Nihat Malkoç Adlı Üyenin Nedir Yazıları - Ant ...

  • orhan pamuk

    19.12.2006 - 22:11

    ORHAN PAMUK’U SEVMEYE Mİ BAŞLADIM NE?

    M.NİHAT MALKOÇ

    Son aylarda en çok konuşulan konuların başında romancı Orhan Pamuk’un Nobel Edebiyat Ödülü’nü alması geliyordu. Bir asırlık Nobel ödülü tarihinde Türk edebiyatında eser vermiş bir yazar ilk defa böyle büyük bir ödülle mükâfatlandırılıyordu. Bu edebiyatımız için çok büyük bir dönüm noktasıydı. Bizler millet olarak böyle bir başarıya açtık. Durum böyleyken sağdan ve soldan olmak üzere pek çok eleştirmen, gazeteci ve siyaset adamı bu ödülü sorgulayıp durdu. Çok az insan bu ödüle sevindi, pek çok kişi ödülü ve sahibini siyasi buldu. Çünkü ödül kritik bir zaman diliminde verilmişti. Ödülü alan Orhan Pamuk edebiyattan çok, siyasi demeçleriyle sivrilen popüler bir şahsiyetti.

    Şubat 2005 tarihinde İsviçre’de yayımlanan Tages-Anzeiger, Basler Zeitung, Berner Zeitung ve Solothurner Tagblatt adlı gazetelere, haftalık ek olarak çıkan Das Magazin dergisine verdiği demeçte ifade ettiği “Bu topraklarda 30 bin Kürt ve 1 milyon Ermeni öldürüldü ama hiç kimse bunları konuşmaya cesaret edemiyor.” sözleri Türkiye’de büyük eleştirilere neden olmuştu. Yazar, Kürt sorunu ve Ermeni soykırımı iddiaları ile ilgili bu sözleri yüzünden Türklüğe hakaret suçuyla 6 ay ila 3 yıl hapis istemiyle mahkemeye verildi. Mahkeme dünya çapında büyük ilgi uyandırdı. Orhan Pamuk’a karşı açılan bu dava T.C. Adalet Bakanlığı’nın onayını gerektiriyordu. Bu onay verilmeyince 23 Ocak 2006 tarihinde mahkeme yetkisizlik kararı verdi ve dava düştü.

    Yabancı yayın organlarına verilen bu demeçler Orhan Pamuk’un dış dünyadaki popülaritesini artırdıysa da Türkiye’deki konumunu ve şahsiyetini tepetaklak etti. Tam da Fransa’nın sözde Ermeni Soykırımı iddialarının reddinin suç sayılmasına dair kanununun çıktığı gün Pamuk’un Nobel ödülüne layık görülmesi Pamuk’a cephe alanları haklı çıkarır hale getirdi. Bunlar tesadüf müydü, yoksa özellikle yapılan şeyler miydi? Herkes fikrini söyledi, tartışmalar günlerce sürdü. Neticede Orhan Pamuk Nobel ödülünü İsveç kralının elinden aldı. Bu maddi ve manevi açıdan büyük bir ödüldü. Pamuk, ödülü almadan birkaç gün evvel yaptığı Nobel konuşmasında siyasetten uzak duygusal mesajlar verdi.

    Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Orhan Pamuk’u en çok eleştirenlerden birisi de benim… Çünkü boyundan büyük laflar ediyordu o zamanlar… Tarihçi olmadığı halde tarihten konuşuyor, bilir bilmez ahkâm kesiyor, yanlış bilgi ve mesajlar veriyordu. Onun işi romancılıktı. Biz onun edebiyat üzerine konuşmasını beklerdik her zaman… Fakat bazı kesimler onun şöhretinden yararlanıp içlerinde ukde haline dönüşmüş duyguları tartışmaya açmak istiyordu. Sizin anlayacağınız Orhan Pamuk bazı çevreler tarafından kullanılıyordu.

    Pamuk, Nobel Ödülü’nü aldıktan sonra duruldu, siyasi mesajlar vermez oldu. Türkiye’yle, Türk insanıyla barışma yolunu seçti. Artık Türkiye’nin siyasi meselelerini telaffuz etmez oldu; asıl işi olan edebiyata döndü. Sansasyondan uzak demeçler vermeye başladı. Türkiye’yi Türkiye’den görmeye, bu milletin duygularını anlamaya gayret etti. Böyle yapınca Orhan Pamuk’a kanım ısınmaya başladı. Özellikle Nobel’den birkaç gün evvel çok güzel ve duygusal bir konuşma yaptı. Benim de çok muhatap olduğum ‘Niçin yazıyorsunuz? ’ sorusunu irdeledi, çarpıcı ifadelerle yazma gerekçelerini sıraladı. Sözlerinde siyaset değil, duygu ve edebiyat vardı. Pamuk, konuşmasında yazma gerekçelerini söyle sıraladı:

    “İçimden geldiği için yazıyorum! Başkaları gibi normal bir iş yapamadığım için yazıyorum. Benim yazdığım gibi kitaplar yazılsın da okuyayım diye yazıyorum. Hepinize, herkese çok çok kızdığım için yazıyorum. Bir odada bütün gün oturup yazmak çok hoşuma gittiği için yazıyorum. Ben, ötekiler, hepimiz, bizler İstanbul’da, Türkiye’de nasıl bir hayat yaşadık, yaşıyoruz, bütün dünya bilsin diye yazıyorum. Kâğıdın, kalemin, mürekkebin kokusunu sevdiğim için yazıyorum. Edebiyata, roman sanatına her şeyden çok inandığım için yazıyorum. Bir alışkanlık ve tutku olduğu için yazıyorum. Unutulmaktan korktuğum için yazıyorum. Getirdiği ün ve ilgiden hoşlandığım için yazıyorum. Yalnız kalmak için yazıyorum. Hepinize, herkese neden o kadar çok çok kızdığımı belki anlarım diye yazıyorum. Okunmaktan hoşlandığım için yazıyorum. Bir kere başladığım şu romanı, bu yazıyı, şu sayfayı artık bitireyim diye yazıyorum. Herkes benden bunu bekliyor diye yazıyorum.

    Kütüphanelerin ölümsüzlüğüne ve kitaplarımın raflarda duruşuna çocukça inandığım için yazıyorum. Hayat, dünya, her şey inanılmayacak kadar güzel ve şaşırtıcı olduğu için yazıyorum. Hayatın bütün bu güzelliğini ve zenginliğini kelimelere geçirmek zevkli olduğu için yazıyorum. Hikâye anlatmak için değil, hikâye kurmak için yazıyorum. Hep gidilecek bir yer varmış ve oraya tıpkı bir rüyadaki gibi bir türlü gidemiyormuşum duygusundan kurtulmak için yazıyorum. Bir türlü mutlu olamadığım için yazıyorum. Mutlu olmak için yazıyorum.”

    Orhan Pamuk bizden biri olmaya başladı sanki.... Nobel konuşmasını, herkesin beklediği gibi İngilizce değil, Türkçe yaptı. Bu tavrını alkışlıyorum. Ben Pamuk’un Nobel aldıktan sonra daha da şımaracağını sanıyordum. Çok şükür ki yanılmışım.

    İnsanlar hata yapabilir, belki o da geçmişte yaptığı hataların farkına vardı, bunlardan döndü. Ben böyle olmasını umuyorum. Yaşarsak bunu ilerleyen zamanlarda hep birlikte göreceğiz. Benim, ülkemi seven kimseyle meselem olmaz. Orhan Pamuk bu ülkenin dilini işleyen ve Türkiye’nin adını dünyaya duyuran bir yazardır. Bu açıdan bakarsak Türkiye ona çok şey borçludur. Milyon dolarlarla yapamayacağımız tanıtımı Nobel’i alarak yapmıştır. Pamuk’a dair önyargılarımız yoktur. O, Türkiye’yi sevdiği ölçüde biz de onu seveceğiz.

  • yol

    19.12.2006 - 00:27

    GİDEMEDİĞİN YER SENİN DEĞİLDİR

    M.NİHAT MALKOÇ

    Dünyanın büyük bir köy haline dönüştüğü bir zamanda yaşıyoruz. Artık ülkeler birbirine o kadar uzak değil. Dünya kara, deniz ve hava yollarıyla birbirine bağlanmış. Durumu iyi olanlar sabah kahvaltısını Paris’te yaparken akşam yemeğini Moskova’da yiyorlar. Küreselleşmenin böyle girift bir hal aldığı bir zamanda Türkiye’nin manzarasını temaşa edersek iki farklı görüntüyle karşılaşırız. Batı’da son derece modern yolar varken Doğu da pek çok köy hâlâ yolsuz olma bahtsızlığını yaşıyor. ‘Bu zamanda yolsuz köy de olur mu? ’ demeyin Doğu ve Güneydoğu da yolsuz ve susuz köy sayısı hiç de azımsanacak miktarda değil. Türkiye’ye Batı’dan bakarsanız bu manzaraları göremezsiniz.

    Toprağı vatan haline getirmek bir kısım işlerin eksiksiz yapılmasıyla mümkündür. Milli ve manevi değerlerin vicdanlara yerleştirilmesi birinci sırada gelir. Onu maddi unsurlar takip eder. Bu çerçevede şehirlerin ve köylerin altyapısının kurulması şarttır. Bu maddi ve manevi unsurlar ihmal edilirse işler yolunda gitmez. Ancak bunları temin ederseniz toprak vatanlaşır. Millet bayrağına ve milli değerlerine sahip çıkar.

    Yol medeniyetin en büyük ölçüsüdür bence. Öbür gelişmeler yoldan sonra gelir. Şehirleri köylere ve mezralara bağlayan yollar, can damarımızdır. “Gidemediğin yer senin değildir” vecizesi Sivas’ın Osmanlı dönemi eski valilerinden Halil Rıfat Paşa’nın tarihe geçen sözüdür. Bu söz, yolun önemini ne kadar da veciz bir şekilde ifade ediyor. Gerçekten de öyle değil mi? Bir yere dilediğin zaman ulaşamıyorsan orası senin olsa neye yarar?

    Halil Rıfat Paşa bu sözü sadece kuru bir hamaset ifadesi olsun diye söylememiş, bunun içini de doldurmuştur. Sivas valiliği sırasında binlerce kilometre yol yapılmasına vesile olarak yol medeniyetinin öncüsü olmuştur. Onun bu güzel sözü yurdun değişik yol güzergâhlarında yer almaktadır. Bu söz evrensel bir hakikati dile getirmektedir. Bugün de Halil Rıfat Paşa gibi yol sevdalılara ihtiyacımız vardır.

    Bir yerde yol yoksa oradaki insanlar baştan kaybetmiş demektir. Çünkü hemen her şey yola endekslidir. Bakmayın Ahmet Kutsi Tecer’in: “ Orda bir köy var, uzakta / O köy bizim köyümüzdür / Gezmesek de, tozmasak da / O köy bizim köyümüzdür.” dediğine… Gidemediğin yer senin değildir. Doğuda yolsuzluktan kaybettik binlerce insanımızı. Bu kişilere dilediğimiz zaman ulaşamadık. Onları kaderlerine terk ettik. Sadece Doğuda mı? Batıda yolsuz yerler yok mudur? Elbette vardır, hem de fazlasıyla. Fakat gidilemeyen yerler daha çok Doğu coğrafyasında yoğunlaşmıştır. Onun içindir ki en problemli bölge de orasıdır. Oraya gidilebilecek bir altyapıyı her an hazır tutabilseydik neticeler böyle elim olmazdı. Yol olsaydı meselelere sıcağı sıcağına el atabilirdik, baskı unsuru oluşturabilirdik.

    Uzak yerlerin meselelerinden uzak kalmak o meselelerin çözümünü sağlamaz. Aksine ne kadar uzak kalırsak o kadar kaybederiz orada yaşayan insanları. Bu, beden kaybı olmaz sadece, en büyük kayıp gönüllerin şerre kaymasıdır aslında. Gözden ırak olan gönülden de ırak olur demiş atalarımız… Bizden mekân olarak uzak olanlar da bizim insanlarımızdır. Onlarla olan gönül bağımızı gevşetmemeliyiz. Bu da ulaşımla mümkündür. Ulaşım için köylere yollar yapılmalıdır. Köylerle kentlerin bağlantıları yollarla kurulmalıdır. Vasıta gitmeyen köyleri olan bir milletin mağrur olmaya ve caka satmaya hakkı yoktur.

    Ahmet Kutsi Tecer edebi açıdan güzel bir şiir yazsa da bu şiirde ifade edilenler yaşanan hakikatlerle örtüşmemektedir. “Orda bir ev var, uzakta / O ev bizim evimizdir. / Yatmasak da, kalkmasak da / O ev bizim evimizdir.” dizeleri duygusallıktan ve hamasetten öteye gitmemektedir. Orda bir ses varsa uzakta, o ses bizim sesimizse o sese kulaklarımızı tıkayamayız. Duymazlıktan, tınmazlıktan gelemeyiz. Şayet böyle yaparsak o ses bizim sesimiz olmaktan çıkar, belli bir zaman sonra başkalarının sesi olur. Orda bir yol varsa uzakta, o yol bizim yolumuzsa, bir gün o yola revan oluruz. O yol ancak kullanılırsa yol vasfını kazanır. Yollu işler yapmak için yol sahibi olmak lazım. Yolu olmayanların yolsuzluklara bulaşması masum olmasa da bazı çevrelerce hafifletici sebep olarak görülebilir.

    Köyler şehirlerin can damarıdır. Köyünü ve köylüsünü ihmal edenler, onlara sırtını dönenler iflah olmazlar. Köye ulaşmanın, köyle bütünleşmenin vasıtası yoldur, yol, yol, yol! ...Bunun böyle bilinmesi ve yurdun baştan başa yol ağıyla kuşatılması gerekir.

    Bu sadece kara yolu olarak düşünülmemelidir. Karayolunun yanında ucuz olan tren yollarının da gündeme alınması gerekir. Özellikle Doğu Karadeniz’e, Trabzon’a demir yolu ağı tez zamanda getirilmelidir… Bu yol Gürcistan üzerinden Kafkasya’ya, oradan İran’a geçirilip söz konusu ağla enerji noktalarının merkezi olan Asya’ya açılmalıdır. Fakat evvela yurdumuzun içerisinde yolsuz köy ve mezra bırakmamalıyız. Bunu sağlayabilirsek başımız dik, gururla dolaşabiliriz. Halil Rıfat Paşa’nın ‘Gidemediğin yer senin değildir’ sözünü her zaman zihnimizin başköşesine yerleştirmeliyiz.

    Unutmamalıyız ki yol medeniyettir. Çağdaşlık polemiklerle, laf cambazlıklarıyla kazanılmıyor. Çağdaşlık medeni ülkeleri yakalamaktır. Medeni ülkeler yol sorununu çoktan halletmiştir. Yolsuzluk geri kalmışlıktır. Şehirleri çift yollarla modernleştirirken köylerimize üvey evlat muamelesi yapmayalım. Zira köylerde yaşayanlar da bu ülkenin birinci sınıf vatandaşlarıdır. Onları bir çuval unla tavlanacak oy makineleri olarak gören zihniyetler bu kesimin âhları altında ezilip yok olmaya mahkumdur.


  • namaz

    18.12.2006 - 21:26

    NAMAZLA DİRİLİŞ SEFERBERLİĞİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Geçen Pazar günü(17 Aralık 2006) Trabzon’da Hamamizade İhsanbey Kültür Merkezi’nde mahşeri bir kalabalık vardı. Salon ağzına kadar doluydu. Bu kalabalığın sebebi Türkiye’yi çepeçevre kuşatan Namazla Diriliş Seferberliği’ydi. ‘O da ne? ’ demeyin. Son zamanlarda Türkiye’yi sarıp sarmalayan bir kampanya var: ‘Namazla Diriliş Seferberliği’… Namaz Gönüllüleri Platformu diye bir grup oluşturan Müslüman aydınlar, Anadolu’yu şehir şehir dolaşarak namazsızlık hastalığımıza ve kangrene dönüşmüş bu yaramıza neşter vuruyorlar. Platformda birbirinden değerli aydınlar var. Bunlardan Senai Demirci, Abdullah Yıldız ve Vehbi Karakaş Trabzon’a gelerek, hayatımızın dışına ittiğimiz namazı bize hatırlattılar. Nefislerine köle olan biz Müslümanları namaza çağırdılar.

    Trabzon Trabzon olalı böyle kalabalık bir panel görmedi. Kadınlı, erkekli, çocuklu büyük bir kalabalık salonu tıklım tıklım doldurmuştu. Salondakilerin yarısı kadar bir kalabalık da ayakta dikilip paneli takip etti. Bu kişiler fire vermeden iki buçuk saatlik paneli büyük bir coşku ve heyecanla ayakta dinlediler. Bu durum iki gerçeği gözler önüne serdi. Birincisi bu millet namaza susamış, fakat bir kıvılcım bekliyor. Bu kıvılcım nerden gelirse gelsin imanlı gönüllerin tutuşması için yeterli olacak. İkincisi konunun özüyle alakalı değil, fakat çok mühim… Trabzon’a büyük bir konferans salonu inşa edilmesi acil bir zaruret halini almıştır. Yetkililer kısa zamanda bu tarihi kültür ve sanat şehrine layık büyük bir salon yapmalıdırlar. Aslında salonu da içine alan bir kültür sarayı kurulmalıdır. Namazla Diriliş Seferberliği panelindeki izdiham bunun acil bir ihtiyaç halini aldığını bir kere daha gözler önüne serdi.

    ‘Namazla Diriliş’ konulu panel, Araştırma ve Kültür Vakfı tarafından düzenlendi. Panele herkesin televizyonlardan yakinen tanıdığı Dr. Senai Demirci, Abdullah Yıldız ve Vehbi Karakaş konuşmacı olarak katıldı. Sohbet havasında geçen paneli Dr. Senai Demirci yönetti. Bu, Namaz Gönüllüleri Platformu’nun dört ay içinde yaptığı 61. panel oluyor. Yani Türkiye’yi adım adım dolaşıyorlar. Cemiyetin namazsızlık hastalığına derman arıyorlar. Bizlere namazın önemini hatırlatıyorlar. Bizi yitiğimizi bulmaya davet ediyorlar.

    ‘Namazla Diriliş’ gecesi ‘Umran Okulu’ adlı sinevizyon gösterisiyle başladı. Sinevizyonda namaz konusu işleniyordu. Daha sonra sözü Platform üyelerinden Umran Dergisi sahibi Abdullah Yıldız aldı. Namaz Gönüllüleri Platformu’nun kuruluş öyküsünü anlattı. Daha sonra namaza ve gönüllü teşkilatlarına dair şu mühim görüşlere yer verdi:

    “Rabbimizin Kur’an’da 70 kez emrederek en çok önem verdiği ibadet olan namaz, dinimizin “olmazsa olmazı”dır! İslâm’ın ilk farzı iman, ikincisi namazdır. Peygamberimiz (s.a.v.) ’in haber verdiği üzere, ahirette kendisinden hesaba çekileceğimiz ilk amelimiz namazdır. Yine namaz, O’nun ifadesiyle; ‘Dinin direği’, ‘Müminin miracı’, ‘Cennetin anahtarı’ ve ‘Gözüm(üz) ün nurudur.

    Ne var ki, yüzde 99’u Müslüman olan ülkemizde, bir ankete göre, beş vakit namaz kılanların oranı sadece yüzde 25’tir. Kılanların da ara sıra kazaya bırakmak, aceleye getirmek, gereken önemi vermemek ve kıldığı namazın farkında olmamak gibi problemleri vardır. Zaten millet ve İslâm âlemi olarak çektiğimiz sıkıntıların en büyük sebebi, namazı terk etmektir. Çünkü savaşta bile terkine izin verilmeyen, mutlaka kılınması emredilen namaz, Allah’ın rahmet ve inayetine vesiledir.”

    Onun ardından Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim üyelerinden Dr. Vehbi Karakaş söz aldı. Müslümanların yitik hazinesi olan namaza dair şunları söyledi: “Namaz kılmayan, en büyük kötülüğü önce kendine yapıyor. Çünkü Allah’ın hakkını vermiyor.
    Allah’ın hakkını vermeyen, başka haklara dikkat edemez. Etse de makbule geçmez. Çünkü namaz kılmadığı için Allah ondan razı olmaz. Namaz kılan insanın meşru her işi ibadet olur, ona sevap kazandırır. Allah’ı aldattığını ve atlattığını sanan ve namazlarını kılmayan nefis, aslında kendisini aldatmaktadır ama haberi yok.”

    Bize namaz gerçeğini hatırlatan ve bu konuda bizleri uyaran bu kıymetli Allah dostlarına şükranlarımızı sunuyoruz. Onların nasihat ve telkinleriyle bir kişi bile yolunu bulup namaza başlasa bu durum, programın amacına ulaştığının açık delili sayılabilir. Umarım ahirette ilk sual olarak karşımıza çıkacak ve ihya etmişsek bizi kurtaracak olan namaza bundan sonra daha çok zaman ayırırız. Çünkü kurtuluş sadece namazdadır.


  • eğitim

    17.12.2006 - 02:23

    EĞİTİM VE DEMOKRASİ PANELİ–2

    M.NİHAT MALKOÇ

    Geçen hafta sonu(16 Aralık 2006 Cumartesi) Eğitim Bir-Sen tarafından organize edilen, Hamamizade İhsanbey Kültür Merkezi’nde düzenlenen ‘Eğitim ve Demokrasi Paneli’nde tuttuğumun notların ilk bölümünü daha evvel yayınlamıştım. Şimdi ikinci ve son bölümü yayınlıyoruz. İlk bölümün sonunda ABD Nevada Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak görev yapan Prof. Dr. Yunus Çengel’in görüşlerini aktarıyorduk. Değerli akademisyenimizin sözlerine kaldığımız yerden devam ediyoruz. Prof. Dr. Yunus Çengel eğitim konusunda ABD ile Türkiye’yi kıyaslamaya devam ediyor; iki ülkenin eğitim anlayışlarını sorguluyor. Bu iki ülke arasındaki anlayış farklarını bakın nasıl dile getiriyor:

    “Bizim eğitimimizde saltanatın izleri var. Emirler her zaman Ankara’dan geliyor. Ankara’nın talimatı olmadan hiçbir şey yapılamıyor. Bu da işleri yavaşlatıyor. Eğitimde yerelliğe önem verilmiyor… ABD’de öğretmeni müfettişler değil; öğrenci, veli ve müdürler değerlendiriyor, notunu onlar veriyor. Orada üniversite giriş sınavlarında bizdeki gibi sadece test soruları sorulmaz. Öğrencilere çok değişik alanlarda sorular sorulur, kompozisyon bile yazdırılır. Oysa bizde liseyi bitiren bir öğrenci doğru dürüst bir dilekçe bile yazamaz.

    ABD’de eğitimde önyargılar yoktur; akıl ve ilim işbaşındadır. Orada bir iş yapılırken ‘Biz bu işi niçin yapıyoruz? ’ sorusu sorulur. Dersin gayesi dersten evvel verilir. Türkiye’de ise eğitimde belli bir misyon yoktur. Bizde liseyi bitiren ancak iyi test çözer. Oysa hiçbir işte iyi test sorusu çözme şartı aranmaz. YÖK, ÖSS ile lise eğitimini felç etmiştir. Türkiye’de 8-10 milyar dolar dershanelere gidiyor. Bu parayla Koç ve Sabancı Üniversiteleri ayarında 17 tane üniversite açılır. Bizdeki ÖSS’nin bir kısmında da beceri soruları sorulmalıdır.

    Türkiye demokrasi konusunda 167 ülke arsında 88. sırada yer alıyor. Bu bizim için büyük bir utançtır. Demokrasiden korkmamak lazım. Demokrasi aslında bir nimettir. Demokrasi olan yerlerde bölünme olmaz. Bölünme ve dağılmanın olduğu yerler demokrasinin olmadığı yerlerdir. Durum bu iken bizim devletimiz sanki düşünenlerden ve demokrasiden korkuyor. Nerde yasakçılık varsa orda geri kalmışlık, nerde serbestlik varsa orda gelişmişlik vardır. Bunu dünyanın modern devletlerinde açıkça görebiliyoruz.

    Fikir hürriyeti içerisinde iyi fikirler daima yükselir. ABD’de tehlikeli fikir yoktur. Çünkü bir fikrin tehlikeli olup olmadığını görmeden bilemezsiniz, kimseyi potansiyel suçlu sayamazsınız. ABD’de devlet fikirlere aynı yakınlıkta durur, bu hususta önyargıları yoktur kimsenin… Orada eğitim ve bilim alanında faaliyet gösterenlerin yarısı yabancıdır. Fakat orada insanlara hangi dinden, hangi milliyetten, hangi inançtan olduğu gözüyle bakılmaz; ne yaptıklarına, işlerinin üstesinden gelip gelmediklerine bakılır. İşini doğru yapanları daima yükseltirler, ödüllendirirler, baş tacı ederler. Onların yollarını açarlar.

    ABD’de değişim hayatın özünde var. Orada merkezi eğitim yok, yerel eğitim var. Eyaletler kendi eğitim sistemlerini kendileri belirler. Eyaletler arasında adeta bir eğitim yarışı vardır. Onlar her görüş ve anlayıştan yararlanmanın yollarını ararlar. Oysa biz çok vehimli bir milletiz. Bizde kimse kimseye güvenmez. Fertlere güçlülerin doğruları empoze edilir. ABD ile Türkiye arasındaki temel ayrılık şudur: Türkiye’de düşünce âlemi mayınlanıyor. Bu da yürüyüşümüzü yavaşlatarak hareket kabiliyetimizi zorlaştırıyor. Oysa ABD’de düşünce yolundaki mayınlar temizleniyor. Hareket alanı genişletiliyor.

    ABD’de tevhid-i tedrisat yoktur. Bu anlayışı doğru bulmazlar. Orada ‘evde eğitim modeli’ diye bir sistem de vardır. Bazı kesimler eğitimi eve taşırlar. İstedikleri ortamda eğitim görürler. Orada isteyen herkes okul açabilir. Eğitime yatırım yapanlara her türlü kolaylık sağlanır. Eğitime yatırım yapanlar açtıkları okullarda diledikleri müfredatı uygulayabilirler. Onlara kimse şüpheyle, vehimle ve yan gözle bakmaz. İsteyen dini eğitim veren okullar açabilir. Bunun önünde hiçbir kanuni engel yoktur. Bu ülkenin eğitimden sorumlu idarecileri okul açan kişilere bir öğrenciyi yetiştirmeleri karşılığında 4500 dolar para veriyorlar. Bu hususta yerli yabancı ayrımı yapmıyorlar. Okulları ihaleye açıyorlar. Son zamanlarda Türkler burada da eğitime yatırım yapıyorlar. Çok da başarılı oluyorlar. ABD her milliyetten insanın fikirlerinden yararlanıyor, onların tutarlı ve mantıklı düşüncelerini ülke menfaatleri doğrultusunda kullanıyorlar. ABD faydacılığında birleşiyorlar.”

    Yıllarını ABD’de eğitime vermiş bir akademisyen olan Yunus Çengel’in bu zengin içerikli konuşmasından sonra Hacettepe Üniversitesi Öğretim üyesi Prof. Dr. Mustafa Erdoğan eğitime dair düşüncelerini dile getirdi. Erdoğan özetle şöyle dedi:

    “Bizde nedense bir özgürlük korkusu var. Bir otoriteye teslim olma temayülündeyiz. Özgürlük risk almayı gerektirdiği için bazen onu bile kendimizden uzak tutuyoruz. Yıllardan beri Türkiye’nin hürriyetçi bir anlayışa sahip olmaması, verilen ideolojik eğitimle ilgilidir. Bizde belli bir görüşü esas alan eğitim veriliyor. Oysa bizler sadece doğruları göstermeliyiz.

    Aslında bundan 200 sene evvel devlet okulu yoktu. Okullar devletin olunca eğitim ideolojik bir araç olarak kullanılıyor. Bu da bazı düşüncelerin devre dışı kalmasına neden oluyor. Bizdeki eğitim, dağılan SSCB’dekine çok benziyor. Verilen eğitim zihni melekelerimizi dumura uğratıyor. Öğretmenlerimiz de şartlandırılıyor… Özgürlüklerden korkmamak lazımdır. Eğitimde ideolojilerden arınmış, standart doğruların olmadığı bir sistem getirilmelidir. Böylelikle değişik anlayışlar devre dışı kalmaz, onlardan da istifade edilir.”

    Eğitim Bir-Sen tarafından organize edilen ve saygın akademisyenler tarafından onurlandırılan “Eğitim ve Demokrasi” panelinde sadece bunlar söylenmedi. Daha çok şey dile getirildi. Bunlar benim aldığım kırık dökük notlardı. Bu panel bizi pek çok konuda aydınlattı, ufkumuzun genişlemesine vesile oldu. Panelin düzenlenmesine vesile olan Eğitim Bir-Sen Trabzon şubesine Trabzonlu aydınlar olarak şükranlarımızı sunuyoruz.



  • eğitim

    17.12.2006 - 02:21

    EĞİTİM VE DEMOKRASI PANELİ–1

    M.NİHAT MALKOÇ

    Geçen hafta sonu (16 Aralık 2006 Cumartesi) Trabzon’da Hamamizade İhsanbey Kültür Merkezi’nde Eğitim Bir-Sen Trabzon merkez şubesi tarafından “Eğitim ve Demokrasi” konulu bir panel düzenlendi. Panele konuşmacı olarak Hacettepe Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Mustafa Erdoğan, Gaziosmanpaşa Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Osman Çakmak ve Amerika Nevada Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Yunus Çengel katıldı. Panelin yöneticiliğini KTÜ İİBF öğretim üyelerinden Yahya Deryal yaptı. Kalabalık bir dinleyici topluluğunun katıldığı panel çok büyük bir ilgiyle takip edildi. Konuşmacılar ilk bakışta soğuk ve resmi görünen bir konuyu ilginç hale getirmesini bildiler. Konuşmacılar sırayla söz alıp konuyla ilgili düşüncelerini dile getirdiler. Panelistler en sonda da dinleyicilerden gelen sorulara cevap verdiler.

    Konuşmacılardan biri olan Prof. Dr. Osman Çakmak eğitimde zihinsel özgürlük konusuna değinerek mevzuya enteresan açılımlar getirdi. Gaziosmanpaşa Üniversitesi’nde Kimya profesörü olan Osman Çakmak bu konuda özetle şu görüşlere yer verdi:

    “ Farklı düşünmek insan fıtratının gereğidir. Herkes aynı düşünmek zorunda değildir. Eğitim yapımızın temelinde bilgili insan yetiştirmek ve öğrencileri sınavlara hazırlamak amacı yatıyor. Eğitimde reflekslere dayanan şartlı öğrenme sistemini uyguluyoruz. Sorgulamadan, sebep sonuç ilişkisi kurmadan öğrenme şartlı öğrenmedir. Şartlı öğrenmede eleştirel bakış yok olmaktadır… Ezbercilik beynin fonksiyonlarını köreltiyor. ‘Kitabın yazdığı ve öğretmenin dediği doğrudur’ anlayışı eğitim sistemimizin bir parçası haline gelmiş. Bizde sormayan, sorgulamayan çocuk makbul görülüyor... Eğitim insana saygıyla başlar. Öğrenmek özgün bir faaliyettir. Hemen herkes farklı bir yaklaşımla öğrenir. Öğrenemeyen insan yoktur. Öğrenci merkezli bir eğitimde etkili bir öğrenme ortamı oluşturmak esastır.

    Gelişmenin temelinde bilim, bilimin temelinde merak vardır. Bizim eğitim sistemimiz şartlandırıcı esaslara dayandığı için merak hissi vermemektedir. ÖSS ve OKS şartlandırmanın en bariz örneğidir. İlkokulda sınav gözetmenliği öğrencilere ‘güvenilmez insanlar’ damgası vurduruyor. O yaşlarda sınav gözetmensiz yapılmalıdır. Hâl lisanımız konuşmaktan daha etkilidir. Bizde derslerde anlatılanlar sınavlarda aynen geri isteniyor. Bu hocaya bağımlılığı beraberinde getiriyor. Bizde şeylerin kendi değil, adı öğretiliyor. Bizim eğitimimiz sorgulamadan uzak, malumat düzeyindedir. Oysa önemli olan bilginin kendisinin öğretilmesi değil, nasıl kullanılacağının öğretilmesidir. Bilgiyi ilişkilendirerek öğretiyoruz... Merak ilmin hocasıdır. Öncelikle öğrencilerde merak hissini uyandırmalıyız ki öğrenme hızlı, etkili ve kalıcı olsun. Türkiye’de mesleki eğitimi geliştirmeli ve yaygınlaştırmalıyız. Dünya mesleki eğitime yöneliyor. Bugünkü kafada test çözmekle hiçbir yere varamayız.”

    Osman Çakmak’ın konuşmasının ardından ABD’de Nevada Üniversitesi’nde uzun yıllardan beri öğretim üyeliği yapan, dünya üzerinde termodinamik ve ısı geçişi konularını en iyi bilen Türk olarak tanınan Prof. Dr. Yunus Çengel konuşmasını ve sunumunu yaptı. Avrupa Birliği sürecinde eğitim konusuna değindi. Konuşmasında ağırlıklı olarak Amerika’da uygulanan eğitim sistemiyle Türkiye’deki eğitim sistemini karşılaştırdı. Çok ilginç anekdotlara yer vererek dinleyiciden alkış aldı. Özetle şunları söyledi:

    “Bir yerde eğitimin iyi olması için orada demokrasinin iyi olması gerekir. İyi eğitime giden yol demokrasiden geçer. ‘Hayatta en hakiki mürşit ilimdir’ sözü bütün okullarımızın duvarlarında asılıdır. Fakat bu zihinlere kazınamamıştır. Duvarlarda asılı kalmıştır. Hayata tatbik edilmemiştir. ABD’de okul duvarlarında böyle bir söz yoktur. Fakat onlar yaptıkları her işte bu sözü rehber edinmişlerdir. Eğitim bir istişaredir. Eğitim bilgi yüklemek değil, bilinenleri hayata geçirmektir. ABD’de mühim olan bilginin hayata geçirilmesidir. Oysa Türkiye’de eğitimin gayesi sınavlara hazırlanmaktır. Bence eğitim hammaddeye katma değer ilavesidir. Kimde bilgi varsa asıl zengin odur. Güney Korelilerle Kuzey Koreliler benzer coğrafyalarda yaşamalarına rağmen onları birbirinden ayıran ve birini ötekine fersah fersah üstün kılan bilgidir, bilginin hayata tatbikidir.

    ABD her şeyi sorguluyor. Onların da bazı konularda eksiklikleri var şüphesiz... Onlar çocuklarına maneviyatı ve insaniyeti veremiyorlar. Akıl ve bilim menfaatin hizmetine sunulmuş orada. Böyle olunca faziletle menfaat çatışıyor. Türkiye’de gerçek hayatta işe yarayacak bilgiler verilmiyor. Sınav merkezli eğitim uygulanıyor. ABD’de normal liselerde bile asgari düzeyde meslek bilgileri veriliyor. OECD Raporuna göre şayet Türkiye mevcut eğitim sistemini değiştirmezse gelecekte AB’nin düşük kaliteli işlerini yapacak.

  • recep yazıcıoğlu

    16.12.2006 - 00:17

    MERHUM VALİ RECEP YAZICIOĞLU VE “KÖPRÜ” DİZİSİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Yıllardan beri hep söyleriz: Türkiye’de un var, şeker var, yağ var; fakat helva yapacak maharetli eller yoktur. Bu belki öznel bir yargıdır, ama yaşanan hakikatler bunun nesnel yanlarının da görmezlikten gelinmemesi gerektiğini ortaya koyuyor.

    Yeraltı ve yerüstü zenginliklerimiz dünya devletlerinin iştahını kabartıyor. Büyük bir hazinenin üzerinde yaşıyoruz, lakin nedense ‘Derya içredir deryayı bilmezler’ berceste mısraının tecellisini hayatımızın her yanında ve anında görüyoruz. Bizi bu halden kurtaracak, bize geçmişin ihtişamını yaşatacak, maddi ve manevi değerlerimizi hayatımızın mühim bir parçası haline getirecek yüce şahsiyetlere bugün dünden daha çok ihtiyacımız vardır.

    Ülkemizde zaman zaman sıra dışı insanlar ortaya çıkıp güzel şeyler yapıyor. Fakat bu insanlar değişik merciler tarafından bir şekilde susturuluyor. Buna en güzel örnekler yakın zamanda aramızdan ayrılan Turgut Özal, Adnan Kahveci ve Recep Yazıcıoğlu’dur. Zamanlarını aşan ve bütün engellemelere rağmen çok büyük işler yapan bu üç kişinin de ölümü şaibelidir. Bu üç kişiden Turgut Özal aniden rahatsızlanarak vefat etmiş, Adnan Kahveci ve Recep Yazıcıoğlu şüpheli trafik kazalarına kurban gitmiştir. Turgut Özal’ın zehirlendiğine dair bilgi ve belgeler değişik kurum ve kişiler tarafından dile getirilmiştir. Özellikle eşi Semra Özal bunu defalarca vurgulamıştır.

    Trabzon’un yetiştirmiş olduğu iki büyük bürokrat olan Maliye eski bakanı Adnan Kahveci ve Denizli eski Valisi Recep Yazıcıoğlu izahı mümkün olmayan şekillerde kaza geçirerek hayatlarını, genç denilebilecek yaşlarda kaybetmişlerdir. Bunlar kamuoyuna sıradan kazalar olarak duyurulmuş, fakat zihinlerdeki şüphe ve tereddütler silinememiştir.

    Türkiye’nin süper valisi olarak nitelendirilen Recep Yazıcıoğlu Trabzon’un Köprübaşı ilçesinde dünyaya gelmiş kıymetli bir şahsiyetti. 1968 yılında, Aydın Maiyet Memuru olarak göreve başlayan Yazıcıoğlu, 1971-1984 yılları arasında sırasıyla Kalkandere, Bahçe, Hamur, Ayvacık, Kırıkhan, Alaca, Akçakoca ilçelerinde kaymakamlık görevinde bulunmuştu. 1984 yılında Tokat Valiliği’ne atanan Recep Yazıcıoğlu daha sonra, 14 Ağustos 1989’da Aydın Valisi olarak göreve başlamıştı. 19 Ağustos 1991 tarihinde Erzincan Valiliği’ne atanmış, bu görevinden sonra, 26 Eylül 1999’da da zamanın Başbakanı Süleyman Demirel tarafından Merkez Valiliği’ne düşürülmüştü. Bu şekilde bir anlamda cezalandırılarak geri hizmete alınmıştı. Peki, suçu neydi? Sadece zamanı aşan düşünceleri ve demeçleri…

    O sıra dışı bir valiydi. Evli, üç çocuk ve bir torun sahibi olan Recep Yazıcıoğlu, zaman zaman yaptığı sistem eleştirileriyle ve aykırı görüşleriyle dikkat çekti. Son olarak Denizli Valiliği görevinde bulunan Yazıcıoğlu, 2 Eylül 2003’te Eskişehir-Ankara Yolu üzerindeki Temelli Belediyesi yakınlarında şüpheli bir trafik kazası geçirdi. Ankara İbni Sina Hastanesi’ne yatırılan Yazıcıoğlu, kazadan iki gün sonra bitkisel hayata girdi. 8 Eylül 2003’te Ankara İbni Sina Hastanesi’nde vefat etti. Cenazesi bir gün sonra, Söke ilçesinde defnedildi. O yaşarken de, öldükten sonra da çok konuşuldu, tartışıldı.

    13 yıllık kaymakamlığında kimsenin tanımadığı Recep Yazıcıoğlu, Tokat’ta rakıya yasak koydurunca Türkiye gündemine oturuverdi. Onun akıl dolu uygulamalarını art niyetli kişiler saptırarak aleyhine delil olarak kullanmaya çalıştı. Onu hiç kimse hak bildiği yoldan döndüremedi. Karadeniz inadı ve kararlılığı genlerine sinmişti. O, bürokrasi hazretlerine meydan savaşı açtı. Resmi dairelerde resmiyeti rafa kaldırdı, onun yerine samimiyeti yerleştirdi. Kapısını halka ardına kadar açtı. Her gittiği yerde halkın içine yarıştı. Zaman zaman tebdil-i kıyafetle denetimler yaptı. Sporu bizzat yaparak halka sevdirdi. Değişik çevreler onun uygulamalarını çok tartıştı. Hak veren de, yeren de oldu.

    Son zamanlarda özel televizyon kanallarından birinde merhum vali Recep Yazıcıoğlu’nun hayatını ve icraatlarını anlatan ‘Köprü’ isimli bir dizi yayınlanıyor. Dizi Ayşe Kulin’in aynı adlı romanından film haline getirilmiş. ‘Köprü’ romanın kurgusu idealist bir valinin merkeziyetçi bürokratik yapının doğal sonucu olarak soğuttuğu, birbirinden uzaklaştırdığı, hatta kimi zaman kopardığı devlet-halk ilişkisindeki kısır döngüyü kırma çabası üzerine şekillendirilmiştir. Roman gerçekçi bir bakış açısıyla kaleme alınmıştır.

    ‘Köprü’ romanında anlatılan konu Erzincan’da bürokratik engellerle yapılamayan bir köprünün acıklı başlayan, mutlu sonla neticelenen hikâyesidir. Erzincan’ın Kemaliye İlçesine bağlı Başpınar Köyü’nde bir köprü bulunmaması sebebiyle insanların hayatlarında çektikleri sıkıntılar anlatılıyor bu eserde. Uzun yıllar boyunca yapılamayan bir köprünün Vali Yazıcıoğlu’nun seferberliğiyle inşa edilmesi dile getiriliyor.

    Yazar Ayşe Kulin’in aynı isimli romanından Ahmet Yurdakul’un senaryolaştırdığı, yönetmenliğini Sadullah Şentürk’ün yaptığı Köprü’nün başrollerinde Erdal Beşikçioğlu, Ayşegül Ünsal, Selim Bayraktar, Ali Hakan Beşen, Haldun Boysan, Yurdaer Okur ve Melis Birkan oynuyor. Dizi Eskişehir’de çekiliyor. Bence Erzincan’ı ve oranın efsaneleşmiş bir valisini anlatan dizinin Erzincan’da çekilmesi daha gerçekçi ve uygun olurdu. Diziyi hangi akılla burada çektiklerini anlayamıyorum. Bunun dışında diziyi başarılı buluyorum. Zira diziden alacağımız pek çok ders vardır. Bu dizi merhum Vali Recep Yazıcıoğlu’na gösterilen vefanın güzel bir örneğidir. Demek ki vefa can çekişse de henüz ölmemiş… Ben söz konusu romanı okudum, diziyi de takip ediyorum. Herkese, özellikle Trabzonlulara bu diziyi izlemelerini, Ayşe Kulin’in ‘Köprü’ adlı romanını okumalarını tavsiye ediyorum.

  • tekayder (trabzon eğitim araştırma derneği)

    13.12.2006 - 22:41

    TEKAYDER’DEN ALTERNATİF BİR ÖĞRETMENLER GÜNÜ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Öğretmenler yılın bir gününe sığmayacak kadar büyük ve fedakâr şahsiyetlerdir. Onları her yıl 24 Kasımlarda anmak yetmez tabiî ki… Resmi anma törenlerinde onlara yapılan övgüler fazla bir şey ifade etmiyor gerçekte. “Öğretmenin hayat şartlarının iyileştirilmesi için neler yapılabilir? ” sorusunun cevabı aranmalıdır bu günlerde… Fakat bu konuya değinmek için öğretmenin derdiyle dertlenmek lâzım. Davulun sesi uzaktan hoş geliyor. Öğretmenler, öğretmen olmayanların insafına terk edilince hayırlı netice hâsıl olmuyor. Meseleleri gelecek yıllara aktarıp duruyorlar; çözümü bir başka bahara ertelenmek zorunda kalıyorlar. Öğretmenler artık alıştı bu laflara, beklentileri de kalmadı yetkililerden…

    Trabzon’da öğretmenlerle ilgili resmi kutlama programı 24 Kasım günü Trabzon Lisesi Konferans Salonu’nda yapılmıştı. Aradan bir hafta geçti. Bu kutlamalara ilave olarak Trabzon Eğitim, Kültür, Araştırma ve Yardımlaşma Derneği(TEKAYDER) 2 Aralık 2006 Cumartesi günü 19 Mayıs Kapalı Spor Salonu’nda geniş kapsamlı bir Öğretmenler Günü Kutlama Programı gerçekleştirdi. Adı geçen derneği daha önceki etkinliklerinden de yakinen tanıyoruz. Resmi programların sıkıcı havasından uzak, alternatif kutlama ve anma programları düzenliyorlar. Belirli gün ve haftalarda konferanslar ve belirli günlerin içeriğine uygun faaliyetler tertip ediyorlar. Bundan bir ay evvel 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’yla alakalı hoş bir anma programı gerçekleştirmişlerdi. Bu etkinlik bir hayli ilgi görmüştü.

    Trabzon halkı Tekayder’i anlamlı etkinlikleriyle tanıdı ve benimsedi. Artık her önemli günde onlardan alternatif etkinlikler bekliyorlar. Derneğin her faaliyeti yasalar çerçevesinde gerçekleştiriliyor. Milli Eğitim ve diğer devlet kurumlarından izin ve destek alıyorlar. Devlet kurumlarıyla uyum içinde çalışıyor Tekayder… Gençlere ve öğrencilere yönelik ders destekleme ve bilgisayar kursları da düzenliyorlar. Bunlar Halk Eğitim Merkezi ve Akşam Sanat Okulu ile işbirliği yaparak gerekleştiriyorlar. Çok geniş ve güzel bir hizmet binaları var. Her kesimden insanı, özellikle maddi durumu elvermeyen zeki çocukları kucaklıyorlar.

    Geçen hafta sonu Tekayder tarafından yapılan Öğretmenler Gecesi saygı duruşu ve İstiklal Marşı’yla başladı. Dernek Başkanı Fuat Öründü öğretmenlikle ilgili olarak kısa bir açış konuşması yaptı. Daha sonra öğretmenlerle ilgili olarak tiyatro şeklinde gerçek hayattan bir kesit sundular. Bitlis’in bir köyünde hain teröristler tarafından bayrak direğine asılarak öldürülen bir öğretmenin hayatını canlandırdılar. Öğretmen ve öğrencilerin rol aldığı kısa oyun güzeldi ve duygu yüklü mesajlarla doluydu.

    Bu güzel tiyatro gösterisinin ardından Gülbahar Hatun Koleji öğrenci korosu tarafından canlı müzik eşliğinde şarkı ve türküler söylendi, öğretmen temalı şiirler okundu. Daha sonra geçmişten günümüze nostaljik(özlemli) öğrenci kıyafetleri defilesi yapıldı. Programda öğretmenlik görevini sürdüren en genç ve en yaşlı öğretmenleri temsilen birer öğretmene söz verildi. Göreve henüz iki buçuk ay evvel başlayan bir bayan öğretmenle 32 yıldır öğretmenlik vazifesini büyük bir aşkla ve şevkle yerine getiren bir öğretmen, mesleğiyle ilgili anılarını ve duygularını anlattı. Söz konusu öğretmenlere plaket(onurluk) takdim edildi.

    Tekayder’in düzenlediği öğretmenler gecesinin sonunda sahneye kıymetli bir sanatçı çıkarak izleyenleri coşturdu. TRT İzmir Radyosu Türk Halk Müziği Sanatçısı Reşit Muhtar salondaki öğretmenlere şahane bir konser verdi. Konser büyük beğeniyle izlendi. Reşit Muhtar’ı ilk kez canlı bir programda dinledim. Bir insan ancak bu kadar dolu ve geniş vizyonlu olabilir. Reşit Muhtar söylediği birbirinden güzel türkülerle ve türküler arasında yaptığı anlamlı konuşmalarla dinleyenleri mest etti. Türk-İslam kültürüyle bezenmiş ve iman nuruyla süslenmiş bu gönül adamını dinlemek büyük bir zevkti. Türkülerin hakkını fazlasıyla verdi, geceye apayrı bir renk kattı. Netice olarak şunu söylemek istiyorum: Tekayder’in programlarına alıştık, hatta müptelası olduk. Bundan sonra da onlardan yeni etkinlikler bekliyoruz. Bu anlamlı geceden dolayı kendilerine öğretmenler adına teşekkür ediyoruz.

  • tekayder (trabzon eğitim araştırma derneği)

    13.12.2006 - 22:40

    83.YILINDA CUMHURİYETİMİZ VE TEKAYDER’İN ETKİNLİKLERİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Bu yıl da, Atatürk’ün fazilet olarak nitelendirdiği Cumhuriyetimizin 83. yıldönümünü büyük bir coşkuyla kutladık. Her kurum üzerine düşen vazifeyi hakkıyla yerine getirdi. Halkımız her zaman olduğu gibi Cumhuriyetine sahip çıktı. Törenlere halkımızın çoğunluğu gönüllü olarak iştirak etti. Bu bağlamda Trabzon’da faaliyet gösteren TEKAYDER(Trabzon Eğitim, Kültür, Araştırma, Yardım Derneği) 31 Ekim 2006 Salı akşamı Trabzon’da Zorlu Grand Otel Konferans Salonunda Cumhuriyetle ilgili konferans tertip etti. ‘83. Yılında Cumhuriyetimiz’ konulu konferansı KTÜ Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyelerinden Doç. Dr. Hikmet Öksüz kalabalık bir dinleyici topluluğuna verdi.

    Konferanstan evvel TEKAYDER Yönetim Kurulu Başkanı Fuat Öründü kısa bir açış konuşması yaptı. Ardından TEKAYDER’le ilgili bir tanıtım cd’si izlendi. Derneğin bugüne kadar yaptığı faaliyetler tanıtıldı. Konferanstan evvel konuşmacı Hikmet Öksüz’ün biyografisi okundu. Seçkin bir dinleyici kitlesine konuşan hatip Doç. Dr. Hikmet Öksüz, bir saati aşkın sohbet tadındaki konuşmasında şu görüşlere yer verdi:

    “Türkiye Cumhuriyeti imparatorluktan milli devlete geçişin meyvesidir. Osmanlı Devleti üç kıtaya hâkimdi ve 23 bin kilometre karelik bir toprak parçasını içine alıyordu. Dünyadaki her beş insandan biri Osmanlı uyruğuna mensuptu. Bugünkü topraklarımız 814 bin kilometrekareye düşmüştür. Cumhuriyet kurulduğunda 13 milyon nüfusumuz vardı.

    Türkiye Cumhuriyeti ‘nin kuruluş sürecinde ve Birinci Dünya Savaşı’nda üç milyon insanımızı kaybettik. O zamanlar Ermeniler devletlerine isyan ettiler. Rumlar fırsatı kaza etmediler. Onlar da ayaklandılar. Bu zor şartlar altında 1923’te Türkiye adında millî bir devlet oluşturduk. Bu pek çok değişimi de beraberinde getirdi. Osmanlı’da halkın yüzde 87’si müslümandı. Milli devlete geçiş sürecinin sonunda bu oran 1927’te yüzde 99’lara yükseldi. O zamanlar halkın yüzde 86’sının dili Türkçeydi. Tarihin hiçbir döneminde bu millet bu kadar homojen bir yapıya kavuşmamıştı.

    Cumhuriyet, İstiklal Harbi gibi çok önemli bir başarının ardından geldi. Türkiye Cumhuriyeti saltanatın devrilmesine karşı bir hareketin neticesi değildir. Mustafa Kemal Samsun’a çıktığından itibaren hep meşruiyetçi bir tavır ortaya koymuştur. O, milli iradeyi hâkim kılmak için mücadele etmiştir. Bu cumhuriyet rejimiydi. Cumhuriyeti ortaya çıkaran Türk milletinin iradesi ve kararlılığıdır. Devleti idare edenlere yetkiyi millet verir. Cumhuriyetin ruhu budur.

    Cumhuriyetle birlikte tebadan vatandaşlığa geçilmiştir. Cumhuriyetle birlikte hukuk birliği gerçekleştirilmiştir. Herkes devletin itibarlı bir üyesi olmuştur. Bu durum vatandaşların devlete bağlılığını güçlendirmiştir. Fakat bugün bu bağlar zayıflatılıyor. Milleti devletten koparma projesi yürütülüyor.
    Cumhuriyet Türkiye’sinin en büyük kazançlarından birisi eğitim birliğidir. Tevhid-i Tedrisat Kanunu’yla eğitim birleştirilmiş, yabancı okullar da tek çatı altında toplanmıştır. Türkiye topraklarındaki misyoner okulları kapatılmıştır.

    Cumhuriyetle beraber başkentin Ankara’ya taşınması coğrafi bir tercih değil, mücadele ettiğimiz kesime meydan okumadır. O zamanın güçlü ülkeleri Lozan’ı meclislerinde bir yıl boyunca kabul etmemişlerdir. Hatta tepki olarak elçilerini başkent Ankara’ya göndermemişlerdir. Kapitülasyon geleneğinden gelen Avrupa ülkeleri Osmanlı’dan kopardıkları kapitülasyonları Türkiye Cumhuriyeti’nden de beklemişlerdir. Fakat umduklarını bulamamışlardır. Çünkü 1930’da bütün zorluklara rağmen ‘Hayır’ diyebilen bir Türkiye vardı. O zamanki Türkiye’yle ‘AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer’ diyen zihniyeti bir karşılaştırın. O zamanlar belki bugünkü kadar ileri bir seviyede değildik ama iktidarda milli iradeyi hâkim kılan idareciler vardı. Üstelik Türkiye; Osmanlı’nın borçlarını ödemeye mecbur edilmişti. Bu borçları ancak 1954 yılında bitirebildik.

    Cumhuriyet Türkiye’si 1945’ten sonra ekonomisini dışa bağımlı hale getirdi. O gün bugündür belimizi doğrultup milli iradeyi hâkim kılamıyoruz. Cumhuriyet hiçbir aileye ilelebet devleti idare etme yetkisi vermedi. Herkese eşit haklar ve şartlar tanıdı. Kadına seçme seçilme hakkı Fransa’da 1944’te verilmesine rağmen bizde 1934’te verildi. 1923’te Mustafa Kemal Paşa tarafından kurulan Cumhuriyet modeli bu milletin dokusuna uygun olduğu için halk tarafından da kolaylıkla benimsenmiştir. Cumhuriyet kurulduktan sonra Osmanoğulları ailesi katledilmemiş, sadece şartlar gereği sınır dışı edilmiştir. Yani bizdeki değişim bir kısım Avrupa ülkelerindeki gibi kanlı olmamıştır.

    Bizler stratejik açıdan zor bir coğrafyada yaşıyoruz. Karadan sekiz tane komşumuz var. Enerji kaynaklarının kesiştiği noktadayız. Dünya petrol rezervlerinin yüzde 65’inin hem eski sahibi, hem komşusuyuz. Finlandiya ve Norveç gibi sadece iki komşumuz yok. Bu ülkeler gibi rahat bir konuma sahip olsaydık bugünkünden çok daha ileri konumda olacaktık Bu konumumuzdan dolayı başımıza hep çorap örülüyor. İlerleyişimiz engelleniyor. Bardağı bir türlü dolduramıyoruz. Altını oyup boşaltıyorlar. Cumhuriyet Türk’ün dokusuna çok uygun bir sistemdir. Onu koruyalım ki geleceğimiz aydınlık olsun.”

    Konferanstan derlediğim kırık dökük notlar bunlar… Bilinmelidir ki KTÜ, Trabzon için büyük bir nimettir. Çünkü bu köklü bilim yuvasında çok değerli ilim adamları var. Hikmet Öksüz de onlardan biri… Kendisi Çaykaralı… İçimizden biri… Çok akıcı bir konuşma tarzı var. Engin bir bilgi ve birikim sahibi… Ben onu geleceğin Osman Turan’ı olarak görüyorum. Zaten Osman Turan da Çaykaralıydı. Çaykara tarih bilimi sahasında yeni bir değer yetiştiriyor. Trabzon ondan istifade etmelidir.

    TEKAYDER’in “83. Yıl Cumhuriyet Kültür ve Sanat Etkinlikleri” hafta boyunca devam etti. 01 Kasım 2006 Çarşamba günü Hamamizade İhsanbey Kültür Merkezi’nde Cumhuriyetimizin 83. Yılı Fotoğraf Sergisi açıldı. “Vatan Sağolsun” adlı kısa bir tiyatro gösterisi sunuldu. Halk oyunları gösterisi yapıldı. Yöresel yemekler standı açıldı. İstiklal Harbi’ne ait temsili siper oluşturuldu. Abide şahsiyetlerimiz ve abide eserleri standı kuruldu.

    Bunun yanında İlimizde kaybolmaya yüz tutmuş meslekler standı ziyaretçilerin dikkatine sunuldu. 02 Kasımda yine aynı mekânda “Kuruluşundan Günümüze Cumhuriyetimiz” konulu sinevizyon gösterisi yapıldı. Aynı günün akşamı saat 19.00’da Akçaabat Belediyesi Korosu Türk Sanat Müziği Konseri verdi. Bu yıl TEKAYDER sayesinde dolu dolu bir Cumhuriyet Bayramı geçirdik. Emeği geçen herkese Trabzonlular adına teşekkür etmeyi bir borç biliyorum. Umarım bu faaliyetler gelecek yıllarda da artarak devam eder. Çünkü bu tarz programlar rutin törenlere nazaran çok daha faydalı ve ilgi çekici oluyor.

  • trabzon

    13.12.2006 - 22:37

    BİRİNCİ KARADENİZ SPOR OYUNLARI

    M.NİHAT MALKOÇ

    Trabzon güzel ülkemizin şirin şehirlerinin başında gelmektedir. Binlerce yıllık bir yerleşim yeri olan Trabzon, nice medeniyetlere ev sahipliği yapmıştır. Şehri gezenler bunun kalıcı izlerini her adım başında göreceklerdir. Bu kalıntılar vefalı ellerle geleceğe taşınacaktır.

    Trabzon’da kültür, sanat, edebiyat ve spor çok mühim bir yer teşkil etmektedir. Bu şehirde spor bir yaşam tarzı oluvermiştir. Sporun da özellikle futbol dalına aşırı bir ilgi ve rağbet vardır. Bunun en büyük nedeni Trabzonspor’un yakın tarih içindeki başarılarıdır.

    Geçenlerde Trabzon’umuz çok önemli bir uluslararası organizasyonu düzenleme hakkı kazandı. 2011 yılındaki Avrupa Gençlik Olimpiyatları Trabzon’da düzenlenecek. Çok değil, dört yıl sonra 48 ülkeden 5 bin kişinin katılacağı olimpiyatlarda dünyanın gözü, kulağı Trabzon’da olacak. Bu, Türkiye’nin ve Trabzon’un tanıtımına büyük fayda sağlayacak. Trabzon bu vesileyle yeni tesislere kavuşacak. Organizasyonun Trabzon’a alınmasında emeği geçenleri kutluyoruz.

    Bunun yanında futbolla yatıp kalkan Trabzon’da bu yıl uluslararası bir spor organizasyonu gerçekleştirilecektir. Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerden gelecek sporcularla değişik dallarda yarışmalar düzenlenecektir. “Karadeniz Spor Oyunları” adı altında ilk kez düzenlenecek olan bu uluslararası organizasyonun ilki Türkiye’de, Trabzon, Giresun ve Rize şehirlerinde gerçekleştirilecektir. Fakat oyunların merkezi Trabzon olacaktır. Organizasyon 2-8 Temmuz 2007 tarihleri arasında düzenlenecektir.

    Karadeniz Ekonomik İşbirliği ülkelerinin çeşitli alanlarda var olan birlikteliklerinin yanı sıra, spor alanında da bir işbirliğine giriş sürecinin Karadeniz Oyunları ile pekiştirilmesi hedefleniyor. Bu oyunlar vasıtasıyla Karadeniz Ekonomik İşbirliği ülkelerinin özellikle bölgesel bütünleşme, sosyal ve kültürel alanlardaki ilişkilerin gelişimi, Akdeniz, Amerikan, Asya spor oyunları gibi bölgesel bir aktivite ile ülkeler arası dostluğun geliştirilmesi amaçlanıyor.

    Trabzon’un merkez olacağı oyunlar çerçevesinde sporcu, idareci, çalıştırıcı ve teknik ekip olmak üzere üç bin kişinin Trabzon’a gelmesi bekleniyor. Bu şehrimiz için çok mühim bir tanıtım fırsatı olacaktır. Organizasyona katılacak ülkelerin vatandaşları Trabzon şehrinin adını sık sık duyacaklardır. Hatta oyunlarla ilgili bilgiler ve neticeler bütün dünyaya haber olarak geçecektir. Bu son derece büyük bir tanıtım fırsatıdır; çok iyi değerlendirilmesi gerekir.

    1. Karadeniz Spor Oyunları’nın daha popüler bir hale gelebilmesi ve daha çok sporcunun katılımının sağlanması amacıyla oyunlara Karadeniz Ekonomik İşbirliğine üye ülkelerin tümünün katılımı planlanmıştır. Bu çerçevede oyunlara Türkiye’nin yanı sıra Sırbistan, Moldova, Rusya, Romanya, Ermenistan, Yunanistan, Gürcistan, Arnavutluk, Ukrayna ve Azerbaycan katılacaktır. 3 Temmuz 2007 Salı günü açılış töreni, 8 Temmuz 2007 Pazar günü de kapanış törenleri yapılacaktır. Anlaşılan o ki bu yıl Trabzon temmuz sıcağında güzel bir heyecan yaşayacaktır.

    Karadeniz Oyunları’nda merkez Trabzon olmak üzere Giresun ve Rize
    illerindeki tesisler organizasyon için kullanılacak. Trabzon’da Yorma, Sürmene, Araklı, Vakfıkebir, Of ve Akçaabat ilçelerindeki spor tesisleri organizasyon için şimdiden hazırlanıyor. Atletizm yarışmaları için Moloz’da yapılması düşünülen tesise Trabzon Belediyesi yer tahsisinde bulunurken, Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü 1 milyon 500 bin YTL’yi bu tesisin yapımı için ayırdı bile. Tesis 2007 yılında hazır olacaktır. Karadeniz Teknik Üniversitesi de spor tesislerinin yanı sıra kampüste oyunlar köyünün hazırlıklarına başladı. Organizasyon boyunca KTÜ Oyunlar Köyü olarak kullanılacak. Yurtlar, yemekhaneler ve tesisler tamamen bu organizasyon için hazır olacak. Üniversite tüm imkânlarını bu organizasyona seferber edecek.

    Şüphesiz ki Trabzon, Doğu Karadeniz bölgesinin en gelişmiş şehridir. Kara, deniz ve hava olmak üzere her türlü ulaşım imkânı mevcuttur. Şehrimizde biri beş yıldızlı olmak üzere pek çok yıldızlı otel vardır. Yani konaklama konusunda bir sıkıntı yaşanacağını sanmıyorum. Trabzon’un misafirperver halkı gelenlerden sevgi ve hoşgörüsünü esirgemeyecektir. Trabzon bu uluslararası organizasyondan alnının akıyla çıkacaktır. Şehirde bu kültürel altyapı mevcuttur.

    Bu organizasyon 2011 yılında Trabzon’da yapılacak olan Dünya Gençlik Olimpiyatlarının bir çeşit provası olacaktır. Trabzon bunu başaracaktır. Yeter ki Trabzon sevgisinde, asgari müştereklerde birleşelim, kenetlenelim. Bu imtihanı başarıyla geçersek Trabzon’un vitrini daha da renklenecek, zenginleşecektir. Şehrimize yepyeni ufuklar açılacaktır. Trabzonluların bu gibi uluslararası faaliyetlere ilgi göstermesi gerekir. Büyük bir aksilik olmazsa herkesi 3 Temmuz Salı günü 1. Karadeniz Oyunları açılışına bekliyoruz. Spor futboldan ibaret değildir. Trabzonlular’ın futbol kadar diğer spor dallarına da ilgi göstereceğini umuyorum.

  • aşık reyhani

    11.12.2006 - 00:31

    ÂŞIKLIK GELENEĞİ VE ÂŞIK REYHANÎ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Türk şiirinin en zengin kaynaklarından birisidir âşıklık geleneği… Bu mübarek çeşmeden nice kaynak beslenmiştir. Bilindiği üzere âşıklık geleneğinin kökeni çok eskilere dayanmaktadır. Saf şiirin kaynağıdır bu aydınlık ve bereketli şiir oluğu… Köklü bir deneyim süreci neticesinde birbirinden güzel, özgün şiirler ve şairler çıkmıştır bu gelenekten.

    Âşıklık geleneği pek çok kaidelerden oluşmuştur. Yani pek çok hususta kurallar ve sınırlandırmalar vardır. Bu durum şiir söylemeyi zorlaştırsa da ortaya çıkan mahsulün kalitesini ve edebi değerini artırmaktadır. Âşıklık bir yaşama biçiminin yansımasıdır. Âşık edebiyatı, ozan-baksı geleneğinin Anadolu’da yaşama biçiminin değişimiyle ortadan kalkması üzerine oluşmuştur. Âşıklık geleneğinden sazlı (telden) , sazsız (dilden) , doğaçlama yoluyla, kalemle (yazarak) veya birkaç özelliği birden taşıyan geleneğe bağlı olarak şiir söyleyenlere ‘âşık’, bu söyleme biçimine ‘âşıklık-âşıklama’, âşıkları yönlendiren kurallar bütününe de ‘âşıklık geleneği’ adı verilir. Çok sağlam bir altyapısı vardır.

    Türk şiirinin en büyük zenginliklerinden birisi Divan şiiriyse, ötekisi Halk şiiridir. Fakat günümüzde nedense bu iki şiir geleneği de serbest şiirin gölgesinde kalmıştır. Kuralsızlık ve aşırılık şiire de yansımış, ucube şiirler mantar gibi sağda solda biter olmuştur. Maalesef bunlar bir hayli de taraftar bulmuştur. Anlayacağınız o ki şiirimiz modaya kurban edilmiştir. Halk şairleri ilgisizlikten unutulmuş, bu gelenek her geçen gün kan kaybetmiştir.

    Günümüzde halk şiiri birkaç ustanın üstün gayretleriyle hayatını devam ettirmektedir. Onlar sayesinde âşıklıklık geleneği sürmektedir. Fakat o eski ihtişamından eser kalmamıştır. Onun içindir ki her halk şairinin, her âşığın aramızdan ayrılması bu şiir geleneğinin biraz daha eriyip yok olması anlamına geliyor. Çünkü bu şiire gönül vermiş ustaların yeri kolay kolay dolmuyor. Üstelik halk şiirine artık kimse rağbet etmiyor. Bu durum halk şiiri kaynaklarının yakın gelecekte kuruyacağı endişesini beraberinde getiriyor. Ben bunları düşünürken halk şiirinin efsane isimlerinden biri olan Âşık Reyhanî’nin ölüm haberi geldi kulağıma....

    Türk halk şiirinin günümüzdeki en büyük temsilcilerinden biri olan Erzurumlu Âşık Reyhanî’yi de kaybettik. 10 Aralık 2006 Pazar günü Reyhanî göç eyledi bu fani âlemden… Geçtiğimiz sene de halk şiirimizin en büyük ustalarından biri olan Murat Çobanoğlu’yu yitirmiştik. Bu iki ustanın birer yıl arayla aramızdan ayrılması halk şiiri adına büyük kayıplardır. Şu üzücü bir gerçek ki bunların yeri bir daha doldurulamayacaktır. Fakat dünyaya gelişimiz ne kadar gerçekse göçüşümüz de o kadar gerçektir. Onun için Âşık Reyhanî’nin ebediyete intikalini de bu açıdan değerlendirmemiz gerekir.

    Asıl adı Yaşar Yılmaz olan Âşık Reyhanî, 1932 yılında Hasankale’nin Alvar köyünde doğmuştu. Yani O, 74 yaşında aramızdan ayrıldı. Konya Âşıklar Bayramına aralıksız katılan yedi âşıktan biriydi. Eski âşıkların dışında, yetiştiği Huzuri Baba, Nihani, Cevlani, Efkari, Murat Çobanoğlu’nun babası Gülistan Çobanoğlu gibi âşıklardan gelenek ve usul öğrenmişti. İran’dan Avrupa’ya birçok ülkede türkü söyleyen Âşık Reyhanî, katıldığı yarışmalarda da birçoğu birincilik olmak üzere çeşitli ödüller almıştı. 1980’li yılların başında Erzurum’da bulunan Doğu Ozanları Derneği’nin başkanlığına getirilmişti. Âşık Reyhanî birçok ülkeye konser ve konferanslara katılmak üzere çağrılmıştı. Halk şiirimizi sınırlarımızın dışına taşımış ve oralarda tanıtmıştı. Ayrıca ABD’nin Michigan Üniversitesi’nde katıldığı bir konferanstan sonra kendisine fahri öğretmenlik unvanı verilmişti.

    O sessiz yaşasa da ismi Edirne’den Kars’a kadar yayıldı. Şiirlerinin çoğu bestelenerek dilden dile dolaştı. Türkülerde sesi ve sazı yankılandı. Ülkemin yürek sızılarını dilden dile, telden tele taşıdı. Sevdalı yüreklerin tercümanı oldu. Fakat kendisi çok vefalı olmasına rağmen vefa görmedi. Uzun zamandan beri hastalıklara duçar oldu. Hastalık onu yataklara mahkûm eyledi. Bedeninin dili, sazının teli sustu. En sonunda da şairin dediği gibi bir tel koptu, ahenk ebediyen kesildi. Son günlerinde eriyip bir deri bir kemik kaldı. O güzel insan tanınmaz bir hale geldi. Geçmişte söylediği bir şiirde aşktan bir deri bir kemik kaldığını söylemişti. Sanki o dizeler ömrünün son demlerindeki hazin görüntüsünü yansıtıyordu. Onu kendi ifadesiyle gerçek sevdaya, Hakk’a götürdüler. Çünkü erenlerden geri kalmak istemiyordu. O şimdi Hakk’ın divanında hayat bulmuş bir erendir:

    “Al beni ne olur sevdaya götür
    Erenlerden geri kaldım sevdiğim
    Saz bir bahanedir göğsümü dövdüm
    Bir kemik bir deri kaldım sevdiğim”

    Âşık Reyhanî şair doğmuş insanlardan biriydi. Âşıklık geleneğini çok iyi biliyordu. Bu işi ciddiye alıyordu. Uzun yıllar usta âşıklardan dersler almıştı. O, halk şiiri arşivine pek çok nitelikli eser kazandırmıştır. Onu mahdut bir yazıyla anlatmak ne mümkün…

    O büyük insan ömrünün son yıllarını büyük sıkıntılarla, hastalıklarla, hastane köşelerinde geçirdi. Yalnızlık tek yoldaşı oldu. O koca insan adeta bir mum gibi eridi. Fakat kimse onun derdiyle dertlenmedi. Ölümü bile televizyonlarda ve gazetelerde son haber olarak satır aralarında verildi. Çünkü o yeniyetmelerin moda kültürüne iltifat etmedi hiçbir zaman. Büyük medya patronlarıyla yıldızlı otellerde oturup kadeh kaldırmadı. O, halkın bağrından çıkmış, halkının sesi olmuş bir çilekeşti. Onun içindir ki değerlerin altüst olduğu bu bahtsız zamanda sesi kısık çıktı. Kimse elinden tutmadı, hayatta tek başına yürümek mecburiyetinde bırakıldı. Onuruyla yaşadı, onuruyla öldü, kimseye el açmadı. Bu milletin gerçek efendisi ve sahibi olan halkın gür sesi olmaya and içmiş bu büyük halk aşığına Allah’tan rahmet diliyorum. Sözlerimi onun ölüme dair bir dörtlüğüyle noktalamak istiyorum.

    “Gel gülü yandırma bülbül / Önce ağla sonradan gül
    Ölüm en son nokta değil / İş ondan öteye başlar”

  • yerli malı haftası

    09.12.2006 - 21:10

    TUTUM, YATIRIM VE TÜRK MALLARI HAFTASI

    M.NİHAT MALKOÇ

    Ülkeler sağlam bir ekonomik yapı üzerine kurulmuşsa geleceğe güvenle bakılabilir. Aksi halde ülkelerin ayakta durması güçleşir. Ekonomik bağımsızlık olmadan siyasal bağımsızlık olmaz. Çünkü yabancılara borçlanan ülkelerin eli ayağı bağlanır. Para veren bir zaman sonra akıl vermeye başlar. “Borç iyi güne gitmez” demiş atalarımız. Borçtan ancak ödemekle kurtulabiliriz. Türkiye yıllardan beri borçlu yaşamanın sıkıntılarını çekiyor.

    Türkiye zengin bir ülke değildir. Bazıları bolluk içinde yaşarken bazıları da çöplerden rızkını çıkarmanın mücadelesini vermektedir. Bunu bilerek hareket etmek zorundayız. Tutumlu olursak gelecekte maddi sıkıntılar yaşamayız. Hiç ihtiyacı yokken gösteriş için harcama yapanları anlamak mümkün değildir. Çoğumuzun evinde hiç kullanılmayan eşyalar vardır. Durum bu iken bu eşyalara yenilerini ekleriz. Bu iş için avuç dolusu paralar harcarız. Fakat nedense bir garibanı doyurmak için elimizi cebimize götürmekte zorlanırız.

    İnsanın gelecekte neler yaşayacağı, nelerle karşılaşacağı belli değildir. Kader bize nice sürprizler hazırlamıştır. Onun için elimizde ne varsa har vurup harman savurmamalıyız. Bir kenara bir miktar para koyup tabir caizse onu unutmalıyız. Onu yok saymalıyız; ancak darda kaldığımızda onu kullanma yoluna gitmeliyiz. Tutumlu olmakla cimriliği birbirine karıştırmamalıyız. Cimrilikle tutumluluk çok farklı şeylerdir. Harcanması gereken yerde harcanmalı, tasarruf edilmesi gereken yerde de tasarruf edilmelidir.

    İnsanlarımız mücevherlerini yastık altında saklıyorlar. Özellikle kadınlarımız takıya büyük paralar harcıyorlar. Bazıları altın ve döviz almayı yatırım olarak görüyor. Bunlar ekonomide dolaşmadığı için atıl olarak kalıyor. Takdir edersiniz ki paranın bir köşede bırakılmasının ülke ekonomisine hiçbir yararı yoktur. Parayla yatırım yapmak ve insanlara iş ve aş kapısı açmak gerekir. İşsizlik ancak böylelikle önlenebilir.

    Kaynaklar sınırsız değildir. Onun için ölçülü ve yerinde kullanılmaları zaruridir. Aksi halde sıkıntıların baş göstermesi işten bile değildir. Zenginlerimizin bir kısmı kendi ülkelerine değil, yabancı ülkelere yatırım yaparak belki farkında olmadan bu ülkeye zarar veriyorlar. Oysa ülkesini ve milletini seven insanlar parasını başka ülkelerdeki yatırımlara değil, kendi ülkesindeki yatırımlara harcarlar. Bu tutum vatan sevgisinin en güzel göstergesidir. Bu ülke ancak yerli sermayenin verimli kullanılmasıyla kalkınabilir.

    Ülkemizdeki ekonomik sıkıntıların başında ihracat gelirinin ithalatı karşılayamaması geliyor. Sattığınız maldan elde ettiğiniz parayla yabancılardan aldığınız mallara verdiğiniz para en azından birbirini karşılamalıdır. Gerçi ideal olan, mümkün olduğunca yabancı ülkelerden mal almamaktır; her türlü malı iç piyasada üretmektir. Fakat Türkiye’de bugünkü ticari verilere baktığımızda ihracatın ithalat giderlerini karşılamadığını görüyoruz. Karşılamayı bir kenara bırakın, bu iki kalem arasında büyük bir uçurum vardır.

    Türkiye son yıllarda yabancı mal cennetine dönüştürülmüştür. Kaliteli veya kalitesiz, ucuz veya pahalı her türlü mal, sınırlarımızdan rahatça içeri girmektedir. Önüne gelen devletler ülkemizde mallarını rahatlıkla pazarlamaktadır. Fakat Türkiye tekstilde çok ileri noktalara gelmiş olmasına rağmen ürettiği mallarını Avrupa ve ABD pazarlarında satamamaktadır. Mallarımıza kota konmaktadır. Bu büyük bir çifte standarttır. Bizler de onlara belli kısıtlamalar koymalıyız. Aksi halde Türkiye’de üretilen mallar pazar sıkıntısı çekecek, yerli üretim ortadan kalkma noktasına gelecektir.

    Eskiden okullarımızda ‘Yerli malı yurdun malı, herkes onu kullanmalı’ vecizesi öğretilirdi. Öyle de yapardık. Yabancı mallara itibar etmezdik. Gerçi yabancı mallar bugünkü kadar rahat giremezdi Türkiye pazarına. Mecburen yerli malı kullanırdık. Oysa bugün yabancı markaları kullanmak bir üstünlük ve zenginlik göstergesi olarak görülüyor. Yabancı malların kaliteli olduğu inancı var insanlarımızda. Oysa bugün ülkemizde her türlü mal, araç gereç yapılabilmektedir. Bunun yanında Türk mallarıyla kıyaslanmayacak kadar kötü olan Çin malları sırf ucuz olduğu için iç piyasada yaygın olarak alıcı bulmaktadır.

    Geçmişte okullarımızda yerli malı haftaları kutlanırdı. Bu günler milli bir eğlenceye dönüştürülürdü. Günümüzde de 12-18 Aralık tarihleri arsında Yerli Malı Haftası kutlanıyor ama o eski ruh ve heyecan yaşatılamıyor; kutlamalar sembolik olmaktan öteye gitmiyor. İthalatın bu kadar başını alıp gittiği bir dönemde Yerli Malı Haftası’nın sembolik olmaması beklenemezdi zaten... Gelin yol yakınken hatadan dönelim, bundan sonra yerli malları kullanalım. Milyonlarca doların yabancılara gitmesine rıza göstermeyelim. Vatan sevgisi lafta kalmasın. Sözlerimi şair Hakkı Sunat’ın yerli mal kullanmanın önemini anlattığı dörtlükleriyle noktalamak istiyorum:

    “Üstüm, başım, içim, dışım. / Ayakkabım yerli malı...
    Vatanını seven insan, / Yerli malı kullanmalı.

    Çeşidi az olsa bile, / Yerli malı, vatan malı
    Başka türlü düşünenler / Varlığından utanmalı.”

  • mevlana

    09.12.2006 - 12:04

    MEVLANA’NIN GÖNÜL ÇAĞLAYANI

    M.NİHAT MALKOÇ

    Bazı şahsiyetler vardır ki fikri ne olursa olsun bütün kesimlerin ortak hafızası olurlar. Herkes onların yazdıklarında birleşir. Bunlar toplumun asgari müşterekleri konumundadırlar. Onlar bu haliyle toplumun denge unsurudurlar. Kavgalar ve sıcak tartışmalar bu büyük şahsiyetlerin buz dağlarına çarparak bertaraf edilir. Bu yüce ruhlar her dönemdeki zehirlere karşı panzehir vazifesi görürler. Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli, Hacı Bayram Veli, Hoca Ahmet Yesevi ve Mevlana Celaleddin Rumî bunlardan sadece birkaçıdır.

    Ruhlarımızdaki manevi kirleri silip gönüllerimizin pasını zımparalayan muhabbet erlerinden birisi de bundan 800 yıl evvel dünyaya gelen Mevlana’dır. O, yediden yetmişe kadar Türk milletinin kucakladığı ve benimsediği bir aşk kahramanıdır. Onun kitabında sevgi ve hoşgörü kavramları altın yaldızlı harflerle yazılmıştır.

    Mevlâna 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan yöresinde, Belh şehrinde doğmuştur. Bu yıl onun doğumunun 800. yıldönümünü büyük bir coşkuyla kutluyoruz. İyi ki doğmuş ve yazdıklarıyla bize hayat vermiş… Onun olmadığı bir dünya ne kadar eksik olurdu. Mevlana’nın Mesnevi’sinin olmadığı bir kütüphane ne kadar da boş kalırdı. Onunla cilalanmayan yürekler bir harabeden farksız olurdu.

    Onun 26 bin beyitten meydana gelen Mesnevi’si bir birlik dükkânıdır. Fitne ve fesadı yok eden manevi dermanların toplandığı eczanedir. Bunu “Mesnevi’miz, birlik dükkânıdır; birden başka ne belirirse puttur.” diyerek vurgulamıştır. Bu dükkânın vitrinlerinde aşk, sevgi, hoşgörü, vefa, ilim ve muhabbet sergilenir. Bunların alıcıları aynı zamanda satıcılarıdır.
    Gönül adamları ölümden korkmazlar. Çünkü onlara göre gerçek anlamda ölüm yoktur. Ölüm gurbetten asli vatana göçüştür. Mevlana da bu anlayıştan yola çıkarak ölümü bir vuslat olarak görmüştür. Kulun Allah’ına ulaştığı sevimli bir an olarak nitelendirmiştir. Onun içindir ki ölümü olgunlukla ve büyük bir ruh genişliği içerisinde karşılamıştır.

    Mevlana, ölüm vaktine ‘şeb-i arus’(düğün gecesi) demiştir. O, kabri temsili bir mekân olarak kabul etmiştir. Onun içindir ki “Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız! Bizim mezarımız ariflerin gönüllerindedir” diyerek ölümsüzlüğün imanlı gönüllere girerek sağlanabileceği hakikatini teslim etmiştir. Gerçekten de dediği gibi kendisi imanlı gönüllerde yaşayarak bugünlere kadar ulaşabilmiştir. Sesinin yankısı yedi asır sonrasında duyulabilmiştir.

    Mevlana sevgi ve hoşgörü anahtarının bütün kapıları açabileceğine yürekten inanmıştır. Bunun canlı örneklerini bizzat yaşayarak müşahede etmiştir. Bununla ilgili olarak söylediği şu güzel sözler sevgi tılsımının gücünü ortaya koymaktadır: “Sevgiden acılıklar tatlılaşır. Sevgiden bakırlar altın kesilir. Sevgiden tortulu, bulanık sular, arı duru bir hale gelir, sevgiden dertler şifa bulur. Sevgiden ölü dirilir, sevgiden padişahlar kul olur.”

    Aşk adamıdır Mevlana… Fakat Mevlana’nın aşkını beşeri aşklarla karıştırmayalım sakın... O, bütün aşkların ilahi aşktan neşet ettiğine inanan ve eşyaya o gözle bakan engin ruhlu bir gönül eridir. Allah aşkını yüreğinin merkezine yerleştiren Mevlana, varlığa da Allah’ın mahlûku olması açısından hikmetle bakmıştır. Her şeyi muhabbet penceresinden seyretmiştir O…Onu anlamak için bu açıdan bakmak gerekir öncelikle…

    Aşktan mahrum gönülleri virane olarak görmüştür Mevlana… Aşkı her şeyin ön şartı olarak kabul etmiştir. Aşka gönül alfabesinin ‘elif’i gözüyle bakmıştır. Her beytine aşkın ruhaniyetini sindirmiştir. Bir beytinde “Aşkı olmayan kişi, ne de zevksizdir ya; bir sevgilisi olmayan kişi, ne de ölüdür ya. Aşktan diri olmak gerek, ölüde iş yok. Diri kimdir, bilir misin? Aşktan doğan kişi. Aşkın eteğine yapış, onun eteği keremdir, ihsandır; ondan başka kimsecikler kurtaramaz seni yabancılıktan. Aşk, güzellik padişahının damına çıkılacak bir merdivendir; sen gel de miraç hakikatini aşığın yüzünden oku.” diyor, Hz. Mevlana…

    O, aşksız yaşamanın aşsız yaşamaktan daha beter olduğuna inanıyordu. Kendisini doğumunun 800. yılında rahmet ve minnetle anıyoruz. İyi ki doğmuşsun; hasta ruhlarımızın ilacı, hissiyatımızın serdarı, gönül çağlayanı Mevlana… Senin manevi ikliminde ve ‘Mesnevi’ ağacının dalları altında gölgelenenlere ne mutlu… İyi ki varsın postnişinim, sevgi ırmağım… Asırlardan beri viran gönüllerimizi mamur eyledin. Doğum günün kutlu olsun…

  • insan hakları

    09.12.2006 - 01:19

    ÇİĞNENEN İNSAN HAKLARI

    M.NİHAT MALKOÇ

    Dünyaya şüphesiz ki insandan daha kıymetli bir varlık gönderilmemiştir. Onun içindir ki insan ‘eşref-i mahlûkat’(yaratılanların en şereflisi) olarak nitelendirilmiştir. Hangi inanca, dile, milliyete ve cinsiyete mensup olursa olsun insan özü itibariyle değerlidir. Yüce Rabbimizin biz insanları muhatap olarak kabul etmesi, dünyayı ve içindeki nimetleri bize sunması insanın kıymetli bir varlık olduğuna delildir.

    Kişiye varlığı ve makamından dolayı değil, insan olduğu için değer vermeliyiz. Fakat bu, yaşadığımız hayat içerisinde nedense böyle olmamaktadır. İnsanlara sonradan elde ettikleri varlıklar ölçü alınarak değer verilmektedir. Güçlüler, güçsüzleri her fırsatta ezmektedir. Böyle olunca da hayat yaşanmaz ve çekilmez bir hâl almaktadır.

    Bugün olduğu gibi geçmişte de insan hakları sürekli çiğnenmiştir. Değişik önlemler alınmaya çalışılmışsa da bunun önüne geçmek pek mümkün olmamıştır. Bununla ilgili kanunlar çıkarılmışsa da tam anlamıyla suistimallerin önüne geçilememiştir. Çünkü tavandakiler tabandakileri hep görmezden gelmiştir.

    Bilindiği gibi tarihte 1215 yılında İngiltere Kralına kabul ettirilen bildirge, Magna Charte (Magna Karta) İnsan Hakları kavramının ilk belgesi sayılır. İnsan hakları konusunda yayınlanan bir diğer önemli bildirge, Amerika’da yayınlanan Bağımsızlık Bildirgesi’dir. Bunlara ilave olarak özgürlük, eşitlik, kardeşlik gibi ifadeler, 1789 yılında gerçekleşen Fransız Devrimi’nden sonra yayınlanan İnsan Hakları Bildirgesi’nde yer alan kavramlardır.

    Geçen zamanla birlikte insana bakış açısı da değişmiştir. İnsanın değişmesinin ve gelişmesinin sonucunda 10 Aralık 1948 yılında yayınlanan ‘İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ doğmuştur. Türkiye, Birleşmiş Milletler’in kurucu üyelerinden birisi olarak İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ni ilk onaylayan ülkeler arasında yer almış ve insan hakları konusundaki önemli sözleşmelerin büyük bölümüne taraf olmuştur. Lakin bu belgelerde yazılanların çoğu hayata geçirilememiş, teori olarak kalmıştır.

    Dünyaya gelen her insan özgürce yaşama hakkına sahiptir. İnsanın en önemli hakkı yaşama hakkıdır. Gerekçesi ne olursa olsun bunu hiç kimse sonlandırma hakkına sahip değildir. Haksızlıkların hesabını kişiler değil, bağımsız mahkemeler sorar. Yaşama hakkını düşünme, eğitim, öğretim, çalışma, iletişim hakları takip etmektedir. Dünyaya gelmek bu haklara sahip olmak için yeterli bir sebeptir. Fakat hiçbir hak sınırsız değildir. Unutulmamalıdır ki bizim haklarımız, başkalarının haklarını çiğnediğimiz noktada biter.

    Bütün insanlar dünyaya özgür bir fert olarak gelirler. Fakat yasal olmasa da bazen kişilerin yaşadıkları hayat, onların özgürlüklerini kısıtlar, hatta elinden alır. Bunun önüne geçmek için çeşitli kanun metinleri hazırlanmıştır. Bunlardan biri olan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi fertlerin haklarıyla ilgili itibarlı bir uluslararası belgedir. Bu mühim beyannamenin ikinci maddesinde hakların sınırları ve muhatapları hususunda şunlar yazar:

    “Herkes, ırk, renk, cins, dil, din, siyasal ya da herhangi bir başka inanç, ulusal ya da toplumsal köken, varlıklılık, doğuş ya da herhangi bir başka ayrım gözetilmeksizin bu Bildirge’de açıklanan bütün haklardan ve bütün özgürlüklerden yararlanabilir.”
    İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi içerik olarak zengin bir belgedir. Fakat buna imza atan ülkeler, imzalarına sadık kal(a) mayarak insan haklarını ihlal etmektedirler. Bu sadece Doğu ülkelerinde değil, özgürlüğün çıkış noktası olarak kabul edilen Batıda da sıkça yaşanmaktadır. Kimse kendini sütten çıkmış ak kaşık olarak görmesin.

    İnsan haklarını Batıyla özdeşleştirmek, Doğuyu buna muhalif göstermek doğru değildir. İslam da haklara, vazifelere ve inanç özgürlüğüne çok kıymet vermiştir. Son ilahi din olan İslam, insan hakları konusunda Batı’dan geri değil, aksine çok çok ileridir. Resulullah Efendimizin ömrünün son demlerinde irat ettiği “Veda Hutbesi” insan hakları beyannamelerinin ilk büyük örneklerindendir. Bu hutbeyi tarafsız bir gözle okuyanlar İslam’ın insan hakları hususunda çok ileri bir noktada olduğunu göreceklerdir. Veda Hutbesi’nde Müslümanın yol haritası çizilmiş, üstünlüğün sadece takvada olduğu belirtilmiştir. Özellikle kadınların erkeklere emanet olarak verildiği vurgulanmıştır.

    Adı ne olursa olsun, hangi kültürden çıkmış olursa olsun insana değer veren ve onu koruyan düzenlemeler muteberdir. İnsan haklarını ihlal edenler, günün birinde hakları ihlal edilenler konumunda olabilirler. Ancak o zaman yaptıklarının anlamını hakkıyla kavrayabilirler. Bu hususta empati yapanlar ve vicdanlarının sesini dinleyenler hakikatlerle yüzleşip doğruları yakalayacaklardır. Mutlu bir hayat için birbirimizi sevelim, sınırları ihlal etmeyelim. Haklarımızı bilelim ve sonuna kadar savunalım.

  • mevlana

    08.12.2006 - 21:26

    ATATÜRK’ÜN MEVLANA SEVGİSİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Milletleri ayakta tutan asli unsurlar, asırlarca yaşattıkları değerleri ve değerlileridir. Türk milleti de bu değerleri ve değerlileri sayesinde bu günlere gelmiştir. Bütün şer güçlerin saldırılarına rağmen onların manevi tasarruflarıyla hâlâ dimdik ayaktayız. Onlara sarıldıkça ve yollarından gittikçe hakikate erişiriz. Buna inanmalı ve öylece yaşamalıyız.

    Müslüman Türk milletinin manevi dinamiklerinin başında Mevlana Celaleddin Rumî gelmektedir. O, 13. asırdan günümüze akan bereketli bir manevi çağlayandır. Onun duru sularında ruhumuzu yıkadıkça kötülüklerden arınırız. Mevlana’nın Mesnevi’sinden ilham alanlar ve onun çizdiği yolda yürüyenler asla sapık kollara sapmazlar. İslam akidelerini hayatlarının temel ilkeleri bilip hayatlarını onların etrafında şekillendirirler.

    Mesnevi’sini Farsça yazmış olsa da Mevlana bizden biridir. Dine sevgi, hoşgörü, akıl ve mantık çerçevesinde bakanlar, onu sevmiş ve benimsemiştir. Mevlana’yı çok seven ve onu kendine yakın bulan kişilerden birisi de Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu büyük devlet adamı Mustafa Kemal Atatürk’tür. Atatürk’le Mevlana arasında yedi asır gibi uzun bir zaman farkı olsa da bu iki ulu şahsiyetin hayata hoşgörü ve sevgi penceresinden bakmaları bu iki büyük insanı birbirine yakınlaştırmıştır. Atatürk, ömrü boyunca Mevlana’nın fikirlerinden çok etkilenmiş, onun manevi şahsiyetine büyük bir tazim ve itibar göstermiştir.

    Atatürk, Konya’daki Mevlana Dergâhı ve türbesini, Konya’ya ilk gelişi olan 3 Ağustos 1920 günü ziyaret etmiş ve bu ziyaretten pek etkilenmişti. Daha sonraki gelişlerinde Mevlana Türbesini ziyaret etmeden Konya’dan ayrılmamıştır. 3 Nisan 1922 günü gerçekleştirdiği ziyaretlerinde, kendisi için açılan Sema meydanında hazır bulunmuş, 22 Mart 1923 günü yaptığı ziyarette postnişin Abdülhalim Çelebi’nin davetlisi olarak dergâhta yemek yemiş, Hz. Mevlana’nın büyüklüğü üzerine takdir ve hayranlık dolu sözler söylemiştir.

    Yakın tarihle ilgilenenlerin belirttiğine göre Atatürk ömrü boyunca Konya’ya dokuz kere gelmiş, her gelişinde de Mevlana Türbesi’ni ziyaret etmiştir. Onun türbesini ziyaret etmeden şehirden ayrılmayı bir eksiklik saymıştır. O, Mevlana’nın türbesinden büyük bir manevi huzurla ayrılırdı. Atatürk’ün şu sözleri onun Mevlana’ya bakışını özetlemektedir:

    “Ne zaman bu şehre(Konya’ya) gelecek olsam, içimde bir heyecan duyarım. Hz. Mevlana düşünceleriyle benliğimi sarar. O çok büyük bir dahi, çağları aşan bir yenilikçidir.”

    “Mevlana, Müslümanlığı Türk ruhuna intibak ettiren büyük bir reformatördür. Müslümanlık aslında geniş manasıyla hoşgörülü ve modern bir dindir. Araplar onu kendi bünyelerine göre anlamış ve tatbik etmişlerdir. Sıcak bir iklimde oturan, suyu nadiren kullanan, genel bir hareketsizlik içinde ömür süren Badiye Arapları için günde beş vakit abdest ve namaz, çok ileri seviyede bir yaşama hareketidir.

    Hz. Muhammed insanları uyuşukluktan harekete sevk etmiştir. Sarp dağlar, yüksek yaylalarda at koşturan, erimiş kar suları ile yıkanan Türkler için abdest ve namaz çok tabii olmuştur. Mevleviliğe gelince, o tamamen dönerek, ayakta ve hareket ederek Allah’a yaklaşma fikri, Türk dehasının en tabii ifadesidir.”

    Atatürk’ün dine ve inançlara bakışı her zaman saygı çerçevesinde olmuştur. O, Müslüman Türk milletinin bir ferdi olmakla daima iftihar etmiştir. Dini değerleri hep önemsemiştir. Atatürk, tekke ve zaviyelerin görevlerini tamamlaması ve dolayısıyla kapatılması yönünde çıkan kanun sırasında Hz. Mevlana’nın türbesini müze haline dönüştürerek tüm insanlık âlemine açık halde kalmasını sağlamıştır. Burayı kapatmayı aklının ucundan bile geçirmemiştir. Bu onun dini değerlere saygısını ve Mevlana Celaleddin Rumî’ye duyduğu sevgisini göstermesi açısından dikkate değer bir davranıştır.

    Atatürk her fırsatta Mevlana’nın Mesnevi’sini okumuş, ondan süzülen rahmet damlalarından istifade etmiştir. İslamiyet’e Mevlana’nın sevgi ve hoşgörü penceresinden bakmayı ilke edinmiştir. Her ikisini de rahmet ve minnetle anıyoruz.

  • takva

    03.12.2006 - 23:48

    BİR ADAMIN ALLAH KORKUSU: “TAKVA”

    M.NİHAT MALKOÇ

    Türk sinemacıları son yıllarda güzel yapımlara imza atıyorlar. Bir zamanlar severek izlediğimiz Avrupa tarzı filmler ülkemizin yetiştirdiği yönetmenler ve yapımcılar tarafından sinemaseverlere sunuluyor. Artık bizde de sinemaya milyon dolarlar harcanıyor. Özverili ve pahalı yapımlar iyi de izleyici topluyor. Seyirci güzel eserlere iltifat ediyor, sinema salonlarını dolduruyor. Filmler harcamaları karşılayıp kâra geçiyor.

    Geçenlerde gösterime giren ‘Takva’ isimli sinema filmi seyircilerin büyük ilgisiyle karşılaştı. Yönetmen Özer Kızıltan’ın ilk uzun metrajlı çalışması olan ‘Takva’ filminde Erkan Can, Güven Kıraç, Meray Ülgen, Settar Tanrıöven, Engin Günaydın, Duygu Şen, Selahattin Bilal ve Öznur Kula rol alıyor. Bilindiği gibi takva dini bir terimdir, korkma, sakınma, Allah korkusuyla günahlardan korunmak demektir. Allah korkusu üzerine kurulu bu filmde, ‘eğer yaşamımızı Allah inancı üzerine kurmuşsak ve inançlarımızı sorgulamaya başlamışsak, bu nedenle Allah’ı kaybeder miyiz ya da Allah bizi terk eder mi? ’ teması vurgulanıyor. Erkan Can filmde, İstanbul’un en eski semtlerinden birinde yaşayan, 45 yaşında bekâr bir adam olan Muharrem’i canlandırıyor. Filmin konusu özetle şöyle:

    “Geleneksel bir İstanbul mahallesinde doğmuş olan Muharrem 30 yılı aşkın bir süredir aynı mahallede yaşamaktadır. Sade bir işi vardır. Mütevazı ve içe dönük bir kişi olan Muharrem gece gündüz ibadet ederek, cinsellikten uzak, en sert İslami akidelere sıkı sıkıya bağlı bir yaşam sürdürmektedir. Bu hayata inançları uğruna katlanmaktadır.
    Muharrem’in koyu dindarlığı, varlıklı ve güçlü bir tarikat şeyhinin dikkatini çeker. Onun takdire şayan güvenilirliği ve vicdani zenginliği, bu şeyhin kendisine tarikatın sahip olduğu sayısız mülkün kira toplayıcısı olarak çalışacağı idari bir görev teklif etmesine zemin hazırlar. Yeni giysiler, cep telefonu ve bilgisayarla donatılmış Muharrem, şimdi uzun zamandır uzağında kalmayı başardığı modern dış dünyanın içindedir. Hayatı değişmeye başlamıştır. Para ile imtihan edilmektedir.

    Muharrem, artık tahakküm eden ve mağrur bir kişi olmuştur. Çalıştığı yerde elinde olmadan bir yolsuzluk yapar. Daha da kötüsü, Muharrem’in iç huzuru gitgide bir işkence haline gelen, gece gündüz kendisini rüyalarında cezbeden baştan çıkarıcı bir kadının görüntüsü ile allak bullak olur. Muharrem yaşamını dünyevi ve manevi değerleri birbirlerinden ayırabilme üzerine kurmuştur. Ama kendini adadığı değerler bir bir yıkılmaktadır. Allah korkusu akli dengesini zedelemeye başlamıştır.”

    Takva gösterime girmeden ödüllerle tanışmıştı. Uluslararası film festivallerinde dünya film otoritelerinin dikkatine sunulmuştu. Bunlardan birisi olan Toronto Uluslararası Film Festivali’nde, Meksikalı yönetmen Alejandro Gomez Monteverde’nin romantik drama filmi ‘Bella’ büyük ödülü alırken, Türk-Alman yapımı ‘Takva - Bir Adamın Allah Korkusu’ da ‘Kültürel Yenilik’ ödülünü almıştı. Bu, film için önemli sayılabilecek bir ödüldü.

    Uzun süredir sesleri çıkmayan Yeni Sinemacılar’ın ‘Takva’ filmi, çekim haberleri yayıldığından beri merakla bekleniyordu zaten. Antalya’da Ulusal Yarışma bölümünde yer alan film pek çok dalda ödüllendirildi. Toronto Film Festivali’nden de ödülle dönünce, filme duyulan merak üst düzeye çıkmıştı. Nihayet Takva’nın Türkiye galası(ön gösterim) , Altın Portakal Film Festivali’nin altıncı gününde yapıldı. Söz konusu film bu festivalde tam dokuz dalda ödül aldı. Çok büyük bir beğeniyle karşılaştı.

    Tarikat meselesini, maneviyatla maddi dünyanın bir arada mümkün olup olmadığı sorusu üzerinden tartışmaya açan film, izleyicileri de ikiye böldü. Bir grup seyirci, Takva’nın kendini dine adamış bir adamın buhranlarını ve tarikatların dünyasını beyazperdeye taşımakta fazlasıyla başarılı bir iş çıkardığını düşünürken, bir grup izleyici de filmi nerede duracağını bilememekle ve tarikat olgusunu biraz turistik ve oryantalist bir bakışla ele almakla eleştiriyordu. Aslında her iki kesim de haklıydı. Çünkü filme bakanlar kendi konumlarını eleştirilerine yansıtmışlardı; filme kendi duygu ve düşünce pencerelerinden bakmışlardı. Kişi merkeze kendini alınca eleştiriler de nesnelliğini kaybediyor doğal olarak…

    Bence ‘Takva’ hassas bir konuyu işlemesine rağmen gayet iyi bir bakış açısıyla ele alınmıştır. Bazılarının deyimiyle tarikatları yerin dibine batırmamış, yine bazılarının ileri sürdüğü gibi tarikatları seyredenlere özendirmemiştir. Durması gereken yerde durmuş, ifrat ve tefritten sakınmıştır. Filmde hiçbir tarikat hedef alınmamıştır, konuya genel açıdan bakılmıştır. Doğru olan da buydu zaten… Kutuplaşmalara zemin hazırlamanın anlamı yok.

    Filmin başrolündeki Erkan Can daha evvelki filmlerinde olduğu gibi bu filmde de çok başarılı bir oyunculuk çıkardığı görülüyor. Fakat diğer oyuncular bu önemli oyuncunun gölgesinde kalmıştır. Filmde son derece kaliteli görsel efektler kullanılmış… Olumsuzluklarına rağmen başarılı bir film olarak görüyorum Takva’yı… Başarılı olmasaydı o kadar ödül almazdı. En iyisi filmi seyredin, kararı kendiniz verin.

  • öğretmen

    03.12.2006 - 01:16

    TEKAYDER’DEN ALTERNATİF BİR ÖĞRETMENLER GÜNÜ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Öğretmenler yılın bir gününe sığmayacak kadar büyük ve fedakâr şahsiyetlerdir. Onları her yıl 24 Kasımlarda anmak yetmez tabiî ki… Resmi anma törenlerinde onlara yapılan övgüler fazla bir şey ifade etmiyor gerçekte. “Öğretmenin hayat şartlarının iyileştirilmesi için neler yapılabilir? ” sorusunun cevabı aranmalıdır bu günlerde… Fakat bu konuya değinmek için öğretmenin derdiyle dertlenmek lâzım. Davulun sesi uzaktan hoş geliyor. Öğretmenler, öğretmen olmayanların insafına terk edilince hayırlı netice hâsıl olmuyor. Meseleleri gelecek yıllara aktarıp duruyorlar; çözümü bir başka bahara ertelenmek zorunda kalıyorlar. Öğretmenler artık alıştı bu laflara, beklentileri de kalmadı yetkililerden…

    Trabzon’da öğretmenlerle ilgili resmi kutlama programı 24 Kasım günü Trabzon Lisesi Konferans Salonu’nda yapılmıştı. Aradan bir hafta geçti. Bu kutlamalara ilave olarak Trabzon Eğitim, Kültür, Araştırma ve Yardımlaşma Derneği(TEKAYDER) 2 Aralık 2006 Cumartesi günü 19 Mayıs Kapalı Spor Salonu’nda geniş kapsamlı bir Öğretmenler Günü Kutlama Programı gerçekleştirdi. Adı geçen derneği daha önceki etkinliklerinden de yakinen tanıyoruz. Resmi programların sıkıcı havasından uzak, alternatif kutlama ve anma programları düzenliyorlar. Belirli gün ve haftalarda konferanslar ve belirli günlerin içeriğine uygun faaliyetler tertip ediyorlar. Bundan bir ay evvel 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’yla alakalı hoş bir anma programı gerçekleştirmişlerdi. Bu etkinlik bir hayli ilgi görmüştü.

    Trabzon halkı Tekayder’i anlamlı etkinlikleriyle tanıdı ve benimsedi. Artık her önemli günde onlardan alternatif etkinlikler bekliyorlar. Derneğin her faaliyeti yasalar çerçevesinde gerçekleştiriliyor. Milli Eğitim ve diğer devlet kurumlarından izin ve destek alıyorlar. Devlet kurumlarıyla uyum içinde çalışıyor Tekayder… Gençlere ve öğrencilere yönelik ders destekleme ve bilgisayar kursları da düzenliyorlar. Bunlar Halk Eğitim Merkezi ve Akşam Sanat Okulu ile işbirliği yaparak gerekleştiriyorlar. Çok geniş ve güzel bir hizmet binaları var. Her kesimden insanı, özellikle maddi durumu elvermeyen zeki çocukları kucaklıyorlar.

    Geçen hafta sonu Tekayder tarafından yapılan Öğretmenler Gecesi saygı duruşu ve İstiklal Marşı’yla başladı. Dernek Başkanı Fuat Öründü öğretmenlikle ilgili olarak kısa bir açış konuşması yaptı. Daha sonra öğretmenlerle ilgili olarak tiyatro şeklinde gerçek hayattan bir kesit sundular. Bitlis’in bir köyünde hain teröristler tarafından bayrak direğine asılarak öldürülen bir öğretmenin hayatını canlandırdılar. Öğretmen ve öğrencilerin rol aldığı kısa oyun güzeldi ve duygu yüklü mesajlarla doluydu.

    Bu güzel tiyatro gösterisinin ardından Gülbahar Hatun Koleji öğrenci korosu tarafından canlı müzik eşliğinde şarkı ve türküler söylendi, öğretmen temalı şiirler okundu. Daha sonra geçmişten günümüze nostaljik(özlemli) öğrenci kıyafetleri defilesi yapıldı. Programda öğretmenlik görevini sürdüren en genç ve en yaşlı öğretmenleri temsilen birer öğretmene söz verildi. Göreve henüz iki buçuk ay evvel başlayan bir bayan öğretmenle 32 yıldır öğretmenlik vazifesini büyük bir aşkla ve şevkle yerine getiren bir öğretmen, mesleğiyle ilgili anılarını ve duygularını anlattı. Söz konusu öğretmenlere plaket(onurluk) takdim edildi.

    Tekayder’in düzenlediği öğretmenler gecesinin sonunda sahneye kıymetli bir sanatçı çıkarak izleyenleri coşturdu. TRT İzmir Radyosu Türk Halk Müziği Sanatçısı Reşit Muhtar salondaki öğretmenlere şahane bir konser verdi. Konser büyük beğeniyle izlendi. Reşit Muhtar’ı ilk kez canlı bir programda dinledim. Bir insan ancak bu kadar dolu ve geniş vizyonlu olabilir. Reşit Muhtar söylediği birbirinden güzel türkülerle ve türküler arasında yaptığı anlamlı konuşmalarla dinleyenleri mest etti. Türk-İslam kültürüyle bezenmiş ve iman nuruyla süslenmiş bu gönül adamını dinlemek büyük bir zevkti. Türkülerin hakkını fazlasıyla verdi, geceye apayrı bir renk kattı. Netice olarak şunu söylemek istiyorum: Tekayder’in programlarına alıştık, hatta müptelası olduk. Bundan sonra da onlardan yeni etkinlikler bekliyoruz. Bu anlamlı geceden dolayı kendilerine öğretmenler adına teşekkür ediyoruz.

  • imtihan

    02.12.2006 - 15:07

    HER AN İMTİHAN OLUYORUZ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Dünya denen durakta ebediyet arabasını bekliyoruz. O gelecek, uzun ve çileli yolculuğumuza çıkacağız. Bu yolculuk herkes için çileli değil elbette… Yolculuğa çıkmadan evvel gerekli hazırlıklarını yaptıysan yolda sıkıntı çekmezsin. Yanına azık aldıysan açlıktan, su aldıysan susuzluktan korkmazsın. Bu ebediyet yolculuğunda yanımıza alacağımız azık amellerimizdir. Onların varlığıyla yolculuğumuz keyfe, yokluğuyla da işkenceye dönüşecektir. Bunu bilerek sonsuzluğa giden yola çıkmalıyız.

    Dünyanın maddi varlığı elbette ki dünyada kalır. Yanımızda götürebileceğimiz şeyler iyiliklerimizdir. Onların miktarıyla layığımızı bulacağız. Bununla beraber, şairin deyimiyle dünyada bırakacağımız ‘hoş bir seda’dan başka bir şey değildir. Fani hayattan koptuktan sonra iyi anılabiliyorsak bu bize yeter. Geride bıraktığımız hayırlı eserler ve hayırlı evlatlar amellerin devamını sağlar. Bunlar yoksa ölenin amelleri kesilir.

    Dünyanın bir imtihan yeri olduğunu küçük büyük hepimiz biliyoruz. Çünkü hayatta Allah tarafından her saniye imtihan ediliyoruz. Oturuşumuz, yatışımız ve kalkışımız hep imtihan içerisinde geçiyor. Kulun imtihansız anı yoktur. Onun için şeytanın fitne, fesat ve tuzakları karşısında daima teyakkuzda olmak mecburiyetindeyiz. Yüce Rabbimiz imtihanda bulunduğumuzu bize açık seçik bildirerek bunun farkında olmamızı istiyor:

    “Andolsun, Biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele. Onlara bir musibet isabet ettiğinde, derler ki: ‘Biz Allah’a ait (kullar) ız ve şüphesiz O’na dönücüleriz.’ Rablerinden bağışlanma (salat) ve rahmet bunların üzerinedir ve hidayete erenler de bunlardır.” (Bakara, 155-157)

    Bu yalancı dünyaya ne ağalar, ne paşalar, ne zenginler, ne makam mevki sahipleri geldi. Neticede hepsi de fani ömürlerini tamamlayıp göçtüler. Çoğunun isimleri unutuldu, nesilleri kesildi, bir fatiha okuyacak kimseleri kalmadı. Malları, makamları ve asaletleri onlara bir şey kazandırmadı. İmtihan olduğunu idrak eden, bu şuurla yaşayan insanlar fani ömürle ebediyet âlemini kazandılar. Onlar ne kadar kârlı ve bahtiyar insanlardır. Ne kadar yaşarsak yaşayalım günün birinde emaneti sahibine teslim edeceğiz. Bu gerçeği Rabbimiz bize açık seçik bir biçimde onlarca ayette bildiriyor: “Her nefis ölümü tadıcıdır.Biz sizi, şerle de, hayırla da deneyerek imtihan ediyoruz ve siz Biz’e döndürüleceksiniz.” (Enbiya, 35)

    Dünyayı bir misafirhane olarak görmeliyiz; zira burada sadece geçici bir süre konaklayacağız. Ömür sermayemizi ahiret yurdunda huzur bulacağımız bir yatırım için harcamalıyız. Aksi takdirde bütün sermayesini kaybetmiş bahtsız tüccara döneriz. Kadın, çocuk ve para bu yolda önümüze çıkan tuzaklardır. Akıllı mümin bu tuzaklara düşmemek için adımını denk atar. Yüce Allah bu hususta da uyarıyor bizi:

    “Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet, insanlara süslü ve çekici kılındı. Bunlar, dünya hayatının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah katında olandır. De ki: Size bundan daha hayırlısını bildireyim mi? Korkup sakınanlar için Rablerinin katında, içinde temelli kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler ve Allah’ın rızası vardır. Allah, kulları hakkıyla görendir.” (Al-i İmran, 14-15)

    Geçici hayat ve maddi lezzetler hayatımızı rotasından uzaklaştırmamalıdır. Gönül kıblelerimiz sanal değil, sabit ve daim olmalıdır. Akıllı insan dünya hayatına karşılık ahiret yurdunu satın alandır. Bu da ancak Allah’a gerçek kul olmakla mümkündür. Her şey alenen gerçekleşiyor. Eden buluyor sonunda. Yüce Allah kulunu yargılamadan evvel uyarıyor, haber gönderiyor. Pek çok ayette mümin ve mümineleri sabır ve tahammüllerinden dolayı ödüllendireceğini söylüyor. Bununla ilgili delil olarak şu ayeti gösterebiliriz:

    “Her nefis ölümü tadıcıdır. Kıyamet günü elbette ecirleriniz eksiksizce ödenecektir. Kim ateşten uzaklaştırılır ve cennete sokulursa, artık o gerçekten kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı, aldatıcı metadan başka bir şey değildir. Andolsun, mallarınızla ve canlarınızla imtihan edileceksiniz ve sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve şirk koşmakta olanlardan elbette çok eziyet verici (sözler) işiteceksiniz. Eğer sabreder ve sakınırsanız (bu) emirlere olan azimdendir.” (Al-i İmran, 185-186)

    Nasıl ki dünya imtihanlarına günlerce, haftalarca, hatta aylarca önceden titizce hazırlanıyorsak, öyle de ebedi saadetimiz için uhrevi imtihanlara da o ciddiyette çalışmalıyız. Dünyanın hengâmeleri içerisinde maneviyatımızı ihmal etmemeliyiz. İhmal edersek iç huzurumuzu sağlayamayız. Dünya imtihan meydanıdır ve hizmet yurdudur; lezzet, ücret ve mükâfat yeri değildir. Mükâfat sadece Allah’a tabi olanlara ahirette verilecektir. Ne mutlu imtihanın sırrına varıp gereğini hakkıyla yerine getirenlere! ...

  • trabzonspor

    01.12.2006 - 23:24

    TRABZONSPOR SEN BİZİM NEYİMİZSİN?

    M.NİHAT MALKOÇ

    Altı haftadan beri kendimi zapt etmeye çalışıyorum. Bu hafta kaybettiler ama gelecek hafta kesin kazanırlar diyorum. “Ya sabır! ....Ya sabır! ...” deyip kötü yazmamaya çalışıyorum. Artık canıma tak etti. Yedi haftada sadece bir puan alıp bir gol atabilen Trabzonspor bütün taraftarlarını hayal kırıklığına uğrattı. Böyle bir şey 39 yıllık Trabzonspor tarihinde görülmedi. Yani sizin anlayacağınız Trabzonspor geçmişte olduğu gibi yine tarih yazıyor. Fakat bu sefer tersten daldığı için tarihi de tersten yazıyor.

    2 Ağustos 1967’de doğan; 1973-74 sezonunda İkinci Lig’de elde ettiği şampiyonlukla Birinci Lig’e yükselen ve 1975-76’da bir devrimin, Anadolu İhtilali’nin altını imzalayarak tarihe damgasını vuran Trabzonspor’umuz, 39 yıla sığdırdığı 6 Lig Şampiyonluğu, 7 Türkiye, 7 Cumhurbaşkanlığı, 5 de Başbakanlık Kupasıyla ülkemizin tartışmasız büyüklerinden biri olmuştur. Dikkat ederseniz hep “miş’li” geçmiş zamanda konuşuyoruz. Çünkü Trabzonspor yirmi yıldan beri geçmişte elde ettiği zaferlerle avunuyor.

    Şanlı Trabzon’dan çöküşün eşiğindeki Trab-SON’a nasıl gelindi? Kendi şirketlerini başarıyla yöneten ve Trabzonspor için de bir kurtuluş olarak düşünülen Nuri Albayrak takımı uçurumun eşiğine kadar getirdi. Bu yılın başında takımı Brezilyalı Lazaroni’ye teslim eden, başarısız sonuçlar alınca da hocayı postalayan Trabzonspor yönetimi, kurtarıcı olarak Ziya Doğan’ı getirdi. Derbi maçlardan ikisini kazanan(Beşiktaş, Galatasaray) Ziya Doğan Trabzon’da kahraman ilan edildi. Fakat bu kahramanlık uzun sürmedi. Mukavvadan kahramanların saltanatı yağmur yağana kadar sürer. Nitekim öyle de oldu.

    Brezilyalı çalıştırıcı Lazaroni’yle yıldız transferleri Marcelinho(!) , Musampa(!) ve Umut’la lige başlayan Trabzonspor, üç puanlı sisteme geçilen 1987-88’den beri en kötü performansını bu yıl ortaya koydu, yeni teknik direktör Ziya Doğan da kötü gidişe çare bulamadı. Geçen 20 sezonda 12’nci haftalar itibariyle en kötü dönemini yaşayan Trabzonspor, aynı zamanda geçen yılla birlikte ilk kez eksi averaja düştü. Eksiler her geçen gün artıyor.

    Bu sezon Apoel’ı zorla eleyen Trabzonspor sıradan bir İspanyol takımı olan Osasuna’ya elenerek Avrupa hayallerini bir başka bahara bıraktı. Bu çöküşün ilk sinyalleriydi. Artık bundan sonra tüm güçleriyle lige sarılırlar diye düşündüğümüz bir sırada çöküş emareleri devam etti. O gün bugündür aylardan beri kâbus görüyor bu şehrin vefalı halkı.

    Lazaroni yönetiminde 4 lig ve 2 de UEFA Kupası maçı oynayan Trabzonspor, ligde 1 galibiyet, 1 beraberlik ve 2 de yenilgi alarak 4 puan toplamış, UEFA Kupası’nda ise Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nden Apoel’i eleyerek bir üst tura çıkmayı başarmıştı. Ancak bu tablodan başarısızlık sonucunu çıkaran Bordo-mavili yönetim, Brezilyalı teknik adamın işine son vererek yerine daha önce de Trabzonspor’u çalıştıran Ziya Doğan’ı getirmişti. Brezilyalı teknik adam 6 maçta 2 galibiyet ile görevinden olurken Ziya Doğan yedi hafta boyunca aldığı altı malubiyet ve atılan iki golle hâlâ takımının başında duruyor. Bir de derler ki Türkiye’de yabancı antrönerlere daha toleranslı davranılıyor. Trabzonspor’daki tablo bu tezi çürütüyor.

    Trabzonspor, Doğan yönetiminde çıktığı ilk maçında Beşiktaş’ı 3-2 mağlup etmiş, Konyaspor’la 1-1 berabere kalmış ve ardından da Galatasaray'ı 3-1 mağlup etmeyi başarmıştı. UEFA Kupası’nda İspanyol temsilcisi Osasuna’ya elenen Bordo-mavililer, ligde de Ankaragücü ile 2-2 berabere kalmış, evinde Kayseri Erciyesspor’u 3-1 yenmişti. Ancak daha sonra Gençlerbirliği, Çaykur Rizespor ve Sakaryaspor’a karşı üst üste 3 mağlubiyet alan Trabzonspor, daha sonra evinde Antalyaspor ile berabere kaldı; ardından Sivasspor’a deplasmanda 1-0 mağlup oldu. İlerleyen haftalarda bu mağlubiyet serisi büyük bir istikrarla sürdürüldü! Son olarak Bursa mağlubiyeti bardağı taşıran son damla oldu.

    Bu noktaya geldikten sonra evvela Trabzonspor yönetimi, sonra teknik direktörü ve futbolcuları gitmelidir. Harbi Trabzonlulardan yepyeni, erkekçe sahaya çıkıp alnının teriyle oynayabilen bir takım kurulmalıdır. Bu yöneticileri, bu antrenörleri ve bu futbolcuları Trabzon’da istemiyoruz. Bu büyük kulübü ayaklar altına düşürmeye, alay konusu yapmaya hiç kimsenin hakkı yoktur. Sayın başkan Nuri Albayrak Trabzonspor’u şampiyon yapmak için gelmişti, bu iddiadaydı. Gerçekten de bu sene olmazsa da seneye bizi şampiyon yapacaktır. Fakat Telekom Lig A kategorisinde… Yani ikinci ligde… Bu son Bursa mağlubiyetiyle kümeye düşecek takımların arasında Trabzonspor’un adı da var. Ne mutlu bize! ....

    Albayrak haklı! ...Çünkü O, “Trabzonspor’u şampiyon yapacağım” demişti. Fakat birinci ligde şampiyon yapacağını iddia etmemişti. Anlaşılan o ki sözünde duracak… Bizi seneye ikinci ligde şampiyon yapacak. Böylelikle 22 yıllık şampiyonluk özlemimiz sona erecek. Ne mantık, ne taktik ama! ...Karadeniz zekası buna denir işte! ...

    Ey büyük Trabzonspor nerdesin? ...Senin o büyük ruhunu kimler çaldı? Kimlerin eline düştün? Seni bu hallere düşürenler utansın. Başka çok şeyler daha söylerim ama bunlar üslubuma uygun düşmez. Trabzonspor’u bu hallere düşürenleri Allah’a havale ediyorum. Azıcık haysiyetiniz varsa ilk yarının son maçında Ankaraspor karşısına hiçbir şey olmamış gibi çıkmayın. Nasıl olsa o maçı da kaybedeceksiniz. Çıkmayın bu maça biz erkek gibi oynayamıyoruz deyin. Ucunda ölüm yok ya, çok olsa her zamanki gibi üç puan kaybedersiniz.

    Gitmek için ille de kovulmak mı gerekiyor? Kene misiniz beeee? .... Düşün yakamızdan… Egolarınızı tatmin etmek için amatörden bir takım satın alın. Yedi sülalenizi oynatın orda… Kimse karışmaz size. Trabzonspor sizin oyuncağınız değil! ....Sokağa çıkacak yüzü kalmadı taraftarların. Kendini yönetemeyen yöneticiler, topu kabak zanneden teknik traktörler(!) , yürümesini beceremeyen futbolcular! ... Allah aşkına! Düşün yakamızdan… Cebinize indirdiğiniz paralar size helal değil. Hiçbirinizi istemiyoruz.

  • tv dizileri

    30.11.2006 - 01:02

    DİZİLER! ....DİZİLERİ KİM İZLER?

    M.NİHAT MALKOÇ

    Türk toplumunda boş zamanların en yaygın eğlencesi televizyondur. Sanırım bizim kadar televizyon başında zaman kaybeden bir başka millet yoktur. Bu konuda dünya şampiyonu bir ülkeyiz. Öte yandan kitap okuma hususunda küme düşen bir memleketin bahtsız evlatlarıyız. Birileri teknolojide son hızla ilerleyip çağ atlarken bizler hep seyrediyoruz. Ekran başında miskin miskin sabahlıyoruz.

    Gerçi ülkemizde televizyon yayıncılığının tarihi çok eskilere dayanmıyor. Türkiye televizyonla tanışalı sadece 38 yıl oldu. 1968’de deneme mahiyetinde ilk televizyon yayını Ankara’da yapıldı. TRT, 359 sayılı Türkiye Radyo Televizyon Kurumu Yasası ile 1964’te özerk bir kamu tüzel kişiliğine sahip bir kurum olarak, devlet adına radyo ve televizyon yayınlarını gerçekleştirmek amacıyla kuruldu. 1972 yılında televizyonda ilk kez ‘Bedava Dünya Gezisi’ adlı yabancı dizi Türkçe seslendirildi. Televizyon yayınları 1974 yılında yedi güne çıkarıldı. İlk renkli televizyon yayını 1976’da gerçekleşti. 1984 yılında TRT tümüyle renkli yayına geçti. 1986’da ikinci televizyon kanalı TV-2 yayına başladı.

    Türkiye’de ilk özel televizyon 1990 senesinde İnter Star adıyla kuruldu. Onu Show Tv takip etti. Bugün ülkemizde onlarca ulusal, yüzlerce yerel televizyon kanalı yayın faaliyetlerini sürdürmektedir. Her geçen gün bunlara yenileri eklenmektedir. Günümüzde kanallar yayın faaliyetlerini 24 saat boyunca sürdürüyorlar. Bu sanıldığı kadar kolay değildir. Nitelikli yapımlar hazırlamak büyük zaman ve emek istiyor. Bunun gerçekleşmesi sonuçta maddiyata dayanıyor. Televizyonlar maddi kaynak ihtiyacını reklâmlardan aldıkları paralarla gideriyorlar. Bu da reklâm pastasının paylaşılmasında rekabeti beraberinde getiriyor. Televizyonlar daha çok seyirci toplamak ve reklâm gelirlerinden daha çok pay almak için büyük bir yarış içerisindeler… Görünen o ki bu yarışta her şey mubah kabul ediliyor.

    Türkiye’de son yıllarda diziler moda oldu. Her kanalın onlarca dizisi var. Ortalık diziden geçilmiyor. Kırık Kanatlar, Kaybolan Yıllar, Kurtlar Vadisi, Avrupa Yakası, Sıla, Ihlamurlar Altında, Yabancı Damat, Acı Hayat, Arka Sokaklar, Kızlar Yurdu, Fırtına, İki Aile, Sağır Oda, Yalancı Yârim, Sihirli Annem, Cennet Mahallesi, Çemberimde Gül Oya, Acemi Cadı, Gümüş, Sevda Çiçeği, Emret Komutanım, Yaprak Dökümü, Kadın İsterse, Zerda, Bizimkiler bunlardan sadece birkaçıdır. Bu listeyi sayfalarca uzatabiliriz. Anlaşılan o ki dizi deryası içerisinde yüzüyoruz; yüzmek ne kelime, boğuluyoruz.

    Diziler genellikle 13 bölümden oluşuyor. Fakat uzun yıllar devam eden dizilerimiz de vardır. Mesela şu anda yayında olmayan ‘Bizimkiler’ dizisi tam 14 yıl devam etmiştir. Bunun yanında ‘Bizim Mahalle’ dizisi sekiz yıl, 505 bölüm sürmüştür. Bugünlerde bu kadar uzun soluklu diziler yapıl(a) mıyor. Çünkü halk, kendini içinde bulmadığı dizileri seyretmiyor. Marifet iltifata tabi olduğu için iltifat olmayınca dizi yayından kaldırılıyor.

    Televizyonların reklâm pastasından daha çok pay almak için yapmadıkları şey kalmadı. Televizyonlar eğiticilik özelliklerini çoktan kaybetti. Artık doğru mesaj verme değil, çok izlenmek esas alınıyor. Onun içindir ki çocuklarımıza ve gençlerimize yanlış mesajlar veren film ve diziler yapılıyor. Bunları seyreden gençler yanlış yollara sapıp hayatlarını karartabiliyorlar. Özellikle şiddet ve cinsellik içeren diziler çocuklarımızın ruh yapısını bozuyor, karartıyor. Televizyonlarda reyting rekorları kıran, tekrarı bile ilk üç program arasına girebilen mafya dizileri, yarınlarımızın ümidi olan çocuklarımıza şiddeti aşılıyor ve haksızlığı meşrulaştırıyor. ‘Polat Alemdar’ tiplemeleri model insan olarak sunuluyor.

    Türkiye’deki diziler üç günde şöhret yetiştiriyorlar. Onları seyreden genç kızlar evlerinden kaçarak hain odakların tuzağına düşüyorlar. Türkiye’de, birkaç istisna dışında, diziler eğitmiyor, zaman kaybettiriyor. Ahlaki değerlerimizi beslemiyor, zayıflatıyor. Aileler aynı çatı altında yaşasalar da diziler yüzünden birbirini görüp yeterinde sohbet edemiyorlar. Herkes dizilerden yakınıyor ama zararlı bulduğu dizileri seyretmeden de edemiyor.

  • Papa 16. BeneDICK

    29.11.2006 - 23:44

    PAPA BİZİ SEVİYO! ...

    M.NİHAT MALKOÇ

    Türkiye çok ağır bir misafiri ağırladı geçen hafta…Hıristiyan Katolik âleminin en büyük dini lideri Papa 16. Benediktus, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in davetlisi olarak Türkiye’yi teşrif etti! ... Gelsin gelmesin tartışmaları içerisinde ülkemizi ziyaret eden Papa, yakın geçmişte söylediği tahrik edici ifadelerin aksine barış mesajları verdi. Fakat bu yapmacık mesajlar gerçek yüzünü aksettirmekten çok uzaktı.

    Vatikan Devlet Başkanı ve Katoliklerin ruhani lideri Papa 16. Benediktus, İzmir’in Selçuk ilçesindeki Meryemana Evi’ni ziyaretinin ardından, burada düzenlenen ayine katıldı. Ayinin tamamlanmasının ardından alandan ayrılırken, kendisine sevgi gösterisinde bulunanları uzun süre selamlayan Papa, kendisine verilen Türk Bayrağını da salladı. Selçuk’taki Meryemana Evi’ni ziyaret ederek ‘hacı’ olan Papa, burada yöneteceği ayinin açılışını ‘sevgili kardeşlerim’ sözleri ile yaptı. Papa’nın Türkçe olarak bu sözleri söylemesi büyük bir jest olarak nitelendi. Hatta denilene göre ayinde Müslümanlar için de dua edildi. 67 ülkeye canlı yayınlanan ayinde Papa, bir adım daha atarak, “Türkleri çok seviyorum” dedi. Ne kadar sevinsek azdır; ay ne mutluluk: “Papa bizi seviyo! ...”

    Papa 16. Benediktus, Ankara görüşmeleri çerçevesinde Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu ile de görüştü. Bilindiği gibi Bardakoğlu, daha evvelki densiz çıkışı nedeniyle Papa’yı sert bir dille eleştirmişti. Ankara’daki görüşme bu eleştirinin gölgesinde geçti. Tabir caizse Ali Bardakoğlu Papa’yı üstü kapalı bir dille de olsa fırçaladı, ona gerçek İslamı anlattı. Papa’ya göndermelerde bulundu ve özetle şunları hatırlattı:

    “Son dönemlerde İslâm dininin tarihi ve kaynaklarıyla şiddeti içerip teşvik ettiği, İslâm’ın yeryüzüne kılıçla yayıldığı, Müslümanların potansiyel şiddet uygulayıcıları olduğu anlayışını ifade eden İslâmophobia’nın giderek tırmandığını hep birlikte müşahede ediyoruz… Bilimsel ve tarihsel hiçbir araştırma ve veriye dayanmayan, adalet ve insaf ölçüleriyle de bağdaşmayan bu itham ve iddialardan, adını barıştan alan İslâm’ın her mensubunun son derece müteessir ve müşteki olduğunu ilan etmek isterim.

    Önyargılar, önemli ölçüde tarihsel korku ve kaygılardan beslenmektedir… Özellikle biz dini liderlerin ve dini kurumların, bu korku ve kaygılara dayalı önyargıların esiri olmaması ve sağduyulu davranması, evrensel barış ve huzurun tesisinde esastır… Biz dini liderler, din bilginleri ve dini kurumlar, uluslararası siyasetin gerilimlerine alet olmayı reddederek bu sosyal sorunların çözümüne katkı sağlamak zorundayız… Biz Müslümanlar, şiddet ve terörün her türlüsünü, kime karşı ve kim tarafından işlenirse işlensin, kınıyoruz ve onu bir insanlık suçu olarak görüyoruz.”

    Papa’nın Türkiye ziyareti masum görünse de gerçekte hiç de böyle değil. O ince hesaplarla geldi ülkemize. Öncelikle Ortodokslarla Katolikler arasındaki buzları çözmek ve Rum Cemaati’nin dini lideri olan Patrik Bartholomeos’u ‘ekümenik’ ilan etmek için geldi. Gerçi biz Türklerin, sadece ülkemizde yaşayan 2-3 bin civarındaki Rum Cemaati’nin dinî lideri olarak gördüğü Patrik Bartholomeos, dünyadaki 300 milyon Ortodoks’un lideri anlamına gelen ekümenik sıfatını resmi olmasa da yıllardan beri çaktırmadan kullanıyor.

    12 Eylül’de Regensburg Üniversitesi’ndeki konuşmasında İslam’a ağır hakaretlerde bulunan Papa’yı Türkiye’ye aslında Cumhurbaşkanı değil, Fener Rum Patriği Bartholomeos davet etti. Bunu gizlemek için Çankaya tarafından Vatikan’ın devlet başkanı sıfatıyla davet ettirildi. Böylece art niyetlerin üstü örtüldü. Türkiye’yi de bu çirkin emellerine alet ettiler. Gerçi Patrik Bartholomeos ekümenikliğini her fırsatta dile getiriyor. Hatta Sabah Gazetesine verdiği bir röportajda şunları açıkça söyleyebiliyor:

    “Kilise idaresi kolay değil. Kuzey ve Güney Amerika, İngiltere, Almanya, Batı Avrupa, Yeni Zelanda, Kore ve Hong Kong kiliseleri bize bağlı. Ama ekümenik değiliz! Bizim için ekümeniklik problemi yoktur. Altıncı asırdan beri bu unvanı taşıyoruz. Bizans, Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde de bu unvanı taşıdık ve taşımaya devam edeceğiz. Ekümenik unvanı son yıllarda sıkıntı oldu. Sanki ben icat ettim gibi yazıyorlar…”

    Türkiye’nin devlet olarak yapacağı şey, kendini ekümenik ilan eden bu sivri dilli adamı bu sıfatı bir daha taşımaması için uyarmaktır. Şayet laftan anlamıyorsa kolundan tutup sınır dışı etmektir. Biliyorum ki böyle kararlı ve cesur idarecileri ancak rüyada görebiliriz. Bizler kararlı olmazsak elin Papa’sı dinimize ve mukaddesatımıza saldırdıkça saldırır. Biz de bütün söylenenleri unutup onu, jest olsun diye uçağın merdivenlerinde karşılarız. Gözünü sevdiğim memleketimin hoşgörülü idarecileri sizinle ne kadar (d) öğünsek azdır.

  • israil

    27.11.2006 - 23:50

    İSRAİL’E GÜVENMEK Mİ? ...GÜLDÜRMEYİN BENİ! ...

    M.NİHAT MALKOÇ

    Dünyayı ateşe veren ülkelerin başında gelir İsrail… Dünya dünya olalı bu kadar kışkırtıcı ve bağnaz bir ülke görmedi. İsrail 1948 senesinde Ortadoğu’nun kalbinde bir çıbanbaşı olarak ABD ve müttefikleri tarafından kurulmuş illegal bir devlettir. Yıllardan beri Filistinlilerin ocakları yakılıp yıkılmış, toprakları İsraillilere peşkeş çekilmiştir. Binlerce insan doğup büyüdüğü topraklarından kovulmuş, mülteci durumuna düşürülmüştür.

    İsrail, İslam dünyasının kalbine saplanmış paslı bir hançerdir. Bu hançerin acısını yarım asrı aşkın bir zamandan beri çekiyoruz. İsrail’in azgınlığı ve saldırganlığı sınır tanımıyor. Tam sular duruldu diye seviniyorsunuz, densizin biri ortaya çıkıp Ortadoğu’nun huzurunu bozuyor. İsrail bu gücünü ve cesaretini nereden alıyor acaba? Bu sorunun cevabını bilmek için âlim olmaya gerek yok. Elbette İslam düşmanı devletlerden; özellikle ABD’den ve Avrupa ülkelerinden… Düşmanımın düşmanı dostumdur misali! ...

    Geçenlerde enteresan bir araştırma yapıldı. Bu araştırmada İsrail’in dünyada en olumsuz imaja sahip ülke olduğu ortaya çıktı. “National Brand Index” adlı araştırmada, İsrail, dünya kamuoyunun gözünde ülkelerin imajlarıyla ilgili listede sonuncu geldi. 35 ülkede 25,903 kişi arasında yapılan araştırmada, yatırım ve göç, ihracat, kültür ve kültürel miras, halk, yönetim ve turizm alanlarında, insanların bu ülkeleri nasıl algıladıklarına bakıldı.

    GMI kuruluşu tarafından yapılan araştırma, İsrail’in diğer ülkeler arasında sonuncu gelmesinin yanı sıra araştırmanın yapıldığı her bir alanda diğer ülkelerle arasındaki farkın büyük olduğunu da gösterdi. Araştırmada ayrıca, İsraillilerin dünyanın en az misafirperver halkı olarak görüldüğü de ortaya çıktı. Araştırmadan çıkan sürpriz sonuç ise İsrail’in yakın müttefiki olan ABD’de halkın, İsrail’i uluslararası güvenlik ve barış alanlarında sadece Çin’den bir üst sıraya yerleştirmesiydi. Yani ABD halkı da İsrail’e güvenmiyor, onun barış yanlısı olmadığını, kin ve nefrete hizmet ettiğini tescil ediyor. ABD yönetimi yine de İsrail’i şımarık bir çocuk gibi yetiştiriyor. Onu Ortadoğu’da tehdit ve tahrik unsuru olarak kullanıyor.

    Araştırmayı kaleme alan Simon Anholt, “İsrail markasının”, bu endekste şimdiye kadar ölçülenler arasında en olumsuz imaja sahip olduğunu ve bu alanların tümünde listenin en altında yer aldığını söyledi. Anholt, bir ülkenin politikasının, bir kişinin o ülke hakkındaki düşüncelerinin her unsurunu etkilediğini düşünüyor. İsrail bunun açık bir örneği! …

    Anholt, imajını daimi olarak değiştirmede başarılı olmak isteyen bir ülkenin, tavırlarını değiştirmesi gerektiğini vurguluyor. Fakat İsrail kötü imajını değiştirecek gibi görünmüyor. Aksine çirkefliklerine yenilerini eklemekte bir beis görmüyor. Araştırma Arjantin, Avustralya, Belçika, Brezilya, Kanada, Çin, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Mısır, Estonya, Fransa, Almanya, Macaristan, Hindistan, Endonezya, İrlanda, İtalya, Japonya, Malezya, Meksika, Hollanda, Yeni Zelanda, Norveç, Polonya, Portekiz, Rusya, Singapur, Güney Afrika, Güney Kore, İspanya, İsveç, İsviçre, Türkiye, İngiltere ve ABD’de yapıldı.

    Bence bu sonuç hiç de sürpriz değil… Bu kadar şımarık ve kendini beğenmiş bir ülke dünya coğrafyasında görülmemiştir. Malumdur ki kendini beğenenler başkaları tarafından beğenilmezler. İsrail’in olumsuz imajı da bundandır. Bu kafayla giderse ve küstahlıklarını ısrarla sürdürürse sevimsiz ülkeler listesinin ilk sırasını kimseye kaptırmayacaktır.
    Peki, İsrail’i bu kadar itici ve sevimsiz kılan nedir? İsrail’i sevimsiz kılan yıkıcı, yakıcı ve saldırgan tavrıdır; barış yanlışı görünüp savaş tamtamları çalmasıdır. Haksız olduğu halde pişkinlik yapıp haklı gözükmesidir. Kadın, çocuk, yaşlı demeden Filistinlilerin kanını su niyetine içmesidir. Kanı suyla değil, kanla yuğmasıdır. Daha ne söyleyeyim… Yapılan katliamlar, işkenceler ve çirkeflikler meydanda… Başka şahide ve delile hacet yok ki! ...

    Siyonist vahşeti dur durak bilmiyor. Filistinli çocuklar hedef alınmaya ve kalleşçe öldürülmeye devam ediliyor. Fakat bu acı sahneleri kör vicdanlar idrak edemiyor. Bu sebeplerden dolayıdır ki İsrail, vicdanları körelmeyenlerin nefretini toplamaya devam ediyor.

  • islam

    26.11.2006 - 19:47

    İSLAM DAVASINA ADANAN ÖMÜRLER

    M.NİHAT MALKOÇ

    Goncaların güle dönüşmesi vakit ve emek ister. Tomurcuklar zamanı gelmeden meyveye durmazlar. Davalar da böyledir. Onlar da iradeli insanların omuzları üzerinde yükselirler. Azim, sebat ve gayret gerekir davayı sırtlamak için… Bu aslında hedefe odaklanmayla alakalı bir durumdur. Düşünceyi benimseyip hayat tarzı haline getirenler, onun uğrunda fedakârlık göstermeyi de peşinen kabullenirler.

    Resulullah’tan bugüne kadar İslam davasının hizmetkârlığına soyunanlar bu yolda sayısız çileleri kucaklamışlardır. Onlar ağıyı bal niyetine içme cüretkârlığını gösteren ender karakter abideleridir. Her birinin hayatı, dikenli yollardan saadet iklimine varan güzergâhın kilometre taşlarıdır. Bu yollar çile taşlarıyla örülmüştür.

    Gelmiş geçmiş yolların en kutlusu ve hayırlısı İslama giden yoldur. Bu yola revan olmak iradenin zaferinin tecellisidir. Zira Resulullah Efendimiz “Muhakkak ki, en güzel söz Allah’ın kitabıdır. En güzel yol da Muhammed’in yoludur.” diyerek sırat-ı müstakimi işaret etmiştir. Bu yoldan gidenlerin ve bu yola hakikat yolcusu kazandıranların ötelerde muhakkak mükâfatlandırılacağı, ayet ve hadislerde defaatle ifade edilmiştir.

    İslam davası, bu dünya görüşünü benimseyen şahısların omuzlarında yükselecektir. İslam hiç kimsenin tekelinde olan bir inanç sistemi değildir. Bu inanç içerisinde ruhbanlığa da yer yoktur. Herkes dinine sahip çıkmakla ve onu yakın çevresinden uzağa olmak üzere geniş kitlelere yaymakla mükelleftir. Bu bir tercih değil, aksine mühim bir vazifedir. Aslında hayatın yaşanma sebebi bu olmalıdır. Öteki uğraşlar bunun ötesine geçmemelidir.

    İmanla küfrün kavga halinde olduğu iki kutuplu bir dünyada yaşıyoruz. Böyle bir ortamda saflarımızı net olarak belirlemeliyiz. Her iki taraftan olmak ve öylece görünmek öncelikte tezattır, bunun yanında münafıklığa da alamettir. Kişinin batını neyse zahiri de öyle olmalıdır. Sonunda bir bedel ödeyeceksek bile inanç hususunda rengimizi ve safımızı net olarak belirlemeliyiz. Bu da yetmez, ait olduğumuz safı yeni simalarla takviye etmeliyiz.

    İslam davasını elimizin ve dilimizin yettiğince geniş kitlere anlatmak bizim asli vazifelerimizin başında gelmektedir. Bunun ihmali sorumsuzluğu beraberinde getirecek ve zaaflar silsilesi şerre açılan kapıları zorlayacaktır. Bu kapıdan girenler bize zarar verecektir. Onların vereceği zararlar da bizim günah galerimizi şekillendirecektir. Kur’an yoluna ve hayra çağırmak İslam güneşinin nurlu ufuklardan doğmasına vesile olacaktır. Buna zemin hazırlayanlar Hak katında elbette mükâfatlandırılacaktır. Yüce Rabbimiz bu Kur’an hizmetkârlarını ‘kurtuluşa erenler ‘ olarak vasıflandırıyor ve onlara şu ayetle hitap ediyor: “Sizden; hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır.” (Al-i İmran, 104)

    Müslüman sözün en güzelini söyleyen insandır. Onun dayanağı Kur’an ve hadistir. Söyledikleri bu ana kaynaklara dayanır. O her zaman mâlâyani konuşmaktan sakınır. Onların vicdanları İslam nuruyla aydınlanmıştır. Tebliğde şefkat ve merhamet üzere hareket ederler. Korkutucu değil, sevdirici olurlar. Müjdelerler, nefret ettirmezler. Bu üslupları muhataplarını çepeçevre sarar, onları tesiri altında bırakır. Fakat asla zorlayıcı olmazlar. Çünkü Allah bu konuda da onları sınırlandırmıştır. Hatta bu dinin elçisi olan Hz. Muhammed(sav) ’e bile zor kullanma yetkisi vermemiştir: “Artık sen, öğüt verip hatırlat. Sen, yalnızca bir öğüt verici bir hatırlatıcısın. Onlara zor ve baskı kullanacak değilsin.” (Gaşiye, 21–22)

    İslama davet metodu üzerinde duranlar, bunun çerçevesini sevgi, şefkat, merhamet ve hoşgörü ekseninde çizmişlerdir. Bu işe soyunanların bilgi birikimi bakımından dopdolu olmasını şart koşmuşlardır. Tebliğ gönüllüleri bu hususta mücadeleci olmayı, çabuk pes etmemeyi şiar edinmişlerdir. Tebliğ vazifesi bu dinin devamlılığı ve diriliği için olmazsa olmaz şartlardandır. Hem bir insanı ateşten korumak ve kurtarmak Allah katında en büyük zaferden daha muteberdir. Yüce Rabbimiz bunun ölçülerini de koymuştur: “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et…” (Nahl, 125)

    Şuurlu Müslümanlar kendilerinden çok, çevrelerini düşünürler. Bir iman kurtarmak için gecesini gündüzüne katarlar. Bunu yaparken de hiçbir beklenti içerisinde olmazlar. İlk halife, büyük insan Hz. Ebubekir’in “Benim vücudumu öyle büyüt ki cehenneme başka kimse giremesin, onların yerine sadece benimle dolsun.” sözü İslam kardeşliğinin ve fedakârlığın zirvesidir. Bugün bunu gönülden söyleyebilen insanlara ne kadar da muhtacız…

    Müslümanlar iyiliği emredip kötülükten uzaklaştırmakla sorumludurlar. Bu “emr-i bil-maruf nehy-i ani’l-münker” şeklinde de zikredilir. Peygamber Efendimiz bu hususta şöyle buyurmuştur: “Âdemoğlunun; iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak veya Allah Teala Hazretlerine zikir hariç, bütün sözleri lehine değil, aleyhinedir.”

    İslamla şereflenmek en büyük bahtiyarlıktır. İki cihan saadeti ancak bununla gerçekleşebilir. Onun için buna aracı olanlar da Allah tarafından büyük mükâfatlarla ödüllendirileceklerdir. Fakat bazen biz çok istesek de insanları hayra yöneltemeyiz. Bu bizi fazlasıyla üzse de biliriz ki hidayet de ancak bir nasip meselesidir. Bilindiği gibi Resulullah Efendimiz, amcası Ebu Talip’i inananlar safına çekmek için çok uğraşmıştır. Lâkin Ebu Talip atalarının dininden dönmeyi sosyal baskılar yüzünden kabul etmemiştir. Efendimiz, haliyle bu duruma çok üzülmüştür. Onun bu hâlini gören Yüce Rabbimiz bununla ilgili olarak şu ayeti göndermiştir “Gerçek şu ki, sen, sevdiğini hidayete erdiremezsin, ancak Allah, dilediğini hidayete erdirir; O, hidayete erecek olanları daha iyi bilendir.” (Kasas, 56)

    İslama hizmet edenlerle yan gelip yatanlar Allah katında elbette bir tutulmayacaktır. Malla, bedenle yapılan hayırlar ve ibadetler Hak katında mizanda tartılacaktır. Sonsuz olan öbür âlemde herkes karşılığını eksiksiz bulacaktır. Rabbimiz bu konuda şöyle buyuruyor: “Şüphesiz Ben, erkek olsun, kadın olsun, sizden bir işte bulunanın işini boşa çıkarmam. Sizin kiminiz kiminizdendir. İşte, hicret edenlerin, yurtlarından sürülüp çıkarılanların ve yolumda işkence görenlerin, çarpışıp öldürülenlerin, mutlaka kötülüklerini örteceğim ve onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağım. (Bu,) Allah katından bir karşılık (sevap) tır. (O) Allah, karşılığın (sevabın) en güzeli O’nun katındadır.” (Al-i İmran, 195)

    İslama hakkıyla hizmet etmek için öncelikle ilim ehli olmak gerekir. Bilgi ve tecrübe bakımından boş olan bir insanın kimseye hayrı dokunmaz, aksine ziyanı olur. Bunun için nice İslam âlimi gecesini gündüzünü ilim tahsili için harcamıştır. İlmin önemi konusunda Hz. Muhammed(sav) ’in çok mühim sözleri vardır. Bunlardan birkaçını dikkatinize sunuyorum:

    “İlme sahip ol. Muhakkak ki ilim, müminin dostu, hilim veziri, akıl rehberi, amel muhafızı, rıfk babası, mülâyemet kardeşi, sabır da askerinin kumandanıdır.”…“Ey insanlar! İlim ancak çalışmakla öğrenilir. Fıkıh da öyle, gayretle elde edilir. Kime ki Allah hayır murad ederse onu dininde ‘fakih’ kılar. Kulları içinde Allah’tan ancak, âlimler haşyet duyarlar.” …“İnsanların hayırlısı, onların en güzel okuyanı, Allah’ın indinde en fakih olanı, Allah’tan en çok korkanı, marufu emir, münkeri nehiyde ve akraba yoklamakta en ileri olanıdır.”

    İnsanın en çok israf ettiği nimetlerden birisi şüphe yok ki zamandır. Zamanı belli bir bedel karşılığı elde etmediğimiz için rahatça israf ederiz, kıymetini hakkıyla bilmeyiz. Oysa geçen her saniye ömür ağacımızdan kopan bir yapraktır. Bunların dönüşü de yoktur. Ancak Allah’ın davası yolunda harcadığımız vakit geri kazanılmış sayılır.

    Müslümanın boş vakti yoktur, olmamalıdır. Boş diye nitelendirilen zamanlar, aslında ziyan edilen vakitlerdir. Oysa bu zaman içerisinde Allah’ın adını, şanını ve emirlerini en ücra köşelerdeki insanlara ulaştırabilsek ne kadar büyük görev ifa etmiş oluruz. Dünyamızın bugünkü nüfusu altı milyarı aşkındır. Bunun ancak dörtte biri müslümandır. Dörtte üç insan yığını ilahi gerçeklerden bihaberdir. Her Müslüman, üç kişiye İslami hakikatleri anlatsa bütün insanlık bu şaşmaz hakikatlerden haberdar olur. Şartlanmışların dışında bunların önemli bir kısmı da hakikate teslim olur. Bunu yapmadığımız sürece sorumluluktan kurtulamayız.

    İslam ferdiyetçi bir din değildir. İslamda esas olan toplumdur. Hayata toplum ekseninden bakmak ve o minval üzere görmek zorundayız. Cemiyetin inanç coğrafyasını şekillendirmek sorumluluğu Müslümanların üzerindedir.

    Bugünkü gençlik geçici heveslerin peşine takılıp sürüklenmektedir. Çoğunun dini bilgileri kulaktan dolmadır. İnançları uğrunda çile çeken ve bedel ödeyenler bir elin parmaklarından fazla değildir. ‘Bunalım gençliği’ de diyebiliriz bu kartondan insanlara… Gençlik ötelere hazırlıksız ve ötelerden habersiz yaşıyor. Ahlak ve maneviyattan uzak olan bu körpe beyinler, hakikati kavrayacak düzeyde ve donanımda da değiller.

    Mefkûresiz ve davasız nesiller rüzgârın önüne katılmış bir yaprak misali sürüklenip gidiyorlar. Çanakkale Savaşı’nda i’lâ-yı kelimetullah uğrunda canını feda eden, henüz bıyığı bile terlememiş insanlar gitmiş, yerlerine sanal kıbleli bizden olmayan insanlar gelmiş sanki! ... Onlar bizi anlamıyor, biz de onları…

    Oysa geçmişte İslam davasını sırtlayanlar bu mübarek dava için nelerini feda etmemişlerdi ki! ...Onlar mallarından, makamlarından, hatta canlarından vazgeçmişlerdi. Böyle mukaddes ve muazzez bir örnek var arkamızda… Mübarek bir sahabe nesli dimdik duruyor önümüzde… Onlar ki Resullerini ana ve babalarından daha çok seviyorlardı. Hz. Ebubekir, Hz. Muhammed(sav) ’e ‘Anam babam sana feda olsun ya Resulallah’ diyecek kadar gönülden bağlıydı. Onun her sözünü emir telakki ediyorlardı.

    İslam davası için en büyük cesareti ve fedakârlığı sahabeler gösterdi şüphesiz… Bir avuç olmalarına rağmen gönülden bağlandılar hak davalarına… Hiçbir baskı ve yıldırma eylemine pirim vermediler. Ebubekir-i Sıdıklar, Halit bin Velidler, Ömerler, Osmanlar, Aliler, Selman-i Farisiler, Bilal-i Habeşiler İslam davasına dört elle sarıldılar. Bu dinin şanlı peygamberinin bir dediğini iki etmediler. Bu yola baş ve can koydular. Feragatin en güzel örneğini cümle âleme gösterdiler. İslam davasıyla ailelerinden daha çok ilgilediler. Zaman zaman çoluk çocuklarını ihmal etseler de davalarını hep el üstü tuttular.

    Sahabelerin hayatı davaya sadakatin en güzel örnekleriyle doludur. Onlar varını yoğunu İslam davası uğruna infak etmeyi hiç ihmal etmediler. Şu ayet-i kerimeyi kendilerine şiar edindiler: “Sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kadar asla iyiliğe eremezsiniz. Her ne infak ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir.” (Al-i İmran, 92)

    Nefsin kötü emellerine uyanların inançları için fedakârlık göstermesi beklenemez. Zira nefis bencildir, kendisinden başka hiçbir şey düşünmez. Bu hususta insanı halkeden yüce Allah şu uyarıda bulunmayı ihmal etmiyor: “... Kim nefsinin bencil tutkularından (ya da cimri tutumundan) korunursa; işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır.” (Teğabün, 16)

    Bu ayete konu edinilen şahıslar, yani nefsin bencil duygularından korunanlar iki cihan saadetini de yakalayanlardır. Onlar dünyalıklara değer vermemişlerdir. Ahireti dünyaya tercih etmişlerdir. Sahabeler bu zincirin altın halkalarını oluşturmuşlardır. Sahabeler Allah aşkıyla dolup taşan insanlardı. Ağladıkları da, güldükleri de, öfkelendikleri de Allah içindi. Kendi nefislerini maneviyat potasında eritmişlerdir. Onlar davranışları bakımından numune teşkil etmektedirler. Onlara uyanlar asla ziyanda olmayacaklardır. Çünkü Allah, güzel davranışlarda bulunanları Kuran’da şöyle müjdelemektedir: “Güzellik yapanlara daha güzeli ve fazlası vardır. Onların yüzlerini ne bir karartı sarar, ne bir zillet, işte onlar cennetin halkıdırlar; orada süresiz kalacaklardır.” (Yunus, 26)

    İslam davasına ömrünü adayanların başında hiç şüphesiz ki son Peygamber Hz. Muhammed(sav) gelmektedir. O hayatını İslam’ın yükselişi için harcamıştır. Kâinat kendisinin yüzü suyu hürmetine yaratılmış olmasına rağmen dünya sefasına hiç mi hiç değer vermemiştir. İslamın geniş kitlelere yayılması için seferber olmuştur. Defalarca ölümle yüz yüze kalmıştır, tehditler almıştır. Fakat o yaşatanın ve öldürenin Allah olduğunu bildiği için ölüm tehditlerine kulak asmamıştır. Vazifesine şevk ve heyecanla devam etmiştir.

    Uhut Savaşı’nda düşmanlar, peygamberimize ok atmışlar, üzerine taş yağdırmışlar ve O’nun mübarek dişini kırıp yüzünü yaralamışlardı. Fakat O, hoşgörü ve sevgiden taviz vermemiştir. Kendisine zulmedenleri affetmiş, “Yâ Rab, kavmime hidâyet eyle. Onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar! ” diye dua etmiştir. Onun bu örnek tavrı, bazı insanların batıl inançlarını bir kenara bırakıp İslama koşmalarına sebep olmuştur.

    İslam inancını baş tacı eden ve onun için hayatlarını hiçe sayan nice abide şahsiyetler yaşadı bu topraklarda. Bunlar davayı her şeyden önce düşünmüşler ve onun yükselmesi için ölüm dâhil, her türlü riski almışlardır. Hayatı bir imtihan vesilesi olarak gören bu insanlar gerçek huzurun mekânı olarak ahiret hayatını görmüşlerdir. Bu abide şahsiyetler eşyaya her zaman tefekkürle bakmış, lezzetleri acılaştıran ölümü hiçbir zaman unutmamışlardır. Bu Allah dostları olmasaydı İslam bugünkü kadar geniş bir alana yayılamazdı.

    İslama büyük hizmetlerde bulunan ve hayatını İslam inancına adayan büyük simalardan birkaç örnek vermek istiyorum size. Bu büyük karakter heykellerinden biri Hoca Ahmet Yesevi’dir. ‘Pir-i Türkistan’ diye anılan büyük mütefekkir Hoca Ahmet Yesevi, kendi dergâhından geçen Horasan erenleri vasıtasıyla Orta Asya coğrafyasının islamla şereflenmesi için büyük gayretler göstermiştir. O, vaktini üçe ayırarak değerlendirirdi. Günün büyük bölümünde zikir ve ibadetle meşgul olur, ikinci kısmında talebelerine zahiri ve batıni ilimler öğretir, üçüncü bölümünde ise ağaçtan kaşık ve kepçe yapar, geçimini böyle sağlardı.

    Bilindiği gibi Resulullah Efendimiz 63 yaşında bu dünyadan göçmüştür. Hoca Ahmet Yesevi de bu yüzden 63 yaşından sonra dünyadan kopmuş, dergâhın bahçesine derin bir yer kazdırmış, içini kerpiçle ördürmüş, talebelerini toplayıp; “Ey gönül dostları! Allah-u Teala’nın en sevgili kulu olan Muhammed Mustafa Hazretleri 63 yaşından bu dünyadan ayrıldı. Ben de şimdi 63 yaşındayım, artık şu gördüğünüz çilehaneye çekilecek ömrümün kalan günlerini de bu hücrede tamamlayacağım” demiştir. Dervişlerinin yakarışlarına rağmen bu düşüncesinden vazgeçmemiştir. 63 yıl yeryüzünde, 63 yıl yeraltında Allah ve Resulünün muhabbetiyle uzun bir ömür yaşayıp 126 yaşında ötelerin ötesine göçen Hoca Ahmet Yesevi yerin üstündeyken de altındayken de insanlığı hakikatin ışığıyla aydınlatmıştır. Talebeleri vasıtasıyla hakikat ışığını yaymış, küfre perde olmuştur.

    İnsana cesaret ve güç veren, sahip oldukları davalarıdır. İslama dört elle sarılan ve onu bir hayat tarzı olarak kabul edenler toplumları için diriliş sembolü olmuşlardır. Bu sembol şahsiyetlerden birisi de ‘Kafkas Kartalı’ sıfatıyla şöhret bulan Çeçenistan devletinin en büyük kahramanı Şeyh Şamil’dir. Hayatının tamamını ülkesinin milli bağımsızlığına ve İslam inancına adayan, askeri dehasını bütün dünyaya ve ebedi düşmanı Rusya’ya dahi kabul ettiren, İmam Şamil düşünce ve inançlarından asla taviz vermemiş, neticede Çarlık Rusya’sını dize getirmiştir. O İslami bilgisini ve tasavvuf kültürünü, daha sonra kayınpederi de olacak olan Şeyh Cemaleddin Gazikumuki’den almıştı. Rusya’nın bütün şiddet ve baskılarına rağmen bugün Kafkaslarda İslamın köklü izleri varsa bunu en başta ona borçluyuz.

    Ömrünü İslam davası için harcayan ve Çeçenlerin inançlarını diri tutan Şeyh Şamil’in tek isteği Resulullah’ın makamını ziyaret etmek ve hacı olmaktı. On yıl boyunca Rusların esareti altında kalmıştı. Bu yıllar onun gibi özgürlük savaşçıları için en çileli zaman dilimiydi. Bunun içindir ki saçı sakalı bir anda ağarmıştı. O öncelikle Osmanlı topraklarına gitmeyi istemiş, bu isteği Osmanlı sultanlarından Sultan Abdülaziz’in de devreye girmesiyle belli aşamalardan sonra kabul edilmişti. Sultan Abdülaziz onu karşılamış ve bir isteğinin olup olmadığını sormuştur. O da Hicaz’a gitmeyi çok istediğini söylemiş, padişah onu bir gemiyle istediği mübarek topraklara göndermiştir. Fakat Rusya’nın devlet yetkilileri onu salıverirken oğlunu kendi yerine esir bırakmasını istemişlerdir. O, hac farizasından sonra, çok sevdiği Peygamberinin kokusunun sindiği topraklarda ölmüş, Cennet-ül Baki mezarlığına defnedilmiştir. Böylelikle de ‘Kişi sevdiğiyle beraberdir” hadisine mazhar olmuştur.

    İslam davasına, yazdığı onca eserle katkıda bulunan, en sonunda da bu yolda canını veren mücahitlerden birisi de her Müslümanın yakından tanıdığı ve sevdiği Seyyid Kutup’tur. Seyyid Kutub, Mısırlı yazar ve düşünce adamıdır. O siyasal İslamın fikir babalarından sayılmıştır. Ömrünün büyük bölümünü hapishanelerde geçirmiştir. Nefes aldıkça okumuş, yazmış ve mücadele etmiştir. En mühim eseri Fizilal-il Kur’an(Kur’an’ın Gölgesinde) tefsiridir. 29 Ağustos 1966’da Stalin-Hitler karışımı nasyonal sosyalist bir diktatör olan Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdunnasır tarafından idam edilmiştir. O; iman, bilgi ve hakikat merkezli bir hayat yaşamıştır; neticede diğer mücahitler gibi şehitler kervanına katılmıştır.

    İslama hayat veren ve onu toplumun öncelikli meselesi haline getirenlerden birisi de Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’dir. Onun büyük bir emekle vücuda getirdiği Risale-i Nur Külliyatı pek çok insanın imanının kurtulmasına, İslam ahlâk ve nizamıyla tanışmasına vesile olmuştur. O insanları İslam kardeşliği etrafında birleştirmeyi düşünmüş, bunun gerçekleşmesi için yoğun bir mesai harcamıştır. Fakat her aydın Müslüman gibi o da zaman zaman yanlış anlaşılmış, Kürtlüğünü ön plana çıkarmakla, hatta Türk düşmanı olmakla suçlanmıştır. Oysa O, adı ne olursa olsun ırkçılığın karşısında olan bir insandı. Zira İslamiyet ırkçılığı reddediyordu. O da İslamiyet’in sedasının gür çıkması için mücadele ediyordu.

    Said Nursi hayata ve olaylara hikmet nazarıyla İslam penceresinden bakmış bir büyük âlimdir. O isteseydi arkasındaki kitleyle çok önemli makam ve mevkilere gelebilirdi. Fakat onun asıl gayesi iman kurtarmaktı. Risale-i Nurlar aracılığıyla bu alanda hizmet etti. Dünya nimetlerini elinin tersiyle itti. Çok zor ve kötü fiziki şartlarda yaşadı. İnancına daha çok hizmet etmek için evlilikten bile feragat etti. İslama karşı olanlarla dişe diş mücadele etmekten sakınmadı. Kendisini defalarca zehirlemeye çalıştılar. Fakat her zaman takdir-i ilahi tecelli ederek, onun iman hizmetinin devam etmesi gerektiğini kör gözlere gösterip sağır kulaklara fısıldadı. Tehditler ve yıldırmalar ona vız geldi. Bunlar onun mevcut mücadele gücünü ve cesaretini artırdı; davasına daha bir iştiyakla bağladı.

    Bediüzzaman’ın ömrü mahkeme koridorlarında geçti. İslamla meselesi olanlar onu her zaman birinci hedef olarak seçtiler. O da kendisine verilen harikulade bir hitabet ve ispat gücüyle onlarla dişe diş savaştı. Asla zelil olmadı. Eserleriyle iman hakikatlerini onların yüzüne bir şamar gibi indirdi. Mehmet Akif’in: “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı/ Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı.” şeklinde ifade ettiği hasreti, Bediüzzaman, Risale-i Nur’larla gerçekleştirmiştir. O bugün aramızda olmamasına rağmen kendisinin izinden gidenler ve eserlerini İslami manifesto olarak görenler iman kurtarma hizmetini eda ediyorlar.

    Osmanlı padişahlarının tamamına yakını İslama üstün hizmetler etmişlerdir. Onlar toprak kazanmayı değil, insan kazanmayı gaye edinmişlerdi. 13. asırda yaşayan Yunus Emre ve Mevlana Celaleddin Rumi de İslamın sesini gür bir şekilde hedef kitlelere ulaştırmışlardır. O Yunus ki bağlı olduğu dergâha odunun bile eğrisini reva görmemiştir. Mevlana ise 26 bin beyitte ilahi aşkı ve muhabbeti gönüllere nakşetmiştir.

    Yakın tarih içerisinde yaşayan Mehmet Akif Ersoy ve Necip Fazıl Kısakürek de İslam davasından asla taviz vermemiş, her zaman dik durmuş iman ve izan erleridir. Onlar şiirlerinde dünyevi aşkları ellerinin tersiyle iterek Hakk’ı ve hakikati anlatmışlardır. Bu isimler arasına Arif Nihat Asya, Osman Yüksel Serdengeçti, Erol Güngör, Cemil Meriç, Seyyid Ahmet Arvasi gibi isimleri de ekleyebiliriz.

    Dünden bugüne kadar İslam davasına canla başla hizmet etmiş kişilerin listesini yapsak sayfalar dolar. Fakat biz sembol olmuş şahsiyetleri zikretmekle yetineceğiz. Bu mübarek insanların oluşturduğu zincire bir halka da bugünden ekleyebilirsek ne mutlu bize.

    Geçmişte yaşamış ve hayatın anlamını İslam’da bulmuş abide şahsiyetlerle bugünkü insanları mukayese edince koca bir ‘manevi uçurum’ çıkıyor karşımıza. Bu uçuruma bakınca insanın aklına şu sual geliyor: “Dün neredeydik, bugün neredeyiz? ” Maneviyatımız kimler tarafından, niçin tarumar edildi? Nasıl da böyle kolayca teslim olduk. Bugünkü gençlik, ceddinin gittiği yoldan ne kadar da uzaklaştı. Yeni nesil çıkmaz bir yola girmiş; fakat ne acıdır ki onlar nerede olduklarının farkında bile değiller.… Bugünkü manzarayı bundan yetmiş küsûr yıl evvel Mehmet Akif Ersoy şöyle tasvir ediyordu:

    “Müslümanlık nerde, bizden geçmiş insanlık bile...
    Âlem aldatmaksa maksat, aldanan yok, nâfile!
    Kaç hakikî Müslüman gördümse: Hep makberdedir;
    Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir! ”

  • Papa 16. BeneDICK

    24.11.2006 - 22:48

    PAPA’NIN ÖZÜ, SÖZÜ VE GERÇEK YÜZÜ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Gelecek, gelmeyecek derken Papa 16. Benediktus’un Türkiye ziyareti nihayet planlandığı şekilde başlıyor. Bilindiği gibi kendisi, 12 Eylül’de Regensburg’da yaptığı konuşmada İslamiyet ve bu dinin peygamberi Hz. Muhammed(sav) hakkında ileri sürdüğü çirkin iddialar ve iftiralar yüzünden çok eleştirilmişti. Bu ifadelerinden dolayı İslam dünyası topyekûn cephe almıştı Papa 16. Benediktus’a… Fakat o, baskılar ve protestolar karşısında üzgün olduğunu söylemesine rağmen özür dilemeye yanaşmamıştı.

    Papa 16. Benediktus Hıristiyanların dini lideri olduktan sonra ilk kez bir Müslüman ülkeye ziyaret gerçekleştiriyor. 16’ncı Benedict, 6’ncı Paul ve 2’nci Jean Paul’ün ardından Türkiye’yi ziyaret eden 3’üncü Papa olacak. 16. Benediktus’un; Bizans İmparatoru Manuel II Paleologos’tan yaptığı, “Hz. Muhammed’in gayri insani ve şeytanca olanın dışında yeni bir şey getirmediği”ne dair alıntısı bu ziyaretin gerginliğini artıracak şüphesiz.... Papa her ne kadar hoşgörülü olmaya çalışacaksa da bu sözler onun karşısına bir heyula gibi dikilecek.

    Bilindiği gibi Papa bir dini lider olmasının yanında Vatikan’ın devlet başkanıdır. Vatikan Devleti’nin başkanı aynı zamanda Hıristiyan Katolik dünyasının ruhani lideridir. Türkiye’yi devlet başkanı olarak ziyaret etmektedir. Fakat kim ne derse desin O, Hıristiyanların en büyük dini otoritesi olarak ülkemize gelmektedir. Onun bu kimliği daha baskın olacaktır. Ağzından çıkacak her söz bu kimliğiyle ilişkilendirilecektir.

    Dilerseniz biraz da Papa’nın devlet başkanı olduğu ülkeden, Vatikan’dan bahsedelim. Vatikan Roma’da Tiber Nehri’nin batı kıyısında 44 hektarlık alana kurulmuş bağımsız bir devlettir. Nüfusu 900 kişi ama her gün üç bin kişi çalışmak için Vatikan’a gelip gidiyor. Bayrağı, posta pulu, vatandaşlık verme gücü, üniversiteleri ve diplomasi ağı vardır. Bağımsızlığı İtalya tarafından garanti edilmiştir. 1503 yılında yapımına başlanan ve 296 yılda tamamlanan haç şeklindeki St. Peter Kilisesi Hıristiyanlığın en büyük kilisesidir. Aynı anda 60 bin kişi alır. Böyle bir yapılanmanın başında yer alan Papa, bir milyarlık Katolik dünyasının dini liderliğini yapmaktadır. Onların inançlarını en üst düzeyde temsil etmektedir.

    Başbakan Recep Tayyib Erdoğan, Türkiye’yi ziyaret edecek olan Papa 16’ncı Benedict ile görüşemeyecek… Fakat bu bir tavırdan dolayı değildir. Kendisi o günlerde Nato zirvesi için Letonya’da bulunacak. Bunlar çok önceden planlanmış ziyaretlerdir. Gerçi bazıları bunun altında da bir şeyler arayacaktır. Fakat devlet yönetiminde şahsi tavırların yeri olmadığı bilinmelidir. Kişiler şahsi inisiyatiflerini devlet politikası olarak sunamazlar. Ciddi idareciler bugüne kadar böyle yapmışlardır, bundan sonra da böyle yapacaklardır.

    Peki, Papa’nın ziyaret programında neler var? Papa 16. Benediktus öncelikle Ankara’daki resmi temaslarını gerçekleştirecek. Ardından Efes’e Meryemana’ya gidecek, oradan İstanbul’a geçerek Fener Rum Patrikhanesi’nde ayine katılacak. Ayasofya’yı eski kilise veya cami gibi değil, bir müze olarak ziyaret edecek. Bunun yanında resmi programda olmamasına rağmen Ayasofya’nın hemen yanında bulunan Sultanahmet Camii’ni de ziyaret etmesi bekleniyor. Papa’dan beklenen bu jest belki aradaki buzların erimesine vesile olabilir.

    Müslüman Türkiye, Batı’nın gözünde Osmanlı’nın devamıdır. Batı ve Hıristiyan âlemi Osmanlı’yı hiçbir zaman sevmemiş, benimsememiştir. Papa’nın bakışı da bundan ibarettir. Papa bir Alman dergisine verdiği röportajda Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine karşı çıktığını açıkça belirtmişti. Belli ki bizi Avrupa’da görmek istemiyor.

    Son yıllarda medeniyetler çatışmasına karşı ‘medeniyetler ittifakı’ kavramı geliştirildi. Böyle bir ittifak pek inandırıcı olmasa da yine de bunun gerçekleşmesi için çaba sarfediliyor. Böyle bir gayret ortamında Papa’nın kalkıp Müslümanları rencide etmesi anlaşılır bir tavır değildir. Bu ancak medeniyet ittifakına dinamit koymak için yapılan çirkin bir davranıştır.

    Katolik dünyasının 265’inci Papa’sı, Alman Kardinal Joseph Ratzinger’in görünen yüzünün ötesinde gizli bir kimliği daha vardır. Ülkemizi ziyaret edecek olan Papa 16. Benediktus, İkinci Dünya Savaşı öncesi, Hitler’in gençlik gurubuna, ardından Gestapo’ya katılmıştır. İkinci Dünya Savaşı sona ererken de, toplama kamplarında, Yahudilere işkence eden bir ırkçı olarak, Amerikan askerlerince esir alınmış, Rusya’ya ve Çin’e girmesi yasaklanmıştır. Böyle bir Papa’yı ülkemizde misafir edeceğiz.

    Papa bizi çok sevdiği için, diyalog kurmak için gelmiyor şüphesiz… Turistik bir ziyaret yapma niyetinde de değil. Planları ve hedefleri var. Papa’nın ziyaretinin asıl amacı, Ortodoks ve Katolik kiliseleri arasında asırlardan bu yana var olan kavgayı sona erdirmektir. Böylelikle Hıristiyan âlemi olarak İslam karşısında daha güçlü görünmek istiyorlar. İslama karşı bütünleşmiş tek cephe oluşturmayı amaçlıyorlar. İstanbul’daki patriğin sözde ekümenik sıfatını tescil ettirmek, ruhban okulunun açılmasını sağlamak, Ayasofya’nın kiliseye dönüştürülmesini temin etmek gizli hedefleri arsındadır. Ratzinger Türkiye ziyaretinde Hıristiyanlığın gövde gösterisini icra edecektir. Bu niyetlerini örtmek için Ankara’da bir kısım yetkililerle de görüşecek; olaya resmi bir hava katacaktır. Fakat asıl niyeti bu değil elbette. Bunlar onun gerçek niyetinin örtülmesini sağlayan sebeplerden öteye gitmemektedir. Yetkililer bu hakikati kamuoyundan gizlemektedirler.

    Bizler hoşgörülü bir ceddin torunlarıyız. Papa hangi niyetle gelirse gelsin ona karşı yine de misafirperver olmalıyız. Taşkınlıklara ve şiddete fırsat vermemeliyiz. Bütün dünya bu ziyareti yakından takip edecek. Bizim hatalarımızı kollayacaklar. Unutmayınız ki tepkileriniz onların ekmeğine yağ sürecektir. Umarım bu hususta iyi bir imtihan veririz. Çünkü şiddetle hiçbir mesele halledilemez. Papa’nın ülkemize gelmesiyle bir şey de kaybetmeyiz. Bu hususta da sağduyunun galip gelmesini istiyor ve temenni ediyoruz.

  • aids (h.i.v.)

    23.11.2006 - 11:40

    ASRIN FELÂKETİ: AIDS

    M.NİHAT MALKOÇ

    İnsanın en kıymetli varlığının sağlık olduğunu söyler dururuz ama sağlığımız için fazlaca bir şey yapmayız. Hatta onu bozan şeylerden kaçınmayız bile... İçki ve sigara içer, geleceğimizi karartırız. Hatta işi uyuşturucu kullanmaya kadar vardıran aklıevveller de yok değil. Demek ki sağlığın ehemmiyetini hakkıyla kavrayabilmiş değiliz.

    İnsanoğlu hastalıklara çare buldukça adı sanı bilinmeyen yeni hastalıklar türemektedir. Bunlar insanları imtihan etmek için birer vesile kabul edilebilir. Bazen de düzgün yaşamamanın cezası… Sonuçta hastalıklar her geçen gün artıyor, yenileri ekleniyor.

    Bundan yirmi beş yıl evveline giderseniz o zamanlar AIDS diye bir hastalığın olmadığını görürsünüz. Hiç yoktan bir hastalık daha girdi hayatımıza. Öyle bir hastalık ki tedavisi yok. Bu hastalığa yakalananlar her geçen gün biraz daha eriyor ve ölüme yaklaşıyor.

    AIDS, 'Acquired Immuno Deficiency Syndrome' kelimelerinin kısaltması olarak ortaya çıkmış ve 'Edinilmiş Yetersiz Bağışıklık Sistemi Sendromu' olarak Türkçeye çevrilmiştir. AIDS ilk olarak 1981 yılında ABD'de tespit edilmiştir. Dünyada her gün yaklaşık 16.000 insan bu virüsü kapıyor; sayı her geçen gün katlanıyor.

    Türkiye'de ilk AIDS vakası 1985 yılında görüldü. Aynı yıl bir de taşıyıcı tespit edildi. Sonraki her yıl taşıyıcı ve AIDS vakalarının sayısı giderek arttı. Sağlık Bakanlığı'nın Aralık 2001 verilerine göre ülkemizde 1325 HIV/AIDS vakası vardır. Bunların 404'ü AIDS basamağına ulaşmıştır; 921 kişiyse taşıyıcıdır. Ancak özellikle cinsel yolla bulaşan hastalıklar konusunda kişilerin sağlık kurumlarına başvurmamaları ve kayıt sisteminin yeterli olmaması, bu sayının gerçekleri yansıtmadığını düşündürüyor. Yani bu sayının istatistiklerin çok daha üzerinde olduğu tahmin edilmektedir.

    AIDS hastalığı sıradan bir rahatsızlık olmadığı için vücudu allak bullak eder. Hastalığın belirtileri konusunda bu alandaki uzman doktorlar şunları söylüyorlar: Fiziksel ve zihinsel aktiviteleri etkileyen, sebebi açıklanamayan aşırı yorgunluk, zayıflama ya da diyet gibi herhangi bir aktivite söz konusu olmadan iki aydan kısa bir sürede 7-10 kilo kaybı, birkaç haftanın sonunda ateşin açıklanamayacak bir şekilde 39 derecenin üstüne çıkması, uyku sırasında kişinin üstünü sırılsıklam edecek derecede terleme, sebebi bilinmeyen bir şekilde vücuttaki salgı bezlerinin kabarması(Özellikle boğazda, boyunda ve koltuk altında bulunan lenf bezlerinin kabararak en geniş halini alması) , dilin üzerinde ve ağız içinde beyaz noktalar ya da lekelerin oluşması, ısrarla devam eden ishal, herhangi bir solunum enfeksiyonuyla meydana gelen ve çok uzun süren kuru öksürük, özellikle öksürükle birlikte oluşan nefes darlığı, deri üstünde ya da altında oluşan kat kat ya da yükselen bir şekilde leke ve şişliklerin meydana gelmesi… Bu belirtiler sizin AIDS olduğunuz anlamına gelmeyebilir. Bunun gibi belirtileri gördüğünüzde moralinizi bozmayın, fakat doktora başvurmayı da ihmal etmeyin.

    Uzmanlara göre AIDS şu yollarla bulaşabilir: Kanında HIV taşıyan kişiyle cinsel ilişkide (vajinal, anal veya oral) bulunmakla HIV bulaşabilir. HIV / AIDS'li kişinin kan, kan ürünleri, doku veya organlarının nakliyle başkalarına geçebilir. AIDS'li anneden gebeliği süresince veya doğum esnasında bebeğe HIV geçebilmektedir. Daha az oranda olmakla beraber annenin bebeği emzirmesiyle (anne sütüyle) bebeğe HIV bulaşabilir.

    Toplumumuzda bu hastalığa yakalanan kişiler genellikle dışlanmaktadır. Bazıları virüs bulaşır diye bu kişilerin elini bile sıkmamaktadır. Bu yanlış bir kanaattir. El sıkışma, yanaktan yanağa öpüşme, kucaklaşma, başkasının giysisini giyme ile, tükürük, gözyaşı, ter, öksürük, aksırıkla AIDS bulaşmaz. Yiyeceklerle, aynı tabak, çatal, kaşık, bardak, aynı tuvalet ve banyoyu kullanma, telefon ve benzerlerini kullanmakla HIV bulaşmamaktadır. Toplu taşıma araçlarında olduğu gibi, ortak ve kalabalık mekânlarda bulunmakla da HIV / AIDS bulaşmaz. Sivrisinek ve her türlü böceğin sokmasıyla da HIV in bulaşmadığı kanıtlanmıştır.

    İnsanlar helal dairesinde yaşasalar büyük oranda bu hastalığın şerrinden korunurlar. Çünkü bu hastalığın asıl kaynağı cinsel tercihlerdir. Tek eşliliği ve helal dairesini reddedenler böyle bir musibete duçar olmaktadır. Gerçi bir kısım çocuğa kanla bulaşsa da bunlar istisnadır. Umarım sağlıklı insanlar bu hastalığın pençesinde kıvrılan ve ölümü bekleyenlerin ibret dolu hayatından üzerlerine düşen payı alırlar.

    O insanlar da bizim insanlarımız… Onları da kucaklıyoruz. Onların acılarıyla da dertleniyoruz. Fakat yapacak fazla bir şey olmadığı için eylemsiz kalakalıyoruz. Bu hastalığa çare bulunması en büyük temennimizdir. Fakat bunun çaresi bulunduğunda belki de başka bir çaresiz hastalık peyda olacaktır. Çünkü hayat imtihan demektir. Ne mutlu imtihanı hakkıyla verip selamete erenlere! ...

Toplam 249 mesaj bulundu