İlk kez 1970 senesinde güneş gördü gözlerim. Köprübaşı ilçesine bağlı Güneşli Köyü’nde ilk tedrisat… Orta ve lise hayatım Trabzon’un şirin ilçesi Köprübaşı’nda… Evden beş kilometre uzakta… Araba yolu yok. Dimdik yokuş… Kar kış demeden fındıklıklardan ...
m.nihat malkoç
24.02.2005 - 22:49PULATHANE(AKÇAABAT)
Sen Pulathane’yi gezdin mi dostum?
Bir görmeden tarif etmek zor şimdi
Güzelliği sen de sezdin mi dostum?
Sualini yavaş yavaş sor şimdi
Güzellikler bölüşülür,paylanır
Ağıtlarda hasret,acı söylenir
Hıdırnebi Yaylası’nda yaylanır
Kavranlara basılmıştır lor şimdi
Buralarda fitne,fesat az olur
Müminin yüzünde nurdan iz olur
Hakikate giden yollar düz olur
Gerçekleri görmeyenler kör şimdi
Bahçelerde çiçek açar,yaz gelir
Baharla birlikte bize haz gelir
Koca ömür insanlığa az gelir
Aç gözünü hakikati gör şimdi
Yücesinde boz bulanık kör duman
Hasat vakti gelir kurulur harman
Çiçeklerde saklı bin çeşit derman
Yeşilliği gözlerimde fer şimdi
Sabah namazında kalkılır işe
Tez vakitte haber salınır eşe
Haram yiyip asla dönülmez köşe
Köylünün sırtından akar ter şimdi
Mutluluk ışığı yansıyor gözde
Samimiyet elbet gizlidir sözde
Seher vakti rızk aranır denizde
Deryalara atılmıştır tor şimdi
Muhabbetler büyür dönüşür aşka
Aşk varsa gönülde gerek yok köşke
Ömrüm bu toprakta geçseydi keşke
Hicrandan vuslata erer yâr şimdi
İrem’i andırır yeşil bağları
Yücelere kanat gerer dağları
Afiyetle yenir taze yağları
Doğru mu,yanlış mı,karar ver şimdi
Gecenin kör vakti garipler ağlar
Denizler köpürür,ırmaklar çağlar
Yeşile bürünür çiçekli bağlar
Menekşeler bahçelerde mor şimdi
Hiçbir yer değildir gönlüme göre
Hicran ateşine,kavuşmak çare
Gitmeye meylim yok başka bir yere
Şuraya bir yatak,yorgan ser şimdi
On Yedi Şubatlar bayramdır bize
Döküldü düşmanın leşi denize
İmanla Salip’i getirdik dize
Hakk’a karşı kenetlenmiş şer şimdi
Övünmek hakkımız düşman utansın
Ülkemi bölüşen ferman utansın
Türk’e kefen biçen cihan utansın
Olanları hayırlara yor şimdi
Akçabatlı’m Sargana’yı unutma
Garibi hor görüp zalimi tutma
Ceddinin sözünü yabana atma
Hayatını muhabbetle ör şimdi
Hasret hançer olur, boynumu vurur
Ruhumu bedenden alıp savurur
Yüreğimi baştan başa kavurur
İbrahim’in ateşinde kor şimdi
Sılanın zehiri,kederi gurbet
Ölümün ötesi,beteri gurbet
Garibin azığı,kaderi gurbet
Piştik artık yakmaz bizi nâr şimdi
Köftesi,horonu mühürdür çağa
Başlasın eğlence,dizilin sağa
Çek dizleri,tenin değsin toprağa
Dört bir yanda oynanıyor bar şimdi
Ne söylesem el âleme söz olur
Söylemesem yüreklerim köz olur
Bahar gelir,benim ruhum güz olur
Karadağ’da üşür yağan kar şimdi! ...
M.NİHAT MALKOÇ
m.nihat malkoç
24.02.2005 - 22:48KAHIR KURŞUNLARI
Kays'tım,Mecnûn eyledi yüreğimin sahibi
Hiç tanımazmış gibi uzaktan bakıp gitti.
Göz kırpmadan bağladı darağacına ipi
Büyüttüğü sevdanın pimini çekip gitti
Mevsimlerden sonbahar,vakit bir akşamüstü
Karanlıklara inat şafağı söküp gitti
Mâziye sünger çekip hatıralara küstü
Beyaz gül bahçesine kaktüsler dikip gitti
Bilinmeze yol alıp açılırken her gemi
Gönül limanlarını nefretle yıkıp gitti
Büyüyüp korlaşırken yüreğimin matemi
Bana dudaklarını,gülerek,büküp gitti
İlhama pusu kurdu,yarım kaldı şarkımız
Sözümü boğazıma bir güzel tıkıp gitti
Kanatları kırılmış kuşlardan yok farkımız
Evvelki duyguları başıma kakıp gitti
Rüya gibi,gözümden gitmez o gül endamı
Nazlı bir ceylan gibi önümden sekip gitti
Değişmezdim Ferhat'la büyüttüğüm sevdamı
Mâziyi hatırlayıp gözyaşı döküp gitti
Sermayemi yükledim gayri ecel atına
Zehirli akrep gibi ruhumu sokup gitti
Kıymet vermem dünyanın fâni saltanatına
Kahır kurşunlarını bağrıma sıkıp gitti
Gamzeler belirirdi yanağında gülünce
Tuna nehri misali kalbime akıp gitti.
Kurtlara yem olacak güzelliğin ölünce
Meydan okudu aşka,şimşekler çakıp gitti
Tükendi umut faslı,sakınmadı sözünü
Fitne tohumlarını gönlüme ekip gitti
Düşürdü can evime intizarın közünü
Kalbin aysberglerini hışımla yakıp gitti
M.NİHAT MALKOÇ
m.nihat malkoç
24.02.2005 - 22:48İŞTE GELDİK GİDİYORUZ
Bâkî sandık bu dünyayı
Heder ettik günü,ayı
Koskoca ömrümüz zâyi
Her geçen gün bitiyoruz
İşte geldik gidiyoruz
Ümit yok yarına dair
Manzara ortada,zâhir
Fitnede,fesatta mâhir
Söze yalan katıyoruz
İşte geldik gidiyoruz
İnsanlar suçlu avında
Demir dövülür tavında
Gör ki haksız yok savında
Çırpındıkça batıyoruz
İşte geldik gidiyoruz
Para olmuş anayasa
Gayri tanımayız tasa
Boş gönlümüzdeki kasa
Ruhumuzu satıyoruz
İşte geldik gidiyoruz
Beğenmez amiri memur
Hepimizin özü çamur
Çok su götürür bu hamur
Her gelene çatıyoruz
İşte geldik gidiyoruz
Kafalar akşamdan demli
Garibanın gözü nemli
Patronlar yukardan yemli
Zehir zıkkım tadıyoruz
İşte geldik gidiyoruz
Çalışanı mumla ara
Nasıl düşmeyelim dara?
Çekil aradan Ankara! ...
Hep yan gelip yatıyoruz
İşte geldik gidiyoruz
(13 OCAK 2005 PERŞEMBE)
M.NİHAT MALKOÇ
m.nihat malkoç
24.02.2005 - 22:47ÜÇ MEVSİMLİ DÜNYA
Bir dünya kuruyorum pembe hayallerin üstüne
Bir dünya ki geceleri gündüze gebe
Pembe duyguların kol gezdiği,
Her aşığın vuslata erdiği,
Üç mevsimli,
Kışı olmayan,
Sahilleri yosun kokan,
Güvercinleri,ağlatmayan,
Adını saadet koyduğum
Bir dünya kuruyorum yine
-Hakikatte ne mümkün-
Resim defterimin üstüne! ...
M.NİHAT MALKOÇ
m.nihat malkoç
22.02.2005 - 22:00BENİM ESİR MİLLETİM! ...
M.NİHAT MALKOÇ
Türkmenistan semalarında süzülerek uçarken hostesin sessizliği bozan o anonsunu unutmam mümkün değil:
“Değerli yolcularımız üç saat on beş dakikalık yolculuğumuz birazdan sona erecektir.Az sonra Aşkabat Hava Alanı’na ineceğiz.
Büyük bir heyecanla uçağın penceresinden aşağıya bakıyordum.Az sonra,yıllardır özlemini duyduğum ata topraklarına ayak basacaktım.
Hep bu anı beklemiştim yıllarca….
O esnada, farkında olmadan,Yavuz Bülent Bakiler’in,çocukluk yıllarımda ezberlediğim “Unuttuğumuz İnsanlar” şiirinin şu mısraları döküldü dudaklarımdan:
“Ben çilesi çekilmemiş bir Türkmen.
Ben her sabah,ciğerine kurşun yiyen bir yetim.
Çaresizlikler içinde sizi düşünüyorum.
Ey esir insanlar diyarında benim esir milletim! ...
Ve ey Kafkas Dağları ardında
Bayraksız memleketim.”
Bu duygularla uçaktan indim.
Artık ayağım yere değmişti.Hem de ata topraklarına! ...
Sanırım diğer öğretmen arkadaşlar benim kadar heyecanlı değildi.
Çünkü biz hep bu diyarın hasretiyle büyümüştük.Türkülerimiz,hoyratlarımız ve şiirlerimiz hep bu topraklara dairdi.Yine Yavuz Bülent Bakiler’in “Türkistan” şiiri geldi aklıma.O şiiri gözlerimin önünden geçirmekle kalmadım; adeta yaşadım:
“Öz yurdumu çarmıha germişler kırk yerinden
Unutmam bin yıl geçse acımın üzerinden
Vurulan bir ceylana yanar gibi derinden
Ulu Türkistan’a yandım.
Tanrım,bir gün acaba diyebilecek miyim;
-Vuslatın yüzüme nakışladığı nurla-
Bir komşu bahçesine uzanır gibi huzurla
Türkistan’ın toprağına uzandım.”
Türkistan’ın toprağına huzur içerisinde uzanmayı nasip eden Mevla’ma binlerce şükürler olsun.
Kardeş Türkmen halkına hizmet etme bahtiyarlığı benim için bütün maddî değerlerin fevkindedir.
Kimse bunu kuru ve hamasî bir Türkçülük ve Turancılık olarak da yorumlamaya kalkmasın.
Kim ne derse desin onlarla köklü tarihî bağlarımız var.Bu güçlü bağ yetmiş yıllık komünizm devrinde de kopmadı; belki zaman zaman gevşedi.
Onlar bizim kardeşlerimiz.
Bunu kimse inkâr edemez.
Dinimiz bir…
Dilimiz bir…
Özümüz bir…
Sözümüz bir…
Bir,bir,bir,bir! ...
Bu kadar birin olduğu yerde ikilik olur mu?
Bu birleri çoğaltmak,uzatmak da mümkün! ....
Bu kadar birlerin olduğu yerde elbette birlik olması gerek.
Bazı kesimlerin ikilik ve fitne tohumu ekme gayretleri hüsranla sonuçlanacaktır.
Kardeşi kardeşe kırdırmak isteyenler,Allah’ın izniyle,başarılı olamayacaklardır.
Ben buna bütün samimiyetimle inanıyorum.
Kardeş Türk Cumhuriyetleri, aynı ağacın meyveleridir.Bu vahdet ağacına zehirli aşı yapmak isteyenlere bu millet izin vermeyecektir.
e-mektup: [email protected]
m.nihat malkoç
22.02.2005 - 21:59ATA TOPRAKLARINDA OLMANIN HAZZI
M.NİHAT MALKOÇ
Türkî Cumhuriyetlere öğretmen alımı imtihanı neticesi elime geçtiğinde çok heyecanlanmıştım.
Kazanmıştım imtihanı! ...Hem de Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat’a tayin edilmiştim.
Akçaabat’tan Aşkabat’a gidecektim.
Söylemesi bile bir hoş…
Akçaabat’tan Aşkabat’a! ...
Günler günleri kovaladı; nihayet evlât-ü ayalden ayrılma zamanı geldi.
Bugüne kadar hiç mi hiç yurt dışına çıkmamıştım.
Yurt içi seyahatlerimde de hep ailemle beraber dolaştım.Yani ilk kez uzun süreli bir ayrılık yaşayacaktım.
Fakat içimde o üzüntüyü boğan bambaşka bir sevinç var.
Az bir şey mi Allah aşkına! ...
Yıllardır sevgisini içimde yaşattığım ata topraklarına gidiyorum.
Bir yanda hüzün,öte yanda bastırılması mümkün olmayan tarifsiz bir sevinç…
Kim demiş “Erkekler ağlamaz” diye? ...
İnsan olmanın alâmetidir gözyaşı…
Gözyaşının su gibi çağlamadığı ayrılıklara ayrılık mı denir?
Ben de insan olmanın gereğini izhar ettim.
Evlât-ü ayalden nemli gözlerle ayrıldım.
Ankara’da pasaport işlemlerini hallettikten sonra sabaha karşı Esenboğa Havalimanı’nın yolunu tuttum.Yalnız değiliz tabiki.
Onlarca kader arkadaşım var benimle beraber…
Kırk beş dakikalık Ankara-İstanbul yolculuğu sanki göz açıp kapayıncaya dek bitti.
Uçaktan iner inmez İstanbul Atatürk Hava Limanı Dış Hatlar Terminali’ne aldılar bizi.
Burası Türkiye’nin Avrupa’ya veya genel anlamda dünyaya bakan yüzü! ...
Son derece çağdaş…
Son derece modern…
Son derece şık…
Türkiye’nin yüz akı dersek abartmış sayılmayız.
Sözkonusu terminalde THY’nın Türkmenistan uçağını bekledik.
Öğleye doğru pasaport kontrolü için kapıdan içeri aldılar bizi.
Uzun ve dar yapay bir koridordan uçağa doğru hareket ettik.
Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat’a 23 Türk öğretmenle beraberce gidiyorduk.
Koltuğumuza oturduk; uçak pistte hareket etmeye başladı.Biraz sonra da ayağımız yerden kesildi.
Artık İstanbul semalarındaydık.O anda “İstanbul Kanatlarımın Altında” filminde figüran hissettim kendimi.
Hakikaten İstanbul kanatlarımızın altındaydı.Ben de uçağın sağ kanadının tam üzerinde oturuyordum.
Her şey bir film gibiydi.
Fakat yaşadıklarımızın hepsi hakikatti.
Anavatandan ata vatana gidiyorduk.
Bir ara mikrofondan bir anons sesi duyuldu: “Kaptanınız konuşuyor.Şu anda Sivas üzerinde uçuyoruz..”
Pencerenin tam kenarında oturuyordum.Şimdi de Sivas kanatlarımızın altındaydı.
Belli bir zaman sonra yüksek,karlı bir dağ gözüme ilişti.Yanımda esmer yüzlü bir Türkmen delikanlısı oturuyordu. “Şu karşıda görünen yüce karlı dağ Ağrı Dağı mıdır? ” diye sordum. “Evet” dercesine başını salladı.Ağrı Dağı’nı tepeden görmek de varmış kaderimizde…Sonra Ermenistan topraklarına,ardından da Hazar Denizi’ne ulaştık.Sonra uçsuz bucaksız bir çöl başladı.Yolculuğa başladığımızdan beri üç saat on beş dakika geçmişti ki kaptan pilot,birazdan Aşkabat Hava Alanı’na ineceğimizi haber verdi bizlere.
İstanbul’dan Aşkabat’a olan yolculuğumuz üç saat on beş dakika sürmüştü.
Ama bu yolculuk bana sanki bir asır kadar uzun gelmişti.
Çünkü bir an evvel ata vatanın o mübarek topraklarına basma arzusu vardı içimde! ...
e-mektup: [email protected]
m.nihat malkoç
22.02.2005 - 21:57Muhterem Şiir Dostları;
Trabzon’un en büyük ve şirin ilçesi olan Akçaabat’ın 87.Kurtuluş Yıldönümü bugün (17 Şubat 2005) …..Bu vesileyle düzenlenen şiir yarışmasında birinci olarak iki yüz milyonluk para ödülü ve Başarı Belgesi aldım…Bu haberi ve birinci olan şiirimi siz şiir dostlarıyla paylaşmak istedim…İşte birinci olan şiirim:
PULATHANE(AKÇAABAT)
Sen Pulathane’yi gezdin mi dostum?
Bir görmeden tarif etmek zor şimdi
Güzelliği sen de sezdin mi dostum?
Sualini yavaş yavaş sor şimdi
Güzellikler bölüşülür,paylanır
Ağıtlarda hasret,acı söylenir
Hıdırnebi Yaylası’nda yaylanır
Kavranlara basılmıştır lor şimdi
Buralarda fitne,fesat az olur
Müminin yüzünde nurdan iz olur
Hakikate giden yollar düz olur
Gerçekleri görmeyenler kör şimdi
Bahçelerde çiçek açar,yaz gelir
Baharla birlikte bize haz gelir
Koca ömür insanlığa az gelir
Aç gözünü hakikati gör şimdi
Yücesinde boz bulanık kör duman
Hasat vakti gelir kurulur harman
Çiçeklerde saklı bin çeşit derman
Yeşilliği gözlerimde fer şimdi
Sabah namazında kalkılır işe
Tez vakitte haber salınır eşe
Haram yiyip asla dönülmez köşe
Köylünün sırtından akar ter şimdi
Mutluluk ışığı yansıyor gözde
Samimiyet elbet gizlidir sözde
Seher vakti rızk aranır denizde
Deryalara atılmıştır tor şimdi
Muhabbetler büyür dönüşür aşka
Aşk varsa gönülde gerek yok köşke
Ömrüm bu toprakta geçseydi keşke
Hicrandan vuslata erer yâr şimdi
İrem’i andırır yeşil bağları
Yücelere kanat gerer dağları
Afiyetle yenir taze yağları
Doğru mu,yanlış mı,karar ver şimdi
Gecenin kör vakti garipler ağlar
Denizler köpürür,ırmaklar çağlar
Yeşile bürünür çiçekli bağlar
Menekşeler bahçelerde mor şimdi
Hiçbir yer değildir gönlüme göre
Hicran ateşine,kavuşmak çare
Gitmeye meylim yok başka bir yere
Şuraya bir yatak,yorgan ser şimdi
On Yedi Şubatlar bayramdır bize
Döküldü düşmanın leşi denize
İmanla Salip’i getirdik dize
Hakk’a karşı kenetlenmiş şer şimdi
Övünmek hakkımız düşman utansın
Ülkemi bölüşen ferman utansın
Türk’e kefen biçen cihan utansın
Olanları hayırlara yor şimdi
Akçabatlı’m Sargana’yı unutma
Garibi hor görüp zalimi tutma
Ceddinin sözünü yabana atma
Hayatını muhabbetle ör şimdi
Hasret hançer olur, boynumu vurur
Ruhumu bedenden alıp savurur
Yüreğimi baştan başa kavurur
İbrahim’in ateşinde kor şimdi
Sılanın zehiri,kederi gurbet
Ölümün ötesi,beteri gurbet
Garibin azığı,kaderi gurbet
Piştik artık yakmaz bizi nâr şimdi
Köftesi,horonu mühürdür çağa
Başlasın eğlence,dizilin sağa
Çek dizleri,tenin değsin toprağa
Dört bir yanda oynanıyor bar şimdi
Ne söylesem el âleme söz olur
Söylemesem yüreklerim köz olur
Bahar gelir,benim ruhum güz olur
Karadağ’da üşür yağan kar şimdi! ...
M.NİHAT MALKOÇ
m.nihat malkoç
22.02.2005 - 21:54NİHAT MALKOÇ’UN BİYOGRAFİSİ
Beş çocuklu bir ailenin en küçük ferdi olarak 1970 senesinin 1 Haziran’ında Trabzon’un Köprübaşı ilçesine bağlı Gündoğan Köyü’nde hayata “Merhaba” dedi. İlkokulu komşu köy olan Güneşli Köyü’nde okudu.Orta ve lise öğrenimini Köprübaşı Lisesi’nde tamamladı.En büyük emeli iyi bir hukukçu olmaktı.Lise son sınıfta girdiği üniversite imtihanında KTÜ/Fatih Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümü’nü kazandı.Dersaneye gitme imkânı ve zaman kaybına tahammülü olmadığı için kazandığı fakülteyle yetindi.1992 yılında okulu bitirdi.İlk göz ağrısı olarak nitelediği Gümüşhane’de beş yıla yakın öğretmenlik yaptı.Her geçen gün öğretmenliği daha çok sevdi.Artık öğretmenliği bir tutku olarak görüyor.
Vatan borcunu İstanbul’da Kara Kuvvetleri Lisan Okulu’nda Yedek Subay Öğretmen olarak onurla yerine getirdi.Bu peygamber ocağında yüzlerce yabancı subaya güzel Türkçe’mizi öğretti.Ankara’da girdiği sınavı kazanarak Akçaabat Anadolu İmam-Hatip Lisesi’ne Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni olarak atandı.Burada iki yıl görev yaptı.Daha sonra girdiği yazılı ve sözlü imtihanı kazanarak Türkî Cumhuriyetlerden Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat’a,üç yıl görev yapmak üzere, öğretmen olarak gönderildi.Burada Mahdumkulu Türkmen Devlet Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nde ve İlâhiyat Lisesi’nde Türk Dili öğretmeni olarak çalıştı.Yine Aşkabat’ta Türkçe Öğretim Merkezi’nde(TÖMER) bir yıl boyunca değişik milletlerden kişilere Türkçe’yi sevdirerek öğretti.Şu anda Akçaabat’a bağlı Derecik İlköğretim Okulu’nda görev yapmaktadır.
Bugüne kadar,en büyüğünden en küçüğüne kadar onlarca dergi ve gazetede fikrî,edebî,felsefî ve kültürel konularda yüzlerce yazı ve şiir yazdı.Bu yayın organlarından Türk Edebiyatı,Türk Dili,Bizim Çocuk,Çınar,Bizim Azerbaycan,Anadolunun Sesi,Üniversitelinin Sesi,Türkiye,Bizim Okul,Şenliğin Sesi,İnsanlığa Çağrı,Yeni Sesleniş,Gençliğin Sesi gibi dergilerde; Türksesi,Demokrat Gümüşhane,Kuşakkaya,Ortadoğu,Yeni Mesaj,Hergün,Candaş,Edebiyat,Bolu Üçtepe,Akçaabat Yeni Haber,Karadeniz Olay,Hizmet gibi gazetelerde yıllardan beri deneme,makale,fıkra ve şiirler yazmaktadır. “Bizim Okul” isimli kültür,sanat ve edebiyat dergisinin Yazı İşleri Müdürlüğü’nü yaptı.Kültürel organizasyonların çoğunda aktif olarak görev aldı.Sevgi,Dostluk ve Kardeşlik konulu şiir yarışmasında birincilik,Trabzon Belediyesi’nin düzenlediği Çevre ile ilgili yarışmada birincilik,yine aynı belediyenin düzenlediği “İki binli Yıllara Doğru Trabzon” konulu makale yarışmasında mansiyon,Akçaabat Belediyesi’nin değişik zamanlarda organize ettiği şiir yarışmalarında birincilik,ikincilik,üçüncülük ödülleri kazandı.Karadeniz Yazarlar Birliği kurucularındandır.Halen bu birliğin üyesidir.
Bunların yanında elinin altındaki öğrencilere rehberlik ederek ve bizzat örnek olarak,onların da pek çok kültürel yarışmada ödüller almasına zemin hazırlamıştır.İkisi kız,biri erkek olmak üzere üç çocuk babasıdır.
trabzonspor
17.02.2005 - 00:02GEÇMY?TEN GELECE?E TRABZONSPOR
M.NYHAT MALKOÇ
Spor toplumun sosyal ihtiyaçlaryndan biridir.Ülkemizde spor yapmak,maalesef,bir ihtiyaç olarak görülmemektedir.Türk insany spor yapmyyor,spor yapanlary seyrediyor.
Ülkemizde spor deyince aklymyza futbol geliyor.Ya?lysy genci,kadyny erke?i futbol tutkunu olmu?.Voleybol,basketbol,hentbol gibi spor bran?lary futbolun gölgesinde ya?am mücadelesi veriyor.
Türkiye’de futbol herkesin gözbebe?i! ...Futbol deyince de akla,her yyl zirve mücadelesi veren Fenerbahçe,Galatasaray,Be?ikta? ve dördüncü büyük olarak Anadolu’nun futboldaki en büyü?ü Trabzonspor geliyor.
Trabzon halkynyn futbol tutkunlu?u her ?eyin ötesinde…Bu adeta bir kara sevda…Trabzonspor ?ehrin her ?eyi…Ynsanlarymyz futbolla yatyp futbolla kalkyyor.Trabzonspor’un kazanmasy,o haftayy bayram havasy içinde ya?amak demektir.Bir de kaybetmi?se o hafta hafakanlar basar insany.Zaman bir türlü geçmek bilmez.
Peki hem?ehrilerimizin ba?ryna basty?y Trabzonspor’u ne kadar tanyyoruz? Bu hususta çok ?ey bildi?imiz söylenemez.
Trabzonspor 02 A?ustos1967 yylynda kurulmu?tur.Ben 1970’te do?du?uma göre bordo mavili kulüp benden üç ya? büyüktür.Gerçi Trabzonspor kulübünün tarihini bir yyl daha geriye götürebiliriz.O zamanlar kyrmyzy beyaz formayy ta?yyan Trabzonspor’un bir yyllyk kysa tarihini de bugünkü rakama ilave ederseniz ?u an itibariyle kulübümüz 38 ya?ynda olur.Fakat bu dönemde amatör bir ruh sözkonusu oldu?u için futbol otoriteleri tarafyndan dikkate alynmamy?tyr.
Trabzon’un en eski futbol kulüpleri Ydmangücü,Martyspor,Karadenizgücü takymlarydyr.Bunlar Trabzonspor’un ilk yyllaryndaki futbolcu ihtiyacyny kar?ylayarak,altyapysyny olu?turmu?tur.
Bu güzide kulübün te?kil edilmesinde rahmetli Osman Tomruk,Sebahattin Kundupo?lu,Dr.Bahri Çerbato?lu,Ruhan Öngür,Süha Akçay,Ziyad Nemli ve de?erli dostum Gazeteci-Yazar Refik Karaa?açly Bey’in büyük emekleri geçmi?tir.
Trabzonspor,otuz yedi yyllyk kysa tarihinde ola?anüstü ba?arylara imza atmy?tyr.Bu süre içinde,yüzüncü yyllaryny kutlayan Ystanbul kulüplerinin ba?arylaryny yakalayarak,onlaryn korkulu rüyasy olmu?tur.
Bordo-mavili ekip bu kysa zaman diliminde tam alty kez Türkiye Birinci Ligi ?ampiyonu olmu?tur.Bir o kadar da Federasyon,Ba?bakanlyk ve Cumhurba?kanly?y kupasy kazanarak müzesini zenginle?tirmi?tir.
Türkiye’den ve dünyadan pek çok takymla yapty?ymyz maçlarda Hüseyin Avni Aker Stadyumu yüzlerce ba?aryya sahne olmu?tur.Barselona,Liverbol,Aston Villa,Ynter gibi dünya devleri Avni Aker’in ye?il çimlerine gömülmü?tür.Bu takymlar stattan boynu bükük ayrylmy?lardyr.Hatta Dinamo Kiev gibi dünya devlerini deplasmanda yenme ba?arysyny göstermi?tir.
Bordo-mavili takym en son 1984 yylynda Mehmet Ali Yylmaz’yn kulüp ba?kanly?y yapty?y dönemde ?ampiyon olmu?tu.O günden beri hep zirveye oynadyk ama ipi bir türlü gö?üsleyemedik.1996 yylynda Fenerbahçe’yle çok kritik bir maç oynadyk.Avni Aker’deki bu maçtan galip ayrylsaydyk kesin ?ampiyon oluyorduk.1-0 öne geçti?imiz maçtan yenik ayrylarak ?ampiyonlu?u ezeli rakibimiz Fenerbahçe’ye hediye ettik.O zamandan beri ?ampiyonlu?a bu denli yakla?amadyk.Bu yyl da(2004) deplasmanda 2-1 yendi?imiz Dinamo Kiev’e kendi sahamyzda 2-0 yenilerek tarihî bir fyrsaty kaçyrdyk.Bu maçtan 1-0 yenik ayrylsak bile tarihimizde ilk kez ?ampiyonlar Ligi’nde oynayacaktyk.Dinamo Kiev’i elimizden kaçyryp ?ampiyonlar Ligi’ne veda etmemiz kulübü en az be? yyl geri götürmü?tür.Bu ayny zamanda kulüp kasasyna alty buçuk trilyonluk sycak para girmesini sa?layacakty.Bu da Trabzonspor’un tarihindeki dönüm noktalaryndan birisidir.
Ba?ary inançly olmayy gerektirir.Anla?ylan o ki Trabzonspor özgüvenini ve inancyny kaybetmi?.Oysa geçmi?teki ba?arylar futbolcular için bir motivasyon kayna?y olmalyydy.Son zamanlarda bölgemizin insany olan Ziya Do?an(Gümü?hane kökenli) takyma bu ruhu kazandyrma arifesindedir.Alynan güzel sonuçlar buna i?arettir.Umarym güzel günler bizi bekliyor.Bu taraftaryn uzun vadeli beklemeye ve sabretmeye tahammülü kalmady.?ark güne?inin bir an önce do?up ruhumuzu ve kalbimizi ysytmasyny bekliyoruz.
e-mektup: [email protected]
oflu
17.02.2005 - 00:01OF’A VE OFLULAR’A DAYR
M.NYHAT MALKOÇ
Dünyada iki harften olu?an yer adlary bir elin parmaklaryndan daha da azdyr.Hem?ehrilerimiz sanki farklylyklarynyn ni?any olsun diye bu ady koymu?lar ?ehirlerine.Hakikaten de Trabzon’a ba?ly bir ilçe konumunda olan Of her yönüyle ?ahsyna münhasyr hususiyetler ta?yyan bir yerle?im yeridir.
Of,Trabzon’un en köklü ve büyük ilçeleri arasynda ikinci syradadyr.Bilindi?i gibi Çaykara ve Hayrat önceleri buraya ba?lyydy.Bu beldeler ilçe olunca do?al olarak Of da yüzölçümü bakymyndan küçülmü?tür.
Trabzon’a 50 kilometre uzaklykta olan Of’un do?usunda Rize,batysynda Sürmene,güneyinde Hayrat ve Dernekpazary,kuzeyinde Karadeniz bulunmaktadyr.Denizle olan seviyesi sadece on metredir.En önemli akarsulary Do?u Karadeniz Da?lary’nyn kuzey istikametinde do?up ilerledikçe yan kollar alarak büyüyen Solakly ve Baltacy dereleridir.
Of’a hayat veren çaydyr.Arazinin engebeli olmasy yüzünden modern tarym aletlerini kullanmak mümkün olmamaktadyr.Ylçede çayyn alternatifi yine çaydyr.Fyndyk,mysyr,patates,kara lahana,fasulye gibi ürünlerin yeti?tirilmesi çayla boy ölçü?ebilecek boyutta de?ildir.
Karayla denizin güzel bir kompozisyon olu?turdu?u bu ?irin ilçe, gelecekte il olmaya aday görünmektedir.Zaten Oflular kendilerini Trabzonlu olarak görmezler.Nerelisin sorusuna hep: “Ofli’yum” cevabyny verirler.Daha da ileri gidip Of’un nereye ba?ly oldu?unu sordu?unuzda “Yukariya,direk Allah’a ba?liyuk” cevabyny verirler.
Türkiye’deki pek çok büyük ilçe il olma yary?y içerisindedir.Bunlardan birisi de ?üphesiz ki Of’tur.Aslynda Trabzon’a uzakly?y ve genel yapysy itibariyle bu ileriki yyllarda gerçekle?ebilecek bir dü?üncedir.Böyle bir durumda Rize’ye ba?ly Yyidere ve Kalkandere halky Of’a ba?lanmayy tercih edeceklerini belirtmi?lerdir.Bunun yanynda Of’un art bölgesi olan Hayrat,Dernekpazary ve hatta Çaykara böyle bir yapylanmada Of’a ba?lanmaya razy olacaklaryna inanyyorum.Zaten Hayratlylar kendilerini her zaman Oflu olarak görürler.Ylçe olduklaryna bin pi?mandyrlar.Ylçe olmadan evvel Of ady onlaryn hem itibaryny artyryyor,hem de i?lerini kolayla?tyryyordu.Görüldü?ü gibi Of hem nüfus,hem de nüfuz açysyndan il olmaya namzettir.Bunu derken bazylary belli ki byyyk altyndan gülüyordur.Fakat ben inanyyorum ki azmin ve gayretin sembolü olan Oflular gelecekte bunu da ba?aracaklardyr.
Of, e?itim potansiyeli açysyndan ileri bir seviyededir.Of’un âlimleri ve hocalary dünyaca me?hurdur. 1898 E?itim Bakanly?y Raporuna (Maarif Salnamesi) göre Trabzon'un üç kütüphanesinde 1500 kitap varken, Gümü?hanevi Ahmet Ziyaüddin Efendi tarafyndan Of'ta kurulan Hacy Ahmet Kütüphanesi'nde 800 kitap oldu?u bildiriliyor. 1914 yylyna ait Ystanbul ?eyhülislâmlyk ar?ivlerinde Of'ta 69 medrese oldu?u kaydedilmi?. Ar?ive göre Of'ta 69 müderris, 1490 ö?renci bulunuyormu?.Bu rakamlar Of’un e?itime ne kadar ehemmiyet verdi?ini ortaya koyuyor.Bu gelenek eskisi kadar olmasa da bugün de devam etmektedir.
Of her yönüyle ilginç bir yerdir.Türkiye’de hanedanly?yn hüküm sürdü?ü tek yer Of’tur.Bu ?ehri 124 yyldan beri ayny sülâle,Saryalio?lu sülâlesi yönetiyor. Ylk Belediye Reisi Saryalizâde Ömer Lütfü Bey 52 sene görev yapmy?. Ondan sonra ayny sülâleden gelen sekiz belediye reisi toplam 68 yyl görev almy?lar. Son belediye ba?kany Oktay Saryalio?lu da ayny soydan geliyor.Byrakyn Türkiye’yi, bunun belki de dünyada da bir örne?i yoktur.
Bu ilçeyi enteresan yapan unsurlaryn ba?ynda da ady gelmektedir.Türkiye’de iki harften olu?an bir ba?ka yer ady yoktur.Of adynyn men?ei konusunda de?i?ik rivayetler mevcuttur.Birinci rivayet ?udur:Bilindi?i gibi bu topraklarda daha evvel Rumlar ya?amaktaydy.Yunanca’da yylan sözcü?ünün kar?yly?y “Ofis” dir.Arazi yapysy parçaly ve kyvrymly oldu?u için bu durum yollaryn da ayny ?ekli almasyna yol açmy?tyr.Yollar kyvrymly oldu?u için de buraya Ofis denmi?; bu zamanla de?i?erek Of hâlini almy?tyr.
Ykinci rivayet ?öyle anlatylyr:Eski ça?larda burada Turanî yrkyna mensup kavimler ya?yyordu.Bunlar silâh yapymynda ustaydylar.Güney Sibirya Türkleri’nde de silâha “Op” deniliyordu.Onlar da bu kelimeyi silâh kar?yly?y olarak kullanyyorlardy.Bu söz halk arasynda zamanla “Of” a dönü?mü?tür.
Son rivayet ise ?öyle:Kumanlar’da “Of?in diye bir kelime vardy.Bunun anlamy “hiddetli bir tavyrla vatanyny korumak”ty.Bu kelime zamanla de?i?erek Of’a dönü?mü?tür.
Bunlaryn hepsi birer rivayet! ...Fakat bunlar arasynda, yörede Orta Asya’dan göç etmi? Turanî kökenli insanlaryn ya?amy? olmasy hasebiyle ikinci görü? akla ve manty?a daha uygundur.
Oflular çaly?kan,zeki ve uyanyk insanlardyr.Dünyanyn neresine giderseniz gidin orada bir Oflu’yla kar?yla?manyz muhtemeldir.Bu insanlar alynteriyle çok büyük ba?arylara imza atmy?lardyr.Y?çi olarak girdikleri i?lerde kysa zamanda ilerleyerek patron konumuna yükselmi?lerdir.Hatta bu hususta bir de fykra anlatylyr:
“Oflu biri,Amerika’da bir hem?ehrisiyle kar?yla?yr.Biraz sohbetten sonra hem?ehrisi sorar:
-Ne i? yapyyorsun burada?
-Geldu?umdan beri ayny fabrikada çaly?yyrum.
-Arkada?y hiddetle:
-Ne biçim Ofli’sun sen? Onca zamandur çali?ta,çali?tu?un fabrikanun sahibi olma! ...
-Olamam ya! ...
-Neden?
-Çunki çali?tu?um fabrikanun sahibi de Ofli de ondan.”
Of,Trabzon’un gözbebe?i,yüzaky! ...Onlaryn çaly?kanlyklary ve ba?arylary hepimizi gururlandyryyor..Fakat Oflular ne kadar çaly?kansa,bir o kadar da inatçy ve hyrsly…?eytanla sava?yp onu yenen ba?ka bir insan örne?i var my dünyada?
Of gelece?in ?ehri! ...Oflular bu ?ehrin usta mimarlary! ...Bunlary Of’la büyük bir rekabet içerisinde olan Sürmeneli(Köprüba?yly) biri olarak söylemekten gocunmuyorum.Allah onlary ba?ymyzdan eksik etmesin; inat üzereyken ?erlerinden uzak tutsun.
e-mektup: [email protected]
nasreddin hoca
16.02.2005 - 23:41TÜRK MİZAHININ KÖŞE TAŞI: NASREDDİN HOCA
M.NİHAT MALKOÇ
Gülmek ve ağlamak insanların yaşadığı iki zıt hakikattir.Halk arasında gülmekle ağlamanın kardeş olduğu söylenir.Gerçekten de zaman gelir,iç içe yaşarız bu iki duyguyu.Gözyaşları bazen elemden,bazen de sevinçten boşalır gelir.Onun için her zaman kötü değildir ağlamak! ...Gülmek de aşırıya kaçınca kalbi karartır.Resulullah Efendimizin, hayatı boyunca bir kez bile kahkaha atarak gülmediği rivayet olunur.En güzeli tebessüm etmektir.
Ölçülü olmak şartıyla gülmek,insanı rahatlatır.İnsanı neşelendirmek ve eğlendirmek için mizah sanatı geliştirilmiştir.Fakat günümüzde mizah adına öyle edepsizlikler yapılıyor ki insanın gülmekten çok,ağlayası geliyor..Oysa lâtifenin lâtif olması gerekir.Karikatürler,fıkralar ve mizahın her türü,insanları somurtkanlıktan kurtarmak içindir.Bunu yaparken terbiyeyi rafa kaldırmamak gerekir.Mizahı müstehçenlikten kurtarmalıyız.
Türk mizahının gelmiş geçmiş abide isimlerinin başında Nasreddin Hoca vardır.Onun hayatı hakkındaki bilgilerimizin çoğu rivayetlerden ibarettir.Yani onun hayatına dair elimizde hiçbir yazılı belge yoktur.Biz Türkler’in en büyük hatalarından birisi de yazılı belgelere gereken kıymeti vermemektir. Onun içindir ki yüzlerce büyük şahsiyetin hayatı hep ihtimal ve rivayetlere dayanır.
Hoca Nasreddin’den bize kalan miras,onun dünyaya nam salmış fıkralarıdır.Bunlardan yola çıkarak Hoca’nın hayatı hakkında ipuçları elde ediyoruz..Burada da karşımıza şu problem çıkıyor: Acaba ona ait olduğu söylenen fıkraların yüzde kaçı onundur.Bu hususta iddialı konuşmak pek mümkün değildir.Fakat yine de bir kısım kıstasları göz önünde bulundurarak somut gerçeklere varabiliriz.Bir kere Nasreddin Hoca’nın fıkralarında müstehçenlik bulunmaz.Mukaddes değerlere son derece saygılıdır.Fakirlerle alay etmez.Daima düşkünlerin ve zavallıların yanındadır.Küfürden nefret eder.Ahlâksızlığa asla prim vermez.Türk-İslâm ahlâkıyla mücehhezdir.Daima iyilik ve merhamet temalarını işler.Duygu sömürüsü yapmaz.Bu ve bunun gibi ölçüleri dikkate alarak hangi fıkranın Hoca’ya,hangisinin başkalarına ait olduğunu çıkarabiliriz.
O,büyük bir halk filozofudur.Belki sistemli ve düzenli bir eğitim görmemiştir ama kendini iyi yetiştirmiştir.Ufku çok geniştir.Hayattan edindiği tecrübelerle hareket eder.Tabir caizse hayat mektebini bitirmiştir.Fıkraları alelâde komikliklerden ibaret değildir.Güldürürken düşündürmeyi amaç edinmiştir.Onun lâtifelerinin her biri ibret ve hikmetlerle doludur.Fıkraları sözlü gelenekle günümüze aktarıldığı için bir kısım değişikliklere uğramıştır.Ona ait olmayan pek çok fıkra,ona mal edilmiştir.Türk Milleti’nin ince zekâsının tüm hususiyetlerini onun fıkralarında görebiliriz.
Nasreddin Hoca’nın evliyadan biri olduğu da söylenir.Kâmil bir müslümandır O…İslâmın vakarı,hayatının her dönemine yansımıştır.Onun fıkralarının anafikir cümleleri atasözü hâline gelerek,halk tarafından benimsenmiştir.Bunlar arasında şu güzel örneklere rastlıyoruz: “Parayı veren düdüğü çalar…Damdan düşenin hâlinden damdan düşenler anlar…Yiğidin malı gözü önünde gerek…Dostlar alış verişte görsün…vb.”
Bugün Nasreddin Hoca tüm dünya için evrensel bir değerdir.Fıkraları,dünyanın dört bir köşesinde sevilerek okunmakta ve dinlenmektedir.Fakat dünya milletleri onun Türklüğünü daima gözardı etmektedir.Geçen zaman içerisinde,Türkiye olarak,Hoca’nın popülaritesinden yararlandığımız söylenemez.Özetle şunu söyleyebiliriz; her zaman olduğu gibi kaymağı ecnebiler yerken,bizler seyrediyoruz.Hoca’yı bir Türk mizahçısı olarak dünya kültür ve mizah pazarına çıkarmanın zamanı gelmedi mi hâlâ? ...
e-mektup: [email protected]
erzurumlu ibrahim hakkı
16.02.2005 - 23:40ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ
M.NİHAT MALKOÇ
Çok yönlü bir âlim olan Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’ni tavsif ve tasvir etmek için yeterli bir kelime bulmakta zorlanıyorum.O hem bir şair,hem bir yazar,hem bir tasavvufçu,hem de pozitif bilimlerle uğraşan çağdaş manada bir bilim adamıydı.Bahsi geçen bu sahaların hepsinde de azami derecede muvaffak olmuştur.En önemli hususiyeti,söylediklerini öncelikle yaşamış olmasıdır.Bu da onun geniş kitlelerce sevilip okunmasına zemin hazırlamıştır.
18 Mayıs 1703 yılında(bundan üç asır evvel) Erzurum’un Hasankale kazasında dünyaya gelen bu büyük zat,altı yaşındayken annesi Şerife Hanife Hatun’u,on yedi yaşına geldiğinde de babası Derviş Osman Efendi’yi kaybetmiştir.Babası,meşhur Kadirî şeyhi İsmail Fakirullah’a bağlı idi.Sırf bunun için yurdundan ayrılıp,hocasının yanına,Siirt’in Tillo Bucağı’na yerleşmiştir.Küçük İbrahim de bir süre amcalarıyla birlikte ikamet ettikten sonra babasının yanına,Tillo’ya göç etmiştir.Kendisi de İsmail Fakirullah isimli zattan fevkalâde etkilenmiş,onun himayesinde dinî ve tasavvufî ilimler sahasında derinleşmiştir.Hocası rahmetli olunca,dergâhın başına kendisi geçerek onlarca talebe yetiştirmiştir.
İbrahim Hakkı Hazretleri denilince,ilk olarak onun o meşhur Mârifetnâme isimli eseri aklımıza gelmektedir.Değişik konuları ihtiva eden bu ansiklopedik eser,uzun yıllardan beri sevilerek okunmaktadır.Eser bir mukaddime(önsöz) ,üç fen ve bir hatime olmak üzere,beş bölümden meydana gelmektedir.Sekiz yüz sayfadan mürekkep,hacimli bir kitaptır.Bu kıymetli eserde dünyanın yaratılışı,gökler,melekler,cennet ve cehennem,güneş,ay,yıldızlar,arzın katları,kıyamet alâmetleri,akıl,nefis,anasır-ı
erbaa(hava,su,ateş,toprak) ,bitkiler,hayvanlar,aritmetik,geometri,astronomi,astroloji,atmosfer,madenler,iklimler,kıtalar,bedenin yapısı…vb. gibi konulara değiniliyor.Din ile ilim tek bir çerçevede bütünleştiriliyor.İnsan tahkikî imana erişiyor.1400 yıl evvel,kâinatı ve insanlığı şereflendiren Kur’an’ın gerçek bir mucize olduğunu tüm çıplaklığıyla görüyoruz Mârifetnâme’nin satır aralarında.
Bu büyük tasavvuf ehlinin,Mârifetnâme’nin dışında,onlarca eseri daha vardır.Bunlardan en önemlileri Divan,İrfaniyye,İnsaniyye,Mecmuatü’l-Maâni,Tuhfetü’l-Kiram Nuhbetü’l-Kiram,Meşakiku’l Yûh,Sefine-i Nûh,Kenzü’l-Futûh,Definetü’r-Rûh,Ruhu’ş –Şurûh,Ülfetü’l-Enam,Urvetü’l-İslâm,Heyetü’l-İslâm’dır.Bu eserlerin çoğunu Tillo’da kaleme almıştır.Zaten en verimli yılları da burada geçmiştir.Kitap yazmayla talebe yetiştirmeyi bir arada,dengeyle yürütmüştür.
Erzurumlu İbrahim Hakkı,aynı zamanda iyi bir şairdir.Şiirlerini yazarken Yunus Emre’den etkilenmiştir.O da Yunus gibi,şiirlerinde Allah aşkını ağırlıklı olarak işlemiştir.Müstakil bir Divan’ı mevcuttur.Çok rahat bir söyleyiş tarzı vardır.İçinden geçen duygu ve düşünceleri,şiirin kalıpları içerisinde mısralara dökmüştür.Onun sevilerek okunmasının sebebi üslûbundaki samimiyettir.Tefviznâme isimli uzun bir şiiri,her şeyiyle,her halükârda Allah’a teslim olanların dillerinden düşürmediği bir manzume olmuştur.Özellikle şu kısmı çok mânidardır:
“Hak şerleri hayr eyler
Zannetme ki gayr eyler
Arif anı seyr eyler
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.”
18.yüzyılın mümtaz şahsiyetlerinden biri olan İbrahim Hakkı Hazretleri,yazdığı eserlerde şahsî bir üslûp ve zamanına göre sade bir dil kullanmıştır.Denebilir ki onun nâsırlığı,şairliğinden ileridir.77 yıllık ömründe onlarca eser telif eden bu Allah dostu,22 Haziran 1780 tarihinde,çok sevdiği Rabbine kavuşmuştur.Allah rahmet eylesin.
e-mektup: [email protected]
ikinci abdülhamid
16.02.2005 - 23:37“BİR LÂHZA-İ TEAHHUR” VE İKİNCİ ABDÜLHAMİT-2
M.NİHAT MALKOÇ
Tevfik Fikret,ömrü boyunca buhran içerisinde yaşamıştır.Gün gelmiş İstanbul’a,gün gelmiş manevî değerlere,gün gelmiş Sultan İkinci Abdülhamit gibi mütedeyyin eşhasa saldırmıştır.İçindeki maneviyat boşluğu,bu yaptıklarını ona şirin göstermiştir.Mensup olduğu devletin padişahına düzenlenen suikaste methiyeler yazan bir insanın ruh dünyasını varın siz düşünün! Ölüm,öyle veya böyle hepimizi gelip bulacaktır.Başkalarının ölümüne sevinilmez.Fakat Tevfik Fikret,şahsına münhasır bir kişi olduğu için,Abdülhamit’e karşı düzenlenen suikaste çok seviniyor.Hatta bunun başarısızlıkla neticelenmesine karşı,asabı bozuluyor.
Bu pek meşhur Servet-i Fünûn Şairine göre Allah daima güçlüleri koruyormuş! Ermeniler’in Abdülhamit’e karşı düzenledikleri suikastte de böyle olmuş! Bu durum karşısında Fikret,hedef değiştiriyor.Tarih-i Kadim adlı eserinde aşağıladığı Allah’a karşı,bu defa şu ifadelerle boy ölçüşüyor:
“Lâkin tesâdüf…Ah,o kavîler münâdimi,
Acizlerin,zavallıların hasm-ı dâimi,
Birden yetişti mahva bu tedbir-i hâriki
Söndürdü bir nefeste bu ümmîd-i bârikı
Yukarıdaki mısralarda günümüz Türkçe’siyle şöyle deniyor:
“Fakat o rastlantı…Ah,o güçlülerin yardımcısı,
Güçsüzlerin,zavallıların sürekli düşmanı
Birden yetişti bu eşsiz önlemi yok etmeye,
Söndürdü bu parıldayan umudu bir solukta.”
Bu suikastte onlarca masum insan hayatından olmuştu.İnsanda azıcık merhamet olsa,ölen onca insana acırdı.Onları canlarından eden bir suikaste methiyeler yazmazdı.Büyük Şair(!) bunla da yetinmeyerek olaya muhatap olanları: “Aşağılık bir seyirci topluluğu,kudurmuş,kaba” gibi sıfatlarla tavsif ediyor.Gök boşluğuna bacak,kelle,kan ve kemiğin yükseldiğini söylüyor.Dilerseniz bu mısralara bir göz atalım:
“Bir darbe…Bir duman…ve bütün bir gürûh-ı sûr,
Bir ma’şer-i vazî-i temaşa,haşîn,akuur
Tırnaklarıyla bir yed-i kahrın,didik didik,
Yükseldi gavr-i cevve bacak,kelle,kan,kemik…”
Bu ifadeler bana merhum Mehmet Akif’in Çanakkale Şehitleri için yazdığı şiiri hatırlattı.Nasıl oluyor da bir Türk şairi,Ermeniler’le ağız birliği ediyor ve onları övmekten çekinmiyor.Oysa Sultan Abdülhamit,vatanperver bir insandı.Hiç kimseye bir kötülüğü dokunmamıştır.Herkese karşı hoşgörülü olduğu için çok eleştiriliyordu.Bunu pasiflik olarak addediyorlardı.Bir sultana mütevazi olmayı yakıştıramıyorlardı.Fikret de bu kervana katılanlardandı.Gerçi o devirde basına zaman zaman sansür de uygulanıyordu.Lâkin hadiseleri değerlendirirken cereyan ettikleri zamanı da göz önünde bulundurmak lâzımdır.O dönemde böyle yapmak gerekiyordu.Zira devlet,bölünme ve parçalanma tehlikesiyle karşı karşıyaydı.Tevfik Fikret tüm bu şartlara rağmen Ermeni suikastını hoş görüyor ve suikastçıları kutluyordu.Onları kurtarıcı bir el olarak görüyordu.Bu hadiseyle toplumun uyanacağını iddia ediyordu.Ona göre Abdülhamit’in ölümü, zorbalığın da sona ermesi mânâsına geliyordu.Bu saldırının o görkemli taçları sarsmasını istiyordu.O gizli eli çok merak ediyordu.Belli ki bilfiil kutlayacaktı onları:
“Ey darbe-i mübeccele,ey dûd-ı müntakim,
Kimsin? Nesin? ..Bu savlete sâik,sebep ne? Kim? ..
Arkanda bin nigâh-ı tecessüs,ve sen nihân,
Bir dest-i gaybı andırıyorsun,rehâ-feşân.”
Bu fâni dünyada sonunda Abdülhamit de öldü,Tevfik Fikret de.Çünkü Rabbimizin buyurduğu gibi: “Her nefis,ölümü tadacaktır.”(Enbiya S.35.Ayet) Başkalarının ölümünü istemek caiz değildir.Hepimiz bu kervanın yolcusuyuz.
e-mektup: [email protected]
ikinci abdülhamid
16.02.2005 - 23:37“BİR LÂHZA-İ TEAHHUR” VE İKİNCİ ABDÜLHAMİT
M.NİHAT MALKOÇ
Tevfik Fikret,Servet-i Fünûn Topluluğunun başta gelen şairlerinden birisidir.Hatta bu edebî kitlenin yayın organı olan Servet-i Fünûn dergisinin Yazı İşleri Müdürlüğü’nü yapmıştır.Şiirlerini “Rübab-ı Şikeste” adlı eserde bir araya getirmiştir.Bu kitapta yer alan şiirlerden birisi de “Bir Lâhza-i Teahhur” dur.Günümüz Türkçe’sine “Bir Anlık Gecikme” şeklinde çevirebiliriz bunu.Peki bu şiirin ne ehemmiyeti vardır? Sözkonusu şiir,İkinci Abdülhamit’e düzenlenen suikast nedeniyle yazılmıştır.
İkinci Abdülhamit,Osmanlı Devleti’nin çöküş dönemlerinde tahta oturmuş talihsiz bir padişahtır.Onun için pek çok düşmanları olmuştur.İşlerin iyi gittiği zamanda herkes methiyeler düzer.Hele bir de işler kötü gidedursun herkes düşman kesilir bir anda.Abdülhamit de bu kaderi yaşamış iyi niyetli,aşırı müsamahakâr bir insandı.Ermeniler’in en büyük ideali Doğu Anadolu toprakları üzerinde müstakil bir Ermenistan kurmaktı.İkinci Abdülhamit buna şiddetle karşı çıkmıştır.Onun için Ermeniler,Abdülhamit’i en büyük düşman olarak ilân etmişlerdi. Hatta onu öldürmek için büyük bir suikast düzenlemişlerdir.
21 Temmuz 1905 senesinde icra edilen suikast planı gerçekten tüyler ürperticiydi.Bilindiği gibi Abdülhamit,mütedeyyin bir insandı.Osmanlı padişahlarının tamamı böyledir zaten.Abdülhamit Han, Cuma namazını daha çok Yıldız Camiî’nde kılardı.Ermeniler onun bu özelliğini bildikleri için kendisine Yıldız Camiî’nin önünde şirret bir tuzak kurmuşlardır.Hatta bu işin eksiksiz gerçekleşmesi için dünya çapında ün yapmış Belçikalı terörist Jorris’i de aralarına dahil etmişlerdir.Hazırlanan plan gereğince Abdülhamit’i,Cuma Selâmlığı’ndan çıkarken bomba marifetiyle havaya uçuracaklardı.Hatta pek çok kritik nokta da bombalanacaktı.Her şey saniyesi saniyesine ayarlanmıştı.Yüz kiloluk bir bomba hazırlanmıştı bunun için…Saatli bomba hassas hesaplarla Abdülhamit’in çıkış anına ayarlanmıştı.Ama öldürmeyen Allah öldürmüyor işte.O gün her ne hikmetse Abdülhamit Han,Şeyhülislâm Cemaleddin Efendi’yle ayak üstü bir süre konuşmuş.Bomba şiddetli bir gürültüyle patladığı esnada o, yukarıdaki merdivenlerden yeni iniyordu.Kendisinin burnu bile kanamamıştır.Fakat bu hadisede 26 kişi hayatını kaybetmiş; 58 kişi de yaralanmıştı.
İkinci Abdülhamit’i,pek çok kişi gibi, zamanın büyük şairlerinden biri olan Tevfik Fikret de sevmezdi.Yukarıda bahsedilen başarısız suikast girişimi üzerine “Bir Lâhza-i Teahhur” adlı,kin ve nefret dolu şiirini yazmıştır.Bu şiirinde Abdülhamit’i yerden yere vurarak suikastçı Ermeniler’i övmüştür:
“Ey şanlı avcı,dâmını bî-hûde kurmadın!
Attın…Fakat yazık ki,yazıklar ki vurmadın!
Dursaydı bir dakikacağız devr-i bî-sükûn
Yahut o durmasaydı,o iklîl-i ser-nigûn
Kanlarla bir cinâyete pek benzeyen bu iş
Bir hayr olurdu,misli asırlarca geçmemiş
Lâkin tesadüf…Ah o kavîler münâdimi,
Âcizlerin,zavallıların hasm-ı dâimi,
Birden yetişti mahva bu tedbîr-i hâriki;
Söndürdü bir nefeste bu ümmîd-i bâriki.
Nakşetti bir tehekküm için baht-ı bî-şuûr
Târih-i zulme bir yeni dibâce-i gurûr
Kurtuldu; hakkıdır,alacak, şimdi intikam;
Lâkin unutmasın şunu târih-i sifle-kâm:
Bir kavmi çiğnemekle bugün eğlenen denî
Bir lâhza-i teahhura medyûn bu keyfini! ”
e-mektup: [email protected]
yunus emre
16.02.2005 - 23:35YUNUS EMRE’DE HOCA(ÖĞRETMEN) SEVGİSİ
M.NİHAT MALKOÇ
Dünyanın en zor ve en zevkli mesleği öğretmenliktir.Zordur,çünkü yüzlerce insanla hemhâl olmak gerekir.Zevklidir,çünkü hepsi birbirinden farklı dünyalarla içiçe yaşama imkânı hasıl oluyor.Öğretmenin asıl görevi,elinin altındakilere ansiklopedik bilgiler vermek değildir.Onlara herşeyden evvel sevgiyi,doğruluğu güveni,çalışmayı ve hoşgörüyü öğretmeliyiz.Kitle iletişim araçları olabildiğince yaygınlaşmış.Günümüzde bilgiye ulaşmak çok kolay…Böyle bir ortamda öğretmene daha farklı görevler düşüyor. İyi bir öğretmen,öğrencisini,kabiliyetleri doğrultusunda yönlendirir.Ona rehberlik yapar.Bilgiye ulaşmanın yollarını öğretir.
Öğrencilerin manevî dünyaları,maddî dünyalarından önemlidir.Muteber olan, bilgili insandan çok,düşünen insan yetiştirmektir.Soran ve sorgulayan bir nesil yetiştirmek zorundayız.Kuru bilgileri ezberlemek ve ezberletmek artık marifet olarak görülmemektedir.Üreten ve yorumlayan insanlar,bu çağın hakimi olacaklardır.
Kişi öncelikle öğrenmeli,ardından öğrendiklerini geniş kitlelere aktarmalıdır.Nitekim Peygamberimize göre: “Sadakanın en efdali,müslim kişinin ilim öğrenip,müslüman kardeşine öğretmesidir.”Bildiğini başkalarına öğretmeyenler,kitapları sırtında taşıyan eşek gibidir.Çünkü o bilgilerin ne kendine,ne de başkalarına hayrı yoktur.Bilginin sadakası onu başkalarına öğretmektir.İlimde kıskançlığa ve tamahkârlığa yer yoktur.Öğrettiklerimiz hak ve hakikat olmalıdır.İnsanların hidayetine vesile olmaktan daha büyük bir bahtiyarlık düşünülemez.Şu hadisler ilim öğretmenin önemine işaret etmektedir: “Öldükten sonra kişiye amelinden ve hasenatından ulaşan şey,öğretip neşrettiği ilimle,geride bıraktığı salih evlâttır…Allah,melekler,arz ve semada bulunan her şey yuvasındaki karıncaya,denizdeki balığa varıncaya kadar (bütün canlılar) halka hayır öğreten muallime dua ederler.”
Bilindiği gibi Yunus Emre’nin manevî feyizlerle dolup taşmasında hocası Tapduk Emre’nin rolü çok büyüktür.Tapduk Emre’nin müridi olmuştur ömrü boyunca…Gerçek kişiliğini bu veli şahsın manevî tasarrufu altına girdikten sonra bulmuştur.Yunus,Tapduk Emre’nin şahsında bütün hocalara büyük bir sevgiyle ve aşkla bağlanmıştır.Fakat o,hocayı geniş mânâlarda ele almaktadır.Ona göre hoca,Allah’ın âlim sıfatıdır.Bunu şu beyitlerden de anlıyoruz:
“Resul agdı Miraç’a nazar eyledi Hace
Görün görün kim niçe vasfını dervişerin
Başuma dikeler hece ne irte bilen ne gice
Âlemler ümidi Hace sana ferman olam bir gün”
Yunus’a göre Peygamberimiz de bir hocadır.Çünkü İslâm dininin emir ve yasaklarını Cebrail vasıtasıyla Allah’tan alarak ümmetine öğretmiştir.Bunu şu beyitte ifade etmektedir:
“Muhammed’e bir gice Çalap’dan indi Burak
Cebrail eydür Hacem Miraç’a kıgurdı Hak”
Yine o,hocayı Mürşid-i Kâmil olarak da vasıflandırmaktadır.Hatta bu mânâda kullandığı beyitlerin sayısı diğerlerine göre daha fazladır:
“Hocanın talibi çokdur hiç bundan kemteri yokdur
Şunun kim mürşidi Hak’dur uymaz nasun allerine”
“Dilerem fazlundan ayurmayasun
Hocam senden özge sevmezem ayruk”
O son olarak hocalara şu tavsiyede bulunmaktadır.Bu tavsiye onun gerçek kimliğini de,niyetini de bize açıkça göstermektedir:
“Yunus Emre dir hoca gerekse var bin hacca
Hepsinden iyice bir gönüle girmekdür.”
e-mektup: [email protected]
yunus emre
16.02.2005 - 23:34AŞK BAĞININ BÜLBÜLÜ
M.NİHAT MALKOÇ
Sevgi üzere kurulmuş dünya denen bu gezegen! ..Aslolan da sevgi değil midir zaten.Ariflerin iki kanadından biridir bu asil duygu.O ulvi kanat olmasaydı erenler Allah katında maneviyat zirvesine yükselebilirler miydi?
Sevginin en ileri derecesi olan aşk, Allah dostlarını manevi açıdan asumana yükseltmiştir.Makamdan makama,halden hale taşımış,gönüllerini dalga dalga coşturmuştur.Fakat aşktan kastedilen basit anlamda karşı cinslerin birbirini sevmesi değildir.Hakiki aşk, muhabbetullahtır.Yani bizi yaratan,koruyan ve rızıklandıran Allah’ı katıksız bir sevgiyle sevmektir.Beşerî aşklar da ilâhî aşkların yansımalarından ibarettir.
Öyle veya böyle! ...Sevgi sevgidir.Sevmekten kimseye zarar gelmez.Fakat şunu asla unutmamalıyız.Nefsimiz bize hiçbir zaman iyi şeyleri telkin etmez.Aşk, nefisten kaynaklanmaz.Nefisten kaynaklanan şehvetle, gönülden gelen aşkı birbirine karıştırmamak gerekir.
Günümüzde insanlar müzmin bir sevgisizlik hastalığına tutulmuş.En basit bir gerekçeyle kan dökülüyor.Toplumun fertleri patlamaya hazır bir bomba gibi….Pimini çekmek için bir söz yeter de artar da! ...Sanki patlamaya hazır bir yanardağ misali insanımız! ....Bana ne deyip geçemeyiz.Çünkü patlayacak volkanın lâvlarından biz de nasibimize düşen payımızı alacağız.Aynı dağın eteklerinde yaşıyoruz.O kızgın lâvlar bir gün bizi de yakıp kavurabilir.
Türk dünyasının sembol isimlerinden Yunus Emre’yi insanların gönlünde büyüten aşk ve muhabbet duygusu değil de nedir? Onun birinci özelliği aşkı taçlandırmasıdır.O, hayat felsefesini aşk üzerine kurmuştur.Bu onun hem hayatında hem de şiirlerinde görülür.Zaten bu his sadece şiirlerinde kalsaydı inandırıcı olmazdı.Yaşanılmayan ve yaşatılmayan duyguların tesiri kabil değildir.
Yunus’ta aşk öyle ileri boyutlara varmıştır ki bu aşk, tutku derecesinde onun kendinden geçmesine,bir başka kimliğe bürünmesine yol açmıştır.Durumunu izah etmeye kelimeler kifayet etmemiştir.Akıllı mı,divane mi olduğunu anlamakta zorlanmaktadır.Bunu şu mısralarda görebiliyoruz:
“Ben yürürem yana yana aşk boyadı beni kana
Ne âkilem ne divâne gel gör beni aşk n’eyledi.”
Daha evvel belirttiğimiz gibi Yunus’un aşkı ilâhîdir.Onun sevgisini hümanizmle ve mecazi aşklarla ifade edemeyiz.Bu demek değildir ki Yunus insanları sevmiyor.O, Allah’ın dünyadaki halifesi makamındaki insanları da elbette seviyor; fakat insanı kutsal bir unsur olarak sunup putlaştırmıyor.Onda esas olan Allah sevgisidir.Bunu şu beyitte tüm açıklığıyla görebiliriz:
“Âşık Yunus seni ister, lütfeyle cemâlin göster
Cemalin gören âşıklar, ebedi ölmez Allah’ım! ”
Yunus’un kitabında kan,kin ve nefret kavramları yazmaz.Onun yerine sevgi,aşk ve hoşgörü bulunur.Günümüz insanının teknoloji alanında harikulâde buluşlara imza atması önemli olmakla birlikte yeterli değildir.İnsanın manevî dünyasının viraneye çevrilmesinin önlenmesi daha öncelikli bir husustur onun için! …Kişi kendi iç dünyasını imar etmedikten sonra göğün yedi katını keşfetse ne mana ifade eder ki? ...Bizi mutlu kılacak unsur, iç dinamiklerimizi dengeye oturtarak dünyayla ahireti paralel olarak tanzim etmektir.Aksi halde iç huzuru yakalamamız mümkün değildir.Asr-ı Saadet’teki insanlar onca zorluklara ve imkânsızlıklara rağmen manevî hayatlarını göz ardı etmedikleri için bizlerden çok daha mutluydular.Demek ki maddiyat tek başına huzuru sağlamıyor.
İç huzuru, Allah sevgisinin en ileri derecesi olan muhabbetullahta bulan Yunus’un, herkes tarafından sevilip yüceltilmesinin esas sebebi ölmeyen duyguları ruhuna nakşedip,hayatını ona göre yönlendirmesidir.Onun bu hususiyetlerini tiyatrocu ve şair Semih Sergen veciz bir üslûpla dile getiriyor:
“Yunus insan demektir: Yunus sevgi, Yunus halk.
Yunus vatan demektir: Yunus yurt, Yunus toprak.
Yunus Türkçe demektir: Türkçe ak, Türkçe bayrak.
Dertli Yunus, han Yunus, derviş Yunus, can Yunus.”
e-mektup: [email protected]
Yunus insan demektir: Yunus sevgi, Yunus halk.
ziya gökalp
16.02.2005 - 23:33ZİYA GÖKALP’İN MANEVÎ DÜNYASI
M.NİHAT MALKOÇ
Türk mefkûresinin gelmiş geçmiş en büyük isimlerinden birisi de hiç şüphesiz ki Ziya Gökalp’tir.
O Türk’e gönülden sevdalı bir Türk milliyetçisiydi.
Hayatını Türklüğe adamıştı O! ...
Bunu şu dörtlüğünde de açıkça ifade ediyor:
“Türklüğe çalıştım sırf zevkim için,
Ummadım bu işten asla mükâfat!
Bu yüzden bin türlü felâket çektim,
Hiçbir an esefle demedim:Heyhat! ...
O, bazılarının sığ bir ifadeyle dile getirdiği gibi basit bir kafatası milliyetçisi değildi.
Gökalp dopdolu bir insandı.
Büyük bir sosyologdu.
Ekonomistti aynı zamanda.
Mütefekkirliği tartışılamazdı.
Eğitimci yönü de asla inkâr edilemez.
Bütün bu hususiyetleri benliğinde toplamış dopdolu bir Türk milliyetçisiydi O…
Türk’ü ve Türk’üm emsalsiz zafer levhalarıyla dolu Türk tarihini enine boyuna bilen bir insandı.
Milleti meydana getiren unsurlardan yurt,soy,dil,kültür,din ve tarih onun için mukaddes değerlerdi.
Doğrusu da bu değil mi?
Bu unsurlar milleti birbirine kaynaştıran çimento kabilinden değerler değil midir?
Bu unsurlar varsa millet ve devlet vardır.
Toprak parçası,bu maddî ve manevî unsurlarla vatan hâline dönüşüyor.
Demek ki bunlar,olmazsa olmaz,kabilinden vazgeçilmez,ihmale gelmez unsurlardır.
Gökalp’in bu husustaki hassasiyeti takdire şayandır.
Bazıları Ziya Gökalp’i Türkçülükte aşırı bulurlar.
O insanlara her şeyden evvel Türkçülüğün temel ilkelerini öğretmek gerekir.
Nedir Türkçülük?
Türkçülük,Türk Milleti’nin müspet olan her alanda ilerlemesini sağlamak demektir.
Bu kültür,sanat,edebiyat,ahlâk,fazilet,teknoloji,eğitim ve bilim olabilir.
Kısaca dünyayla yarışabilecek bir Türk Milleti ve Türk Devleti meydana getirmek…
Bunun neresi kötü? ...
Bu anlamda hepimiz Türkçüyüz ve olmak zorundayız.
Gökalp’in Türkçülükte ileri gittiğini söyleyen bir kısım insanlar, onu dinsizlikle bile suçlamışlardır.
Bunun gerekçesini anlamak mümkün değildir.
Türklükle Müslümanlık etle tırnak gibidir.Birinin varlığı ötekinin yokluğunu gerektirmez ki! ....
Hem Ziya Gökalp’in inanç hususunda,din konusunda söylediği şu sözler, onun din karşısındaki olumlu tavrını tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor:
“İmanım kuvvetli,tevekkülüm sağlam olmasaydı,bu acılara dayanamayacaktım.Bereket versin ki dindar ve mefkûreli(idealist) bir ruhum var…Allah’ın doğru kullarına vefalı olduğuna itimat ediniz.Güneş bulut altına girebilir; fakat hakikat güneşi uzun müddet bulut altında kalamaz.Fırtınalar gelir geçer,kasırgalar gelir geçer.Biraz sonra görürsünüz hava güzelleşmiş.Allah güzeldir; güzelliği sever; güzelliği ister; ara sıra celâllenir(kızar,öfkelenir.) Fakat çok geçmez Cemal’e avdet eder.(Yüce güzelliğine döner; yumuşar; güzelliğini gösterir.) ”
Gökalp’in din,iman ve Allah hususundaki bu güzel sözlerinden sonra onu dinsiz olarak göstermeye çalışmak asla insaf ölçüleriyle bağdaşmaz.
Hem hiç kimsenin Allah adına ileri geri konuşmaya,mesnetsiz hüküm vermeye hakkı yoktur.
İslâm zahire(görünene) hükmeder.
Bir insanın dinsiz olarak damgalanması hakikatte onu dinsiz yapmaz.Hem böyle bir davranış kimseye bir şey kazandırmaz.Maazallah, iddia makamındaki kişi inkârcı konumuna da düşebilir.
Her şeyin en doğrusunu şüphesiz ki Allah bilir.
e-mektup: [email protected]
sabahattin ali
16.02.2005 - 23:29SABAHATTİN ALİ
M.NİHAT MALKOÇ
Kısa bir ömür sürmesine rağmen adından çok söz edildi Sabahattin Ali’nin…Çünkü dolu dolu yaşadı.Sözünü hiç sakınmadı.Dobra dobra konuştu.
Sabahattin Ali,25 Şubat 1907 yılında Gümülcine’nin Eğridere Köyü’nde dünyaya geldi.Babası, bir subay olan Cihangirli Ali Selâhattin Bey’di.Annesi Hüsniye Hanım’dı. Sabahattin Ali,önce Edremit İlkokulu’nu bitirdi.O vakit savaş yıllarıydı.Bir süre Balıkesir Öğretmen Okulu’nda okuduktan sonra İstanbul Erkek Öğretmen Okulu’na geçti.Buradan 1927’de mezun oldu.Okulu bitirdikten sonra Yozgat Cumhuriyet İlkokulu’na atandı.Buradaki görevi uzun sürmedi.Girdiği imtihanı kazanarak Almanya’ya gitti.Yurda döndükten sonra Aydın ve Konya ortaokullarında görev yaptı.Aydın’da çalıştığı yıllarda bölücülük yaptığı gerekçesiyle üç ay tutuklu kaldı.Konya’da öğretmenlik yaptığı sırada,okuduğu bir şiirde hakaret unsurları bulundu.Konya ve Sinop hapishanelerinde yattı.
Hayatının önemli bir kısmı dört duvar arasında geçti.1934 yılında M.E.B. Neşriyat Mümeyyizliği’ne getirildi.Bunca sıkıntıdan sonra evliliğe sıra gelmişti.1935 senesinde Aliye Hanım’la dünya evine girdi.! 937’de kızları Filiz doğdu.Devlet Konservatuvarı’nda Almanca öğretmenliği yaptı.Savaş yüzünden tekrar askere alındı.Ömrünün son yıllarında M.E.B. Tercüme Bürosu’nda çevirmenlik ve editörlük yaptı.
Sabahattin Ali,Cumhuriyet sonrası Türk hikâyeciliğinin önemli bir ismiydi.O da pek çok sanatçı gibi,edebiyat deryasına şiirle girmiştir.Şiirlerinde millî veznimiz olan heceyi kullanmıştır.Bu türdeki eserlerinde Halk edebiyatının şekil ve muhteva hususiyetlerini bulmak mümkündür.İlk gençlik ürünlerini Çağlayan,Servet-i Fünûn,Meşale,Hayat,Güneş gibi dergilerde yayınlamıştır.Şiirlerini “Dağlar ve Rüzgâr” adlı eserde bir araya getirmiştir.
O,asıl ününü hikâyeleriyle elde etmiştir.İlk hikâyesi olan “Bir Orman Hikâyesi” 30 Eylül 1930 yılında Resimli Ay Dergisi’nde yayınlanmıştır.Hikâyelerinde daha çok Anadolu insanının hayatını anlatmıştır.Güçlü bir gözlemcidir.Tabiat tasvirlerinde başarılıdır.Hikâye kitapları şunlardır: “Değirmen(1935) ,Kağnı(1936) ,Ses(1937) ,Yeni Dünya(1943) ,Sırça Köşk(1947) ”
O,hikâyenin dışında romanlar da yazmıştır: “Kuyucaklı Yusuf(1937) ,İçimizdeki Şeytan(1940) ,Kürk Mantolu Madonna(1943) ” Bunların yanında “Esirler” adlı bir de oyunu vardır.Daha sonra eserleri,külliyat hâlinde yayınlanmıştır.
Büyük ülkücü şâir ve yazar Nihal Atsız’la Sabahattin Ali’nin fikrî sürtüşmeleri meşhurdur.1946 yılında bir grup arkadaşıyla “Marko Paşa” adlı mizah dergisini çıkaran Sabahattin Ali, bu yüzden de hapse atılmıştır.41 yıllık bu çileli ömür,yurt dışına kaçmak amacıyla gittiği Bulgaristan sınırında,garip kılıklı,niyeti meçhûl bir kâtilin kör kurşunlarıyla son bulmuştur.Onun,vaktiyle kaleme aldığı şu satırlar bugün bile güncel ve enteresandır:
“Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer.Bir gün Almanlar’ın pabucunu yalayan,ertesi gün İngilizler’e takla atan,daha ertesi gün de Amerika’ya kavuk sallayan soysuzlar gibi olmak istemedik…Kanunlu,kanunsuz baskılar altında ezile ezile pestile döndük.Bugünün itibarlı kişileri gibi,kese doldurmadık,makam peşinde koşmadık.İç ve dış bankalara para yatırmadık.Han,apartman sahibi olmak,sağdan soldan vurmak ve milleti kasıp kavurmak emellerine kapılmadık.Milletin derdine derman olacak yolları araştırmak istedik.Bu ne affedilmez suçmuş meğer! ...”
e-mektup: [email protected]
mehmet akif ersoy
16.02.2005 - 23:18İKİNCİ MEŞRUTİYET VE MEHMET AKİF
M. NİHAT MALKOÇ
Osmanlı Devleti’nin altı yüz yıllık uzun ömrü,bütün dünya devletlerinin ilgisini çekmiştir.Bir devletin bu denli uzun müddet yaşaması dikkate şayandır.Bunun sırrı,sözkonusu devletin köklü ve âdil bir adalet mekanizmasına sahip olmasında aranmalıdır.Devletin zirve sindeki padişahlar iyi eğitim görmüşlerdir.Tahta oturmadan evvel staj mahiyetinde değişik illerde valilik görevlerinde bulunurlardı.Padişahlık makamına geleceklerini evvelden bildikleri için kendilerini buna hazırlarlardı.
Osmanlı’nın son dönemleri çok sancılı geçmiştir.İçerden ve dışardan sokulan çomaklarla sarsıntılar geçirmiştir.Üç kıtaya hakim olan bir devletin elbette ki düşmanları çok olur.Osmanlı’nın düşmanları da çoktu.Haçlılar, Osmanlı Devleti’ne karşı et ve tırnak misali bir bütün olmuşlardı.Çünkü Osmanlı,İslâmı ölçü olarak almıştı.Ötekilerse hırıstiyanlığın birer gönüllü mensubuydular.Yani aslında Hac’la Hilâl’in mücadelesiydi bu.Onlarca değişik ırkın mensubunu aynı çatı altında birleştirmek ve barındırmak sanıldığı kadar kolay bir iş değildir.Osmanlı bu zorluğun üstesinden tam altı yüz yıl boyunca gelmiştir.Bunu yaparken asla zorbalığa başvurmamıştır.Daima ikna metodunu kullanmışlardır.
Osmanlı Devleti’nin o uzun ömrünün son çeyreği,büyük sarsıntılara sahne olmuştur.Bunlardan birisi de İkinci Meşrutiyet’in ilânıdır.İç ve dış müdahalelerle oluşturulan suni gerginlik,hat safhaya erişmişti.Devlet ekonomik bakımdan da güçsüzleşmişti.Tahtta bulunan ikinci Abdülhamit 24Temmuz 1908’de,1876 Kanun-i Esasisi’ni tekrar yürürlüğe koymak zorunda kaldı.Halk,sözde hürriyet kazanmışlığın getirdiği sevinçle sokaklara döküldü.Oysa bu zorlamayla yapılmış,dış mihraklı bir değişimdi.Gaye,Osmanlı’yı bitirmekti.Halk,işin iç yüzünü bilmediği halde,bazı kendini bilmezlerin yönlendirmesiyle sevinç naraları atıyordu.Bu durumu Mehmet Akif, bakın nasıl dile getiriyor:
“Birde İstanbul’a geldim ki bütün çarşı pazar
Nar’adan çalkalanıyor, öyle ya:hürriyet var!
Galeyan geldi mi, mantık savuşurmuş.Doğru:
Vardı aklından o gün her kimi gördümse zoru.
Kimse farkında değil,anlaşılan, yaptığının;
Kafalar tütsülü hûyla ile,gözler kızgın.
Sanki zincirdekiler hep boşanıp zincirden
Yakıvermiş de tımarhaneyi çıkmış birden!
Zurnalar şehrin ahalisini takmış peşine;
Yedisinden tutarak dayanın yetmişine!
Eli bayraklı alaylar yürüyor dört keçeli:
En ağır başlısının bir zili eksik,belli!
Ötüyor her taşın üstünde birer dilli düdük.
Dinliyor kaplamış etrafını yüzlerce hödük!
Kim ne söylerse,hemen el vurup alkışlayacak...
-Yaşasın /Kim yaşasın/-Ömrü olan/-Şak! şak! şak! ”
Ne hazin bir tablo çizmiş Akif! .. İnsanlar nasıl da kolayca oyuna gelebiliyor.Oysa Abdülhamit çok merhametli ve kabiliyetli bir padişahtı.Zaten onun bu yönünden yararlandılar.Bazı insanlara iyi niyet ve hoşgörü yaramıyor.Akif,İkinci Meşrutiyetin ilân edildiği yıllarda 35 yaşında olgun bir insandı. Bu durum kendisini fazlasıyla üzmüştü.Gerçi İkinci Abdülhamit’i başarılı bulmazdı.Fakat ondan sonra gelenler İkinci Abdülhamit’i aratmışlardır Akif’e…Abdülhamit’i çok pasif buluyordu.Böyle olmasaydı,düşmanları bu gibi ayaklanmalara cesaret edemezlerdi.Sokaklarda sözde sevinç gösterileri sürerken idareciler adeta ortadan kaybolmuştur.Hayat durmuştur sanki…Bu manzarayı tasvir etmek için kelimeler yetersiz kalıyordu. Rabbim bizleri böyle şuursuz kalabalıkların şerrinden korusun.
e-mektup: [email protected]
mehmet akif ersoy
16.02.2005 - 23:18MEHMET AKİF’E GÖRE EĞİTİM VE ÖĞRETİM
M.NİHAT MALKOÇ
Hayatı idame ettirebilmek için eğitim ve öğretim şarttır.İnsan, Resulullah’ın deyimiyle; beşikten mezara kadar ilim tahsil etmelidir.Dinimiz,mürebbilere ve âlimlere büyük bir ehemmiyet vermiştir.Öyle ki âlimler, peygamberlerin varisleri olarak görülmüştür.
Müslümanı bir bütün olarak ele alan ve Safahat’ında, onun yaşamından pasajlar sunan Mehmet Akif Ersoy,eğitimi hayatın olmazsa olmazlarından biri olarak görmüştür.Cehaleti en büyük düşman olarak kabul etmiş ve bunu bir şiirinde şöyle dile getirmiştir:
“Eyvah! Bu zilletlere sensin yine illet…
Ey derd-i cehalet sana düşmekle bu millet,
Bir hâle getirdin ki, ne din kaldı ne namus
Ey sine-i İslâm’a çöken kapkara kâbus
Ey hasm-ı hakiki, seni öldürmeli evvel:
Sesin bize düşmanları üstün çıkarılan el! ”
Gerçekten de Akif’in teşhisi çok doğrudur Hiçbir şeyden çekmedik cehaletten çektiğimiz kadar... Hep cahilliğimizin kurbanı olduk. Kendi hatalarımızı görmek istemeyince, kabahati yüce İslâm dinine attık. Geri kalışımıza gerekçe olarak onu gördük. Oysa kendimizi kandırdık. Yanlış teşhis, tedaviyi geciktirir; hatta imkânsız kılar. Gaflet uykusundan uyanmak gerekir.Çünkü Akif’in dediği gibi, uyanık olmalıyız:
“Yıllarca,asırlarca süren uykudan artık,
Silkin de: muhitindeki zulmetleri yak,yık!
Bir baksana: gökler uyanık, yer uyanıktır;
Dünya uyanıkken uyumak maskaralıktır! ”
Memleketin kalkınması ve çağdaş medeniyetler seviyesine erişmesi için kadın-erkek,yaşlı- genç demeden herkes eğitimden, üzerine düşen payı almalıdır. Eğitim, çağın gereklerine uygun ve millî olmalıdır. Genç nesiller fennî ilimlerin yanında, dinini de öğrenmelidir. Çünkü dinî ve fennî ilimler terazinin iki ayrı kefesi gibidir. Birinin boşluğu ötekinin dengesini sarsar. Akif,“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? ”(Zümer S.9.Ayet) ilâhi sualine karşılık şu cevabı veriyor: “ Olmaz ya … Tabiî… Biri insan, biri hayvan! ”
Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde: “İlim Çin’de dahi olsa gidip alınız.”buyurmuştu. Buradaki Çin, uzaklığı sebebiyle, özellikle belirtilmiştir. Akif bu hadisten yola çıkarak Müslümanlara şu tavsiyede bulunuyor:
“Müslüman,elde asâ, belde divit, başta sarık;
Sonra sırtında yedek şaplı beş on deste çarık;
Altı aylık yolu, dağ taş demeyip çiğneyerek,
Çin-i Maçin’deki bir ilmi gidip öğrenecek.”
Kur’an’ın ilk ayetinin “Oku” diye,bariz bir emirle gönderilmiş olması tesadüf değildir.İslâm,okumayı terakkinin vazgeçilmez bir şartı olarak görmektedir. Müslümanlar bu gerçeği idrak edemediği için müstemleke durumuna düşmüşlerdir.Oysa Müslümanların sahip olduğu topraklar,yeraltı ve yerüstü kaynakları bakımından çok zengindir.Fakat çağın ilmine sırt çevirdikleri için ellerinin altındaki hazineleri çağdaş ülkelerle paylaşmak zorunda kalmışlardır.Akif bakın nasıl bir dünya hayal ediyor:
“Sayısız mektep açılmış:Kadın,erkek okuyor;
İşliyor fabrikalar,yerli kumaşlar dokuyor
Gece gündüz basıyor millete nâfi âsâr
Adeta matbaalar bir uyumaz hizmetkâr
Mülkü baştan başa imâr edecek şirketler;
Halkın irşâdına hâdim yeni cemiyetler,
Durmayıp iş buluyor,gösteriyor,uğraşıyor;
Gemiler sahile boydan boya servet taşıyor…
Hasır üstünde bu rüyaları görmekte iken,
İki mel’un gözün altında ayıldım birden.”
Hepimiz aynı rüyayı görmüyor muyuz yüzyıllardır? Bu rüyanın gerçek olması için daha ne bekliyorsunuz? Herkes vazifesinin başına! ...
e-mektup: [email protected]
mehmet akif ersoy
16.02.2005 - 23:17BATI MEDENİYETİ KARŞISINDA MEHMET AKİF
M.NİHAT MALKOÇ
Her milletin kendine mahsus bir medeniyeti mevcuttur.Bunun yanında medeniyetlerin beynelmilel uzantıları da vardır.Bugün,medeniyet kelimesi “Uygarlık”la karşılık bulmaktadır.Kültür ve medeniyet kavramlarının içeriği ve kapsamı konusu,bugüne dek çokça tartışılmıştır.Bazıları kültürü millî,medeniyeti evrensel olarak nitelemiştir.Her ikisinin de millî olduğunu söyleyenler de vardır.Mevzumuz bu olmadığı için bunun üzerinde durmayacağız.
Millî Şairimiz Mehmet Akif Ersoy,ömrü boyunca kâmil bir mümin olarak yaşamıştır.Dünyaya bakış açısı Kur’anî ölçüler dahilindedir.Müslümanlığın gereği de budur zaten…Dinin bir kısmını kabul edip,bir kısmını çağdışı olarak görmek mümine yakışmaz.O da Müslümanlığı bir bütün olarak görmüş ve öylece yaşamıştır.
Bazı insanlar Mehmet Akif’i,yobaz ve medeniyet düşmanı olarak kabul ederler.Buna dayanak olarak da İslâma tavizsiz bağlanmasını gösterirler.Onlara göre, dünya zamanla değişiyor.Değişen dünyaya ayak uydurmak gerekir.Oysa Akif çağdaş bir insandı.Yani çağın ilminden ve tekniğinden haberdardı.Hiçbir zaman,başını kuma gömerek dünyadan habersiz yaşamayı tercih etmemiştir.Lâkin manevî değerlerinden de asla taviz vermemiştir.Onun için de,bazılarının gözünde taassupkâr bir kişi olarak görülmüştür.
Bilindiği gibi “medeniyet” Arapça kökenli bir kelimedir.Bu kelimenin başındaki “mim” harfi kaldırıldığında “deniyet” olarak okunur. “Deniyet” de “hayvanlaşma” demektir.Akif,medeniyetin,deniyete dönüşmesine karşıdır.Onun için,Batı medeniyeti hususunda ince eleyip sık dokumuştur.Çünkü onların inançlarıyla bizimkiler hiçbir zaman birbiriyle bağdaşmaz.Osmanlı Devleti’nin yıkılışına sebep olarak da,Batı’ya körü körüne bağlanışımızı gösterir.Çünkü Osmanlı’nın son dönemlerinde Batı’nın ilim ve tekniğinden ziyade,modası takip edilmiştir.Avrupa’ya teknoloji transferi gayesiyle gönderdiğimiz talebeler,kimliklerini kaybederek melez bir hâl üzere geri dönmüşlerdir.Bilimden nasiplerini alamamışlardır.Akif bu hususta Japonlar’ı takdir etmektedir.Çünkü onlar yozlaşmadan Batı’nın teknolojisini ülkelerine taşımışlardır.Gelenek,görenek ve inançlarından asla taviz vermemişlerdir.Ona göre Japonlar,tevhid hariç,müslümanlığın bütün gereklerini, farkında olmadan, yerine getirmektedirler.Akif,biz Müslüman- Türk milletine şu tavsiyede bulunmaktadır:
“Alınız ilmini Garb’ın,alınız sanatını,
Veriniz mesainize hem de son süratini
……….
Sade Garb’ın,yalnız ilmine dönsün yüzünüz
Çünkü kabil değil artık yaşamak bunlarsız
Çünkü milliyeti yok sanatın,ilmin yalnız.”
Akif,ilme ve teknolojiye hayrandır.İnsanların yerinde sayması,onu rahatsız eder.Batı’dan gelen her şeye önyargıyla yaklaşan kaba softalara da kızar.İfrat ve tefritten uzak durulmasını ister.Her konuda ölçülü hareket edilmesinden yanadır.Batı’nın teknolojisini alırken,onu da kendi millî rengimize boyamamız gerektiğini ifade eder.Yani taklide şiddetle karşı çıkar.Çünkü taklit hiçbir zaman aslı kadar mükemmel olamaz.
Akif’e göre Batı,geçmişte Müslüman Türkler’e karşı kötü bir imtihan vermiştir.Onun için İstiklâl Marşı’nda Batı medeniyetini “tek dişi kalmış canavar” a benzetir:
“Ulusun,korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar? ”
Burada sözü edilen medeniyet,Batı’nın ahlâksızlıklarıdır; yoksa,ilim ve teknik değildir.Sözlerimi,Akif’in,Batı’nın ilim ve tekniğiyle alâkalı değerlendirmesiyle bitirmek istiyorum: “Avrupalılar’ın ilimleri,irfanları inkâr olunur şey değildir.Heriflerin ilimlerini,fenlerini almalı; fakat kendilerine asla inanmamalı,kapılmamalı.”
Akif’in ne kadar doğru söylediğini bugün yaşadıklarımız göstermiyor mu?
e-mektup: [email protected]
mehmet akif ersoy
16.02.2005 - 23:17MEHMET AKİF,IRKÇI DEĞİLDİR
M.NİHAT MALKOÇ
Milletlerin ayakta durabilmesi için birlik ve beraberlik şarttır.Bizleri birbirimize bağlayan ortak değerlerin deforme olmasına müsaade etmemeliyiz.Osmanlı Devleti’nin çöküşüne zemin hazırlayan hadiselerin başında milliyetçilik ve kavmiyetçilik hareketleri gelmektedir.Asabiyet davası cahiliyye adetlerinden biridir.Resulullah Efendimiz pek çok hadis-i şeriflerinde ırkçılığı lânetlemiş ve yasaklamıştır:
“…Allah indinde en şerefliniz takvaca en ileri olanınızdır.Arap’ın Arap olmayan(Acem) üzerine bir üstünlüğü yoktur.Arap olmayanın da Arap üzerine bir üstünlüğü yoktur.Siyah derili olanın beyaz derili üzerine bir üstünlüğü yoktur.Beyazın da siyah derili üzerine bir üstünlüğü yoktur.Üstünlük sadece takva iledir.”
“Kim Cahiliyye davasında(kavmiyetçilikte) bulunursa cehenneme iki dizi üzerine çökmüş demektir.Dediler ki:Ey Allah’ın Resulü,oruç tutsa,namaz kılsa da mı? “Evet” cevabını verdi; oruç tutsa da, namaz kılsa da.”
Merhum Mehmet Akif,İstiklâl Marşı’nın bir dörtlüğünde: “Ebediyen sana yok IRKIMA yok izmihlâl” diyordu.Yani mısrada açıkça ırk kelimesini kullanıyordu.Fakat O,bu ifadeyi kavmiyetçilik gayesiyle kullanmış değildir.Onun koca Safahat’ını bir kenara atıp,bir mısrasında “ırk” kelimesini kullandı diye,onu ırkçılıkla(kavmiyetçilikle) suçlamak haksızlıktır doğrusu….Çünkü onun pek çok şiirinde ırkçılık kerih görülmüştür:
“Ne Araplık,ne de Türklük kalacak aç gözünü!
Dinle Peygamber-i Zîşanın ilâhî sözünü!
Müslümanlık sizi gayet sıkı,gayet sağlam,
Bağlamak lâzım iken,anlamadım, anlayamam,
Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize?
Fikr-i kavmiyyeti şeytan mı sokan zihninize?
Birbirinden müteferrik bu kadar akvamı,
Aynı milliyetin altında tutan İslâm’ı,
Temelinden yıkacak zelzele, kavmiyettir
Bunu bir lâhza unutmak ebedî haybettir…”
Şayet Mehmet Akif ırkçı olsaydı,Arnavut ırkını ön plana çıkarırdı.Zira kendisi Arnavut kökenlidir.Onun Arnavutluğunu arkadaşı Mithat Cemal Kuntay bakın nasıl ifade ediyor:
“Zola ne kadar İtalyansa,
Heredis ne kadar İspanyolsa,
Nice ne kadar Lehistanlı ise,
Kamus mütercimi Âsım ne kadar Arap’sa,
Kamus sahibi Şemsettin Sami ne kadar Arnavutsa,
Akif de o kadar Arnavut’tu.”
Akif,Osmanlı’nın güçlü devlet teşkilâtı altında ömrü boyunca huzurla yaşamıştır.Arnavut olduğu hiçbir zaman aklına gelmemiştir.Daima İslâmî ölçüleri hayat tarzı olarak benimsemiştir.Çünkü O biliyordu ki kavmiyetçilikle müslümanlık aynı sinede barınamaz.İslâm,ırkçılığı her halûkârda reddetmiştir.İslâm’ın kabul etmediğini, bir inanç abidesi olan Akif’in sahiplenmesi düşünülemez.Hatta O, ırkçılık yapanlara şu çağrıda bulunmuştur:
“Kavmiyet cereyanı en medenî,en ilerlemiş cemiyetleri birbirine düşürür.Bizim gibi bir araya gelmiş ırkları, istisnasız câhil bulunan bir cemaati ise tarumar eder.Geliniz bu cereyanı körüklemeyiniz.”
Sözlerimi Akif’in,ırkçılığı lânetleyen mısralarıyla bitiriyorum:
“Müslümanlıkta anâsır mı olurmuş? Ne gezer!
Fikr-i kavmiyyeti tel’in ediyor Peygamber!
Arnavutluk ne demek? Var mı şeriatte yeri?
Küfr olur,başka değil,kavmini sürmek ileri.”
e-mektup: [email protected]
mehmet akif ersoy
16.02.2005 - 23:16AKİF’İN DÜNYASI
M.NİHAT MALKOÇ
Merhum Mehmet Akif,dünü,bugünü ve yarını engin ufkuyla kuşatan mümtaz bir inanç abidesiydi.Bir ahlâk,ülkü ve aksiyon adamıydı.Onun kişiliğini şu mısralarından yola çıkarak kolayca anlayabiliriz:
“Zulmü alkışlayamam,zalimi asla sevemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem
Üç bucuk soysuzun ardında zağarlık yapamam,
Hele Hak namına haksızlığa ölsem tapamam
Yumuşak başlı isem kim dedi uysal koyunum,
Kesilir belki,fakat çekmeğe gelmez boynum.”
Millî Şair Akif,özü sözü bir olan bir kişiydi.Prensiplerinden asla taviz vermezdi.Geniş bir bilgi birikimine sahipti.Çok okur ve düşünürdü.Millî ve manevî değerler her şeyden önce gelirdi onun için…Vatan,millet ve maneviyat konularında asla geri adım atmazdı.Din mezhep ve soy farkı gözetmezdi.Allah için sever,yine Allah için nefret ederdi.Gurur ve kibir onun tabiatıyla asla bağdaşmazdı.Çok bilge bir insan olmasına rağmen,konuşmaktan ziyade dinlemeyi tercih ederdi.Hazırcevaplılıkta üzerine yoktu.Emeğe azamî derecede saygı gösterirdi.Mevlâna kadar hoşgörülü,Yunus gibi sevgi doluydu.
Akif, toplumcu bir sanat görüşünü savunmaktaydı.Yani ona göre sanat toplum içindir.Şiiri,düşünceleri kitlelere ulaştırmada bir araç olarak kullanmıştır.Akif’i ümmetçi olarak göstermek doğru olmasa gerek.O, imanlı bir kişi olmasının yanında milliyetçidir de.Fakat ırkçılığa şiddetle karşıdır.Bilindiği gibi O Arnavut kökenli bir insandır.Fakat her zaman kendisini Müslüman-Türk olarak görmüştür.İstiklâl Marşı’nda geçen “Ebediyen sana yok,ırkıma yok izmihlâl” mısrasındaki “ırk” kelimesi Müslüman-Türk’ü anlatmaktadır.
İstiklâl Marşı’mızın şairi olan Mehmet Akif,İslâmcı bir düşünceye mensuptur.Fakat onun İslâmcılığı siyasî değildir.Müslümanların,kutsal kitabımız olan Kur’an-ı Kerim’i yanlış yorumlamaları ve uyuşuk bir yaşam sürmeleri karsısında fevkalâde rahatsız olur.Aslında dinimiz çalışmayı öncelikli olarak emrediyor.Çağın teknolojik gelişmelerine ayak uydurmamızı istiyor.İbni Sinalar,Farabiler,Gazaliler ve İbni Haldunlar bu dinin mensuplarıydı.Buna rağmen dünyayı buluş ve görüşleriyle sarstılar.Demek ki tembellik dinden değil,Müslümanların gevşekliğinden kaynaklanıyor.O,Müslümanlara şunu tavsiye ediyor:
“Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı.”
Akif,şiirlerini Safahat adlı eserde bir araya getirmiştir.Bu şiir kitabı yedi bölümden meydana gelmiştir:Safahat,Süleymaniye Kürsüsünde,Hakkın Sesleri,Fatih Kürsüsünde,Hatıralar, Asım,Gölgeler…O,Sebilürreşat ve Sırat-ı Müstakim adlı iki ayrı dergi de çıkarmıştır.Zaman zaman nesir yazıları da yazmıştır.Ona göre şiir hayalden çok,hakikatleri anlatmalıdır.Bu onun aynı zamanda hayata bakış açısıdır.Bunu şu mısralarda açıkça görebiliriz:
“Hayır,hayâl ile yoktur benim alış verişim
İnan ki:her ne demişsem görüp de söylemişim
Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek:
Sözüm odun gibi olsun,hakikat olsun tek..”
Akif,sözü tılsıma büründürerek ebedî kıldı.Her mısrasına bir mesaj sokuşturdu.Türk gençliğine iyi bir örnek oldu.Bu abide şahsiyeti rahmet ve minnetle anıyor,hatırası önünde saygıyla eğiliyorum.
e-mektup: [email protected]
necip fazıl kısakürek
16.02.2005 - 22:26GÜNÜMÜZ AYDINLARININ GÖZÜYLE ÜSTAD NECİP FAZIL
M.NİHAT MALKOÇ
Son Sultanü’ş-Şuara olarak kabul edilen Necip Fazıl Kısakürek, günümüzden yüzyıl evvel dünyamızı şereflendirmişti.1905 senesinde İstanbul’da dünyaya gelmişti.Maraşlı Kısakürek sülâlesindendir.İlk ve ortaöğreniminden sonra Bahriye mektebini bitirdi.Bir ara İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümünde okuduysa da bitirmeden ayrıldı.Paris’te Sorbon Üniversitesi’ne kısa süre devam etti.Türkiye’de bankalarda çalıştı.
Ağaç dergisini 1936 yılında çıkarmaya başladı.Onu 1943’te Büyük Doğu mecmuası takip etti.Yüzlerce eser vücuda getirdi.
Şiir kitapları arasında Örümcek Ağı,Kaldırımlar,Ben ve Ötesi,Sonsuzluk Kervanı,Çile ve Esselâm; tiyatro eserleri arasında Tohum,Bir Adam Yaratmak,Künye,Sabırtaşı,Para,Namı Diğer Parmaksız Salih,Reis Bey,Ahşap Konak,Ulu Hakan Abdülhamit Han,Siyah Pelerinli Adam,Yunus Emre,Kanlı Sarık,Mukaddes Emanet,İbrahim Ethem; hikâyeleri arasında Birkaç Hikâye Birkaç Tahlil,Ruh Burkuntularından Hikâyeler,Aynadaki Yalan(tek romanı): biyografi eserleri arasında Namık Kemal,Ulu Hakan Abdülhamit Han,Vahidüddin,Menderes; dinî,tasavvufî ve siyasî eserleri arasında Çerçeve,Halkadan Pırıltılar,Çöle İnen Nur,101 Hadis,Cinnet Mustatili,At’a Senfoni,Büyük Doğuya Doğru,Büyük Kapı,Büyük Mazlumlar,Peygamber Halkası,İdeolocya Örgüsü,Tanrı Kulundan Dinlediklerim,Türkiye’nin Manzarası,1001 Çerçeve (4 cilt) ,Müdafaalarım,O ve Ben,Abdülhak Hamit,Hazreti Ali,Her Cephesiyle Komünizma,Hacdan Çizgiler,Başbuğ Velilerden 33 Altun Silsile,Babıâli,O ki O Yüzden Varız,Komünizma ve Materyalizma,Külhanî Edipler,Rapor(6cilt) ,Senaryo Romanları,Veliler Ordusundan 333,Yolumuz Hâlimiz Çaremiz,Son Devrin Din Mazlumları,Sahte Kahramanlar,Saraylarda Mecnunlar,Türkiye’de Komünizma ve Köy Enstitüleri,Tarihimizde Moskof,İman ve Aksiyon,,İhtilâl…vb. sayılabilir.
Bu kadar çok ve kıymetli eserleri kütüphanelerimize kazandıran bu büyük mütefekkir hakkında günümüzün aydınları neler düşünüyor? Bu hususta Rasim Özdenören,Mustafa Miyasoğlu,şâir Erdem Beyazıt,tiyatrocu Üstün İnanç’ın Üstat Necip Fazıl Kısakürek hakkındaki değerlendirmelerini dikkatinize sunuyorum:
RASİM ÖZDENÖREN: “ Şiiri entelektüelleştirdi. Necip Fazıl Kısakürek, heceyi kentleştirmiştir. Ondan önceki şairler, taşradaki halkın diliyle şiir yazarken, o, şiirini kentli diliyle yazmıştır. Bu anlamda Necip Fazıl, şiiri entelektüelleştirmiştir. Bu da Türk şiiri için bir devrim olmuştur. Topluma ışık tutmuştur. Şiiriyle, dini bilgisiyle, ideolojisiyle, tarih ve edebiyat yelpazesiyle büyük bir şahsiyettir. O, yönlendiren, öncü bir kişidir. Her zaman bir gençlik yetiştirmek istemiştir.”
MUSTAFA MİYASOĞLU: “ O yüzyılın dahisiydi Toplumların dönüşümü için, fikirleriyle katkıda bulunan kimseler için dahi tanımlaması yapılır. 20. Yüzyıl'da İslâm dünyasında ondan daha öne geçen kimse çıkmamıştır. Bu yüzden, Necip Fazıl yüzyılın dahisidir. Ancak onu ve fikirlerini henüz anlayabilmiş değiliz. Gerek İslâm dünyası, gerekse biz siyasî istikrarsızlıktan ve baskılardan ötürü Necip Fazıl gibi düşünemiyoruz. İslâm dünyası, geçen yıllar içinde kendi kültürüne yabancı kaldı.”
ŞÂİR ERDEM BEYAZIT: “Bir nesli yetiştirdi.Necip Fazıl'ı yaşadığı zamanda değerlendirmek lâzım. Onun hayatını, önce 1930'ların ortasına kadar şâir ve ondan sonra dava adamı olarak iki dönemde anlamalıyız. Şiiri ve tiyatro oyunları dışında, tarihe yönelen bir Necip Fazıl da karşımıza çıkıyor. O, Osmanlı hanedanını suçlamak adına, Ermeniler'ın ağzıyla 'Kızıl Sultan' olarak anlatılan Abdülhamit Han'ın gerçek kişiliğini ortaya koydu. Onu anlayan ve davasını savunan bir nesil yetişti.”
TİYATROCU ÜSTÜN İNANÇ: “ Tiyatroda da çakı taşı...Necip Fazıl sadece şiir alanında değil, tiyatro ve öyküde de çakı taşı gibidir. Şu anda bile 'Bir Adam Yaratmak' isimli eserine yaklaşabilmiş tek bir yerli oyun yoktur. Ne var ki ideolojik kamplaşmaların saf sanatı boğması yüzünden o güzelim eserler remp ışıklarına kavuşamamaktadır. İdam cezası kamuoyunda tartışılırken, aynı konuyu işleyen Reis Bey'den tiyatro dünyasının mahrum kalması ayrı bir acıdır.”
Günümüzün aydınları bu büyük dâhî şâir,yazar,tiyatrocu ve mütefekkiri henüz hakkıyla tanıyamadığımız,onun fikirlerinden yeterince istifade edemediğimiz ve onu anlayamadığımız noktasında birleşiyorlar.Al benden de o kadar! ...Zaten onu gerektiği gibi okuyup anlayabilseydik bu noktada olmazdık.
Necip Fazıl bir irfan mektebidir.Ne mutlu bu mektebin talebesi olma şerefine erişenlere! ...
e-mektup: [email protected]
Toplam 249 mesaj bulundu