İlk kez 1970 senesinde güneş gördü gözlerim. Köprübaşı ilçesine bağlı Güneşli Köyü’nde ilk tedrisat… Orta ve lise hayatım Trabzon’un şirin ilçesi Köprübaşı’nda… Evden beş kilometre uzakta… Araba yolu yok. Dimdik yokuş… Kar kış demeden fındıklıklardan ...
Türkmenistan
15.02.2007 - 00:47TÜRKMENİSTAN’IN YENİ DEVLET BAŞKANI: GURBANGULİ BERDİMUHAMMEDOV
M.NİHAT MALKOÇ
Kardeş Türk Cumhuriyetlerden biri olan Türkmenistan’ın halkı, 21 Aralık 2006 günü Devlet Başkanları Saparmurat Türkmenbaşı’yı kaybederek büyük bir acı yaşamıştı. Türkmenistan’ın bağımsız olmasında ve bugünlere gelmesinde çok büyük emekleri olan Türkmenbaşı hiç beklenmedik bir zamanda sevenlerini öksüz bırakarak ebediyete göç etmişti.
Uzun yıllar boyunca kardeş Türkmenistan’ı büyük bir disiplinle ve başarıyla yöneterek kısa zamanda gelişmesini ve çehresinin değişmesini sağlayan Türkmenbaşı’nın ani ölümü bu ülkenin geleceğiyle alâkalı olarak kafalarda bir kısım soru işaretleri oluşturmuştu. Herkes endişeli gözlerle birbirinin yüzüne bakarak “Acaba bundan sonra ne olur, ülkede bir keşmekeş yaşanır mı? ” diye sormadan edemiyordu. Hatta bu endişenin ucu korkuya kadar varıyordu.
Bugün Türkmenistan Orta Asya Türk Cumhuriyetleri içerisinde çok önemli bir ülke konumundadır. İran, Afganistan ve Hazar bölgesiyle komşu olan ve dünyanın beşinci büyük doğalgaz yataklarına sahip 5 milyon nüfuslu Türkmenistan’ın 21 yıldır tek hâkimi Saparmurat Türkmenbaşı’nın, 66 yaşında aniden kalp krizinden ölmesi, küresel enerji savaşlarında bir dönüm noktası olabileceği sanılıyordu. Çünkü günümüz dünyasında en kanlı savaşlar hep enerji yatakları üzerinde bulunan ülkelerde çıkıyor. Büyük devletler enerji piyasasında tek hâkim olmak için savaş dâhil olmak üzere her türlü riski almaktan çekinmiyorlar.
Türkmenistan Devlet Başkanı Saparmurat Türkmenbaşı’nın ani ölümü ülke içerisinde herkesi şaşırttı. Dünya ölümlü olsa da Türkmen halkı Türkmenbaşı’yı bu kadar erken kaybedeceklerini hesaba katmamıştı. Onun için geçici bir şaşkınlık ve bocalama dönemi geçirdiler. “Bundan sonra ne olacak? ” diye birbirlerine sormaya başladılar. Çünkü Türkmenbaşı sağlığında kendisinden sonra gelecek devlet başkanını işaret etmemişti. Murat Niyazov isminde bir oğlu vardı, fakat onun siyasetle hiç ilgisi yoktu.
Türkmenistan Orta Asya’nın enerji merkezi konumundadır. Onun için dünyanın jandarmalığını kimseye bırakmak istemeyen büyük devletler Türkmenbaşı’dan sonra buradaki yönetim arayışına ilgisiz kalamazlardı. Menfaatler çatışınca istenmeyen şeyler de olabilirdi. Bununla beraber Türkmenistan’da ta Türkmenbaşı zamanından beri yurtdışında bir grup muhalif vardı. Bunların ülkeye girişi ve siyasi faaliyette bulunması yasaklanmıştı. Türkmenbaşı’nın ani ölümü onların da uzun aradan sonra yurda dönüş ihtimalini doğurmuştu.
Demokrasi geçmişi olmayan ve çok partili hayatı hiç tatmayan Türkmenistan’da yakın gelecekte neler yaşanacağını herkes merak ediyordu. Türkmenbaşı’nın cenazesine bütün dünyadan önemli liderler iştirak etti. Ülkede yedi gün yas ilan edildi. Başkan yardımcısı Gurbandurdi Berdimuhammedov Türkmenistan’ın en yetkili karar organı olan Halk Maslahatı tarafından vekâleten devlet başkanlığına atandı. Aslında anayasaya göre vekâlet etme hakkı meclis başkanı Övezgeldi Atayev’indi. Fakat Atayev vekillik beklerken esas görevinden de alındı. Bu kişi devre dışı bırakılarak görev Berdimuhammedov’a verildi. Bu bir anlamda geleceğe yönelik bir kısım sinyalleri de veriyordu. Demokrasinin Türkmenistan’a öyle bir anda gelmesi ve yerleşmesi beklenmiyordu zaten. Belli bir ara dönem yaşanacak elbette.
Böyle bir ortamda 11 Şubat’ta Türkmenistan’da devlet başkanlığı seçimi yapıldı. Seçime Gurbandurdi Berdimuhammedov’la birlikte İşankuli Nuriyev (Pertolgaz Sanayi ve Tabii Kaynaklar Bakan Yardımcısı) , Orazmurat Karacayev (Ahal vilayeti Abadan şehir valisi) , Amanniyaz Atacıkov (Daşoğuz ili Vali Yardımcısı) , Muhammednazar Kurbanov (Karabekevül Valisi) , Aşırniyaz Pomanov(Türkmenbaşı Şehir Valisi) de katıldı. Seçim neticesinde devlet başkanı olmasına kesin gözüyle bakılan Gurbanguli Berdimuhammedov oyların yüzde 89,2’sini alarak ezici bir çoğunlukla Türkmenistan’ın ikinci devlet başkanı seçildi. Böylelikle Türkmenbaşı’dan sonra Türkmenistan’da yepyeni bir sayfa açıldı. Şimdi dilerseniz ülkeyi beş yıl yönetecek yeni devlet başkanı Berdimuhammedov’u biraz tanıyalım:
Türkmenistan’ın çiçeği burnunda devlet başkanı Gurbanguli Berdimuhammedov, 1957’de Ahal vilayetinde doğdu. 1979 yılında Türkmen Devlet Tıp Enstitüsü’nden mezun olan Berdimuhammedov, 1997 yılına kadar Sağlık Bakanlığı’na bağlı kurumlarda çalıştı. Tıp Enstitüsü’nde öğretim görevlisi olarak çalışan Berdimuhammedov, 1997 yılında Sağlık Bakanlığı görevine atandı. 2001’de Devlet Başkanı Yardımcılığı görevine atanan Berdimuhammedov, 21 Aralık’ta Türkmenbaşı’nın vefat etmesiyle birlikte vekâleten devlet başkanlığı üslenmişti. O şimdi kardeş ülke Türkmenistan’ın yeni devlet başkanı… İnşallah Türkmenistan’ı bulunduğu konumdan daha ileriye götürür. Bu ülkede demokrasinin kısa zamanda rayına oturması ve çok partili hayata geçilmesi en büyük dileğimizdir. Türkmenlerin insanca yaşaması, istikrarı ve refahı en büyük arzumuzdur.
Bazı kesimler Türkmenbaşı’nın ölümüyle birlikte Türkmenistan’ın büyük bir kaosun içine gireceğini düşünüyorlardı. Çok şükür ki Türkmenistan’da kargaşa ve kavga bekleyenler sükût-u hayale uğradılar. Yeraltı ve yerüstü enerji kaynaklarının çok büyük bir yekûn tuttuğu bu ülkeye bundan sonra da çomak sokmak isteyenler olacaktır. Kardeş Türkmen halkının şer odaklarının bu çirkin oyunlarına itibar etmemesi, yeni başkanlarının yanında ülkeyi, ileriye taşıması en mantıklı davranıştır. Yeni devlet başkanı Gurbandurdi Berdimuhammedov’a muvaffakiyetler diliyorum. Allah bütün Müslüman Türklerin yâr ve yardımcısı olsun.
akçaabat
14.02.2007 - 00:16KURTULUŞUNUN 89. YILINDA AKÇAABAT
M.NİHAT MALKOÇ
Şubat ayının ortalarında Trabzon’da ve ilçelerinde kurtuluş heyecanları yaşanmaya başlar. Trabzon’un en batısındaki ilçelerde başlayan kurtuluş günleri bir silsile halinde doğuya doğru devam eder. 14 Şubat’ta Vakfıkebir’le Beşikdüzü’nün, 15 Şubat’ta Tonya’nın, 17 Şubat’ta Akçaabat’ın, 24 Şubat’ta Trabzon Merkezle beraber Yomra ve Arsin’in, 25 Şubat’ta Maçka, Araklı ve Sürmene’nin, 27 Şubat’ta Çaykara’nın, 28 Şubat’ta ise Of’un kurtuluş bayramları kutlanır. Rus işgal güçleri tarafından ele geçirilen bu mübarek topraklar, zor günlerin sonunda tekrar gerçek sahiplerinin eline geçtiği için yöre halkı düğün bayram eder.
Trabzon’un en büyük ilçesi olan Akçaabat, 17 Şubat 1918 senesinde Rus işgalinden kurtulmuştur. Bazıları nedense fetihle kurtuluşu birbirine karıştırır. ‘Fetih’ bizim olmayan toprak parçasını savaşarak ele geçirmek demektir. Zaten ‘fetih’ açmak anlamına gelir. Oysa ‘kurtuluş’ önceleri bizim olan bir toprak parçasını kaybettikten sonra tekrar ele geçirmektir. Akçaabat’ın kurtuluşunu bu mana farklarını dikkate alarak anlamak gerekir.
Bu şehir 1461’de Trabzon’la beraber Fatih Sultan Mehmet tarafından ülke topraklarına katılmıştır. Osmanlı dönemiyle yetinmeyip şehrin daha da evvelki geçmişine gitmek mümkündür. Eski dönemlerle ilgili çeşitli rivayetler söylenir. Buradaki ilk yerlilerin Ege kıyılarından geldiklerini söyleyenler vardır. Bunun yanında buraların ilk yerli halkının Asya kökenli ya da Türk olduğunu ileri sürenler de mevcuttur.
Şehrin adıyla alâkalı olarak pek çok söylenti dolaşmaktadır. Çınar ağaçlarının çokluğundan ötürü ‘Pulathane’ adıyla anılan şehrin; sonraları ticaretin gelişmesi ve paranın bolluğundan dolayı Akçaabat adını aldığını belirten araştırmacıların yanı sıra beyaz evlerinden dolayı şehrin Akçaabat adını aldığını iddia eden araştırmacılar da bulunmaktadır.
Fatih Sultan Mehmet tarafından 1461 yılında fethedilen, Akçaabat’ta Roma, Bizans, Kommenos ve Osmanlı dönemine ait tarihi yapıt ve izlere rastlamak mümkündür. Akçaabat’ın; Osmanlı dönemine ait kaynaklarda şehir merkezi “Pulathane”, ilçe geneli ise “Akçeabâd” olarak geçmektedir. Şehrin tarihinde 1810 yılı Ramazan ayı ayrı bir yer tutar. Bu tarihte Rus donanması Sargana mevkiine çıkarma yapmak istemiş. Akçaabat halkı 48’i kadın olmak üzere 969 şehit vererek yurdu savunmuştur. Birinci Dünya Savaşı sırasında 20 Nisan 1916 yılında Çarlık Rusya’sı Akçaabat’ı işgal etmiş ancak bu işgal de uzun sürmemiş ve 17 Şubat 1918 ‘de Akçaabat düşman işgalinden kurtulmuştur.
Akçaabat’ın kurtuluşu her yıl halkın coşkulu katılımıyla adeta bir düğün havasında idrak edilir. Uzun yıllardan beri Akçaabat Belediyesi şehrin tarihi, turistik özelliklerini ve güzelliklerini edebiyata ve sanata aksettirmek için değişik şiir ve kompozisyon yarışmaları düzenlemektedir. “Bir Sevdadır Akçaabat” sloganıyla düzenlenen yarışmalara pek çok sanatsever katılmaktadır. İlköğretim, Lise ve Serbest kategorilerde yapılan şiir ve kompozisyon yarışmaları bu yıl da geniş katılımlarla gerçekleştirildi. Her yıl katıldığım ve pek çok ödül kazandığım bu yarışmalar artık bir geleneğe dönüşmüştür.
“Bir Sevdadır Akçaabat” temalı ve “2018 Yılında Nasıl Bir Akçaabat Hayal Ediyorsunuz? ” konulu yarışmaya bu yıl da ülke genelinden büyük katılımlar oldu. Söz konusu yarışmanın serbest katılıma açık şiir kategorisinde ben de ikinci olarak 175 Ytl kazandım. Her ödül gibi bu ödül de yazma şevkimi ikiye katladı. Marifetin iltifata tabi olduğu bir kez daha ayan beyan görüldü. Sanatçının gıdası taltif edilmektir. Bu asla unutulmamalıdır.
Büyükler şiir kategorisinde birinciliği Saadettin Koç, ikinciliği M. Nihat MALKOÇ, üçüncülüğü Şule Taşçı kazandı. Yahya Kurtkaya ile Mehmet Kartal şiirde mansiyon ödülü kazanan kişiler oldu. Kompozisyon dalında ise Yahya Kurtkaya birinci, Zülfiye Yazıcı ikinci, Yaşar Birinci ise üçüncü oldu. Bu dalda Mehmet Kartal’la Gönül Erdem mansiyon ödülüne layık görüldüler. Ödüller tören günü sahiplerine verilecek.
Akçaabat Belediye Başkanı Sayın Şefik Türkmen’i Akçaabat konulu şiir ve kompozisyon yazma yarışması geleneğini ısrarla sürdürdükleri için tebrik ediyorum. Çünkü onun gibi kültür, sanat ve edebiyatseverler sayesinde edebiyatımız yeni simalar ve eserler kazanıyor. Buna paralel olarak sanatçılar da teşvik ediliyor. Daha düne kadar Akçaabat konulu şiir sayısı bir elin parmaklarından azken bugün Akçaabat temalı onlarca şiir mevcuttur. Bu ürünler, en ezik olduğumuz sanat sahasında kazanç değil de nedir? Akçaabat’ın 89. kurtuluş yıldönümünü büyük bir coşku ve heyecanla kutluyorum. 100. Kurtuluş yılına ne kaldı ki! ... İnşallah 100. kurtuluş yılında Akçaabat çok daha farkı ve yüksek yerlerde olacaktır. Akçaabat, Akçaabatlıların omuzlarında yükselecek ve yücelecektir.
sevgililer günü
11.02.2007 - 23:45SEVGİ ÜZERİNE MASUM DÜŞÜNCELER
M.NİHAT MALKOÇ
Nefes, hayatta kalmamız için nasıl gerekliyse, sevgi de saadetimiz için öyle gereklidir. Vücudumuzun gıdası besinlerse ruhumuzun ve kalbimizin gıdası da aşk ve sevgidir. Çölleri vahaya, uçurumları düzlüğe çeviren aşk, umudunu kaybeden, geleceğinden beklentisi kalmayan insanlara yaşama sevinci kazandırır. Bedeni diri tutar sevgi iksiri…
Sevgiye geniş açıdan bakmak lazım. Sevgi manevi hazların, yeri kolay kolay doldurulamayanıdır. Fakat her nedense bizde sevgi ve aşk deyince ekseriyetle karşı cinslerin birbirine duyduğu cinsellik merkezli sevda duyguları anlaşılır. Hatta bazıları bir elde birkaç karpuz tutanlar gibi aşklarını yedeklerle takviye ederler. Birini kaybedince yedekteki sahneye çıkar. Buna da hiç sıkılmadan ‘aşk’ derler. Sonra da her türlü haltı yerler.
Sevgiye sınır çizmek müşküldür. Onu bir şekilde sınırlamak kalbe ambargo koymaktan farksızdır. Sevgi bir ummandır. Yürek kaşığınız ne kadar büyükse o kadar nasiplenirsiniz. Bizce gerçek sevgi karşılıksız olandır. Fakat günümüzde karşılıksız sevgiler yok denecek kadar azdır. Çıkar ilişkileri sevdalara da bulaşmıştır. Günümüzde arı duru aşklar bulunmaz Hint kumaşı kadar kıymetlidir. Aşkları da en can alıcı yerinden vurdu kapitalizmin gözü para hırsı bürümüş uşakları… Sevgiyi ve aşkı ayağa düşürenler onun yerde sürünmesinden ve incinmesinden rahatsız olmayanlardır. Çünkü onlar için mühim olan kazançtır. Her sevdanın maddi bir bedeli vardır onların gözünde.
Aşk mana denizine dalmaktır. Yüce dinimiz İslamiyet aşkın mahremiyetine önem vermiştir. Bunun yanında manevi kavramlar da aşka dâhildir. Bu bağlamda Yunus Emre ve Mevlana gibi erenler aşkın sembolleşmiş kahramanlarıdır. Onlar Allah ve Peygamber aşkını manevi dünyalarında büyütmüş yüce şahsiyetlerdir. Onlarınki de aşktır ama gönlü şımartmayan, aksine yüreği sığaya çeken aşklardır.
Aşk insanı olgunlaştırır derler. Fakat bu aşk bildiğimiz insani aşkla sınırlı değildir. Allah, peygamber ve bunun gibi manevi değerlere duyulan aşkları da aşkın muhtevasına katmak lazımdır. Hatta bunlar beşeri aşkın bir adım önünde durmaya layıktır. İşte bu anlamda Divan şiirinin büyük şairi Fuzuli, aşktan neşet eden derdin çaresini şu beytinde reddediyor:
“Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabîb
Kılma derman kim helakim zehr-i dermanındadır”
Bu beyit üzerinde uzun uzun düşünmek gerekir. Zira düşündükçe apayrı bir anlam derinliği yakalayacağınızdan şüphem yoktur. Beyti günümüz Türkçesine çevirirsek şunları söyleyebiliriz: “Ey tabip! Aşk derdiyle başım hoş benim; yaramdan el çek sen. Bana derman hazırlama ki senin merhemlerin benim ölümüm sayılır.”
Demek oluyor ki aşksızlık felsefi manada hayata indirilen bir darbedir. Kişi sevdikçe yaşar. Lakin bu sevgi iki insanın aşkıyla sınırlı olmamalıdır. Sevgiler durulaştıkça ve çıkarlardan arındıkça anlam kazanırlar. Maneviyatsız bir aşk; kördür, sağırdır, ruhsuzdur.
Aşk acılardan da lezzet alınabileceğini öğreten bir mana yoğunlaşmasıdır. Aşıkın tabibi maşuktur. Vuslata giden yolda çekilen çileler acı ve keder verse de insanları olgunlaştıran ve derinleştiren vesilelerdir. Bunlar kulun dirençli olmasını sağlar.
Büyük mutasavvıf Mevlâna der ki, “Aşk geldi. Damarımda, derimde kan kesildi; beni kendimden aldı, sevgiliyle doldurdu. Bedenimin bütün cüzlerini sevgili kapladı. Benden kalan yalnız bir ad, ondan ötesi hep o…” Mevlana’nın bahsettiği bu aşk, şehvete batmış beşeri aşk değil muhakkak… Allah’la ve onun yarattıklarıyla güzelleşen ve ulvileşen manevi sevdadır. Aşkın sınırlarını imanla ve irfanla çizenlerin vuslatı hayırlı olur şüphesiz…
Nerde o eski aşklar? Leylalar, Mecnunlar, Keremler, Aslılar, Yusuflar, Züleyhalar, Ferhatlar, Şirinler nerde? ... Aşkın mahremiyetini darağacına kaldıranlar tüketim toplumu olmanın getirdiği samimiyetsizlikleri ne zaman itiraf edecekler? Bu ikiyüzlülük hastalığını tedavi edecek yine aşktır. Zira aşkın yarası ancak aşkla iyileştirilebilir.
Günümüzün kapitalist zihniyeti sevdalar üzerinden bile çıkar sağlamanın ve aşkları sıcak paraya çevirmenin peşindedir. 14 Şubat Sevgililer Günü bunun somutlaşmış şeklinden başka bir şey değildir. Şubat ayının başından beri mağaza vitrinlerinde sözüm ona dillere pelesenk edilen Sevgililer Günü bahane edilerek reklâm yapılıyor. Televizyonlar ve gazeteler sürekli bu konuyu işliyor. İnternet üzerinden alışveriş yapma amacıyla kurulan yüzlerce site sevgililer günü üzerinden getirim sağlamanın peşine düşmüş…
Hemen her şeyin sahte ve yalan olduğu günümüzde o eski içtenlikleri nasıl geri getireceğiz? Günübirlik ilişkileri ‘aşk’ diye nitelendirenler ve aşkla cinselliği aynı kefeye koyanlar çamur içinde yüzdüklerinin farkına varabilecekler mi acaba? Ne zaman aşkı kumar olarak görmekten ve aşk üzerine kumar oynamaktan vazgeçeceğiz? Olmayan aşkların günü kutlu(!) olsun. Bu arada aşk ve sevda üzerinden köşeyi dönenlerin cebe indirdikleri bereketli olsun. Kim bilir onlar gelecek sene de aşkı paraya çevirmenin planlarını şimdiden yapmaya başlamışlardır. Zira kapitalistlerin aşk anlayışı daha çok kazanmaktan ibarettir.
muhammed
11.02.2007 - 18:06MUHAMMET(SAV) MUHABBETTİR
M.NİHAT MALKOÇ
İman göğünün parlayan yıldızıdır Hz. Muhammed(sav) … Çölde susamışlara çağlayandır. Yolda kalmışlara kervansaraydır, handır. Uykusuzluktan gözleri kapananlara kuştüyü yastık… Kızgın güneş altında terden su olan bedenleri okşayan tatlı ve yumuşak bir saba yelidir. Güneşin kavurucu sıcağında gökleri kaplayan pamuk tarlası misali salkım salkım buluttur. Aşk bağının solmaz gülüdür. Karanlıklara tutulan billurdan bir avizedir.
Onun mübarek aydınlığı karanlığa neşter vurdu. Ruhlarımız onun saadet ve nur ummanında aydınlandı. Karanlık karanlığından utanırken aydınlık senin aydınlığınla iftihar etti. Kâinatın özü olan sen, daralan ruhlarımıza da soluk oldun. Dünya sende buldu cemalini… İman senin nefesinle coğrafyamıza can verdi. Kum tanelerinden ibaret olan çöller bereketinle gülşene döndü. Varlık varlığınla hayat buldu şüphesiz…
Senin ahlakın Kur’an’dan ibaretti. Onun için ahlak coğrafyan kusursuzdu. Geceni de gündüzünü de rahman ve rahim olan Allah’a adamıştın. Duygu, düşünce ve hayallerin, ilhamını göklerden alıyordu. Sen hususi bir edebe maliktin. Nurlu mürebbilerin tezgâhından geçmişti mübarek kalbin. Kur’an’ın nuruyla bezenmişti her bir hücren…
İman ışığıyla aydınlanan gönüllerin azığıydın sen. Övülenlerin ve özgüye layık olanların şahikasıydın. İlk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem olsa da gerçekte yaşam seninle başladı. Sen Allah’ın insanlığa sunduğu eşsiz bir lütufsun. İslam’la şereflenenlere göre sevilmeye layık olanların başında gelensin. Her şey seninle irtibatlıdır hayatta. Seninle irtibatını kesenlerin sonu ne kadar da kötüdür. Ahh keşke bilseler ve dönseler! ...
Muhammet(sav) muhabbettir dünyaya iman ışığıyla bakanlar için… Bizim gözbebeklerimize onun gölgesi düşer. Eşyaya onun penceresinden bakarız. Onun kokusu siner ayetlerin her bir hurufatına… Ümmi olsa da O, gelmiş geçmiş en büyük münevverdir düşünce ufuklarını kuşatan… Ledünni ilmin sarsılmaz kalesidir O…Sidretu’l-Münteha’da onun izleri silinmemiştir hâlâ… Rahman katına bu kadar yaklaşan bir fani gelmemişti cihana…
Yetimleri koruyup kollayan bir yetimdin sen. Dünya gözüyle görmemiştin evin direği olan babanı… Körpeyken kaybetmiştim sevgili anneni… İçinde koca bir boşluk olarak kalmıştı onların sevgi ve hasreti. Deden Abdulmuttalip’le amcan Ebu Talip şefkat ve merhamet kanatlarının altında büyütmüştü seni. Sütannen Halime’nin evine bolluk ve bereket getirmiştin. Durum bundan ibaretken kimsesizlerin kimsesiydin, gariplerin sığınağıydın yine. Senden eli boş dönen olmamıştı ömrün boyunca. Rahmettin, yeri göğü yeşerten berekettin… Dalında işveyle duran mübarek ve muazzez bir güldün. Güllerin en irisiydin.
Kin ve nefretin karşısında çelikten bir tabyaydın. Sözlerin müjdeler ve esintiler taşırdı çoraklaşan gönüllerimize. Adaletin uzun düşen gölgesiydin yeryüzünde. Umutlar senin gül kokuları sinen bahçende yeşerirdi ancak. Sen öldükten sonra ölümün de güzel olduğuna şeksiz inandık. Sen öldüysen ölüm güzel demektir. “Ölüm güzel şey budur perde ardından haber/ Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber? ”diyen büyük şaire şimdi daha çok hak veriyoruz. Sen, bir zamanlar bize soğuk gelen ölümü bile sevdirdin.
Senin ikliminde büyüyen ruhlar hayatın ilacı oldular. Ashab senin getirdiğin tükenmez solukla dağları, tepeleri, çorak arazileri aşarak menzile ulaştı. Cahiliye Arapları islamın nurlu iklimine girince bütün kirlerinden arındılar. Hayata kin ve nefretle bakan gözler ilahi ışıkla bezenince, kardeş oldu birbirine sırt çeviren yürekler… Birbirinin kuyusunu kazanlar; kâinatı kuşatan, canlı cansız her zerreye hayat veren ilahi mesajınla, kazılan kuyuları kapatmanın gayreti içerisine girdiler. Herkes kazdığı kuyuyu kapatmakla kalmadı, açılan diğer kör kuyuları da bertaraf ettiler. Kapatılan her kuyunun üzerine karanfiller, menekşeler ve gonca güller dikildi. Gül rayihaları kan ve barut kokusunu bastırdı.
Ne kadar da güzel söylemiş şair: “Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl, Muhammedsiz muhabbetten ne hâsıl? ” diye… Evet, sohbetlerimiz seninle laf-ı güzaf olmaktan kurtuldu. Seni anlattıkça ve senin anlattığın nurlu hakikatleri, ilahi mesajından haberdar olamamış bahtsız insanlara ulaştırdıkça hayat daha da tazelendi. Somurtkan güzler tebessümle can buldu.
Hz. Muhammed(sav) ruhlara vurulan iman mührünün mühürdarıdır. O mühürden yoksun ruhlar gerçekte bir viranedir. Zira o mühür imanın hayat suyuyla yıkanmıştır. Çocuklarını diri diri toprağa gömecek kadar kararan kalpler, bu mührün gölgesinde yumuşayarak mübarek insanlar zincirinin eşsiz halkaları olma bahtiyarlığına erişmişlerdir. Bu değişim gerçek manada bir yenilenme ve tazelenmedir.
Arap çöllerinin nazlı kum taneleri bile seni dünya gözüyle göremeyen, sana dokunamayan, senin mübarek kokunu içine çekemeyen biz ahir zaman ümmetinden daha bahtiyardır. Topuklarına değen o kumlar kadar şanslı değiliz. Senin ayaklarının altındaki kumlara bile gıptayla bakan biz asi ahir zaman ümmetini şefkat ve merhametinden mahrum etme bari… Dünyaya geç gelişimiz ve suretini temaşa edemeyişimiz bizi eziyor. Bari ukbada doyasıya seyrettir o gül yüzlü cemalini biz bahtı kara ümmetine… Gerçi senin mübarek cemaline bakacak kadar arı değil gözbebeklerimiz… Yine de bu ziyafeti çok görme bize.
Senin zamanında yaşayıp da sana inanmayanlara ve o mübarek kalbini yaralayanlara hem şaşarım, hem de acırım. Öte yandan seninle dost olan ve sana elverenlere gıptayla bakarım. Onlar yeryüzüne gelmiş en bahtlı insanlardır. ‘Ashab’ diye adlandırdığımız bu nurlu çehreler, yaşadığın müddetçe elin ayağın olmuşlardı. Sana yürekten bağlanan ve seni bütün değerlerin ve değerlilerin fevkinde tutan bu güzel insanlar bir yeryüzü cenneti inşa etmişlerdi.
Resulullah’ı sevmek sevgilerin en isabetlisidir. Çünkü o sevginin kaynağı olan Allah’ın elçisidir. Allah’ı seven onun ‘Habibim’ dediği elçisini de sever. Zira Allah’ın en çok sevdiği ve değer verdiği kul Hz. Muhammed(sav) ’dir. Onu sevmekle Allah’a yakınlaşırız.
Sevmek her şeye katlanmaktır; bütün zorluklara göğüs germektir. Sevgi ‘seviyorum’ demekle olmaz şüphesiz… Sevdiklerimize karşı fedakâr ve vefalı olmalıyız. Allah’ı ve Peygamberini sevmek, emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmakla mümkündür. Uyulması gerekenlere titizlikle uyuyor ve kaçınılması gerekenlerden kaçınıyorsanız bilin ki ilahi sevgi imtihanından alnınızın akıyla çıkmışsınız demektir.
Seven sevdiğine layıkıyla itaat edendir. Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’a gösterilecek sevginin, Resulüne itaat ile mümkün olabileceğini şöyle vurgulamaktadır: “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah, son derece bağışlayıcı ve merhamet edicidir. De ki: Allah’a ve peygamberine itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki, Allah kâfirleri sevmez.” (Âl-i İmran, 31–32)
Dünyanın gelmiş geçmiş en hayırlı insanları olan ashabın Resulullah’a duyduğu sevgi, şefkat ve merhamet dillere destandı. Onlar Efendimize yâr olmak için birbiriyle yarışmışlardı. Bunu dünyevi bakış açısıyla ele almak muhayyilemizi zorlayabilir. Çünkü o engin sevgiyi ve bağlılığı bizim gibi dünya menfaatleriyle ruhu kararmış fanilerin anlaması mümkün değildir.
Sahabelerin mübarek hayat sahifelerine göz attığımızda Hz. Muhammed(sav) ’e olan bağlılıkları ve fedakârlıkları karşısında adeta küçük dilimizi yutarız. Zira onlar çocuklarını, eşlerini, mallarını ve canlarını hiçe sayarak Peygamber Efendimizin yüce saflarında yer tutmuşlardır. Resulullah’ı korumak için kendilerini gönül rahatlığıyla ölümün kucağına atabilmişlerdir. Böyle bir ruhun nasıl gerçekleştiğini bizlerin anlaması pek mümkün değildir. Demek ki tahkiki iman, insanı bu mertebelere getirebiliyor. Şüphesiz ki bu belli bir süreç gerektirir. Bizler emekleme devresinde olduğumuz için hafızamız bunlara yetişmiyor.
Sahabelerin her biri birer yıldızdı. Fakat onların da birbirine göre daha üstün olanları vardı. Hulefa-i Raşidin bunlardandır. Bu dört mübarek zatın peygamber sevgisi, kelimelerle ifade edilemeyecek derecede büyüktü. Onlar kendilerini Resulullah’a adamışlardı.
Dört halifeden ilki olan Hz. Ebubekir, Peygamber Efendimize diğer sahabelerden çok daha yakındı. O, aynı zamanda damadı olan Efendimizi canından aziz bilmiştir. Ona sonsuz bir sevgisi ve güveni vardı. Hz. Peygamber’in bir gecede Mekke’den Kudüs’e, oradan da Sidretü’l Münteha’ya gittiğini, İsra ve Mirâc hâdisesini gerçekleştirdiğini duyan müşrikler bunu Hz. Ebû Bekir’e yetiştirdikleri zaman; “O dediyse doğrudur.” demiştir. Bekledikleri bir açığı bulmuşçasına sevinen ve alaycı bir tavırla hareket eden müşrikler, böylelikle ondan arzuladıkları cevabı alamamışlardır. Hz. Ebubekir’in bu sadakat ifade eden cevabı onun her halükârda Peygamberimize olan sonsuz güvenini ve itimadını gösteren bir misaldir.
Hz. Ömer’in Resulullah’a olan aşkı ve muhabbeti dillere destandı. Resul-i Ekrem’e söylenen her kötü sözün sahibi, karşısında Hz. Ömer’i bulurdu. Peygamberimizi, canından aziz bilen Hz. Ömer, bir ara Peygamber Efendimizin huzuruna gelmiş ve: “Ey Allah’ın Resulü! Sen bana nefsimden başka her şeyden daha sevimlisin”, demişti. Peygamberimiz de: “Ömer! Kendinden de! ” buyurmuş, bunun üzerine Hz. Ömer: “Kendimden de! ”, deyince Hz. Peygamber (sav) : “Ey Ömer, işte şimdi oldu! ” cevabını vermişti.
Hz. Muhammed(sav) ashabın gözbebeğiydi. Büyük küçük herkes onu anasından, babasından, malından mülkünden daha çok seviyordu. Bununla ilgili olarak Uhud Savaşı sonrasında yaşanan bir hadise Resulullah’a duyulan sevgi ve muhabbetin derecesini göstermesi bakımından dikkate şayandır. Bilindiği gibi Uhud Savaşı İslam tarihinin önemli hadiselerindendir. Bu savaşta Müslümanlar önemli kayıplar vermişti. İslam’ın şanlı kılıcı Hz. Hamza da bu savaşta şehit olmuştu. Bu savaşla ilgili olarak anlatılan şu kıssa, Peygamberimize duyulan sevginin derecesini göstermesi açısından ehemmiyetlidir.
İslâm ordusu Medine’ye döndüğü zaman karşılayanlar arasında, Beni Dinar kabilesi mensuplarından Müslüman bir kadın da vardı. Bu kadının babası, kardeşi ve kocası harpte şehit olmuştu. Onu görenler bu haberi kendisine veren kişi olmamak için gözlerini ondan kaçırıyor, ona bakmamaya çalışıyorlardı. Sonunda kendisine önce babasının şehit olduğunu söylediler. O, “Hz. Peygamber sağ mı? ” diye sordu. Arkasından kardeşinin vefatını haber verdiler. Kadın ise, “Resulullah nasıldır? ” dedi. Sonunda, “Kocan da şehit oldu” dediler. O hanım bütün bunları duymamış gibi hâlâ, “Allah’ın Resulü nasıl, ona bir şey olmadı ya? ” diye soruyordu. Hz. Peygamberin sağ ve salim olduğunu bildirdiklerinde ise şöyle dedi: “O, sağ ve selâmette olduktan sonra, her felâket benim için bir hiçtir.” (İbn Hişam, Siret, III/178–181)
Resulullah Efendimiz de diğer insanlar gibi bu dünyada bir faniydi. O da zamanı gelince bütün insanlar gibi bu imtihan sahnesinden ayrıldı. Fakat onun ölümü ashabı derin bir üzüntüye gark etti. Onun varlığını küfre karşı bir kalkan olarak gören müminler, ölümüyle elem denizine düştüler. Hz. Peygamberin ölümüne en çok üzülen ve bunu bir türlü kabullenemeyen Hz. Ömer’in tepkisi enteresandır. Hz. Ömer, O’nun Hz. Musa gibi Rabbi ile buluşmaya gittiğini, O’nun için ‘öldü’ diyen olursa ellerini keseceğini söylüyordu.
Resulullah’ın ölümü esnasında gözlerden oluk oluk yaşlar dökülüyordu. Ebû Bekir, Rasûlullah’ın iyi olduğu bir sırada ondan izin alarak kızının yanına gitmişti. Vefat haberini duyar duymaz hemen geldi, Resûlullah’ı alnından öptü ve “Babam ve anam sana feda olsun ya Resulullah... Ölümünde de yaşamındaki kadar güzelsin. Senin ölümünle peygamberlik son bulmuştur. Şanın ve şerefin o kadar büyük ki, üzerinde ağlamaktan münezzehsin. Ya Muhammed, Rabbinin katında bizi unutma; hatırında olalım” dedi. Sonra dışarı çıkıp Ömer’i susturdu ve ayakta durmaya mecali olmayan sahabelere şunları söyledi:
“Ey insanlar, Allah birdir, O’ndan başka ilâh yoktur, Muhammed O’nun kulu ve elçisidir. Allah apaçık hakikattir. Muhammed(sav) ’e kulluk eden varsa, bilsin ki o ölmüştür. Allah’a kulluk edenlere gelince, şüphesiz Allah diri, bâkî ve ebedîdir. Size Allah’ın şu buyruğunu hatırlatırım: “Muhammed sadece bir elçidir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse siz ökçelerinizin üzerinde geriye mi döneceksiniz? Kim ökçesi üzerinde geriye dönerse Allah’a hiçbir ziyan veremez. Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır” (Âl-i İmrân, 3/144) .Allah’ın kitabı ve Resûlullah’ın sünnetine sarılan doğruyu bulur, o ikisinin arasını ayıran sapıtır. Şeytan, peygamberimizin ölümü ile sizi aldatmasın, dininizden saptırmasın. Şeytanın size ulaşmasına fırsat vermeyiniz”
Saadet asrının İslamla şereflenen her bir ferdi, Peygamberinin gönüllü askeriydi. Onun için yapamayacakları bir fedakârlık yoktu. En büyük sermayeleri ona duydukları sevgi ve muhabbetti. Fakat onlar karşılıksız ve çıkarsız seviyorlardı. Bir gün ashabdan biri gelerek Allah Resulüne: “Kıyamet ne zaman kopacak? ” diye sorar. O da: “Kıyamet için ne hazırladın? ” buyurur. Sahâbi: “Öyle çok fazla amelim yok. Lâkin Allah ve Resulünü çok seviyorum” deyince, Allah Resulü: “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” buyurur. O zat, bunu bir müjde olarak kabul eder, içi tarifsiz bir huzurla dolar.
Sahabelerin Hz. Muhammed(sav) ’e duydukları sevgiyi kelimelerle anlatmak müşküldür. Bununla ilgili olarak yüzlerce örnek kıssa anlatabiliriz. Fakat asıl maksadımızı bu kadar misalle de ifade ettiğimiz kanaatindeyim. Allah bizleri onun şefaatine nail eylesin. Sözlerimi, şiirde İslam’ın gür sesi olan Mehmet Akif’in, Resulullah Efendimizi tavsif ettiği, dua niteliği de taşıyan bir dörtlülüğüyle bitirmek istiyorum:
“Dünya neye mâlikse O’nun vergisidir hep,
Medyûn O’na cemiyeti, medyûn O’na ferdi;
Medyûndur O masuma bütün bir beşeriyet,
Yâ Rab, mahşerde bizi bu ikrar ile haşret! ”
akçaabat
10.02.2007 - 22:42ŞEHİRLERİN RUHU YAHUT AKÇAABAT’IN YARINI
M.NİHAT MALKOÇ
Şehirler koca bir maziyi bağırlarında saklarlar. Yani şehirlerin de kendilerince bir hafızası vardır. Her köşe başı, her cadde ve sokak geçmişten izler taşır. Temaşa eden gözler dünü bugüne, bugünü yarına bağlayan kültür halkalarını görünce bu kültür mozaiğinin saltanatını gönüllerince yaşarlar. Şehirleri kuşatan kültürel unsurlar adeta bir yelpaze oluştururlar. Bu unsurlar dostça, kardeşçe ve barış içerisinde yaşamanın teminatıdır.
Günümüzde görünen o ki şehirlerin ruhu, modern zamanlara sığmıyor. Şehirle insanın bir zincirin eş halkaları olduğunu unutmamak lazım. Modern zamanlar maziye tahammül edemiyor. Yenilik adına geçmişin ruhu çalınıyor. Neticede ruhsuz kentler çıkıyor ortaya… Bu ruhsuz kentlerin içinde maziye sırt çeviren, hafızasını yitirmiş ufuksuz nesiller yetişiyor. Böyle bir nesille yarınların kozasını sağlıkla örmek müşkül görünüyor.
Türkiye’nin ve Trabzon’un sayılı şehirlerinden birisidir Akçaabat… Emsalsiz köftesiyle adından söz ettirmiştir hep… Bu şehir çalışkan ve girişimci insanıyla, bölgesinde her dönemde gelişmeye açık bir şehir olma özelliğini korumuştur.
Akçaabat’ın geleceği öncelikle ve özellikle turizme bağlıdır. Çünkü bu şehir mevcut potansiyeliyle bir turizm kenti olma vasfını fazlasıyla hak etmektedir. Bilindiği üzere Yıldızlı beldesi sınırları içerisinde Sera isimli bir gölümüz vardır. Trabzon’un yanı başındaki bu atıl gölü vakit geçirmeden turizmin hizmetine sunmalıyız. Şehrin gürültüsünden uzak olan bu tabiat cennetine sığınmalıyız. Burada öncelikle iyi bir fizibilite çalışması yapılmalıdır. Evvela bu göl çamurdan ve her türlü atıktan temizlenmelidir. Köylerden gelen kanalizasyon atıkları buraya akıtılmamalıdır. Tabiat bozulmadan, doğal dokuya uygun tesisler inşa edilmelidir. Mümkünse beton hiç kullanılmamalıdır. Buralardaki tesislerde sütlaç, köfte, balık çeşitleri, lahana gibi yöresel yemekler misafirlerin hizmetine sunulmalıdır. Aynı zamanda küçük atölyelerde üretilen yöresel el sanatlarına ait ürünler sergilenerek satışa sunulmalıdır.
Akçaabat köftesinin şöhretini ve özgünlüğünü sanırım bilmeyen yoktur. Hemen her yerde Akçaabat köftesi yapılsa da bu köftenin en güzeli ve orijinali bu şehirde marifetli ustaların ellerinde özel etten yapılır. Akçaabat köftesinin patenti bile tescil ettirilmiştir. Sırf köfte yemek için hemen her gün yüzlerce insan bu şehre uğramaktadır. ‘Uğramak’ ifadesini özellikle kullanıyorum. Çünkü Akçaabat’ta yerli ve yabancı turistleri ağırlayacak yeterli donanımda otel sayısı çok azdır. Onun için kısa zamanda konaklama tesislerinin niteliğini ve niceliğini artırmak lazımdır. Gelen insanlara konforlu bir konaklama imkânı sunmak gerekir. Karnı doyan insanın huzur içerisinde barınmaya da ihtiyacı vardır. Gelecekte Akçaabat’ımızda Avrupa standartlarında otellerin ve konaklama tesislerinin inşa edilmesini bekliyoruz. Turistleri sadece yemeğe değil, yatıya da bekleriz.
Akçaabat’ın ruhunu yansıtan en güzel mekânların başında Orta Mahalle gelmektedir. Buradaki tarihi evler ahşap mimarinin en güzel örnekleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Safranbolu, Beypazarı, Odunpazarı evleri nasıl koruma altına alındıysa tarihi Orta Mahalle evleri de devlet tarafından kültür mirası addedilip özenle muhafaza edilmelidir. Buradaki evler restore edilip pansiyona dönüştürülerek turizmin hizmetine açılmalıdır. Bu pansiyonlarda yerel motiflere ve yöresel yemeklere yer verilmelidir. Şehirlerin metal saltanatından kaçanlar, yorulan ruhlarını buralarda dinlendirmelidir. İçlerinde hasrete dönüşen nostaljiyi doyasıya yaşamalıdır. Orta Mahalle’deki tarihi mirasın mutlaka korunması ve geleceğe taşınması gerekir. Bunu gerçekleştirmek için devletin yardım elinin uzanması şarttır. Zira mahalle halkının evlerini restore edecek ve koruyacak imkânları yoktur.
Geleceğin Akçaabat’ında metalin soğukluğunu istemiyoruz. Unutulmamalıdır ki insanlar toprağa yaklaştıkça mutlu olurlar. Topraktan uzaklaşan insanların, mutluluğu görkemli binalarda araması beyhudedir. Doğal hayatın doğada olduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır. Onun içindir ki şehrin geleceğine dönük bütün çalışmalarımızda öncelikle tabii dengeyi korumayı amaç edinmeliyiz. Ne kadar muhteşem görünse de doğaya zarar veren hiçbir şey gözümüzde muteber değildir. Çünkü bizler dünyayı çocuklarımızdan emanet aldık. Bu emanete ihanet edersek onlara karşı saygınlığımızı kaybederiz.
Doğal bir liman olan Akçaabat bir deniz kentidir aynı zamanda... Fakat denizin verimli bir biçimde kullanıldığı söylenemez. Bu büyük kaynak istenildiği gibi kullanılamamakta, denizden sadece mevsimlik balık ve hamsi avlanmaktadır. Oysa denizi bir turizm unsuru olarak kullanabiliriz. Kara ulaşımının iyice sıkıştığı ve sinirleri bozduğu bu zamanda deniz taşımacılığından yaralanabiliriz. Şehir insanını denizle barıştırabiliriz.
Tarım, ticaret, turizm ve eğitim 2018’li yılların Akçaabat’ının çıkış noktasıdır. Bu sektörler şehrin ufkunu açacak yatırım alanlarıdır. Gelecekte bu alanlarda yapılabilecek pek çok yatırım kalemleri ve imkânları mevcuttur. Bunlara yönelik olarak altyapı hazırlıklarının bir an evvel bitirilmesi zaruridir. Yerel yönetimler kendilerine düşen vazifeleri öncelikte yapmalıdır. Ondan sonra merkezi yönetimden proje uygulama yardımı istemelidir.
Trabzon, art bölgesi kısıtlı bir şehrimizdir. Bir hayli eğimli bir alanda kurulan bu kent, artık kapasitesini doldurmuştur. Bundan sonra Trabzon, Akçaabat yönünde genişleyecektir. Belki yakın bir zamanda Trabzon’la Akçaabat bütünleşecektir. Yıldızlı ile Mersin arası gelişmeye müsait bir durum arz etmektedir. Bu alan gelecekte Trabzon’un ve genel anlamda bölgenin cazibe merkezi olacaktır. Bunu tahmin etmek için yakın geçmişe bakmak yeterlidir. Zira bu şerit kısa bir zaman dilimde çok büyük bir değişim ve gelişim grafiği çizmiştir.
Fatih Eğitim Fakültesi’nin Akçaabat sınırları içerisinde bulunması büyük bir avantajdır. Gerçi okulun şehre katkısı istenildiği düzeyde değildir. Bu yüksek öğretim kurumunun şehre katkısının beklenildiği düzeyde olmaması organizasyon eksikliğinin ve işbilmezliğin bir neticesidir. Söz konusu fakültenin gelecekte müstakil bir üniversiteye dönüşme ihtimali yüksektir. Bu gerçekleşirse Akçaabat’ın lehinde çok şey değişecektir.
Eskiden Tekel binası olarak kullanılan yapıların üniversiteye devredilmesi, burada Güzel Sanatlar Fakültesi’nin kurulacak olması şehre ayrı bir hava katacaktır. Fakat bir eğitim kurumunun şehrin ana caddesinin üzerinde kurulu bulunması eğitim açısından çok doğru bir şey değildir. Belli ki burada bir fakülte açılırsa daha sonra bunu şehir dışına taşımanın hesapları yapılacaktır. Bence sonradan yapılacak şeyin baştan yapılması gerekir. Yani Tekel binaları ticari işletmelere ayrılmalıdır. Eğitim kampüsü ise şehir dışında olmalıdır.
Akçaabat’ta düzensiz şehirleşmenin sancıları her geçen gün daha çok hissedilmektedir. Bugünkü derme çatma görünüm bu şehre yakışmamaktadır. Gelecekte sağlıklı bir yapıya ve hoş bir görünüme kavuşabilmesi için Akçaabat’ın yeni bir şehir planlamasına ihtiyacı vardır. Acil olarak yapılması gereken şey toplu konut yatırımlarına ağırlık verilmesidir. Aksi halde çarpık kentleşme, şehrin imajını ve görünümünü her geçen gün daha da bozacaktır. Bu şehrin bugün bile ciddi manada konut eksiği vardır. Toplu Konut İdaresi’nin buraya da el atması ve vatandaşa fiziki anlamda gösterişli, geleneksel yapıya uygun, sağlıklı konutlar üretmesi gerekir. Bu çeşit kontrollü yapılaşma şehrin görünümünü de ciddi manada güzelleştirecektir.
Akçaabat’ın en güzel yerlerinden biri de yaylalarıdır. Birbirinden güzel yaylalar yöre halkının hayvanlarının otladığı ve kendilerinin de yazın sıcağında serinlendiği yerlerdir. Fakat bu sağlıklı ve güzel yerlerin artık turizme de açılması gerekir. Bunun için geç bile kalınmıştır. Yaylalarda doğal yapıyı bozmayan ahşap ağırlıklı, tek katlı bungalov tipi evlerin yapılması ve bunların turizmin hizmetine sunulması gerekir. Yaylaların temiz havası ve tertemiz soğuk suyu sağlık fışkırıyor. Bunlardan herkesin yararlanması lazımdır. Ama yaylaların doğal görünümünün bozulmaması ön şart olmalıdır. Önüne gelen yapı ruhsatı alamamalıdır. Şehirlerdeki çarpık yapılaşmayı yaylalara taşımamalıyız; taşımak isteyenlere izin vermemeliyiz. Yaylalar bizim oksijen depomuzdur. Rahat nefes alabilmemiz için oralardan başka gidecek yerimiz kalmamıştır. Oraları da bozarsak bindiğimiz dalı kesmiş oluruz.
Akçaabat, sahil şeridinde yer alan bir yerleşim yeridir. Karadeniz sahil yolu buradan geçmektedir. Burası ana yol üzerindedir. Fakat ne yazık ki bugüne kadar Akçaabat’ımıza modern bir otogar yapılamamıştır. Bu, şehir yönetiminin bir eksiği, hatta ayıbıdır. Bu ayıbı bundan sonra taşımak istemiyoruz. Tez zamanda bu şehre modern bir terminal yapılmalıdır. Araçlar rastgele yolcu indirip bindirmemelidir. Sahilde bunun için uygun alanlar mevcuttur.
Trabzon gelecekte bir kongreler şehri olmaya adaydır. Bunun hazırlıkları ve yatırımları yapılmaktadır. Bu çerçevede Akçaabat’ın da kongre turizminden payına düşeni alması gerekir. Hıdırnebi ve Kayabaşı Yayla kentleri bunun için müsait mekânlardır. Buralara gelen ilim heyetleri hem farklı bir mimaride istirahat edecek, hem de yaylanın doyumsuz atmosferinde soluklanacaklar. Buralara tekrar tekrar gelmek isteyeceklerdir. Fakat bunun için tesislerin kapasitelerinin artırılması ve ilave tesislerin inşa edilmesi şarttır. Bunun yanında buralara giden yolların yaz, kış açık vaziyette bulundurulması, asfaltlanması gerekir.
Türkiye’nin en güzel el işleme hasır bilezikleri Trabzon’da yapılmaktadır. Bunları yapan sanatkârların önemli bir kısmı Akçaabatlıdır. Fakat Akçaabat merkezinde hasır bilezik ve el sanatları tezgâhları yoktur. Bazı küçük yerlerde ve özellikle evlerde bir kısım el sanatları yapılmaktadır. Geleceğin Akçaabat’ında hüner işi el sanatlarının belli bir yerde teşkilatlandırılması ve organize bir birliğe kavuşturulması sanatın geleceği açısından mühim bir girişim olacaktır. Sanat ancak devlet katkısıyla bir yerlere gelecektir.
Marifet iltifata tabidir. El sanatlarının para etmesi ve bu alanda çalışanların az da olsa geçimlerini bu yolla sağlaması bu alana olan ilgiyi artıracaktır. Onun için el sanatları ürünlerinin sergileneceği ve satışının yapılacağı bir kültür merkezinin şehre kazandırılması her açıdan faydalı bir girişim ve yatırım olacaktır. Bunun bir hayırsever tarafından veya devlet eliyle yapılması mümkündür. Bunlar gerçekleşirse sanat Akçaabat’ta şaha kalkacaktır.
Akçaabat’ımız yakın geçmişte çok büyük bir sel felaketi geçirmiştir. Bu felakette bir kısım insanlarımız hayatını kaybederken, pek çok hemşehrimiz de büyük maddi kayıplara uğramıştır. Şehir baştanbaşa çamur baskınına uğramış, eski doğal görünümün sağlanması için aylarca uğraşılmıştır. Bu bir felaketti şüphesiz. Fakat bu felaket geliyorum demişti. Zira o zamanlar dere ıslah çalışmaları yapılmamış, bunun yanında şehrin altyapısı yetersiz kalmıştır.
Allah bize o kara günleri bir daha göstermesin. Fakat duayla ve kuru tevekkülle işi bağlayamayız. Öncelikle elimizden gelen önlemlerin alınması zaruridir. Bununla irtibatlı olarak şehrin altyapısının kusursuz yapılması, eksikliklerin bir kez daha elden geçirilerek takviye edilmesi, özellikle dere ıslah çalışmalarına önem verilmesi gerekir. Bunlar zor ve külfetli çalışmalardır. Üstelik görsel dönüşümleri de yoktur. Yani yaptığınız iş dışardan görülmez. Onun için bunlar kör yatırımlar olarak görünebilirler. Fakat hayati değer taşırlar.
Son yıllarda planlanan ve yapılan yatırımlar gösteriyor ki Trabzon bir sağlık merkezine dönüşmektedir. Gelecekte yapılması düşünülen sağlık yatırımlarından Trabzonluların yanında bölge illerdeki vatandaşlarımız da yaralanacaktır. Akçaabat, Trabzon’a yakınlığı sebebiyle bu yatırımlardan payına düşeni almalıdır. Öncelikle Akçaabat’a daha kapsamlı bir hastane kurulmalıdır. Mevcut hastanenin ihtiyacı karşılamadığı ayan beyan ortadadır. Hastane yatırımları için Söğütlü civarında uygun alanlar mevcuttur.
Yakın bir gelecekte Trabzon’a ve çevre ilçelere doğalgaz gelecektir. Doğalgaz’ın ilimize ulaşması Akçaabat’ın da çehresini değiştirecektir. Çünkü son yıllarda Akçaabat’ta da kirli hava sorun olmaya başlamıştır. Özellikle kışın ortalarında soba ve kaloriferlerin yoğun olarak yakılması havayı zehirlemektedir. Akçaabat merkezinde bir an evvel doğalgaz altyapısının hazırlanmaya başlanması gerekir. Bunun için hiç zaman kaybedilmemelidir.
Akçaabat’ın yakın gelecekte yapması gereken yatırımlardan birisi de katı atık tesisleridir. Uzun yıllardan beri çöpler sahildeki dolgu alanına ve zaman zaman da denize atılmaktaydı. Bu aslında sadece Akçaabat’ın değil, Trabzon’un da meselesidir. Hatta katı atık hususunda Türkiye’nin büyük sıkıntıları vardır. Akçaabat’ımız bu hususta il yönetimiyle ortak hareket ederek katı atık sorununu tez vakitte halletmelidir. Bu devirde atıkların denize atılması son derece ilkel bir anlayıştır. Üstelik sağlık açısından da çok sakıncalıdır.
Bir kıyı şehri olan Akçaabat’ta denize yeterli önem verilmemektedir. Balıkçılık ana babadan görme ilkel sayılabilecek yöntemlerle yapılmaktadır. Şehirde rızkını denizden sağlayanlar çok zor şartlarda çalışmaktadır. Akçaabat’taki balıkçı barınağı bu şehre hiç yakışmamaktadır. Üstelik bu yer bugünkü ihtiyaçları karşılamaktan çok uzaktır. Tez zamanda bu barınak yıkılmalı, yerine modern bir balıkçı barınağı yapılmalıdır. Bunun yanında mevcut mendirek uzatılmalıdır. Olmuşken şehre bir de yat limanı kazandırılmalıdır.
Şu şehirde folklor önemli bir yere sahiptir. Akçaabat horonu dünyaca tanınmıştır. Bu şehirdeki folklor ekipleri ülkemizi dünya çapında başarıyla temsil etmişlerdir. Burada folklorun okullaşması ve geliştirilmesi elzemdir. Brezilyada samba neyse, Akçaabat’ta da horon odur. Kültür Bakanlığı’nın Akçaabat folkloruna destek olması şarttır. Böyle giderse yakın bir gelecekte horonumuz da, kemençemiz de bir nostalji olarak kalacaktır. Bununla ilgili olarak bu şehirde bir Horon Enstitüsü kurulabilir. Bunun da ötesinde Akçaabat’a bir konservatuar açılabilir. Burada sahne ve ritim sanatları eğitimi verilebilir. Bunların daha sağlıklı ortamlarda gerçekleşmesi için öncelikle kapsamlı bir kültür merkezinin şehre kazandırılması gerekir. Çok amaçlı bu merkez şehrin kültürel yapısını renklendirecektir.
Şehirlerin kalkınması daha çok sanayi ve ticaretle gerçekleşir. Akçaabat’ta ciddi bir sanayi ve ticaret işletmesi söz konusu değildir. Bir kısım küçük atölyeler dışında sanayi tesisi yoktur. Bu işletmelerin bir kısmı şehrin yakınında veya içinde yer almaktadır. Bunların bir merkezde toplanması şarttır. Trabzon’un gelecekteki Organize Sanayi Bölgelerinden birinin Akçaabat sınırları içerisinde uygun bir yerde kurulması şehre ticari anlamda çok şey kazandıracaktır. Akçaabat gerek nüfusu ve gerekse il merkeziyle bütünleşmesi yönüyle bu yatırımı fazlasıyla hak etmektedir. Yetkililerin bu konuyu ısrarla takip etmesi şarttır.
Akçaabat bizim gözbebeğimizdir. Burada yaşayan insanlar her türlü hizmetin en iyisine layıktırlar. Fakat her şey maddi güçle, yani parayla olmaktadır. Şehirlerin devletten aldığı kaynaklar nüfuslarına göredir. Bu da büyük bir yekûn tutmamaktadır. Belediyelerin bir noktadan sonra eli kolu bağlanmaktadır. Bizler gelecekte, 2018 yılında, yani bu şehrin kurtuluşunun yüzüncü yılında Akçaabat’ı daha mamur ve müreffeh görmek istiyoruz. Bu saydıklarımızın gerçekleşmesini ümit ediyoruz.
Arzular hayal olarak doğar, güçlü insanların muhayyilesinde hakikate dönüşürler. Bizler bu şehrin evlatlarında geleceğe dair bu gayreti, isteği ve dayanışma ruhunu fazlasıyla görüyoruz. Yarınlar güzel Akçaabat’ımız için bugünden daha umutlu, iyimser, hayat dolu ve mamur olacaktır. Çok zamanımız kalmamıştır. Yarın artık bugündür. 2018 yılında, yani Akçaabat’ın kurtuluşunun yüzüncü yılında gülümseyen bir Akçaabat görmek dileğiyle! ...
internet
09.02.2007 - 21:29ÇOCUKLARIMIZ VE GÜVENLİ İNTERNET
M.NİHAT MALKOÇ
Yenilikler hayatımızı müspet çizgide değiştirirken bir kısım olumsuzlukları da beraberinde getiriyor. Bunu göz ardı edemeyiz. Fakat sırf bu yüzden teknolojiyi reddetmek ve çağın gerisinde yaşamak asla kabul edilemez. Büyüklere düşen görev, çocukları internetten tamamen uzak tutmak değil, onları kontrol altına almaktır. Çünkü internetin zararları yanında sayısız faydaları da vardır. İnternetin zararı var diye faydasını görmezlikten gelemeyiz. Dünyayla bütünleşmek ve yarışmak istiyorsak interneti daha da yaygınlaştırmalıyız.
Türkiye’de internete duyulan ilgi her geçen gün katlanarak artıyor. Yetkili mercilerin verdiği istatistikî bilgilere göre Türkiye’de internet kullanıcısı sayısı yaklaşık 17 milyona ulaşmıştır. Bunların 16,8 milyonu ise aynı zamanda MSN Messenger kullanıcısıdır. Bunların yanında Türkiye’de 7,2 milyon PC bulunmaktadır. Bu verileri iyi okumak ve yorumlamak gerekir. Bu rakamlar, gençlerimizi gelecekte büyük tehlikelerin beklediğinin de ifadesidir. Zira gençlerin otokontrolleri erişkinlere nazaran çok daha mukavemetsizdir.
Türkiye’de ruhsatsızlarla birlikte 17–20 bin internet kafe olduğu söyleniyor. Bunların çoğu işsizliğin kol gezdiği doğu bölgelerinde yer alıyor. Gençlerimizi bekleyen tehlikelerin başında internet kafeler geliyor. Fakat bu demek değildir ki internet kafeler muzır yerlerdir. İnternet kafeler öğrenme ve araştırma amaçlı kullanılırsa kütüphaneler kadar faydalıdırlar. Fakat öbür yanda kötü emellerin odağı haline getirilirseler geleceğimizi karartan fitne odaklarına dönüşebilirler. Bu şuna benzer: Bıçak katlin elinde cinayet aracı olur, hayat söndürür. Oysa usta bir cerrahın elinde şifa aracı olur, hayat kurtarır.
Evde internet kullanan çocukların kontrolü, kafelerde internet kullananlara göre çok daha kolaydır. Ev dışında internetle meşgul olan çocuğun hangi kafede, hangi bilgisayarda, hangi siteye girdiğini, kimlerle görüştüğünü, hangi sohbet odalarında görüşmeler yaptığını tespit etmek mümkün değildir. Fakat evde çocuğun hangi sitelere girdiğini, kimlerle irtibatlı olduğunu öğrenebilirsiniz. Gerekirse koruyucu filtre bile oluşturabilirsiniz.
Çocuklarımıza güven duymak gerekir. Onları potansiyel suçlular olarak görmek yanlıştır. Fakat bu demek değildir ki onları başıboş bırakalım. Çocuklarınızın yanlış kişi ve akımların tesiri altında geleceklerinin kararmasını istemiyorsanız onların hangi sitelere girip çıktıklarını muhakkak öğrenin. Onları saldırgan içerik taşıyan sitelerden uzak tutun. Sizden habersiz olarak sanal alışveriş sitelerinden alışveriş yapmalarına izin vermeyin. Çocukların kumar ve bahis sitelerinden uzak durmalarını sağlayın. Kumara bulaşmamaları için onlara faydalı uğraşlar bulun. Çocukları kültür, sanat ve edebiyat sitelerine yönlendirin.
Evinde internet bağlantısı olan ebeveynlerin çocuklarını kontrol altında tutmaları diğerlerine göre daha kolaydır. Onun için evde internet bağlantısının bulunması tehlike değildir, aksine nimettir. Asıl tehlike dışarıdadır. Sosyal ortam içerisinde çocukların kendilerini yaşıtlarına kabul ettirme temayülleri onları çıkmaz sokaklara sürükleyebilir. Bunun yanında yaygın olarak bilgisayar kullanımı çekingen çocukları yaşıtlarından daha da uzaklaştırabilir ya da ev ödevi, alıştırma, uyku veya başkalarıyla zaman geçirme gibi diğer etkinliklere zaman ayırmalarını engelleyebilir. Aileler çocuklarının bir gün içerisinde ne kadar müddetle internete girebileceklerini önceden belirlemeleri gerekir. Bu hususu çocukların insafına bırakmamalıyız. Her konuda olduğu gibi bunda da prensipler koymalı ve koyduğumuz ölçütlerin takipçisi olmalıyız. Tutumlarımızı sürekli değiştirmemeliyiz.
Bilgisayara ve internete bağımlılık derecesinde kapılmamalıyız. Görünen o ki internetin varlığı okuma alışkanlığını iyice köreltiyor. Zaten okumayan bir milletiz. Durum bu iken internetle yatıp kalkan çocuklar gittikçe kitaptan uzaklaşacaklardır. Okumak onlar için işkenceye dönüşecektir. Bu da geleceğimize dinamit koymaktan farksızdır.
Türkiye’de internet denetimi istenilen düzeyde değildir. Bilişim suçları her geçen gün bir çığ gibi artıyor. İnterneti denetim altına alacak RTÜK misali köklü bir resmi teşkilatın kurulması şarttır. Bu zor olsa da imkânsız değildir. Devletin isteyip de yapamayacağı şey yoktur. Bu hususta Avrupa ülkeleri ve ABD büyük yol almıştır. Bizler de geleceğimizin aydınlık olmasını istiyorsak interneti kontrol altına alıp yaygınlaştırmalıyız. İnterneti yasaklamak ve öcü gibi göstermek çağın değerlerine sırt çevirmektir.
mustafa kemal atatürk
06.02.2007 - 00:59MERHUM İSMET GİRİTLİ’NİN GÖZÜYLE ATATÜRK
M.NİHAT MALKOÇ
Türkiye’nin değerlerinin ve değerlilerin başında gelen Mustafa Kemal Atatürk üzerine hemen hemen her aydın görüş beyan etmiştir. Ona karşı kayıtsız kalan kişi pek azdır. Çünkü o, uçurumun kenarına getirilmiş bir milletin makûs talihini yenmiş bir vatanseverdir. Onu çok yönlü değerlendirmek gerekir. Onun yaptıklarına geniş perspektiften bakmak lazımdır. Aksi takdirde kanaatlerimizde yanılabiliriz; ifrat ve tefrit batağına düşebiliriz.
Atatürk belli bir grubun değil, hepimizin değeridir. Onun evrensel şöhretini suiistimal etmemeliyiz. Bu vatan coğrafyası onun bize mukaddes emanetidir. Vatanını sevenler onu da gönüllerinin en kıymetli köşelerine yerleştirmişlerdir. Müstemleke ruhunu eriten ve onun yerine çağlayanlar misali bağımsızlık şuurunu yerleştiren, yedi düvele karşı bayrak açan Atatürk, her şeyden evvel Türk kimliğini davasının merkezine yerleştirmiştir. Onu hazmedemeyenlerin derdi de bu ülkenin adının Türk ifadesiyle başlamasından başka nedir ki! .... Bu ülke Türk sıfatını taşıyan, pek çok farklı ırkı barış içerisinde barındıran ender bir ülkedir. Bu uyumumuzu ve nizamımızı kıskananlar bizi birbirimize düşürmeye gayret ediyor. Fakat bilsinler ki bunu hiçbir zaman başaramayacaklardır. Çünkü bu toprakların her karışına ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ diyen Atatürk’ün ruhu ve maneviyatı sinmiştir.
Altı asırlık koca bir imparatorluğun çökmesiyle birlikte Türk milletinin dağılacağını, bir daha devlet teşkilatı kuramayacağını uman yabancı devletler, Atatürk gibi bir dehayı hiç hesaba katmamışlardı. Gerçi o büyük kahramanı, birbirinden çetin hadiseler ortaya çıkarmıştır. Malumdur ki Türk milleti zor zamanlarda kenetlenir ve içinden önderler çıkarır, çıkardığı önderlere de kayıtsız şartsız teslim olur. Nitekim Mustafa Kemal örneği bunun bariz göstergesidir. Bu durum lidere bağlılığın ve onun bir anlamda gölgesi olmanın hayırlı neticesidir. Türkiye Cumhuriyeti de bu neticenin tatlı meyvesidir.
Atatürk’le ilgili olarak tutarsız tavırlar gösterenlerin yanında isabetli görüş ve kanaatler ileri süren aydınlar da vardır; hatta ikinciler sayı olarak çok daha fazladır. Onların isabetli görüşleri Atatürk’ün geniş kitleler tarafından daha iyi anlaşılmasına katkıda bulunmuştur. Atatürk’ü iyi anlayan ve anlatan aydınlardan birisi de yakın zaman içerisinde(03 Şubat 2007) kaybettiğimiz Prof. Dr. İsmet Giritli’ydi. O ne kadar iyi bir hukukçu idiyse o kadar da doğru ve sadık bir Atatürkçüydü. Atatürk’ü etraflıca tanıyan ve duygularından çok, aklıyla hareket eden Giritli’nin değişik zamanlarda ve değişik vesilelerle kurtarıcımız Atatürk’le ilgili ileri sürdüğü görüşlerden bir demeti dikkatlerinize sunmak istiyorum:
“Atatürk’ün temel inanışlarından ve onun düşünce sistemi olan Atatürkçülüğün unsurlarından biri de, ilmin ve aklın rehberliği altında sürekli çağdaşlaşmadır. Başka bir deyim ile her çağın ilim ve teknolojisinin rehberliği ve getirdiği yeniliklerinin ışığı altında toplumun çağdaşlaşmayı(modernleşmeyi) sürdürmesidir.”
“Atatürk’ün kastettiği bilim ve teknik ‘çağdaş’ olduğu için Atatürkçülükte bilim ve teknikteki gelişmelerin çok yakından izlenmesi gerekir; ilim ve fennin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının gelişimini anlatmak ve ilerlemelerini zamanında takip etmek şarttır.”
“Atatürk’ün Millet Meclisi kavramına karşı saygısı bütün yaşantısı boyunca değişmemiştir. Gerçekten Millet Meclisini her zaman devleti meydana getiren müesseselerin en üstünde görmüş ve göstermiş, zaferlerin olduğu kadar inkılâpların şerefini de ona mal etmiş, ilhamlarının kaynağının millet, yürütücüsünün ise Millet Meclisi olduğunu haykırmıştır. Yapılan büyük işleri anlatan söylev ve demeçlerinin hemen hepsinde kendine ayırdığı yer milletin veya Millet Meclisinin bir köşesinden ibarettir.”
Giritli’nin söylediği gibi Atatürk öncelikle bu milleti aşk derecesinde sevmiş ve ona bütün yüreğiyle inanmıştır. Daha sonra da davasının temel dinamiklerini oluşturmuş, onları bir düşünce sistemi haline dönüştürmüştür. Bununla beraber teorik düşünceleri pratiğe geçirmek için cesur insanlardan bir ekip oluşturmuştur, bu ekibi başarıyla sevk ve idare etmiştir. Fakat düşüncelerini bir dogma olarak görmemiş, yeri gelince tartışmaya açmıştır. Bu onun demokrat yanını gösteren bir unsurdur. O hiçbir zaman tepeden emredici bir tavır içine girmemiştir. Komutan arkadaşlarının fikirlerine değer vermiş, onların görüşlerinden azami derecede faydalanmıştır. Yakın tarih bunun sayısız örnekleriyle doludur.
Atatürk’ün güven duyduğu kaynakların başında millet ve ordu geliyordu. Bunlar birbirinin sebep ve sonucuydu. Milletin varlığı ve inancı orduyu doğurmuştu. Ordunun varlığı da millete ve onun içinden çıkıp yıldızlaşan Atatürk’e her zaman güven vermiştir.
Türk milletinin her ferdinin Atatürk’ü İsmet Giritli gibi iyi anlaması ve anlatması gerekir. Bu ona karşı bir borçtur, bir aydın sorumluluğudur. Aksi halde koca bir değer zayi olur. Bundan Atatürk bir şey kaybetmez. Çünkü ölülerin üzerinden dünya endişeleri kaldırılmıştır. Kaybeden yaşayanlar, yani bizler oluruz. Bu noktadan sonra bu ülkenin kaybetmeye tahammülü yoktur. Onu anlayanlar aynı zamanda, iştiyakla arayanlardır.
hukuk
05.02.2007 - 00:37EVRENSEL DÜŞÜNCELİ BİR AYDIN: İSMET GİRİTLİ
M.NİHAT MALKOÇ
Türkiye her geçen gün değerlerinden birini kaybediyor. Bu ölümlü dünyada vakti gelen göçüp gidiyor. Türk hukukunun en büyük, en bilge isimlerinden birisi olan İsmet Giritli’yi de kaybettik. 1961 Anayasası’nın ilk taslağını hazırlayan bilim adamlarından biri olan Prof. Dr. İsmet Giritli, İstanbul’da tedavi gördüğü Metropolitan Florence Nigthingale Hastanesi’nde 03 Şubat 2007 Cumartesi günü vefat etti.
Giritli, 1924 yılında Kırım’da doğmuştu. Kabataş Erkek Lisesi’nin ardından İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitiren Giritli, 1964 yılında profesör olmuştu.1964–1968 yılları arasında ilk TRT Yönetim Kurulu üyeliği ve başkanlığında da bulunan Profesör Giritli, 1968 yılının ocak ayında ilk televizyon yayınını gerçekleştiren ekibin başındaydı. 50’yi aşan kitabı bulanan ve sayısız makaleleri yayınlanan Giritli, sekiz yıldır İstanbul Kültür Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde öğretim üyeliği yapıyordu. 83 yaşında iken aramızdan ayrılan Giritli’nin cenazesi, 5 Şubat Pazartesi günü Levent Camii’nde öğleyin kılınacak namazdan sonra Rumeli Feneri Mezarlığı’nda toprağa verilecek.
1985 yılında Fransızların “Palmes Academiques” nişanı ve “Chevalier” unvanını alan Prof. Dr. Giritli, İngilizce, Rusça ve Fransızca biliyordu. Sayısı 50’yi aşan kitabı bulanan ve sayısız makaleleri yayınlanan Prof. Dr. Giritli, 1999 yılından beri İstanbul Kültür Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyeliği yapıyordu. 1978–1979 yılları arasında Glasgow Üniversitesi’nde “Senior Research Fellow” sıfatı ile “Petrol Politikaları” konusunda seminer verdi. Giritli, 1982–1991 yılları arasında Marmara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu Müdürlüğü ve Radyo Televizyon Yüksek Kurulu üyeliği yaptı. Atatürk Yüksek Kurumu asli üyeliğinde bulundu. 1976 yılında Meksika Milletlerarası Hukuk Akademisi’ne seçildi.
İsmet Giritli, Türkiye’nin yetiştirmiş olduğu önemli aydınlardan biriydi. Uluslararası hukuk arenasında adından söz edilen ve değişik hukuk teşkilatlarında görev alan bir isimdi. Çok engin bir hukuk ve tarih bilgisi vardı. Uzun yıllardan beri Türkiye Gazetesi’nde “Dünyaya Bakış” isimli köşesinde Türkiye ve dünya gündemine dair olayları yorumluyordu. Hadiselere usta bir hukukçu gözüyle bakarak okuyucularını aydınlatıyordu.
Giritli, ilerleyen yaşına rağmen hayatın içinde olan ve üniversite kürsülerinde ders veren bir ilim adamıydı. Yaşı yetmişi çok aşsa da işi bitmemişti. Üniversiteler onunla onurlanıyordu. Onun öğrencisi olmak şeref addediliyordu. Görev yaptığı üniversiteyi onun varlığından dolayı tercih eden öğrencilerin sayısı az değildi. Yani şahsi itibarı yüksekti. Giritli, geniş bir çevreye, engin bir bilgi birikimine ve hayat tecrübesine rağmen aktif siyasete katılmayı hiç düşünmedi. Bir bilim adamı olarak her zaman siyasetin yanında ve yakınında olsa da bir nefer olarak bu işe dâhil olmadı. Sadece siyasetin teorisiyle ilgilendi. Politikayı bir gözlemci olarak hep dışardan takip etti. O, 25 Temmuz 2006 Salı günkü köşe yazısında siyasetle olan ilişkisine değinerek şu enteresan bilgileri veriyordu:
“Genç yaşta, Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı, Türk Devrim Ocakları Başkanlığı yaptım. 1950’li yılların başından Dünya ve Vatan’da muntazam, güncel konuları işleyen makaleler yazdım ve beyanlarda bulundum. Bunun sonucu olarak, 1950’lerin ortasından itibaren, çeşitli tarihlerde sayısı altıyı bulan parti liderlerinden ‘partilerine katılma’ teklifi aldım, fakat hepsini nazikçe geri çevirdim. Çünkü ben bilim adamı olarak hayatımı sürdürmek ve tamamlamak istiyorum. Konum İdare, Anayasa Hukuku ve Siyaset Bilimi olduğu için esasen politikanın teorik yönü ile ilgiliyim ve siyasi literatür ile medyayı izliyorum.”
Giritli, samimi bir Atatürkçü idi. Her fırsatta Atatürk’ün erdemli kişiliğinden bahsederdi. Dünyaya onun ilke ve inkılâpları penceresinden bakardı. O hukukçuluğunun yanında tarihe de vakıf bir insandı. Yazı ve kitaplarında tarihle hukuku beraber değerlendirirdi. Hataları da vardı şüphesiz. Bence en büyük hatası Demokrat Parti’ye ve onun lideri Adnan Menderes’e duyduğu anlamsız ve amansız nefretti. Allah hepsine rahmet eylesin.
resim
02.02.2007 - 22:07TURKUAZ SANATEVİ 12 YAŞINDA
M.NİHAT MALKOÇ
İnsan çok yönlü bir varlıktır. Onun hem beden, hem de ruh cephesi vardır. Bedenimiz ve ona dair isteklerimiz hayvani yanımızı teşkil eder. Bizi insan olarak özel bir konumda tutan ve diğer canlılardan ayıran ruh tarafımızdır. Ruh cephemiz asil ve ebedi yanımızdır. Akıl nimetini kullanan insanoğlu bunun sayesinde pek çok güzelliklere imza atar. Bu güzeller sanat ana başlığı altında toplanabilir.
Sanat deyip de geçmeyelim. Toplumları ayakta tutan değerlerden biri de şüphesiz sanattır. Bize bu güzel toprakları kazandıran Atatürk, veciz bir sözünde sanata dair şunları söylüyor: “Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir.” Demek ki sanat, vücudu canlı tutan hayat damarları kadar ehemmiyetlidir. Bedenimizin diriliği kan dolaşımına bağlıysa, ruhumuzun diriliği de sanata ve sanatkâra bağlıdır.
Cumhuriyetimizin ve devletimizin kurucusu Atatürk yine bir başka sözünde sanatı ve sanatçıyı şöyle yüceltiyordu: “Efendiler siz hayatınızda mebus olabilirsiniz, bakan olabilirsiniz, hatta cumhurbaşkanı olabilirsiniz. Fakat hiçbir zaman sanatkâr olamazsınız.” Bu söz sanatçının toplumdaki yerini ve önemini göstermesi bakımından dikkate değerdir.
Sanat; hayatımızı sıradanlıktan kurtarır; ruhumuza renk ve ahenk katar. Sanat, insanları yaratıcılığa ve üretkenliğe teşvik eder. Milletlerin ayakta kalması sanata ve sanatkâra verdikleri öneme bağlıdır. Milletler sanatla, kültürle ve edebiyatla beslenemezlerse yaşayamazlar. Yaşamak nefes alıp vermek kadar basit bir eylemse yaşarlar. Fakat hayatı yemek, içmek ve bunları boşaltmak kadar basit göremeyiz. Yaşamak, hayatta derin ve estetik izler bırakmaktır; dünyayı kültür ve sanatla buluşturmaktır. Sanatkârlık, yaşananlara sanat penceresinden bakmaktır. Ruh yüceliğini kemale erdirmektir.
Trabzon’umuz Türkiye’nin tarihi şehirlerinden birisidir. Osmanlı devletinin tahtında 47 yıl gibi uzun bir süre kalan Kanuni Sultan Süleyman’ın doğduğu, halifelik şerefini Osmanlı devletine bahşeden Yavuz Sultan Selim’in uzun süre valilik yaptığı bu kent, tarihi süreç içerisinde hep sanatla, edebiyatla ve kültürle hemhal olmuştur. Dün kadar olmasa da bugün de Trabzon bir kültür, sanat ve edebiyat şehridir.
Trabzon’umuz bazı kesimler tarafından özellikle karıştırılmak istenmektedir. Bu güzel şehir, son yıllarda uluslararası arenaya taşınan cinayetlerle büyük yaralar almıştır. Bu yaraları kültür, sanat ve edebiyata sarılarak sarabiliriz. Şehrimizdeki sanat faaliyetleri Trabzon’un zedelenen imajını tamir etmektedir. Bu sanat faaliyetlerinden birisi de son zamanlarda Turkuaz Sanatevi’nin açmış olduğu resim, grafik ve desen sergisidir.
Kıymetli ressam Cemil Bayram’ın önderliğinde ve rehberliğinde sanat faaliyetlerini sürdüren Turkuaz Sanatevi, Trabzon’da desen, grafik ve resim alanında bir ekol oluşturmuştur. 12 yıllık tecrübesi ile Trabzon’da hizmet veren Turkuaz Sanatevi görsel sanatlar eğitimi vermektedir. Burada güzel sanatlar fakültelerinde, güzel sanatlar liselerinde ve resim öğretmenliği bölümlerinde eğitim görmek isteyenlere uzun yıllardan beri hazırlık kursu verilmektedir. Trabzon’da resim hazırlık kursu denilince Turkuaz akla gelmektedir. Bu yönüyle şehirde alanında adeta bir marka oluşturmuş durumdadır.
Turkuaz Sanatevi’nin emektarı, önderi, patronu ve her şeyi olan Cemil Bey bütün mesaisini öğrencilerine ayıran bir sanat gönüllüsüdür. Tabir caizse o, hayatını öğrencilerine adamıştır. Şehrimizin özelliklerini çok iyi bilen ve bizden biri olan Bayram, Trabzon’a yeni ressamlar ve grafikerler kazandırmak için büyük gayret sarf ediyor. Öğrencilerini bir müşteri olarak değil, bir ekibin vazgeçilmez unsurları olarak görüyor.
1972 yılında Trabzon’da doğan Cemil Bayram, KTÜ Resim Öğretmenliği ve KTÜ İç Mimarlık Bölümünde eğitim aldı. 1995 yılından beri Turkuaz Sanatevi’nde görsel sanatlar eğitimi vermektedir. Birçok grup sergisine ve karma sergiye katılmıştır. Açtığı sanat evinde bugüne kadar beş yüzün üzerinde öğrencisini üniversiteli yapmıştır. Bayram, Türkiye’nin birbirinden seçkin değişik üniversitelerine yerleştirdiği öğrencileriyle olan iletişimini hiç kesmemiştir. Onların başarılarıyla daima övünmüş, onlara hep destek olmuştur. Bu yönüyle hocalıktan öte, ağabeylik rolünü başarıyla yürütmüştür.
Geçenlerde (29 Ocak 2007 Pazartesi) günü Trabzon Belediyesi Mahmut Goloğlu Kültür Merkezi’nde Turkuaz Sanatevi’nin 30. Resim Sergisi vardı. Akşam saatlerinde açılan sergiye sanatseverlerin ilgisi büyüktü. Serginin kokteyline gelenler Ressam Cemil Bayram’ın güler yüzüyle, sıcak ve samimi ilgisiyle karşılaştılar. Herkesle özel olarak ilgilenen Bayram, 12. yıla girmenin gururunu öğrencileriyle beraber yaşıyordu. Bu gurur onun hakkıydı. Çünkü o, 12 yıldan beri iyi günde kötü günde gecesini gündüzünü öğrencilerine ayırmıştı.
Trabzon, bilindiği üzere işsizliğin yoğun olduğu bir yerleşim yeridir. İş güç sahibi olmayan gençleri bu gibi sanat kurslarına yönlendirebilirsek hem suç oranı azalır, hem de Trabzon’un geleceğinde söz sahibi olacak sanatkârlar yetişir. Turkuaz Sanatevi’ne bu açıdan bakınca onları takdir etmemek mümkün değildir. Cemil Bayram’a çok iyi bildiği bu işinde başarılar diliyorum. Genel yetenek ağırlıklı üniversite sınavlarında bu yıl da başarılı olmalarını temenni ediyorum. Sanat bizleri sıradanlıktan kurtaracak yegâne vasıtadır. Trabzon’umuz adi cinayetlerle değil, sanatla gündeme gelirse bunun onurunu hep birlikte paylaşırız. Yarınlarınızın sanat dolu olması dileğiyle! ...
islamiyet
27.01.2007 - 23:54ALLAH'IN AYI: MUHARREM
M.NİHAT MALKOÇ
Müslüman inancında bazı günler, geceler ve aylar diğerlerine göre daha büyük önem ve anlam taşımaktadır. Ramazan ve kurban bayramları, ramazan günleri, mübarek geceler, üç aylar bunlardan bazılarıdır. Bu zaman dilimleri diğerlerine göre çok daha anlamlı ve önemlidir. Bu günlerin ve gecelerin feyiz ve bereketinden azami derecede yararlanmalıyız.
Allah katında değerli olan zamanlardan birisi de 'Muharrem' ayıdır. Hicri takvimin ilk ayı olan Muharrem'in İslam tarihinde önemli bir yeri vardır. Öyleki Resulullah Efendimiz(sav) Muharrem'i 'şehrullah', yani 'Allah'ın ayı' olarak nitelendirmiştir. Muharrem ayı aynı zamanda 'Eşhürü'l-Hurum'dandır. Yani savaşılması yasaklanmış (haram aylardandır) , kıymeti büyük aylardandır. Eşhürü'l-Hurum'un diğerleri Zilkade, Zilhicce ve Recep'tir. Peygamberimiz bir hadislerinde: 'Ramazan ayından sonra tutulan oruçların en hayırlısı, Allah'ın ayı olan Muharrem'de tutulan oruçtur. Farz namazlardan sonra en faziletli namaz ise geceleyin kılınan namazdır.' buyurmuştur. Bunun yanında Peygamberimiz(sav) , bu ayın Aşure günü olarak bilinen onuncu gününü, bir öncesi ve sonrası ile oruçlu geçirmeyi tavsiye etmiştir. Bunu bizzat kendisi titizlikle uygulamıştır.
Muharrem önemli hadiselerin gerçekleştiği bir aydır. Hz. Âdem'in cennetten yeryüzüne indirilmesi, Hz. Nuh (a.s.) 'ın tufandan kurtulması, Hz. Musa (a.s.) ve ona iman edenlerin Firavun'un zulmünden kurtulmaları hep bu ayda vuku bulmuştur. Bunların yanında Muharrem ayı, Hz. Muhammed(sav) 'in torunu, 4. Halife Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hüseyin'in, o dönemde yaşanan siyasi kargaşa ve çatışmalar sonucunda 10 Muharrem 61'de Kerbela'da öldürülmesi olayının yaşanması nedeniyle İslam tarihinde önemli bir yere sahip bulunuyor. Bu yönüyle Müslümanlar için hüzün ayıdır Muharrem…
Muharrem pek çok yönüyle diğer aylardan ayrılır. Fakat Muharrem ayının bütün Müslümanlar nezdinde en üzücü ve en önemli hadisesi, hiç şüphesiz ki Hz. Peygamberin muazzez torunu Hz. Hüseyin başta olmak üzere ehli beyitten ve Müslümanlardan birçok kimsenin Kerbela'da günlerce aç, susuz bırakıldıktan sonra Hicri 10 Muharrem 61 tarihinde hunharca şehit edilmesidir. Bu hadiselerin hatırası hâlâ bilinçlerimizi yaralamaktadır.
Her şeye rağmen Muharrem, bazı kesimlerin ileri sürdüğü gibi bir intikam ayı değildir. Çünkü Müslüman kin gütmez, intikam hevesi içerisinde olmaz. Bu hadiseler İslam tarihinin talihsiz ve bir o kadar da bedbaht sayfalarıdır. Sağduyulu davranan insanlar bu olaylardan ancak ders alır, geleceğe öylece yürür. Yüce Rabbimiz Kur'an-ı Kerim'de bu hususta bizleri uyararak birlik ve beraberlik içerisinde olmamızı istiyor:
'Hep birlikte Allah'ın ipine (Kur'an'a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O'nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz.'(Al-i İmran, 3/103)
Kıymetli zaman dilimlerinden birisidir Muharrem ayı… Aşure günü bu aya apayrı bir manevi zenginlik katmaktadır. Bu günleri hakkıyla ihya etmeliyiz. Rabbimiz Fecr Suresi'nin ikinci ayetinde ' O on geceye yemin olsun' ifadesiyle Muharrem'in ilk on gecesine yemin ediyor. Böylece bu zamana ayrı bir değer verdiğini ortaya koyuyor. Fakat bu mübarek on günün zilhicce ayının ilk on günü olduğu şeklinde kanaat getirenler de az değildir.
Bu ayın ve içindeki ibadetlerin ehemmiyetiyle ilgili olarak Ebû Hüreyre (r.a) 'den edilen rivayete göre Peygamberimiz (SAV) 'e; Farz namazdan sonra hangi namazın ve Ramazan ayı orucundan sonra hangi orucun daha faziletli olduğu soruldu da, Peygamberimiz (sav) : 'Farz namazdan sonra en faziletli namaz, gece yarısı kılınan (teheccüd) namazıdır. Ramazan ayından sonra en faziletli oruç: Allah Teâlâ'nın ayı olan Muharrem'de tutulan oruçtur,' buyurdular. Bu rivayet sanırım Muharrem'in önemini yeterince ortaya koymuştur.
Muharrem'in diğer aylardan ayrı tutularak 'Allah'ın ayı' olarak nitelendirilmesi, içerisinde yapılacak ibadetlerin ve tutulacak oruçların kutsiyetinden dolayıdır. Yoksa bütün aylar Allah'ındır. Bu ifadede söz konusu ayın önemine vurgu vardır. Muharrem ayı, ilahi bereket ve feyzin, Rabbani ihsan ve keremin coştuğu ve bollaştığı bir aydır. Cahiliye döneminde de Araplar tarafından Recep, Zilkade ve Zilhicce ayları ile birlikte haram ay olarak kabul edilen muharrem ayı, Müslümanlar tarafından da saygı gösterilen bir ay olmuştur. Fakat ne yazık ki günümüz insanı bu mübarek günlerden habersiz yaşamaktadır. Bu ağlanacak bir durum değil de nedir? Sözün nihayetinde Müslümanlar olarak inancınızın gereklerini hakkıyla yerine getirmenizi, İslamı şevkle, zevkle ve şuurla yaşamanızı, Muharrem ayının feyiz ve bereketinden fazlasıyla yararlanmanızı temenni ediyorum.
İsmail Cem
27.01.2007 - 21:28İSMAİL CEM VE SİYASET KÜLTÜRÜ
M.NİHAT MALKOÇ
İster baş, ister boş, ne olursak olalım ölüm hepimizi o soğuk kollarına alıp ebediyete taşıyacaktır. Aslında ölümü soğuk olarak nitelemek öznel bir kanaattir. Tabut mevtayı dosta götüren bir arabadır. Gerçekte ölüm, adam gibi yaşayanlar ve hayatın hakkını verenler için istirahattır. Zira ölümle birlikte zorlu kulluk imtihanı sona ermektedir. Ahirete göçen kullar, dünyada ektiklerini ötelerde biçmeye gitmektedirler. ‘Ne ekersen onu biçersin’ atasözü bu durumu izah etmektedir. Ne mutlu hayır ekip sevap biçenlere! ...
Toplumun önünde duran, önemli simaların ebediyete göç etmesi doğal olarak bizleri de ölüm üzerine düşünmeye zorluyor. Türk siyasetinin köşe taşlarından İsmail Cem’in kansere yenilerek bu dünyadan göçmesi ölüme dair duygu ve düşüncelerimizi bir kez daha gün yüzüne çıkardı. Zira o Türk siyasetinin vitrinindeki parlak şahsiyetlerden biriydi.
Bir süredir akciğer kanseri tedavisi gören Dışişleri eski Bakanı İsmail Cem, tedavi gördüğü İstanbul Cerrahi Hastanesi’nde hayatını kaybetti. Siyasi hayatında, özellikle Türkiye-Yunanistan ilişkilerinin geliştirilmesine katkıda bulunan İsmail Cem, 67 yaşındaydı. 1997- 2002 yılları arasında dışişleri bakanlığı yapan İsmail Cem, son dönemin bu kadar uzun süre dışişleri bakanlığı yapabilmiş tek ismi olmuştu. İsmail Cem, 26 Ocak cuma günü Teşvikiye Camii’nde kılınan cenaze namazının ardından Zincirlikuyu Mezarlığı’nda toprağa verildi.
1940 senesinde İstanbul’da doğan İsmail Cem İpekçi, 1959’da İstanbul Robert Koleji’nden ve 1963’te Lozan Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. Paris Siyasal Bilgiler Enstitüsü’nde siyaset sosyolojisi dalında master yaptı. Cem, 1963 yılından itibaren çeşitli gazetelerde yazı işleri müdürlüğü, genel yayın müdürlüğü yaptı. İsmail Cem, 1971–74 yılları arasında Türkiye Gazeteciler Sendikası İstanbul Şubesi Başkanlığı’nı yürüttü.
İsmail Cem iyi bir siyasetçi olduğu gibi, başarılı bir kalemdi. Onun gazetecilik ve yazarlık yönü siyaset adamlığının gölgesinde kalsa da şöhret olarak siyasetçiliğinden geri kalmamıştır. Cem’in “Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi”, “Türkiye Üzerine Yazılar”, “12 Mart”, “TRT’de 500 Gün”, “Siyaset Yazıları”, “Geçiş Dönemi Türkiye’si”, “Sosyal Demokrasi ya da Demokratik Sosyalizm Nedir, Ne Değildir? ”, “Türkiye’de Sosyal Demokrasi”, “Engeller ve Çözümler”, “Yeni Sol”, “Soldaki Arayış”, “Gelecek İçin Denemeler”, “Mevsim” ve “21. Yüzyılda Türkiye” adlı yayınlanmış eserleri bulunuyordu.
İsmail Cem, 1987 ve 1991 seçimlerinde İstanbul’dan, 1995 seçimlerinde Kayseri’den milletvekili seçildi. 7 Temmuz 1995’te Çiller hükümetinde Ercan Karakaş’tan boşalan Kültür Bakanlığı görevini üstlenen Cem, daha sonra CHP’den ayrılarak DSP’ye geçti. DSP’de TBMM Grup Yönetim Kurulu üyeliğine seçilen Cem, Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi (AKPM) ve Batı Avrupa Birliği (BAB) Asamblesi üyeliklerine, AKPM Sosyalist Grubu Başkanvekilliği’ne seçildi. Cem, AKPM ve BAB Asamblesi Türk Parlamenter Grubu Başkanlığı’nı da yürüttü. O dünyanın tanıdığı ve itibar ettiği bir siyaset adamıydı.
İsmail Cem bir hizmet adamıydı. Nerede boşluk varsa orayı dolduruyordu. O, bazen TRT genel müdürü, bazen milletvekili, bazen de bakan olarak göründü bize. Şahsının ön planda olmasını istemezdi. Osmanlı’ya hayran olan bir aydındı. Bu yönüyle çevresindeki solculardan ayrı düşünüyordu. Çok kültürlülüğü bir kazanç ve zenginlik olarak görüyordu. Onun ölümüyle birlikte Türkiye’nin siyaset göğünden parlak bir yıldız kaydı. O, hayata ve ölüme dair düşüncelerini bir zamanlar New York’ta yazdığı bir şiirde şöyle dile getiriyordu:
“Boşa geçmedi hayatım/ Daha fazlası olabilirdi ama
‘Buna da şükür’ demeliyim/ İşte sevgili dostlar
Ben böyle veda etmeliyim.”
Hayat böyledir işte, doğumla beraber başlar, ölümle nihayetlenir. Dünyaya gelirken bize sorulmadı, giderken de sorulmayacak. Ömrünü halka hizmetle ve Hakk’a ibadetle geçirenlere ne mutlu! ...Zira ahrette geçerli olacak tek şey kulluğumuz ve ibadetlerimizdir. Bizden biri olan ve hep yerli kalan İsmail Cem’e Allah’tan rahmet diliyorum.
trabzon
26.01.2007 - 01:58TRABZON’UN GÜNAHI NE?
M.NİHAT MALKOÇ
Herkes bilir ki Karadeniz insanı merttir, serttir, dürüsttür, tavizsizdir. Öyle sert göründüklerine bakmayın, onlar Yunus gibi sevgi dolu, Mevlana kadar hoşgörülüdürler. Karadeniz dalgaları gibi coşarlar. Bazen sert bir fırtınaya dönüşseler de içlerindeki sevgi ve hoşgörü hiçbir zaman eksik olmaz. Bu bölgenin insanı hıyanet etmez, edeni de sevmez, hiçbir zaman içinde de barındırmaz. Onları zehirli bir kusmuk misali dışarı atar.
Trabzon’un tarihi bazı kaynaklara göre M.Ö. 2000 yılına kadar gitmektedir. Bu şehir, tarihi süreç içerisinde pek çok medeniyete hoşgörüyle beşiklik etmiştir. Bu parlak geçmişe rağmen gazeteci Hrant Dink cinayetiyle bir kez daha gündeme gelen Trabzon, ulusal medyada adeta linç ediliyor. Son zamanlarda eline kalem ve kamera alan herkes Trabzon hakkında komplo teorileri üretmeye başlıyor. Ulusal televizyonlar tarafından Trabzon’da canlı programlar yapılıyor. Meydan boş bulununca bilen de konuşuyor bilmeyen de… ‘Vurun abalıya’ misali şehrin bin yıllık itibarı talan ediliyor. Oysa istatistikler gösteriyor ki 2006 yılında Trabzon’daki asayiş olaylarında ciddi azalmalar var. Bunu görmeden ahkâm kesenlerin ve bu şehri karalayanların niyetlerinin iyi olduğunu düşünmek doğrusu saflık olur. Onlar öküz altında buzağı arayan basiret körlüğüne tutulmuş kişilerdir.
Trabzonlular, milletini seven ve devleti için her halükârda kendisini feda edebilen bir karaktere sahiptir. Kim ne derse desin, tarih bu şehir insanının asaletine şahittir. Bilindiği gibi büyük Atatürk, Trabzonlular için şu güzel sözleri söylemiştir: “Arkadaşlar! ...Beş sene evvel ilk defa Samsun’a ayak bastığım zaman bana kuvvet-i kalp veren arkadaşlarımın ilk safında kahraman Trabzonluların bulunduklarını asla unutmayacağım. Sakarya Melhame-i Kübrasına üçüncü fıkra ile yetişen Trabzon evlatlarının Meydan-ı Muharebe’de gösterdikleri fedakârlıkların kıymetli hatırası daima dimağımda menkuş kalacaktır.”
Trabzonlular vatanlarına, bayraklarına, atalarına ve dinlerine derinden bağlı insanlardır. Bu özellikler adeta onların kanlarına işlemiştir. Bölücüler zaman zaman bu şehre dadansa da halktan destek bulamamışlardır. Hatta infiallere neden olmuşlardır. Son zamanlarda yaşananlar açıkça gösteriyor ki durumdan vazife çıkarmayı kendilerine görev edinenler, böylesine menfur bir cinayetten siyasi getirim sağlamanın peşine düşmüşlerdir. Bu durum ölen kişinin hatırasına saygısızlık olduğu gibi, bir şehre topyekûn yapılan haksızlıktır.
Trabzon son yıllarda sürekli göç verse de genel nüfusu yine de bir milyona yaklaşmaktadır. İşsizlik ise resmi makamların belirttiğine göre yüzde 15 civarındadır. Oysa bu rakamın çok üstünde işsiz insan bu şehrin sokaklarını her gün arşınlamaktadır. Kişi başına 1.600 dolar düşmektedir. İhracatın bir milyar dolar olduğu Trabzon’da turizm geliri yüz milyon dolar kadardır. Bu durum şehir ekonomisinin sağlıklı olmadığını gösteriyor. Bir işte çalışıp eve ekmek getiremeyenler(özellikle gençler) anne babalarının üzerine yük olmaktadırlar. Bütün bu sıkıntılara rağmen Trabzon’da çok belirgin bir asayiş meselesi yoktur. Her şehirde olabilen sorunlar burada da vardır. Bu şehirde iki büyük hadise yaşanmıştır. Son yıllarda Trabzon’un yaygın olarak gündeme gelmesi, olayların çokluğundan değil, öldürülen kişilerin uluslar arası düzeyde önemli kişiler olmasından kaynaklanıyor.
Hrant Dink’in öldürülmesi en çok Trabzonluları üzmüştür. Çünkü hem ülkemiz bir aydınını kaybetmiştir, hem de bu olayda Trabzon büyük yaralar almıştır. Masa başında oturup habercilik yapanlar tarafından cinayete dair iddialar ortaya atılmış, katilin Cuma namazına gittikten sonra cinayeti işlediği vurgulanmış, böylelikle cinayet inançlı insanların üzerine yıkılmaya çalışılmıştır. Fakat bu eski oyun, beklenen tesiri göstermemiştir.
Bazılarının iddia ettiği gibi Trabzon cahil ve hoşgörüsüz insanların yaşadığı bir şehir değildir. Bu şehir ülkemizin gözbebeğidir. Burası dört bin yıllık kültür, sanat, edebiyat, turizm ve spor kentidir. Trabzon Yavuz Sultan Selim’in valilik yaptığı, Kanuni Sultan Süleyman’ın doğduğu, Fatih Sultan Mehmet’in fethettiği ikinci İstanbul’dur. Onların manevi tasarrufu hâlâ şehrin kimliğine tesir etmektedir. Kim ne derse desin bizler bu şehirde her dem huzur buluyoruz. Bazılarının iddia ettiği gibi Trabzon ikinci bir Teksas değildir. İki hadiseyi bahane edip Trabzon’un tertemiz tarihi ve bugünü üzerine leke atanlar, sizler de önyargılarınızdan arının ve Trabzon’u karalamaktan vazgeçin. Unutmayınız ki Trabzon her şeyiyle Türkiye’dir. Bütün hain niyetlere ve emellere rağmen sonsuza dek öylece kalacaktır.
trabzon
26.01.2007 - 00:08TRABZON ÜZERİNE KOMPLO TEORİLERİ VE GERÇEKLER
M.NİHAT MALKOÇ
Türkiye’miz doğusuyla, batısıyla; kuzeyi ve güneyiyle bir bütündür. Bu cennet vatanı bölüp parsellemeye kalkanlar her devirde olmuş, bugün de vardır, yarın da olacaktır. Fakat vatanını canından aziz bilen milletimiz, şer odaklarına fırsat vermeyecektir. Bu millet normal vakitlerde dağınık görünse de, zor zamanlarda bir ve beraber olmasını çok iyi becerir. Tarihimiz bunun güzel örnekleriyle doludur.
Son zamanlarda gündemi meşgul eden Hrant Dink cinayetiyle yatıp kalkıyoruz. Bir haftayı aşkın bir zamandan beri televizyonlar ve gazeteler o menfur cinayetten bahsediyor. İçimiz dışımız bu haberle karardı. Çocuklarımızın ruh sağlığı bozuldu. Üstüne üstlük Trabzon şehri bu cinayetle adeta yargısız infaza muhatap oldu. Bütün Trabzonlular neredeyse potansiyel suçlu ilan edildi. Hadiseler abartıldıkça abartıldı. Trabzon’da yaşayan biri olarak yaşadığım şehirle medyada tasvir edilen şehir arasında hiçbir şekilde bağlantı kuramaz oldum.
Öncelikle şunu söyleyeyim ki adı, sanı ne olursa olsun insanların öldürülmesine hiçbir şekilde taraftar değilim. Hele fikrinden dolayı insanların kör kurşunlarla infaz edilmesini bu çağda çok ilkel buluyorum. Vatana kast etmedikten sonra herkes inandığını söylesin. İnsanlar düşüncelerinden dolayı ötekileştirilmesin. Açık açığa konuşan insandan kimseye zarar gelmez. Düşünceler muhakkak hak ettiği şekilde karşılık görür, mecrasını bulur.
Bazı çevreler Hrant Dink’in katil zanlısı Trabzonlu diye bu şehre biriktirdikleri kin ve nefretlerini kusuyorlar. Çözümde görev almayanlar maalesef problemin bir parçası oluyorlar. Trabzon Türkiye’nin vatansever ve fedakâr insanlarının yaşadığı en sağlam yerlerden biridir. Trabzon’un Türkiye’ye maddi ve manevi katkısı sayılamayacak kadar çoktur. Trabzon Türkiye’nin siyasetçi ve bürokrat yatağıdır. Cevdet Sunay, Recep Yazıcıoğlu, Adnan Kahveci gibi isimler bu şehrin yüz akıdır. Niçin bunları görmezden gelip münferit hadiseleri tek ölçü kabul ediyorsunuz? Bu şehirden gafil çıksa da, hain çıkmaz. Bunun böyle bilinmesi gerekir.
Şiddet sadece Trabzon’un değil, bütün Türkiye’nin sorunudur. Trabzon’da geçen yıl Santaro isimli papaz öldürüldü, bu yıl Trabzon nüfusuna kayıtlı bir kişi, Hrant Dink’i katletti. Bunlar hepimizi derinden üzdü. Bu olaylardan sonra Trabzon’u öyle anlatıyorlar ki Teksas da neymiş dersiniz! ... Oysa bu şehirde şiddet Türkiye genelinin çok altındadır. 36 senedir bu şehirde yaşıyorum, en küçük bir kavga ve çekişmeye dâhil olmadım. Burada insanlar huzur içinde yaşıyor. Kimse kimsenin tavuğuna ‘kışı’ demiyor. Medyada anlatılanlara bakıyorum da ‘acaba bunlar benim yaşadığım Trabzon’dan mı yoksa başka bir şehirden mi bahsediyorlar’ diye tereddüt içinde kalıyorum. Bu şehirde belirgin bir asayiş sıkıntısı yok. Şehrin valisi ve emniyet müdürü vazifelerinin başında… İkisi de işlerinde çok başarılı kişiler… Trabzon dışında gerçekleşen bir vaka yüzünden bu insanları karalamak tek kelimeyle haksızlıktır.
Yirmi üç seneden beri Trabzonspor’un şampiyonluğunu engellemeye çalışanlar, şimdi de Trabzon’u bir kalemde silmenin hesabını yapıyorlar. Kim ne derse desin iki üç tane münferit hadise Trabzonlulara mal edilemez, edilmemelidir. Allah’tan korkun, biraz akıllı ve insaflı olun. Bu şehrin insanına kıymayın. Birşey biliyorsanız Trabzon’a yatırım yapılmasına zemin hazırlayın. Trabzon’un en büyük meselesi asayiş değil, işsizliktir. Şayet gençler bu gibi çirkefliklere alet oluyorsa bunun birinci sebebi işsizliktir. Trabzon gençliği yarınından ümitsizdir. Bu şehirde sanayinin ‘S’sinden bahsedilemez. Gençler fabrikalarda çalışacak yerde, internet kafelerde ve kahvehanelerde zaman öldürüyorlar. Trabzon gibi küçük sayılabilecek bir şehirde 275 internet kafenin bulunması sanırım işsizliğin boyutunu gözler önüne sermede yeterli bir delil olur. Gelin biraz da bu noktaya değinin.
Cinayeti işleyen Trabzonlu diye Trabzon’a yüklenmek son derece yanlıştır. Üstelik cinayet zanlısının anne babasının öz oğullarını polise ihbar etmesi ayakta alkışlanacak bir harekettir. Nedense kimse bu örnek hareketi ön plana çıkarmadı. İşte Trabzonlu budur, suçlu kişi öz oğlu da olsa haklıya haklı, haksıza haksız demesini bilir. Sizleri insafa davet ediyorum.
HİCRET
24.01.2007 - 20:18HİCRİ YILBAŞINIZ KUTLU OLSUN
M.NİHAT MALKOÇ
Biz Müslümanlar geçen zamanla birlikte değerlerimizden çok uzaklaştık. Kendi değerlerimizi bir kenara bırakarak Batı dünyasının değerlerine dört elle sarılır olduk. Bu durum kültür, sanat ve edebiyatta ağırlıklı olarak kendini gösterdi. Radyo, televizyon ve yazılı basın gece gün demeden bize yabancı değerleri şirin ve sevimli göstermek için uğraşıyor.
Bilindiği gibi Müslümanların kendilerine mahsus takvimleri vardır. Fakat günümüzde Avrupalıların ve dünyanın yaygın olarak kullandığı miladi takvimi kullanıyoruz. Çoğumuzun hicri takvim hakkında dikkate değer bilgisi yok.
Kullandığımız miladi takvim güneş yılı esasına dayanır. Oysa Müslümanların hicri takvimi ay esasına göredir. Bu yüzden yaygın olarak Hıristiyanların kutladığı yılbaşı(Noel) ile bizimki farklı zamanlardadır. Türkiye’de hicri yıl kutlaması söz konusu bile değildir. Ya Noel yortusu, onun eksiksiz kutlanması için ülkemizde aylar öncesinden hazırlık yapılmaktadır.
Bizim insanlarımız kendilerini ecnebi kültüre öyle bir kaptırmışlar ki kendi kültürel değerlerinin farkında bile değillerdir. Hicri yılla ilgili bilgisi olan, hangi hicri yılda olduğumuzu doğru olarak bilen kişilerin sayısı sanıldığı kadar çok değildir. Müslümanların düştüğü fecaate bakar mısınız? Kültürel yozlaşma ve ezilmişlik almış başını gidiyor.
Hicri takvim Peygamberimizin Mekke’den Medine’ye hicretini başlangıç kabul eden ve ayın dünya çevresinde dolanmasını esas alan bir takvim sistemidir. Hicri takvim; hicri şemsi ve hicri kameri takvim olmak üzere ikiye ayrılır.
İslam tarihiyle ilgili kaynakların belirttiğine göre Hz. Peygamber, Safer ayının 27.günü Hz. Ebubekir ile birlikte Medine’ye hicret etmek üzere Mekke’den ayrılmış, dört gece Sevr Mağarası’nda kalmıştır. Burada bir kısım olağanüstü hadiseler(mucizeler) yaşanmıştır. 1 Rebiülevvel Pazartesi günü Sevr Mağarası’ndan Medine’ye doğru yola çıkmışlardır. 8 Rebiülevvel / 20 Eylül 622 Pazartesi günü Küba köyüne gelmiş. Burada Küba Mescidi’ni inşa etmiş ve 12 Rebiülevvel Cuma günü Medine’ye doğru hareket etmişlerdir. Bu hadiselerin yaşandığını Kur’an-ı Kerim bizzat teyit etmektedir. Hz. Peygamberin Küba’ya geliş günü olan 20 Eylül 622 tarihini, Hicri sene başlangıcı olarak kabul eden ve dünyanın güneş etrafındaki dolanımını esas alan takvim sistemine ‘Hicr-i Semsi Takvim’ denilmektedir.
Hicri yıl, ayın dolaşımını esas aldığından dolayı, miladi yıldan on bir gün daha azdır. Hicri aylar, dünyanın güneş etrafında dönmesinden oluşan mevsimlere bağlı değildir. İslâmi bayramlar, her sene aynı ayda geldiği için farklı mevsimlere rastlamaktadır. Mesela, Ramazan ayı veya Hac mevsimi yaz aylarında gelebileceği gibi kış aylarında da gelebilir. İslâmi gün ve geceler, ayın dolaşımını tamamladığı her otuz üç senede bir defa aynı güne gelir. İslamiyet’te, güneş yılının ayları içinde sayılı bir mübarek gün yoktur. Doğum günü ve mübarek geceler, hicri yıl ile kutlanır. Bütün ibadetlerde ve dini faaliyetlerde kameri aylar esas alınır. Hac, oruç, kurban ve bayram günleri kameri aylara göre tespit edilir.
Hicri yılbaşı son peygamber Hz. Muhammed’in(sav) milattan sonra 622 yılında Mekke’den Medine’ye göçü ile başlayan takvimin ilk günüdür. İslam dünyası yüzünü topyekûn Batı’ya çevirdiği için hicri yılbaşı görkemli şenliklerle kutlanmıyor; adeta geçiştiriliyor. Hicri yıl takvimlerde küçük puntolu rakamlarla, adeta görülmeyecek derecede yazılıyor. Bizde aylar hicri yıldaki karşılıklarıyla söylenmiyor. Sadece recep, şaban ve ramazan ayları geniş kitleler tarafından biliniyor. Öbürleri nazar-ı dikkate alınmıyor. Dilerseniz hicri ayların adlarını sırasıyla dikkatinize sunalım: “Muharrem, safer, rebiülevvel, rebiülâhir, cemaziyelevvel, cemaziyelâhir, recep, şaban, ramazan, şevval, zilkade ve zilhicce.”
Resulüllah (sav) ’ın Mekke’den Medine’ye hicretini başlangıç alarak, kameri aylara göre ilk defa tarihi başlatan Halife Ömer b. Hattab (r.a) ’dır. Ömer b. Hattab (r.a) , miladi 622’ye denk gelen hicret hadisesini İslâmi tarihin(takviminin) başlangıcı olarak kabul etmiştir. Fakat günümüzde bizim gibi pek çok İslam ülkesi uygulamada miladi takvimi ön planda tutmaktadır. Bunu da dünyaya ayak uydurmanın zorunlu bir gereği saymaktadırlar.
Bilindiği üzere Hicrî ve rûmî takvim uzun müddet ülkemizde kullanılmış, 26 Aralık 1925 tarihinde yürürlükten kaldırılmıştır. Bugün bize düşen vazife miladi takvimi günlük hayatta kullanırken, hicri takvimi de en azından gönlümüzde yaşatmaktır. Biz anne babalar ve İslam kültürünü benimseyen insanlar olarak çocuklarımızı en azından hicri takvimin varlığından haberdar etmeliyiz. Bu geçmişe dönmek değildir; geçmişi yâd etmektir.
Yarınlarımızın teminatı olan çocuklarımızı kültürel değerlerimizle beslemeliyiz. Çünkü dününü bilmeyen yarınına yön veremez. Bu arada unutmadan söyleleyim 20 Ocak 2007 tarihi itibariyle 1428. hicri yıla girdik. 1428 hicri yılının İslam âleminin uyanışına vesile olması en büyük temennimizdir. Hicri yılınız kutlu olsun, insanlığa hayırlar getirsin.
ölüm
22.01.2007 - 00:45GÜLE GÜLE HAYRULLAH MALKOÇ HOCAM! …
M.NİHAT MALKOÇ
Ölüm hepimizin son durağıdır. İnsanlık tarihi boyunca ölüm köprüsünden geçmeyen kişi görülmüş değildir. Her doğan kişi ölümü peşinen kabullenmiştir aslında. Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’de bu durum “Her nefis ölümü tadıcıdır. Kıyamet günü elbette ecirleriniz eksiksizce ödenecektir. Kim ateşten uzaklaştırılır ve cennete sokulursa, artık o gerçekten kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı, aldatıcı metadan başka bir şey değildir.” (Âl-i İmrân, 185) şeklinde ifade edilmiştir. Bu sese kulak vermeliyiz.
Ölüm, hayatımızdaki ağırlığını her zaman muhafaza etmektedir. Çünkü ölüm ölmemektedir. O her zaman diri ve güçlü bir halde hayatı yönlendirmektedir. Geçmişten günümüze dek ölüm her canlıyı derinden etkilemiştir. Ölümden müteessir olmayan bir varlık gösteremezsiniz. Zira ölüm hayatımızı çepeçevre kuşatmıştır.
Duygu işçisi olan şairler de sürekli olarak ölüm temasını şiirlerinin ana konularından saymışlar ve bu konu üzerinde kalem oynatmışlardır. Türk şiirinin en büyük isimlerinden biri olan Yahya Kemal Beyatlı da ölümü veciz bir biçimde işleyen ve ölüme dair duyguları ölümsüzleştiren bir ediptir. Onun “Sessiz Gemi” şiiri ölümü ne de güzel anlatmaktadır:
“Dönülmez akşamın ufkundayız, vakit çok geç.
Bu son fasıldır ey ömrüm, nasıl geçersen geç.
Cihana bir daha gelmek hayal edilse bile
Avunmak istemeyiz böyle bir teselliyle.
Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan
Ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan
Geçince başlayacak bitmeyen sükûnlu gece.
Guruba karşı bu son bahçelerde keyfince
Ya, aşk içinde harap ol, ya şevk içinde gönül
Ya, lale açmalıdır göğsümüzde yahut gül.”
Dostlarımızın ölüm haberini aldığımızda elektriğe tutulmuş gibi oluruz. Bir anlık şok geçiririz. Bir türlü inanamayız bu kara habere. Belki de yanlış haberdir deriz. Fakat içimiz yine de rahat etmez. İnanmakla inanmamak arasında gidip geliriz. İçimizi bir güvercin tedirginliği kaplar. Telefonlara sarılırız haberi doğrulamak için… Haber doğrulanınca da boynumuz bükülür, ölümün ağırlığı üzerimize çöker. Yürüyecek mecalimiz kalmaz.
Birkaç gün evvel(21 Ocak 2007 Pazar akşamı) cep telefonum çalana kadar her şey güzeldi. ‘Değerli bir dostum, hal hatır sormak için arıyordur’ diye düşündüm. O rahatlık içerisinde telefonu açtım. Fakat karşımdaki arkadaşın sesi titriyordu. Belli ki kötü bir haberi iletecekti bana. Nitekim öyle de oldu. Telefondaki arkadaşım; köyümüzün en sevilen simalarından, komşum, dostum ve ilkokul öğretmenim Hayrullah Malkoç’un öldüğünü haber veriyordu bana. Bu haberle ayaklarımın bağı çözüldü. Çünkü böyle bir haberi hiç mi hiç beklemiyordum. Haberin ağırlığı beni iyice çökertti. Telefonu kapattıktan bir saat sonra tekrar aradım arkadaşı. ‘Belki yanlış haberdir, iyice araştır’ dedim. Kendisinin hastanede, ölen şahsın yanında olduğunu söyleyince umutlarım tükendi.
Köprübaşı’nın Gündoğan Mahallesi Kosron mevkiinden olan Hayrullah Malkoç 56 yaşında sağlıklı bir insandı. Kurban Bayramı’nın ilk günü sabahtan akşama kadar beraberdik. Aynı kurbandaydık. İki hayvanı beraberce kesip paylaştırdık. Sohbet ettik, yedik, çay içtik. Akşam hava karardığında o, bir taksiye binerek Sürmene’ye gitti. Arkadaş çevresinden iki üç tane kurbanı üstlenmişti. Onların kesimini ve paylaştırmasını bizzat kendisi yapmıştı. Kurbanları evlerine kadar götürecekti. Öyle hayırsever bir insandı. Ben de yürüyerek eve geçtim. Bu onunla son görüşmemiz oldu. Fakat bunu aklımın ucundan bile geçirmezdim.
Merhum Hayrullah Malkoç çok değerli, yardımsever, becerikli, saygın bir insandı. Sürmene Halk Eğitim Merkezi Müdürü olarak görev yapıyordu. 30 yılı aşkın bir zamandan beri devletin değişik kademelerinde görev yaptı. Henüz emekli olmamıştı. Büyük bir hizmet aşkıyla memuriyetini devam ettiriyordu. Bugüne kadar bir türlü evlenememişti, kendisine evlenmek nasip olmamıştı. Sürmene’de dört katlı güzel bir ev yaptırmıştı. Fakat yalnızdı. Yüz yaşını aşmış babasıyla yaşıyordu. Zaman zaman ondan da ayrı kalıyordu. İnsanların sevgisini kazanan bir kişiydi. Köyün en güvenilir insanıydı. Darda kalanlara koşan bir hayır elçisiydi. Büyüğü büyük bilip sayar, küçüğü küçük bilip severdi. Doğruluktan ve dürüstlükten hiç ayrılmazdı. Onun kısa biyografisini dikkatlerinize sunmak istiyorum:
1951 yılında Sürmene’de doğdu İlköğrenimini Köprübaşı Merkez İlkokulunda, orta ve lise tahsilini Sürmene’de tamamladı. Erkek Öğretmen Okulu’nu Trabzon’da, Eğitim Enstitüsü’nü Kayseri’de tamamladı. İlk görev yeri Erzurum’un Horasan ilçesi Gündeğer Köyü’ydü. Daha sonra Şenkaya ilçesinin Teketaş köyünde Müdür yetkili öğretmen olarak çalıştı. 1975 yılında Sürmene Oylum İlkokulu’nda görev yaptı. Daha sonra Güneşli Köyü İlkokulu’nda 15 yıl boyunca Müdür Yetkili Öğretmen olarak çalıştıktan sonra 1990 yılında Sürmene Halk Eğitimi Merkezi’ne Müdür yardımcısı olarak atandı. 11 Ağustos 2005 tarihine kadar Müdür yardımcılığı ve Müdür Vekilli görevinde bulundu. Yukarıda belirtilen tarihten itibaren Müdür olarak görevine devam etmekteydi. 21 Ocak 2007 Pazar günü akşamı ani bir kalp krizi neticesinde aramızdan ayrıldı. Allah rahmet eylesin.
Merhum Hayrullah Malkoç Güneşli Köyü İlkoku’nda benim de öğretmenimdi. Beşinci sınıfta derslerimize o girmişti. Öğrencileri tarafından çok sevilen bir insandı. O sadece öğretmen değil, köyün bilgesiydi. Derdi olan ona koşardı. O, bizim güven kapımızdı, gülen yüzümüzdü. Derde düşünce soluğu kendisinde alırdık. Onun ahirete intikal etmesinden sonra kendimi çok yalnız hissediyorum. Sanki büyük bir boşluğa düşmüş gibiyim. Fakat bu saatten sonra ona dua etmekten başka yapacak bir şey yok. Allah mekânını cennet eylesin. Sözlerimi Cahit Sıtkı Tarancı’nın ölüme dair bir beşliğiyle sonlandırmak istiyorum:
“Neylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak.
Kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali o musalla taşında.”
Hrant Dink
20.01.2007 - 01:48NE OLUR! ...BU ÜLKEYE KIYMAYIN! ...
M.NİHAT MALKOÇ
Türkiye konumu itibariyle son derece mühim bir noktada duruyor. Bu ülke dünyanın en hassas ve kritik bölgesinde yer alıyor. Tarihte ülke olarak bunun bedelini ağır faturalarla ödedik. Avrupa’yla Asya’nın birleştiği noktada köprü vazifesi gören ülkemiz, daima birilerinin iştahını kabarttı, bu yüzden de hep hedef oldu. Ne zaman kalkınmak için doğrulsak kafamıza vurup sindirdiler bizi. Daima iç ve dış problemlerle oyalayıp durdular bu ülkeyi. Titreyip kendimize gelmememiz için sürekli uyuttular, adeta narkoz verdiler.
Türkiye kendi haline ve doğal akışına bırakılsaydı dünyanın en gelişmiş ülkeleri sıralamasında ilk üçü rahatlıkla zorlardı. Fakat bunu istemeyen şer güçler ayaklarımıza daima prangalar vurdular. Elimizi kolumuzu bağladılar. Hainleri besleyip üzerimize saldılar. Çünkü onlar Türkiye’yi orta çağ karanlığına mahkûm etmek istiyorlar. Biliyorlar ki kalkınmış ve güçlenmiş bir Türkiye, dünyanın tozunu attırır. Zira dünya Osmanlı tecrübesini altı asır boyunca yaşadı. Osmanlı dünyaya adalet dağıttı. Bu dönem içerisinde hainler nemalanamadı.
Son dönemlerde ülkemizde bütün sıkıntılara rağmen bir istikrar yaşanıyor. Ekonomide ve cemiyet hayatında olumlu bir hava göze çarpıyor. Türkiye kabuğunu kırma eğiliminde… Bu durum Türkiye düşmanlarını tedirgin ediyor. Onun içindir ki istikrarı bozmak için birileri düğmeye basmış durumda. Ermeni kökenli Türk vatandaşı Hrant Dink’in 19 Ocak 2007 Cuma günü öldürülmesi mevcut istikrarın bozulması için düzenlenmiş bir hıyanet eylemidir. Böyle bir eylemi Türkiye’yi sevenlerin yapması mümkün değildir.
Türkiye’nin yumuşak karnı olan Ermeni meselesi kaşınmak ve bazı gerçekler örtbas edilmek isteniyor. Planların yürümesi için Hrant Dink de buna kurban ediliyor. Niçin Hrant Dink derseniz cevabı açık… Bu konularda kalem oynatan medyatik bir kişi olmasından dolayı… Şer şebekeleri çok iyi bilir ki kurban ne kadar tanınmış olursa düzenbazların sesi o derece geniş kitlelere ulaşır. Böylece ortalığa korku salarlar. Onların genel stratejileri budur.
Bilindiği gibi Hırant Dink, “Türklüğe hakaret ettiği” gerekçesiyle yazdığı yazılarda TCK’nın 301’inci maddesi gereği üç kez yargılandı. 7 Ekim 2005 Şişli Asliye Hukuk Mahkemesi’ndeki duruşmasında Hrant Dink’e, 6 ay hapis cezası verilmişti. Hakkında daha önce aynı maddeden iki dava açılan Dink, birinden beraat etmiş; birinden de ceza almıştı. Türklüğü alenen tahkir ve tezyif etmek suçundan aldığı altı ay hapis cezası Yargıtay’ca onaylanan ve ertelenen Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink, Agos’ta yayınlanan son yazısında 17 Ocak’a kadar avukatlarının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuracağını açıklamıştı. Fakat bazı şer odaklar, yazdıkları senaryolarda onun bedeninin üzerinden siyasi pirim sağlamayı bir kere planlamışlardı. Onun ölümü bazı gerçekleri örttüğü gibi, bazı mesajların da ilgili mercilere ulaşmasına zemin hazırladı. Senaryo yazıldığı gibi oynandı. Şimdi bütün mesele senaryoyu yazanların ve oynayanların kimliğimin tespit edilmesidir. Fakat büyük ihtimalle bu senaryonun oyuncuları dış bağlantılıdır. Tahmin edersiniz ki bu bir sıradan(adi) cinayet değildir.
Gazeteci Dink ceza aldıktan sonra zor günler geçiriyordu. Beyanatlarında da dile getirdiği gibi sürekli tehdit telefonları ve mesajları alıyordu. Dink bundan yaklaşık beş ay evvel 02 Ekim 2006 Pazartesi günü bir röportajında 301. maddeden yargılanmasını ve buna sebep olan ‘Türk’ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermeni’nin Ermenistan’la kuracağı asil damarında mevcuttur’ sözlerine açıklık getirmişti. Dink şunları söylemişti: “Cımbızla makalemden böyle bir cümle çıkardılar ve beni o cümle üzerinden mahkûm ettiler. Ben Ermeni kimliği üzerine bir yazı yazmıştım ve Ermenilere diyordum ki Türklere olan öfkeniz sizin kanınızı zehirliyor. Atın o zehiri dışınıza ve onun yerinde sizin artık bir devletiniz var. Ermenistan var, oranın halkı var. 301. maddeden yargılanıyor olmak bir Türk vatandaşı olarak ve Türkiye’yi seven biri olarak son derece üzücü… Ben sadece bunlar benim hayatımın parçalarıymış gibi yaşamaya devam edeceğim. Sonucunda ne de gelirse ona da katlanacağım. Ben Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım, Türkiyeliyim ve çok yerel bir insanım. Anadoluluk benim iliklerime işlemiş vaziyette. Burası benim atalarımın yaşadığı topraklar, ben burada yaşamak istiyorum. Dilim giderim dese de adımlarım gitmek istemiyor. Kalmak istiyorum, burada yaşamak istiyorum. İnşallah bunu başarırım”
İstanbul’un göbeğinde kendi çıkardığı Agos gazetesinin önünde saldırıya uğrayarak hayatını kaybeden Hrant Dink, mahkeme kararından sonra Ahmet Hakan Coşkun’un hazırladığı ‘Tarafsız Bölge’ programında aşağıdaki barış mesajlarını vermişti:
“Irkçılık, ayrımcılık yaşamayalım. İç içe farklılıklarımızı da rahatlıkla yaşayalım. Birbirlerimize sayılı bir şekilde yaşayalım. Türkleri aşağılayacaksam ben niye bu ülkede yaşıyorum? Aşağılayacaksam gider uzaktan aşağılarım, başıma da bu belalar gelmez. Alnıma bir leke sürülmüş… Türklüğü aşağılamışım. Benim için dünyada en büyük suç ırkçılıktır. Eğer ben bu suçu işlediysem bu ırkçılıktır. Bir insan nasıl aşağıladığı bir insanla beraber yaşar? Bütün Ermenilerin dünyasında Türk ötekiydi. Ama beraber yaşadıkça o ötekilik ortadan kalkıyor. Benim Türklerle bir kavgam yok ki… Ben Türklerle yaşamayı şans sayarım. Beraber yaşamak bizim içimizdeki zehire panzehir olur. Diaspora Ermenileri Türklerle yaşarlarsa görecekler ki bu öfke yersiz…”
Bizce ölenin kimliği ve inancından çok, ne gayeyle öldürüldüğü önemlidir. Gazeteci Dink cinayetinin üzerindeki sis perdesi aralanabilirse eminim ki enteresan şeyler çıkacaktır ortaya. Son olarak şunları söylemek istiyorum: Bizler bütün etnik kesimlerle bir ve beraber yaşamak istiyoruz. Yıkıcı ve bölücü olmamak şartıyla herkes birbirinin inancına ve düşüncelerine tahammül etmelidir. Osmanlı devleti zamanında onlarca milliyet barış ve huzur içinde yaşadı. Kimse kimsenin varlığından rahatsız olmadı. Ne zaman ki Osmanlı’yı ortadan kaldırmak istediler, işte o zaman etnik gruplardan çatlak sesler çıkmaya başladı. Bizler kökeni ne olursa olsun, kalbi bu ülke için atan, Türkiye’yi seven herkesi seviyoruz. Ne olur bu güzel ülkeye kıymayalım. Dostluk ve kardeşlik parolamız olsun.
Kavgadan ve nefretten uzun vadede kârlı çıkan bir insan veya topluluk(ülke) gösteremezsiniz. Bizler dostluk, kardeşlik içinde ve Atatürk’ün öngördüğü şekilde barış içinde yaşamak istiyoruz. Yunus’un sevgi, Mevlana’nın hoşgörü pınarından hakkıyla nasiplenebilirsek, onların yolundan gidebilirsek inanın ki her yer güllük gülistanlık olacak. Yaşasın dostluk, kardeşlik ve barış,…Kahrolsun, kin, nefret ve intikam duyguları… Şu üç günlük dünyada hepimiz yolcu değil miyiz? Yunus’un dediği gibi:
“Gelin tanış olalım, işin kolayın tutalım:
Sevelim sevilelim, dünya kimseye kalmaz”
ergenlik
13.01.2007 - 18:37ERGENLİK KÂBUSU
M.NİHAT MALKOÇ
Dünyaya eşref-i mahlûkat olarak gönderilen insanın hayatı belirli dönemlere ayrılır. Bunlar çocukluk, ergenlik, orta yaşlılık ve ihtiyarlıktır. Bu dönemlerin kendine mahsus özellikleri vardır. Bunlara dikkat ederek çocuklarımızı yetiştirirken adeta bir psikolog mantığı ve anlayışıyla hareket etmeliyiz. Biz bu yazımızda bunlardan en problemlisi olan ergenlik dönemini inceleyeceğiz. Ergenlik problemlerini ve çözüm yollarını göstereceğiz.
Cinsel organların fizyolojik gelişmesiyle başlayan, buluğa ermişlikle yetişkinlik arasındaki döneme, yeni yetmelik ya da yaygın tabirle 'ergenlik' demekteyiz. Ergenlik dönemi genel olarak 11-19 yaşları olarak kabul edilir. Fakat bu, bünyeye göre değişkenlik gösterebilir. Bazı kişiler, ergenlik döneminin özelliklerini 20 ya da daha ileri yaşlarda da göstermeye devam edebilir. Bu dönem sadece fiziksel değişiklikleri beraberinde getirmez, bunların yanında kişide ruhi değişimler de görülür.
Ergenlik dönemi ergenlerin kimlik oluşturmaya başladığı dönemdir. Bu yaşlardaki çocuklar kimlik ve kişiliklerini oluşturmaya başlarlar. Bu yüzden çocukların yanlış yollara sapmamaları için ebeveynlerin onlara rehber olması gerekir. Gerçi bu yaşlardaki çocuklar genellikle ailelerin öneri ve dayatmalarına karşı direnirler. Çünkü bu yaşlar aileden bağımsız olma düşüncesinin yaygınlaştığı dönemdir. Gençler ailelerinin çizdiği dairenin dışına çıkmak için adeta çırpınırlar. Serbest hareket etme ve özgür olma düşüncesi her şeye baskındır.
Ergenlik psikolojisi üzerinde çalışan uzmanlara göre ergenlik, bireyin çocuksu tutum ve davranışlarının yerini yetişkinlik tutum ve davranışlarının aldığı, cinsiyet yetilerinin kazanıldığı dönemdir. Kızlar bu döneme erkeklere nazaran daha erken adım atarlar.
Ergenlik de kendi içinde ilk, orta ve geç ergenlik diye üçe ayrılır. İlk ergenlik 11-15, orta ergenlik 15-17, geç ergenlik 17-21 yaş aralıklarını kapsar. Bu dönemlerin kendine mahsus özellikleri vardır. Bu yaşlardaki çocuklarımızı anlamak için özel bir sabır ve gayret göstermeliyiz. Yoksa durup dururken istenmeyen çatışmaların çıkması kaçınılmazdır.
Ergenliğin ilk döneminde vücutta fiziksel ve cinsel gelişim ön plandadır. Bu fizyolojik değişiklikler sırasında ergenin ilgisi kendi bedenine yöneliktir. Birey bedenine ve o güne kadar taşıdığı kişisel role karşı yabancılaşma hisseder. Bu süreçte hırçınlık, sebepsiz öfke patlamaları, durup dururken ağlamalar, sinirlilik halleri sık görülen durumlardır. Bunları ergenliğin doğal bir sonucu olarak algılamak, paniğe kapılmamak gerekir.
Ergenliğin orta döneminde fiziksel büyüme devam eder. Kişi kendi bedenindeki fizyolojik değişikliklere zamanla uyum sağlar. Bu dönemde kendini bağımsız olarak görme anlayışı ön plandadır. Yani gencin anne ve babadan bağımsız olarak kendi başına karar verebilme yeteneği gelişir. Bu dönemde bireyin kendi başına karar verebilmesi için özgüvenin gelişmesi gerekmektedir. Bu da anne ve babanın desteğiyle gerçekleşir.
Orta ergenlik döneminin bir sonraki aşaması, kimlik oluşturmadır. Ergen kişi kendini tanımlamaya, ne olduğunu anlamaya çalışır. Kendini, ailesini ve çevresini sorgulamaya başlar. Arkadaş çevresi hızla şekillenmektedir. Yani kişi toplumsallaşma gayreti içerisindedir. Kişi kendisini yakın çevresine kabul ettirmeye çalışır. Ergenlik çağındaki fert daha çok kendi düşüncelerini beğenir, bunları çevresine kabul ettirme gayreti içerisine girer. Ailesinden uzaklaşarak toplumsal çevre içerisine dâhil olur. Ailesinden istediği sevgi, ilgi ve kabul görmedir. Ailenin uzun nasihatlerine ilgi duymaz, bunlardan sıkılır. Hele başkalarıyla karşılaştırılmaktan hiç mi hiç hoşlanmaz. Şayet anne baba çocuğunu olduğu gibi kabul etme yerine, işi sürekli yokuşa sürerse çatışmaların ve huzursuzlukların çıkması kaçınılmazdır.
Geç ergenlik döneminde fiziksel gelişim tamamlanır. Aile ile olan ilişkilerde çatışmalar azalır. Kişisel olgunluk artar. Bu dönemde bireyin toplumsal hayatta alacağı rol belirlenir. Gittikçe sular durulmaya başlamıştır. Bu yaşlarda anne ve babaya hak verme, onların çizgisine yaklaşma anlayışı hâkimdir. Bu noktadan sonra kişi kendini yönetebilme kabiliyeti kazanmıştır. Eski delidolu hareketler yerini mantığa ve sükûnete bırakmıştır.
Ergenlik bir değişimin ve dönüşümün adıdır. Bu hem gençlerin hem de ailelerinin zor bir dönemidir. Bu zorluk daha çok psikolojiktir. Ebeveynler olarak yarınlarımızın ümidi olan gençlerimizi sıkmadan ama boş da bırakmadan, büyük bir sabır ve özveriyle yarınlara hazırlamalıyız. Onları huzura ve emniyete taşıyan bir köprü olmalıyız. Onların ruh sağlıkları bizim de mutluluğumuzun kaynağı olacaktır. Unutmayınız ki akılcı, sorumlu ve sabırlı bir yaklaşım tarzıyla ergenlik kâbusu saadet tılsımına dönüşecektir.
Ergenlik çağındaki gençlerin yanlış düşüncelere ve akımlara saplanmaları çok kolaydır. Bu yüzden onları çok iyi takip etmeliyiz. Her şeyden evvel gençlerimize Allah sevgisi kazandırmalıyız. Onları İslam dairesinde dini duygular içerisinde yetiştirmeliyiz. Allah'ı sevenlerin, yeri gelince ondan korkanların, cennet ve cehennem kavramlarının şuurunda olanların, hangi yaşta olurlarsa olsunlar, davranış bozuklukları göstermesi mümkün değildir. Unutulmamalıdır ki İslam çılgınlığın en etkili panzehiridir.
Gençler için en emniyetli sigorta dini duygulardır. Nerede yaşarlarsa yaşasınlar, hangi yaşta olursa olsunlar Allah'a hakkıyla kul olanların fitneyle, fesatla, içkiyle, kumarla, uyuşturucuyla, zinayla, hırsızlıkla, yalanla dost olmaları mümkün değildir. Ne mutlu o altın çağın pırlanta hükmündeki nesline! ... Onları yetiştiren ana ve babalara selam olsun.
kahvehane
11.01.2007 - 23:55HER KAHVEHANEYE KİTAPLIK KURULSUN
M.NİHAT MALKOÇ
Eskiden kahvehanelere “kıraathane” denirdi. “Kıraat” okumak “hane” ev demektir. Kıraathane ise ‘okuma evi’ anlamına geliyor. Fakat günümüzde bazı kahvehaneler kıraathane diye isimlendiriliyorsa da içerisinde hiç de ismiyle alâkalı işler yapılmıyor. Ne yapılıyor? Okey, tavla, bilumum kâğıt oyunları oynanıyor; böylelikle kıraat lafta kalıyor.
Bugünkü kahvehanelerin eskiden kıraathane diye adlandırılması tesadüf değildi. O zamanlar ‘okuma evi’ anlamına gelen bu yerlerde okuryazarlar ve zamanın aydın insanları toplanır; edebiyat, tarih, din ve hayat üzerine konuşmalar yaparlar, zihni eğiten satranç oynarlarmış… Gündemi belirleyen hadiselerin kritiğini yaparlarmış. Yani o zamanlar buralar bir çeşit halk mektebiymiş. Seviyeli sohbetler ve tartışmalar yapılırmış bu nezih mekânlarda.
Batıda barlara gitmek neyse bugün bizde kahvehanelere gitmek de odur. Türkiye’de kahvehane sayısında her geçen gün büyük artışlar görülüyor. Fakat son yıllarda internet kafelerin ortaya çıkması kahvehanelerin pabucunu dama attı. İnternet kafeler özellikle gençler tarafından kahvehanelere tercih ediliyor. Kahveleri daha çok orta yaşlılar tercih ediyor.
Kahvehaneler bundan çok önceleri kahve içilen ve halkı eğiten yerlerdi. Yani bu mekânlar bugünkü gibi zaman öğüten değirmenler değildi. Tarihçi Peçevi’nin belirttiğine göre, halk buraya sadece kahve içmek için gelir ve kahvesini içerken de faydalı meşguliyetlerle oyalanırdı. Daha sonra her şey gibi buralarda yozlaştı, kuruluş amacından uzaklaştı. Sigara dumanlarının boğduğu sağlıksız yerler haline dönüştü.
Küçük yerleşim yerlerinde ve köylerde halkın zamanını geçireceği yerler genellikle kahvehanelerdir. Komşular ve dostlar buralarda bir araya gelir, sohbet eder, oyun oynar, vakit geçirirler. Fakat sohbetlerin kalitesi son derece düşüktür. Kimse kimseden müspet bir şey öğrenmez, buralarda dedikodu gırla gider. Zaman su misali akıp gider de kimse söz ve davranış adına hayırlı bir şey elde edemez. Ömürler yavaş yavaş törpülenerek tüketilir.
Türkiye’de kahvehanelerin çok yaygın olmasının en büyük sebebi işsizliktir. İş güç sahibi olamayanlar zamanlarını buralarda geçirirler. Dedikodunun alâsı kahvehanelerde yapılır. Genellikle küfür, iftira ve söz taşımanın yoğun olduğu yerlerdir buralar… Kahvelerden müspet manada kazanılacak pek bir şey yoktur. Nerden baksan zaman öğüten değirmendir kahvehaneler. Ömrümüzün en güzel anlarını bu sağlıksız mekânlarda çürütürüz.
Sözlükler kıraathane için “Müşterilerinin okumaları için gazete ve dergi bulunduran geniş, temiz ve iyi döşenmiş kahvehane…” dese de bugünkü kıraathaneler bu tanımdan çok uzak bir görüntü çiziyor. Türkiye’de her köşe başında bir kahvehane varken her ilçede bir kütüphane yoktur. İllerimizde il halk kütüphaneleri olsa da bunlar kitap okuyucularının ihtiyaçlarına yeterince cevap veremiyor. Öte yandan kahvehaneler işsizlerle ve ev kaçkınlarıyla dolup taşarken kütüphaneler ödev yapmaya gelen öğrencilere kalıyor. O zaman yapılması gereken şey, kitapları kahvehanelere taşımaktır. Yani kahvehanelere imkânlar ölçüsünce kitaplıklar kurarsak insanları kitaplarla buluştururuz.
Eskiden kıraathane diye geçen bugünkü kahvehaneleri eski konumuna dönüştürmeliyiz. Artık kahveler birer okuma salonuna dönüştürülmelidir. Her kahvehanede bir kitaplık oluşturulmalıdır. Belediyeler bu işyerlerine ruhsat verirken kitaplık kurmayı ön şart olarak ileri sürmelidir. Buralarda okuma masaları kurulmalıdır. Bu masalarda en az üç adet günlük gazete; üç tane aylık kültür, edebiyat, haber dergisi bulundurulmalıdır. Kahvehanelere gelenlerin dünyayla bütünleşmesi sağlanmalıdır.
Bizi biz yapacak ve dünyaya bakışımızı değiştirecek tek şey kitaptır. Kitaba yaklaştığımız ölçüde ufkumuz genişler, kitaptan uzaklaşırsak da dünyadan habersiz örümcek kafalı insanlar oluruz. Küçüğümüzden büyüğümüze kadar okuma seferberliği içerisine girmeliyiz. Evimizde, işyerimizde ve bütün müesseselerde kitap bulundurmalıyız. Batılılar gibi tatilde, seyahatte, yemekte kitap okumayı bir alışkanlık haline getirmeliyiz. Unutmamalıyız ki okuduğumuz kadar insanız. İtibarımız parayla, makamla değil, bildiklerimizle ölçülür. Daha doğrusu böyle olmalıdır. Bilgi en büyük değer olarak kabul edilmelidir. Dünya bilgiye itibar ediyor, biz de bu hususta onlara öykünmeliyiz.
Gelin; nesillerimiz yozlaşmadan, yarınlarımızın ümidi gençlerimizi kaybetmeden, hülasa vakit geçirmeden kahvehanelerimize bir şekil verelim. O mekânları sigara dumanlarının zehrinden kurtaralım. Kahvehane deyince oyun kâğıtları ve okey taşları akla gelmesin. Onlar da olsun bir yerde ama bu yerler onlarla sınırlı kalmasın. Buralar; kitaplıkları, gazete ve dergileri bulunan nezih mekânlara dönüşsün. Demli çaylar içilirken kitap, dergi ve gazeteler de okunsun. Ben böyle bir kahvehane özlüyor ve istiyorum.
saddam hüseyin
30.12.2006 - 23:37SADDAM ASILDI…YA APO! ...
M.NİHAT MALKOÇ
Dünyaya adalet(!) dağıtan ve anti demokratik idarelerle yönetilen devletleri özgürleştiren(!) ABD yönetimi öncelikle Irak’ı özgürleştirdi. Ardından da bir zamanlar sadık adamı olan Saddam Hüseyin’i darağacına çıkardı. Tabiî ki Saddam darağacına havalanması, Bağdat’ı hâkim tepeden seyretmesi için çıkarılmadı.
Peki, bir zamanlar koruyup kolladığı, sadık eleman olarak çalıştırdığı Saddam’ı niçin yağlı urganla darağacında sallandırdı? Sebebi gayet basit… Saddam’ın son kullanma tarihi geçti de ondan. Bizler son kullanma tarihi geçen şeyleri ne yaparız? İmha ederiz. Çünkü onların kullanılması bünyeye zarar verir. ABD yönetimi de öyle yaptı. Bünyesi için zararlı gördüğü bir varlığı iktidardan uzaklaştırdı, bununla da yetinmedi, dünya dışına itti.
Bilindiği gibi Amerikan işgal kuvvetleri tarafından oluşturulan özel mahkeme devrik Irak diktatörü Saddam Hüseyin’i ölüme mahkûm etmişti. Kararın infaz edilmesi için bir aylık süre olmasına rağmen ABD’nin Saddam’ı karardan üç gün sonra, bazı Müslüman ülkelerin bayram, bazılarının da bayram arifesinde olduğu bir zaman diliminde ipte sallandırılması düşündürücüdür. Bu Müslümanlara bir çeşit meydan okumadır, ince bir mesajdır.
Irak’ta büyük bir bataklığa saplanan ve kurtulmaya çalıştıkça derine batan ABD, Saddam’ı asarak son kozunu da oynamış oldu. Fakat bu bence sonun başlangıcı olabilecek derecede tehlikeli bir eylemdir. Saddam’ın varlığının ortadan kaldırılması Irak’a huzurdan çok, huzursuzluk getirecektir. Bizde kanı kanla değil, kanı suyla temizlerler. ABD idam kararını infaz etmekle kanı kanla temizleme seçeneğini tercih etmiştir. Irak’ta bundan sonra daha çok kan dökülecektir. Temenni etmeyiz ama bunu yaşayan herkes görecektir.
Saddam’ın bağımsız Irak mahkemelerinin verdiği kararla idama mahkûm edildiğini söylemek saflık olur. Çünkü artık bağımsız Irak diye bir devlet yoktur. ABD’nin kurnazlık yapıp kendini bu işin dışında gösterme gayretleri beyhudedir. Saddam ABD’nin eliyle ve emriyle idam sehpasına götürülmüştür. Bunu anlamayacak ve bilmeyecek kadar saf olamayız. Bilinen o ki ABD eliyle iktidara gelen Saddam Hüseyin, yine ABD’nin emriyle iktidardan ve hayattan uzaklaştırılmıştır. Çünkü ABD’nin yeni stratejik planları bunu gerektiriyordu. ABD’nin menfaatleri dışında bunun altında başka sebepler aramak anlamsızdır.
Saddam, ABD tarafından yıllarca kullanıldı. Eline güç ve iktidar verildi. ABD yapımı silahlarla İran’a saldırdı. Fakat Saddam belli bir süre sonra elindeki gücün kendinden kaynaklandığını düşünmeye başladı. ABD’ye rağmen münferit davranmaya yeltendi. Tabir caizse dünyanın jandarmalığını tekelinde gören ABD’ye horozluk tasladı. Böyle yapmakla elindeki bombanın pimini çekti. Sonrası malum! ...
Saddam’ın halkına yaptığı işkenceyi, zulmü ve katliamı gören ABD, acaba otuz binin üzerindeki Türk’ün katili Abdullah Öcalan’ı niçin görmezlikten gelir? Saddam’ı darağacına gönderenler, niçin bebek katili bir vahşiye ölümü reva görmezler? Apo’nun öldürülmemesi için özel bir kanunla Türkiye’de idam cezasının kaldırılmasına zemin hazırlayanlarda nasıl bir hoşgörü ve vicdan anlayışı vardır? Bunu anlamakta hayli güçlük çekiyoruz.
Türkiye terör örgütünün elebaşı katil Apo’yu idam etse Batı ve ABD bir yerlerini yırtar. Dört koldan insan hakları yaygaraları koparmaya başlarlar. Türkiye’ye karşı ekonomik ve siyasi yaptırımlar yapmaya kalkarlar. Samimiyetten uzak sözleriyle mangalda kül bırakmazlar. Fakat kendileri bağımsız bir ülkeyi küstahça işgal edip o ülkenin liderini alaşağı edip kodese koyarlar. Daha sonra da düzmece bir mahkemeyle idama götürürler.
Türkiye gerçek anlamda ekonomik bağımsızlığını sağlayabilseydi bu ikiyüzlülerin oyuncağı olmazdı; doğru bildiğini tereddüt etmeden gerçekleştirirdi. Fakat malumdur ki para verenler bir zaman sonra da akıl veriyorlar. Akıl almak istemiyorsanız olur olmaz borçlanmamalısınız, kendi yağınızla kavrulmayı becermelisiniz. Yoksa çok daha emir alırsınız. Türkiye’nin bugün yaşadığı çıkmazın yegâne sebebi budur.
Türkiye olarak, Saddam’ı dünyanın gözleri önünde ipte sallandıran ABD’ye karşı Apo kozunu kullanmalıyız. Onlar Saddam’ı nasıl idam ettilerse biz de otuz bin masumun kanını akıtan, evlerine ateş düşüren Apo canisini İmralı’nın göbeğinde yağlı urganda sallandırmalıyız. Sonu ne olursa olsun bu riski göze almalıyız. Yeter artık, bıktık bu ikiyüzlü Batı’dan ve onun bir çeşit kopyası olan ABD’den… Artık bağımsız bir ülke olarak kendi kararlarımızı kendimiz vermek istiyoruz. Ancak bunu gerçekleştirebilirsek gerçek manada özgür oluruz. Yoksa anayasadaki ifadeler hayata yansımaz, iki kapak arasında kalmaya mahkûm olur. Biz de müstemleke ruhu içerisinde gerçek bağımsız olduğumuzu sanarak yaşar dururuz. Kavanozun dışını yalayanların bal yediğini iddia ettikleri gibi biz de sağdan soldan emirler alarak özgürlüğün(!) tadını çıkarır, öylece avunuruz.
saddam hüseyin
30.12.2006 - 21:35…VE SADDAM GİTTİ!
M.NİHAT MALKOÇ
Etme bulma dünyasıdır üzerinde yaşadığımız… Hayatta kaderin cilveleri bizleri zaman zaman hayretler içerisinde bırakacak şekilde cereyan ediyor. Zulüm, edenin yanında kâr kalmıyor. Haksızlık eden bedelini kat kat ödüyor. Zamanın hafızası her şeyi kaydediyor. Yeri gelince kayıtlar bir film şeridi gibi gözlerimizin önünden geçiyor.
Saddam’ın idam haberi bana bu düşünceleri hatırlattı. Tikrit kentine 13 kilometre uzaklıktaki El-Avya köyünde çobanlıkla geçinen bir ailenin çocuğu olarak 1937 yılında doğan Saddam, yeni yıla giremeden 30 Aralık 2006 tarihinde henüz gün doğmadan Bağdat’ta boğazına yağlı urgan geçirilerek idam edildi. Böylelikle bir dönem hazin bir finalle kapandı.
Saddam ismi ‘karşı duran, göğüs geren kişi’ anlamını taşıyordu. Saddam Hüseyin de ismiyle müsemma bir kişi olarak ömrü boyunca hep karşı durdu, birilerine göğüs gerdi. Fakat karşı durduğu kesim hep gariban Irak halkıydı. Onun yiğitliği kendi halkına geçiyordu. ABD Irak’ı işgal ettiğinde bütün dünya Irak’tan canla başla direnmesini, adeta bir destan yazmasını bekliyordu. Saddam’ın askerlerinin ABD ordusuna karşı büyük hazırlıklar yaptıklarını sanıyorduk. Fakat düşündüğümüz gibi olmadı, Irak toprakları kısa zamanda düştü.
Saddam’ın idamla noktalanan hayatı ilginç kesitler içeriyor. Babasız büyüyen Saddam zor bir çocukluk devresi geçirdi. Siyasete ilk gençlik yıllarında bulaştı. Emperyalizme karşı cephe aldı, milliyetçiliği savundu. Baas Partisi’ne girerek kısa zamanda yükseldi. 1956 yılında henüz yirmi yaşında bıyığı bile terlememişken başarısız bir darbe girişiminde bulundu. Başbakan Abdülkerim Hassam’ı öldürmek için oluşturulan bir suikast örgütünün içinde yer aldı. Durumun açıklığa kavuşmasıyla yurdu terk etti. Baas Partisi’nin iktidara gelmesiyle geri döndü. Partiyle fikir ayrılığı doğunca hapse atıldı. 1968 yılında yapılan darbe Saddam’ı da hapisten kurtardı. Bundan sonra sürekli yükselmeye başladı. 1979 senesinde darbeyle iktidara el koydu. Artık güç kendisindeydi. Sesini çıkaranı gözünü kırpmadan öldürebiliyordu.
Saddam Hüseyin, 24 yıllık iktidarında çok kan akıttı. Irak’ı babasının malı gibi görüp şahsi tasarruflarda bulundu. Amerika’nın tahrikleriyle komşusu İran’a saldırdı. Sekiz yıl boyunca bir milyon Müslüman öldürüldü, kan oluk oluk aktı. Niçin? ..Bir hiç için! ....
Bunun yanında 1988 yılında Saddam yönetimindeki Irak güçleri Halepçe’de siyanür gazı kullanarak kadın-çocuk beş bin sivilin ölmesine neden oldu. Saddam kendi halkına kimyasal silah kullanmaktan çekinmedi. Daha sonra Kuveyt’i işgal etti. Bu esnada önüne gelen her yeri yağmaladılar. Ölüm azgın bir küheylan olup her yana pusu kurdu.
Saddam iktidarında her şey kapalı kapılar ardında gerçekleştirildi. Hiçbir zaman şeffaf bir yönetim anlayışı izlenmedi. İktidara yan gözle bakanlar ve Saddam’ı eleştirenler anında imha edildi. Şiiler ve Kürtler sürekli hedef seçildi. Bu kesimler devamlı işkencelere maruz bırakıldı. Öyle ki Irak halkına ait toplu mezarlar bile bulundu. Saddam en yakınındaki insanları, eniştelerini bile öldürmekten çekinmedi. Zalimlikte rakip tanımaz oldu.
Saddam iktidarı boyunca hep şiddet yanlısı oldu. Sözünden çıkmayanlar paşa gibi yaşadı. Ya direnenler, işte onlara hayat hakkı tanımadı. Gücünün sonsuz olduğuna inandı. Fakat her nedense bu yaptıkları bir kenara bırakılarak sadece Duceyl katliamı nedeniyle hakkında dava açıldı. Bu katliamda 148 Şii hayatını kaybetmişti. Irak’ın devrik Devlet Başkanı Saddam Hüseyin, yargılandığı Duceyl davasında insanlığa karşı suç işlemekten 05 Ekim 2006 günü ölüm cezasına çarptırıldı. Neden Duceyl katliamından hüküm giydi de öteki suçları hiç telaffuz edilmedi? Bunun üzerinde durulması gerekir.
Saddam’ın Duceyl katliamından dolayı idam edilmesi bence manidardır. ABD bu davayla ve neticesinde aldığı kararla Şiilerle Sünnileri birbirine düşürme gayesi gütmüştür. Bu ABD’nin son oyunudur. Şii-Sünni ikiliği ve fitnesiyle Irak’ı bölmeye ve lokma haline getirip yutmaya çalışan ABD, son oyununu Saddam’ın infazıyla sahneye koymuştur. Irak halkının bu çirkin tezgâha gelmemesi gerekir. Fakat Irak’ta ufuklar puslu görünüyor.
Irak’ta Şii-Sünni oyunun içine İran ve Türkiye de çekilebilir. Çünkü Türkiye Sünnilerin yoğun olduğu bir ülkedir. İran ise Şiilerin egemen olduğu bir toprak parçasıdır. Türkiye Sünnilerin, İran ise Şiilerin hamiliğine soyunursa Türkiye ile İran durup dururken kapış(tırıl) abilir. ABD’nin bu fitnesine karşılık bu iki ülkenin dikkatli olması gerekir.
Son olarak şunu söylemek istiyorum: Şahsen Saddam’ın idamına üzülmedim, onun ABD’nin kanlı elleriyle küstahça idam sehpasına götürülmesine üzüldüm. Zira ABD’nin başı olan Bush’un eli Saddam’ınkinden daha kanlı, yüzü ise Saddam’ınkinden daha karadır. ‘Tencere dibin kara seninki benden kara’ misali… Saddam bütün kötülüklerine rağmen Müslüman bir insandı. Umarım tövbeyle arınarak Hakk’ın huzuruna çıkmıştır. Allah kendisine imanınca ve insafınca rahmet eylesin.
izci
29.12.2006 - 22:03İZCİ LİDERLİK TEMEL KURSU VE ANILAR
M.NİHAT MALKOÇ
Geçmişte gençleri bekleyen tehlikeler bir ise günümüzde ondur; belki daha da fazladır. Nüfusunun yarıya yakınını gençlerin oluştuğu Türkiye’de bu kesimi eğitici faydalı uğraşlar bulmak zorundayız. Aksi halde onları içki, kumar, uyuşturucu, bölücülük, hırsızlık ve fuhuş bataklığına düşmekten koruyamayız. Aydınlık geleceğimizi ellerimizle karartırız. Onun için yarınlarımızın ümidi olan gençlere eğitici meşguliyetler bulmalıyız, onları hayırlı işlere yönlendirmeliyiz. Bunu gerçekleştirmek için ‘izcilik’ biçilmiş kaftandır.
Geçenlerde Trabzon’da izcilik faaliyetlerinde bulunacak izci liderlerinin yetiştirilmesinde görev alacak eğitmenleri yetiştirmeye yönelik olarak on günlük bir İzci Liderlik Temel Kursu açıldı. İzciliği eskiden beri merak ederdim. Fakat bu yaşa gelinceye kadar bu işin içine girme imkânım olmamıştı. Bu işi rahmetli Kemal Sunal’ın filmlerinden görmüş, merak etmiştim. Okula bununla ilgili yazı gelince kursa katılmaya karar verdim. Üstelik izci lideri olmak için kırk yaşını geçmemiş olma şartı vardı. Bu da gösteriyordu ki dört yıl sonra izci lideri olma hakkım olmayacaktı. İzcilik içimde bir ukde olarak kalacaktı. Bu düşüncelerle tereddüt etmeden kursa katıldım.
Kursa Trabzon ve çevresindeki okullarda görev yapan öğretmenlerden 270 kişi müracaat etti. Daha sonra bunların 170’i elenerek sayı 100’e düşürüldü. Çünkü kurs için yüz kişi bile fazlaydı. Kurs 21–30 Aralık 2006 tarihleri arasında KTÜ Sağlık Meslek Yüksekokulu’nda gerçekleştirildi. Trabzon’un merkezinden ve ilçelerinden gelen öğretmenler on gün boyunca izciliğin esaslarını hem teorik hem de pratik olarak öğrendiler. Dilerseniz izcilikle ilgili olarak öğrendiklerimden bir kısmını sizlerle paylaşayım.
“Milliyet, örf, din, dil ayrımı gözetmeksizin herkese açık, politik olmayan eğitimsel üniformalı bir gençlik çalışmasıdır. İzcilik tüm dünyada okul dışı bir faaliyet olarak değerlendirilmiş ve okul dışı izcilik organizasyonları kurulmuştur. İzcilik çocuk ve gencin karakterini geliştirmek suretiyle eğitimin oluşturduğu boşluğu doldurur.
İzcilik, çocuk ve gencin grup içinde ve bizzat tabiatın kucağında eğitilmesiyle karakter, beceri, sağlık, mukavemet, cesaret vs. konularda daha iyi ve daha çabuk eğitilebilecekleri fikrinden doğmuştur. Kişinin eğitimi, bedenen ve fikren olduğu kadar ahlâken de büyük önem taşır. Bu nedenle de izcilik ahlâk eğitiminde aktif bir metot olarak kabul edilir. İzcilik iyi yurttaş yetiştirmeyi amaçladığından milli, iyi insan yetiştirmeyi amaçladığından ise evrensel bir olaydır. Kısaca izcilik; çocuk ve genci tam anlamıyla topluma yararlı, insanları seven, onlara yardım eden, doğayı ve çevreyi koruyan, vatanına yararlı, iyi bir insan olma sanatıdır. Bir çeşit sosyalleşme gayretidir.”
İzci Liderlik Temel Kursu’nda sadece teorik bilgiler verilmedi; uygulamalar da yapıldı. İki gün bir gece Yomra İzci Evi’nde kalındı. Orada pek çok uygulama çalışması yapıldı. İzcilikle ilgili temel uygulamalar gösterildi. Arazide temel izci işaretleri takip edilerek hedefe varma çalışması yapıldı. Zaman zaman çok yorucu uygulamalar gerçekleştirildi. Hatta gece yarısı araziye çıkılarak izciliğin temel kaideleri yaşatılarak öğretildi. Çadırlar kuruldu. Yemek pişirildi, bulaşıklar yıkandı. Paylaşmanın ve yardımlaşmanın örnekleri verildi.
Biz bu çalışmalarla gençleri kötü alışkanlıklardan nasıl kurtaracağımızı, onları doğayla nasıl barıştıracağımızı, içlerindeki merhamet ve yardımlaşma duygularını nasıl inkişaf ettireceğimizi tecrübe ettik. Gençleri kamplar aracılığıyla doğal hayatla buluşturmanın, kötü alışkanlıklardan uzaklaştırmanın izciliğin gayelerinin başında geldiğini öğrendik.
On gün boyunca çok güzel, unutulmaz anılar yaşadık. Adeta geçmişe, çocukluğumuza döndük. Yaşananlardan yola çıkarak gençleri daha iyi anladık. Onlara yol göstermenin, onları kötülüklerden uzak tutmanın önemini daha iyi kavradık. Dört duvar arasındaki örgün eğitimin yanında gençleri tabiatla baş başa bırakarak da eğitebileceğimizi, bunun da bir ihtiyaç olduğunu bizzat öğrendik. Tabiattan uzak kalmanın hayatı renksizleştirdiğini ve monotonlaştırdığını daha iyi anladık. Gençler için el ele verdik, kenetlendik.
Bundan sonra gençlerin hayata daha sıkı tutunabilmeleri için elimizden geleni yapacağız. Onları dört duvar arsında hapsolmaktan kurtaracağız. Doğal hayatın tabiatta olduğu gerçeğinden yola çıkarak onlarla kamplara gidip doğadaki güzellikleri ve tabii hayatı doyasıya yaşamalarını sağlayacağız. Biz artık izci lideriyiz. Trabzon ve Türkiye gençliğinim hizmetindeyiz. İzcilik kanalıyla gençleri kötü alışkanlıklardan uzak tutacağız.
Trabzon eğitim kadrosuna yüz yeni izcinin daha katılması pek çok şeyi değiştirecektir. Yeter ki değişime ve dönüşüme inanalım. Bunu okul, öğretmen, veli işbirliği içerisinde hep birlikte yapacağız. İyi ki İzci Liderlik Temel Kursu’na katılmışım. Dünyaya ve gençlere bakış açım daha da genişledi. Demek ki kişinin ufku bildikleri kadardır. Yeniliklere açık olmak lâzım. Yenilikler canımıza can katıyor. Sözlerimi izcilerin vazgeçilmez bildirilerinden biri olan ‘İzci Andı’yla bitirmek istiyorum:
“Tanrıya, vatanıma karşı vazifelerimi yerine getireceğime, izcilik türesine uyacağıma, başkalarına her zaman yardımda bulunacağıma, kendimi bedence sağlam, fikirce uyanık ve ahlâkça dürüst tutmak için elimden geleni yapacağıma şerefim üzerine and içerim.”
2006
26.12.2006 - 23:47MİLENYUM’UN ‘ALTI’SI
M.NİHAT MALKOÇ
Yılların bir su misali akışına engel olamıyoruz işte... Zaman azgın bir çağlayan gibi aktıkça akıyor kuytu ırmakların dehlizlerine… Her damla bir daha geri dönmemelicesine kopup gidiyor hayatımızdan… Hiçbir damla aynı taşa değmiyor iki kere… Geçen dakikalar yelkovan ve akreple vedalaşıyor; her biri yorgun adımlarla göğün merdivenlerini yavaş yavaş çıkıyor. Oradan seyre dalıyorlar geleceğin şafağını…
Zamana direnemeyenler zamanın hükmüne ram oluyorlar. Titrek hatıralar gözlerimizde canlanıyor bir bir… Zamanın heybesindekiler bazen gülümsetiyor, bazen de burkuyor yüreklerimizi… Zamanı kuşananlar ona karşı yürümeyi beceremiyorlar bir türlü... Güçlü fırtınalar mevzilerimizi darmadağın ediyor. Düşlerimiz tuzla buz kesiliyor… An geliyor ki Ahmet Hamdi Tanpınar’ın zamana dair sözlerinin enginliğinde buluyoruz kendimizi… Vakti kuşatıyor şairin zamana dair ruhumuzu okşayan sözleri:
“Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare geniş bir anın
Parçalanmış akışında,”
Dünden kalanlarla hesaplaşıyoruz gecenin kör karanlığında… El ense boğuşmadan sonra yorgun nefeslerle soluyoruz billurlaşan göğün nadide oksijenini… Hücrelerimiz hayat buluyor göğün derinliklerinden gelen damlacıklarla… Kuş gibi hafifliyor dünden arda kalan azade tenimiz… Hayal dünyamızın kapılarını açınca düşler, aylarca zincirde kalmış, bilahare bağı çözülmüş küheylanlar gibi tırmanıyorlar yürek tepelerine… Şekiller can veriyor rüyalarımızda. Hafiflik meydan okuyor yerçekimine. Kurşundan tenler kuştüyü derecesinde kaybediyorlar yerçekiminin ağırlığını… Şair mırıldanıyor dünden arda kalan dizelerini:
“Bir garip rüya rengiyle
Uyumuş gibi her şekil,
Rüzgârda uçan tüy bile
Benim kadar hafif değil”
Diğer seneler gibi milenyumun altısı da geride kalıyor sayı cetvelinde. 2006’nın altısı düşüyor yere yüzükoyun… Onun boşluğunu dolduruyor ‘yedi’ mahcup bir edayla… Fakat o da yere düşen altı gibi bir gün kendisinin pabucunun da dama atılacağını çok iyi biliyor. Sevinemiyor, tahta geçmenin hazzını yaşayamıyor bir türlü… Geçiyor, geçiyor zaman… Geçtiği yerde ne bulursa silip götürüyor… Sadece hatıraların tortusu kalıyor geriye…
Ne yazık ki farkında değiliz ömrün ufalandığının… Ekonomik ve siyasi krizler, cinayetler, yaralamalar(ki en acısı yürek yaralanmaları) zamanın üstüne yayla dumanı gibi çöküyor. Gözlerimiz görüş mesafesini kaybediyor. Burnumuzun ucu gelişliğinde oluyor zaman ve mekân… Sizler dağılınca görüş mesafemiz tekrar geri dönüyor.
Düz bir çizgide ilerliyor zaman, en tatlı yıllarımıza pusu kuruyor. Buna akrep ve yelkovan da yardım ve yataklık ediyor duvarlarımızın en mutena köşelerinde. En görünür yerde sergiliyorlar yarım kalmış hayatların acıklı dramlarını… Geçmiş ve gelecek bir eksenin iki ucu olarak arz-ı endam ediyorlar vaktin kanayan yerinde…
Milenyumun altısı biraz mahcup, biraz, utangaç düşüyor takvimlerin göbeğinden… Giderken kanlı bir iz bırakıyor geçtiği bütün güzergâha… Filistin’den Irak’a değin bu kan izlerinin izini sürebiliyoruz istemesek de… Bush’ların baş, düşlerin boş olduğu kavruk zaman dilimlerinde geleceğe yine endişe taşıyor saatin tiktakları… Geçmiş ne kadar da benziyor geleceğe… Öyle de gelecek geçmişe… Sahneler değişse de yazarlar ve oyuncular hep aynı… Böyle bir durumda değişenler sadece figüranlar oluyor doğal olarak…
Milenyumun altısı hüzünleniyor takvimlerden uzaklaştıkça… Üzülmesi gerekenler katılaştıkça zaman daha bir tedirginleşiyor. Milenyumun ‘yedi’si yerini alırken insanların zihninde değişime ve dönüşüme dair umutlar yeşermiyor nedense... Çünkü neticenin hayal kırıklıkları olacağını bile bile hayal kurmaktansa gerçeklerin ağırlığı altında ezilmeyi kabulleniyor hayat işçisi insanlar! ... Milenyumun altısı ayrılıyor aramızdan ama ne kendisi, ne de uğurlayanlar bir mana veriyor bu gidişe! ...Hayat yine eski hızında, insafını kaybetmiş bir canavar gibi koşturuyor peşimizden….Bir türlü anlam veremiyoruz bu kötü gidişe! ....Alışılmış olduğu üzere biz ‘hayat’ diyoruz bu işe, gidişe, şe şe şe şe! ....
türkmenbaşı
22.12.2006 - 23:30TANIDIĞIM TÜRKMENBAŞI
M.NİHAT MALKOÇ
‘Her canlı ölümü tadacaktır’ ayetinin gereğinin bir yansıması olarak kardeş Türkmenistan Devlet Başkanı Saparmurat Türkmenbaşı da 21 Aralık 2006 Perşembe gününün ilk saatlerinde dünyaya veda etti. Türkmenistan’ın her şeyi olan bu değerli insanın ölümü beni de hüzünlendirdi. Zira 2000–2003 yılları arasında üç yıl boyunca bu topraklarda öğretmen olarak görev yapmış, onunla aynı havayı solumuştum. Onu yakından tanıma, onunla aynı mekânlarda bulunma, kendisiyle bir araya gelme fırsatı bulmuştum.
Türkmenbaşı yetim olarak büyümüş, zor şartlarda okumuş, kısa zamanda SSCB yetkililerinin dikkatini çekmiş büyük bir liderdi. 21 yıl gibi uzun bir zamandan beri Türkmenistan’ı yönetiyordu. Türkiye’de ve dünyada Saparmurat Niyazov hakkında çok şeyler söylendi, herkes kendince yönetim anlayışını eleştirdi. Bu tenkitler zaman zaman maksadını da aşar oldu. ‘Vurun abalıya’ misali hareket edildi. Özellikle ölümünden sonra Türk medyası nerdeyse ağızbirliği etmişçesine ona ve icraatlarına saldırdı, gerçekler saptırıldı.
Onu eleştirenler aslında onun hakkında çok fazla bir şey bilmiyorlardı. Belki çoğu kulaktan dolma bilgilerle hareket ediyordu. Hiçbiri benim gibi üç yıl boyunca bu ülkenin başkenti Aşkabat’ta yaşamamıştı. Benim Aşkabat’ta ikamet ettiğim yer Türkmenbaşı’nın köşküne beş yüz metre uzaklıktaydı. Sabah köşke gelişlerine ve akşam köşkten ayrılışlarına bizzat şahit olurdum. Geceleri kaldığı sarayı şehrin dışındaydı. Makam arabasını genellikle kendisi kullanırdı. İdareci olarak çok sert görünse de aslında çok güleç bir insandı. Çocukları çok severdi. Her fırsatta onlara hediyeler verirdi. Kimsesiz çocukların hamisiydi. Çünkü o da yetim ve öksüz olarak yetimhanelerde büyüyüp bugünkü konuma gelmişti.
Türkmenbaşı, dost ve kardeş Türkmenistan’ın bağımsızlığına, kalkınmasına ve istikrarlı bir ülke olarak uluslararası alanda yerini almasına büyük katkıları olan tecrübeli bir devlet adamı olarak zihinlerimizde kalacaktır. Bu sözü inanarak, Türkmenistan’ın geçmişini ve bugününü çok iyi bildiğim için söylüyorum. Zira Türkmenistan bağımsız olmadan evvel geri kalmış bir üçüncü dünya ülkesiydi. Onun başkenti olan Aşkabat adeta bir köyü andırıyordu. Yokluk hayatın her yerindeydi. Böyle bir konumdaki ülkeyi kısa zamanda imar ederek modern bir hale getirdi. Eskiden Aşkabat’ta en çok üç katlı, tek tip, estetikten yoksun, sadece barınma amaçlı evler yapılıyordu. Bu haliyle basit bir köyü andırıyordu.
Bugünkü Aşkabat’ı görenler küçük dillerini yutuyorlar. Çölün ortasında son derece modern bir şehir kurmuş merhum Saparmurat Türkmenbaşı… Topraklarının dörtte üçü çöl olan Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat’ta ilk bakışta dikkat çeken şey su sesidir. Aşkabat’ın her tarafından su sesi duyarsınız. Son derece modern ve çekici parklarında sular adeta oynaşır. Bunu her tarafı çepeçevre kuşatan yeşillik izler. Türkmenistan’ın sembol anıtlarından biri olan Üç Ayak(Bitaraflık Anıtı) ’a çıkınca yemyeşil bir şehir size kollarını açar.
Türkmenler parka ‘sehilgâh’ derler. İnsanlar genellikle parklarda eğleşirler. Şehrin dört bir yanında uçsuz bucaksız ve gösterişli parklar vardır. Buralarda su sesiyle zihninizi dinlendirebilirsiniz. Ben bu kadar modern parkları Türkiye’de bile görmedim. İnsan nasıl olur da çölde böyle bir su medeniyeti kurabilir? İnanırsan başarırsın. Türkmenbaşı inandı ve başardı. Diğer Türk cumhuriyetlerine iyi bir örnek oldu.
Türkmenistan’da daha önce, yani SSCB döneminde tavuk kümesi gibi olan evler tek tek yıkılmış, yerlerine modern binalar kurulmuştur. Artık Aşkabat’ta yüksek katlı ve gösterişli binalar ve işyerleri her sokak başında ve her cadde üzerinde sıkça rastlanan görüntülerdir. Devlet tarafından yapılmış olsalar da bunların çoğu özel mülkiyetin örnekleridir.
Türkmenbaşı çok titiz bir insandı. Düzene çok önem verirdi. Bu nedenle Aşkabat ve diğer şehirlerde peyzaj düzenlemelerine aşırı derecede dikkat etmiştir. Mermersiz binaya tahammül edemezdi. Aşkabat’taki binaların dışını en kaliteli mermerlerle kaplatmıştı. Mermer kaplamasız bina yok gibiydi. Bu bembeyaz görüntü şehre bambaşka bir hava katmıştı. Aşkabat adeta ‘Akşehir’e dönüşmüştü. Aşkın abat(bol) olduğu bu şehre bu görüntü çok yakışıyordu. Aklık şehrin imajı haline gelmişti adeta. Bilenler bilir, Aşkabat son derece geniş cadde ve sokaklarıyla göz kamaştıran bir şehirdir. Geçmişte depremle yerle bir olan şehir, bugün dostları gururlandırırken düşmanları hasedinden çatlatıyor.
Bu eser bazılarının beğenmediği, diktatör ve kalpsiz olarak nitelediği Türkmenbaşı’nın eseridir. O diyarları bizzat gezen ve üç yılını orda geçiren birisi olarak Türkmenbaşı’yı Türkmenistan’ın büyük bir değeri olarak görüyorum, onun genç sayılabilecek bir yaşta ölümünü büyük bir kayıp olarak sayıyorum. Türkmenistan’a hâlâ Rusya penceresinden, sosyalist gözlüğüyle bakanlar Türkmenbaşı’nı hakkıyla anlayamazlar. Kim ne derse desin Türkmenistan büyük bir liderini kaybetmiştir. Büyük Türk dostu Saparmurat Türkmenbaşı’na Allah’tan rahmet, kardeş Türkmen halkına sabır diliyorum.
Kurban Bayramı
21.12.2006 - 00:40KURBAN HAYVAN KATLİAMI MI?
M.NİHAT MALKOÇ
Müslümanların dini vecibelerinden birisidir gücü yetenlerin kurban kesmesi… Her yıl gerçekleştirilen bu kulluk eylemi, kulu Allah’a yaklaştırır. Sözlükte yaklaşmak, Allah’a yakınlaşmaya vesile olan şey anlamlarına gelen kurban, dinî bir terim olarak, ibadet maksadıyla, belirli şartları taşıyan hayvanı usulüne uygun olarak kesmeyi ve bu amaçla kesilen hayvanı ifade eder. Gücü yeten her müminin kurban kesmesi gerekir. Kurban kesmek, zengine Hanefi’de vacip, diğer üç mezhepte sünnettir. Sosyal dayanışma ve yardımlaşmanın zirvesi olan kurban mali ibadetlerden biridir. Gücü yetmeyenin böyle bir vazifesi yoktur.
Bazı kesimler kurban ibadetini hayvan katliamı olarak görüp onun yerine sadaka vermeyi önermektedirler. Böyle bir şey mümkün değildir. Zira kurbanın temsili bir anlamı vardır. Üstelik kurban kesmek katliam falan değildir; islamın beş şartından biridir. Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim kurbana değinmiş ve onunla ilgili şu hükümleri getirmiştir:
“Her ümmet için, Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerine ismini ansınlar diye kurban kesmeyi meşru kıldık…” (Hacc 22/34)
“Kurbanlık büyükbaş hayvanları da sizin için Allah’ın dininin nişanelerinden kıldık. Sizin için onlarda hayır vardır. Onlar saf saf sıralanmış dururken kurban edeceğinizde üzerlerine Allah’ın adını anın. Yanları üzerlerine düşüp canları çıkınca onlardan siz de yiyin, istemeyen fakire de istemek zorunda kalan fakire de yedirin. Şükredesiniz diye onları böylece sizin hizmetinize verdik… Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Allah’a ulaşacak olan ancak, sizin O’nun için yaptığınız, gösterişten uzak amel ve ibadettir.” (Hacc 22/36–37)
Kurban kesmek, akıllı, buluğ çağına ermiş, dinen zengin sayılacak kadar mal varlığına sahip ve misafir olmayan Müslüman’ın yerine getireceği mali bir ibadettir. Temel ihtiyaçlarından ve borcundan başka 20 miskal (80.18 gr.) altın veya bunun değerinde para veya eşyaya sahip olan kişi dinen zengindir; dolayısıyla Allah’ın kendisine bahşetmiş olduğu nimetlere şükran ifadesi ve Allah yolunda fedakârlığın nişanesi olarak kurban kesmelidir.
Kurban konusunda ciddi çelişki ve yanılgılarımız vardır. Çoğu insan kurbanı keser kesmez buzdolabına doldurmaktadır. Oysa kestiğimiz kurbanla ihtiyaç sahiplerini sevindirmek ve onlara et yeme imkânı sağlamak gerekir. Hz. Peygamber, kurban etinin üçe taksim edilip, bir bölümünün kurban kesmeyen yoksullara dağıtılmasını, bir bölümünün akraba, tanıdık ve komşularla paylaşılmasını, birinin de evde bırakılmasını tavsiye etmiştir. Ailenin durumuna göre etin tamamı da evde bırakılabilir. Ancak, toplumda muhtaçların arttığı bu dönemde kurban etinin çoğunun, hatta tamamının dağıtılması uygun olur. Fakat bizler kasaptan et almış gibi ne varsa kendimiz için kullanıyoruz; kâr, zarar ve kilo hesabı yapıyoruz. Böylelikle kurbanlarımız gayesinden uzak düşüyor.
Kurban ibadetini saptıranların ve onu hayvan katliamı olarak niteleyenlerin art niyetli oldukları aşikârdır. Bu ibadet yeni icat edilmedi. Yeryüzünde1400 yıldan beri kurban kesiliyor. Kurban kesmek, Müslümanlıktan önce de Hak dinlerde vardı. Yahudilerin de, Hıristiyanların da Peygamber olarak kabul ettikleri atamız Hz. İbrahim(a.s) ’ın sünnetidir kurban… Hz. İbrahim, oğlunu kesmeyip, bir koçu kestiği için, bu sünnet asırlardan beri devam etmektedir. Bizler o günün hatırasına kesiyoruz kurbanlarımızı.
Kurbanı bir hayvan katliamı olarak niteleyenler acaba diğer günlerde kesilen hayvanları görmüyorlar mı? Hayvanlar sadece kurban bayramında mı kesiliyor? Kasaplarda satılan etler de neyin nesi? Bunların zoru hayvanları korumak filan değil, ibadet olan kurbanı hayatımızdan silmektir. Üstelik hayvan haklarını savunan(!) bu kişiler astragan kürk giymekten de geri durmazlar. Giydikleri kürklerin bir hayvanın öldürülmesiyle elde edildiğini görmezlikten gelirler. Bunlar çifte standart ve çelişki değil de nedir?
Bazı kesimler Türkiye’nin, Avrupa Birliği’ne girmesiyle bir kısım değerlerinden vazgeçeceğini iddia ediyorlar. Vazgeçeceğimiz değerlerden birisi de kurbanmış. Korkmayın AB’ye gireceğimiz filan yok. Üstelik girsek bile Avrupalılar, bizim sözde hayvan dostlarından daha geniş ufka sahiptirler. Bizimkiler gibi sapla samanı birbirine karıştırmazlar.
Avrupa dedim de aklıma geldi. İspanya AB üyesi değil mi? İspanya boğa güreşleriyle tanınan bir turizm ülkesidir. Boğalara nasıl davranıldığı, arenalarda nasıl hunharca şişlenip öldürüldüğü herkesin malumudur. AB onları görmüyor mu? Onlar görmüyorsa bizim yerli hayvan dostları buna neden ses çıkarmıyorlar? Bunun yanında Çinliler ve Japonlar bu çağda bile kedi köpek yemekten çekinmiyorlar. Onlara niçin tepki göstermiyorsunuz? Sizin derdiniz hayvanlar değil, inancını yerine getiren Müslümanlardır. Güya bir açık yakalamış gibi durduk yerde saldırıyorsunuz. Sizi kurban kesmeye zorlayan yok; inanmıyorsanız kesmeyin. Bari başkalarının ibadetlerini gölgelemeye ve lekelemeye kalkışmayın.
Hayvan haklarını hepimiz savunuyoruz. Fakat bütün hayvanların ve diğer varlıkların insanın faydasına sunulduğunu da biliyoruz. Kurbanın merhamet ölçüleri içerisinde temiz ve uygun ortamlarda kesilmesine diyeceğimiz yok. Tabii ki sıhhi şartlarda kesilmelidir. Lakin bunu saptırıp kurbanın özüne saldırmak çirkin bir davranıştır. Hayvan haklarını savunduğunu söyleyenlerin, eşref-i mahlûkat olan insana da sahip çıkmalarını, onun da haklarını savunmalarını bekleriz. Zira Bosna-Hersek, Kosova, Doğu Türkistan, Cezayir, Çeçenistan, Karabağ, Filistin ve Irak gibi İslam beldelerinde kan gövdeyi götürüyor. Yüzünüzü biraz da oraya çevirin. Müslümanların Kurban Bayramını en içten dileklerimle kutluyor, milletimize hayırlar ve bereketler getirmesini Cenab-ı Hakk’tan niyaz ediyorum.
Toplam 249 mesaj bulundu