir rol oynar. Maddi varlığımızla manevi dünyamızın dengede tutulması, bizi boşluğa düşmekten korur. İradenin günahları perdelemesi imtihana tabi tutulan kulu büyük bir zafer kazanmışçasına mutlu eder. Bu mücadeleden başı dik çıkan kişinin kendine güveni artar. Nefsin emrine karşı koyan yüksek irade gücü Hakk’a teslimiyetin getirdiği manevi saltanatı ebediyen yaşar. İşte dünya o zaman ahretin tarlası olur.

    Oruçla beraber kulun hayvani tarafı rahmani tarafına yenilir. Fiziksel olarak da midemiz yılda bir ay da olsa dinlenmiş olur. Kalbimiz kir ve pastan arınır; adeta manevi zımparayla törpülenir. Dilimiz yalandan, ellerimiz haramdan, gözlerimiz harama bakmaktan, kulaklarımız yalan ve dedikodu dinlemekten, ayaklarımız kötü işler peşinde koşmaktan uzaklaşır. Bu, huylarımızın meleklerinkilere benzemesini ve ruhlarımızın arınmasını sağlar. Oruç belli zaman içerisinde aç kalma olayı değil, aksine bir irade terbiyesidir.

    Orucun sağlık için çok büyük faydaları mevcuttur. Bunu tıp otoriteleri yıllardan beri söylemektedir. Bununla ilgili olarak Resulullah Efendimiz de “Oruç tutunuz, sıhhat bulursunuz.” buyurmuştur. Peygamberlerin hikmetini bilmediği bir konuda konuşmaları mümkün değildir. Sağlıkla ilgilenen ilim adamlarının her geçen gün orucun sıhhate dair yeni faydalarını keşfedip sıralamaları Efendimizin bu mübarek sözünü desteklemektedir. Fransız Profesör Pier Mulen de bu hususta şunları söyleyerek orucun ilahi hikmetlerine ışık tutar:

    “İslâm dünyasının en yararlı kurumlarından biri oruçtur. Oruç, bedenin hem fiziksel, hem ruhsal dinlenişidir. Dokuları temizler, birikmiş toksinleri, zehirleri atar. Müslümanlar böylece her yıl bir ay bedenlerini dinlendirirler. Hıristiyan dininde orucun bulunmaması büyük bir kayıptır. Aslında insanların her hafta bir gün oruç tutmalarında, başka bir deyimle diyet etmelerinde ve sadece meyve suyu içmelerinde büyük yarar var. Böylece vücut, doku ve organlardaki zehirleri atar, beden dinçleşir”

    Oruç tutanların ramazanda bazı hususlara dikkat etmesi bu ibadetin tıbbi faydalarının inkişaf etmesine zemin hazırlayacaktır. Doktorların uzun tecrübeler neticesinde elde ettiği ilmi gözlemlere ve tavsiyelerine kulak vermeliyiz. Aksi halde fayda yerine zarar görmek işten bile değildir. Bu konuda doktorların tavsiyelerine uymalıyız.

    Ramazan ayında dengesiz ve sağlıksız beslenme, başta diyabet, kalp, yüksek tansiyon hastaları olmak üzere birçok kişide sağlık sorunlarına yol açıyor. Beslenme uzmanları(diyetisyenler) aşırı yağlı kızartma ve kavurmalardan, hamur tatlılarından, şekerleme ve aşırı tatlı besinlerden uzak durmamızı, tatlı olarak sütlaç, keşkül, güllaç gibi sütlü tatlılar tercih etmemizi, sıvı alımına önem vermemizi, iftar ile sahur arasında bol su içmemizi öneriyorlar. Sadece ramazanda değil, diğer zamanlarda da bir seferde çok yememeliyiz. Eskilerimiz “Az yiyen melek olur, çok yiyen helak olur” derken bizlere halk hekimliğinin çok kez tıpla örtüştüğünü göstermişlerdir. Bu da gösteriyor ki halkın tecrübelerini yabana atmamak lazımdır.

    Oruç tutmak sağlıklı olmak demektir. Fakat ilahi olanla dünyevi olanı, gayeleri bakımından birbirine karıştırmamak gerekir. Orucu zayıflamak, zinde ve sağlıklı kalmak için tutanların oruçlarının Allah katında hiçbir mana ifade etmediğini söylemek mümkündür. Orucun gayesi Allah’ın emrine uymak ve ona yakın durmaktır. Ne mutlu ibadetleri, gayesine uygun bir anlayışla yerine getiren mümin ve müminelere! ...

  • ramazan

    01.10.2006 - 23:51

    RAMAZANIN İÇİNİ DOLDURMAK

    M.NİHAT MALKOÇ

    Şu günlerde ayların en kıymetlisi olan ramazanı idrak ediyoruz. Bu ayda müminlerin gönülleri büyük bir neşe ile dolar. Hayatımızdan çıkardığımız İslamî hükümler bir aylık için de olsa geri döner. Bu ay vesilesiyle Müslüman bir millet olduğumuzu hatırlarız. Camiler cemaatle dolup taşar. Minareler arasına asılan mahyalar bizi hakka ve hakikate çağırır. Yüce Rabbimiz İslam’ın beş şartından biri olan oruçla ilgili olarak şöyle buyuruyor:

    “(Oruç) Sayılı günlerdir. Artık sizden kim hasta ya da yolculukta olursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde (tutsun) . Zor dayanabilenlerin üzerinde bir yoksulu doyuracak kadar fidye (vardır) . Kim gönülden bir hayır yaparsa bu da kendisi için hayırlıdır. Oruç tutmanız, -eğer bilirseniz- sizin için daha hayırlıdır.”(Bakara 2/184)

    Aslında Ramazan biz Müslümanlar için bir lütuftur. Oruç ibadetinin maddî ve manevî faydalarını göz önünde bulundurunca ramazanın büyük bir hediye olduğu hakikatini kavrarız. Oruç tutan müminlerin kalpleri yumuşar. Eşyaya sevgi penceresinden bakarlar. Oruçla hemhal olanların basiret gözleri açılır. Kul açlıkla beraber muhtaç ve zayıf olduğunu daha iyi anlar. Oruç şer duygulara karşı adeta bir kalkan olur.

    Mübarek Ramazan ibadet ayıdır. Bu ayda yapılan ibadetlerin sevabı katlanarak yazılır. Müslümanlar bu ayda adeta ibadet seferberliği yapmalıdır. Ramazan lâfta kalmamalıdır. Bu mübarek ayın içini doldurmalıyız. Bu ayda Kur’an-ı Kerim’i çok okumak ve hatim indirmek gerekir. Zira Kur’an bu ayda indirilmeye başlanmıştır. Yine bu ayda Allah’ın isimlerini bolca zikretmeliyiz. Yüce Allah bu ayla ilgili olarak şöyle buyuruyor:

    “Ramazan ayı... İnsanlar için hidayet olan ve doğru yolu ve (hak ile batılı birbirinden) ayıran apaçık belgeleri (kapsayan) Kur’an onda indirilmiştir. Öyleyse sizden kim bu aya şahit olursa artık onu tutsun. Kim hasta ya da yolculukta olursa, tutmadığı günler sayısınca diğer günlerde (tutsun) . Allah, size kolaylık diler, zorluk dilemez. (Bu kolaylık) sayıyı tamamlamanız ve sizi doğru yola (hidayete) ulaştırmasına karşılık Allah’ı büyük tanımanız içindir. Umulur ki şükredersiniz.”(Bakara 2/185)

    İslam toplum dinidir; hayatı çepeçevre kuşatmıştır. Küçük büyük, zengin fakir İslam zincirinin her bir halkasını oluşturur. Müslümanlar birbirlerini düşünür ve kayırır. Mübarek ramazan ayında ümmetin kurtuluşu için sürekli dua etmeliyiz. Günahlarımızdan pişman olup ellerimizi semaya kaldırıp mülkün gerçek sahibinden bağışlanma dilemeliyiz. Bu ayda sofralarımızdaki insan halkasını yeni yeni misafirlerle genişletmeliyiz. Unutmamalıyız ki misafir bereketiyle gelir. Bir sofraya ne kadar çok el uzanırsa sofradaki nimetlerin bereketi o nispette artar. Tok gönüllü olanlar sofralarını dostlarına hep açık tutarlar.

    Oruç nefsin kötü arzularını kırar. Kişi aç kalınca nefsanî duygular azalır. Bu haldeki insan, zayıflığını hatırlayarak gerçek hâkimin ve kuvvet sahibinin Allah olduğunu düşünür, ona teslim olur; enaniyetini yener. Oruç tutan insanın başıboş hareket etmesi mümkün değildir. O ancak kendisine çizilen hak ve helâl dairesinde hareket edebilir. Fakat Allah yarattığı ve zaaflarını çok iyi bildiği kuluna altından kalkamayacağı şartlar da koşmaz. Bir ay boyunca onu hayattan soyutlamaz. Kişi ramazanda belli ölçülere uyarak hayatını devam ettirir. Cinsel hayatı bile bazı zamanlar içerisinde kısıtlansa da iftar sonrası dilediğince sürer. Bununla ilgili olarak gelen şu ayet bir kısım sınırlamaları ortaya koyması açısından önemlidir:

    “Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı. Onlar, sizin örtüleriniz, siz de onlara örtüsünüz. Allah, gerçekten sizin, nefislerinize ihanet etmekte olduğunuzu bildi, tevbenizi kabul etti ve sizi bağışladı. Artık onlara yaklaşın ve Allah’ın sizin için yazdıklarını dileyin. Fecir vakti, sizce beyaz iplik siyah iplikten ayırt edilinceye kadar yiyin, için, sonra geceye kadar orucu tamamlayın. Mescitlerde itikafta olduğunuz zamanlarda onlara (kadınlarınıza) yaklaşmayın. Bunlar, Allah’ın sınırlarıdır, (sakın) onlara yanaşmayın. İşte Allah, insanlara ayetlerini böylece açıklar; umulur ki sakınırlar.”(Bakara 2/187)

    Ramazanın feyiz ve bereketinden azamî derecede yararlanabilmek için adeta maneviyat seferberliği ilan etmeliyiz. Çünkü ramazan sayılı günlerden ibarettir. Bu günlerin içini hakkıyla doldurmalıyız. Zira gelecek ramazana kavuşacağımıza dair hiçbirimizin elinde herhangi bir senet yoktur. Akıllı insan, her türlü ihtimali göz önünde bulundurarak idrak ettiği ramazanı son ramazan olarak bilir ve gereğini yapar. Zaman hızla akıp gidiyor. Her geçen gün ölüme biraz daha yaklaşıyoruz. Ramazan gibi bereketli ve feyizli günleri layıkıyla değerlendiremezsek sevap-günah dengesi bozulur. Geçen günler fayda değil, zarar hanemize yazılır. Ne mutlu sayılı ramazan günlerini layıkıyla dolduranlara! ...

  • ramazan

    01.10.2006 - 16:32

    RAMAZAN SEVİNCİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Oruç ibadeti zor görünse de imanlı gönüllerde büyük bir aşkla ve şevkle yerine getirilir. İslam ahlâkıyla ahlâklananlar Ramazanın gelişini dört gözle beklerler. Bu mübarek günlerin gelişi onlarda herhangi bir rahatsızlık uyandırmaz. Aksine huzur iklimine girerler. İbadet ederek Allah’a dost ve yakın olmanın keyfini çıkarırlar.

    Oruç ibadeti İslamiyetle beraber, bozulmuş diğer hak dinlerde de vardı(r) . Hatta bazı batıl dinlerde de buna benzer ibadetler mevcuttur. Bununla ilgili olarak Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler, sizden öncekilere yazıldığı gibi, oruç, size de yazıldı (farz kılındı) . Umulur ki sakınırsınız.”(Bakara 2/183)

    Hıristiyanlık ve muselikteki oruç, ilahî amaçlarından uzaklaşmışsa da bugün hâlâ fert bazında yaşatılmaktadır. Fakat Museviler ilahi yönü yozlaşmış, daha çok millî bir gelenek haline gelmiş bu ibadetlerine Hıristiyanlardan daha sadıktırlar.

    Hıristiyanlarda oruçlu iken alkol kullanmak ve cinsî münasebette bulunmak yasaktır. Oruçlu iken günlük işler en aza indirilir. Oruç, genelde, tövbe ve bolluk içinde yaşamak için tutulur. Katolikler ve Ortodokslar kırk günlük Büyük Perhiz ile Noel’den önceki Advent dönemlerinde oruç tutarlar. Protestan kiliseleri oruç tutmayı üyelerinin vicdanlarına bırakırlar. Bu konuda herhangi bir yaptırımları yoktur.

    Yahudilikte de oruç ibadeti vardır. Museviler yılda birkaç kez oruç tutarlar. Özellikle Yom Kippur’da (Kefaret Günü) oruç tutulması önerilir. Oruçlu iken yenilmez, içilmez. Deri elbise giyilmez. Yağ ve krem sürülmez. Cinsî münasebette bulunulmaz. Genelde oruç günlük işlerden uzaklaşmak için bir araçtır. Musevilikte altı çeşit oruç söz konusudur.

    Bilindiği gibi Müslümanlıkta oruç, niyet ederek tan yerinin ağarmaya başlamasından, güneşin batmasına kadar yemekten, içmekten ve cinsî ilişkiden uzak durmak suretiyle yerine getirilen bir ibadettir. Bu tarifte görüldüğü gibi oruç tutan kişinin yapmaması gereken bazı şeyler vardır. Bunlar genel olarak yemek, içmek ve cinsel ilişkidir. Allah’tan korkan ve ona yakın olmak isteyen müminler belirtilen zaman dilimleri içerisinde bu eylemlerden uzak dururlar. Fakat bizim orucumuz Yahudi ve Hıristiyanlarınkinden pek çok bakımdan ayrılır. Bir kere bizim oruç ibadetimiz on dört asır evvel nasılsa öylece devam etmektedir. Orucun gayesinde ve kaidelerinde hiçbir sapma ve bozulma yoktur.

    Oruç, Müslüman, akıllı ve erginlik çağına gelmiş olan herkese farzdır. Bu özellikleri taşıyan herkesin mutlaka oruç tutması gerekir. Fakat kişi bu özellikleri taşıdığı halde bazı mahsurlu durumlar nedeniyle oruç tut(a) mayabilir. Bunlar hastalık ve yolculuktur. Yolcular memleketlerine dönünce, hastalar da iyileşince tutamadıkları oruçlarını kaza ederler. İyileşmeleri mümkün olmayan hastalar ise, tutamadıkları Ramazan oruçlarının her günü için bir fidye, yani, bir kişinin bir günlük yiyeceğini veya o yiyeceğin karşılığı olan parayı fakirlere verir. Bu ruhsatlar İslam’ın kolaylık dini olduğunu açıkça göstermektedir.

    Ramazan ayı manevî kıymetleri çok olan bir aydır. Bu ayda yapılan ibadetler diğer aylara nazaran çok daha bereketlidir. Çünkü bu aydaki ibadetlerin sevapları katlanarak verilir. Allah için oruç tutanların günahları bağışlanır. Onların gönülleri bambaşka bir manevî huzurla dolar. Nitekim Resulullah Efendimiz de bir hadislerinde: “Kim Ramazan orucunun farz olduğuna inanarak ve karşılığını da yalnız Allah'tan umarak oruç tutarsa, onun bütün geçmiş günahları bağışlanır” buyurarak orucun günahlardan bağışlanma vesilesi olduğuna parmak basmışlardır. Bu fırsatı ganimet bilip günahlardan arınmalıyız.

    Oruç tutmak, yemeden içmeden ve cinsi münasebetten kesilmek değildir sadece… Bunlardan ibaret görülen oruç, avam orucudur. Avam orucunda orucu bozan hallerden uzak durulur. Yani sadece mideye oruç tutturulur. Bu orucun, büyük mükâfatları beraberinde getirmesi beklenemez. Çünkü bu, çok fazla bir fedakârlık gerektirmeyen bir ibadettir. Oysa havas orucu diye nitelendirilen oruç, bütün azalara çekidüzen vermeyi gerekli kılar. Havas orucunu tutanlar yalan söylemez, günah işlemez, dedikodu yapmaz, harama bakmaz. Hiçbir eyleminde oruçlu olduğunu aklından çıkarmaz; ona göre davranır. Kendisine sataşanlara ‘Ben oruçluyum’ diyerek kavgadan ve kötü sözden uzak durur.

    Varın kendi orucunuzu kendiniz değerlendirin… Avam orucu mu tutuyorsunuz, yoksa havas orucu mu? Sizi sizden daha iyi kim bilebilir ki? .. Kararı siz verin. Ona göre Allah’tan mükâfat umun… Aksi halde ahrette hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz. Allah bizlere havas orucu tutmayı ve Ramazan sevincini doyasıya yaşamayı nasip etsin.

  • ramazan

    01.10.2006 - 01:43

    RAMAZAN BEREKETİ
    M.NİHAT MALKOÇ

    Ramazan rahmet ve bereket ayıdır. Bu ayda zenginler fakirleri daha iyi anlama imkânı bulur. Çünkü Ramazanda belli süreler içerisinde aç kalan insan, açlığın ne demek olduğunu daha iyi kavrar. Maddî durumu kısıtlı olan kişilerin ömürleri boyunca bu güçlüklere katlandığını sezer. Onlara karşı merhamet duyguları gelişir. Elindeki imkânların bir kısmını onların istifadesine sunar. Böylece zenginle fakir arasında örnek bir sevgi ve dayanışma yaşanır. Ne fakir zengini kıskanır, ne de zengin fakiri hor görür. Böylece sosyal hayatta huzurlu bir yaşamın formülünü bulmuş oluruz. Hayat zindan olmaktan çıkar huzur sığınağı haline dönüşür. Her iki dünyamız da mamur olur.

    Ramazanla birlikte şefkat ve merhamet duygularımız inkişaf eder. Unuttuğumuz sosyal dayanışma ve yardımlaşma, tekrar amacına uygun olarak hayatımıza girer. Açlar doyurulur, mazlumlar kayırılır. Abdullah b. Abbas(ra) ’tan rivayet edildiğine göre Peygamber Efendimiz(sav) şöyle buyurmuştur: “Yanı başındaki komşusu açken tok olarak geceleyen kişi (olgun) mümin değildir.” Böyle bir hadisin varlığından haberdar olup da yanında ve yakınında açlık çeken fakat bunu bir türlü ifade edemeyen, söylemeye çekinen müminleri nasıl olur da görmezden geliriz? Bu vicdana sığar bir davranış mıdır?

    Ramazanın maddî bereketlerinin yanında manevî bereketleri de büyüktür. Bu ayda dinî duygularımız diğer aylara göre daha da ön plana çıkar. Hayata hayat veren Kur’anî hakikatler yaşamımızın her tarafına siner. Manevî atmosfer bizi dünyaya geliş sebebimizi sorgulamaya yöneltir. İmtihan sırrına vakıf oluruz.

    Orucun insana verdiği huzur hiçbir şeyle kıyaslanmaz. Orucu şuurla tutan kişi iç huzuru yakalamış olur. Eğer orucu tutma sırrına vakıf olamazsak perhizden başka bir şey yapmış olmayız. Belki orucumuz kabul olur ama ondan beklenen bereketi ve hazzı elde edemeyiz. Allah’a kulluk şuuru içerisinde tutulan oruç kula gönül huzuru verir. Şayet böyle olmasaydı zayıflamak için yemekten uzak durmayla orucun bir farkı olmazdı.

    Oruç bize nimetlerin önemini hatırlatır. Diğer zamanlarda pek karşılaşmadığımız açlık ve susuzluk gündemimize oturur. Fakat oruç sadece yemeden içmeden kesilme değildir. Kişinin sadece midesine oruç tutturması yeterli değildir; diğer azalarımıza da oruç tutturup onları kontrol altına almalıyız. Diğer azaların orucu da nasıl olur demeyin. Gözlerinizi harama bakmaktan sakındırırsanız gözlerinize, dilinizi kötü sözlerden arındırırsanız dilinize, kötü sözleri dinlemekten sakınırsanız kulaklarınıza, haram mal elde edip evinize getirmekten sakınırsanız ellerinize, kötü yerlere ve şer odaklarına gitmekten sakınırsanız ayaklarınıza oruç tutturmuş olursunuz. Kâmil bir müslümanın orucu da böyle olur. Yoksa belli zaman dilimleri içerisinde yemeden içmeden kesilmek kusursuz bir oruç için yeterli değildir.

    Hz. Peygamber(sav) : “Oruçla Kur’ân, kıyamet gününde kula şefaat edecektir. Oruç, sabrın yarısıdır.” buyurmuşlardır. Orucun ecri Cenâb-ı Hakk katında mahfuzdur. Hâdis-i kudsîde buyurulur: “Âdemoğlunun her amel ve hareketi kendisine aittir. Oruç ise böyle değil! Çünkü o, benim içindir. (Çünkü ben yemem, içmem ve bütün beşerî sıfatlardan münezzehim.) Dolayısıyla ben, onun mükâfatını (hususî bir şekilde) bol bol vereceğim.” Bu hâdis-i kudsînin ardından Rasûlullâh(sav) , şöyle buyurdular: “Oruçlunun sevineceği iki ferahlık vardır:1. İftar ettiği zaman (Cenâb-ı Hakk’ın nimetlerine kavuştuğu için) sevinir.2. Rabbine kavuştuğunda da orucu bereketiyle nail olduğu yüksek derece için sevinir.” (Buhârî)

    Şu kesin olarak bilinmelidir ki hiç kimse Allah rızası için vermekle fakir olmaz. Aksine elindeki mal ve para daha da bereketlenir. Hayatımızda bu bereketin yansımalarına hemen hepimiz şahit olmuşuz. Madden geniş zamanlarımızda rıza-i ilahi için tasadduk ettiğimiz için en sıkışık zamanlarımızda sanki Hızır yardımımıza koşmuş, bizi darda kalmaktan kurtarmıştır. Mübarek bir rahmet eli bize uzanmıştır.

    İslam inancında veren el, alan elden üstün kabul edilmiştir. Zengin insanların konu komşularını aç bırakması haramdır. Onları açlıklarını giderecek kadar yedirmek, çıplak iseler giydirmek vaciptir. Senelik zekâtını verenler bile öyle kolay kolay sorumluluktan kurtulamazlar. Onların bile duruma göre başka birçok vazifeleri daha mevcuttur.

    Zenginin malında fakirin hakkı vardır. Kişi bu hakkı sahibine ulaştırırsa aralarında sevgi ve hoşgörü husule gelir. Hele Ramazan içerisinde bol miktarda hayır hasenat yaparsak sevap defterimizi inci güherlerle doldurmuş oluruz. Bu ayın bereketini yaşamak ve yaşatmak bahtiyarlığını elde edenlere ne mutlu! ... Onlar gerçek saadeti yakalayan şahsiyet abideleridir. Allah sayılarını artırsın; hayatımız onlarla güzelleşsin.

  • zekat

    23.09.2006 - 16:13

    MALLARIN KİRİ ZEKÂT VE MÜBAREK RAMAZAN

    M.NİHAT MALKOÇ

    İslam topyekûn bir yaşam tarzıdır. İlahi kanunlarda boşluk yoktur. İnsan hayatıyla ilgili her ne varsa bunun İslamda bir izahı ve karşılığı vardır. Bazı kesimlerin ileri sürdüğü gibi İslam hayatın dışında bir sistem değildir. İslam hayatı çepeçevre kuşatır.

    İslam kendi kanunları etrafında şekillenen bir hayat tarzını zorunlu kılar. Bu dinin belli başlı kaide ve şartları vardır. Bunlar arasında beş tanesi ayrı bir önem arz eder. İslam’ın beş şartından birisi de zekât vermektir. Zekât sosyal dayanışmanın ibadete dönük yüzüdür. Sosyal dayanışma ve yardımlaşmanın zirvesidir.

    İslamda sosyal dayanışma ve yardımlaşma mühim bir yer teşkil eder. Müslüman çevresine karşı duyarlı insandır. Yardım ve garibanları gözetme halkası yakın çevreden uzak çevreye doğru genişler. Akrabanın üstüne değen yardım eli, komşuya ve diğer uzak çevreye doğru uzayıp gider. Komşularımızla ilişkilerimizi de İslam tanzim etmiştir. Hatta bu hususta ağır şartlar koşmuştur. Komşular hakkında Hz. Peygamber: “Cibril, komşu hakkında o kadar tavsiyede bulundu ki, nerdeyse komşuyu komşuya mirasçı kılacak zannettim.” buyurmuştur.

    Hadiste de belirtildiği üzere “Komşusu açken bir müminin tok dolaşması yakışık almaz.” Böyle bir insanın şahsî ibadetleri ve Müslümanlığı onu Cennete götürmeyebilir. Yine bir hadislerinde Peygamberimiz: “Hangi mahallede bir kişi aç kalırsa, o mahalle halkı Allah’ın korumasından uzak düşer.” buyurmuştur. Bu ne ağır bir ihtardır. Allah’ın korumasından uzak düşen bir kulu hangi güç koruyabilir?

    Ramazanla zekât kavramları nerdeyse birbiriyle özdeşleşmiştir. Çünkü Ramazan hayır ve bereket ayıdır. Ramazan ayında oruç tutan müminler açlığın ne olduğunu daha iyi anlarlar ve fakirleri gözetirler. Onun için sadaka ve zekâtlar daha çok bu ayda verilir. Fakat zekâtın ille de Ramazanda verilmesi şart değildir. Lâkin bu ayda sevaplar katlanarak yazılır. Bu ay iyilik ve bereket ayı olması hasebiyle zekât vermede tercih edilir. Yardımlaşma ve merhamet ümmet bilincini artırır. Müminlerin kardeşlik duygularını geliştirir.

    Zekât malı kirlerden arındırır. Kelime anlamıyla zekât; temizlik, artmak, bereketli olmak, iyi ve düzgün olmak manasına gelir. Zekât, kalbi cimrilik hastalığından, malı fakirin hakkından temizleyen, zenginlerde şefkat ve merhamet duygularını geliştiren bir ibadettir.
    Zekât sayesinde fakirlerin kalbindeki haset ve kıskançlık duyguları ortadan kalkar. Fakirlerde kendilerine yardım eden zenginlere karşı sevgi ve saygı meydana gelerek toplumda birlik ve kardeşlik kuvvetlenmiş olur. Bu sayede zenginle fakir arsındaki uçurum kısmen de olsa kalkar. Her iki kesim birbirlerini daha iyi anlar ve ilişkiler saygı zeminine oturur.

    İslamiyet kulun saadetini esas alır. İslâmiyet, toplumun dertlerini tedavi eden, ihtiyaçlarını karşılayan birçok kaideler getirmiştir. Allah’ın emri olan zekât, bir sosyal yardımlaşma sistemidir. Zekât malın büyümesini ve bereketlenmesini sağlar. Allah zekâtı verilen serveti, yok olmaktan, kötü insanların zararından korur. Sevgili Peygamberimiz şöyle buyuruyor: “Mallarınızı zekât ile koruyunuz.” Zekât kaçırmak, yani zekâtı vermemek bereketin zayi olmasına yol açar. Bunun manevi sorumluluğu da büyüktür.

    Zekât, hicretin ikinci yılında, Ramazan orucundan sonra farz kılındı. Kur’an-ı Kerim’de zekâtı emreden pek çok ayet vardır. Bunlardan birisi de şudur: “İman edip güzel amellerde bulunanlar, namazı dosdoğru kılanlar ve zekâtı verenler; şüphesiz onların ecirleri Rablerinin katındadır. Onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.”(Bakara 3/277)

    Yüce Peygamberimiz sosyal dayanışma ve yardımlaşmanın özünü teşkil eden zekât müessesesine çok değer vermiştir. Bunu öncelikle kendi uygulamış, yakın ve uzak çevresine uygulatmaya gayret etmiştir. Onun bu hususta pek çok mübarek sözü vardır. Bunlardan birisi de İslam’ın beş şartını birleştiren şu hadis-i şeriftir:

    “İslam, beş esas üzerine kurulmuştur: Allah(c.c) ’dan başka ilâh olmadığına ve Muhammed (SAV) ’in Allah’ın peygamberi olduğuna şahadet etmek, namaz kılmak,zekat vermek,Ramazan orucunu tutmak ve hacca gitmektir”

    Ramazan’ı bu kaidelere uyarak geçirmek sevaplarımızın artmasına ve manevi lezzetlerle zevklenmemize kapı açacaktır. Ne mutlu fakiri ve garibanı gözetenlere… Ne mutlu zekâtını vererek malını kirlerden arındıranlara…

  • ramazan

    23.09.2006 - 12:45

    RAMAZAN VE SOSYAL YARDIMLAŞMA

    M.NİHAT MALKOÇ

    On bir ayın sultanı olan Ramazan rahmet ve merhametin zirveye ulaştığı mukaddes zaman dilimidir. Bu ayda sadece oruç tutmak yeterli değildir. Bunu diğer hayırlı faaliyetlerle beslememiz gerekir. Bu ayda Müslümanların birbiriyle yardımlaşması sosyal bağların kuvvetlenmesini sağlar. Bu davranışlar sayesinde dostluklar daha da pekişir.

    Müslümanlar kardeştirler. Kişi kardeşini darda görünce ona yardım elini uzatır. Bütün Müslümanlar bir ailenin fertleri, hatta bir vücut gibidir. Vücutta bir aza rahatsız olduğunda bütün vücut rahatsız olur. Öyle de müslümanın derdi diğer Müslümanları da dertlendirmelidir. Müminler birbirlerinin yaralarına ilaç olmalıdır. Bu hususta Resulullah şu mübarek sözü söylemiştir: “Birbirine karşı muhabbet ve merhamette, müminler, bir vücut gibidir. Vücudun bir yeri rahatsız olunca, bütün vücut, rahatsız, uykusuz kalıp, onun tedavisi ile meşgul olduğu gibi, Müslümanlar da birbirlerine yardıma koşmalıdır.” (Buhari)

    Müslümanların dertleri müşterektir. Bunları birbirleriyle paylaşırlarsa yükleri azalır. Zira dertler paylaşıldıkça azalır, mutluluklar paylaşıldıkça artar. İster yanı başımızda olsun, isterse dünyanın öteki ucunda olsun, nerde bir sıkıntılı mümin varsa ona şefkat ve merhamet elini uzatmalıyız. Yine bir hadiste ‘Müslümanların dertleri ile ilgilenmeyen, onlardan değildir.’ denmektedir. Bu çok büyük bir manevi ikazdır.

    Bunlar da gösteriyor ki İslam inanç sisteminde kolektif şuur esastır. Bu inançta cemiyetin huzuru ferdin huzurundan önce gelir. Cemiyet de fertlerden meydana gelmiştir. Hadiseye bu pencereden bakınca ancak fertlerin huzurlu olmasıyla toplumun da huzurlu olacağını anlarız. Müslümanlığı münferit yaşanan bir inanç mekanizması olarak algılayanlar her halükârda yanılıyordur. İslam’da acıyı da, huzuru da paylaşmak muteberdir. Yardımlaşma sadece maddî ve nakdî değildir. Manevi yardımlaşma da çok mühimdir. Bununla bağlantılı olarak Peygamber Efendimizin yardımlaşmayla ilgili mübarek sözlerinden bir kısmını dikkatlerinize sunmak istiyorum:

    “Bir müslümanın sıkıntısını gidereni veya bir mazluma yardım edeni, Allahü teâlâ affeder.”

    “Bir din kardeşinin ihtiyacını gideren, ömür boyu Allahü teâlâya ibadet etmiş gibi sevap kazanır.”

    “Kim bir mümini, bir münafığın eziyetinden korursa, Allahü teâlâda onu, Cehennem ateşinden korur.”

    “Allah indinde, en kıymetli amel, mümini sevindirmek, sıkıntısını gidermek, borcunu ödemek veya karnını doyurmaktır.”

    “Din kardeşini savunan müslümanı Allahü teâlâ, Cehennem ateşinden korur.”

    “Allahü teâlâ, bazı kimseleri, insanların ihtiyaçlarını gidermek için yaratmıştır. İnsanlar, ihtiyaçları için onlara başvururlar. İşte bunlar, kabir azabından emindirler.”

    “Allah katında en kıymetli amel, bir müslümanı sevindirmek yahut bir sıkıntısını gidermek veya sabrını taşıran bir kederini ortadan kaldırmak yahut borcunu ödemektir.”

    “İnsanların iyisi, insanlara iyilik edendir.”

    “Arkadaşın iyisi, arkadaşına, komşunun iyisi ise komşusuna iyilik edendir.”

    “Sizin en iyiniz, kendisinden hep iyilik beklenen ve kötülük etmeyeceğinden emin olunandır.”

    “Hayra vesile olan, hayır işlemiş gibidir. Allahü teâlâ, sıkıntıya düşene, çaresize yardım edeni sever.”

    “Layık olana da, olmayana da iyilik et. Eğer layık olana iyilik edersen ne iyi. Eğer o kimse iyiliğe layık değilse, sen, iyilik ehlinden olursun.”

    Ramazan ayı yardımlaşmanın gözle görülür biçimde arttığı bereket ayıdır. Fitre ve zekâtlar yanında, durumu iyi olan Müslümanlar fakirlere gıda yardımı yaparak onları sevindirirler. Fakat müslümanın yardım yapmasının da bir usulü vardır. Bir elin verdiğini öbür el bilmemelidir. Yardım ederken garibanlar incitilmemelidir. Türkiye’de yardım manzaralarını görünce üzülüyoruz. Hiçbir ciddi organizasyon yapılmadan yardımlar itiş kakış bir vaziyette dağıtılıyor. Ortalık savaş alanı gibi karmakarışık bir durum arz ediyor. Böyle yardım yapmak dayanışmanın ve İslam’ın ruhuna aykırıdır.

    Allah rızası için yardım edenler, en çok sevdiklerinden verirler; verirken de hiç mi hiç huzursuz olmazlar. İşe yaramaz şeyleri vermek muteber değildir. Kıymetsizi verip kıymetli sevaba erişmek mümkün mü? Fedakârlık etmeyen sevdiğini elde edemez. Bununla beraber yardımsever kişinin gözü verdiği şeyin peşinde kalmaz. O verdikçe haz alır. En iyisinden, işe yarayanından verir. Yüce Rabbimiz bu hususta şöyle buyurmuştur: “Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe, iyilik ve hayra nail olamazsınız. Ne infak ederseniz, Allahü teâlâ, onu hakkıyla bilir ve mükâfatını verir.”(Al-i İmran 92) Bu ayetin iyi okunması ve manasının idrak edilmesi gerekir. Yoksa verdiklerimiz bize fazla bir getiri sağlamayabilir.

    Günümüz şehir yaşantısında merhamet ve yardımlaşma duyguları bir hayli azalmıştır. Modern yaşam tarzında bencillik almış başını gidiyor. Keserler hep kendine yontuyor. İnfak etmekle fakir olunacağı zannediliyor. Çok kazanılmasına rağmen kazanılanların bereketi olmadığı için elimizden uçup gidiyor. Allah bizi bu mübarek Ramazan ayında verdikçe maddî ve manevî mükâfat kazananlardan eylesin.

  • ramazan

    23.09.2006 - 11:10

    RAMAZAN GÜZELDİR

    M.NİHAT MALKOÇ

    Zamanı güzelleştiren içeriğidir. Bilindiği gibi İslam’da mübarek gün ve geceler vardır. Bu vakitler diğer zamanlara göre daha mübarek ve muteberdirler. Çünkü bu zaman dilimlerini nurlandıran bir kısım hadiseler vardır. Yoksa zaman hayatımızı kuşatan bir süreçten başka bir şey değildir. Müstesna vakitler bu süreç içerisinde apayrı bir konuma sahiptir.

    İslam inancında mübarek zaman dilimlerinden en önemlisi ve en uzunu bir aylık süreci kapsayan ramazandır. Bu ayda ruhlarımız huzur bulur, adeta kanatlanır. Son yıllarda İslam âlemi Ramazan ayına aynı anda giriyor. Bir aralar bazı İslam ülkeleri bizden ya bir gün evvel ya da bir gün sonra oruca başlarlardır. Her konuda olduğu gibi bu konuda da birlik sağlayamazdık. Çok şükür birkaç yıldan beri bu beraberliği ve bütünlüğü sağlayabiliyoruz.

    İslami kurallara göre hilal görülmeden Ramazana başlanmaz. Bu iş çok eskiden, yani bugünkü modern rasathaneler yokken bazı kişiler görevlendirilerek yapılırdı. O kişiler ay yaklaştığında çıplak gözle de olsa hilâli gözlerlerdi. Şaban ayının 29. günü akşamı uygun bir yerden batı ufkuna bakılırdı. Güneş batınca yeni ay hilâl şeklinde görülürse ertesi günün Ramazan ayının başlangıcı olduğu anlaşılır ve uygun şekilde duyurulurdu. Hatta bazı insanlar bu işi Allah rızası için yapmak için birbirleriyle yarışırlardı.

    Osmanlı Devleti zamanında devlet görevlileri hilalin görülmesini önemser, bu işi sağlama alırlardı. Günümüzde hem rasat aletleri hem de hesaplama usulü gelişmiştir. 1978 yılında İstanbul’da yapılan, uluslararası ilmî toplantıda tespit edilen ölçülere göre ilgili kuruluşlar gözlem yaptırmakta, hilâlin, insanların yaşadığı herhangi bir yerden görülebilirliği esasına dayalı olarak Ramazan ayının girişi hesaplanarak tespit edilmekte, ayrıca gözlem ile de hesap desteklenmektedir. Bu hesaplamaların doğruluğuna inanmak ve güvenmek gerekir.

    Ülkemizde hilâlin görülmesi, çıplak gözün yanında ilmî yöntemlerle de teyit edilmektedir. Türkiye’de, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın veya vakfının yayınladığı takvim, yukarıda açıklanan esaslara göre hazırlanmaktadır, buna riayet etmek gerekir. Fakat yakın geçmişte maalesef teknolojinin modern rasathanelerin varlığına rağmen bazı İslam ülkeleri bu mevzuda ayrılık içerisinde hareket etmekteydiler. Bizler bayram yaparken onlar oruç tutmakta, bizler oruç tutarken ise onlar bayram yapmaktaydılar. İslam’ın birlik ve beraberlikten ne kadar yoksun olduğunu bu basit hadiseden de anlayabiliriz. Bu ayrılığın sancılarını bugün bütün ümmet çekiyor.

    Ramazan, İslam âleminin ortak kutsallarından biridir. Bir buçuk milyar nüfuslu İslam âlemi bu mübarek ayı en iyi şekilde değerlendirerek sevap kasasını doldurur. Ramazan Allah’a kulluğun yollarından biridir. Yoksa bazılarının düşündüğü gibi bir diyet ve egzersiz mevsimi değildir. Bizler orucu sağlığa faydalı olduğu için değil, Allah emrettiği için, Allah’ın rızasını kazanmak için tutarız. Bunun yanında orucun tıbbî faydalarına da inanırız. Zaten Allah’ın emirlerinden hiçbirinin tıbbî bir sakıncası yoktur. Aksine Allah’ın bize ‘yap’ dediği her şeyde bir hikmet vardır. Gelişen ilim ve teknoloji her geçen gün bu hikmetlerden bir veya birkaçını açığa çıkarmaktadır. İslam’ın emirleri hep hikmet doludur.

    Ramazanın sağlığımıza faydaları pek çoktur. Fakat orucun asıl maksadı kulluk şuuru kazanmak ve Allah’a şükretmektir. Allah rızası bütün tıbbî faydaların önünde yer alır. Öbürleri fazladan kâr hükmündedir. Ramazan yaklaşınca mümin, başı rahmet, ortası bağışlanma, sonu ahiret cezasından kurtulma vesilesi olan önemli bir aya girmekte olduğunu idrak etmelidir. Bu manevi fırsatı lâyıkıyla değerlendirmelidir. Çünkü ne zaman ebedî âleme göçeceğimiz belli değildir. Bu gibi manevî fırsatları ganimet bilerek lâyıkıyla değerlendirmeliyiz. Bu vesileyle sevap zincirine yeni halkalar eklemeliyiz.

    Ramazan şenlik ayıdır aynı zamanda… Gönüllerimiz, camilerimiz ve şehirlerimiz bu ayda şenlenir. İftarda ve sahurda sofraya oturunca bayram sevinci yaşarız. İftardan önce şöyle bir dua okunması uygundur: “Allahım senin için oruç tuttum, sana iman ettim, sana güvendim ve dayandım, senin lütfettiğin rızık ile orucumu açıyorum, geçmiş ve gelecek günahlarımı bağışla Rabbim! ” İftardan sonra teravihle gönül açlığımızı gideririz. Bu hareket Ramazan boyunca devam eder gider. Allah bizleri Ramazanı hakkıyla ihya edenlerden ve bu ayın hakkını verenlerden eylesin. Ramazan güzeldir, bu güzelliği doyasıya yaşayalım.

  • ramazan

    23.09.2006 - 00:02

    RAMAZAN’I KARŞILARKEN! ...

    M.NİHAT MALKOÇ

    Geceler günleri, günler geceleri kovaladı, neticede yine on bir ayın sultanı mübarek Ramazan geldi. Artık gönüllerimiz bir başka hoştur. Yürek sızılarımız biraz daha azalmıştır. Zaman dilimlerinin en şöhretlisi ve en bereketlisi kapımızın eşiğindedir. Onu içeri buyur etmek için daha ne bekliyorsunuz?

    Burcu burcu maneviyat kokan güller bahçemize kök saldı. Onları çapalamak ve köklerine yol açmak bizim vazifemiz… Atmosferin, barut kokusu yerine gül kokusuna bürünmesi için bunu yapmak mecburiyetindeyiz.

    Çölleşen yüreklerimiz rahmet ve mağfiret ayı olan Ramazanla yeşeriyor. Fidanlar boy atıyor içimizde… Bereketten nasibini alamayan kuru dallar meyvelerini taşıyamaz oluyor. Güle savaş açanların elleri bağlanıyor bir aylık olsa bile… Kara vicdanlılar hizaya geliyor rahmet iklimlerinin sağanağında… Ateş çukurları gülistana tebdil oluyor.

    İçimizdeki Ramazanlar büyüdükçe büyüyor her seher vakti… Ezanla başlayan yasaklar silsilesi yine bir başka ezanla bayrama dönüşüyor. Ruhlar sükûna eriyor zamanın kırılma noktasında… Bütün kin ve nefretlere rağmen Ramazanlar gelişini hiç ertelemiyor. Küsmüyorlar bunca küfür ve isyanlarımıza rağmen… Ramazanın güler yüzü hiç değişmiyor.

    Ramazan bizi diri ve iri tutuyor. Eğik başlarımız onunla dikleniyor, göğüs kafeslerimiz onunla şişiyor. Biz oruç tutarken oruç da bizi günahlara karşı ayakta tutuyor. Yoksa bunca ağır yükün altında nasıl ayakta kalmayı becerebilirdik? Umutsuzluklarımız takatimizi yer bitirirdi. İyi ki varsın Ramazan, yoksa diriliğimiz ve iriliğimiz lafta kalırdı.

    Ramazan olmasa, bir ay yemeyi içmeyi kesmesek hayvani yanlarımız bizi yiyip bitirirdi. Oysa bir ay boyunca melekleşiyoruz adeta. Yedikçe hayvani ciheti azgınlaşan insanın, yemeğe ara verdikçe insanî tarafları belirginleşiyor, meleklere yaklaşıyor. Ramazanla beraber, yıl boyunca öğün savanların çektiği sıkıntıları daha iyi anlama imkânı buluyoruz. Açlığın ne demek olduğunu daha iyi anlayabiliyoruz. Sosyal adaletin ve gelir dağılımındaki dengenin ehemmiyetini daha iyi kavrıyoruz.

    Ramazanla birlikte vücudumuz, özellikle midelerimiz dinleniyor. Karınlarımız acıktıkça ruhlarımız manevi gıdalarla doyuma ulaşıyor. Azgınlaşan nefsimiz iftara yakın saatlerde hizaya geliyor. Ruhlarımızın bozulan dengesi gittikçe düzeliyor. Adeta ruhlara ince ayar yapılıyor. Ruhumuzdaki kir ve paslar Kur’an’ın nuruyla ve zımparasıyla siliniyor. Kararan ruhlarımız vahyin ışığıyla aydınlanıyor.

    Ramazan müstesna bir zaman dilimidir. Onun için Ramazan ayına ‘on bir ayın sultanı’ denilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de ismi açık olarak geçen tek ay Ramazan ayıdır. Kur’an-ı Kerim bu ay içerisinde indirilmiştir. Yüce Rabbimiz; ‘Ramazan ayı öyle bir aydır ki, insanlara doğru yolu gösteren, hidayeti ve hakkı batıldan ayırmayı açıklayan Kur’an, bu ayda indirildi’ (el-Bakara, 2/185) buyurmuştur. Aylar içinde Ramazan’a verilen bu ne büyük bahtiyarlık…

    Bilindiği gibi Kur’an-ı Kerim’de, ‘bin aydan daha hayırlı’ olduğu belirtilen Kadir gecesi bu ay içerisindedir. Dinimizin beş temel şartından biri olan oruç ibadeti bu ayda üzerimize farz kılınmıştır. Kur’an-ı Kerim’de; ‘Sizden kim bu aya yetirirse oruç tutsun’ (el-Bakara, 2/185) buyurulur. Ramazan ayı girince şartlarını taşıyan kimselere oruç farz olur.

    Çok faziletli ve bereketli bir aydır Ramazan… Bu ayda yapılan sevaplar bire on, günahlar ise miktarınca yazılır. Buda Rabbimizin şefkat ve rahmetinin bariz tecellilerinden birisidir. Bunun kadrini bilerek gereğini yerine getirmeliyiz. Aksi halde ayların en hayırlısını, büyük bir hazineyi elimizin tersiyle itmiş oluruz.

    Ramazanlarda evlerimizde bambaşka bir heyecan ve telaş yaşanır. Küçüğünden büyüğüne kadar hemen herkes bu tatlı heyecana iştirak eder. Ramazanın iftarı ve sahuru huzurun ve manevi lezzetin doruğa ulaştığı demlerdir. Ya teravihlere ne demeli, küçük büyük camilere doluştuğumuz, bin bir hatıramızın yaşandığı mübarek teravihler! ... Ramazanla birlikte uzun süre camilerden uzak kalan ayaklarımız, ilahî huzurun ikliminde rahat ederler. Cumalık gidişler her akşam kılınan teravih namazlarıyla taçlanır.

    Ramazanın bereketi hayatın her yanına siner. Cadde ve sokaklar daha bir renkli olur. Açılan kitap fuarları, verilen konferanslar gönül çağlayanımızı daha da coşturur. Akşamleyin alınan o güzelim susamlı pideler neşemizi ve iştahımızı doruğa çıkarır. Hele verilen toplu iftarlar! ... Eşimizi dostumuzu buralarda görür, sohbetleri derinleştiririz. Hayatın yoğunluğunda ihmal edilen gidip gelmelere vesile olur Ramazan, dost buluşmaları için bulunmaz nimettir. Kısacası Ramazan hayata hayat katan müstesna bir zaman dilimidir.

    Bu ayda kandiller ve mahyalar içimizi aydınlatır. Anne ve babalar oruç tutan yavrularına şefkat gösterme, ikram ve merhamet etme konularında yarışırlar. Eller Allah’a kalkar, af ve mağfiret dilenir. Bu kıymetli süreçte gökten rahmet ve bereket sağnak sağnak yağar. Kısacası Ramazan, hayatı anlamlı kılmanın yoludur. Ne mutlu bize ki bir kez daha bu güzel duyguları yaşamak nasip oldu. Bizi bu günlere eriştiren Allah’a binlerce şükürler olsun. Ramazanınız mübarek, iftar ve sahurunuz bereketli olsun.


  • öğretmen

    17.09.2006 - 12:51

    EĞİTİM, ÖĞRETMENLER VE ATATÜRK

    M.NİHAT MALKOÇ

    Ülkeler planlı ve programlı bir eğitim sisteminin gölgesinde kalkınır ve gelişirler. Devlet mekanizmalarındaki aksaklıkların kaynağı da şüphe yok ki veril(mey) en eğitimdir. Gelişmiş ülkelere baktığımızda köklü bir eğitim sistemine sahip olduklarını görüyoruz. Geri kalmış ülkeler ise toplam bütçelerinin ağırlıklı payını eğitime değil, savunmaya ayırırlar. Oysa savaşların ve anlaşmazlıkların kaynağı çoğunlukla cehalettir. Eğer hak, adalet ve başkalarına saygı gibi değerleri bireylere gerektiği şekilde anlatabilseniz herkes hakkına razı olacak; kavgalar, savaşlar ve cinayetler en alt düzeye inecek.

    Eğitim deyince akla öncelikle öğretmen gelir. Öğretmenler eğitimin lokomotifidirler. Öğrencilere yol gösteren ve onların yarınlarının yol haritasını çizen öğretmenler, toplumun en dinamik gücüdür. Onları ne kadar güçlü kılarsak eğitim sistemi o kadar güçlü ve mukavemetli olur. Onların zayıflığı ve moral çöküntüsü, verilen eğitimin kalitesini düşürür. Teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin hiçbir araç öğretmenin yerini tutamayacaktır. Çünkü eğitim biraz da duygu ve isteklendirme işidir. Teknolojinin soğuk metallerinden duygu ve motivasyon sağlamasını bekleyemezsiniz. Onlar ancak seri imalat yaparlar. Oysa eğitimde farklı istek ve becerileri olan kişilerle muhatapsınız. Hepsine ruh yapısını dikkate alarak yaklaşmak zorundasınız. Onun için öğretmen hiçbir zaman önemini ve konumunu kaybetmeyecektir.

    Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, öğretmenin önemini çok iyi kavrayan liderlerden biriydi. O, Kurtuluş Savaşı’nda bu kesimden azami derecede istifade etmiştir. Devleti kurduktan sonra da eğitim sistemini çağdaş ölçülerle donatmış, öğretmenlerin yetişmesine çok önem vermiştir. O zamana kadar kızların okullaşma oranının çok düşük olduğunu görerek bu kesime el atmış, mevcut oranı çok yukarılara çıkarmıştır. Öğretmenlerin toplumun en itibarlı kesimi olması için canla başla mücadele etmiştir. Hatta her fırsatta öğretmenlerle bir araya gelerek onlarla hasbıhal etmiştir. Bunlardan birisinde 30 Ağustos Zaferi’nden sonra Bursa’da öğretmenlere konuşmuş ve şunları söylemiştir:

    “Öğretmen hanımlar, öğretmen beyler!
    Bugün barış görüşmeleri için Lozan’a davet edildik.
    Refet Paşa ve küçük bir birliğimiz, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni ve onun gazi ordusunu temsilen İstanbul’dalar… Ve Lloyd George, Başbakanlıktan istifa etti.

    Hanımlar, beyler!
    Bu noktaya kolay gelmedik. Öğretmenlerimiz, şairlerimiz, yazarlarımız, uğradığımız felâketin bir daha yaşanmaması için o kara günlerin sebeplerini, nasıl kan ve gözyaşı dökerek kurtulduğumuzu, en doğru, en güzel şekilde anlatacaklardır. Bu vesile ile şehitleri tazimle yâd edelim. Kurtuluşa emek vermiş asker sivil, kadın erkek, şehirli köylü, genç yaşlı herkesi minnetle selamlıyorum.

    Şunu belirtmeden geçemeyeceğim. Dünyanın hiç bir kadını, ‘Ben vatanımı kurtarmak için Türk kadınından daha fazla çalıştım’ diyemez. Ama bilelim ki bugün ulaştığımız nokta gerçek kurtuluş noktası değildir. Kurtuluşa ancak uygar, çağdaş, bilime, fenne ve insanlığa saygılı, istiklalin değerini ve şerefini bilen, hurafelerden arınmış, aklı ve vicdanı hür bir toplum olduğumuz zaman ulaşabiliriz.

    Öğretmenler!
    Ordularımızın kazandığı zafer, sadece eğitim ordusunun zaferi için zemin hazırlamıştır. Gerçek zaferi, cahilliği yenerek siz kazanacak, siz koruyacaksınız. Çocuklarımızı ve geleceğimizi ellerinize teslim ediyoruz. Çünkü aklınıza ve vicdanınıza güveniyoruz.”

    Her insan ilgi ve sevgiyle motive edilir. İltifatın, sevgi ve hoşgörünün açamayacağı kapı yoktur. Atatürk bunu çok iyi bildiği için öğretmenleri sık sık toplamış, onlara değer verdiğini, güvendiğini hâl ve hareketleriyle göstermiştir. Günümüzde böyle yaklaşımlar görülmediği için öğretmenler kendilerini yalnız hissediyorlar. Eskisi gibi istekli ve heyecanlı olamıyorlar. Yöneticilerimiz öğretmenleri unutmadığını, onlara güvendiğini, onlara kıymet verdiğini her fırsatta hissettirmesi şarttır. Para veremiyorsanız bari yürek verin. Çok kere paranın kazandıramayacağı motivasyonu bir çift güzel söz kazandırabilir. Öğretmene ne verirseniz ondan ancak onu alabilirsiniz. Bu kesimi üzmeyelim, sürekli onurlandıralım. Öğretmenler her türlü iltifata lâyıktırlar. Onları çok seviyoruz ve onlara her zaman güveniyoruz. Geleceğimiz emin ellerdedir. Bundan hiç kimsenin şüphesi olmasın.

  • Joseph Ratzinger (XVI. Benediktus)

    17.09.2006 - 11:56

    PAPA’NIN GAFI MÜSLÜMANIN SAFI

    M.NİHAT MALKOÇ

    Batı’dan gelen fikir ve inanç akımlarına oldum olası şüpheyle bakmışım… Çünkü Batı’yla bizim ciddi bir kan uyuşmazlığımız vardır. Batı kendi değerleri dışında her ne varsa reddeder ve onlara alaycı yaklaşır. Buna Hıristiyanlığın dışındaki her şey girer. Mutlak doğruların kendi coğrafyalarında filizlendiğini, diğerlerinin ciddiye alınmamasını gerektiğini, hatta zararlı olduklarını ileri sürerler. Özellikle Hıristiyan dünyası Müslümanlığa bütün dinlerden daha soğuk bakar. Bu yaklaşım dün de böyleydi bugün de böyledir.

    Batı’nın tarihten beri Müslümanlarla hesabı vardır. Onlara göre bu hesap onca savaşa rağmen hâlâ görülmemiştir. Tarihteki Haçlı Seferleri Hıristiyan âleminin Müslümanlara kin ve nefret kusmasının açık tezahürüdür. Bu savaşlar çok gerilerde kalmış olmasına rağmen Hıristiyanlar her fırsatta eski defterleri açıp ortamı gererler, zihinleri bulandırırlar. Bunun son örneğini geçtiğimiz günlerde gördük. Papa 16. Benediktus, Müslümanlıkla ve Müslümanların kutsallarıyla alâkalı olarak talihsiz açıklamalarda bulundu.

    Papa 16. Benediktus, Almanya’da 14 Eylül Perşembe günü “Hıristiyanlıkta Tanrı ve akıl arasında ayrılmaz bir bağ var. İslam’da Tanrı o kadar soyut ki akıl ile Tanrı arasında bu bağ yok. İslami cihad akla ve Tanrı’ya karşıdır” demişti. İslam ve şiddetle ilgili konuşan Papa, Bizans İmparatoru Manuel 2. Paleologos’un sözlerinden de şu alıntıyı yapmıştı: “Bana Muhammed’in getirdiği yenilikleri göster... Sadece kötü ve insanlık dışı şeyler bulacaksın. Tıpkı vaaz ettiği dinin kılıç gücü ile yayılması emrini verdiği gibi...”

    Papanın Almanya ziyareti sırasında yaptığı bu konuşma Müslümanları rencide etmiştir. Çünkü Papa tarihî kinini ve nefretini içinde daha fazla tutamamış ve patlayan kanalizasyon misali dışarı taşırmıştır. Bu kişisel bir gaf değil, Batı’nın İslama karşı takındığı genel tavırdır. Kimse arabulmaya ve gönül almaya çalışmasın. Batı’nın dinî otoritesinin en üst basamağındaki kişi gerçek yüzünü göstermiştir. Bu bahsedildiği gibi bir yanlış anlaşılma falan da değildir. Söyleneler bilerek söylenmiş, anlayanlar da doğru anlamıştır. Ortada bir yanlış anlama yoktur. Bulanık zihinlerin kanalizasyon borularını patlatıp etrafa necis kokular yaydıktan sonra bu kokuyu bertaraf etmek için yaralı bilinçleri gül suyuyla yıkamaya çalışmaları beyhude bir çabadır. Artık ok yaydan çıkmıştır; dönüşü de yoktur.

    Bugün Batı’da ve diğer Hıristiyan ülkelerde kilisenin otoritesi son derece zayıflamıştır. Çünkü bu dini temsil edenler, hatalı tavır ve davranışlarıyla dinlerine bağlı Hıristiyanları inançlarından soğutmuş ve uzaklaştırmışlardır. Bugün dinlerini terk eden Hıristiyanlar akın akın İslam’a koşmaktadırlar. Özellikle Almanya’da bu durum açıkça görülmektedir. Bu ülkede yaşayan duyarlı Müslümanlar, Hıristiyan Almanları etkileyerek İslama girmelerine vesile olmaktadırlar. Bu durumdan Alman kilise mensupları haberdar olmasına rağmen önlem alamamaktadırlar. Çünkü onların tezleri çoktan iflas etmiştir. Verecekleri güzel örnekler kalmamıştır. Yapabildikleri tek şey Müslümanlara saldırmak ve Müslümanlığı çarpıtmaktır. Onlar da bunu yapmaktadırlar. İnanıyorum ki bunlar son çırpınışlarıdır. Hıristiyanlık inancında tabir caizse deniz bitmiş, gemi karaya oturmuştur. ‘Batmakta olan bu gemiden ne kurtarırsan kârdır’ mantığıyla sağa sola koşturmaktadırlar.

    Tarihe bakınca Katolik kilisesinin Ortodokslara, Protestanlara, Yahudilere ve Müslümanlara neleri reva gördüğünü okuyabiliriz. Kendi içindeki mezheplere bile tahammül edemeyen bu inancın mensuplarından Müslümanlara ve Müslümanlığa karşı hoşgörü göstermelerini beklemek saflık olur. Fakat ne yazık ki bir kısım Müslümanlar bu konuda hâlâ yanlışlar sarmalı içerisinde bocalamaktadırlar. Yüzlerini Batı’dan çevirememektedirler. Kurtuluşu Batı’da aramaktadırlar.

    Dinler arası diyalog çalışmalarının hızla devam ettiği bu dönemde Batı’nın en büyük dinî kurumunun başı olan Papa, bu diyalog gayretlerinin bir işe yaramayacağını ortaya koymuştur. Bu aşamadan sonra diyalogcuların da akıllarını başlarına alacaklarını ve gerçek diyalogun Müslümanlar arasında kurulması gereğini kavrayacaklarını umuyorum. Batı’yı kendinize çekemezsiniz. Onlar diyalogu kendi saflarında kabul ederler. Onlara katılacaksınız, onlar gibi düşüneceksiniz, onlar gibi inanacaksınız. Başka türlü yollar onlar için kapalıdır.

    Beyler Müslümanlar arasındaki bağların son derece gevşediği, hatta koptuğu bu çağda evvela bu bozulmuş yapıyı tamir edin. İslam kardeşliğini canlandırın. Ondan sonra da İslam dairesi içerisinde diyaloga yönelin. Günümüzde İslam ülkeleri arasındaki ilişkiler zayıflamış, mevcut bağlar kopma noktasına gelmiştir. Evvela bunların tamir edilmesi gerekir.

    Diyalog adı altında yeni bir din ortaya koymaya çalışanlar hem tarihe, hem de Allah’a hesap vereceklerdir. Bizler Müslümanların çokluğuyla iftihar ediyoruz. Zira Resulullah Efendimiz de ‘Ben sizin çokluğunuzla iftihar edeceğim’ diye buyurmuştur. Fakat İslam dışındakileri İslam dairesi içerisine çekeyim derken bizler bu mübarek dairenin dışında kalmayalım. Diyalog demek hoşgörüyü zaaf derecesine vardırmak değildir. Şu açıkça bilinmelidir ki hiç kimsenin Allah adına hüküm ve karar verme yetkisi yoktur.

    Vatikan’ın dini lideri bir kez daha söyleyeceğini söyleyerek içindeki bulanık suları dışarıya taşırmıştır. Fakat onun bu çirkin ve iftira içerikli sözleri İslama asla halel getirmez. Aksine İslam’ın bir kez daha dünya gündemine oturmasına vesile olur. Onun için Müslümanlar sakin ve sağduyulu olsun. Fakat basiret gözleri de körelmesin. Müslümanlara temizlik manasındaki saflık yaraşsa da, anlayış kıtlığı anlamındaki saflık yaraşmaz. Allah dinini tamamlayacaktır. Bize düşen bu dine hizmet edip mükâfatını ummaktır. Gerisi bu dini ve onun peygamberini gönderenin tasarrufunda ve emniyetindedir. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin Tefvizname adlı eserinde dediği gibi “Hak, şerleri hayreyler,/ Zannetme ki, gayr eyler, / Ârif anı seyreyler, / Mevlâ görelim neyler, / Neylerse, güzel eyler...”

    Hangi milliyetten, hangi inançtan olursa olsun hiç kimse kavgadan ve şiddetten medet ummasın. İnancı ne olursa olsun herkes birbirine saygı duysun. Papa’nın çirkef sözlerini kendisine iade ediyoruz. Ey müminler, kimsenin sizi tuzağa düşürmesine müsaade etmeyin! Bu vesileyle bütün Müslümanları bir kez daha uyanıklılığa ve sağduyuya çağırıyorum.

  • okul

    16.09.2006 - 14:35

    ZİLLER ÇALACAK! ...

    M.NİHAT MALKOÇ

    Eğitim hayatın olmazsa olmazlarından birisidir. İnsanları birbirinden ayıran ve onlara özellik kazandıran şüphesiz ki aldıkları eğitimdir. Eğitimli insan her zaman itibar görür, görmeye de layıktır. Kız olsun, erkek olsun toplumda itibar görmek isteyen herkes, iyi bir eğitim almak mecburiyetindedir. Aksi halde kişiler sıradanlıktan kurtulamazlar.

    Hayatımızda en çok konuşulan konu eğitimdir. Evlerde, işyerlerinde ve dost meclislerinde eğitim hayatını masaya yatırırız hep... Çocuklarımızın eğitiminde karşılaşılan problemleri konuşuruz. Bu konu her zaman zihnimizi meşgul eder. Çünkü insanların hayatında en önemli şey çocuklarıdır. Onlara daha iyi bir gelecek hazırlamak için çırpınıp dururuz. Onun içindir ki eğitim gündemimizin birinci maddesi olmaya devam etmektedir.

    Mademki eğitim, hayatımızın her anını kapsıyor, her fırsatta bu konuda konuşup tartışıyoruz, peki neden eğitimin önündeki engelleri ve problemleri kaldıramıyoruz? Bu sorunun cevabını vermek ve gereğini yerine getirmek boynumuzun borcudur. Zira yepyeni bir yüzyıla, yepyeni bir binyıla girdik. Bu tarihi dönemeç eğitimle taçlanacaktır. Fakat eğitimle kastettiğimiz, sırf okuryazarlık değildir. Okuryazar olmak asla yeterli değildir. Onun içindir ki beş yıllık zorunlu eğitim, sekiz yıla çıkartılmıştır. Liseler dört yıl olarak yeniden yapılandırılmıştır. Gelecek yıllarda 12 yıl zorunlu eğitim gündeme gelecektir. Çünkü çağdaş dünyayla yarışabilmek için buna mecburuz. Fakat eğitimi sene sayısıyla değerlendiremeyiz. O yılların içinin hakkıyla ve layıkıyla doldurulması gerekir.

    Sekiz yıllık zorunlu eğitime geçilmesi Türkiye için bir devrimdir. Fakat ülke olarak buna hazır değildik. Çok büyük sıkıntılar yaşandı bu süreçte.. Derslik, araç gereç ve öğretmen eksiklikleri büyük boyutlara ulaştı. Fakat ‘Eğitime Yüzde Yüz Destek’ projesiyle eğitime harcanan paraların vergiden düşürüleceğine dair kanun çıkarılarak eğitim yatırımları teşvik edildi. Hayırsever işadamları bu kampanya çerçevesinde bugüne kadar görülmemiş bir miktarda okul ve derslik yaptırdı. Sorunlar bir hayli azaldı. Lakin bu demek değildir ki yeni öğretim yılına sorunsuz başlıyoruz. 15 milyonluk bir öğrenci kitlesinin olduğu bir ülkede eğitim sorunlarının olmasından daha doğal ne olabilir ki! ...Mühim olan meseleleri iyi niyetle ve gayretle asgari zamanda çözüme kavuşturmaktır.

    Eylülle birlikte çiçekler solarken, yapraklar dökülürken, okullarımızda güller açılmaya başladı. Yok olan tabiat güzellikleri yerini çocuklarımızın şirin gülücüklerine bıraktı. Sabahın erken saatlerinde evlerimizde bir canlılık ve dinamizm yaşanacak artık… Sınıflar güllerle donanacak… Okul bahçelerinden tatlı ve şirin sesler dağılacak şehrin muhtelif noktalarına… Cadde ve sokaklar cıvıl cıvıl formalarla renklenecek ve şen kahkahalarla şenlenecek. En önemlisi de ziller çalacak okul koridorlarımızda… Kulaklarımızın pası silinecek. Zili duyanlar, sınıfının yolunu tutacak büyük bir arzuyla ve neşeyle… Merhum Şair Zeki Ömer Defne emekli bir öğretmenle, dünyadan göçen bir öğretmenin hissiyatını ‘Ziller Çalacak’ adlı şiirinde ne kadar da duygulu bir biçimde dile getirmiştir:

    “Zil çalacak... Sizler derslere gireceksiniz bir bir
    Zil çalacak, ziller çalacak benim için,
    Duyacağım evlerden, kırlardan, denizlerden;
    Ta içimden birisi gidecek uça ese...
    Ama ben, ben artık gidemeyeceğim.

    Zil çalacak... Siz geminize, treninize gireceksiniz bir bir
    Zil çalacak, ziller çalacak benim için,
    Duyacağım iskelelerden, istasyonlardan bütün;
    Ta içimden birisi koşacak ardınızdan....
    Ama ben, ben artık gelemeyeceğim.

    Sonra bir gün bir zil çalacak yine
    Hiç kimseler kimsecikler duymayacak,
    Ne sınıflar, ne iskeleler, ne istasyonlar, ne siz...
    Ta içimden birisi kalacak oralarda
    Ben gideceğim.”

    Yeni öğretim yılıyla birlikte bazı çocuklar okulla ilk kez tanışacak. Bu yıl MEB yeni okula başlayacak öğrencileri bir hafta evvel okula çağırdı. Bu bir haftalık zaman uyum süreci olarak değerlendirildi. Fakat amacına ulaştığını sanmıyorum. Çünkü bir kısım okullarda yeni atanan öğretmenler henüz göreve başlamamıştı. Çocuklar boşuna okula gelip gitti. Fakat hedeflenen gaye tam anlamıyla gerçekleşmese de yine de çocuklar okullarını görüp tanıdı.

    Yeni öğretim yılıyla birlikte herkes bir sınıf üste çıkarak eğitim öğretimlerine devam edecek. Bazıları okullu, bazıları liseli, bazıları da üniversiteli olacak. Yepyeni heyecanlara yelken açacağız bu değişimlerle beraber… Anneler ve babalar da en az çocukları kadar heyecan içerisinde yaşananları takip edecekler. Bütün zorluklara ve imkânsızlıklara rağmen her şeyin güzel olacağına 2006–2007 öğretim yılının hayırlı ve verimli geçeceğine gönülden inanıyoruz. Bu öğretim yılının öğrencilerimize, öğretmenlerimize, yöneticilerimize ve velilerimize hayırlı olmasını diliyorum. Vira bismillah! ...

Toplam 249 mesaj bulundu