Nihat Malkoç Adlı Üyenin Nedir Yazıları - Ant ...

  • necip fazıl kısakürek

    16.02.2005 - 22:26

    DOĞUMUNUN 100. YILINDA ÜSTAD NECİP FAZIL KISAKÜREK
    M.NİHAT MALKOÇ

    Bundan tam yüzyıl evvel doğan Üstad Necip Fazıl Kısakürek,Türk şiirinin zirvesine postunu seren bir gönül eriydi.Ölümden asla korkmayan ve “Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber? ” diyen bu Allah dostunu,çok üzdüler bu dünyada.Atalarımız: “Meyve veren ağacı taşlarlar “ demiş…O da meyve veren bir ağaçtı.Koca bir nesli sırtında taşıyordu.Allah’ın davasını,ateşten gömlek misali giyinmişti bir kere.Bütün zevkleri elinin tersiyle geri çevirerek çileye talip olmuştu.İki cihan saadetini temin etmek için böyle gerekiyordu.O da öyle yaptı.
    Üstad Necip Fazıl,çok sessiz ve kendi hâlinde yaşayan bir insan olmasına rağmen,şöhreti Türkiye’yi çoktan aşmıştı.Bu onun fâni teninden değil,davasına sadakatle bağlılığından kaynaklanıyordu.Tarihî,dinî ve millî değerlerimizi onun kadar sahiplenen sanatkâr az yetişir.Ömrü boyunca kendini,mensup olduğu davadan daha öncelikli görmemiştir.Asla “ben” davası gütmemiştir.Fakat büyük bir sanatkâr olduğunu,her fırsatta dile getirmekten geri kalmamıştır.Bu biraz da kendisinin ve davasının izzetini korumak içindir.
    Necip Fazıl’ın hayatı,iki ayrı döneme ayrılarak incelenebilir.1904 senesinde doğan şair,1934 yılına kadar dağınık bir ömür sürmüştür.Henüz beklenen manevî atmosferi yakalayamamıştır bu süre içerisinde.1934’te Esseyyid Abdülhâkim Arvasî Hazretleriyle tanışınca hayatının çizgisi değişmiştir.İslâmın nurlu iklimine ayak basınca bütün dünyası değişmiştir.O güne kadar pek çok eserler yazmıştı.Fakat yazdıkları Hakk ve hakikat çizgisinden uzaktı.Allah’ın kime,ne zaman hidayet nasip edeceği hiç belli olmaz.Demek ki onun kaderi de böyle yazılmıştı. İslâm dairesine dahil olduktan sonra,eski arkadaşları onun için: “Necip Fazıl sanatını ve kendini mahvetti.” demişlerdir.Oysa o yapılması gerekeni yapmıştı.İnsanoğlunun fıtratı Hakk’a meyillidir.Üstad,İslâm’dan habersiz geçen yılları için şu veciz beyti söylemiştir:
    “Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum
    Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum.”
    “Büyük Doğu” isimli dergiyi aylık,haftalık ve bazen de günlük periyotlarla çıkarmıştır.Söz konusu dergi çok kere kapatılır.Bunun yanında “Ağaç” adlı bir dergi çıkarır.Okuyucunun ilgisizliği yüzünden ancak 17 sayı yayınlanabilir. “Borazan” adlı bir mizah dergisini ancak üç sayı çıkartabilmiştir.En uzun ömürlü yayın organı Büyük Doğu’dur.Koca bir nesil,bu dergiden süzülen maneviyat damlalarıyla hayat bulmuştur.Öyleki,zaman gelmiş söz konusu mecmua 15 bin gibi astronomik bir miktarda basılıp dağıtılmıştır.
    27 Mayıs İhtilâli’nde evi basılarak didik didik aranır.Evde tehlikeli olarak addedilen sadece Marks ve Engels’in “Manifest Komünist-Komünist Beyannamesi” isimli eserler bulunur.Bu durum iç basında,muhaliflerince kullanılır.Gazeteler: “Süper Mürşid’in evinde komünistliğe ait kitaplar bulundu.” diye yaygara koparırlar.Üstad bu lâfın altın da kalır mı? Buna karşılık şu ilginç cevabı yetiştirir: “Bir bakteriyoloğun laboratuvarında mikrop şişeleri bulunmasından daha tabiî ne olabilir? ” Söz konusu ihtilâlle ilgili olarak da şu değerlendirmeyi yapar: “Yoğurttan bir hükümete mukavvadan bir hançer saplandı.Hükümet teneke olsaydı hançer kırılırdı.”
    Ömrü hapishane hücrelerinde geçen Necip Fazıl,kendisine yapılan zulüm ve işkencelere rağmen,davasından taviz vermemişti.Ömrünün önemli bir kısmının hapishanelerde geçmesi onu İslâma hizmetten alıkoymamıştır.Pek çok eserini hapishane ortamında yazmıştır.Merhum Üstad’ı doğumunun yüzüncü yılında rahmet ve minnetle anıyoruz.Ruhu şad olsun.

    e-mektup: [email protected]

  • sevgi

    16.02.2005 - 22:21

    SEVGİYLE BAŞLAR HER ŞEY! ...
    M.NİHAT MALKOÇ

    İnsanoğlu yüce Allah’ın halk ettiği en muteber varlıktır.Bu nedenle biz insanlar, Allah’ın yeryüzündeki halifeleri oluvermişiz.Fakat beşere verilen bu kıymet mutlak değildir.Kişi yaptığı hâl ve hareketlerle eşref-i mahlûkat(yaratılanların en şereflisi) olabildiği gibi esfele’s safilin(yaratılanların en aşağısı) mertebesine de düşebilmektedir.Zira günümüzde bunun binlerce canlı örneğini çıplak gözle görebilmekteyiz.
    Beşerin kıymeti hiç şüphesiz ki özündedir.Yüce Rabbimiz bu hususta şu hükme varmıştır: “Andolsun ki,biz insanoğullarını şerefli kıldık,onların karada ve denizde gezmesini sağladık,temiz şeylerle onları rızıklandırdık,yarattıklarımızın pek çoğundan üstün kıldık.”(İsra S.70.Ayet) Pek çok varlıktan üstün kılınan insanoğlu ne diye kendi kuyusunu kazmakla meşgul? Bütün dünya bir araya gelse insanın insana yaptığı kötülüğü yapamaz.Oysa imanın alâmetlerinden birisi de sevgi ve hoşgörüdür.
    Gerçek müminler başkalarına kötülük edemezler.İslâm’a göre mümin müminin kardeşidir.Bu, gerçek kardeşlikten makbûldür.Peygamberimiz bu hususta da kesin ölçüyü koymuştur: “Müminler birbirini sevmekte,birbirini acımakta,birbirini korumakta bir vücut gibidir.Vücudun herhangi bir organı rahatsız olursa,diğer organları da bu yüzden ateşlenir ve uykusuz kalır.”
    Hepimiz imandan dem vururuz ama hiçbirimiz bu ince hakikatlere kulak asmayız.Teferruat der, geçeriz.Kabukla özü bir türlü ayrıştıramayız.Meselelerin kabuğunu aşıp özüne inmekte güçlük çekeriz.Sonra da uyanık diye geçinip dururuz.
    Kişi öncelikle kendisiyle barışık olmalıdır.Meselelerin halledilmesinde kendimizi merkez üs olarak kabul etmeliyiz.Kendimizi sevmeliyiz.Fakat sözüm ona,insanı putlaştıran bir kısım hümanist zümrenin oyununa da gelmemeliyiz.İnanç ve törelerimizin gereklerine göre belli bir sınır koymalıyız kendimize.18.yüzyıl Divan şairlerinden olan Şeyh Galip’in şu beyti bu hususta dikkate alınmaya değerdir:
    “Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen
    Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen.”
    (Kendine hoşça bak ki âlemin özü sensin,
    Kâinatın gözbebeği olan insansın sen.)
    Yunus Emre sevgiyi,Mevlâna Celâleddin-i Rûmî hoşgörüyü evrenselleştirirken ilâhî hakikatleri ölçü edinmişlerdir.Zira bu âlem şefkat ve merhamet üzere kurulmuştur.Bunu insanlardan beklerken maalesef,daha çok insan haricindeki varlıklardan görüyoruz.Bu demektir ki dünyamızda bir şeyler ters gidiyor.İnsanoğlu ilâhî misyonunu rafa kaldırmış.Kıymet hükümleri şahsîleşmiş.Felâketin ayak seslerini duymamak için sağır numarası yapıyoruz.Oysa gözlerimizi kapamakla gece olmuyor.İş işten geçmeden kendimize bir çekidüzen verelim.Son sözü büyük mutasavvıf şair Yunus Emre’ye bırakıyorum:
    “Bir kez gönül yıkdunısa bu kılduğun namaz değül
    Yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değül.”

    e-mektup: [email protected]

  • unutmak

    16.02.2005 - 22:18

    UNUTMAK FELÂKETTİR
    M.NİHAT MALKOÇ

    Atalarımız: “Aklı beşer nisyan ile malûldür” demişlerdir.Yani insan aklı unutmaya meyillidir; insan çabuk unutur. Bazen kendimizi hayatın akışına öyle bir kaptırırız ki unutmamak ne mümkün! ...Günlük meşgaleler, kurduğumuz planları ve hesapları alt üst eder.Unutmamamız gereken pek çok şeyi bir anda unutuveririz.Hatta öyle zamanlar gelir ki en sevdiğimiz dostumuzun adını bile hatırlamakta zorlanırız. “Acaba” ile başlayan “Tüh be! ..” ile biten nedamet cümleleri kurarız.
    İnsan bazen hayatı çok yoğun yaşıyor.Olaylar birbiri ardına gelişiyor.Bunun içine bir de kişisel hesaplarımız girince ayıkla pirincin taşını! ...Sabah kalkışımızdan gece yatışımıza kadar o kadar çok şey yaşıyoruz ki! ...Bir sürü ayrıntı….Hayatta sürdürdüğümüz meşguliyetlere ve dost çevremizin genişliğine göre unutmanın dozajı şekilleniyor.Çok kere unutmamamız için notlar alıyoruz.Fakat her şey de yazılmaz ki! ...Bir kişiyle karşılaştığımızda onu tanıyıp tanımama arasında gidip geldiğimiz esnada not defterimizi çıkarıp kopya çekemeyiz ki! ...
    Bizim unutmayla kastettiğimiz sadece bunlar değildir.En büyük felâket, kendimizi dünyanın geçici zevk ve heveslerine kaptırıp bizi yoktan var eden,bin bir çeşit nimetle rızıklandıran ve bizi kendisinin dünyadaki halifesi kabul eden Allah’ı unutmaktır.Dünyevî işlerle ilgili unutkanlıklar para,mal ve itibar kaybına yol açar.Ya Rabbimizi unutmanın getireceği iman kaybı bizi nerelere götürür?
    Unutmanın her çeşidi kayıptır.Fakat uhrevî hususlardaki nisyan felâkettir.Hayat bizi çok kere kendine çekip sarmalıyor.Gaflet gözlerimize simsiyah bir perde çekiyor.Varlıkları algılamamızda ciddi yanılgılar ortaya çıkıyor.Amelî konularda dirayetli olan insanların gafletleri uzun sürmez.Onların üzerinde ibadetlerin getirdiği koruyucu bir güç vardır.
    Yüce Allah bizlere unutma hususunda şu duayı etmemizi tavsiye ediyor: “... Rabbimiz, unuttuklarımızdan veya yanıldıklarımızdan dolayı bizi sorumlu tutma... (Bakara S., 286.Ayet)
    Dünyamız akıllara durgunluk verecek bir nizam içerisinde yaratılmıştır.Bu düzeni görüp de onun nâzımını akıla getirmeyip yanlış ve çıkmaz sokaklara sapmak ne büyük bir aldanıştır.Bunun telâfisi tez elden tevbe edip şirkten ve günahlardan arınmaktır.Göklerde ve yerdeki varlıkların sahibi Allah’tır.Bunu şu ayette de görebiliyoruz: “Göklerde ve yerde ne varsa tümü Allah'ındır. Allah, herşeyi kuşatandır. (Nisa S, 126.Ayet)

    Eşyaya bakıp tefekkür etmeliyiz.Bizler bir saat tefekkürün bin yıl nafile ibadetten hayırlı olduğu gerçeğini merkez alan bir inancın mensuplarıyız.Nasıl olur da bu harikulâde yaratılışa gözlerimizi kapayabiliriz; kulaklarımızı tıkayabiliriz.Dünyada rastlantıya rastlamak mümkün değildir.Her şey belli amaçlar uğruna, belli bir düzende yaratılmıştır.Akıllı insan kendisine kitap ve peygamber gönderilmese de bu ulvî hakikati idrak edebilir.
    Âlemlerin Rabbı olan Allah’ı unutmak ahmaklığın en bariz göstergesidir.Bu, gözüyle etrafı seyredip de gözün varlığından haberdar olmamak kadar abes bir durumdur.Allah bu gibi insanlara çarpıcı bir ihtarda bulunuyor: “... Onlar Allah'ı unuttular. O da onları unuttu... (Tevbe S., 67.Ayet) .
    Dünyada bütün insanlar sizin düşmanınız olsa da ne gam! ...Dost gerekse Allah yeter.Onunla dost olamadıktan ve onun dostluğunu,sevgisini kazanamadıktan sonra hiçbir şeyin kıymet-i harbiyesi yoktur.Bir insanın Yaratıcı’sını unutması ve Yaratıcı’sının kendisini unutması gerçekte en büyük iflastır.Bu, kafaya yenen ağır bir balyoz darbesinden daha yıkıcı ve öldürücüdür.
    İnsan kendisini ne sanır da böbürlenir.En küçük bir mikrop biz insanları yorgan döşek yatırır da hâlâ kendimizde Rabbin verdiği gücün dışında bir güç olduğuna inanırız.Kâinatın sahibini unutur, sapık fırkalara kayarız.
    Unutmak vurdumduymazlığa ve gurura işarettir aynı zamanda…İnsanlar iç dünyalarında değerli ve hayatî buldukları şeyleri kolay kolay unutmazlar.Unutulmak defterden silmektir bir anlamda.Onun için siz siz olun, unutmayı unutun sonsuza dek! ...Aksi hâlde gün gelir unuttuklarınız da unutur sizi.Bir başınıza kalırsınız nisyan bulutları içerisinde! ...Unutmanın ne büyük bir felâket olduğunu işte o zaman anlarsınız.Fakat meşhurdur ki son pişmanlık fayda etmez.

    e-mektup: [email protected]

  • kadın

    16.02.2005 - 22:13

    BAŞIMIZIN TACI KADINLARIMIZ
    M.NİHAT MALKOÇ

    Atalarımız: “Yuvayı dişi kuş yapar” demiş.
    Ne doğru bir söz…
    Kadınlar aile kurumunun temelidir.
    Aslında kadınla erkek,bir elmanın iki eşit parçasından başka bir şey değildir.
    İkisi bir araya gelerek bir bütünü oluştururlar.
    Her biri tek başına eksiktir.
    Biri ötekini tamamlar.
    Durum bu iken kadınla erkeği birbirine karşı büyük bir mücadele hâlinde göstermek ne kadar yanlıştır.
    Yıllardan beri “kadın hakları” diye söyler dururlar…
    Hatta bunu bir cedelleşmeye kadar da götürürler.
    Sanki kadınla erkek birbirinin haklarını gasbetmiş de,onlar gasbedilen bu hakları sahiplerine iade ediyormuş gibi bir görüntü verirler.
    Oysa hakikat pek de öyle söylendiği gibi değil.
    Kadın haklarını savunduğunu söyleyenlerin çoğu, kadını istismar ediyorlar.
    Oysa kadına en büyük hakları İslâmiyet vermiştir.
    Eğitim ve öğretim,ayrım yapılmadan kadın ve erkeğe farz kılınmıştır.
    Kadınların bazı yörelerde okutulmamasının faturasını İslâm’a kesmek bu dini hakkıyla anlayıp idrak etmediğimizi gösterir.
    Dinimiz kadınların da erkekler gibi iyi eğitilmelerini,yeterli bilgi ve becerilerle donatılmalarını emrediyor.
    İslâm’da kadının son derece makûl ve mantıklı bir miras hukuku mevcuttur.
    Bazı bilgisizler: “İslâm’da kadının miras hakkı yoktur” gibi mesnetsiz,ne idüğü belirsiz,ileri geri lâflar ederek dinimizi olduğundan çok farklı göstermek istemektedirler.Oysa durum hiç de böyle değildir.Birilerinin canına okumaktan başka hiçbir şey okumayan echeller, bu gibi dayanaksız lâflara itibar ederek,hemen karşı taarruza geçmektedirler.
    Kadını yaratan Allah,hiç şüphesiz ki onu bizlerden daha iyi tanır.Cenab-ı Allah, “adil” sıfatı mucibince herkese adaletle hükmeder.Onun için kadın haklarını savunduğunu söyleyen bir kısım istismarcılar,var olan gerçekleri başka türlü gösterme gayreti içerisine girmektedirler.
    Bu demek değildir ki “Türkiye’de kadın hakları ihlâl edilmiyor.”
    Kadınlarımız eziliyor.
    Ülkemizin pek çok yerinde kadın hem annelik,hem de babalık yapıyor evlâtlarına.
    Üstelik itilip kakılıyorlar da! ...
    Hatta bazı yerlerde bir mal gibi alınıp satılıyor.
    Bunlar yaşanan acı gerçeklerdir.
    Lâkin bu uygulamaların İslâm’la uzaktan ve yakından hiçbir alâkası yoktur.
    İslâm böyle emretmiyor.
    Fertlerin yanlış uygulamalarını İslâm’ın emriymiş gibi gösterip,vurun abalıya misali,İslâm’a saldırmak insaf ölçüleriyle asla bağdaşmaz.
    Kadınlar başımızın tacıdır.
    Onlar kızlarımız,kardeşlerimiz,ablalarımız,teyzelerimiz,halalarımız ve en önemlisi de analarımızdır.
    Resulullah,cenneti anaların ayağı altında göstererek kadına verdiği ehemmiyeti ve hürmeti ifade etmiştir.
    Atatürk bu hususta da en güzel sözü söyleyerek kadının vazgeçilmez bir varlık olduğunu dile getirmiştir:
    “Kadınlarımız da bizim gibi anlayışlı ve düşünceli insanlardır.Onlara ahlâkla ilgili kutsal kavramları aşılamak, millî ahlâkımızı anlatmak,onların beynini ışıkla,temizlikle donatmak esası üzerinde bulunduktan sonra,fazla bencilliğe gerek kalmaz.”
    Aslında gerçek reçete bu! ...
    Gölge etmeyin; başka ihsan istemeyiz.
    Kadının evvelâ kendi iç dünyasıyla barışık yaşamasını temin edin.
    Gerisi ayrıntıdan ibaret! ...
    e-mektup: [email protected]

  • ana

    16.02.2005 - 22:11

    ANA GİBİ YÂR OLMAZ
    M.NİHAT MALKOÇ

    Dünyanın en samimi ve sıcak ismidir anne! ..Varlığımızın sebebidir onlar…Ufacık bir bebekken bizlere bütün mesaisini ayıran,gecesini ve uykusunu bölen,yemeyip yediren,içmeyip içiren ve merhamet kanatlarını ardına kadar açıp bize sığınak yapan bu cefakâr insanların hakkını ödemek mümkün müdür? Hiç sanmıyorum.Öderim diyen mübalağa yapıyordur.
    Kadını müşfik ve merhametli kılan annelik duygusudur.Dünyanın en muhterem varlığı annelerdir.Dinimiz anneye itaat etmeyi, vazifelerin en mühimi olarak görmüştür.Annesi ve babası sağ olanlar,bu mümtaz insanların varlığını bir fırsat ve nimet olarak görmelidir.Keza onların gönlünü alarak en kısa ve kestirme yoldan cennete ulaşmış oluruz.Hadiste belirtildiği gibi: “Cennet anaların ayağı altındadır.”Yaşadıkları sürece onlara “Öf” bile dedirtmemeliyiz.Onlara iyi muamele etmek,cennete gidişimizi kolaylaştırır.
    Resulullah Efendimiz, anne babaya hizmeti bir nevi cihat olarak görmüştür.Hadis ravilerinden İbnu Amr’ın, Peygamberimizle ilgili olarak naklettiği şu hadise çok manidardır: “Bir adam,cihada iştirak etmek için Efendimiz’den izin istedi.Resulullah: “Annen baban sağ mı? ” diye sordu.Adam “Evet” deyince “Onlara hizmet de cihat sayılır,sen onlara hizmet ederek cihat yap” buyurdu.
    Dünyada anne sevgisinin yerini tutacak hiçbir sevgi yoktur.Çocuklar annelerinin gözünde hiç büyümezler.Doksan yaşındaki annenin,yetmiş yaşındaki oğlunun başını dizinin üzerine koyup okşadığına çoklarınız şahit olmuştur.Annelerin karşılıksız ve katıksız sevgisi yıllar geçtikçe tüm tazeliğiyle sürüp gider.
    Atalarımız: “Yuvayı dişi kuş yapar” diyerek anaların önemini vurgulamışlardır.Her ne kadar evin reisi babaysa da, elmanın iki eşit yarısı hükmündeki bu iki cins,örnek bir işbirliği içerisinde çocuklarına sıcak bir zemin hazırlarlar.Karı koca arasındaki huzursuzluk aynen çocuklara da yansır.Dünyanın cennet ya da cehenneme dönüşmesi biraz da ebeveynin elindedir.Hayattan zevk almak ailedeki huzurla mümkündür.Müspet ortamda yetişen çocukların ruh sağlığı bozuk olmaz.Çocukların, annelerinden uzun süre ayrı kalmaları,onların ruhî gelişimini olumsuz olarak etkilemektedir.Anneler çocuğun ilk öğretmeni olma konumundadır.Problemleri çözmede çocuklara rehberlik ederler.Kişiye her gün balık getirmektense,ona balık tutmayı öğretmek daha faydalıdır.İşte çocuklarımıza yardımcı olurken de bu ölçüye riayet etmeliyiz.
    Çalışan annelerin,çocuklarıyla istenilen düzeyde ilgilenmeleri mümkün değildir.Fiziksel ve ruhsal olarak anneden ayrı kalma,davranış bozukluklarına yol açabilir.Çocuk mazeret kabul etmez.İlgi,sevgi,şefkat ve merhamet bekler.
    Anne ve babaya duyulan sevgi ve iştiyak,edebiyatımızda da yaygın bir tema olarak işlenmiştir.Özellikle şiirde,anne sevgisi önemli bir konu başlığıdır.Anneleri senede bir defa anmak asla yeterli değildir.Bence her gün anneler günüdür.Bu gibi belirli gün ve haftalar ancak birilerinin ticarî gayelerine hizmet edebilir.Annelerimizin kıymetini yaşarken bilelim.Onları yılın üç yüz altmış beş günü hoşnut etmenin yollarını araştıralım.Çünkü ana gibi yâr olmaz.Sözlerimi Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in “Anneciğim” adlı şiiriyle bitirmek istiyorum:
    “Ak saçlı başını alıp eline,
    Kara hülyalara dal anneciğim!
    O titrek kalbini bahtın yerine,
    Bir ince tül gibi sal anneciğim!

    Sanma bir gün geçer bu karanlıklar,
    Zulmetin ardında yine zulmet var!
    Çocuklar hıçkırır,anneler ağlar,
    Yaşlı gözlerinle kal anneciğim! ”

    e-mektup: [email protected]

  • ana

    16.02.2005 - 22:11

    AĞLARSA ANAM AĞLAR! ...
    M.NİHAT MALKOÇ

    Bütün inanç sistemlerinde anne babaya saygı ve sevgi esastır.Fakat İslâmiyet’in bu vefakâr ve cefakâr ikiliye verdiği önem öteki inanç sistemlerinin çok üstündedir. “Cennet anaların ayakları altındadır” hadis-i şerifi bunu açıkça göstermektedir.
    Analar sevgi ve merhamet abideleridir.Bizleri dokuz ay boyunca karınlarında taşıyan bu seçkin insanlara çok şey borçluyuz.Onların hakkını maddî varlıklarla ödememiz mümkün değildir.Bu konuda nasıl hareket etmemiz gerektiği İsra Suresi’nin 23 ve 24. ayetlerinde zikredilmiştir:
    “Rabbin,yalnız kendisine tapmanızı ve anneye babaya iyilik etmenizi emretti.İkisinden birisi,yahut her ikisi,senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa sakın onlara “öf” bile deme,onları azarlama,onlara güzel söz söyle,onlara acımadan dolayı küçülme kanadını indir ve: “Rabbim,bunlar beni nasıl (acıyıp) yetiştirdiyseler sen de bunlara öyle acı de.”
    Yeni nesil manevî duygulardan mahrum yetiştiği için anne baba kıymeti bilmiyor.Yaşlanan ebeveynine küstahça “moruk” diye hitap edebiliyor.Hatta bir kısmı anne babasını huzur evlerine gönderiyor.Uzun yıllar boyunca evlât çilesi çeken bu cefakâr insanlar,evden kovulmaya reva mıdır? Evinde mutlu olamayan insanın huzur evlerinde gerçek huzuru bulması hiç mümkün değildir.Meşhur bir hikaye vardır: “Adamın biri,eli kolu tutmayan babasından çok bıkmış.Düşünmüş,taşınmış,sonuçta babasını evden uzaklaştırmaya karar vermiş.Yaşlı adamı büyük bir sepetin içine koyarak dağın yolunu tutmuş.Dağa giderken yanına da küçük oğlunu arkadaş olarak almış.Menzile varınca sepeti yere bırakarak oradan hızla uzaklaşmaya çalışmış.Babasının sepeti almadığını gören oğul,babasına seslenmiş:
    -Baba sepeti unuttun,sepeti! ...
    Baba hiç de oralıklı olmadan şöyle demiş:
    -Bırak, ne yapacaksın sepeti?
    Bu durum karşısında o küçücük çocuk şu çarpıcı ve ibret verici cevabı vermiş:
    -Sen yaşlanınca ben de seni o sepetle buraya götüreceğim.
    Bu dehşet verici cevap,babayı derinden sarsmış.Yanlış yaptığını anlamış.Koşa koşa geri dönerek babasına sarılmış; kucağına alarak onu eve götürmüş.”
    Bu hadiseden çıkarılacak çok dersler vardır.Bu dünya etme bulma dünyasıdır.Rüzgâr eken fırtına biçer.Yarın gençler de yaşlanacaktır.Kervan böylece sürüp gidecektir.Nitekim Rabbimiz şöyle buyuruyor:
    “Biz insana anne babasına iyilik etmesini tavsiye ettik.Annesi onu zayıflık üstüne zayıflık ile taşıdı,sütten ayrılması da iki yıl sürdü.Bana ve anne babana şükret,dönüşün ancak banadır.(dedik) (Lokman S.14.Ayet)
    Anne baba bulunmaz bir nimettir.Sağlıklarında kıymetlerini bilelim ki sonradan pişmanlık duymayalım.Onlar başımızın tacı,gönüllerimizin ilâcıdır.

    e-mektup: [email protected]

  • dil

    16.02.2005 - 22:07

    KÜLTÜRÜN TEMEL UNSURU DİL
    M.NİHAT MALKOÇ

    Dil ve kültür kavramları yapışık ikizler gibidir.
    Siz onları birbirinden ayırmak isteseniz de onlar ayrılmamakta direnirler.
    Hepimizin yakinen bildiği gibi insanlar,topluluklar halinde hayatlarını idame ettirirler.
    Beraber yaşayan insanlar, dil sayesinde birbirleriyle iletişim kurarlar.
    İletişim sadece bugünle sınırlı bir kavram değildir.
    Geçmişi bilmek ve geçmişteki tecrübeleri günümüze taşımak da iletişimin önemli bir parçasıdır.
    Milletlerin sözlü ve yazılı birikimleri kültürü oluşturur.
    Dil,din,sanat,gelenek ve görenekler,mimarî eserler,giyim-kuşam,yiyecek ve içecekler,her türlü eşya; kültürü oluşturan unsurlardır.
    Söz konusu bu öğeler,dille beraber geçmişten geleceğe aktarılır.
    Bu nedenle büyük Türk sosyologu ve düşünürü Ziya Gökalp,dili kültürün temel unsuru ve taşıyıcısı olarak kabul ediyor.
    Gökalp,bu fikrinde yerden göğe kadar haklıdır.
    Dilin taşıyıcılık fonksiyonu olmasaydı bizler altı yüz yıllık Osmanlı kültüründen ve medeniyetinden nasıl haberdar olacaktık?
    Kütüphanelerimizdeki on binlerce ciltlik yazma eserler tarihin canlı belgeleridir.
    Altı yüz senelik kültür hazineleri,dil kalıbına konularak adeta dondurulmuştur.
    Böyle sihirli bir güç olmasaydı tarihimizden,kültür ve medeniyetimizden haberdar olabilir miydik?
    Bu soruya verilebilecek cevap koca bir “HAYIR” dan başka bir şey olamaz elbette.
    Dilin yazı ve söz olmak üzere birbirinden farklı iki ayrı yönü vardır.
    Sözün hükmü geçicidir.
    Oysa yazı ilelebet kalıcıdır.
    Büyük mutasavvıf şâir Yunus Emre,bu hakikati “Söz uçar,yazı kalır” çarpıcı vecizesiyle ifade etmiştir.
    Bunu bilmek için âlim olmaya gerek yok.
    İnsanın hafızası unutmaya meyillidir. “Hafıza-ı beşer nisyan ile malûldür” sözü de bunu tüm çıplaklığıyla ortaya koymuyor mu?
    Milletleri birbirinden ayıran unsurların başında,onların sahip oldukları dil,kültür ve medeniyet gelmektedir.Onun için bu üç unsur millîdir.Bu üç unsura sahip olmayan topluluklara millet denilemez.
    Onun için milletlerin büyüklüğü bu unsurlarla ölçülür.
    Türk Milleti,tarihinin en kritik ve zor dönemlerinde bu millî değerlerine sahip çıkarak aydınlığa erişmiştir.
    Günümüzde Türk dili üzerinde sinsi oyunlar oynanıyor.
    Yüzyıllardır dilimizi süsleyen ve millet olarak kenetlenmemizi sağlayan kelimelere savaş açılmıştır.
    Onların yerine ne idüğü belirsiz uydurukça kelimeler sokulmaya çalışılıyor.
    Bu, bilmeyerek yapılıyorsa gaflettir.
    Şayet bilerek,planlı yapılıyorsa hıyanettir.
    Buna bu millet müsaade etmez.
    Dil,milletin fertlerini birbirine bağlayan çimentodur.
    Hiç kimse bu çimentonun göz göre göre sökülmesine izin vermez.
    Bugün dilimizde bir kısım yabancı unsurun varlığı,herkes tarafından bilinen bir gerçektir.
    Mehmet Kaplan’ın dediği gibi: “Her millet dilini ve kültürünü yüzyıllar boyunca yoğurur.Bu esnada o,akan bir nehir gibi,içinden geçtiği her topraktan bazı unsurları alır.Her medenî milletin konuşma ve yazı dili,karşılaştığı medeniyetlerden alınma kelime ve deyimlerle doludur.Bu bakımdan her milletin dili,o milletin çağlar boyunca yaşadığı tarihin adeta özetidir.
    Kaplan’ın sözleri aslında hadisenin görünmeyen yüzünü de sunuyor bize.Yeter ki kasıtlı ve planlı olarak dilimizi yozlaştırmayalım.
    Ötekisi devede kulak kalır.
    Bu böyle biline! ...
    e-mektup: [email protected]

  • dil

    16.02.2005 - 22:04

    DİL CİNAYETİ
    M.NİHAT MALKOÇ

    İnsanı diğer varlıklardan ayıran en önemli özellik konuşma yeteneğidir.Bunu dil sayesinde gerçekleştiriyoruz.Canlı ve dinamik bir vasıta olan dil,milletlerin bir nevi çimentosudur.Toplumu meydana getiren fertler,ortak dil aracılığıyla kenetlenerek yek vücut oluyorlar.
    Milleti meydana getiren unsurlardan birisi de dildir.Fakat son yıllarda belli zihniyetteki gruplar,dili yozlaştırma yoluna gittiler.Masa başında oturup kelime uydurdular.Dedeyle torun anlaşamaz hâle geldi.Kimse de bunlara “dur” demedi.
    Türkiye’de dille ilgilenen Türk Dil Kurumu adlı bir müessese vardır.Ta Atatürk zamanında bizzat kendisi tarafından kurulmuştur.Fakat bu kurumun ne iş yaptığını şahsen ben henüz anlayabilmiş değilim.Belli bir azınlık, Türkçe’yi evirip çevirirken,onlar sadece seyrediyor.Böyle vurdumduymazlık olmaz.
    Türkçe’nin henüz kendine mahsus bir kanunu bile yok.Dilimiz yabancı dillerin tahakkümü altındadır.İngilizce,Fransızca ve Almanca kelimeler her geçen gün dilimizi istilâ etmektedir.Bir an önce bunun önüne set çekilmelidir.
    Bugün üç yüz milyonluk bir Türk dünyasıyla karşı karşıyayız.Sözkonusu bu kitleyle,üç aşağı beş yukarı,anlaşmak mümkündür.Aslında biraz uyanık olabilsek yirmi birinci yüzyıla Türk damgasını vurabiliriz.Bu ancak dilimize ve kültürümüze sımsıkı sarılmakla gerçekleştirilebilir.Çünkü Türk kökenli milletler, dil vasıtasıyla aynı zeminde bir araya getirilebilir.
    Büyük Türk dilcisi Kaşgarlı Mahmut,Divânü Lûgati’t-Türk adlı eserinde şöyle bir hadis-i şeriften söz etmektedir: “Türkler’in dilini öğreniniz! Çünkü Türkler’in uzun sürecek saltanatları olacaktır! ” Bu sözün Peygamberimiz tarafından söylenip söylenmediği tartışılabilir.Lâkin konumuz bu değil.Kim söylerse söylesin bu ifade yerinde söylenmiş bir sözdür.Zaten bunu tarih de göstermektedir.
    Türkçe bir imparatorluk dilidir.Bu asil lisanı “Öztürkçe” gibi,ne idüğü belli olmayan yaygaralarla bozmak,toplumun kendi değerleriyle yabancılaşmasına zemin hazırlar.Aslında biz ipin ucunu ta Osmanlı’nın ilk yıllarında kaçırmışız.Biri Batıya,biri Doğuya çekmiş bizi.Mevcut durumu koruyup geliştirmek kimsenin aklına gelmemiş.Gerçi bahsi geçen yozlaşma sanıldığı gibi şuursuz olmamıştır.Mıknatıs konumundaki bu kesimler,belli ideolojilere hizmet amacı gütmüşlerdir.Âvâm da buna alet olmuştur.
    Bağımsızlık sadece toprak bütünlüğüyle gerçekleştirilemez.Milletler kültürel bağımsızlığa kavuşmadıkça gerçek hürriyeti kazanmış sayılamazlar.Kültürün taşıyıcısı da dildir.Bu sebeple dili ecnebi lisanların boyunduruğundan kurtarmalıyız.Cumhuriyetimizin mimarı Mustafa Kemal Atatürk,bu konuda şu çarpıcı ifadelerde bulunmuştur:
    “Millî duygu ile dil arasındaki bağ,çok kuvvetlidir.Dilin millî ve zengin olması,millî duyguların gelişmesinde başlıca etkendir.Ülkesini,bağımsızlığını korumasını bilen Türk Milleti,dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”

    e-mektup: [email protected]

Toplam 249 mesaj bulundu