İlk kez 1970 senesinde güneş gördü gözlerim. Köprübaşı ilçesine bağlı Güneşli Köyü’nde ilk tedrisat… Orta ve lise hayatım Trabzon’un şirin ilçesi Köprübaşı’nda… Evden beş kilometre uzakta… Araba yolu yok. Dimdik yokuş… Kar kış demeden fındıklıklardan ...
kitap
19.11.2006 - 15:14BEN ŞEHİT MİYİM, HAİN Mİ?
M.NİHAT MALKOÇ
Yazarlık bir sevda mesleğidir. Bu işi sevmezseniz, geçim kaynağı ve meslek olarak düşünürseniz, içinize sindiremezseniz, zoraki birkaç yazı yazar bırakırsınız. Yazdıklarınız yerli yerine oturmaz, ifadeler havada kalır. Fakat mesleğin ötesinde bir içtenlikle benimserseniz gittikçe üslubunuzun oturmaya başladığını, güzelleştiğini görürsünüz.
Ülkemizde okuyan insan sayısı toplam nüfusla kıyaslandığında devede kulak kalıyor. Millet olarak okumuyor, bilsek de bilmesek de konuşuyoruz. Fakat konuşmak için de belli bir kültürel altyapınız olması zaruridir. Bunu dikkate almadığımız için muhabbeti sıradanlaştırıyoruz. Bizde ne söylendiğinden öte, kimin söylediği daha çok önemsendiği için içeriğe fazla bakılmıyor, keskin ifadeler ilgi çekiyor, taraftar buluyor.
Bazıları Türkiye’yi Ankara ve İstanbul’dan ibaret görse de Anadolu’da da hayat tüm hızıyla devam ediyor. Orada da insanlar yiyor, içiyor, nefes alıyor, en önemlisi de düşünüyor. Kültür ve sanatın başkentinin İstanbul olduğunu kabul etmek, Anadolu şehirlerindeki kültürel etkinlikleri yok saymayı gerektirmiyor. Oralarda da gazeteler, dergiler çıkıyor, kitaplar yayınlanıyor. Anadolu’da hayat dolu dolu yaşanıyor.
Anadolu şehirlerinin hemen hepsinde en az bir gazete veya bir dergi çıkarılmaktadır. Çünkü bizim insanımız yazmadan ve söylemeden duramaz. Hatta Trabzon gibi mütevazı bir Anadolu şehrinde sekiz tane günlük gazete çıkarılmaktadır. 10’a yakın televizyon ve radyo da aynı şehirde yayın faaliyetlerini büyük bir başarıyla sürdürmektedir. Bunlar sanıldığı gibi büyük gelirler getiren faaliyetler değildir. Tamamen kültürel heveslerle ve fedakârlıklarla yapılmaktadırlar. Bu alkışlanacak bir durumdur. Bu yönümüzle ne kadar gururlansak azdır.
Trabzon’da faaliyet gösteren gazete, dergi ve televizyonlarda çalışan onlarca yetişkin eleman vardır. Bunlar zor şartlarda, kıt imkânlarla en iyisini yapmanın mücadelesini vermektedirler. Bu kişiler zamanla kendilerini yetiştirip aydın vasfını kazanmışlardır. Bunların çoğu ulusal medyada görev yapacak birikime ve donanıma sahiptirler. Bunlardan birisi de Karadeniz Gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Osman Diyadin’dir.
Osman Diyadin uzun yıllardan beri Karadeniz gazetesinin değişik kademelerinde başarılı görevler üstlenerek gazetenin sahibi Mehmet Ali Yılmaz tarafından bugün gazetenin en başına getirilmiştir. Fakat O, bu yere hakkıyla gelmiş bir basın mensubudur. Bunu, yıllardan beri çıkardığı gazetenin devamlılığı ve okunurluğu açıkça göstermektedir.
Karadeniz Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Osman Diyadin iyi bir idareci olduğu kadar iyi bir yazardır da… Bunu yıllardan beri yazdığı köşe yazılarından anlayabiliyoruz. Diyadin’in gündemin nabzını tutan yazılarında olaylara bakışı tutarlı, isabetli ve vukufludur. Meselelere milli pencereden bakmıştır hep… Atatürkçülüğün süzgecinden geçirmiştir fikirlerini... Hiçbir zaman tahrik edici, yıkıcı ve bölücü bir üslup kullanmamıştır. Uzlaşmacı bir tutum takınmıştır milli ve yerel meselelerde… Bağcıyı dövmeyi değil, üzüm yemeyi murat etmiştir. Bunu onun köşe yazılarının satır aralarında rahatça görüp hissedebilirsiniz.
Diyadin geçen yıl yayınladığı “Ben Şehit Miyim Hain Mi? ” adlı kitabıyla uzun süre adından sıkça söz ettirdi. Öyle ki kitap ulusal medyada da konuşuldu, yazıldı. Türkiye genelinde de on binlerin üstünde bir baskı yaptı. Bu taşra menşeli bir yazar için çok büyük bir başarıdır. Çünkü taşranın sesi ne kadar gür olsa da Ankara ve İstanbul’da yankı bulmuyor.
Osman Diyadin’in “Ben Şehit Miyim Hain Mi “ adlı kitabını diğer insanlar gibi ben de büyük bir zevkle ve heyecanla okudum. Bu kitap Diyadin’in daha önce gazetede yayınlanan yazılarının bir araya getirilmesinden meydana geldi. Gerçi bu yazıların çoğunu vaktiyle Karadeniz gazetesinden sıcağı sıcağına okumuştum. Çünkü bizler Karadeniz gazetesiyle büyüdük. Güne Karadeniz gazetesiyle başlamadığımızda kendimizi noksan hissettik. Lakin bunları iki kapak arasında, tabir caizse arşivlenmiş olarak görmek bir okuyucu olarak beni fazlasıyla memnun etti. Çünkü gazete yazılarının ömrü genelde kısadır. Bizde gazete okununca ya ekmek sarmada, ya cam silmede kullanılır, ya da atılır. Fakat Diyadin’in yazıları gelecek nesillerin okuması gereken türden yazılardı. Bunlar atılmamalıydı, gazete olarak saklamak da uygun olmazdı, iyi ki kitap haline getirildiler.
Türkiye gelişmişlik açısından olmasa da siyasi açıdan capcanlı bir ülkedir. Trabzon da Türkiye’yi yansıtan bir prototiptir. Bu şehirde de hayat her zaman capcanlı yaşanır. İnsanlar zor şartlarda yaşasa da vatanına, milletine ve değerlerine candan bağlıdır. Dini ve milli meselelerde taviz vermezler. Diyadin’de bu şehrin bir yazarı olduğu için meselelere bu çerçeveden bakmıştır. Trabzonluların gören gözü, söyleyen dili, işiten kulağı olmuştur. Yaşanan güncel meselelere kösesinde anında cevap vermiştir. Milli duruşunu her fırsatta göstermiştir. Kitabın kapağında Diyadin eseriyle ilgili olarak şunları söylüyor:
“Bu kitap, Atatürk’ün ‘çağdaşlık’ ilkesiyle Türkiye’nin önüne koyduğu hedeflere ulaşmada ölümsüz liderin kararlılığı ve inancı ile bağdaşmayan yöntemler izlenmesinin... Emperyalizmin Türkiye üzerinde oynadığı oyunlarda değiştirdiği metotlara karşı asla ve asla değişmemesi gereken ilkelerimizin yansımasıdır...”
368 sayfadan oluşan kitapta 108 tane köşe yazısı(fıkra) yer alıyor. Kitabın Önsöz’ü Trabzonspor’un şeref başkanı Mehmet Ali Yılmaz tarafından kaleme alınmış. Gazeteci-Yazar Diyadin, kitabın başına bir de Sunuş yazısı koymuştur. Bu yazıda kitabın içeriği ve gayesiyle ilgili açıklama ve tespitlerde bulunmuştur; köşe yazılarının bir araya getirilme gerekçelerini okurlarıyla paylaşmıştır. Eserin bir Cumhuriyet evladının, Cumhuriyet evlatları adına bir haykırış olduğunu vurgulamıştır. Kendisini milletin ortak sesi olarak görmüştür.
Bu kitabın dikkatle ve düşünülerek okunması gerekir. Burada yazılanlar Türkiye’nin değişmez kaderinin tahlilidir. Fakat bu tahliller birilerinin emriyle değil, yürekten neşet eden bir inanç ve iradeyle yapılmıştır. Eseri değerli kılan da bu bakış açısıdır. Değerli hemşehrim Osman Diyadin’i bu kıymetli tahlillerinden dolayı kendime yakın buluyor, yaklaşımlarındaki cesaretinden ve kararlılığından dolayı tebrik ediyorum. Diğer yazılarının da iki kapak arasına alınmasını, okuyucunun istifadesine sunulmasını umuyor ve bekliyorum.
istismar
19.11.2006 - 00:41ÇOCUKLARIN İSTİSMARI VE KORUNMASI
M.NİHAT MALKOÇ
Milletlerin gelecekleri, yetiştirdiklerin çocukların ufuklarının genişliği kadardır. Onların anlayış ve yaşayış tarzları bizlere önemli açılımlar sağlayacaktır. Peki, çocuktan kastımız hangi yaş gruplarıdır? Bunun açıklığa kavuşturulması, muhatabımızın tanınması açısından mühimdir. Çocuk Hakları Sözleşmesi'ne göre 'Ulusal yasalarca daha genç bir yaşta reşit sayılma hariç, 18 yaşın altındaki her insan çocuk sayılır' Demek ki bedenen yetişkin görünse de 18 yaşını doldurmayan kişinin kanunen çocuk sayılması gerekir.
Çocuklar ailenin yaşama sebebidir. Hayata onlarla tutunuruz. Onların başarılarıyla gururlanır, başarısızlıklarından dolayı kahroluruz. Onları bilgi, görgü ve inançlarımız dâhilinde yetiştiririz. Bazen çok kollayıcı, bazen vurdumduymaz, bazen de destekleyici tavırlarla onların hayatlarını yönlendiririz. Her tavrımız iyi niyetli olsa da, bazen bilgisizliğimizden dolayı zarar verici davranışlarda da bulunabiliriz. Tavır ve davranışlarımızı düşünce safhasından eylem safhasına dönüştürmeden evvel ince eleyip sık dokumalıyız.
Çocuğun istismar edilmesi günümüzde sıkça karşımıza çıkan bir meseledir. Çocuğun istismarı kapsamına pek çok başlık girer. Sağlık, beslenme, davranış ve cinsellik ana başlıkları çerçevesinde ele alabileceğimiz istismar; çocukları tehdit eden hastalıklı bir tutum yansımasıdır. Bunun önüne geçilmesi sağlıklı toplumların oluşumu için zarurettir.
Dedik ya çocuğun ihmali ve istismarı çeşitlidir. Çocuğun dövülmesi, istekleri dışında yönlendirilmesi, küçük yaşlarda bedenen ağır işlerde çalıştırılması, hatta dilendirilmesi, en kötüsü de körpe vücudundan yararlanılmaya kalkışılması istismarın çeşitleridir. Akıl, insaf ve izan sahibi insanlar bu çirkinliklere bulaşmaz, onlardan mümkün olduğunca uzak durur. Fakat gel gör ki hiç istemesek de toplumumuzda bu olumsuzluklar sıkça yaşanıyor.
Duygusal istismar en az fiziksel istismar kadar ciddiye alınması gereken bir tutumdur. Çocuktan kabiliyetlerinin üzerinde başarılar bekleme, bunların gerçekleşmemesi durumunda saldırganca tutum ve davranışlarda bulunma bunun bir göstergesidir.
Günümüzde istismarın en korkuncu, cinsel istismar olarak gösteriliyor. Cinsel istismar bir kişinin kendi rızası dışında cinsel bir eyleme hedef olması ya da buna kalkışılmasıdır. Her tür cinsel istismar, kanunlar ve toplum önünde suçtur. Kadın, erkek, çocuk, genç, yaşlı, her cinsiyetten, her meslekten ve her sınıftan insan cinsel istismara uğrama riski altındadır. Bunların hepsi de ahlaksızlığın açık belirtisidir. Fakat çocuklara yönelik cinsel istismar ruhi marazların hat safhaya çıkışının alametidir. Bu yola sapan kişinin ruh sağlığının bozulduğuna rahatlıkla kanaat getirebiliriz. Böyle kişilere tereddüt etmeden 'sapık' yaftasını vurmak mümkündür. Bunun başka bir izahı da zaten yoktur.
Geçenlerde yazılı ve görsel basında haberlerine şahit olduğumuz 17 aylık bebeğe tecavüz edilmesi hadisesi bu konuda verilebilecek canlı bir örnektir. Böyle bir olayın Müslüman bir ülke olan Türkiye sınırları içerisinde gerçekleşmesi, alnımızda koca bir leke olarak kalacaktır. Demek ki millet olarak ahlaki iflasın eşiğine kadar geldik de haberimiz yok. Lut kavminin başına gelenlerin bizim başımıza gelmemesi için fert olarak yapabileceklerimiz yok mudur? Buna adi bir vaka deyip geçmek, meseleyi hafife almak gelecekte başımıza gelebilecek muhtemel sapıklıklara kapı aralamak değil de nedir?
Çocuğun cinsel sömürüsüne psikolojik açılardan baktığımızda karşımıza karamsar bir tablo çıkar. Bilindiği gibi cinsel istimara uğrayan çocukların bilinçaltında ciddi izler kalıyor. Bu leke onlarla mezara kadar gidiyor. Bu kişiler büyüdüklerinde bile sağlıklı olarak hayata devam edemiyorlar. Çatışmalar bunalımlara zemin hazırlıyor.
Son zamanlarda Türkiye'de bu ve buna benzer çocuklara yönelik cinsel istismar olayları sıkça yaşanıyor. Bunun üzerinde ciddiyetle durulması, sebep ve sonuçlarının enine boyuna konuşulması gerekir. Çünkü sivrisineklerle uğraşmak yerine bataklığı kurutmak en sağlıklı ve tutarlı davranıştır. Halkının tamamına yakınının Müslüman sıfatıyla tavsif edildiği bu cennet ülke böyle çirkin saldırıları ve kötü propagandaları hak etmiyor. Anlaşılan o ki bize bir şeyler oldu son zamanlarda… Bunu sorgulamak ve çözüm önerileri bulmak elzemdir. Bu hususta vakit kaybedilmemelidir. Geçen zaman aleyhimizedir.
mektup
18.11.2006 - 02:16BUNLARI DA MI GÖRECEKTİK?
M.NİHAT MALKOÇ
Hayat değişimden ibarettir. Yaşadıkça değişiyoruz, değiştikçe yaşıyoruz.‘Yaşadıkça neler daha göreceğiz’ derler ya, işte günümüzde tam da bu sözü haklı kılacak değişimler yaşıyoruz. Bu değişimler hayatımızı kolaylaştırdığı gibi, yozlaştırıyor da… Alışılmışlığın sınırlarını zorlayan bu uygulamalara gönüllü katılmasak da belli ki mahkûmuz…
Teknoloji hayatımızı ne kadar da değiştirdi! ... Birçok kolaylığı beraberinde getirirken hayatımızdan neler kopardı neler! ... Kökten değişime uğradı alışkanlıklarımız… Asırların getirdiği maddi ve manevi değerler bir anda tersyüz edildi. Toplum mühendisleri hayatımıza yepyeni ve bambaşka bir şekil verdi. Kazandıklarımızın yanında kaybettiklerimiz de oldu şüphesiz… Kâr zarar hesabı yapmaya cesaret edemedik hiçbir zaman… Kültür bahçemizi ayrık otları istila etti. Bizler bunları koparacak yerde suladık çoğu zaman…
‘En son ne zaman mektup yazdınız? ’ diye bir soru yöneltsem inanıyorum ki pek çoğunuz buna cevap vermekte zorlanır. Gönderdiği son mektubun tarihini hatırlayamaz. Çünkü uzun sayılabilecek yıllar geçmiştir aradan. Cep telefonları ve internet ağı, mektubu nostalji unsuru haline getirmiştir. Mektubun pabucu çoktan dama atılmıştır.
Artık sevgililer birbirine mektup göndermiyor, kısa mesaj atıyor. Pek çok telefon şirketi sınırsız konuşmayı mümkün kılan paketler sunuyor müşterilerine. Sabahtan akşama, akşamdan sabaha kadar konuşuyoruz uzaktakilerimizle… Bazen de mesaj atıyoruz bu soğuk, ruhsuz aletlerden… Adı üzerinde kısa mesaj… Kestirme yoldan duygu ve düşüncelerimizi aktarıyoruz sevdiklerimize… Otomatiğe bağlamışız hayatı sizin anlayacağınız…
Uzakları yakın eden mektupların ucu yakılmıyor hayli zamandır. Posta katarları sevgileri taşımıyor uzaklara. Postalar resmi evrak taşıyor günümüzde. Sadece kredi kartı borç dökümlerinin, faturaların, icra bildirilerinin mektuplarını getirip bırakıyorlar posta kutumuza. Artık posta kutularını şevk ve iştiyakla değil, korkuyla açıyoruz. Acaba kart limitimi aştım mı, fatura kabardı mı, icralık oldum mu? ... Eskiden postacıyı görünce sevincimizden havalara uçardık; oysa şimdi postacıyı görünce kaçacak delik arıyoruz kendimize. Bu korkuları yaşamayan insan o kadar az ki! ... Bu değişim ruhlarımızı da karattı besbelli! ...
‘Dost ve sevdiklerinizden en son ne zaman mektup aldınız? ’desem kim hatırlayabilir ki! ...En son yazdığı mektubu hatırlayamayanın en son aldığı mektubu hatırlamaya ne yüzü olur, ne de imkânı! ...Mahrem duygularımızı paylaşan ve sevdiklerimize ulaştıran zarflar tarih oldu neredeyse…Görünen o ki mürekkeple kağıdın vuslatı bir başka bahara kaldı. Köşeleri kınalı ellerle işlenmiş mektupları ne çok özledik. Onlar ki bizi düşünerek yazılırdı.
Teknolojiyi reddetmiyorum şüphesiz… Düşman da değilim ona… Fakat mektubun sıcaklığını ilelebet hissetmek istiyorum. Onu da hayatın bir köşesinde saklamak, devam ettirmek bize ne kaybettirir ki! ... Beni, matbaanın ülkemize iki asır geç gelmesine yol açan zihniyetin bugünkü temsilcisi olarak görenler olabilir. Şayet böyle düşünenler varsa onlar beni hakkıyla anlamayan idrak fukarası zavallı insanlardır. Maksadım bu insanlarla söz dalaşı yapmak değil asla… Ben teknolojinin yanında mektubun sıcaklığının da sürmesini istiyorum. Bu masum bir arzu değil mi? Bunda ne kötülük olabilir ki! ...
Eskiden mübarek gün ve gecelerde, özellikle dini bayramlarda tebrik kartı atardık birbirimize. Gönderilen kişiyle olan dostluğumuza ve irtibatımıza göre kartların içeriği değişirdi. Oysa şimdi bir mesaj yazıp onu bir kalıp olarak yüzlerce kişiye gönderiyoruz. Hatta bazı hazır mesajları alıp kullanıyoruz. Duygular bile satılıyor zamanımızda… Her şey ısmarlama usullerle dönüyor piyasada… Özelimiz kalmadı duyguda da, düşüncede de! ... Başkaları bizim yerimize düşünüyor, hissediyor nasıl olsa! ...
Bundan yıllar evvel aldığım mektupları saklarım hâlâ… İyi ki de saklarım, çünkü bu mektupların sahiplerinin bir kısmı artık aramızda değil. Onlar artık yadigâr olmuştur benim için! ... Paha biçilmez değerleri vardır. Ya sizin kısa mesajlarınız, e-mailleriniz, neredeler? ... Elektronik çöp kutularında değil mi? Yazık, çok yazık! ...
Bu arada Msn ile sesli ve yazılı görüşmeler moda oldu günümüzde… Kimsenin kimseye gittiği yok… Her şey uzaktan kumandalı... Bayramlar turistik geziler için vesile kabul ediliyor. Msn’de hallediliyor her şey! ... Msn’nin dili de kendi gibi yozlaştı son zamanlarda… Ne idüğü belirsiz kısaltmalar moda oldu. Güya zamandan tasarruf etmek için kelimeleri makaslamaya başladılar pervasızca… Ünlü harfleri kovduk kelimelerden… Ünsüzlerle durumu idare ediyor yeni nesil… “nbr (ne haber) , kib (kendine iyi bak) , gtcm (gideceğim) , mrb (merhaba) , tmm(tamam) , slm (selam) , ii(iyi) gibi ifadelerle laubalilikte sınır tanımadığımızı, dile saygı duymadığımızı gösteriyoruz. Bu sıradanlıklara tevessül edenler Necip Fazıl’ın deyimiyle ‘Yükseldik sanıyorlar alçaldıkça tabana…’
Milletçe bunları da mı görecektik? Biz kime ne ettik de bu çirkefliklere muhatap olduk? Bu nesil nasıl oldu da bu kadar çabuk koptu kültüründen, sanatından, edebiyatından ve geçmişinden? Sorular zihnimi kemirdikçe cevapları da beliriyor belleğimde… Fakat buna rağmen hatalar olanca hızıyla devam ediyor. Bazen karamsarlık duygusu sarıyor içimi çepeçevre… Duymak istemesem de ‘Bu kafayla biz adam olmayız’ diyor içimdeki bir ses… Bu sesi kulaklarıma yasaklıyorum ama beyhude, hâlâ duyuyorum.
rize
16.11.2006 - 22:38RİZE KALESİ’NDE ÇAY KEYFİ
M.NİHAT MALKOÇ
İnsanı dinlendiren ve zihin yorgunluğunu bertaraf eden eylemlerin başında gezmek gelir. Fiziki mekânınızı değiştirmedikten sonra ne kadar boş boş oturursanız oturun dinlenemezsiniz. Bazılarının anladığı gibi dinlenmek eylemsizlik değildir.
Gezmek zamanı diri kılmaktır. Dolaşan insanlar zinde kalır. Bu düşüncelerle geçenlerde(11 Kasım 2006 Cumartesi) günü Trabzon’dan Rize istikametine hareket ettik. Doğu Karadeniz sahili boyunca gözlemlerde bulunduk. Sahil yolunda hummalı bir çalışma var. Yol nerdeyse bitmek üzere… Karadeniz Karadeniz olalı böyle bir çalışma görmedi. Gerçi bölge insanının denizle bağlantısı kesildi ama bütün olumsuz yönlerine rağmen ortaya güzel bir eser çıktı. Karadenizli artık yollarda daha rahat seyir edecek.
Rize güzel ülkemizin güzel illerinden birisi… Çayıyla adını dünyaya duyuran bu şehir doğal güzellikleriyle de gezenleri cezbediyor. Rize yeşille mavinin buluştuğu şirin bir yerleşim yerimizdir. Türkiye Cumhuriyeti’nin son dönemlerdeki başbakanlarından ikisi(Mesut Yılmaz, Tayip Erdoğan) Rizelidir. Yani bu şehir devlet yönetiminde ve bürokraside etkin bir konumdadır. Bunun nimetlerinden de nasipleniyor.
Rize’nin köklü bir mazisi vardır. Rize’nin bugünkü adının nereden geldiği yönünde farklı rivayetler mevcuttur. Bir görüşe göre bu şehrin adı Yunancada da pirinç anlamına gelen “Rhizos”’tan gelmiştir. Rumcada dağ eteği anlamına gelen ‘Rhiza’ sözcüğünün değişimine uğrayarak Rize’ye dönüştüğünü söyleyenler de vardır. Rize’nin bir kısmı 1461’de, diğer bir kısmı da 1509’da Osmanlı topraklarına katılmıştır. Rize, cumhuriyetin
ilanından sonra, 1924 yılında il yapılmıştır.
Aralarında yıllara dayanan tatlı bir rekabet olsa da Trabzon’la Rize iki kardeş şehirdir. Fiziki mesafeleri de çok kısadır. Günün her saatinde bu iki il arasında dolmuşlar gidip gelmektedir. Biz de geçenlerde bir arkadaş grubuyla Rize’deydik. Rize’yi baştanbaşa gezdik, çok da beğendik. Şahika Eğitim Kurumları Özel Kopuzlar Lisesi’ne uğradık. Orada akşam yemeğini yedik. Maklube’nin lezzeti doyumsuzdu. Çok iyi ağırlandık. Bu okul Rize’nin adeta gözbebeği… Çok da başarılı bir okul… Türkiye genelinde dereceye giren öğrencileri var. Bu başarı her yıl tekrarlanıyor. Gazete ve dergi de çıkarıyorlar. Böyle okulların sayısının artırılması tek temennimizdir.
Trabzon’un nasıl ki Boztepe’si varsa Rize’nin de şehre hâkim noktada bir kalesi vardır. Rize kalesi şehre hâkim bir tepede denize sokulmuş bu şirin şehri temaşa ediyor. Rize’yi gezenler bu kaleye çıkmadan şehirden ayrılmıyorlar. Finali kalede yapıyorlar.
Rize Kalesi şehir merkezinin güneybatısında yer alır. İç Kale ve Aşağı Kale’den meydana gelmektedir. Yoğun yerleşme sebebiyle Aşağı Kale tamamen yok olmuş, batı tarafındaki bazı sur parçaları ve kuleler günümüze kadar gelebilmiştir. Yakın zamanlara kadar çok harap durumda olan İç Kale surları Kültür Bakanlığı’nca onarılmıştır.
Akşama doğru çıktığımız Rize Kalesi’nden şehri temaşa ettik. Zira kale Rize’yi görüş alanı içerisine almaktadır. Kale içerisinde oturma alanları, kamelyalar vardır. Rize’ye gelip de buraya çıkmadan geri dönen Rize’yi gezdim demesin. Burada arkadaşlarla doğal Rize çayını büyük bir keyifle yudumladık. Rize üzerine sohbetimizi koyulaştırdık. Son yıllarda Rize’nin gelişme açısından çok büyük mesafe kat ettiği kanaatinde birleştik. Son dönemlerde başbakan olan kişilerin Rize kökenli olması bu gelişmişlikte çok etkin bir faktör olarak karşımıza çıkıyor. Zira Rize, daha düne kadar Trabzon’un gölgesinde kalmış sıradan bir şehirdi.
Rize’nin büyümesi, gelişmesi Trabzon için de son derece faydalıdır. Rize Üniversitesi’nin kurulmuş olması Doğu Karadeniz için büyük önem arzediyor. Trabzon’la Rize’nin kültür ve mesafe olarak yakınlığı birbirleriyle iç içe olmasını zorunlu kılmıştır. Rize’yi seviyor ve önemsiyoruz. Bazıları bu iki şehir arasında kin tohumları ekmek istese de, bu iki şehrin duyarlı halkı bu oyuna gelmeyecektir. Rize’yi kardeş şehir olarak görüyoruz.
öğretmen
16.11.2006 - 22:35ÖĞRETMENİ ANLAMAK YAHUT ÖĞRETMENE AĞLAMAK! ...
M.NİHAT MALKOÇ
Yıllardan beri öğretmenliğin kutsallığı üzerinde nefes tükettik, gene de yaranamadık bir türlü… ‘Arkadaş sizin mesleğiniz Peygamber mesleği, bu onur size yeter’ dedik. Daha da ileri gittik, tanrı mesleği dedik, olmadı, övgüler kesmedi bu bilgi neferlerini! …
Yine bir 24 Kasım’ı yaşıyoruz milletçe… Gün boyu öğretmenler nutuk dinleyecek devletlûlardan… Yıllar evvel söylenen nutuklar cilalanacak, tozu alınacak, süslenip vitrine sürülecek. Övgü yarışında zirveyi kaptırmamak için yarışacak insanlar…
Oysa bu günler, içi boş ve samimiyetten uzak sözlerin havada uçuştuğu bir gün olmamalıdır. Sözün tesiri samimiyetinden ileri gelir. Öğretmenler havanda su dövenlerden usandı, yakalarına kene gibi yapışanları, sırtına binenleri atmaya çalıştıysa da ne yazık ki bugüne kadar bunu başaramadı. Öğretmen laf ebelerini dinlemiyor artık…
Öğretmenliğin önemi ve yüceliği gün gibi aşikârdır. Birilerinin aynı lafları ağzında sakız gibi evirip çevirip yinelemesi bıkkınlıktan başka bir işe yaramaz. Gelin bu güzel günde öğretmenleri övmeyi bırakalım, onları anlamaya çalışalım, yaralarına merhem olalım.
Öğretmenin malzemesi insandır. Genç beyinleri şekillendirir öğretmen… Bu malzeme öyle kolay işlenecek cinsten değil. Büyük ustalık, emek ve maharet gerektirir. Öğretmenin üstün bir donanımda olması zaruridir. Öğretmen bilgi ve görgüsüyle hükmeden insandır.
Günümüzde okullarda bir sürü davranış bozuklukları görülüyor. Öğrenciler eskisi gibi itaatkâr değil. Televizyon, internet ve cep telefonları çocukların yaratılışının sınırlarını zorluyor. Şiddet sıradan bir davranış olarak algılanmaya başlandı. Okullarda kavgasız, gürültüsüz ve küfürsüz gün geçmiyor. Türkiye’nin en büyük ve köklü eğitim kurumları bile içten içe çatırdıyor. Terbiyesizlikler öğrenciler tarafından kayda alınıyor. Öğretmenlere yapılan saygısızlıklar internet ortamında elden ele dolaşıyor.
Bir zamanlar öğretmenler hâkimken bugün mahkûm konumuna düş(ürül) müş… Elleri kolları bağlanmış sanki… Öğretim, eğitimin önüne geçmiş…(Bari onu da becerebilsek) Kimsenin ahlak ve incelik aradığı yok. Bilgi bütün değerlerin fevkinde görülüyor. Varsa yoksa test… Test manyağına döndürdük geleceğimizin teminatı olan gençleri… Buna ailelerin yanlış yönlendirmelerini de ekleyebiliriz. Öğrenciler aileleri tarafından şımartılarak büyütülüyor. Büyük büyüklüğünü, küçük küçüklüğünü bilmiyor.
Öğretmenler sükûneti sağlamakta güçlük çekiyorlar. Genel liseler iflasın eşiğine gelmiş… Mesleki eğitim istenilen düzeyde değil. Okullardaki kalabalık sınıflar kargaşayı daha da körüklüyor. Öğrenmek isteyenler de zaman zaman arkadaşları tarafından engelleniyor. Öğretmen, işini yapabileceği sakin ve hazır bir ortam bulmakta ciddi sıkıntılar yaşıyor. Eğitimimizin altyapısında ciddi eksiklikler var. Bunlar kısa zamanda giderilmedikçe sorunlara köklü çözümler bulmak mümkün olmayacaktır.
Öğretmenleri en iyi anlayan devlet adamı hiç şüphesiz ki Atatürk’tü. Ondan sonra gelen liderler Atatürk’ün eğitim çizgisini ve öğretmene müspet bakış açısını devam ettiremedi. Atatürk, hayatı boyunca öğretmenleri her zaman muhatap olarak kabul etmiş ve onlarla yakından ilgilenmişti. Fakat günümüzde öğretmenler Çankaya’dan randevu almak bir yana, yanından bile geçemiyorlar. Atatürk’ün öğretmenlere ilişkin şu sözleri onun eğitime ve eğitim neferlerine yaklaşımını tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor:
“Dünyanın her yerinde öğretmenler insan topluluğunun en özverili ve saygıdeğer üyeleridir(1923) ”… “Hükümetin en verimli ve en önemli görevi milli eğitim işleridir(1922) ”… “Cumhurbaşkanı olmasaydım Milli Eğitim Bakanı olmak isterdim... Benim asıl kişiliğim (niteliğim) öğretmenliğimdir. Ben milletimin öğretmeniyim(1936) ”… “Eğitimdir ki ulusu özgür; şanlı ve yüksek bir toplum olarak yaşatır(1924) ”… “Gerçek zaferi siz (öğretmenler) kazanıp sürdüreceksiniz(1922) ”… “Eğitim bakanı olarak milli irfanı yükseltmeye çalışmak en büyük emelimdir. Bilim ordusunun değeri siz öğretmenlerin değeri ile ölçülecektir(1923) ”… “Öğretmenler sizin başarınız Cumhuriyet’in başarısı olacaktır(1924) ”… “Öğretmenler! Yeni nesil sizin eseriniz olacaktır(1924) ”…”Öğretmenler! Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister(1924) ”… “Milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir(1925) ”
Gelin bu yılki öğretmenler gününde kuru övgüleri bir kenara bırakıp öğretmenin kimliğini, görevini ve sosyal statüsünü sorgulayalım. Onların sosyal, siyasal ve iktisadi meselelerine çözümler arayalım. Bilelim ki öğretmenin kafası ne kadar rahatsa öğrencisine o denli faydalı olabilir. Problemler sarmalında debelenen öğretmenden verim beklemek beyhudedir. Ya öğretmenlerin meselelerini masaya yatırıp konuşalım, sorgulayıp çözüm önerileri getirelim veya ‘bu iş bizi aşar’ deyip öğretmenin mevcut hâline ağlayalım. Çünkü gerçekten de öğretmenin ağlanacak hâli vardır. Bazıları bunu görmek istemese de durum bundan ibarettir. Eğitim neferlerinin günlerini kutluyor, onlara, kendilerini anlayacak idareciler ve aydınlık bir gelecek diliyorum.
öğretmen
10.11.2006 - 00:50İRFAN ORDUSU YAHUT ÖĞRETMENLER
M.NİHAT MALKOÇ
Eğitimin ve bilginin geçer akçe olduğu bir çağda yaşıyoruz. Bu altın çağda bilgili ve donanımlı olanlar önde yürüyecek, cehalet bataklığına saplananlar geride kalacaktır. Bunun böyle bilinmesi, tercihlerin ve gayretlerin bu doğrultuda olması gerekir.
Bilgiye ulaşmanın çok kolay olduğu bir zaman dilimindeyiz. Teknolojik gelişmeler bilgiye ulaşmayı her zamankinden daha çok kolaylaştırdı ve muhataplarına yaklaştırdı. Bilgisayar teknolojisi ve internet, eğitimin çağdaş ve ileri düzeye erişmesi için atılan atımların en dikkat çekenlerindendir. Fakat bütün bu teknolojik yeniliklere rağmen öğretmenin yerini tutacak bir robot bugüne kadar yapılamadı. Bu amaçla çalışıldıysa da yapılan ruhsuz, duygusuz ve mekanik aletler öğretmenin yerini tutamadı. Çünkü öğretmen sadece bilgi aktaran bir vasıta değil, sevgi, hoşgörü ve şefkat duygularını veren gönül dostudur.
İrfan ordusunun neferleri olan öğretmenler; içinden çıktıkları toplumun kültürünü, tarihini ve tüm değer yargılarını yeni kuşaklara aktarırlar. Karşılarındaki kitleleri ruh ve şuur sahibi fertler olarak görüp onların yüreklerini milli ve manevi değerlerimizle bezerler. Atalarımızı kök, kendilerini gövde, yeni nesilleri dal, yaprak ve çiçek olarak görüp çınarın gelişip serpilmesi için onu düzenli olarak sularlar. Onlar Douglas Malloch’ın şu güzel ve veciz ifadelerini kendilerine şiar edinip elleri altındaki yüreklere nakış nakış işlerler:
“Dağ tepesinde bir çam olamazsan, vadide bir çalı ol. Fakat oradaki en iyi küçük çalı sen olmalısın. Çalı olamazsan bir ot parçası ol, bir yola neşe ver. Bir misk çiçeği olmazsan bir saz ol. Fakat gölün içindeki en canlı saz sen olmalısın. Hepimiz kaptan olamayız, tayfa olmaya mecburuz. Dünyada hepimiz için bir şey var. Yapılacak büyük işler, küçük işler var. Yapacağınız iş, size en yakın olan iştir. Cadde olamazsan patika ol. Güneş olamazsan yıldız ol. Kazanmak yahut kaybetmek ölçü ile değildir. Sen her neysen, onun en iyisi olmalısın.”
Öğretmenler öncelikle en iyi olmanın zorlu mücadelesini iç dünyalarında verirler. Daha sonra ellerindeki öğrencileri bir kuyumcu titizliğiyle işleyerek onlara da aynı idealleri yaşatırlar. Karşılarına hangi engel çıkarsa çıksın doğruluk, iyilik ve güzellikten ayrılmazlar. Nokta kadar menfaat için virgül gibi eğilmezler. Kovanları fütursuzca sırtlayıp götüren ayı değil, bin bir çiçekten bal alan arı olurlar.
Öğretmenler karanlığı aydınlığa, acıları lezzete, açlıkları doygunluğa, basiretsizliği uyanıklığa, karamsarlığı umuda, cehaleti bilgi ve görgüye tebdil ederler. Onlar kapkaranlık gecemizi ışıtan, yüreklerimizi ısıtan el fenerleridir. Varlıklarının ehemmiyetini ancak gecenin zifiri karanlığında hakkıyla bilir ve anlarız. Onlar yerle gök arasına sinen kara bulutları bahar esintileriyle dağıtırlar. Toprakta kök, kökte ağaç, gövdede dal, dalda çiçek, çiçekte arı, petekte bal olurlar. Şefkat rüzgârlarıyla ufkumuza çöreklenen kapkaranlık bulutları bertaraf ederler.
Hayat onlarla anlamını bulur, aksi halde bir tarafı eksik kalır yaşamın… Yürekleri katıksız şiir doludur onların… Kitapları zihinlerine saksı yapmışlardır. Umutları, sevinçleri ve doyumsuz düşleri ruhlarının gıdası bellemişlerdir. Onlardan almışlardır yaşama, yaşatma ve direnme güçlerini… Gemileri nefret koylarından kaçırıp sevgi limanlarında eğlemişlerdir. Kandil olmuşlardır karanlık gecelerin zifiri suretlerine… Şairin mısralarında söz, yavuklusuna varmayı bekleyenlerin yüreklerinde sevgi ve hülya olmuşlardır.
Öğretmenler balçıktan yaratılmış et yığınından ibaret kulken, zamanın gergefinde işlenip öpülesi el, Ferhat’ın dağları delerken içindeki cesaret ve metanet, Mecnun’un gönlündeki umut, Eyüp’ün parıldayan sabrı olmuşlardır. Nefeslerinde kılıç keskinliğini, kalplerinde hallaç pamuğu yumuşaklığını, zihinlerinde yağmur bereketini taşımışlardır.
Onlar bazen Sinan’ın elinde sihirli bir balyoz, Dede Efendi’nin notalarında tatlı bir nağme, İbn-i Sina’da hayat veren bir neşter olmuşlardır. Kendilerini insanlığın hizmetine ve saadetine adamışlardır. Hal ve hareketleriyle hayata hayat katmışlardır. Bir mum misali erirken etraflarını aydınlatmışlardır. Ne mutlu onların rahle-i tedrisatından geçip hakikat bahçelerinden hakkıyla ve layıkıyla nasiplenenlere! ....24 Kasım Öğretmenler Gününüz kutlu olsun güzel insanlar! ...Sizlere olan vefa ve gönül borcunu ödeyebilecek miyiz acaba?
saddam hüseyin
09.11.2006 - 23:24SADDAM İPE BUSH DİBE! ...
M.NİHAT MALKOÇ
İplerin Bush’ların elinde olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Böyle bir dünyadan ve hayattan huzur ve saadet ummak beyhudedir. Çünkü Bush’ların ne zaman ne yapacağı belli değildir. Bush’lara güvenmek basiretsizlikten öte ahmaklıktır. Bunu yakın tarih içerisinde Irak’ta yaşanan hadiseler açıkça gösteriyor.
Bilindiği gibi Saddam Hüseyin 1982’de Duceyl’de 148 Şii’nin öldürülmesiyle ilgili olarak yargılandığı davada, idam cezasına çarptırıldı. Saddam’ın iyi bir insan olduğunu iddia edecek değilim. Çünkü o bir diktatördür. Saddam’ın sütten çıkmış ak kaşık olmadığını herkes biliyor. Güçlü olduğu zamanlarda halkına zulmetmiştir. Gücünü şahsi menfaatlerini artırmak ve siyasi otoritesini sağlamlaştırmak için kullanmıştır. Korkuya dayalı bir otorite oluşturmuştur. Kendisine muhalif olanları kılıçtan geçirmiştir. Fakat öte yandan Bush Amerika’sının yaptığı da hiç mi hiç adil ve haklı bir davranış değildir.
Kimyasal silah bahanesiyle bir ülkeyi işgal et, söz konusu iddian havada kalsın, işgal ettiğin topraklardaki insanları çoluk çocuk, kadın erkek, yaşlı genç demeden öldür, sonra da sözde bir mahkeme kurarak işgal ettiğin ülkenin devrik başkanını idama mahkûm et… Bu olacak iş midir? Buna kargalar da güler. Zaten Saddam da idam kararı açıklanırken gülmüş, onun bu gülüşü aslında çok büyük anlamlar taşımaktadır. Bu güzel bir tepkidir anlayan için… Bizce asıl idam edilmesi gereken Bush’tur. Çünkü o işgalcidir, savaş suçlusudur. Onun yüzünden insanlar ölmüş, yaralanmış, yerinden yurdundan göç etmek zorunda kalmıştır.
Aslında ABD’nin zoru Duceyl’de öldürülen Şiilerin haklarını savunmak filan değil. Onların hesabı Saddam’ın sönmüş otoritesini ve bölük pörçük yandaşlarını iyice bitirmek veya hizaya getirmektir. Yoksa ABD isteseydi zamanında Saddam’a o cürümleri işleme fırsatı vermezdi. Zira bir zamanlar Saddam da ABD’nin sadık adamlarından biriydi. Onu İran’a koz olarak kullanıyorlardı. Görevini tamamlayınca o da hedef haline geldi.
ABD yönetimi Saddam’ı bugün de piyon olarak kullanıyor. Onun üzerinden ince siyasetini yürütüyor. Irak’taki mahkeme kararının ABD’deki kritik ara seçimlerden yalnızca iki gün evvel açıklanması düşündürücüdür. ABD’de Cumhuriyetçiler Saddam üzerinden siyaset yapıyorlar. Tüm bunlara rağmen ABD Temsilciler Meclisi ve Kongre seçimlerinde Bush gene büyük bir hezimet yaşadı. Saddam Hüseyin’in idam kararı bile George Bush yönetimini ve Cumhuriyetçileri kurtaramadı. Demokratlar karşısında 11 puan geride kalan Cumhuriyetçiler, idam kararıyla aradaki farkı ancak dört puana düşürebilmişlerdi. Temsilciler Meclisi’nin 435 sandalyesinden 226’sını Demokratlar kazandı. Cumhuriyetçiler 185’te kaldı. Bush oğlu Bush yine hedef tutturamadı. Asrın zalimi olan Bush bundan sonra da hep kaybedecek. Çünkü o insan canı ve kanı üzerinden siyaset yapıyor. Petrolü kandan ve candan kıymetli tutuyor. Her gün savaş suçu işliyor, fakat yargılanamıyor.
ABD’de Cumhuriyetçiler gelecekte önlerini açmak için Irak’ı koz olarak kullanıyorlar. Fakat art niyetli oldukları için planları hep ters tepiyor. Fayda umdukları olaylardan zarar görüyorlar. Çünkü malumdur ki zulm ile abad olanın ahiri berbat olur. Onların yaşadıkları da bu güzel sözün tecellisidir. Geçenlerde bağımsız bir kuruluş, savaşın başından bugüne kadar hayatını kaybeden Iraklı sayısını 655 bin olarak açıkladı. Bunun yanında aynı savaşta üç binin üzerinde ABD askeri hayatını kaybetti. Irak’ta her iki taraftan da yaralanan ve sakat kalanların sayısı milyonları buluyor. Böyle bir vebalin altında kalan Bush, ülkesinde her geçen gün eriyor. Yakında sokak sokak gezip eşşek gibi anırırsa şaşmayın! ...
Kim ne derse desin ABD’nin Irak hesapları tutmadı, tutmayacak. Irak’ta işler her iki taraf açısından da yolunda gitmiyor. Her geçen gün ABD ve Irak kaybediyor. Ortada kazananın olmadığı amansız ve anlamsız bir savaş var. İnsafın devre dışı kaldığı bu savaşta mantık savuşturulmuş, kalpler köreltilmiş…
ABD, Vietnam’da olduğu gibi Irak’ta da kaybetti, kaybedecek… Çünkü masum insanların kanları ve canları üzerine zalimce bir politika yürüttüler. Bundan sonra Bush’un Irak’ta yapacağı hiçbir şey yoktur. Azıcık aklı varsa tasını tarağını alıp evine döner. Bir daha da böyle densizliklere tevessül etmez. Görülen o ki Saddam’ın idamı bile Bush’u dibe vurmaktan kurtaramayacak... Allah’ım sen zalimlerin hakkından gel, mazlumlara kol kanat ger, yâr ve yardımcıları ol! ...(Amin)
Bülent Ecevit
09.11.2006 - 21:05BAŞBAKAN ECEVİT'İ DEĞİL, ŞAİR ECEVİT'İ SEVDİM
M.NİHAT MALKOÇ
Şiir, güzel söz söyleme sanatının zirvesidir. Hemen herkes belli bir yaşta şiir yazmaya merak salar. Bir şeyler karalar, eğer kabiliyeti varsa her geçen gün kendini geliştirir. Fakat şairliği sırf yetenek olarak görüp emeği göz ardı etmemek gerekir. Şiir zor bir duygu işçiliğidir. Sabır ve tahammül ister. Bir çırpıda karaladıklarımız, zamanın gölgesinde solmaya mahkûmdur. Onlar çağın sesi olmaktan da uzaktırlar.
Eskiden Osmanlı padişahlarının çoğu şiir yazardı. Divan edebiyatımızda nice şair padişah mevcuttur. Yazdıkları da seçme şairlerinkilere taş çıkartacak cinstendir. Padişahların sanat ve edebiyatla iç içe olması o zamanlar adeta bir geleneğe dönüşmüştü. Osmanlı'dan sonra bu geleneğin izi sürülemedi. Bazı istisnalar dışında, devletin üst kademelerindeki idareciler politikanın açmazına saplanıp kaldılar. Devletin en üst makamında bulunmuş kişilerden birisi olan merhum Bülent Ecevit, Cumhuriyet döneminin istisnai duygu işçilerinden biriydi. Geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz bu şair başbakanın şiirlerini ve ilham kaynaklarını irdelemek istiyorum.
Bülent Ecevit yoğun siyasi hayatın içerisinde şiire de zaman ayırabilmiş müstesna bir insandı. O sadece şiir yazmamış, aynı zamanda şiir çevirileri de yapmıştır. Fakat O, şairliği ciddi bir uğraş olarak değil, boş zamanlarını dolduran bir merak olarak görmüş ve vakit buldukça bu alanda kalem oynatmıştır. Lakin şiir sahasında şahsi bir üslup edinebilmiş değildir. Yani bir Yahya Kemal, bir Necip Fazıl gibi üslubu oturmuş bir şiir emekçisi değildir.
Bazı şairlerin şiirlerini görünce şairin ismini tahmin edebilirsiniz. Ecevit şiir konusunda bu derece derinleşebilmiş bir şair değildir. Elinden geldiğince güzel dizeler yakalamaya çalışmıştır. Ecevit şairliği ve şiirleri konusunda şöyle diyor: 'Benim için şiir yazmak, özellikle siyasete girdiğimden beri bir iletişim aracı, bir düşünce açıklama yolu değil, bir düşünme yöntemidir. Yapabildiğim kadar toplumsal görevimi siyasal eylem yoluyla yapıyorum, siyasal açıklamalarımla yapıyorum. Şiir benim özel eylemim...'
Şiiri özel eylem olarak gören ve vakit buldukça bu sahada eser vermeye çalışan bir insan olan Ecevit'i şair saymayanlar az değildir. Bu öznel bir bakış açısıdır. Bence Ecevit şair diye geçinen pek çok kişiden daha iyi bir şairdir. En azından şiir alanında haddini bilen bir insandır. Bazı kişiler sıradan karalamaları şiir diye adlandırıp üstüne üstlük bir de kırık dökük duygu parçacıklarının hararetle savunmasını yapıyorlar. Yani kendi konumlarını kendileri tayin ediyorlar. Okuyucunun kanaatlerine saygı duymuyorlar.
Ecevit'in şairliğini sorgulayan ve 'Ecevit neden şair değildir? ' adlı yazısıyla bunu kamuoyuyla paylaşan Mustafa Şerif Onaran, Ecevit'in şairliğini siyasi nedenlerle reddediyor. Ona göre Ecevit'in şair olmayışının gerekçesi şunlarmış: 'Sivas'taki Madımak Oteli yangınına duyarsız kaldığı, devlet otoritesi adına hapishanelere düzenlenen operasyonları savunduğu, şairlerin ilgili olmadığı koltukla çok ilgili olduğu, iktidar olduğu zamanlarda TRT'ye bile söz geçiremediği için muktedir olamadığı ve 'çekinser' kelimesinin uydurma olduğunu söyleyenlerden özür dilemeyip sorunlardan kaçtığı ve yalnızca muhaliflerinin aczi sayesinde hayatta kaldığı için… Bu çok yanlı ve şiirin ruhundan uzak bir değerlendirmedir.
Siyaseti ve siyasetçileri samimi bulmadığım için politikacı Ecevit'e hep mesafeli durdum, fakat şiire ve sanata gönül verdiğim için şair Ecevit'i sevdim. Sevgi, hoşgörü ve vefa duygularını yazdıklarında işleyen Ecevit'i benimsedim, kendime yakın buldum. Bilindiği gibi Türk siyasi hayatının son 50 yılına damgasını vuran eski başbakan Bülent Ecevit, 172 gündür sürdürdüğü yaşam mücadelesini 5 Kasım 2006 günü saat 22.40'ta dolaşım ve solunum yetmezliği sonucu kaybetti. Ondan geriye siyasi bir geçmişle beraber şiirleri kaldı. Sözlerimi Ecevit'in kendini anlattığı 'Özgeçmiş' adlı şiirindeki şu dizelerle sonlandırmak istiyorum:
'bir boşluktan boşluğa / bir cam bardağa dolmuşum
cam bardakta su olmuş / sudan içmiş can olmuşum
görünmezden cana / bir kumaş örülmüş
kumaşa bürünmüş / beden olmuşum
bir varmış bir yokmuş / iki boşluk arası
bir rüyalık alemde / sen ben olmuşum'
Bülent Ecevit
09.11.2006 - 01:17ECEVİT VE EĞİTİM
M.NİHAT MALKOÇ
Demokrasi özgür iradenin vazgeçilmez aracıdır. Bu yönetim mekanizmasında halkın dediği olur. İdare edenler halkın mantık süzgecinden geçer. Bu geçiş belli bir süreliğinedir. Halk yetkilerini sonsuza dek emanet etmez, şayet böyle olsaydı bunun adı saltanattan başka bir şey olmazdı. Onun içindir ki Cumhuriyet tarihinde zaman zaman kesintiye uğrasa da cumhuriyet ve demokrasi idaresi hâkim kılınmıştır. Halk kendi iradesini tabandan tavana taşımıştır. Kendisinin eli, kolu, gözü, kulağı ve iradesi olacak kişileri meclise göndererek demokrasi çarkını işletmiştir. Bu çarktan geçenlerden birisi de halkın sevdiği bir sima olan Bülent Ecevit’tir. O değişik zamanlarda halktan yetki istemiş, halk da ona belli süreler için yetki vermiştir. Fakat bu süre sanıldığı kadar çok uzun olmamıştır. Üstelik kesintili olmuştur.
Bülent Ecevit, 1974–2002 arasında değişik aralıklarla toplam 6 yıl, 2 ay, 23 gün başbakanlık yaparak Türkiye Cumhuriyeti’ni idare etti. Bu belki abartılacak düzeyde çok zaman değildir. Lakin verimli kullanılmış bir zaman dilimidir. Üstelik birkaç dönemde kullanılmış bir süredir. Bu yüzden bu mahdut süre içerisinde büyük izler bırakılmıştır. Tarihçi Yılmaz Öztuna’nın belirttiğine göre onun bu büyük makamdaki vazifesi 1324’ten günümüze kadar gelen bütün sadrazam(başbakanlar) içinde müddet bakımından 33. sıradadır. Yani ondan daha uzun süre bu görevde bulunan onlarca insan vardır. Ama bunların çoğunun adı sanı unutulmuştur. Fakat Ecevit’i bu millet öyle kolay kolay unutmayacaktır. Yaklaşımıyla ve örnek kişiliğiyle yeni nesillere numune olacaktır. Öztuna diğer istatistikleri de şöyle veriyor:
“Ecevit’in hocası ve selefi İsmet İnönü ise başbakanlık müddeti bakımından 1324–2006 arasındaki bütün başbakanlar arasında üçüncüdür. 12 sene cumhurbaşkanlığını eklersek 28 yıl, 6 ay, 8 gün iktidarda kalmış oluyor. Bu kadar uzun bir iktidar, çok politikacımızı büyülemiştir. Ancak devr-i demokraside bu müddetler, tarihe karıştı.
Süleyman Demirel 10 yıl, 5 ay, 11 gün başbakanlıkla, on beşinci sıradadır. 7 sene cumhurbaşkanlığı eklenirse 17 yıl, 5 ay, 11 günle, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde İnönü’den sonra ikinci sıraya oturuyor. Büyük Atatürk, 16 yıl, 9 ay, 10 günle müddet bakımından üçüncü geliyor. Sonraki müddetler şöyledir:
1 yıl, 2 ay, 24 gün başbakan+10 yıl, 6 gün cumhurbaşkanı toplam 11 yıl, 3 ay Celâl Bayar; 10 yıl, 6 gün Adnan Menderes (başbakanlık müddeti bakımından 17. sıra): 5 yıl, 10 ay, 19 gün başbakan+3 yıl, 5 ay, 8 gün Cumhurbaşkanı=9 yıl, 3 ay, 27 gün Turgut Özal; 9 yıl, 1 ay, 27 gün devlet ve cumhurbaşkanı olarak Kenan Evren; 7 yıllık cumhurbaşkanlıkları ile Cevdet Sunay, Fahri Korutürk, Necdet Sezer sonraki üç sırayı alıyorlar. Bunları 5 yıl, 10 ay, 2 günle Cemal Gürsel izliyor. Bundan sonra sıraya Recep Tayyip Erdoğan girmek üzeredir. Zira yukarıda anılan isimlerden sonraki en uzun başbakanlık müddeti ancak 4 yıl, 1 ay, 5 günle Şükrü Saraçoğlu’nunkidir. Müteakiben 3 yıl, 2 ay, 22 günle Bülent Ulusu geliyor.
Bu istatistikler gösteriyor ki Ecevit bazı başbakan ve cumhurbaşkanlarından daha az görevde kalmışsa da onlardan çok daha fazla vazifeler yapmış ve halkın belleğinde iz bırakmıştır. Bu da gösteriyor ki mühim olan, zamanın uzunluğu değil, içinin nasıl doldurulduğudur. Ecevit altı yılda on yıllık icraatlar yapabilmiş ender simalardan birisidir.
Fakat şahsen Ecevit’in eğitim politikalarını tasvip eden birisi değilim. Onun eğitime bakışını yadırgayan ve sağlıklı bulmayan bir insanım… O, eğitimde iz bırakacak yatırım ve icraatlar yap(a) madı. Örnek gösterilecek plan ve projeleri olmadı. Kabak bile beş altı ayda yetişmesine rağmen onun döneminde üç dört ayda öğretmenler yetişti.
Onun döneminde Milli Eğitim Bakanlığı yapan isimler Mustafa Üstündağ, Metin Bostancıoğlu, Hikmet Uluğbay ve Necdet Tekin’di. Bu isimler eğitim kökenli kişiler değildi. Onun için görevlerinde pasif kaldılar, verimli olamadılar. Fakat çarklar sağlıksız olsa da yine bir şekilde işledi. Lakin eğitim politikalarında yenileşme ve modernleşme gerçekleştirilemedi. Eski düzen doğrultusunda gidildi. İz bırakacak icraatlar gerçekleştirilemedi. Bu da kanaatimce merhum Ecevit’in göremediği veya görmek istemediği handikapların başında gelmektedir.
Bülent Ecevit
09.11.2006 - 00:19YAKIN TARİH VE KARAOĞLAN
M.NİHAT MALKOÇ
Türkiye'nin yakın tarihinde çok önemli bir yere sahip olan Bülent Ecevit'i 5 Kasım 2006 Pazar günü kaybettik. Tedavi gördüğü Gülhane Askeri Tıp Akademisi Hastanesi'nde 5 Kasım Pazar akşamı saat 22.40'ta dolaşım ve solunum yetmezliği sonucu vefat eden eski Başbakan Bülent Ecevit, 11 Kasım 2006 Cumartesi günü Ankara'da toprağa verildi.
O, Türkiye'nin sembol isimlerinden biriydi. Türk siyaset hayatının son 40 yılına günah ve sevaplarıyla damgasını vuran Ecevit'i bu ülke hiç unutmayacak. Dünya görüşüne katılmayanlar da onun dürüst, sade, temiz ve ilkeli bir devlet adamı olduğu gerçeğini dile getiriyor. Eğer öyle olmasaydı varlıklı bir insan olurdu; böyle sade bir hayatı tercih etmezdi. Ömrü boyunca vatanı için çalışan Ecevit hiçbir zaman şahsi çıkarlarını ön plana çıkarmamıştır. Daima işçi dostu olmuş ve onları himaye etmiştir. Halkçı bir siyaset çizgisi takip etmiştir. Devlet yönetimine halkçı zihniyeti hâkim kılmıştır.
Halkçı, işçi dostu, demokrat gibi sıfatlarla nitelendirilen Bülent Ecevit'i ötelere uğurlasak da uzun süre adından bahsedilecek gibi görünüyor. Zira onun gibi karizmatik liderler dünyaya pek az geliyor. 'Sıla derdine düşünce anlarsın / Yunanlıyla kardeş olduğunu / Bir Rum şarkısı duyunca gör, / gurbet elde İstanbul çocuğunu…' diyecek kadar insan sevgisiyle dolu bir insandı O…Nam-ı diğer Kıbrıs Fatihi'ydı Ecevit… Fakat her şeyi sevgi penceresinden temaşa ettiği için Yunanlıya bile kardeş gözüyle bakabiliyordu.
Bir zamanlar dağa taşa 'Halkçı Ecevit, Karaoğlan' sloganları yazılıyordu. Geniş kitleler onu bir kurtarıcı olarak görüyordu. Zira milletimiz batmakta ve battıkça kurtarıcı arayıp bulmakta mahirdi. Her şeye rağmen o yakın tarihe damgasını vurmuştu. Çok nazik bir insandı. Hiçbir zaman kibarlığı elden bırakmazdı. Vatansever olduğu konusunda herkes hemfikirdi. Türk demokrasisinin gelişmesine mühim katkıları olmuştur. Çok büyük siyasi tecrübesi vardı. Hayatı boyunca işçilerin hak ve özgürlükleri için çaba göstermişti. Sendikal hareketlerin uygun zemin bulması için gayret etmişti. Gazeteci ve şair kimliğinin yanında aydın bir insandı O…Çok okuyan ve yenilikleri takip eden bir kişiydi. Türkiye'nin son elli yılının en önemli siyasi liderlerinden biriydi. Çok büyük izler bıraktı geride.
Ecevit, eşler arası sadakatin en güzel örneğini kendi hayatında göstermişti. Rahşan ve Bülent Ecevit'in Robert Kolej'de başlayan aşkları, Dolmabahçe merdiveninde yapılan evlilik teklifiyle bir ömürlük birlikteliğe dönüşmüştü. Bu sevgi Ecevit'in son nefesine kadar devam etti. 52 yıllık siyasi yaşamı boyunca altı kez hükümet kuran ve başbakan olan Ecevit, 3 Kasım seçimlerinden sonra aktif siyaseti bırakmıştı. Yaşamını DSP'nin 'onursal genel başkanı' olarak sürdürmekteydi. Son seçim onun belini bükmüş, umudunu kırmış, moralini sıfırlamıştı.
O ilklerin adamıydı aynı zamanda… Ecevit, Kıbrıs Barış Harekâtı, Türkiye'nin AB adaylığı, Öcalan'ın yakalanması gibi birçok önemli olayda başbakandı. AB aile fotoğrafına giren ilk Türk başbakanıydı. İsmet İnönü'nün 'CHP ortanın solundadır' açıklamasına en büyük destek verenlerden biri o zamanki Genel Sekreter Bülent Ecevit'ti. Daha sonra İnönü'nün rakibi olarak bayrağı teslim aldı. Bu da o zaman için büyük bir cesaret ve sürprizdi.
Ecevit paraya pula, mala mülke kıymet vermezdi. Onun hiçbir zaman yolsuzluklarla başı derde girmedi. Saklayacağı, kaynağını açıklayamayacağı mal varlığı yoktu. Or-an sitesindeki evini bile taksitle almıştı. Onun için halk onu dürüst buldu, sevdi ve benimsedi. Mütevazı bir hayat sürdü. Adı skandallarla anılmadı. Partisi 1999'da yüzde 22 ile birinci oldu. O zamanki üçlü koalisyonda başbakanlık yaptı. Bu onun son başbakanlığıydı. Zira 3 Kasım 2002 seçimlerinde oy oranı yüzde 1,2 gibi aşağı rakamlara düştü. Hastalığı ve yaşlılığı nedeniyle hareket kabiliyeti yavaşladığı için görevi başkalarına devretti.
İnsanın öldükten sonra iyi vasıflarla anılmasından daha güzel ne olabilir ki! ... Ecevit insanların gözünde masum ve alnı ak bir şahsiyetti. Manevi tarafı eksik olabilir, fakat insani yönü hoşgörü ve sevgiyle bezenmişti. Onu bu millet kolay kolay unutmayacak.
Bülent Ecevit
08.11.2006 - 22:50MUSALLA BAŞINDA YALAN SÖYLEMEK! ...
M.NİHAT MALKOÇ
Malum, ölümlü bir dünyada yaşıyoruz… Rabbimizin bildirdiği üzere 'Her nefis ölümü tadacaktır'(Âl-i İmran 185) Hangi ırktan, hangi, renkten, hangi dinden olursanız olun emanet olarak verilen canı sahibine teslim edeceğiz. Malımız, mülkümüz, evlatlarımız, makam ve mevkimiz bize hiçbir fayda sağlamayacaktır. Sadece dünyada kazandığımız sevaplar yoldaşımız olacaktır. Günahlar ve sevaplar öbür âlemdeki yerimizi tayin edecektir.
Yaşlı dünyamız nice renkli, silik, zengin, fakir, uzun, kısa, zayıf, şişman, merhametli, gaddar, imanlı, inkârcı simaları üzerinde taşıdı. Fakat hepsi de vaktini tamamlayınca göçüp gitti. Bazıları lanetle anıldı, bazıları hoş bir seda bıraktı geride. Kimisi ahiretini kör bir kuyuya, kimisi de gül bahçesine çevirdi bu dünyada… Herkes ama herkes cenneti de cehennemi de buradan götürdü aslında… Hiçbir iyilik mükâfatsız, hiçbir kötülük cezasız kalmadı. Ne kadar uğraştıysa da güneşi söndüremedi cılız nefesler…
Son zamanlarda meşhur bir sima daha ebedi âleme göç eyledi. Türkiye'nin yakın tarihine şekil vermiş, tanıklık etmiş bir siyasetçi olan Bülent Ecevit'ten bahsediyorum. Altı aya yakın bir zamandan beri bitkisel hayat yaşayan Ecevit sonunda her fani gibi son nefesini vererek bu dünyayı geride bıraktı. O artık ölüler kervanının bir yolcusudur. Uzun ve meşakkatli bir yola revan olmuştur. Dönülmez akşamın ufkuna belirmiştir silueti… Allah amelince rahmet eylesin demekten başka bir şey düşmüyor bizlere.
Bizim Türk- İslam kültüründe ölünün arkasından kötü söylenmez. En azından kişi defnedilene kadar onun iyilikleri anlatılır. İyilikleri yoksa sükût edilir. Çünkü ölünün yakınları zaten yeterince üzgündür, yıkılmışlardır. Ölü hakkında kötü konuşup onları yaralamak yakışıksız olur. Fakat bunda da ölçüye riayet etmek gerekir. Önceki söz ve tavırlardan yüz seksen derece dönüp kendini inkâr etmemek lâzımdır.
Son zamanlarda Ecevit üzerine söylenenleri duyunca insanların ne kadar samimiyetsiz olduklarını görerek üzülüyorum.Hayatta iken, Ecevit'e demediklerini bırakmayan ve araları kanlı-bıçaklı olan adamlara bakıyorum da, şimdi Ecevit'i yere göğe sığdıramıyorlar! ..Baykal'ın, Demirel'in, Kenan Evren'in Ecevit'i yüceltici samimiyetten uzak sözlerini duyunca insanların ne kadar samimiyetsiz ve tutarsız olduğunu düşünüp üzülüyorum. Sanki Ecevit'e sağlığında verip veriştirenler, onu yerin dibine sokanlar, onu mahkeme koridorlarında, hapishanelerde süründürenler onlar değildi. Onun en büyük rakiplerinden biri olan ve yıldızları hiç barışmaya Baykal onun için şunları söylüyor:
'Siyaseti ilkeli götürmeyi esas alan bir liderdi! .. Hepimizin öğretmeniydi! .. Ecevit, bir tarihî dönemin temsilcisiydi! .. Siyasî yaşamını; ülkenin bağımsızlığı, dürüstlüğü ve onuru üzerine kurmuş bir liderdi... Siyaseti, kapalı kapılar ardında yapmayı reddeden bir insandı! '
Oysa sağken neler neler söylemişti siyasetin bu yaşlı kurduna… Ona nice suçlamalarda bulunmuştu. Bunları burada dile getirmenin gereği yok şimdi… Herkes biliyor zaten…Çünkü üzerinden fazla zaman geçmedi.
Ecevit son nefesini verdiğinde Cumhurbaşkanı Sezer onunla ilgili şu açıklamayı yaptı:
'Eski Başbakanlardan Bülent Ecevit'in yaşamını yitirmesinden büyük üzüntü duydum. Siyasi tarihimizin simge kişiliklerinden Bülent Ecevit, yaşamı boyunca üstlendiği görevlerde etik değerleri ön planda tutarak, benimsediği istikrarlı çizgisi, demokratik duruşu, nezaketi ve aydın kimliği ile örnek olmuştur. Ecevit, devlet kademelerindeki Başbakanlık ve diğer görevlerinde laik Cumhuriyet'in korunması, Atatürk ilkelerinin özümsenmesi, Türkiye'nin her alanda gelişmesine ve çağdaşlaşmasına önemli katkılarda bulunmuştur.'
Oysa Sezer'in kendisinin Cumhurbaşkanı olmasında Ecevit'in çok büyük katkısı olmasına rağmen onunla yıldızı hiç barışmamıştı. Hatta aralarındaki bir tartışmayı Ecevit Cumhuriyet tarihinin en büyük siyasi krizi olarak nitelendirmiş, bu beyanat ekonominin bozulmasına yol açmıştı. Fakat taziye güzel cümlelerden kurulu…
Demirel ile Ecevit'in rekabetleri de meşhurdu. Demirel bir oy fazla almak için Ecevit'e demediğini bırakmazdı. Onun çirkin sözlerle tavsif ederdi. Fakat O da Ecevit'in ölümünden sonra ağız değiştirerek şunları söylüyor:
'Milletimiz değerli bir evladını kaybetmiştir. Devlet ve siyaset hayatında yarım asrı aşan hizmetlerde bulunmuş değerli devlet adamı Ecevit'e Allah'tan rahmet diliyorum.'
Asıl ilginç taziyeyi eski Cumhurbaşkanlarından Kenan Evren yapıyor. O taziyesinde geçmişte yaptıklarından utanarak, adeta günah çıkarıyordu:
'12 Eylül döneminde biliyorsunuz, o zamanın parti başkanlarıdır diye onları göndermiştik. O ayrı bir şey. Ben ona kırgın veya kızgın olduğum için bunu yapmadım. Ayrı gayrı yapamazdım. Onun için onu Eceabat'taki yere birlikte göndermiştik. Sevinerek yapmadım. Silahlı Kuvvetlerin aldığı bir karardı. Ama 12 Eylül'den sonraki dönemde siyasi çalışmalara bir süre ara verilmesini istedik. Öyle karar çıkardık. Ona rağmen 12 Eylül yönetimiyle mücadele etmek istedi. Bir mecmua çıkartmak istedi. Dış ülkelerden basın mensuplarına beyanat verdi. O zaman bunlar suç oluyordu. Sıkıyönetim mahkemesi iki ay mahkûmiyet verdi. Ben buna da çok üzülmüştüm. Ama yapacak bir şeyim yoktu.'
İnsanlar böyledir işte… Küçük menfaatler için büyük ve tutarsız sözler söylerler. Bir sözleri ötekini tutmaz. Musalla başında bile yalan yanlış konuşmaktan sakınıp sıkılmazlar. Siyaset insanları ne kadar değiştiriyor, kendi olmaktan çıkarıyor. Yazık, çok yazık! ...Ecevit'e Allah'tan amelince rahmet ve mağfiret diliyorum. Türkiye'nin başı sağ olsun.
10 Kasım
05.11.2006 - 19:54TARİH YİNE 1O KASIM…
M.NİHAT MALKOÇ
Tarihler 10 Kasım'ı işaret ederken saatlerin ibresi dokuzu beş geçeyi göstermemek için kıvranır durur. Çünkü o saatte zaman donmuştur bir daha geri dönmemelicesine… Fakat zaman bir nehir misali akarak bu hüzün dilimini de gösterir mahcup bir edayla… Zamanların en garibidir dokuzu beş geçeler… Ayların en hüzünlüsüdür Kasımlar… 10, rakamların en talihsizidir belki de… Kasımlar 10'a varınca, saatler dokuzu beş geçince Atatürk'ümüz düşer yâdımıza… Gerçi o yâdımızdan hiç çıkmaz ki! ... Bu dakikalarda iyice kök salar belleğimize. Fakat biz biliriz ki Mustafa Kemal etten kemikten ibaret olsa da sıradan bir fani değildir. Arkada bıraktıklarıyla yaşayan bir efsanedir. Bunu kendisi de böyle ifade etmişti zaten:
'İki Mustafa Kemal vardır: Biri ben, et ve kemik, geçici Mustafa Kemal... İkinci Mustafa Kemal, onu 'ben' kelimesiyle ifade edemem; o, ben değil, bizdir! O, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni hayat ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur. Ben, onların rüyasını temsil ediyorum. Benim teşebbüslerim, onların özlemini çektikleri şeyleri tatmin içindir. O Mustafa Kemal sizsiniz, hepinizsiniz. Geçici olmayan, yaşaması ve başarılı olması gereken Mustafa Kemal odur! '
Türk'ün Ata'sı 'ben' demeyi sevmezdi hiç… O, benlikten ve övünmekten, kelimenin tam anlamıyla tiksinirdi. Başarılı olmak için ekip ruhuna inanırdı. Kurtuluş Savaşı'nı da bu ruhla ve anlayışla başlatmış, zaferle neticelendirmişti. Kendisi iyi bir liderdi. Takdir etmesini ve yönlendirmesini çok iyi bilirdi. Önde yürümekten ve öne atılmaktan haz duysa da planlı hareket etmeyi, duygularına teslim olmamayı, akılla ve mantıkla yol almayı yeğlerdi. İlmi rehber edinirdi. Çağın gerçeklerine ve yeniliklerine inanır, gönül rahatlığı içerisinde onlara tabi olurdu. Geçen zamanın beraberinde getirdiği değişiklikleri dikkate alır, gereğini yapardı. Akıl ve bilim dışı naslara inanmazdı. Bunu şu sözlerinden çıkarabiliriz:
'Ben, manevî miras olarak hiçbir nass-ı katı, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevî mirasım, ilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü müşkülât önünde, belki gayelere tamamen eremediğimizi, fakat asla taviz vermediğimizi, akıl ve ilmi rehber edindiğimizi tasdik edeceklerdir. Zaman süratle dönüyor, milletlerin, cemiyetlerin, fertlerin saadet ve bedbahtlık telâkkileri bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur.'
Mustafa Kemal mala, mülke ve makama itibar etmezdi. Türkiye Cumhuriyetini kendi üstün gayretleriyle ve ileri görüşlülüğüyle kurmuş olmasına rağmen bunu milletin ortak iradesinin ürünü sayar, bu işte kendisini bir nefer olarak görürdü. Mal ve mülkü hayatın idame ettirilmesi için sadece bir vasıta olarak algılardı. Asıl servetin mal, mülk değil, üstün karakter olduğuna inanırdı. Bunun içindir ki Trabzon'u ziyaretinde mallarını milletine bağışladığını kamuoyuna açıklarken şu güzel ifadeleri kullanmıştır: 'Mal ve mülk, bana ağırlık veriyor. Bunları, soylu milletime geri vermekle büyük ferahlık duyuyorum. Zenginlikten ne çıkar; insanın serveti, kendi manevî şahsiyetinde olmalıdır! '
Cumhuriyetimizin mimarı olan Mustafa Kemal Paşa dostunu düşmanını çok iyi tanırdı. Kuru hamaset ifadelerine değer vermezdi. 'Ayinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz' sözüne gönülden inanırdı. Dalkavukluğa asla tahammül edemezdi.
Millet olarak seferberlik anlayışı içerisinde topyekûn kalkınma hamlesi başlatmıştı. Bu hamleye katkıda bulunan insanlara kol kanat gererdi. Kuru övgülerle göz boyamaya çalışan insanlara kapısı kapalıydı. Çünkü o ne olduğunu, nerede durduğunu bilirdi. Başkalarının samimi görüşlerinden yararlanırdı. 'Beni övme sözlerini bırakınız; gelecek için neler yapacağız, onları söyleyin! ' sözü onun dünyaya ve hayata bakış açısını özetlemektedir.
Tarih yine 10 Kasım… Bugün Atamızı rahmet ve minnetle anacağız. Herkes doğal olarak övücü sözler söyleyecek. Onun bu övgülere layık olduğunu biliyoruz. Fakat övgü sahiplerinin Atatürk Türkiye'si için bugüne kadar neler yaptıklarını sorgulamamız gerektiğine inanıyorum. Zira bu ülkede samimi Atatürkçülerin yanında, bu büyük ismi paravan olarak kullanıp çıkar elde etmeye çalışanlar da var. Atamızı onların elinden ve dilinden kurtarmalıyız. Zaten Atatürk yaşasaydı bu insanların yüzüne tükürür, ipliklerini pazara çıkarırdı. Onların samimiyetini bugüne kadarki icraatlarını irdeleyerek ölçerdi. Bu ülkede her alanda olduğu gibi Atatürkçülükte de samimi insanlara ihtiyaç vardır.
Gelin bu 10 Kasım'da ağlamayı bir kenara bırakıp bu büyük insanı anlamaya çalışalım… O da kendisine ağlanılmasını değil, düşüncelerinin hakkıyla anlaşılmasını arzuluyordu. Bunu yaparken onun bize miras bıraktığı Nutuk'tan yararlanalım. Her zaman yaşayan ve yaşayacak olan Atatürk, bu millet için yükselen bir değerdir. Onun etrafında toplanan ve Türkiye için düşünen beyinler aydınlık Türkiye'yi inşa edeceklerdir. Bu ülke aydınlıktan sapmayacaktır. Atatürk'ü 68. ölüm yıldönümünde rahmet ve minnetle anıyorum. Sözlerimi Halim Yağcıoğlu'nun anlamlı dizeleriyle bitirmek istiyorum:
'Tükenir elbet gökte yıldız, denizde kum tükenir
Bu vatan bu topraklar cömert
Kutsal bir ateşim ki ben sönmez
İnanın Mustafa Kemaller tükenmez.'
lösemi
05.11.2006 - 01:31BİZİM LÖSEMİLİ ÇOCUKLAR VE ŞEFKAT ELLERİ
M.NİHAT MALKOÇ
Bütün makam, mevki ve zenginlikleri elde edenler bile zaman zaman aradıkları mutluluğu bulamamışlardır. Çünkü sağlıklarının bozulması onların şevklerini ve zevklerini alt üst etmiştir. Bir anda makamlarını ve varlıklarını unutmuşlardır. Sağlığın nelere kadir olduğunu ancak bu hazineyi kaybettikten sonra kavrayabilmişlerdir. Bu safhadan sonra da ahlanıp vahlanmanın hiçbir müspet getirisi olmamıştır. Siz siz olun yerindeyken sağlığınızın kıymetini bilin ve onun rayına oturması için hiçbir şeyi esirgemeyin.
Osmanlı tahtında 47 yıl gibi çok uzun bir süre kalan cihan padişahı Kanuni Sultan Süleyman bile sağlığın malla, mülkle ve mevkiyle kıyaslanamayacağını bir şiirinde şöyle dile getirmiştir: “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi / Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.” Yani bazıları güçlü ve iktidarda olmayı en büyük servet olarak görse de, sağlık ve afiyet içerisinde rahat bir nefes almak en büyük nimet ve devlettir, demek istiyor.
Sağlık kısaca her yönden iyi olma hâlidir. Bu fiziki ve ruhi yanlarımızı da içeren geniş bir kavramdır. Zaten beden sağlığıyla ruh sağlığı aynı düzeyde iyi olmasa kişinin huzuru kaçar. Birinin olup, ötekinin olmaması ciddi arızalara neden olur. Günümüz insanı ruh sağlığını beden sağlığı gibi önemsemediği için bunun bedelini ağır ödüyor. Görülen arızalar olmamasına rağmen ruhsal hastalık hali içerisinde yaşam kalitemizi düşürüyoruz.
Günümüzde teknolojiyle beraber yaşam kalitesi artmış gibi görünse de hastalıklar da o oranda çeşitlenip fazlalaştığı için gerçekte olumsuz bir tabloyla yüz yüze kalmışız. Teknolojinin refahını, onun beraberinde getirdiği fiziki ve ruhi arızalarımız sıfırlamıştır. Özellikle kişiyi bir anda ölümle burun buruna getiren hastalıklarda büyük bir artış olmuştur. Bu hastalıklardan birisi de her türlü kanserdir. Bu türlerin içine girenlerden birisi de özellikle çocuklarımızı körpe yaşlarda elimizden alan Lösemi hastalığıdır.
Tıp otoritelerinin belirttiğine göre kanser, sayısı 100’den fazla olan bir hastalık grubunun ortak adıdır. Kanserde iki önemli özellik bulunur. İlk önce bedendeki bazı hücreler anormalleşir. İkinci olarak, bu tür özellikler taşıyan hücreler aşırı bir miktarda çoğalmaya devam eder. Yazımıza konu olan Lösemi de bir kanser türüdür. Lösemi kan hücrelerinin kanseridir. Lösemi ortaya çıktığında beden anormal sayıda anormal kan hücresi üretir. Çoğu lösemi tipinde bu anormal hücreler akyuvarlardır. Lösemi hücreleri normal kan hücrelerinden farklı görünümdedir ve uygun biçimde işlev görmezler. Çocuklarda en sık görülen kanser türü lösemidir. Çocukluk çağındaki kanser vakalarının yüzde 35’ini lösemiler oluşturur.
Lösemi halk arasında ‘kan kanseri’ diye bilinen hastalıktır. Bu hastalıkta çoğunlukla kemik iliğinden kaynaklanan ve bir tek hücrenin kanserleşmesi, daha sonra bu hücrenin bölünerek çoğalıp, önce kemik iliğini, daha sonra tüm organları istila etmesi durumu söz konusudur. Eğer tedavi edilmezse olay kısa sürede hastanın kaybı ile sonuçlanabilir.
Onkologların belirttiğine göre çocuklarda lösemi hastalığının belirtileri; iştahsızlık, kansızlık, zayıflama, bacaklarda kemik ağrıları, cilt altı kanamaları (kırmızı noktalar veya morarmalar) , burun ve dişeti kanamaları, ateş ilk gözlenen bulgulardır. Bu hastalığın kesin nedenleri bilinmemekle birlikte hem genetik hem de çevresel faktörlerin önemli rol oynadığı düşünülmektedir. Tüm hastalıklarda olduğu gibi bu hastalıkta da erken teşhis çok önemlidir.
Bilindiği gibi kanser, tedavisi zor ve masrafları ağır bir hastalıktır. Bu ağır yükün altından kalkmak herkesin harcı değildir. Özellikle Türkiye gibi gelir düzeyinin düşük olduğu ülkelerde böyle bir hastalığa yakalanmak ölümün ve çaresizliğin habercisidir. Sosyal devletin bu gibi yaralara merhem olması gerekir. Fakat devlet de merheme muhtaçsa bu iş gönüllü teşkilatlara, sivil toplum kuruluşlarına kalıyor. Çok şükür vicdan sahibi insanlar bu gibi muhtaçlara kol kanat geriyor; onların seslerine ses veriyor.
Bugün ülkemizde lösemili ve kan hastası çocukların, sağlık ve eğitim başta olmak üzere her türlü ihtiyaçlarının sağlanmasına yardımcı olmak amacıyla pek çok vakıf, dernek ve gönüllü kuruluş faaliyet göstermektedir. Bunlar maddi ve manevi anlamda hiçbir tutar dalı kalmayanlara ve hayata tutunamayanlara el ve güç vermektedir. Toplumun duyarlı kesimleri bu kurum ve kuruluşlara maddi ve manevi destek vermektedir. Pek çok hastamız onların şefkat kanatları altında aydınlık, mutlu ve sağlıklı bir geleceğe kavuşmaktadırlar. Bunun için pek çok sanatçımız hiçbir maddi karşılık beklemeden yardım konserleri organize etmektedir.
Karşılık beklemeden vermek hazların en büyüğüdür. Bunu ancak yaşayanlar bilir. Bu engin gönüllü insanlara ne kadar teşekkür etsek azdır. Bu onurlu davranış topluma saygının, merhametin ve kısaca insan olmanın en belirgin alâmetidir. Bu büyüklüğü gösterenlerin önünde saygıyla eğilmek boynumuzun borcudur. Onların sayısının artması insanlığın yaşadığına, azalması ise insanlığın iflasına işarettir. Lösemili hastalar morallerini diri tutsunlar. Bu hastalığı yenmek tıbbi tedavinin yanında, en çok da moralle mümkündür. Allah hastaların, darda kalanların yâr ve yardımcısı olsun.
10 Kasım
05.11.2006 - 00:0610 KASIMLARDA ATATÜRK'Ü ANLAMAK…
M.NİHAT MALKOÇ
Dünyada ölümünden sonra Atatürk kadar çok konuşulan ve üzerinde çalışılan bir devlet adamı yoktur. Sevenleri de, sevmeyenleri de onun hep konuşulmasına ve gündem olmasına zemin hazırlamıştır. Fakat onun sevenleri daima sevmeyenlerine galebe çalmıştır. Vatanını sevenler onun aydınlık yolunda bir ve beraber yürümüşlerdir. Türkiye Cumhuriyeti'nin Kurucusu, Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk, ölümünün 68. yıldönümünde bugün bütün yurtta, KKTC'de ve Türkiye'nin dış temsilciliklerinde törenlerle anılıyor. Sadece anılmıyor, her geçen gün daha da seviliyor ve tanınıyor.
Onu daha iyi anlamak ve anlatmak için küçük büyük herkes seferber olmuştur. Fakat Atatürk'ü yine en iyi kendisi anlatmıştır. Herkes farklı düşünse de o daima tevazulu davranmış, kendisini hiçbir zaman insanüstü bir deha olarak görmemiştir. Halkla olmaktan ve halkla anılmaktan haz duymuştur. Topluma fildişi kuleden bakmamış, halkının içine karışmıştır. Onun için de zaman onu altın kundağında emzirerek büyütmüştür. Hürriyet ve bağımsızlığı karakterinin olmazsa olmazı olarak kabul etmiştir. İnsanca yaşamanın ancak bağımsızlıkla mümkün olacağına inanmıştır. Bütün mesaisini bu uğurda harcamıştır. Onun şu vecizesi karakterinin ipuçlarını ve kodlarını vermesi açısından önemlidir:
'Hürriyet ve bağımsızlık benim karakterimdir. Ben, milletimin ve büyük ecdadımın en kıymetli mirasından olan bağımsızlık aşkı ile yaratılmış bir adamım! Çocukluğumdan bugüne kadar ailevî, hususî ve resmî hayatımın her safhasını yakından tanıyanlarca bu aşkım bilinir. Bence bir millette şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın yerleşmesi ve yaşaması, mutlaka o milletin hürriyet ve bağımsızlığına sahip olmasına bağlıdır. Ben şahsen, bu saydığım özelliklere çok ehemmiyet veririm ve bu özelliklerin kendimde varlığını iddia edebilmek için milletimin de aynı özellikleri taşımasını şart ve esas bilirim.'
Bizler Atatürk'e yetişemedik, onu dünya gözüyle göremedik. Fakat onu görenlerin beyanlarıyla bilgilendik. Atatürk'ü anlamak ve sevmek için görmek de gerekmiyordu zaten… Onun bıraktığı ilke ve devrimleri emanet bildik, öylece koruduk. Yeni nesil bu ilke ve inkılâpların aydınlığında yetişti. Onun bu dünyadan bedenen göçmesi sevenlerini üzdüyse de geride bıraktıklarıyla teselli buldular. O bir zamanlar 'Büyük ölülere matem gerekmez, fikirlerine bağlılık gerekir.' demişti. Kendisinden sonra da matem değil, ilke ve inkılâplarına sadakat bekliyordu. Kendisini göremeyenlere de şu sözleriyle teselli veriyordu: 'Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kâfidir.' Biz onu göremediysek de ilke ve inkılâplarını idrak ettik.
Atatürk ömrü boyunca hiç durmadı. Öncelikle başarılı ve zor bir tahsil hayatı geçirdi. Küçük yaşta babasını kaybetmesi hayatını iyice zorlaştırdı. Fakat o hiçbir şeyden yılmadı. Her zaman zorluklara göğüs gerdi. İmkânsızlık kavramı yoktu onun lügatinde. Bunu defalarca icraatlarıyla ispatladı. Başarılarını hak ve hakikat çizgisinde gerçekleştirdi; kimseyi ezmedi. Devletin kilit noktalarına ehil insanları yerleştirdi. Dürüstlükten hiçbir zaman ayrılmadı. Hak bildiği yolda gitti. Arkasında güzel bir miras bıraktı. Vazifesinin bitmediğine inandı ve son nefesine kadar canla başla çalıştı. Kendisinden sonrası için de sağlığında kadrolar hazırladı. Bununla ilgili olarak söylediği şu söz onun azim ve kararlılığını gözler önüne sermektedir:
'Ben vazifemin bitmediğini, yüklendiğim sorumluluğun da yüksek ve çetin olduğunu anlıyorum. Arkadaşlar, bu vazife bitmeyecektir; ben toprak olduktan sonra da devam edecektir! Ben seve seve, sevine sevine bütün varlığımı bu kutsal vazifeye vereceğim ve onun yüksek sorumluluğunu yüklenmekle mesut olacağım. Vazifeme başarı ile devam edebileceğim. Çünkü büyük milletimizin kalp ve vicdanında bana karşı sarsılmaz bir güven ve itimat taşımakta olduğunu görüyorum. Bu benim için büyük kuvvettir, büyük yetkidir.'
Atatürk, her şeyiyle Türk'ün özgün ve müstesna bir parçasıdır. O her haliyle bizi yansıtan ve tamamlayan büyük bir değerdir. On Kasımlarda onu sadece anmayalım, biraz da anlayalım. Çıkarları için onun güzel ismini kullananlara ve kirletenlere müsaade etmeyelim. Gerçek Atatürkçülülerle ondan faydalananları birbirine karıştırmayalım. Onun adı yaşadıkça Türkiye de yaşayacaktır. Türkiye yaşadıkça onun adı da ilelebet yaşayacaktır; lafta değil gönüllerde… Ölüm günün bizler için zihinlerin gafletlerden uyanacağı gün olsun. On Kasımlar ağlamak için değil, Türk'ün şanlı Ata'sını anlamak için bir fırsat ve vesiledir.
tiyatro
04.11.2006 - 23:32ÖĞRENCİLERLE “OCAK” KEYFİ
M.NİHAT MALKOÇ
Geçenlerde(03 Kasım 2006 Cuma günü) Trabzon Lisesi öğrencileriyle Trabzon Devlet Tiyatrosu Haluk Ongan Sahnesi’nde Turgut Özakman’ın yazmış olduğu Ocak adlı oyunu büyük bir keyifle seyrettik. Salon ağzına kadar Trabzon Lisesi öğrencileriyle doluydu. Suare sadece bu okulun öğrencilerine mahsustu. Boş koltuk yoktu, hatta aralar bile dolmuştu. Öğrencilerin yüreklerinde büyük bir sanat sevgisi taşıdıkları her hallerinden belliydi.
Trabzon’da Devlet Tiyatrolarının olmasının bu şehirde yaşayanlar için büyük bir şans olduğunu her zaman söylerim. Gerçekten de öyle değil midir? Bu şansa sahip şehir sayısı bugün itibariyle sadece 13’tür.(Ankara, İstanbul, İzmir, Bursa, Adana, Antalya, Trabzon, Konya, Sivas, Diyarbakır, Van, Erzurum, Gaziantep) Bunun kıymetini bilmeliyiz. Tiyatrocular boş koltuklara oynamamalıdır. Marifetin iltifata tabi olduğunu unutmamalıyız.
Turgut Özakman, Şu Çılgın Türkler adlı eseriyle geçen yıl adından çok söz ettirdi. Buna rağmen onun asıl ünlü olduğu alan tiyatrodur. Onlarca oyunu Devlet Tiyatrolarının ve özel tiyatroların repertuarındadır. Son seyrettiğimiz ‘Ocak’ adlı oyun da onun değerli tiyatro eserlerinden birsidir. Dilerseniz size öncelikle oyunun konusundan bahsedeyim:
“Oyunda dört çocuk, anne, baba ve büyükanneden oluşan bir emekçi ailesinde yokluğun, yoksulluğun baskısının yol açtığı çatışmalar sergilenmektedir. Bir otomobil tamircisi olan Tarık ve karısı Safiye’nin amacı, tüm sorunlara rağmen aileyi bir arada tutmaktır. Çok çalışmasına karşın ekonomik durumunu bir türlü düzeltemeyen Tarık, sürekli olarak zengin olma hayalleri kurar. Evin geçimini sağlayabilmek için babasına tek yardım eden çocuk, ortanca oğul Fazıl’dır. Babası ne kadar hayalperestse Fazıl o kadar gerçekçidir. Evin içinde bütün yükü omuzlayan Safiye ise gerçekçi bir insan olmasına rağmen, çaresizlikten, zaman zaman kurulan hayallere katılır.
Evlendirilmeyi bekleyen ve topal olan evin tek kızı Sevda, bunamış büyükanne ve okula giden en küçük oğul Özcan bakıma muhtaç insanlardır. Ailenin eve gelen parayla kıt kanaat geçinebilmesine, yarına güvenle bakamamanın ezikliği içinde olmasına rağmen, en büyük oğul Nihat bir işe girip çalışmaz. O sorumsuz, boş verici, hayalci bir insandır. Fazıl ve Safiye dışında tüm aile bireyleri birtakım hayaller kurmakta ve onlarla avunmaktadır. Hayallerle yaşamaktan dolayı yapılan ya da yapılabilecek olan hataları önlemeye çalışan Fazıl, bu yüzden hemen hemen ailenin tüm bireyleriyle çatışma halindedir. Hatta Fazıl, bunak olduğunu bildiği halde büyükannesinin kendisini bir paşa karısı sanmasına ve sürekli olarak etrafındakilere ‘uşaklar’ diye bağırmasına bile sinirlenir.
Safiye ise ocağın dağılmaması, ailenin bir arada kalabilmesi için çatışmaları gidermeye, ilişkileri yumuşatmaya çalışır. Safiye, kızının sevdiği çocukla parasızlık yüzünden evlenemeyeceğini anladığında en zor günler için sakladığı bileziğini satıp parasını kızına vermeyi düşünür ve bu düşüncesini kızıyla paylaşır. Bu arada yine olmayacak bir hayalin peşinde koşan Tarık, bir hurda otomobili alıp tamir etmeyi ve onunla çalışarak zengin olmayı tasarlamaktadır. Kocasının coşkusuna ve çaresizliğine dayanamayan Safiye, Fazıl’ın karşı çıkmasına rağmen, bileziği, kızı yerine kocasına verir. Bunun üzerine evlenebilmek için hiçbir umudu kalmadığını düşünen Sevda, sevdiği çocukla kaçar.
Fazıl, kardeşinin kaçacağını önceden anlamasına rağmen çaresizlikten kız kardeşinin gitmesine izin verir; alınan hurdanın da bir işe yaramaması üzerine bir hayli zor günler yaşar. Bu arada Nihat da babasıyla birlikte çalışmaya başlar ancak yine de ucu ucuna geçinebilmektedirler. Üzüntüsünden hasta olup yatağa düşen Safiye’nin işlerini evin erkeklerinin üstlendiği, ama bir türlü işin içinden çıkamadıkları görülür.
Ev içinde düzen bozulmuştur. Yeni alınan araba sürekli arıza yaptığı için para kazanamamaktadırlar. Sevda’nın yokluğu da derin bir üzüntüye neden olmuştur. Bu umutsuz tablo, perde sonuna doğru Sevda’nın eve geri dönmesiyle değişir. Bu dönüş işlerin iyiye gitmeye başlayacağının bir göstergesidir. Hemen mutfağa giren Sevda, büyük bir beceriyle işleri yapar ve annesinin hastalığının yarattığı boşluğu doldurur. Evin düzeninin yeniden kurulmasını sağlar. Oyun, Tarık’ın çiftlik alma hayalini anlatmasıyla son bulur...”
Rejisörlüğünü Ensar Kılıç’ın, Rejisör Yardımcılığını Fatih Dokgöz’ün, Reji Asistanlığını Fatih Yurdakul’un yaptığı, dekorunu Sertel Çetiner’in oluşturduğu, kostümünü Özge Şenol’un düzenlediği, ışık tasarımını Burhanettin Yazar’ın tasarladığı oyunda Dilek Güven(Safiye) , Ufuk Şener(Nihat) , Fatih Dokgöz(Tarık) , Ozan Karaahmet(Özcan) , Duygu Dokgöz(Babaanne) , Aslı Artuk(Sevda) , Birkan Görgü(Fazlı) rolleriyle sanatseverlerin karşısına çıktılar. Hepsi de rollerinin hakkını fazlasıyla verdiler. Şehrimizde böyle kaliteli oyuncuların varlığı bizleri fazlasıyla mutlu ediyor. Oyunda emeği geçen herkese Trabzonlu tiyatro severler adına şükranlarımı sunuyorum.
Gençlerimiz şiddetten uzak dursun, sanatla kucaklaşsın. Şiddet şiddeti doğurur. Sanat ufkumuzu açar. Tiyatro onları bekliyor. Trabzon Lisesi’nin gelecek vaat eden öğrencileri tiyatroyla ve genel anlamda sanatla iç içe yaşadığı için bu okulda şiddetin esamisi okunmuyor. Tarihi bir okula da zaten bu yakışır. Bunun gerçekleşmesinde okuldaki idarecilerin ve öğretmenlerin payı çok büyüktür. Hepsini kutluyorum.
cumhuriyet
01.11.2006 - 22:1983.YILINDA CUMHURİYETİMİZ VE TEKAYDER’İN ETKİNLİKLERİ
M.NİHAT MALKOÇ
Bu yıl da, Atatürk’ün fazilet olarak nitelendirdiği Cumhuriyetimizin 83. yıldönümünü büyük bir coşkuyla kutladık. Her kurum üzerine düşen vazifeyi hakkıyla yerine getirdi. Halkımız her zaman olduğu gibi Cumhuriyetine sahip çıktı. Törenlere halkımızın çoğunluğu gönüllü olarak iştirak etti. Bu bağlamda Trabzon’da faaliyet gösteren TEKAYDER(Trabzon Eğitim, Kültür, Araştırma, Yardım Derneği) 31 Ekim 2006 Salı akşamı Trabzon’da Zorlu Grand Otel Konferans Salonunda Cumhuriyetle ilgili konferans tertip etti. ‘83. Yılında Cumhuriyetimiz’ konulu konferansı KTÜ Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyelerinden Doç. Dr. Hikmet Öksüz kalabalık bir dinleyici topluluğuna verdi.
Konferanstan evvel TEKAYDER Yönetim Kurulu Başkanı Fuat Öründü kısa bir açış konuşması yaptı. Ardından TEKAYDER’le ilgili bir tanıtım cd’si izlendi. Derneğin bugüne kadar yaptığı faaliyetler tanıtıldı. Konferanstan evvel konuşmacı Hikmet Öksüz’ün biyografisi okundu. Seçkin bir dinleyici kitlesine konuşan hatip Doç. Dr. Hikmet Öksüz, bir saati aşkın sohbet tadındaki konuşmasında şu görüşlere yer verdi:
“Türkiye Cumhuriyeti imparatorluktan milli devlete geçişin meyvesidir. Osmanlı Devleti üç kıtaya hâkimdi ve 23 bin kilometre karelik bir toprak parçasını içine alıyordu. Dünyadaki her beş insandan biri Osmanlı uyruğuna mensuptu. Bugünkü topraklarımız 814 bin kilometrekareye düşmüştür. Cumhuriyet kurulduğunda 13 milyon nüfusumuz vardı.
Türkiye Cumhuriyeti ‘nin kuruluş sürecinde ve Birinci Dünya Savaşı’nda üç milyon insanımızı kaybettik. O zamanlar Ermeniler devletlerine isyan ettiler. Rumlar fırsatı kaza etmediler. Onlar da ayaklandılar. Bu zor şartlar altında 1923’te Türkiye adında millî bir devlet oluşturduk. Bu pek çok değişimi de beraberinde getirdi. Osmanlı’da halkın yüzde 87’si müslümandı. Milli devlete geçiş sürecinin sonunda bu oran 1927’te yüzde 99’lara yükseldi. O zamanlar halkın yüzde 86’sının dili Türkçeydi. Tarihin hiçbir döneminde bu millet bu kadar homojen bir yapıya kavuşmamıştı.
Cumhuriyet, İstiklal Harbi gibi çok önemli bir başarının ardından geldi. Türkiye Cumhuriyeti saltanatın devrilmesine karşı bir hareketin neticesi değildir. Mustafa Kemal Samsun’a çıktığından itibaren hep meşruiyetçi bir tavır ortaya koymuştur. O, milli iradeyi hâkim kılmak için mücadele etmiştir. Bu cumhuriyet rejimiydi. Cumhuriyeti ortaya çıkaran Türk milletinin iradesi ve kararlılığıdır. Devleti idare edenlere yetkiyi millet verir. Cumhuriyetin ruhu budur.
Cumhuriyetle birlikte tebadan vatandaşlığa geçilmiştir. Cumhuriyetle birlikte hukuk birliği gerçekleştirilmiştir. Herkes devletin itibarlı bir üyesi olmuştur. Bu durum vatandaşların devlete bağlılığını güçlendirmiştir. Fakat bugün bu bağlar zayıflatılıyor. Milleti devletten koparma projesi yürütülüyor.
Cumhuriyet Türkiye’sinin en büyük kazançlarından birisi eğitim birliğidir. Tevhid-i Tedrisat Kanunu’yla eğitim birleştirilmiş, yabancı okullar da tek çatı altında toplanmıştır. Türkiye topraklarındaki misyoner okulları kapatılmıştır.
Cumhuriyetle beraber başkentin Ankara’ya taşınması coğrafi bir tercih değil, mücadele ettiğimiz kesime meydan okumadır. O zamanın güçlü ülkeleri Lozan’ı meclislerinde bir yıl boyunca kabul etmemişlerdir. Hatta tepki olarak elçilerini başkent Ankara’ya göndermemişlerdir. Kapitülasyon geleneğinden gelen Avrupa ülkeleri Osmanlı’dan kopardıkları kapitülasyonları Türkiye Cumhuriyeti’nden de beklemişlerdir. Fakat umduklarını bulamamışlardır. Çünkü 1930’da bütün zorluklara rağmen ‘Hayır’ diyebilen bir Türkiye vardı. O zamanki Türkiye’yle ‘AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer’ diyen zihniyeti bir karşılaştırın. O zamanlar belki bugünkü kadar ileri bir seviyede değildik ama iktidarda milli iradeyi hâkim kılan idareciler vardı. Üstelik Türkiye; Osmanlı’nın borçlarını ödemeye mecbur edilmişti. Bu borçları ancak 1954 yılında bitirebildik.
Cumhuriyet Türkiye’si 1945’ten sonra ekonomisini dışa bağımlı hale getirdi. O gün bugündür belimizi doğrultup milli iradeyi hâkim kılamıyoruz. Cumhuriyet hiçbir aileye ilelebet devleti idare etme yetkisi vermedi. Herkese eşit haklar ve şartlar tanıdı. Kadına seçme seçilme hakkı Fransa’da 1944’te verilmesine rağmen bizde 1934’te verildi. 1923’te Mustafa Kemal Paşa tarafından kurulan Cumhuriyet modeli bu milletin dokusuna uygun olduğu için halk tarafından da kolaylıkla benimsenmiştir. Cumhuriyet kurulduktan sonra Osmanoğulları ailesi katledilmemiş, sadece şartlar gereği sınır dışı edilmiştir. Yani bizdeki değişim bir kısım Avrupa ülkelerindeki gibi kanlı olmamıştır.
Bizler stratejik açıdan zor bir coğrafyada yaşıyoruz. Karadan sekiz tane komşumuz var. Enerji kaynaklarının kesiştiği noktadayız. Dünya petrol rezervlerinin yüzde 65’inin hem eski sahibi, hem komşusuyuz. Finlandiya ve Norveç gibi sadece iki komşumuz yok. Bu ülkeler gibi rahat bir konuma sahip olsaydık bugünkünden çok daha ileri konumda olacaktık Bu konumumuzdan dolayı başımıza hep çorap örülüyor. İlerleyişimiz engelleniyor. Bardağı bir türlü dolduramıyoruz. Altını oyup boşaltıyorlar. Cumhuriyet Türk’ün dokusuna çok uygun bir sistemdir. Onu koruyalım ki geleceğimiz aydınlık olsun.”
Konferanstan derlediğim kırık dökük notlar bunlar… Bilinmelidir ki KTÜ, Trabzon için büyük bir nimettir. Çünkü bu köklü bilim yuvasında çok değerli ilim adamları var. Hikmet Öksüz de onlardan biri… Kendisi Çaykaralı… İçimizden biri… Çok akıcı bir konuşma tarzı var. Engin bir bilgi ve birikim sahibi… Ben onu geleceğin Osman Turan’ı olarak görüyorum. Zaten Osman Turan da Çaykaralıydı. Çaykara tarih bilimi sahasında yeni bir değer yetiştiriyor. Trabzon ondan istifade etmelidir.
TEKAYDER’in “83. Yıl Cumhuriyet Kültür ve Sanat Etkinlikleri” hafta boyunca devam etti. 01 Kasım 2006 Çarşamba günü Hamamizade İhsanbey Kültür Merkezi’nde Cumhuriyetimizin 83. Yılı Fotoğraf Sergisi açıldı. “Vatan Sağolsun” adlı kısa bir tiyatro gösterisi sunuldu. Halk oyunları gösterisi yapıldı. Yöresel yemekler standı açıldı. İstiklal Harbi’ne ait temsili siper oluşturuldu. Abide şahsiyetlerimiz ve abide eserleri standı kuruldu.
Bunun yanında İlimizde kaybolmaya yüz tutmuş meslekler standı ziyaretçilerin dikkatine sunuldu. 02 Kasımda yine aynı mekânda “Kuruluşundan Günümüze Cumhuriyetimiz” konulu sinevizyon gösterisi yapıldı. Aynı günün akşamı saat 19.00’da Akçaabat Belediyesi Korosu Türk Sanat Müziği Konseri verdi. Bu yıl TEKAYDER sayesinde dolu dolu bir Cumhuriyet Bayramı geçirdik. Emeği geçen herkese Trabzonlular adına teşekkür etmeyi bir borç biliyorum. Umarım bu faaliyetler gelecek yıllarda da artarak devam eder. Çünkü bu tarz programlar rutin törenlere nazaran çok daha faydalı ve ilgi çekici oluyor.
kitap
30.10.2006 - 22:22ÇOCUK KİTAPLARI
M.NİHAT MALKOÇ
Çocuklar hayatımızın vazgeçilmez değerleridir. Onlar için ne yapmayız ki? .. Her şeyimiz onlara adanmıştır. Gecemizi günümüzü onlara ayırmaktan yorulmayız, hatta onlarla geçirdiğimiz her an büyük mutluluk ve haz duyarız. Canımızdan bir parçadırlar. Onların eğitimi için varımızı, yoğumuzu harcarız. Onların başarılarıyla gururlanırız.
Çocukların kişiliğinin gelişmesinde ailenin, okulun ve çevrenin etkisi çok büyüktür. Çocuk ilk terbiyesini anne babasından alır. Ebeveyn ne yaparsa onlar da aynı şeyleri yapmaya çalışır. Çocukların güzel huylar edinmelerini istiyorsanız onlara iyi örnek olun. Yapmadığınız şeyleri onlardan istemeyin ve beklemeyin. Öncelikle onları bağımsız bir fert olarak kabul edin. Onları anlamaya, dünyalarına girmeye çalışın.
Çocuğun yetişmesinde anne –babadan sonra okulun tesiri büyüktür. Okul daha çok öğretim ağırlıklı olsa da burada eğitim de verilir. Öğretmenler bilginin yanında, terbiye de verir öğrencilerine, vermelidir de… Gün boyu öğretme gayesi güden öğretmen, vazifesini hakkıyla ifa etmiş, başarılı bir öğretmen sayılamaz. Öğretimin yanında edep de asla ihmal edilmelidir. Her fırsatta çocuğun ahlâki gelişimine katkıda bulunulmalıdır.
Çocukların çevreden etkilendiği, karakterinin oluşumunda çevrenin de büyük tesiri olduğu bilinen bir gerçektir. Aile ve okul kadar olmasa da çevre de çocuğun kişiliğini olumlu veya olumsuz şekilde etkiliyor. Bunu bilen ve önemseyen aileler çocuklarının arkadaş çevresini mercek altına almayı ihmal etmezler; çocuklarının arkadaş çevrelerini tanırlar.
Çocukların kişiliklerinin şekillenmesinde okudukları kitapların etkisi de çok büyüktür. Çocuklar okudukları kitapların tesiri altında kalabilir. Okuduklarından yola çıkarak hareket edebilirler. Kitabın içeriği müspetse okunanlar kazanca, menfiyse kayba yol açabilir. Bu hususta aile reisinin titiz ve uyanık olması şarttır. Yoksa dönüşü olmayan yollara sapabiliriz.
Çocuklara okuma alışkanlığı kazandırmak ve kitap sevgisini arttırmak için her yıl Kasım ayının ikinci pazartesi günü ile başlayan hafta, Çocuk Kitapları Haftası olarak kutlanmaktadır. Bu haftanın kutlanmasını ilk kez, 1917 yılında Amerikan izcilerinin kitaplık yöneticileri önermiş ve 1919 yılından itibaren kutlanmaya başlanmıştır. Ülkemizde ise bu haftanın kutlanmasına 1947 yılında başlanmıştır. O tarihten beri bu hafta içerisinde değişik etkinlikler gerçekleştirilmektedir. Hafta boyunca kitapla çocuk zihinlere nakşedilmektedir.
Bilindiği gibi Türkiye’nin en büyük meselelerinden birisidir okumamak… Okumamak nasıl mesele olur demeyin. Bunu ferdi planda değerlendirme hatsına düşmeyin. Okumazlık toplumsal bir hastalıktır. Şayet insanımız yeterince okusaydı cehalet yüzünden başımıza bunca felâket gelmezdi. İnsanlar hak ve sorumluluklarını bilirdi; hainlerin oyununa gelmezdi.
Çocuk okuma alışkanlığını öncelikle ailede ve okulda kazanır. Eğer aile fertleri kitaba değer veriyorsa ve düzenli olarak okuyorsa, çocuklar da belli bir zaman sonra okumaya başlayacaktır. Bu zamanla okuma kültürüne ve davranışa dönüşecektir.
Çocuk, okumayı bir zorunluluk değil, bir zevk olarak görmelidir. Çocuklar kitapları oyuncakları yerine koymalıdır. Onlardan zevk almalıdır. Bu zevki kazandırmak için evde ailece kitap okuma saatleri düzenlenmelidir. Anne babayla birlikte okunan kitaplar, çocuğa kitap ve okuma sevgisi kazandıracaktır. Çocuk okumayı angarya olarak görmekten kurtulacaktır. Okumak onun için bir davranış haline dönüşecektir.
Çocuklar dil zevkini ailelerinden ve öğretmenlerinden kazanırlar. Okudukları kitaplar ise kelime dağarcıklarını zenginleştirir, algılama güçlerini artırır. Dil imkânlarını genişletir, hayal gücünü zenginleştirir. Çok okuyan kişiler kendilerini ifade etmekte güçlük çekmezler.
Çocuklarımıza küçük yaşlardan itibaren okuma sevgisi kazandırmalıyız. Fakat bu hususta onları başıboş bırakmamalıyız. Kitap seçimine çok dikkat etmeliyiz. Çocukların abur cubur okumalarına müsaade etmemeliyiz. Onların zevklerine ve seviyelerine uygun kitaplar seçmeliyiz. Aksi takdirde onlara kitap sevgisi kazandıracağız derken onları kitaptan soğutabiliriz. Okunacak kitap ne çok basit, ne de çok ağır olmalıdır. Kitabın basiti de, ağırı da çocuğu sıkar ve okuma sevgisini köstekler.
Türkiye’de çocuk kitapları alanında ciddi boşluklar vardır. Yazarlarımız nedense bu alana fazla ilgi duymuyorlar. Ülkemizde çocuk kitapları piyasasında daha çok çeviri eserler dolaşıyor. Bu eserlerin bir kısmının içeriği kültürel değerlerimize aykırıdır. Bazıları hıristiyan propagandası yapmaktadır. Çevirenlerin basiretsizliği ve dile hâkim olamayışları da çocukların dil zevkini ciddi biçimde baltalıyor.
Anne babalar her fırsatta çocuklarına kitap alıp hediye etmelidir. Her evde bir kütüphane oluşturulmalıdır. Okul ve sınıf kitaplıklarına katkıda bulunulmalıdır. Ders kitabı dışındaki eserlerin okunması teşvik edilmelidir. Yeni çıkan çocuk kitapları takip edilmeli, satın alınmalıdır. Böylelikle bu alanda kalem oynatanlara da destek olunmuş olur. Çünkü marifet iltifata tabidir. Şartlar uygunsa çocuklar yazarların imza günlerine götürülüp onlarla tanıştırılmalıdır. Böylelikle çocukların ilgisi kitaplara çekilmelidir.
organ nakli
29.10.2006 - 14:03ORGAN NAKLİ HAFTASI VE TÜRKİYE'NİN SINIFTA KALMIŞLIĞI
M.NİHAT MALKOÇ
Gelişen tıp teknolojisi pek çok alanda organ naklini mümkün kılmaktadır. Görev yapmayacak kadar hasta ve hatta bedene zararlı hale gelen bir organın, bir yenisi ve sağlamı ile değiştirilebilmesi işlemine 'Organ Nakli' denmektedir. Organ naklinin ne kadar önemli olduğunu ancak organ bekleyenler bilir. Bu yüzden ülkemizde her yıl 3-9 Kasım tarihleri arsında Organ Nakli Haftası kutlanmaktadır.
Bilindiği üzere ileri kalp, karaciğer ve böbrek yetmezliği olan hastalarda sağlıklı bir hayat sadece organ nakli ile mümkündür. Bugün ülkemizde böbrek bekleyen 17-18 bin hasta vardır. Diyaliz bu hastalarda yardımcı bir tedavi şeklidir ancak kalp ve karaciğer hastalarının diyaliz gibi bir yardımcı tedavi imkânları yoktur.
Beyin ölümü gerçekleşmiş hastalar böbrek, kalp, karaciğer gibi organlarını bağışlayarak başka hastalara hayat verebilirler. Bu insani bir vazifedir. Kişiye getirdiği fazladan bir yük de yoktur. Çünkü beyin ölümü gerçekleşmeyen hastalardan organ almazlar. Bir kişinin beyin ölümü gerçekleştikten sonra da yaşama ihtimali yoktur. Bu konuma gelen kişinin organlarının başkalarının vücudunda hayat bulmasından daha güzel ne olabilir ki? ... Bugünden tezi yok gelin organlarımızı bağışlayalım. Türkiye'yi bu alanda da sınıfta kalmış olma ezikliğinden kurtarıp sınıf atlatalım.
Organ bağışının da belli başlı kuralları vardır. Beyin ölümü gerçekleşmiş 18 yaşından küçüklerin organlarının kullanılması için ebeveynleri(anne-baba) izin vermelidir. Bundan yukarı yaşlardakilerin sağken organlarını bağışlamış olmaları ve bunu belgelendirmeleri gerekli ve yeterlidir. Aksi halde bu yönde bir beyanı olmayan kişilerin organları hiçbir şekilde alınmaz, başkalarına nakledilmez. Gönüllülük ve rıza bu işte birinci şarttır.
Ülkemizde organ bağışı hiç de yaygın değildir. Bu konuda sınıfta kalmış bulunmaktayız. Fakat bunda asıl suçlu vatandaşlar değil, bu konunun ehemmiyetini, tıbbi ve dini yönünü onlara yeterince anlatamayan görevli kişi ve mercilerdir. Çünkü bu hususta ciddi bilgi eksiklikleri vardır. Kulaktan dolma bazı yanlış bilgiler bu hususta adım atmak isteyenleri caydırmaktadır. Bunlardan birisi kişinin organlarının ölmeden alınacağı endişesidir. Bununla beraber organlarını bağışlayan kişinin hastanelerde tıbbi tedavilerinin yeterince yapılmaması, ölüme ayrılması korkusudur. Böyle organize sahtekârlıklara kurban gideceğini sananlar az değildir. Oysa organ bağışlayan kişinin organlarının alınıp kullanılması ancak o kişiye tıbben yapılacak tüm tedaviler uygulandıktan sonra gündeme gelir.
Beyin ölümü gerçekleşmiş hastalarda adından da anlaşılabileceği gibi beyin fonksiyonları tamamen ve geri dönmeyecek biçimde kaybolmuştur. Yani bu kişilerin bilinci yerinde değildir ve ancak solunum makinesi desteği ile yaşamlarının sürmesi mümkündür. Kişilerin ben gerçekten ölmeden organlarımı alırlar korkusu yersizdir, çünkü beyin ölümüne karar verecek ekip ile organ naklini yapacak ekip ayrı doktorlardan oluşur. Organ bağışı yapan kişilerin ilmi delillerle ve etkili telkinlerle bilgilendirilmesi ve ikna edilmesi şarttır. Bunu yapmadan vatandaşın tereddütlerini ve şüphelerini gideremezsiniz.
Müslüman bir millet olduğumuz için hâl ve hareketlerimizde İslami ölçüleri esas alırız. Bazı mütedeyyin insanlar organ naklinin dinen caiz olmadığını sanırlar. Bir kısım cahil insanlar ise öteki dünyaya gidince bağışladıkları organlarının orada eksik olacağı endişesine kapılırlar. Mesela gözünü bağışlayan kişiler, nakledilen kişinin harama bakmasından dolayı işlenecek günahların kendisine yazılacağını düşünürler. Oysa mühim olan organ değil, iradedir. Böyle bir şeyi düşünmek bile saçmadır. İslam dini organ nakline cevaz vermiştir. Hatta Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu'nun bu konuda yazılı fetvaları da vardır. Bunları şüpheleri izale etmesinden dolayı dikkatinize sunuyorum.
Din İşleri Yüksek Kurulu'nun 19.01.1968 gün ve 3 sayılı gerekçeli kararında 'yalnız hayatı kurtarmak için değil, bir organı tedavi etmek, hastalığın tedavisini çabuklaştırmak için de kan naklinin caiz olduğu, tıbbi ve hukuki kaidelere riayet edilmek şartıyla kalp naklinin de caiz olacağı...' ifade olunmuştur. Kurul aşağıdaki şartlara uyularak yapılacak organ ve doku naklinin caiz olacağı sonucuna varmıştır:
'Zaruret halinin bulunması, yani hastanın hayatını veya hayati bir uzvunu kurtarmak için, bundan başka çaresi olmadığının, mesleki ehliyet ve dürüstlüğüne güvenilen bir tabip tarafından tespit edilmesi, hastalığın bu yoldan tedavi edilebileceğine tabibin kanaat getirmesi, organ veya dokusu alınan kişinin, bu işlemin yapıldığı esnada ölmüş olması, toplumun huzur ve düzeninin bozulmaması bakımından organ veya dokusu alınacak kişinin sağlığında buna izin vermiş olması veya hayatta iken aksine bir beyanı olmamak şartıyla, yakınlarının rızasının sağlanması, alınacak organ veya doku karşılığında hiçbir şekilde ücret alınmaması, tedavisi yapılacak hastanın da kendisine yapılacak bu nakle razı olması gerekir. Bu fetvada da öngörüldüğü gibi İslamiyet organ nakline izin vermektedir. Bunu ilgili kesimlere hakkıyla anlatmak şarttır.
Ülkemizde insanlar maalesef organ bağışı konusunda yeterince duyarlı değildir. Bunun bir seferberlik anlayışı içerisinde aşılması gerekir. Çünkü toprak olacak bir organı özgür iradenizle bağışlayarak başkalarına hayat veriyorsunuz. Bunun dini yönden sevap olduğu inkâr edilemez. Bu aynı zamanda insani bir görev ve mühim bir sorumluluktur.
cezayir
29.10.2006 - 09:46FRANSA'NIN CEZAYİR SOYKIRIMI
M.NİHAT MALKOÇ
Ülkemizi kıskaca almak isteyenler, tarihi gerçekleri saptırarak başka türlü ve yanlı gösterme gayreti içerisindedirler. Bu anlamda ülkemizi Ermenilere soykırım uygulamakla suçlayanlar aynı teraneleri ısıtıp ısıtıp önümüze koymaktadırlar. Hatta bazıları bu hususta Ermenilerden daha heveskâr davranmaktadırlar. Bunların başında pek çok Avrupa ülkesiyle birlikte şüphe yok ki Fransa gelmektedir.
Dilerseniz bu konuyla ilgili ayrıntılara girmeden evvel soykırımı tanımlayalım… Soykırım, ırk, canlı türü, siyasal görüş, din, sosyal durum ya da başka herhangi bir ayırıcı özellikleri ile diğerlerinden ayırt edilebilen bir topluluk veya toplulukların bireylerinin, yok edicilerin çıkarları doğrultusunda önemli sayıda ve düzenli biçimde yok edilmeleridir.
Bazıları soykırımı tehcirle karıştırıyor. Oysa tehcir zorla göç ettirme demektir. Türklerin Ermenilere yaptığı tehcirdir. Bunun sebebi de Ermenilerin Birinci Dünya Savaşı sırasında Türklere ihanet etmeleridir. Bunun belgelerle ispatı defalarca yapılmıştır.
Soykırım dendiği zaman Nazilerin, Yahudilere ve diğer etnik gruplara karşı giriştikleri kitlesel yok etme akla gelir. 1939-1945 yılları arasında 5-6 milyon Yahudi, üç milyondan fazla Sovyet savaş esiri, birer milyondan fazla Polonya ve Yugoslavya sivil halkı, 200.000 civarında Çingene ve 70.000 özürlü insanın canına kıyılmıştır. Bunlar planlı ve son derece çirkin cinayetlerdir. Soykırım dedikleri bu olsa gerek…
Almanların soykırımı var da onların yanı başındaki Fransızların yok mu? Olmaz mı? Fransızlar soykırımın alâsını Cezayirlilere yapmışlardır. Birleşmiş Milletler'in 1948 tarihli Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi'ne göre bir eylemin soykırım olarak nitelendirilebilmesi için, belirli bir insan topluluğunun; milliyeti, ırkı, etnik kökeni veya dini dolayısıyla yok edilmesi niyetinin bulunması gerekir. Fransızların Cezayirlilere yaptığı bu tanımlamaya uyuyor. Fakat Türklerin Ermenilere yaptığı, bu tanımlamayla örtüşmüyor.
Türklere karşı her fırsatta kin ve nefret kusan Fransa, son aldığı meclis kararıyla Ermeni soykırımını inkâr edenleri para ve hapis cezasıyla tehdit ediyor. Bu kararı alan Fransa'nın tarihine bakınca insanın 'bu perhiz bu ne lahana turşusu' diyeceği geliyor. Çünkü bizi suçlayan Fransa, bir zamanlar Cezayir topraklarını işgal ederek, bu topraklarda akla ve hayale gelmedik zulümler yapmıştır. Her fırsatta Türklerin Ermenileri katlettikleri iddiasını gündeme getiren Fransızların Cezayir'de yaptıkları katliamlar, asıl hangi milletin zalim ve katil olduğunu belgeleriyle gözler önüne seriyor. Fakat gözü kör, kulağı sağır ve şuuru kapalı olanlar hakikatleri görmekte zorlanıyorlar. Oysa gerçekler inkâr etmekle yok olmuyor.
Gizlenmek istenen ve hiçbir şekilde kabullenilmeyen bu toplu öldürmeler 1830 yılında Cezayir'in Fransızlar tarafından işgal edilmesiyle başlamış ve bu katliamlar 132 yıl boyunca en vahşi şekilde devam etmiştir. Bu döneme ait onlarca toplu mezar bulunmuştur. Cezayirlilerin bu zor zamanlarında ülkemiz onlara elinden geldiğince yardım etmiştir. Fakat her nedense Cezayir'in bağımsızlığıyla ilgili yapılan oylamada Türkiye çekimser oy kullanmıştır. Bu tutum Müslüman Cezayirlileri çok üzmüş, ümmet bilinci yara almıştır.
Fransa'nın Cezayir'e baskıları bu kadarla kalmamış, öldürmeler ve yıldırmalar 1945 yılında iyice çığırından çıkmıştır. Türkiye ise, Cezayir'in 1954-1962 yılları arasında Fransız sömürgeciliğine karşı verdiği bağımsızlık savaşı sırasında Fransa'ya destek vermişti. Bu, millet olarak yüzümüzü kızartan bir duruştur.
Batıya sırtını yaslayanın batması mukadderdir. Çünkü Batı hiçbir zaman dostumuz olmadı, bundan sonra da olmayacaktır. Millet olarak Avrupa'ya ve ABD'ye verdiğimiz değerin ve emeğin yüzde birini Doğu milletlerine verseydik bugünkü konumda olmazdık. Müslüman âleminin lideri olurduk. Fakat bizler bunu anlamayacak kadar izan fakiriyiz.
Bağımsız bir devlet olmasına rağmen bugün Cezayir'de Fransa'nın kültürel izlerini bütün çıplaklığıyla görebilirsiniz. Öncelikle Cezayir'de Fransızca, Arapça'dan daha yaygın olarak konuşulmaktadır. Bu ülkede damak dadında bile Fransa'nın izleri vardır. Fransız mutfağı ülkeye egemendir. Bugün Cezayir sokaklarında dolaşsanız Paris'te olduğunuzu zannedersiniz. Bu benzerlik gelişmişlik açısından değil, kültürel açıdandır. Zaten üzücü olan da budur. Dilini ve kültürünü kaybedenlerin uşaklaşması mukadderdir. Nitekim öyle de olmuştur. Bundan millet olarak hepimizin ders alması gerekir.
Köklü ve medeni devlet geleneğine yakışmayan bütün bu tavırlarından sonra yine de Fransa'yı sağduyulu olmaya çağırıyoruz. Kraldan çok kralcı olmasınlar. Kendi kamburlarını görmezlikten gelip başkalarının selvi boyunu kambur göstermeye çalışmasınlar. Tarihi tarihçilere bıraksınlar. Mazlum milletlerin kaderini masa başında tayin etmesinler. Her ne kadar kabullenmeseler de Cezayir mezalimini biz değil, onlar yaptı. Unutmasınlar ki güneş balçıkla sıvanmaz. Boşuna kendilerini yormasınlar. Neticede su akar mecrasını bulur.
kızılay
26.10.2006 - 23:08KIZILAY’IN YÜKSELİŞİ
M.NİHAT MALKOÇ
Türkiye’nin en köklü kurumlarından birisidir Kızılay…138 yıldan beri bu ülkenin muhtaç insanlarına hizmet veriyor. 11 Haziran 1868 tarihinde ‘Osmanlı Yaralı ve Hasta Askerlere Yardım Cemiyeti’ adıyla kurulan Kızılay, 1877’de ‘Osmanlı Hilali Ahmer Cemiyeti’, 1923’te ‘Türkiye Hilaliahmer Cemiyeti’,1935’te ‘Türkiye Kızılay Cemiyeti’ ve 1947’de ‘Türkiye Kızılay Derneği’ adını almıştır. Kuruluşa ‘Kızılay’ adını büyük önder Atatürk vermiştir. İlk Başkanı Dr. Makro Paşa’dan bugüne kadar onlarca başkan bu güzide kurumda görev yapmıştır. Zaman zaman büyük felâketler altında ezilmiş, kimi zaman da vazifesini alnının akıyla yerine getirmiştir.
Kızılay sosyal bir yardım kuruluşudur; savaş, deprem, sel baskını, yangın, salgın hastalık gibi felakete uğrayanlara yardım eder. Depremden, selden, yangından zarar görenlerin yardımına koşar. Felakete uğrayanların barınmaları için çadır, battaniye, yiyecek, giyecek dağıtır. Yaralananların iyileşmeleri için geçici hastaneler kurar. Savaşta yaralanan askerlerin iyileşmeleri için çaba gösterir. Onlara her tür yardımda bulunur. Kızılay’ın sembolü, beyaz zemin üzerinde karşıdan bakarken sola doğru açık kırmızı ‘ay’dır. Yalnız Kızılay bayrağında ‘ay’ın açık yüzü bayrak direğinin tersine doğrudur.
Kızılay zor zamanların kurumudur. Onun için her zaman teyakkuzdadır. Her an olumsuz bir olay yaşanacakmışçasına hazırlıklıdır, öyle de olmalıdır. Ülke olarak zor ve tehlikeli bir coğrafyadayız. Doğal afetler ve savaşlar bu coğrafyanın adeta kaderi olmuştur. Bu millet çok sıkıntılar çekmiştir. Bu sıkıntılar sırasında Kızılay her zaman onların yanında ve yakınında olmuştur. Vatandaş bu kurumun sıcaklığını yanı başında hissetmiştir.
Kızılay’ın amacı; savaşta felakete uğrayanları koruyan 12 Ağustos 1949 tarihli Cenevre Sözleşmeleriyle Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin taraf bulunduğu uluslararası anlaşmaların kendisine yüklediği hizmetleri görmek, bunların yerine getirilmesine yardımcı olmak, barışta yurt içinde ve yurt dışında vukua gelen her türlü afet ve felâketlere karşı Tüzük dâhilinde üzerine düşen hizmetleri yerine getirmek, insaniyetçi hukuk ilkelerine bağlı kalmak, sağlık ve sosyal dayanışmayı desteklemek, sosyal refahın geliştirilmesine yardımcı olmak,
Uluslararası Kızılhaç Komitesi, Uluslararası Kızılay-Kızılhaç Dernekleri Federasyonu ve bu federasyona dâhil ulusal kuruluşlarla amaç ve işbirliği yapmaktır.
Türkiye’den daha yaşlı olan bu kurum, bu kutsal vazifeyi büyük bir titizlikle ve eksiksiz olarak devam ettirmektedir. Savaş alanlarında yaralanan ya da hastalanan askerlere hiçbir ayırım gözetmeden yardım etme arzusundan doğan Kızılay, taraf olduğumuz bütün savaşlarda bu doğrultuda çok başarılı hizmetler vermiştir. Cephe gerisinde kurduğu seyyar ve sabit hastaneler, hasta taşıma servisleri, donattığı hastane gemileri ve yetiştirdiği hemşireler ve gönüllü hastabakıcılar aracılığıyla savaş alanlarında yaralanan ya da hastalanan on binlerce Mehmetçik’in dost ve düşman askerinin bakım ve tedavisine yardımcı olmuş, Türk olsun, düşman olsun savaş esirlerine gereken insani yardımları yapmış, savaştan etkilenen sivil halkın bakımı ve korunması için çaba göstermiş, ülkemizde, sağlık ve sosyal yardım alanlarında birçok hizmete öncülük etmiş ve uluslararası insani yardım faaliyetlerine de katılmıştır. Bu çalışmaları bütün kesimler tarafından takdir edilen Kızılay’a gönüllü yardım kuruluşları ve vatandaşlar maddi ve manevi destekte bulunmuştur.
Bazılarının zannettiği gibi Kızılay sadece kan toplayan bir kurum değildir. Kan toplamanın yanında ihtiyaç sahiplerine gıda ve çadır yardımı da yapmaktadır. Kızılay deyince nedense aklımıza deprem gelmektedir. Çünkü Kızılay depremde zarar görenlerin, evlerini ve yakınlarını kaybedenlerin en samimi dostudur. Türkiye 27 Ağustos 1998 Depremi’nde çok büyük acılar yaşamış, bu zor günlerde yanında Kızılay’ın sıcak dost elini bulmuştur. Fakat o zamanlar Kızılay böyle büyük bir depreme hazırlıksız yakalandığı için çok aciz kalmış, eleştiri oklarına muhatap olmuştur. Fakat böyle büyük bir felâkette hangi kurum olsa aciz kalırdı. Depremin büyüklüğüyle birlikte o zamanlar Kızılay’ın idaresinde de ciddi yanlışlıklar göze batmaktaydı. Bugünkü Başkan Tekin Küçükali bu meseleleri çözmüş, her zaman hazır ve nazır bir Kızılay teşkilatı oluşturmuştur.
Türk Kızılay’ı sadece ülkemiz sınırları içerisindeki felaketlere müdahale etmiyor, bunun yanında Türkiye’nin darda kalmış dost ve müttefiklerine de elinden gelen yardımı yapıyor. Bunlar arasında Pakistan, Filistin, Bosna-Hersek Belarus, Bangladeş, Arnavutluk, Azerbaycan, Afganistan, Sudan, ABD, Endonezya, Srilanka, Lübnan…vb. gibi ülkeleri sayabiliriz. Bu yardımlar Türkiye’yle ilgili ülkeler arasında dostluk köprülerinin kurulmasına zemin hazırlamaktadır. İnsanı açıdan bakılınca bundan büyük kazanç yoktur.
Son yıllarda Türk Kızılayı büyük bir atılım içerisine girmiştir. Kızılay’ımız artık doğal afetlere karşı geçmişe göre daha hazırlıklıdır. Eski hatalardan dersler alınmıştır. Eleştiriler ehliyetli idareciler tarafından dikkate alınmış, bir dost tavsiyesi olarak görülmüş ve bunlardan faydalanılmıştır. Zaten akıllı yöneticiler eleştiriden gocunmaz, bunları ganimet bilir.
Son dönemde Kızılay Kurumu yurt dışında pek çok ülkede takdire şayan çalışmalar yapmakta, Müslüman Türk milletini dünya genelinde yüzünün akıyla temsil etmektedir. Bu güzel hizmetleri başarıyla organize eden hemşehrim Sürmeneli Tekin Küçükali’yi iflasın eşiğindeki bir kurumu alıp zirveye taşıdığı için yürekten kutluyorum. 138. yaş gününde Kızılay haftasını kutluyor, bu güzide kuruma uzun ömürler diliyorum.
Fransa
26.10.2006 - 22:29FRANSA'NIN ANLADIĞI DİL: BOYKOT
M.NİHAT MALKOÇ
Durup dururken sözde Ermeni soykırımının inkârını suç sayan tasarıyı Türkiye'nin ve AB'nin tepkilerine rağmen kabul eden Fransa artık çok olmaya başladı. Fransızların sinsi Türk düşmanlığını bilmemize rağmen son aldıkları saçma sapan kararla bunu bu kadar aşikâr göstermelerine şaşırdık. Biz şaşırırken dünyanın medeni ülkeleri bu karara güldü. Herkes Fransa'yla dalga geçmeye başladı. Çünkü karar çok komikti. Alınan kararda fikir ve vicdan hürriyeti hiçe sayılıyor. Fransa bu kadarla da kalmıyor Ermeni soykırımını inkâr edenlere çok ağır bir para cezasını öngörüyor. Yıl 2006… Yer Fransa…Filmin türü komedi! ...
İlk bakışta Fransa'nın Ermeni hayranlığı hepimizi şaşırtıyor. Çünkü Ermenistan bile bu konuda Fransa kadar radikal kararlar almamıştır. Aslında Fransızların Ermenileri kayırma gibi bir dertleri yoktur. Onların asıl gayesi Türkiye'nin AB yolunu kapatmaktır. Fransa'nın Türkiye'ye karşı Osmanlı'dan gelen tarihi bir kini vardır. Bazı tarihi hakikatleri sindirmede güçlük çekmektedirler. Hele Türkiye'nin gelecekte AB'ye üye olmasına asla tahammül edemeyeceklerdir. Bu hususta her fırsatta ülkemizin önünü keseceklerdir. Milli duruşu ilke edinen bizler Fransa'nın bu tutumunu hazmedemesek de Batı'dan ilham alan besleme aydınlar bu küstahlığı rahatlıkla içlerine sindirebilmektedirler.
Ülkemizde özellikle tanzimatla başlayan Fransız tesiri bugüne kadar devam etmiştir. Bu etki azalsa da bugün hâlâ devam etmektedir. Galatasaray, Saint Joseph, Notre Dame de Sion, Saint Benoit Liseleri ve Galatasaray Üniversitesi ülkemizdeki Fransız menşeli okullardır. Bu okullar Fransız dilini ve kültürünü Türkçenin ve Türk kültürünün önüne geçirmenin mücadelesi içindedirler. Bu okullar nerden bakarsan misyonerlik faaliyetleri yürütmektedirler. Fransız din adamları tarafından kurulmuşlardır. Faaliyetleri şüpheler uyandırmaktadır. Bizce yeri ve zamanı gelmişken bu kurumların da boykot edilmesi gerekir. Benim ülkeme kuyu kazanın dilini de, okulunu da istemem. Varsın Fransa'nın dilinden ve mimsiz medeniyetinden mahrum kalalım. Fransızların yaptığı bu son densizlikten sonra bu okulların da kızağa çekilmesi gerekir. En azından bu okullara olan talebin azalması temennimizdir. Bu okulların Türk kültürüne hiçbir katkısı yoktur; hatta zararı vardır.
Bilindiği gibi Fransa'yla tarih boyunca diplomatik ve ekonomik ilişkilerimiz oldu. Onlar hep bizden koparmaya çalıştılar. Para, toprak, imtiyaz… Bizler de hep onların dümen suyunda gittik. Orta yolu bulma konusunda hiç taviz vermediler, bizden taviz beklediler. Bizler yumuşak başlı olduğumuz için hep geri adım attık. Tepkilerimizi sözden öteye götürmedik. Kuru kınama sözleri hiçbir zaman Fransa'yı geri adım atmaya zorlayamadı.
Bu sefer böyle olmamalı… Tepkimiz sözden öteye gitmeli… Fransızlar sözden anlamaz. Onların anladığı dil boykottur. Zira ülkemizde çok sayıda Fransız markası satılmaktadır. Bizler eğer ülkemizi seviyorsak bizi kıskaca almak isteyen ve her fırsatta yok etmeye çalışan Fransa'ya ekonomik ambargo uygulamalıyız. Ciddi olarak geri adım atıncaya kadar Fransız mallarını evimize, işyerimize sokmamalıyız. Paramızda bu hainleri beslememeliyiz. Bu kargaları besledikçe gözümüzü oyuyorlar. Gelin bu basiret körlüğüne son verelim. Hangi malın Fransızlara ait olduğunu bilmiyorsanız alın size liste… İşte Fransız ürünleri… Bu ürünlerden uzak durun. Türkiye'de yaygın olarak satılan Fransız ürünlerini sektörleriyle birlikte dikkatinize sunuyorum:
'Benzin: Total, Elf; Süpermarket: Carrefour, Gima, Dia Endi, ChampionSA; İnşaat: Ondulin Avrasya (Onduline -Bituline-Isoline) , Lafarge, Chryso, Weber Markem; Seyahat: Air France, Club Med; Tıraş Bıçağı: BIC; Çakmak: BIC, Cartier; Kırtasiye: BIC, Sheaffer; Yoğurt: Danone, Yoplait; Şişe Suyu: Perrier, Danone, Evian; Mutfak ve diğer ev eşyaları: Tefal; Oto Lastiği: Michelin, Uniroyal, Recamic; Oto Yedek Parça: Valeo; Otomobil: Renault, Peugeot, Citroen; Spor Ekipmanı: Le coq sportif; Motosiklet, Bisiklet: Peugeot; Giyim: Lacoste, Givenchy, Pierre Cardin, Yves Saint Laurent, Etam, René Derby, Sonia Rykiel, Cacharel, Daniel Hechter; Çanta: Longchamps, Lancel, Louis Vuitton; Şampuan: L'Oreal, Studio Line, Lancome; Saç ürünleri: L'Oreal, Studio Line, Garnier, Kerastase; Cilt Bakım ürünleri: Clarins, Guerlain, Avon, Avene; Bebek giyim, mama, oyuncak: Bledina, Mellin, Majorette, DPAM, Petit Bateau; Kozmetik: L'Oreal, La Roche Posay, Biotherm, Christian Dior, Clarins, Vichy; Parfüm: Chanel, Christian Dior, Clarins, Drakkar Noir, Fahrenheit, Lancome, Lavendar Harvest; Dergi: Marie Claire, Elle; Telekom: Alcatel; Sigorta: AXA, Güneş Sigorta, Başak Sigorta, Başak Emeklilik (Groupama International): Finans: Societe General Bankası, TEB (Türk Ekonomi Bankası): İlaç firmaları: Sanofi …'
Bu listeyi daha da uzatabiliriz. Özgürlük, eşitlik ve demokrasinin anavatanı olmakla övünen Fransa'nın siyasi ve ideolojik bir yaklaşımla ifade özgürlüğünü kısıtlaması ve tarihe müdahale etmeye kalkışması demokrasiye vurulmuş bir darbedir. Gerçi bizler Fransızların bu ikiyüzlülüğüne tarihten bu yana alışığız. Bunlar bizim için sürpriz değil.
Bizler haklı tepkimizi koyarsak ve bunda kararlı olursak onlar da bu çeşit küstahlıkları yapmaya bir daha cesaret edemezler. Fransız'ın lafa karnı toktur. En doğru eylem boykottur. Zira Fransız ekonomisi bugünlerde hiç de iyi bir dönem geçirmiyor. Milletçe boykotumuzda kararlı olalım. Fransız malları ucuz ve kaliteli olsa da almayalım. Bu tepkinin bir vatandaşlık görevi olduğunu unutmayalım. Ülke olarak Fransız mallarını topyekûn boykot edersek onlar da bu tarz densizliklere bir daha kalkışamazlar.
dua
22.10.2006 - 22:59DUA MÜMİNİN SİLAHIDIR
M.NİHAT MALKOÇ
Dua Allah’a yalvarma, yakarış demektir. ‘Çağırmak, seslenmek, istemek, yardım talep etmek’ anlamlarına gelen dua, yüce kitabımız Kuran’a göre ‘insanın içten bir kalp ile Allah’a yönelmesi, O’na muhtaç bir varlık olduğunun şuuru ile sonsuz güç sahibi, Rahman ve Rahim olan Allah’tan yardım talebinde bulunmasıdır. Kul özellikle darda kaldığı zaman Rabbine sığınır, ondan ister. Çünkü yaratan, besleyen ve koruyan ancak O’dur. İslam dini isteme hususunda Allah ile kul arasına üçüncü bir kişinin girmesine asla müsaade etmez. Bu yaklaşım yüce dinimizin kolaylıklarından birisidir. Bu da gösteriyor ki Yüce Allah kullarını her zaman görüyor, işitiyor; kimliği, makamı, mevkisi ne olursa olsun muhatap kabul ediyor. Sevgi, şefkat, hoşgörü ve merhamet dini dediğin ancak böyle olur.
Dua zaman ve mekân sınırlarını aşmanın bir başka ifadesidir. Dua ibadetin özü, inanan insanların her an hakka yönelen sözüdür, yakarışıdır. Kulun, kendisini yaratan Rabbine maruzatıdır. Beş vakit namazdan sonra açılan ellerimiz ve söyleyen dillerimiz aslında Allah’a muhtaç olduğumuzu ve onun sonsuz kudret sahibi olduğunu beyan eder. Güçsüzün güçlüye ilticası ve onun Rabbaniyetine boyun eğmesi, onun şefkat ve cömertlik ikliminde soluklanması… Duanın bir başka manası da bu olsa gerek…
Yüce Rabbimiz kendisinden istememizi, el açıp yalvarmamızı murat ediyor. Kulun helal dairesinde olan nimetleri istemesi onu mutlu ediyor. Çünkü o isteyene vermekten hoşlanıyor. Yeter ki üslubunca istemesini bilelim. Öncelikle alnımızdan ter akıtalım. İstemeden evvel fert olarak yapılması gerekenleri yapalım. Dualarımızda samimi olalım. Rabbimiz, Habibi Hz. Muhammed(sav) ’e şöyle sesleniyor: “De ki: Sizin duanız olmasaydı Rabbim size değer verir miydi? ”(Furkan 25/77) . Demek ki bizi kıymetli kılan dualarımızdır.
Dualarımızın kabul ve muteber olması için duadan önce iyi iş yapmak, temiz olmak, abdestli olmak, dua başında Allah’a hamdetmek, kıbleye yönelmek, Resullullah’a salâvat getirmek, elleri açıp yalvarmak, sükûn içinde, boynu bükük, mütevazı olmak, kalben korku içinde olmak, alçak sesle ve gizlice dua etmek, Resulullahtan intikal eden, Kuran’da geçen dualarla niyaz etmek, Resulü ve salih kulları vesile etmek, dua ederken kalbinden ne geliyorsa o şekilde dua etmek, kalbi başka düşünceden temizlemek, herkese dua etmek ve sözlerini üç defa tekrarlamak, duanın kabulünün ümidi içinde olmak, kötü dilekte bulunmamak ve salâvat getirmek gerekir. Böyle davranmak duanın kabulünü hızlandırır.
Dua müminin gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, gülen yüzü, helale koşan ayağı, Hakk’a yönelen kalbi, zikreden dili ve fikreden beynidir. Cennet kapıları ancak duayla ve besmeleyle açılır. Cehennem kapılarını sadece dualı diller ve helale uzanan eller kapatabilir. Dua açan gülümüz, seherde esen yelimiz, Hakk’a teslim olan ve onun adıyla titreyen kalbimizdir. Gönül bahçelerimiz onunla yeşerir. Hayat onunla anlamını bulur. O ki içimizdeki karanlıkları aydınlatır, yanan kalpleri serinletir. Fırtınanın tipiye dönüştüğü ve kurtuluşun, imkânın sınırlarını zorladığı demlerde tutacağımız yegâne dal duadır.
Dua kulluğun en güzel ifadesidir. Kalp onunla safa bulur ve yumuşar. Belalara karşı kalkandır o… Karamsarlığın her yanımızı sarıp sarmaladığı demlerde felahtır, müjdedir, yeşeren taptaze umuttur. Kırk ağızlı koca kavşaklarda yolumuzu gösteren kılavuzdur. Daralan ruhlara genişliktir. Faniliğe ebedilik iksiridir. Nurdur yolumuzu aydınlığa boğan… Çölleşen maneviyat tarlalarına ilahi rahmetin sağnak sağnak yağmasıdır. Köz köz olan yürek yaralarına merhemdir. Ölümü bekleyen hastalara şifadır.
Duanın temelinde Allah’a sadakat ve güven vardır. Duayla hâl-i pür-melâlimizi Allah’a sunarız. İçimizi o büyük dosta döker, dileklerimizi onun yüce dergâhına sunar, sonra da büyük bir teslimiyetle neticeyi bekleriz. Duanın makbulünü Allah’ın cömertliğinde, reddini günahlarımızda ararız. İç dünyamıza çekidüzen veririz. Tekrar onun kapısına dayanır, duada ısrarcı oluruz. Asla ondan yüz çevirmeyiz. Zira ondan başka gideceğimiz kapı var mıdır?
Allah içimizden geçenleri bilir. Madem öyle niye isteklerimizi dua yoluyla O’na ulaştırma yoluna başvuruyoruz? Bilinmelidir ki dua aynı zamanda bir ibadettir. Bu yolla isteklerimizi O’na iletmenin yanında; Rabbimize saygımızı, güvenimizi ve O’nun gücünün her şeye yettiğini itiraf ederiz. Bu aynı zamanda Allah’ı ululamaktır. Ondan başka gidecek kapımızın olmadığını kabullenmektir. Onun için, duada sözden daha ziyade öz önemlidir. Neyi istediğin değil, niçin ve ne amaçla istediğin mühimdir. Dua eden kişi Allah’la arasındaki bağı pekiştirmiş olur, duadan kaçınanlar Rabbiyle aralarındaki iman bağını gevşetirler. Nasıl ki sevdiğimiz dostlarımızı sürekli arar, hâl ve hatırlarını sorar, aramızdaki muhabbet bağını berk tutarsak işte öyle de Allah’la olan bağımızı duayla güçlü ve sağlam kılarız.
Dua kulun aczinin fakrının ve zaaflarının itirafıdır. Öte yandan Allah’ın her şeye muktedir olduğunun dil ile ifadesi ve kalp ile tasdikidir. Kul dua ettikçe kendi güçsüzlüğünün, Allah’ın sonsuz gücünün farkına varır. Olması gereken de budur.
Dua eden insanın öncelikle yapması gerekenleri yerine getirmesi, ardından tevekkül etmesi gerekir. Tevekkül, elinden gelenin azamisini yapıp, kendini aşan kısmının Allah’ın yardımına havale edilmesidir. Fakat günümüzdeki insanların tevekkül anlayışında da ciddi yanlışlıklar vardır. Yan gelip yatarak, Allah’tan nimet ve ihsan beklemek doğru değildir. Toprağın mahsul verebilmesi için, onun sürülmesi, ekilmesi, gübrelenmesi ve sulanması gerekir. Bunları yapmadan ürün beklerseniz bu doğru bir davranış olmaz. Böyle hareket etmek tevekkül değil, miskinliktir. Miskinlik de mümine yakışmaz. Bu adetullaha da muhalif bir yaklaşımdır. Her şey bir sebebe bağlıdır. Fakat nimetleri veren Allah’tır.
Tedbirsiz tevekkül olmaz. Hz. Peygamber, müminlerin elinden geleni yaptıktan sonrasını Allah’a bırakmalarını önermiştir. Bununla ilgili olarak anlatılan şu kıssa manidardır: “Bir bedevi: ‘Ya Rasûlullâh! Devemi çölde bırakıp tevekkül ediyorum! ’ demişti. Peygamber (sav) de cevaben: ‘Deveni bağla, ondan sonra tevekkül et! ..’ diyerek onu ikaz etmiştir. Konumuz tevekkül olmamasına rağmen duanın tevekkülle yakın bir ilişkisi olmasından dolayı bu meseleye değinmeyi de gerekli gördük. Çünkü tevekkülü kavramadan dua edilmesi ve edilen duanın netice vermemesi kulu inanç bulanıklığına sürükleyebilir.
Peygamber Efendimiz duayı hayatının her anında yaşamın en güzel meşgalesi saymıştır. Her fırsatta Allah’ına iltica etmiş, tebliğ zorluklarının ateş topuna dönüştüğü anlarda duayla serinlemiştir. Yeryüzüne O’nun kadar dua eden bir başka insan gelmemiştir. Oysa o ‘ismet’ sıfatına haizdi. Yani günah işlemezdi. Böyle olduğu halde dua ikliminden uzak durmamıştır. Ona göre “İbadetin en üstünü duadır.”… “Dua ibadetin ta kendisidir.”… “Dua, ibadetin beynidir.” O böyle yaparken biz günahkârlar nasıl olur da Allah’a yakarmaz, affını dilemez? Nasıl dua edileceğini bilmeyenler Peygamber Efendimizin ettiği duaları aynen söyleyebilirler. Peygamberimizin ettiği dualardan bazılarını dikkatinize sunmak istiyorum:
“Ya Rabbi, Sana ve Resulüne itaat etmemizi ve bildirdiklerinle amel etmemizi nasip eyle! ...Ya Rabbi, faydasız ilimden, makbul olmayan ibadetten ve kabul edilmeyen duadan sana sığınırım….Ya Rabbi, bildiğimiz-bilmediğimiz bütün iyilikleri ver, bildiğimiz-bilmediğimiz bütün kötülüklerden de koru! ...Ya Rabbi, her işimizin sonunu güzel eyle, dünya sıkıntılarından ve ahiret azabından bizi koru! ...Ya Rabbi, bizi sabreden ve şükredenlerden eyle! ...Ya Rabbi, bizi dostlarına dost, düşmanlarına düşman olanlardan eyle! ...Ya Rabbi, acizlikten, tembellikten, korkaklıktan, cimrilikten ve her çeşit hastalıktan sana sığınırım! ...Ya Rabbi, işinde sebat eden, nimetine şükreden, ibadetini güzel yapan ve doğru konuşanlardan eyle! ...Bedenime, kulağıma, gözüme sıhhat ver! Küfürden, fakirlik ve kabir azabından sana sığınırım…Ya Rabbi, kusurlarımızı ört, korkulardan emin kıl ve borçlarımızı ödememizi nasip et! ...Ya Rabbi, sıhhat, afiyet ve güzel ahlak ver! Kaza ve kaderine rıza gösterenlerden eyle! ...Ya Rabbi, gece ve gündüz gelecek kötülüklerden, sıkıntılardan, kötü arkadaştan ve kötü komşudan sana sığınırım….Ya Rabbi, ölünceye kadar ibadet etmemizi, ömrümüzün hayırlı amellerle sona ermesini nasip et ve Cennetini ihsan eyle! ...Ya Rabbi, zulmetmekten, zulme uğramaktan sana sığınırım….Bize dünya ve ahirette iyilik, güzellik ver ve Cehennem azabından bizi koru! ...”
Allah kulundan dua istiyor. Dua Allah ile kul arasındaki manevi rabıtadır. Dua bağıyla Yaratana bağlananlar asla gevşeklik gösteremezler. Onlar Rablerinin, dualarına ses vereceğini bilirler. Dualarının Allah’a ulaşacağından şüphe duymazlar. Yalnız ona dayanırlar, yalnız ondan isterler. Çünkü mülkün gerçek sahibi O’dur. Bununla ilgili olarak Allahü Teala sevgili Peygamberine hitaben şöyle buyurmuştur: “(Ey Muhammet!) kullarım sana, benden sorarlarsa, ben, şüphesiz onlara pek yakınım. Bana dua edenin duasını dua ettiği anda işitir, ona karşılık veririm.”(Bakara 2/186)
Resulullah her an Allah’la beraberdi. Otururken, yatarken, ayaktayken, yürürken, yolculuktayken zihni Allah’ın ululuğunu tefekkür etmekle meşguldü. Cenabı Hakk’ın isimlerini, sıfatlarını düşünür, fikrederdi. Allah’ın nimetlerini över, yüceltirdi. O Rabbinden kendisi için güzel ahlâk ve salih amel dışında fazla bir şey istemezdi. İstekleri hep ümmetinin kurtuluşuna dairdi. Ahir zaman ümmetinin, şeytanın vesveseleriyle imansızlık bataklığına düşmemesi için Rabbine yalvarırdı. Aldığı her nefeste Rabbine şükrederdi. O bilirdi ki dua; inen felaketlere de, inmemiş musibetlere de fayda verir. Kazayı; duadan başka geri çevirecek şey yoktur. Dua her derde devadır. Allah’tan başka sığınacak kimimiz vardır?
Bazıları dualarının kabul olmadığını söylerler. Bu nerden bakarsan hoş bir ifade değildir. Bu, farkında olmadan Allah’tan şikâyetçi olmaktır. Şartlarına uygun yapılırsa dua kabul olur. Duanın en mühim şartı Müslüman olmaktır. Helâl yiyenin duası makbuldür. Hadis-i şerifte, “Duanın kabul olması için, iki şey lâzımdır: Birincisi, kişi duayı ihlâs ile yapmalıdır. İkincisi, yedikleri ve giydikleri helâl olmalıdır.” diye buyrulmaktadır.
Günahkârın duasının kabul edilip edilmeyeceği hep tartışılagelmiştir. Dünyada günahkâr olmayan kul varsa da, sayıları azdır. Kul günah işlemeye meyillidir. Mühim olan bile bile günah işlememektir. Allah günah işleyip istiğfar eden kulunu sever. Günahkâr müslümanın duası, kabule şayan değilse de, bilinmelidir ki Allah, dua edenin elini boş çevirmez. Dua sebebiyle ya günahlar affolur, ya gelecek bir bela önlenir, ya mevcut bir bela kalkar yahut ahirette büyük sevaba kavuşulur. Yeter ki kul işlediği günahlardan dolayı pişmanlık duysun, bundan sonra günah işlememek için gayrete gelsin. Zira Resul-i Ekrem Efendimiz: “Allahü Teala, duanızı kabul eder. Dua ettim, hâlâ duam kabul olmadı diye acele etmeyiniz! Allah’tan çok isteyiniz! Çünkü kerem sahibinden istiyorsunuz” diye buyurarak tavrımızın ne olması gerektiğini beyan etmektedir. Fakat bizler aceleci davranıp peşin istiyoruz. Bu da hatalar zincirinin ilk halkasını teşkil ediyor.
Bir rivayete göre Hazret-i Musa, Tûr Dağı’na giderken, yolda, namaz kılıp Hakk’a ağlayıp duâ eden bir zâta rastlamış. Musa Aleyhisselâm, münacatında bu kimsenin affı için Cenab-ı Hakk’a niyaz ettiğinde, Cenâb-ı Hak’tan nida gelip, ‘Ya Musa! Ben o zatın namazını ve duasını kabul etmem. Zira üstüne giymiş olduğu elbisenin bedelinde haram para vardır! ’ buyurmuştur. Bu hadise duaların Allah katında kabulü için helal yemenin ve helal kazancın ehemmiyetini göstermektedir. Dualarımız geri çevriliyorsa bu hususta kendimizi yoklamalıyız. Zira bir hadis-i şerifte, ‘Rabbiniz kerimdir, kendine açılan eli boş çevirmekten hayâ eder, edilen duayı kabul eder’ buyrulmuştur.
Dua kula manevi güç verir. Onun dayanacağı bir güç, tutunacağı bir dal olduğunu bilmesi korkularını ve umutsuzluklarını bertaraf eder. Bundan yola çıkarak bazı hastalıkların duayla iyileştiği sonucuna varılmıştır. Zira pek çok hastalığın esas nedeni psikolojiktir. Kişi güçlü olunca hastalıkları da kolayca yenebilmektedir. Allah gibi bir dostu ve sonsuz gücü yanında hisseden kişi elbette çok daha umutlu ve diri olacaktır.
Duanın hastalıkların iyileşme sürecine katkıda bulunup bulunmayacağı konusu Batılı bilim adamları tarafından bile araştırılmıştır. Mind/Body Medicam Enstitüsü’nün kurucusu Dr. Herbert Benson tarafından 10 yıl boyunca devam eden ve 1800 kişinin katıldığı bir araştırma, bu alanda şimdiye kadarki en geçerli sonuçların elde edildiği araştırma olarak nitelendirilmektedir. ABD'de federal hükümetin 2,3 milyon dolar fon ayırdığı araştırmalarla ulaşılan sonuç, dua ve hastalıkların iyileşmesi arasında birebir bağlantı olduğudur. Bu ilmî bir araştırmadır. Dolayısıyla bu neticeyi iyi okuyup yorumlamak gerekir. Bu araştırmanın Müslüman bilim adamları tarafından yapılmış olmasını ne kadar çok isterdim. Fakat duanın tesirini bile Batılılar ve Amerikalılar araştırıp bizlere sunuyor. Müslümanlar tevekkül edip çalışmayı erteleyedursun,bakalım sonumuz ne olacak! ....
Duanın iyileşme sürecindeki tesirini araştıran bilim adamları dua eden ve Allah’a dayanan kişilerin daha kısa zamanda iyileştiği sonucuna varmışlardır. Şimdi biz böyle konuşunca bazıları yine sözlerimizi suiistimal edecektir. İlmî inkâr ettiğimizi söyleyecektir. Hayır, kimsenin ilmi inkâr ettiği filan yok. Aksine İslam dünyasında en çok gelişen bilim sahalarından birisi de tıptır. Biruni, Farabi, İbni Sina gibi isimler bu alanda köklü çalışmalar yapmış ve kaynak teşkil etmiş müslümanlardır.
Duanın hastalıkların iyileşmesindeki ehemmiyeti bazı kesimler tarafından çağdaş bulunmasa da bugünkü bilim bunu ispat ediyor. Zaten bu konuda mühim olan inançtır, güvendir, telkindir. İnanmayan kişinin dua etmesi de, duadan medet umması da abestir. Çünkü duayla inanç, yapışık ikizler gibidir. Birbirlerinden ayrı düşünülemezler. Yüce Allah bir ayette duaya şöyle dikkat çekmektedir: “Rabbiniz dedi ki: ‘Bana dua edin, size icabet edeyim. Doğrusu Bana ibadet etmekten büyüklenen (müstekbir) ler; cehenneme boyun bükmüş kimseler olarak gireceklerdir. (Mümin, 40/60) .
Böyle diyen bir Allah nasıl olur da hastalıklarla savaşan inançlı bir kuluna yardım etmez, ‘Şafi’ sıfatını onun üzerinde tecelli ettirmez? Elbette Allah hastalıklarla cedelleşen kulunun sesine ses verecektir. Şayet iyileşme olmasa bilinmelidir ki bu da bir imtihan sırrıdır. Şükreden kul, çektiği acıların mükâfatını kat kat görecektir. Mükâfata en çok ihtiyaç duyduğumuz yer şüphesiz ki ahiret yurdudur.
Rabbimiz biz kullarını sınamak için yeryüzüne göndermiştir. Onun için çektiklerimiz kötülüğümüzden değil, imtihan sırrındandır. Öyle olmasaydı en büyük zorlukları peygamberler yaşamazdı. Allah dünyayı yüzü suyu hürmetine yarattığı Hz. Muhammed(sav) ’e bile imtihan sırrının gereği olarak bazı acıları tattırmıştır. Hz. Eyüp, Hz. Yunus, Hz. Zekeriya gibi peygamberlerin başına gelenler hangi kulun başına gelmiştir?
Musibetlerle karşılaşanlar kendilerini diri tutmalı ve Allah’a dayanmalıdır. Dua zırhıyla zırhlanmalıdır. Bu zırhı giyinenlere hiçbir belâ tesir edemez. Başlarına belalar gelen Peygamberler her zaman dua etmiş, şükürlerinde hiçbir noksanlık olmamıştır. Aksine Allah’a daha bir sevgiyle ve güvenle bağlanmışlardır. Yüce Allah kendilerine değişik belalar gönderdiği Peygamberlerle ve onların dualarıyla ilgili olarak Kuran’da şöyle buyuruyor:
“Eyüp de; hani o Rabbine çağrıda bulunmuştu: ‘Şüphesiz bu dert (ve hastalık) beni sarıverdi. Sen merhametlilerin en merhametli olanısın.’ Böylece onun duasına icabet ettik. Kendisinden o derdi giderdik; ona Katımız’dan bir rahmet ve ibadet edenler için bir zikir olmak üzere ailesini ve onlarla birlikte bir katını daha verdik.” (Enbiya, 21/83–84)
“Balık sahibi (Yunus’u da): hani o, kızmış vaziyette gitmişti ki; bundan dolayı kendisini sıkıntıya düşürmeyeceğimizi sanmıştı. (Balığın karnındaki) Karanlıklar içinde: ‘Senden başka İlah yoktur, Sen Yücesin, gerçekten ben zulmedenlerden oldum’ diye çağrıda bulunmuştu. Bunun üzerine duasına icabet ettik ve onu üzüntüden kurtardık. İşte Biz, iman edenleri böyle kurtarırız. (Enbiya, 21/87–88)
“Zekeriya da; hani Rabbine çağrıda bulunmuştu: ‘Rabbim, beni yalnız başıma bırakma, sen mirasçıların en hayırlısısın.’ Onun duasına icabet ettik, kendisine Yahya’yı armağan ettik, eşini de doğurmaya elverişli kıldık. Gerçekten onlar hayırlarda yarışırlardı, umarak ve korkarak Bize dua ederlerdi. Bize derin saygı gösterirlerdi.” (Enbiya, 21/89–90)
“Andolsun, Nuh Bize (dua edip) seslenmişti de, ne güzel icabet etmiştik.” (Saffat, 37/75)
Dua etmek için her zaman ve zemin müsaittir. Kişinin sadece namaz sonunda dua etmesi şart değildir. Kişi her fırsatta dua etmelidir. İnsanlar genellikle darda kaldıkları zaman dua ederler. Bu doğru değildir. Rahat günlerimizde de Allah’a yönelmeli, ondan istemeliyiz. İstemek derken aklımıza hep maddi varlıklar gelmemelidir. İmanlı ölmeyi, Allah’a yakın kul olmayı, islama hizmet etmeyi, dürüst ve muttaki bir kul olmayı istemek en güzel dileklerdir. Duada işi maddi menfaate dökmek samimiyet noksanlığına işarettir.
Dua her zamanda ve zeminde yapılsa da duanın makbul olduğu zaman dilimleri de vardır. Seher vakti bu zaman dilimlerinden birisidir. Seher vakti, gecenin son altıda biridir. Hadis-i şerifte buyruldu ki: “Allahü Teala, seher vakti, ‘İstiğfar eden yok mu, onu mağfiret edeyim. İsteyen yok mu, istediğini vereyim, duasını kabul edeyim’ buyurur.”
Mübarek gün ve gecelerde dua etmek çok makbuldür. Hadis-i şeriflerde buyruluyor ki: “Şu beş gecede yapılan dua reddedilmez: Regaib gecesi, Şaban’ın 15. (Berat) gecesi, Cuma gecesi, Ramazan ve Kurban bayramı gecesi.”… Bunlarla beraber “Cuma günlerinde bir an vardır ki, o anda edilen dua reddolmaz.”… “Oruçlunun duası reddedilmez “… “Kulun Rabbine en yakın hali, namazda secdede ikendir. Secdede çok dua edin. Bu dua kabul olur.”… “Ana babanın evladına duası, yolcunun, misafirin ve mazlumun duası makbuldür.”…“Kur’an’ı hatmedenin duası kabul olur.” Tabii ki bunları daha da çoğaltabiliriz. Duada esas olan halis niyettir. Bilinmesi ve dikkat edilmesi gereken budur.
Dua hayatımızın olmazsa olmazlarındandır. Kul hiçbir zaman duayı ihmal etmemelidir. Duayı ihmal etmek Allah’ı unutmaya sebep olabilir. Hayatın yansıması olan şiir duayı da içine almıştır. Edebiyatımızda pek çok şair, dua şiirleri yazmıştır. Divan şiirinde yazılan münacatlar dua şiirlerinin en kıymetlileridir. Övgü şiirleri olan kasidelerin dua bölümleri vardır. Hoca Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Sezai Karakoç gibi şairler en güzel dua şiirlerini yazmışlardır. Bunlardan Arif Nihat Asya’nın güzel bir dua şiirini ilgi ve dikkatlerinize sunmak istiyorum:
“ Biz, kısık sesleriz... minareleri,
Sen, ezansız bırakma Allah’ım!
Ya çağır şurda bal yapanlarını,
Ya kovansız bırakma Allah’ım!
Mahyasızdır minareler... göğü de,
Kehkeşansız bırakma Allah’ım!
Müslümanlıkla yoğrulan yurdu,
Müslümansız bırakma Allah’ım! ”
Kul duada ısrar etmelidir. Fakat neticesini acele beklememelidir. Bunun yanında müslümanın müslümana gıyaben duası çok muteberdir. Müminler dua hususunda bencil olmamalıdır. Kendisi ve yakın çevresi için istediklerini bütün Müslümanlar için de istemelidir. Çünkü Müslümanlar kardeştir. Allah katında din bağından kaynaklanan kardeşlik, kan bağıyla olan kardeşlikten daha evlâdır. İman kardeşliği her şeyin üstündedir. Müslüman kendisi için istemediğini mümin kardeşi için de istememelidir. Öte yandan kendisi için istediğini mümin kardeşi için de istemelidir. Duaların içeriği bu doğrultuda olmalıdır.
Dua ruhumuzun karardığı demlerde nur coğrafyasında soluklanmadır. Dua ümitsizliklere ümit, dertlere tesellidir. Kuşkuları inanca, karanlığı aydınlığa, üzüntüleri sevince tebdil eder. Pörsüyen tenimize can, körelen gözlerinize fer, çirkinliklere örtü, inanan kalplerde iman ve mağfirettir dua… Günahlarla kirlenen kalplerimizin cilasıdır dua… Rahmettir, ihsandır, berekettir, şefkattir, merhamettir, lütuftur, servettir, manevi huzurdur…
Ruhumuz buhranlar anaforunda çalkalandığında mübarek dualar içimizi serinletir. Onlar lafızların en güzelidir. İç sıkıntılarımızın ilacıdır. Pespaye duygular nefsimizle elele verip imanımıza tuzaklar kurduğunda dualara sığınırız. Mücadele gücümüzü onlardan alırız. Korkularımız dua ikliminde erir; ümitlerimiz onunla beslenir. Benlik ve bencilik duvarlarını dua merdiveniyle aşarız. Uzaklıklar onunla bertaraf olur. Zaman ve mekân dualarla kalkar ortadan… Dua kalın perdelerin arkasını gösteren şeffaf bir tüldür. Aczin itirafıdır aynı zamanda… Kısacası dua hayatımız kuşatan ve gecelerimizi aydınlatan ışıktır.
Fransa
21.10.2006 - 23:33FRANSIZ’A FRANSIZ KALMAK! ...
M.NİHAT MALKOÇ
Tarih boyunca ne çektiysek Fransızlardan çektik. Medeniyetin beşiği olarak gösterilen Fransa, tarih boyunca Osmanlı Devleti’ne onca zorluk çıkardı. Hatta Osmanlı’nın çöküşüne zemin hazırlayan da Fransız İhtilali’dir. Bu ihtilal milliyetçilik akımlarının yayılmasını beraberinde getirdi. Böylelikle çok milliyetli olan Osmanlı’da bölünmeler başladı.
Geçenlerde Fransa Meclisi Genel Kurulu yapacağını yaptı; Sosyalist Parti’nin sunduğu ‘Ermeni soykırımı’nı inkârın suç sayılmasını öngören yasa teklifini kabul etti. Teklif, soykırımı inkâr edenler hakkında bir yıl hapis ve 45 bin euroya kadar para cezası öngörüyor. Görüldüğü gibi bu çirkin tasarının akılla, mantıkla ve medeniyetle bağdaşır tarafı yoktur. Voltier’in, Russo’nun ve Mostesque’nun çocuklarının bu hale düştüğünü görmek bizi şaşırtıyor, hatta utandırıyor. Bu çağda bu mantık! ... Bu geriye gidiş değil de nedir?
Fransa’da Ermeni soykırımının inkârını suç sayan yasa teklifi, Türkiye’de iktidardan muhalefete; gazeteci, yazar ve yayıncılara kadar geniş bir kesimi haklı bir biçimde ayağa kaldırdı. Her zaman olduğu gibi yine milli bir konuda ortak paydada buluştuk. Bu duruş, necip milletimizin bir meziyetidir. Tasarıyla ilgili ortak görüş, ifade özgürlüğünün bu yasa ile darbe alacak olmasıdır.
Nasıl olur da kişilere inanmadıkları şeyi kanun zoruyla dayatırsınız? Hatta kabul etmezlerse bir yıl hapis cezası verirsiniz. Yetmedi, 45 bin euro para cezasıyla cezalandırırsınız. Ortaçağda mı yaşıyorsunuz siz? Hani sizin sosyal demokratlığınız? Hani demokrasi, insan hakları, fikir hürriyeti? ...Güldürmeyin insanı Allah aşkına! ...Komik, hatta çok komik oluyorsunuz. Saçma sapan esprilerle de olsa dünyayı güldürüyorsunuz. Fakat güldürürken tavrınızdaki ciddiyetten ödün vermiyorsunuz.
Görünen o ki Fransa, sırtındaki Cezayir kamburunu görmezlikten gelip Ermenilerin sözcülüğünü yapıyor. Ermenilerden daha Ermenici kimliğine bürünüyor. Aslında bu Fransa’nın değil, Fransa’daki Ermeni lobilerinin çirkefliklerinin neticesidir. Bilindiği gibi Cezayir Soykırımında Fransız yönetimi altında 1,5 milyon kişi hayatını kaybetmiş, çok sayıda kişi de işkence ve kötü muameleden geçmiştir. Fransa, Cezayir’de sadece insanlara karşı değil, insanların kimliklerine ve kültürlerine karşı da bir soykırım uygulamıştır. Bugün Cezayir’de Fransız soykırımının izleri hâlâ belirgin olarak görülebilmektedir.
Cezayir resmi kaynaklarına göre soykırımın asıl başladığı tarih Setif Katliamı’dır. Bu katliamda kırk beş bin sivil gösterici Fransız askerler tarafından katledilmiştir. Bu ne demektir? Bir ülkeye destur almadan giriyorsunuz ve önünüze geleni kırıp geçiriyorsunuz. Sonra da develiğinizi unutup başkalarının eğrilerini arıyorsunuz.
Fransa’nın Cezayir’de yaptığı işkence ve katliamlar tüm canlılığıyla hâla hafızalardadır. Durum bundan ibaretken bugünkü Fransa, soykırım bir yana, olaylardaki sorumluluğunu dahi kabul etmiş değildir. Paris hükümetine göre tüm bu olaylar tarihçilere bırakılmalıdır. Kendilerine gelince işi tarihçilere havale ederken bizim hesabımızı siyaset arenasında yargısız infaz yaparak görüyorlar. Budur Fransa’nın gerçek yüzü…
Fransa’nın bugünlerde yaptığı şey, kendisi gibi soykırım suçluları bulup bu yolda yalnız olmadığını göstermektir. Yani kabul etmeseler de demek istiyorlar ki ‘Sadece biz soykırım yapmadık, Türkiye de yaptı.’ Fakat kendilerine gelince tarihi tarihçilere bırakmak gerektiğini ifade eden Fransa, bize gelince Ermenilerin avukatlığına soyunuyor, tarihi tarihçilere bırakmıyor. Bu tavır çifte standart değil de nedir? Onların bu yaklaşımı tarihi kinlerinin tezahürüdür. Fransızlar hâlâ Osmanlı’nın devamı olan Türkiye’yi hazmedemiyorlar.
Fransızlar garip insanlar… Ben onların yerinde olsam ‘soykırım’ kelimesini sözlüklere bile sokmazdım. Çünkü olur ya bu sözcük Cezayir’de yapılanları hatırlatır. Bugün Cezayir’deki ‘İstiklal Müzesi’nde bir ‘Soykırım’ bölümü vardır; burada sömürgecilik dönemi sergilenir. Aynı müzede Cezayir çölünde Fransa atom denemesi yaparken Cezayirlileri kobay olarak kullandığını gösteren bir yağlıboya tablo vardır. Bunları söz konusu müzeyi gezenler bilir. Bu belgeler ve bilgiler nedense dünya gündeminden uzak tutulmaya çalışılmıştır.
Dünyanın kültür atlası olan Fransa’da ifade özgürlüğünü, demokrasiyi, katılımcılığı barış ve dostluğu hiçe sayacak tarihi gerçeklerden ve temellerden yoksun bir yasa tasarısı inatla ve ısrarla hayata geçirilmeye çalışmakta, bununla medeniyetler arasına nifak sokulmaktadır. Oysa yüzyılımızın medeniyetler ittifakının tesisine ihtiyacı var. Ayrılık tohumları ekenler kin ve nefret biçecektir. Bilinmelidir ki bu yanlı ve çirkin karara Türkiye’deki Ermeniler de sıcak bakmıyor. Çünkü bizim devlet olarak Ermenistan’la sıkıntılarımız olsa da fert ölçeğinde Türkiye’deki Ermenilerle meselemiz yoktur. Onlarla tarihi ve kültürel bağlarımız vardır. Onlar da diğer insanlar gibi bu ülkenin birinci sınıf vatandaşlarıdırlar. Fakat bu gibi tasarılar bu dostluğu bozuyor. Daha doğrusu güven duygusunu zedeliyor, zihinleri bulandırıyor. Fransa’nın gayesi de Türk-Ermeni ilişkilerini germek ve puslu havada avlanmaktır. Onların bu çirkin emellerine fırsat vermeyelim.
Durum bu iken bizler ne yapabiliriz? Ülkemizde yüzlerce Fransız malı satılmaktadır. Bu ülkeden otomotivden tekstile, gıdadan kozmetiğe kadar yüzlerce kalem mal ithal edilmektedir. Fransızlar sözden anlamazlar. Onlar ekonominin dilinden anlarlar. Paramızla bu küstah milleti semirtmeyelim. Fransız mallarını almayalım. Bu konuda duyarsız olmayalım. Fransızlara Fransız kalmayalım. Ta ki hatalarını anlayıp özür dileyinceye kadar…
trabzon
21.10.2006 - 20:46TRABZON'UN ZOR GÜNLERİ YAHUT UFUKTA BELİREN GÜNEŞ
M.NİHAT MALKOÇ
Anadolu'nun Türkleşmesi ve İslamlaşması çok önemli bir tarihi dönemeçtir. 1071'de başlayan bu süreç iğneyle kuyu kazarcasına zor ve külfetli olmuştur. Fakat bu süreç başarıyla tamamlanmasaydı Anadolu bugünkü konumda bulunmazdı. Bizler bu toprakların sakini olamazdık. Sesimiz ya çıkmaz, ya da kısık çıkardı. Trabzon'un fethi bu toprakların İslamlaşmasında çok mühim bir merhaledir. Bu topraklar dile gelse fetih öncesi, fetih sırası ve fetih sonrasını anlatsa kim bilir neler söylerler…
'Fetih' in kelime anlamı 'açmak' demektir. Fetihle kurtuluş farklı kavramlardır. Fetih bir millete ait olmayan bir toprağın o milletin eline geçmesidir. Kurtuluş ise bir ülkenin topraklarının işgale uğradıktan sonra tekrar eski sahiplerine dönmesidir. Onun için Trabzon öncelikle Bizans'ın elinden alınarak fethedilmiştir. Daha sonra Rusların geçmiş, sonra da 24 Şubat'ta kurtarılarak eski sahipleri olan Türklere kazandırılmıştır.
26 Ekim Trabzon'un Bizans'tan kurtarılarak Fatih Sultan Mehmet tarafından Türklerin eline geçirildiği tarihtir. Fetihten evvel Trabzon'da Çepni Türkleri de yaşıyordu. Yani bu topraklar Bizans'ın elindeyken bile buralarda Türkler vardı. Çepniler Oğuz boyundandı. Çepniler Karadeniz kıyılarının fethinde de mühim roller oynamışlardır.
Rum tekfurları Osmanlı'ya karşı sürekli kuyu kazıyorlardı. Fatih Sultan Mehmet bunun farkındaydı. Fakat uygun zaman kolluyordu. Trabzon'u fethetmek ve Bizans'ın Anadolu'daki son kalıntılarını temizlemek istiyordu. Osmanlı'da Fatih'ten önce Trabzon'u almaya çalışanlar olmuşsa da muvaffak olamamışlardır. Bizans'ın Osmanlı aleyhtarlığı artınca taarruzdan başka çare kalmamıştır. İkinci Mehmet devletin başına gelince fethedeceği yerlere Trabzon'u da katmış ve bu uğurda gayretlerini artırmıştır. Önce Amasra'yı, sonra Kastamonu ve Sinop'u almıştır. Sıra Trabzon'a gelmiştir. Bununla ilgili olarak veziri Hünkâr Mahmut Paşa'ya şöyle söylemiştir:
'Mahmut, birkaç niyetim var. Umarım ki Hak Teala ben zayıfa kuvvet verip, anı nasip ede. Evvel biri şol İsfendiyar vilâyetidir ki, Kastamonu ve Sinop ve Koyulhisar'dır. Benim huzurumu bunlar giderir. Ve biri şol Trabzon'u bir cünüb kâfir yiyip yürür. El-hâsıl bunlar benim maksudumdur. Gece ve gündüz hayalimden gitmez.'(Kitab-ı Cihannüma-Neşrî)
Fatih Trabzon'a varmadan Koyulhisar'ı almış, Erzincan üzerinden Kelkit'e gelmiş, burada ordusunu ikiye ayırarak kendisi doğudan, veziri Mahmut Paşa batıdan Trabzon'a hareket etmiştir. Ordusunu farklı güzergâhlardan Trabzon üzerine salmıştır. Böyle bir planı aklından geçirmeyen Trabzon tekfuru gafil avlanmıştır. Sultan Fatih planını uygularken bu bölgeyi çok iyi tanıyan Çepni Türklerinden faydalanmıştır.
Trabzon'un fethinin 1461'de gerçekleştiğinde şüphe yoktur. Fakat fetih günü konusunda farklı düşünceler vardır. Pek çok tarihçi fetih gününü zikretmemektedir. Sadece İsmail Hakkı Uzunçarşılı fetih tarihini 26 Ekim 1461 olarak göstermektedir. O da bu hususta W. Miller'i kaynak göstermiştir. Bununla beraber fetih tarihini 15 Ağustos olarak verenler de az değildir. Bu hususta tarihçiler görüş birliğine varamamıştır, bu durum çok da mühim değildir. Mühim olan Trabzon'un İslam beldesi yapılmasıdır.
Fetihten sonra tekfura ve ailesine zarar verilmemiş, kendileri İstanbul'a gönderilmiştir. Fetihten sonra Trabzon'un yerli ahalisinin ileri gelenleri imparator David ile İstanbul'a götürülmüş, bir kısmı da şehirden kendiliğinden ayrılmıştır. Bu yüzden şehirde pek az nüfus kalmıştır. Fakat hiçbirine baskı ve zulüm yapılmamıştır. Şehirde kalmalarına engel olabilecek bir tutum takınılmamıştır. Bu da Osmanlı'nın hoşgörüsünü ve Müslümanların şefkatini göstermesi açısından mühim bir örnektir. Osmanlıyı ve Müslümanları değerlendirirken insaf ölçülerini kaçıranların bunları dikkate alması makul hareket tarzıdır.
Fatih Trabzon'un fethini toprak kazanmak, sınırlarını genişletmek gayesiyle düşünmemiş, bir cihat şuuru içerisinde gerçekleştirmiştir. Allah'ın adını cümle âleme duyurmak ve insanlara islamı tebliğ etmek asıl gayesiydi. Onlar İslam için yaşayan ve bu dinin neferi olan mümtaz insanlardı. Trabzon İmparatorunun kızıyla evlenen Uzun Hasan'ın annesi Sara Hatun Fatih'i Trabzon'un fethinden vazgeçirmek için 'Hay oğul! Bir Durabuzun çün bunca bunca zahmatlar çekmek nedür? ' diye sorunca Sultan Fatih ona şu anlamlı cevabı vermiştir: 'Ana! Bu zahmatlar Durabuzun içün değüldür. Bu zahmatlar Din-i İslam yolınadır. Kim ahrette Allah hazretine varıcak hacil olmayavuz deyüdür. Zira kim bizim elümüzde İslam kılıcı vardur. Ve eğer biz bu zahmatı ihtiyar etmesevüz bize gazi demek yalan olur.'
Trabzon'un o zor günleri çok gerilerde kaldı. Artık ufkumuz karanlık değil. Ufuklarda beliren güneş içimizi ısıtıyor, umutlarımızı filizlendiriyor. Yarına dair endişelerimiz yerini umutlara bırakmış. Bu şehir artık taşıyla toprağıyla Müslüman Türk'ün bir parçası olduğunu haykırıyor. Artık karanlık bulutlar geri dönmemek üzere kayboldu göğümüzden...
Trabzon'umuzun fethinden bugüne 445 yıl geçti. Bir ara Rus işgali yaşandıysa da bu esaret kısa süreli oldu. O gün bugündür bu topraklar Türk-İslam kültürünün bayraktarlığını yapıyor. Trabzon bizimdir ve ilelebet bizim kalacaktır. Bu şehir bizim varlık sebebimizdir. Onu koruyup kollamak her Trabzonlunun asil vazifesidir. Fethin 545. yıldönümü kutlu olsun.
Toplam 249 mesaj bulundu