Nihat Malkoç Adlı Üyenin Nedir Yazıları - Ant ...

  • fazıl hüsnü dağlarca

    25.10.2008 - 07:18

    BİR DAĞ(LARCA) DEVRİLDİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Şiir burçları şairlerin omzunda göklere yükselir. Duygu ve düşüncelerimize tercüman olan şairler dilin bayraktarıdırlar aynı zamanda. Onlar ölünce dil bayrağı düşer mi? Şairin ölümü şiirin ölümü değildir elbette. Şair ölünce eserleri konuşmaya başlar. Şair yarınlara dair sözlerini şiirleriyle ebedileştirir. Şiirler yarınlara yazılan mektuplardır aslında. Okuyucu o mektupları okuyarak dünle bugün arasında sağlam köprüler kurmaya çalışır. O şiir mektupları okunmaz olunca dünle bugün arasında kurulan köprüler atılır. Dilin en güzel numuneleri olan şiirler hayattan çekilince sadece nefes alıp vermekten ibaret kalır hayat.

    Şair söyleyecek sözü olan insandır. O, söyleyeceklerini şiirin kalıpları içerisinde az ve öz sözle, sağlam bir dille ifade etmeye çalışır. Kelimeler yoğun anlamlar yüklenir şiirin satır aralarında. Şair manayı yoğuran ve ondan yeni şekiller kuran insandır. Bu şekiller ruh dünyamızda yeni açılımlar kazanırlar. Şiir evreninde yeni dünyalar kurulur her seferinde.

    ‘Şairler az mı yaşıyor? ’ sorusu hep zihnimizi meşgul eder durur. Şairlerin az yaşadığından yakınıp dururuz hep… Gerçekten de öyledir. Şairler az yaşıyor. Elli yaşını gören şairler o kadar da çok değil. Onlar vereceklerini verip bir an evvel çekilirler iyilerle kötülerin kavgasına sahne olan dünyadan. Durum bu iken çağımızın yaşayan en büyük şairi geçti gözümün önünden. O, bu tezi uzun bir ömür sürerek çürütüyordu sanki. Doksanını aşan, yüze yaklaşan Fazıl Hüsnü Dağlarca’dan bahsediyorum. Keşke yüz yaşını görseydi de şairlerin ‘dalya’ diyenlerinin arasına alabilseydik onu. Çok yaklaştı ama olmadı işte.

    Türk şiir çınarının yapraklarından biri daha hüzünle döküldü toprağa. Ölümü çağrıştıran sonbahar avcısı, dalında sararan yapraklardan bir tanesini daha avladı. Hayatını şiire adayan ve hemen her konuda muhakkak bir veya birkaç şiiri bulunan Dağlarca, adeta bir şiir makinesiydi. Türk şiir kitaplığına birbirinden kıymetli eserler kazandıran bu duygu adamı Cumhuriyet tarihinin de canlı tanıklarından biriydi. Zira Cumhuriyetten daha yaşlıydı kendisi.

    Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Cumhuriyet dönemi Türk şiirinde apayrı bir yeri vardı. Bugüne kadar 138 kitabı yayınlanan şairi büyük küçük tanımayan yoktur sanırım. O, şiirde hiçbir akıma ve edebî gruba dâhil olmamıştı. “Çocuk ve Allah, Daha, Çakır’ın Destanı, Kaçaklar, Çiçek Seli, Batı Acısı, Akdeniz, Üç Şehitler Destanı, Haydi, Aç Yazı, Toprak Ana, Kınalı Kuzu Ağıdı, Mevlâna’da Olmak, Uzay Çağında Olmak, Türk Olmak, Dışardan Gazel, Bağımsızlık Savaşı, Asu, Çukurova, Dört Kanatlı Kuş, İstanbul Fetih Destanı, Çanakkale Destanı, İzmir Yollarında...” adlı kitaplar ondan bize miras kalan dil şaheserleridir.

    Uzun ve bereketli bir ömrün ardından aramızdan ayrılan Dağlarca’yı daha çok “Çocuk ve Allah” adlı eseriyle özdeşleştirmiştik. O, bu kitabında çocuklara Türkçenin sade ve gülen yüzüyle seslendi. O, bu kitaptaki şiirleriyle çocuklara kelimelerden yeni dünyalar inşa etti.

    Fazıl Hüsnü Dağlarca bir şiir aşığıydı. Adeta şiir için yaşadı. Onun dünyasında şiirin apayrı bir yeri vardı. Duygu ve düşüncelerini şiirin imkânlarıyla geniş kitlelere aktardı. Başka şairler gibi şiirin yanında roman, hikâye, deneme gibi türlerde yazmadı. Sade ve sadece şiir yazdı uzun ömrü boyunca. Şiire sadakati kelimelerle ifade edilecek cinsten değildi.

    Dağlarca Türkçeyi en doğal haliyle en güzel kullanan şairlerin başında geliyordu. Onun “Türkçe benim ses bayrağım” deyişi herkes tarafından sevilerek benimsenmişti. O, yaşayan Türkçenin yaşayan en büyük şairlerinden biriydi. Kelimelerle kavgası yoktu, O, kelimelere dosttu, kelimeler de ona. Türkçenin saflığını ve pınar duruluğundaki berraklığını onun bütün dizlerinde görebilirsiniz. Bir konuşmasında kendisini “Yarısı şiir olan bir yaratık olarak” tanımlıyordu. Onun ölümüyle Türkçemiz ta yüreğinden yara aldı.

    Hayat-ölüm… Her şey bu iki çizgi arasında saklı… 26 Ağustos 1914’te doğan Fazıl Hüsnü Dağlarca, 15 Ekim 2008’de 94 yaşındayken hayata gözlerini yumdu. O şimdi Karacaahmet’te belki yeni şiirlerini yazıyordur… Çocuğa, vatana, ölüme, hayata dair şiirler…

  • hızır

    06.05.2007 - 14:23

    TÜRK KÜLTÜRÜNDE HIDRELLEZ GÜNÜ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Çok zengin bir kültürel birikimimiz vardır. Anadolu’nun dört bir köşesi bunun nişaneleriyle doludur. Fakat bunların kıymetini bildiğimiz söylenemez. Hatta ülkemizde bu zenginliğin farkında olmayan, Avrupa’ya gıpta eden, Batı’nın kültürel kaynaklarından beslenmeyi marifet sayan özüne yabancılaşmış sözde aydınların sayısı hiç de az değildir.

    Anadolu, dostluğun ve kardeşliğin doyumsuz güzelliklerinin yaşandığı bir toprak parçasıdır. Bu coğrafyada nice güzellikler paylaşılmıştır bugüne dek… Farklılıklarımız gökkuşağının renkleri misali apayrı bir zenginlik ve güzellik katmış kültür atlasımıza. Bazıları, farklılıklarımızı çatışma unsuru haline dönüştürmenin çirkin ve aşağılık mücadelesini vermişse de sağduyu her zaman galip gelmiştir. Dostluk ve kardeşlik daima kazanmıştır. Zira doğruların aydınlığı, yalanların karanlıklarını bastırmaya muktedirdir.

    Müspet geleneklerini yaşatmayan milletlerin devamına imkân yoktur. Onlar milleti kaynaştıran çimento kabilindendir. Geleneklerimiz ceddimizin bize mirasıdır. Geleneklerimiz hayat tarzımızı ve dünyaya bakış açımızı yansıtırlar. Atalarımıza saygı duyuyorsak bunları yaşatmak da boynumuzun borcudur. Fakat olumsuz gelenekleri de cahillik sayıp bir an evvel terk etmeliyiz. Töre cinayetlerini bu grup içerisinde sayabiliriz.

    Türk kültürünün en mühim unsurlarından biri de her yıl Mayıs ayının altısında kutlanan Hıdrellez bayramıdır. Bu, mevsimlik bayramlarımızdan biridir. Türkiye’de ve Türk dünyasında benimsenen bir bayramdır. Ruz-ı Hızır (Hızır günü) olarak adlandırılan hıdrellez günü, Hızır ve İlyas Peygamber’in yeryüzünde buluştukları gün olması nedeniyle kutlanmaktadır. Hızır ve İlyas sözcükleri birleşerek halk ağzında hıdrellez şeklini almıştır.

    Hıdrellez iki tabiat bayramından birisidir. Öteki de nevruzdur. Hıdrellez; “ederlez, idernez, hıdırellez” biçimleriyle de söylenir. Bilindiği üzere Hızır inancı bizim kültürümüzde apayrı bir yer tutar. Bununla ilgili atasözlerimiz de vardır. Bunlardan en önemlisi” Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez” şeklinde ifade edilenidir. Hatta “Hızır gibi yetişmek” diye ifade edilen deyimimiz de bu inancın kültürümüze yansımasından başka bir şey değildir.

    Halkımız birikimlerini geleceğe taşımıştır. Kültürümüz o birikim üzerine temellendirilmiştir. Halk inançlarına göre sene, yaz ve kıştan ibarettir; kış altı ay, yaz da altı ay sürer. Yaz mevsimi hıdrellezde başlar ve 7–8 Kasım’da sona erer. Kış mevsimi de bu tarihte başlar, hıdrelleze kadar devam eder. Hıdrellez gününün de öğleye kadar kış, öğleden sonra yaz olduğunu söylerler. O gün halk büyük bir neşe içerisinde kırlara çıkar. Piknik yapılır. İp atlanılır, salıncakta sallanılır. Hatta bazı yörelerde salıncakta sallanmakla günahların döküldüğüne inanacak kadar bu işe kendini kaptıranlar görülmektedir. Üç yıl yaşadığım Türkmenistan’da bu inanç yaygındı. Bu yüzden o gün salıncak kavgaları olurdu.

    Hıdrellez günü, Gregoryen takvimine göre 6 Mayıs, eskiden kullanılan Rumi takvim olarak da bilinen Julyen takvimine göre 23 Nisan günü olmaktadır. Halk arasında kullanılan takvime göre eskiden yıl ikiye ayrılmaktadır: 6 Mayıs’tan 8 Kasım’a kadar olan süre Hızır Günleri adıyla yaz mevsimini, 8 Kasım’dan 6 Mayıs’a kadar olan süre ise Kasım Günleri adıyla kış mevsimini oluşturmaktadır. Bu yüzden 6 Mayıs günü kış mevsiminin bitip sıcak yaz günlerinin başladığı anlamına gelir ki, bu da kutlanıp bayram yapılacak bir olaydır. Yani halk 6 Mayıs’ta iki mevsimli dünyalarında büyük bir değişimi ve dönüşümü yaşamaktadır.

    Milletimizin geçmişten bugüne taşıdığı değerlerden biridir hıdrellez… Halk tarafından benimsenmiş, 6 Mayıs günü hiçbir özel çağrı yapılmamasına rağmen bu hususi gün geniş katılımlarla kutlanagelmiştir. Bu yönüyle milletimizi kenetleyen, bir araya getiren güçlü bir bağ olmuştur. Hızır’ın mahiyeti kesin olarak bilinmese de onunla ilgili rivayetler çoktur. Hızır inancının yaygın olduğu ülkemizde Hızır’a atfedilen özelliklerin bazıları şunlardır:

    “Hızır, zor durumda kalanların yardımına koşarak insanların dileklerini yerine getirir. Kalbi temiz, iyiliksever insanlara daima yardım eder. Uğradığı yerlere bolluk, bereket, zenginlik sunar. Dertlilere derman, hastalara şifa verir. Bitkilerin yeşermesini, hayvanların üremesini, insanların kuvvetlenmesini sağlar. İnsanların şanslarının açılmasına yardım eder. Uğur ve kısmet sembolüdür. Mucize ve keramet sahibidir.”

    Hıdrellez yazın güzelliklerini coşkuyla kucaklamaktır. Tabiata sığınmaktır bir anlamda… Ağaçlara, ekinlere el açmaktır. Uyanan toprağın suyla buluşarak güzelliklere kanatlanmasıdır. Hıdrellez bolluk ve bereketin müjdecisidir. Toprağın cömertliğinin ve güler yüzünün şahlanışıdır. Bu yüzden halkımız hıdrelleze çok büyük değer verir. Bu günle ilgili inançlar çoktur. Bu inançlar çok eski dönemlere dayanır. Fakat bu davranışların önemli bir kısmının mantıklı bir dayanağı yoktur. Fakat halk onları benimsemiş ve bugüne kadar getirip yaşatmıştır. Bu günde yapılması gereken şeyleri şöyle sıralayabiliriz:

    Hıdrellez gece ibadetle geçirilir. Ertesi gün temiz giyimli olarak dolaşmak gerekir. Bunun için en güzel elbiseler giyinilir. Evde genel temizlik yapılır. Çeşitli yiyecekler hazırlanır. Hıdrellez günü için, yumurta kaynatılır. Ağzı açık bükme, katmer, börek, irmik helvası vb. gibi yemekler hazırlanır. Hıdrellez sabahı erken kalkmak uğurlu kabul edilir. Sabahleyin dua edilmesi, dilek ve temennilerde bulunulması, toplu olarak ailece yemek yenilmesi, Kuran kıraati, sabah namazından önce kabir ziyareti yapılması gereken adetler olarak görülmektedir. Bu günde kadınlar ellerine ve ayaklara kına yakar. Dilekler bir kâğıda yazılarak akarsuya bırakılır. Mesela İzmir ve çevresinde dilek kâğıtları Hıdrellez sabahı denize bırakılmaktadır. Nişanlı çiftler arasında karşılıklı hediyeler gönderilir.

    Hıdrellez günü evler ilaçlanmaz. Nasip süpürülür inancı ile bazı bölgeler de evler süpürülmez. Kuru baklagiller bir torba içinde bahçede ağaçlara asılır. Hıdır Baba’nın kamçısıyla bunlara dokunması ve bereket getirmesi dileği tutulur. Buna benzer biçimde ev, araba, çocuk ziynet eşyası resimleri de yapılarak bahçede muhtelif yerlere asılır.

    Evde kalma tehlikesiyle karşı karşıya kalan genç kızların başları üzerinde Hıdrellez günü yeni kullanılmamış kilit açılır. Hıdrellez günü, açların doyurulmasına, dargınların barıştırılmasına, üzüntülü olanların sevindirilmesine çalışılır. Hıdrellezde içki içilmez, kumar oynanmaz. Yoğurt çalınır. Ancak maya kullanılmaz. Yoğurdun tutması halinde eve Hıdır’ın uğradığına inanılır. Hıdrellez günü kırlara gidildiğinde hıdrellez azığını çalma âdeti yaygındır. Evin pencere ve kapıları kapatılmaz. Bunlar böylece sıralanır gider… Bunlar gelenektir. Mantıklıdır, değildir tartışmasının yapılması yersizdir. Zira halk bunları benimsemiştir.

    Hıdrellez günü yapılması şart olan işlerin yanında yapılmaması gereken işler de vardır. Halkımız bugün yapılması gereken işler konusunda gösterdiği hassasiyeti, yine o gün yapılmaması gerektiğine inandığı işlerde de gösterir. Bugün içerisinde şunlardan kaçınılır:

    Hıdrellez günü sabah erkenden kalkmayan kişinin işleri ters gider. Geç kalkmak kusur addedilir. Hıdrellezde salıncakta sallanmayanın o yıl çeşitli rahatsızlıklarla karşılaşabileceğine inanılır. Salıncakta sallanma bir bakıma ateş üzerinden atlama şeklinde o yıl için sağlık ve sıhhat dileği geleneği ile aynıdır. Hastalıkların, dertlerin sallanma sırasında döküleceğine inanılır. Hıdrellez günü çamaşır yıkanmaz. Yünlü giyecekler güneşe çıkarılır. Hıdrellez günü un elenmez ve ekmek yapılmaz. Yeşil ot, dal veya çimen koparılmaz. Çiçek toplanmaz. Bağ ve bahçelerde çalışılmaz, tarlaya gidilmez. Hıdrellez günü akşama kadar un kabına veya hamur tahtasına el sürülmez. Eve kuru çalı-çırpı götürülmez…

    Halkın inançlarıyla alay etmek, onları küçümsemek, çağdışı bulmak soysuzluğa işarettir. Türk milleti, geçmişine sahip çıkmasıyla ve değerlerini yaşatmasıyla bugünlere gelmiştir. Yarınlarımızın aydınlık olması için aynı yolda ve çizgide ısrarla yürümeliyiz.

    Geleneklerimizi yaşamak ve yaşatmak vazifemizdir. Onları birlik ve beraberlik vesilesi saymalıyız. Hain odaklar bizleri birbirimize düşürmek için bu güzel hasletlerimizi kötüye kullanmaya çalışacaklardır. Onların çirkin oyunlarına gelmeyeceğiz. Cehaleti yüzünden bu oyunlara gelenlerin elinden tutup onların, söz konusu hadiselere basiret nazarlarıyla bakmalarını sağlamalıyız. İnsanları dışlamak hiçbir zaman çözüm olmamıştır. Bu ülke değerleriyle muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkacaktır. Hıdrellez günü kutlu olsun.

  • muhammed

    17.04.2007 - 02:33

    AYYÜZLÜ RESULE HİTABIMDIR! …
    M.NİHAT MALKOÇ

    Bedbahtım; zamanın köhnesinde yaşamaya mecbur olduğum için
    Bedbahtım; senin saadet asrından ve nur ikliminden uzak kaldığım için
    Bedbahtım; hakikat güneşinin altında nefsimin buzlarını eritemediğim için
    Bedbahtım; nurunla cilalanamadığım ve varlığında yok olamadığım için
    Bedbahtım; senin iman göğünde sönük de olsa bir yıldız olamadığım için
    Bedbahtım; ayaklarının değdiği kızgın kum tanelerine yüzümü süremediğim için
    Bedbahtım; arkanda el bağlayıp Hakk’a yönelen cemaatine dâhil olamadığım için
    Bedbahtım; fezayı kuşatan mübarek dualarına yürekten ‘âmin’ diyemediğim için
    Bedbahtım; gönül pervazlarına konup adını terennüm eden bir ak güvercin olamadığım için
    Bedbahtım; yüreğim hicret duygularının sancısıyla kıvranıyor, doğranıyor şimdi…

    Sen gidince; güneşin ziyası değmez oldu üstümüze, yıldızlar iyice kıstı o berrak ışığını
    Sen gidince; yeşilin büyüsü siyahın mateminde eriyip buz kesildi ebemkuşağı
    Sen gidince; dindi rahmet yağmurları, kirlendi gönül evimiz, tarumar oldu hanemiz
    Sen gidince; kanadı kırıldı yetimlerin, yüreği burkuldu gariplerin ve mazlumların
    Sen gidince; çağların üstüne kâbus misali kalın bir paçavra örtüldü, yırtıldı perdeler…
    Sen gidince; riya, inkâr ve hıyanet altın devrini yaşamaya başladı toz duman içinde
    Sen gidince; ümmetinle birlikte Hira Dağı da gözyaşı döktü buz tutan eteklerine
    Sen gidince; zamanın bağrına düştü ateş, sessizliğin çığlığı tuttu yedi kat göğü
    Sen gidince; çıkmaz oldu Bilâl-i Habeşilerin yanık sesi, yas tuttu arşın direği minareler
    Sen gidince; düşmez oldu cemreler toprağa, hayat hayatını kaybetti her dem nefes alsak da…

    Ey Sevgili; şimdi bir yağmur damlacığında berraklaşıp düş, kavrulan gönül çölümüze
    Ey Sevgili; yoluna revan olanların safında yer almak bahtiyarlığın tarifsiz şahikasıdır
    Ey Sevgili; senin rayihana muhtacız, suretine ve siretine hasrettir gönül gözlerimiz
    Ey Sevgili; hasretin dayanılmaz oldu gayri, doğ ne olur güneş olup kararan göğümüze
    Ey Sevgili; yaratılan cümle mevcudat senin bitimsiz aşkına Kerem olmuştur
    Ey Sevgili; cismine hayran, yoluna kurban olduğum, gül yaprağına sinmiş teninin kokusu
    Ey Sevgili; sensizliğin gurbetinde mahkûm duygularım; Muhammed’im, can Ahmed’im…
    Ey Sevgili; sensin mevsimlerin ilkbaharı, rüzgârların kıbleden eseni, cennetin müjdecisi
    Ey Sevgili; Miraç gecesi sana açılmıştı yedi kat gökler, sidretül müntehaya değmişti başın
    Ey Sevgili; sürmeli gözlerinden süzülen şehla bakışlar, ateşe duvar olur ruz-i mahşerde

    En Sevgili; senin nurun güneşin aydınlığını bile gölgede bıraktı, bulutlar sana ağladı
    En Sevgili; aşkınla, hasretinle, eleminle yanmayan yürekler yüktür tarumar sinelerde
    En Sevgili; güllerin nebisi, nebilerin gülü, hakikat güneşinin süveydaya düşen gölgesi
    En Sevgili; hissiz, sevgisiz, muhabbetsiz, aşksız gönülleri aydınlatan ışıksın sen…
    En Sevgili; acizdir kalemler, seni anlatmaya muktedir değil şair, kâğıtlar yetmez methine
    En Sevgili; bir gece, tek bir gece rüyalarıma misafir ol, doyasıya seyredeyim o gül cemalini
    En Sevgili; içimizi yakar müşfik bakışların, kalp göğünden doğar gül yüzlü hayalin
    En Sevgili; gül kokusunu senden alır, herkes sana hayran kalır, sana dönen yolu bulur
    En Sevgili; göklere adın yazılıdır, senden alır yıldızlar ışığını, bulutlar rahmetini…
    En Sevgili; nurun dolar gönül hanemize, ağarır tan vakti karanlığın koynundaki düşlerimiz

    Hasretim; payıma düşmeyen o doyumsuz sevdanın her dirhemine nefes kadar…
    Hasretim; kıpkızıl güneşin kavurucu sıcağında şefkatli gölgenin altında serinlemeye
    Hasretim; ashabın seni yücelten ve gök kubbeye sığmayan sınırsız sevgisine
    Hasretim; nefreti silip süpüren aşk iklimine, engin hoşgörüne ve şiddetin panzehiri sevgine…
    Hasretim; hasat mevsiminde ağırlaşan başağını yere eğen buğday misali ağır başlılığına
    Hasretim; hıçkırıklardan tebessümler çıkaran, umarsızlığı umuda dönüştüren duruşuna
    Hasretim; seherlerde gül dalı işlemeli seccadelerde Allah’a dönüp yakaran titrek sesine
    Hasretim; yağmalanan duygularımızı, cam kırıkları arasından toplayıp kalbimize serpişine
    Hasretim; bir kılını koca dünyayla değişmediğim saçının her bir teline, ahirine, evveline…
    Hasretim; nurdan cemaline, erişilmez kemaline, anlatılmaz ahvaline, ikbaline, her şeyine…

    Dön artık; serpildi nifak ağacı, günahlar boyumuzu aştı, hakikat yuvadan uçtu
    Dön artık; kurudu pınar başları, akmaz oldu nurlu oluklardan hayat suyu
    Dön artık; gayya çukurlarından temenna dileyenler uyansın gaflet uykularından
    Dön artık; Kisra saraylarındaki sütunları yeniden imar ediyor asrın Ebu Cehilleri
    Dön artık; ayağa kaldır zulmün önünde diz çökmüş ümmetini, bir kez ruhundan üfle
    Dön artık; bitsin gönül gurbetleri, dinsin hüzün sağanağı, kanatlansın yetim hissiyatımız
    Dön artık; merhem ol yaralanmış bilinçlerimize; sula, kuruyan gönül pınarlarımızı
    Dön artık; şafaklarımız hüzne boğulmasın, dağıt ruhumuzda çöreklenen karanlığı
    Dön artık; gecelerin efkârı bitirdi bizi, dinmiyor kalbimizi saran o yetim sızı
    Dön artık; haybeye kürek çeken ellerimiz, hakikat mumunun fitilini tutuştursun

    Gel ki; dinsin yüreklerin sızısı, kırılsın hakikati tersyüz eden kiralık kalemler
    Gel ki; yeşersin dualar, can bulsun ahların gökleri kuşattığı raddede uhrevi arzular
    Gel ki; hüznün alevleri sönsün rahmet damlalarının çepeçevre kuşattığı yerde
    Gel ki; esrik düşünceler can suyuyla çelikleşsin, diri kalsın biteviye
    Gel ki; hayra tebdil olsun serencamımız, yol alsın bulutlara, buharlaşsın gamımız
    Gel ki; durulsun hercai duygularımız, hedefini bulsun taş yerine attığımız gonca güller
    Gel ki; tek bedende toplansın cümle canlar, yetim kalmasın minarelerde ezanlar
    Gel ki; ihtiraslar dinsin, sabrın ve şükrün bayrağı dalgalansın ruhun maviliklerinde
    Gel ki; açılsın üzeri is bağlamış, duvarlara çivilenmiş, ölülere adanmış nurlu sahifeler
    Gel ki; hafiflesin serçelerin kanatlarına yüklenen kurşundan ağır yükler…

    Sen ki; gönül bahçelerimizin solmayan gülüydün, dikenlerin ensesinde açan
    Sen ki; putların taşlardan çok olduğu bir Mekke gecesinin alacakaranlığına doğmuştun
    Sen ki; çaresizlerin çaresi, umarsızların gözyaşlarını silen şefkat ve umut eliydin
    Sen ki; karakışlarımıza baharın gülen yüzünü nakşettin, diriliş muştusuydu getirdiklerin
    Sen ki; paçavralar altında kıvranan ve ruhuna prangalar vurulan kimsesizlerin kimsesiydin.
    Sen ki; bir damla gözyaşında okyanuslar saklardın, kirlenen hislerimizi paklardın
    Sen ki; kâinat kitabının içine sığdıramadığı, bulutların kıyıp da yağdıramadığı nursun
    Sen ki; korunaktın, limandın imanımızı sakladığımız, küfrün kalelerini yokladığımız…
    Sen ki; yüreklere altın yaldızla işlenen suretinle, adınla kalp tahtının güçlü padişahıydın
    Sen ki; naatlarımızı anlamlandıran, sözü kıymetli kılan, mana eriydin berzahımızda

    Sensiz daralıyor yürek denizlerimizin kararan ufukları, fırtınalar dinmiyor ateş deryalarında
    Sensiz daralıyor asumanın nefesleri, büküyor boynunu kutlu bahçedeki peygamber çiçekleri
    Sensiz daralıyor vakit, yanıyor muhayyel saraylarım, intizara gömülüyor alevden âhlarım
    Sensiz daralıyor görüş alanım, fırtınalarda inciniyor, kırılıyor ipekten kanatlarım…
    Sensiz daralıyor kalbimizin saçakları, uhrevi bakışın yakıyor kirpiklerimi, soluyor gamzelerim
    Sensiz daralıyor yürek dağlarım, leyli düşünceler kurşuna diziliyor, eşkıyalar çalıyor hislerimi
    Sensiz daralıyor mevsimlerin soluğu, çatlıyor tohum, çürüyor olgunlaşan meyveler dallarında
    Sensiz daralıyor göğüs kafeslerimiz, şehrayinler karanlığa el pençe divan duruyor sabahlarda
    Sensiz daralıyor gönül kıyılarım, sadağında paslanıyor oklar, kumlar şimdi kırgındır denize
    Sensiz daralıyor sesimizin değdiği coğrafyanın nazenin ervahı, kül oluyor coşkumuz tende

    Ey gölgesi fecre kadar uzayan, melali aynalara yansıyan güzel, karanlığımıza hükmet! ..
    Ey gökleri gezen seyyah, uğra bizim de iklimimize, damıt ve dağıt içimizdeki hüzünleri
    Ey gönüllere köprü olan, kin köprülerini yıkan dost, dökülmesin umut ağacımızın yaprakları
    Ey ilham pınarlarının eşsiz kaynağı, esirgeme can suyunu, serp çatlayan yüreğimize
    Ey korkularımızı silip süpüren, sol yanımda taşıyorum alev parçasına dönüşen yokluğunu
    Ey bereketli yağmurlarla gelen nur damlası, çölleşen gönül atlasımıza ruhundan can ver
    Ey gönüllerin mümbit topraklarında açan yetim gül, çağlasın nehirlerin her kum tanesinde
    Ey göklerdeki yıldızları devşiren nurlu elçi, ışığını gönder kapkaranlık atmosferimize
    Ey varlığı yoklukta bulan sevgili, gözlerin çağırsın beni dar vakitlerde gönül hapsine
    Ey tarihin gülen talihi, götür hülyalarımızı teslim eyle sözün çoğalan keremine…

    Esselatü Vesselamü Aleyke ya Resûlullah! ...Esselatü Vesselamü Aleyke ya Habiballah!

  • bahar

    09.04.2007 - 01:15

    NİSAN YAĞMURLARI VE YETİM HİSSİYAT

    M.NİHAT MALKOÇ

    Her mevsimin kendine mahsus güzellikleri vardır şüphesiz… İlkbahar, yaz, sonbahar, kış… Belki her insanın favori mevsimi de farklıdır. Birinin çok sevdiği mevsimi, bir başkası pekâlâ sevmeyebilir. Fakat kış, çoğumuzun çabuk geçmesini arzuladığı bir mevsimdir. Çünkü kış, tabiatın bembeyaz bir örtüye büründüğü ve insanların daha çok evlerine kapandığı bir zaman dilimidir. Görüntü itibariyle hoş olsa da, eve mahkûm olmak; kışı öteki mevsimlere kıyasla daha itici kılar. Kış, doğayla bütünleşen ve çevreyle iç içe yaşayan insanı boğar.

    Mart kıştan çıkışın, bahara erişmenin müjdecisidir adeta. Henüz bütün çiçekler açmasa da, havalar tam anlamıyla ısınmasa da umutların tomurcuklandığı demlerdir bu zaman dilimi… Esas olan da umutların filizlenmesi değil midir? Gerisi zaten vakit erişince gelir.
    Takvimler nisanı gösterdiğinde bulutlar, biriken gözyaşlarını tutamaz artık, koyverirler damlalarını yere… Yerçekimi galip gelir suyun direncine. İlkbahar iyiden iyiye kendini hissettirir. Toprak ana uyanır uzun kış uykusundan. Yeşerir kırlar, dağlar ve bayırlar…

    Nisan yağmurları bolluk ve bereket getirir soframıza. Toprak nasibine düşen suyu emer hararetle. Topraktaki elementler birbiriyle etkileşim içerisine girer. Çiftçiler tavan aralarına ve depolara koydukları kazma ve belleri çıkarırlar orta yere. Ovalarda traktörlerin bolluk ve bereket habercisi homurtularıyla, hücreleri yıpranan hayata can gelir.

    Nice insan sırılsıklam olur nisan yağmurları altında. Çünkü sürprizleri çok sever nisan yağmurları. Sabahleyin evden çıkarsınız, her taraf günlük güneşliktir. Öğleye doğru gökten süzülür damlalar. ‘Nerden çıktı bu yağmur’ deyip hayrete düşersiniz. Fakat ani bastırmaları, onların en bariz özellikleridir. Bazen de şiddetini artırarak hareket kabiliyetimizi iyice azaltırlar. Fakat kimse kaçmaz bu bereket habercisi yağmurlardan. Kaçan da Nasreddin Hoca misali rahmete basmamak için kaçar. Bu yağmurlar tenimizi yenilerler adeta.

    Kimse korkmaz nisan yağmurlarından. Zira müşfiktir gökten yere inen damlaların her biri. Nasıl çabuk bastırmışsa, öyle de çabuk diner nisan yağmurları. Bıktırmazlar, durağan gidişimize renk ve ahenk katarlar bir anlamda. Fırtınanın tiksindirici ve korkutucu yüzünü göremezsiniz bu gülümseyen damlalarda. Toprakla buluşan katreler acıtmazlar, kıyamazlar bize, pamuk gibi değerler saçlarımıza. Sanki sevgilinin eli dokunur başımıza. Bir okşayış hazzıyla hayatınıza apayrı bir dinamizm gelir. Katreler çiçek açmış erik dallarına değerek köke hayat verirler. Yeşilin çağrısıdır toprağa inen her bir damla…

    Baharın bir an evvel gelmesi için sabırsızlanan gönüllere yürekten bir merhabadır nisan yağmurlarının sesi… Bahara duyulan özlemin bittiğinin müjdecisidirler aynı zamanda… Baharla birlikte kırlar çağırır bizi kuytularına. Erik ve badem ağaçları süslenmiş bir gelin gibi belirirler bereketli topraklar üzerinde. Güneşin sıcaklığını yavaş yavaş hissetmeye başlarız tenimizde. Yağmur damlalarının yere düşmesiyle birlikte, içimizde hasrete dönüşen ve bedenimizin bir parçası olan toprak, biriken kokusunu salar atmosfere. Çorak topraklar hüznünü dağıtır ab-ı hayat hükmündeki damlalarla buluşunca. Yeşeren otlar gözümüze ve gönlümüze temaşa zevkini fazlasıyla tattırır. Dinlenir gözbebeklerimiz yeşilin her tonunda.

    Bolluk ve berekete davetiyedir bahar… Arılar kovanlardan dökülür dışarıya. Rüzgâr uçurur çiçek tozlarını bir uçtan bir uca. Kış uykusuna yatan mahlûkat güneşe döner soluklaşan yüzünü. Börtü böcek yuvalarını kurmaya başlar güneşe nazır… Zira yeniden doğuşun bir diğer adıdır bahar… Yağmur taneleri nur taneleri olup yarınlarımızı aydınlatır bereket kisvesiyle… Buram buram toprak kokar gün boyu işleyen anaların nasırlı elleri. Çoraklaşan ve gözden düşen topraklar için zemzem suyu kadar muteberdir nisan yağmurları. Bunu ancak hayatını toprağa adayanlar ve maişetini topraktan kazananlar bilir.

    Uzun geçen kıştan sonra bahar bize adeta ilaç gibi gelir. Hiçbir psikolog sağlayamaz bize baharın getirdiği sevinci ve hayata tutunma arzusunu. Baharla birlikte daha mütebessim olur suretlerimiz. Güneşten beslenir gözbebeklerimiz, bardağın dolu kısmını görür gözlerimiz… İyimserlik iksiri katılır kanımıza. Huzur, huzursuzluğa galebe çalar bu demlerde. Hırkalarını ceviz sandıklarına koyan insanlar düşünmek istemezler kışın tekrar geri geleceğini. Evinize taşırsınız bahar sevincini ve heyecanını. Uykularınız ve rüyalarınız bile baharla daha da güzelleşir. Kâbuslar yerini renkli düşlere bırakır gecenin en yalnız yerinde…

    Kardelenlerin hükmü biter nisan yağmurlarıyla birlikte. Bülbüller yarıda kalan aşk nağmelerini ve sevdalarını sunmak için iki büklüm olurlar gülün önünde. Hercai menekşelerin taç yaprakları faslı bahara ram olur. Nice çiçek boy gösterir tabiatın sımsıcak kucağında.

    Bahar dirilişin bir diğer adıdır zannımca. En kötü anımızda bile gitmeyi değil, kalmayı yeğleriz. Hayata güzel bakabilmek için imkânların sonuna kadar kullanıldığı bir zaman dilimidir bahar.... İçimizdeki çöllerin yeşerdiği, kuraklığın son bulduğu ve vahaların hayat iksiri sunduğu bir dönemin müjdecisidir. Cemrelerin nihayetinde havaların ısınması, bolluk ve bereketin fışkırması bahara endekslidir. Bahar her şeydir aslında…

    Nisan yağmurları baharın öz evladıdır. Etle tırnak gibidirler. İçimizdeki kiri ve pası silip süpürürler. Bizi yeniden doğmuşçasına saflaştırarak hayata katarlar. Kim kaçar ki bu bereket sağanağından! ... Bilinmelidir ki nisan yağmurlarının olmadığı bir bahar, elbet yetim ve öksüzdür. Nisan yağmurlarında arınmayan ruhlar, arınmanın hazzını bir daha hiç yaşayamazlar. Onlar biraz da yalnızlığımızı giderirler. İyi ki geldin bahar… Baharın gelişi nisan yağmurlarıyla zinetlendi. Son sözüm şudur ki bu bahar günlerini doyasıya yaşayın.

  • nato

    08.04.2007 - 14:23

    NATO’NUN İŞLEV(SİZLİĞ) İ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Günümüzde dünya devletlerinin en büyük yatırım alanları güvenlik ağırlıklıdır. Büyük devletlere baktığımızda bu alana çok büyük paralar yatırdıklarını görüyoruz. Başta ABD olmak üzere, Avrupa ülkeleri ve Çin, güvenliğe bütçelerinden çok büyük paylar ayırıyorlar.

    Dünyada güvenlik deyince NATO akla gelmektedir. Yani bu teşkilat savunma amaçlı bir kuruluştur. NATO’ya üye olan ülkelere saldırı olduğunda bu kurumun üyeleri ortak hareket ederek saldırıyı etkisiz kılarlar. “Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü” anlamına gelen “North Athlantic Traty Organization” olarak yazılan İngilizce aslındaki sözcüklerin kısaltılmış şeklidir. Türkçesi “Kuzey Atlantik Paktı” olarak da ifade edilebilir.

    Kuzey Atlantik İttifakı’nın kuruluşuna ilişkin antlaşma, 12 ülkenin katılımıyla 4 Nisan 1949’da Washington’da imzalanmıştır. “Washington Antlaşması” olarak da anılan antlaşma, bütün imzacı devletlerin onayları alındıktan sonra 24 Ağustos 1949’da yürürlüğe girmiştir. Antlaşmayı imzalayan 12 ülke şunlardır: ABD, Kanada, Norveç, Danimarka, Hollanda, Belçika, Lüksemburg, İngiltere, Fransa, Portekiz, İzlanda, İtalya. Burada da görüldüğü gibi Türkiye bu teşkilatın kuruluşunda yoktur.

    Türkiye ve Yunanistan’ın NATO’ya katılımına ilişkin Kuzey Atlantik Antlaşması Protokolü, 22 Ekim 1951’de Londra’da imzalanmıştır. Türkiye, Kuzey Atlantik Antlaşması’nı 18 Şubat 1952’de onaylayarak (5886 sayılı yasa) NATO’ya üye olmuştur. Yunanistan da aynı tarihte Antlaşmayı onaylamıştır. NATO’nun üye sayısı, Almanya, İspanya, Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Polonya’nın katılımıyla 19 olmuştur.

    21–22 Kasım 2002 tarihlerinde gerçekleştirilen NATO’nun Prag Zirvesinde, Soğuk Savaş sonrası ikinci genişleme kararı alınmış, bu doğrultuda Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya, Slovakya ve Slovenya, İttifak ile katılım müzakerelerine başlamaya davet edilmiştir. Bu ülkelerle katılım müzakereleri sonucunda hazırlanan Katılım Protokolleri 26 Mart 2003’te Brüksel’de imzalanmıştır. Eski Doğu bloku ülkesi Romanya, Bulgaristan, Slovakya, Slovenya, Litvanya, Letonya ve Estonya, 29 Mart 2004’te ABD’nin başkenti Washington’da düzenlenen törenle NATO’ya resmen üye olmuşlardır. Böylece NATO, tarihinin en geniş kapsamlı ve önemli genişlemesini gerçekleştirmiştir. NATO’nun üye sayısı, son yedi ülkenin katılımıyla 26’ya ulaşmıştır. Bunların yanında Fransa İttifak üyesi olmakla birlikte bütünleşmiş askeri yapıya dâhil değildir.

    SSCB dağılmadan evvel, Doğu bloku içinde yer alan ülkeler Varşova Paktı’na da doğal üyeydiler. Bilindiği gibi NATO, Varşova Paktı’na karşı askeri güvenlik ve savunma teşkilatı olarak kurulmuştur. O zamanlar iki kutuplu bir dünya vardı. Kutuplardan birisinde Varşova Paktı, öbüründe ise NATO yer alıyordu. Fakat SSCB’nin dağılmasıyla Varşova Paktı da tarih oldu. Bu sefer NATO tek kanat olarak kaldı. Hatta bazı eski Varşova Paktı üyesi ülkeler NATO’da yerini aldı. Tabir caizse eski düşmanlar aynı safta, aynı gayede buluştular.

    Önceleri komünizm tehlikesine karşı kurulan NATO, bu tehlikenin ortadan kalkmasından sonra kendini lağvetmedi. Hatta geçmişle kıyaslanamayacak derecede genişledi. Rakipsizlik, bu teşkilatı daha da büyüttü. Fakat etkinliğini o derece artıramadı.

    Aslında bugün NATO’nun varlığı fazla bir şey ifade etmiyor. Çünkü bu birliğin düşman olarak gördüğü blok artık yok ortada. Hatta düşman olarak görülen bazı ülkeler şu anda söz konusu askeri savunma teşkilatının içinde yer almaktadırlar. Bir zamanlar ABD Savunma Eski Bakanı Rumsfeld’in ifade ettiği gibi “NATO, savunmaya yönelik bir güç olmaktan çıkıp, kriz bölgelerine müdahale edecek bir saldırı gücüne dönüşmelidir.” Bu kuruluş barışçı bir anlayışla mazlumun yanında yer almalıdır. Haksız olan ülkelere karşı sert ve kararlı durmalıdır. Fakat NATO’nun başı(bir anlamda patronu) olan ve dünyanın jandarmalığına soyunan ABD, zalimce politikalar yürüterek petrol ve diğer yeraltı kaynaklarına sahip ülkelere küstahça saldırınca NATO’ya üye diğer ülkeler her nedense ya ABD’nin şer politikalarını açıkça desteklemekte ya da suspus olmaktadırlar. Bu demektir ki NATO; ABD’nin arka bahçesidir. ABD bu uluslararası kuruluşu çıkarları doğrultusunda istediği gibi yönlendirmektedir. Bunu Bosna-Hersek’te Filistin’de ve Lübnan’da açıkça gördük; Irak’ta da görüyoruz. NATO Irak’ta ABD’nin bir anlamda taşeronluğunu yapmaktadır; bütün kararlarını ABD’nin menfaatleri doğrultusunda almaktadır.

    Kuzey Atlantik Antlaşması’nın birinci maddesinde “Taraflar, BM Yasası’nda ortaya konduğu üzere, karışmış olabilecekleri herhangi bir uluslararası anlaşmazlığı, uluslararası barış ve güvenlik ve adaleti tehlikeye sokmadan barışçıl yollarla çözmeyi ve uluslararası ilişkilerinde BM’nin amaçlarına aykırı olacak şekilde güç kullanımı ya da tehdidinden sakınmayı taahhüt etmektedirler.” yazmasına rağmen bugüne kadar buna uyulmamıştır.

    Kimse kimseyi kandırmasın… Bu teşkilattaki çifte standartlar her geçen gün artmaktadır. NATO günümüzde mazlumlara karşı balyoz, zalimlere karşıysa kalkan görevi görmektedir. NATO artık ABD çıkarlarına hizmet eden bir tabela teşkilatı olmaktan öte bir şey ifade etmemektedir. Türkiye’nin NATO üyeliği bize hiçbir şey kazandırmamıştır, aksine zarar vermiştir. Türkmenistan bile NATO’ya üye olmayıp dünyada az sayıda tarafsız kalan ülkelerden biri olurken, bizler nedense NATO’nun şemsiyesi altında kalmayı yeğlemişiz.

  • yaşlılık

    27.03.2007 - 01:06

    BİR GÜN SEN DE YAŞLANACAKSIN! ...

    M.NİHAT MALKOÇ

    Hayat değişik etaplardan oluşmuş bir yol güzergâhıdır. Bu yolda bazıları yürür, bazıları koşar, bazıları ise sürünür. Herkes gücüne göre hareket eder. Güçsüzler ve yaşlılar hep gerilerde kalır. Şair Ahmet Haşim ömrü bir merdivene benzeterek şöyle demişti:

    “Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden,
    Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak
    Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak...”

    Hepimiz bu hayat merdivenlerini bir bir çıkıyoruz. Yükseldikçe görüş alanımız artsa da nefesimiz de o oranda azalmaktadır. Her merdiven, dermanımızı eksiltmekte, takatimizden çok şey alıp götürmektedir. Yorulsak da, daralsak da bu merdivenin en üst basamağına çıkıncaya kadar yükselişimize devam edeceğiz. Yükselirken de güneş rengi hükmündeki hatıralarımızı beraberimizde götüreceğiz. Bunlar bazen bizi sevindirecek, fakat çok kere de üzecektir. Çünkü mazinin ihtişamı hâlin acizliği karşısında hep üste çıkacaktır. Mevcut durum bizi üzmeye, yormaya, içimizdeki melali artırmaya fazlasıyla yetecektir. Vakit gelecek mevcut manzara karşısında semaya yaşlı gözlerle bakmak durumunda kalacağız.

    Aynalar gençlere huzur verirken, yaşlılara korku salar. Şakaklarımızdaki beyazlar ve alnımızdaki kırışıklar üstümüze abanan yılların ürkütücü çehresini gösterir. Gerçi her yaşın kendine göre bir güzelliği olduğu gerçeğini de kabul etmek gerekir. Yaşlılık ağır bir yük olsa da, manevi açıdan bakınca kötü bir şey olmadığı görülür. Bu yaşlar bir anlamda ömrün hasat mevsimidir. Çocuklar ve torunların mürüvvetleri görülür, onların başarılarıyla gururlanılır. Çalışmaya ara verdiğimiz için bedenimiz dinlenir. Şiirimizin büyük şahsiyetlerinden Cahit Sıtkı Tarancı yaşlanmayla beraber bedenimizde ve ruhumuzda meydana gelen değişimleri hüzünlü bir edayla “Otuz Bey Yaş” adlı şiirinde bakın nasıl dile getiriyor:

    “Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?
    Benim mi Allahım bu çizgili yüz?
    Ya gözler altındaki mor halkalar?
    Neden böyle düşman görünürsünüz,
    Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?

    Zamanla nasıl değişiyor insan!
    Hangi resmime baksam ben değilim.
    Nerde o günler, o şevk, o heyecan?
    Bu güler yüzlü adam ben değilim;
    Yalandır kaygısız olduğum yalan.”

    Yaşlanmak nihai kaderimizdir, ondan kaçış ancak erken ölmekle mümkündür. Bu da sanırım tercih edilen bir durum değildir. Madem yaşlanmaktan kaçış yok, o zaman bu yeni halimize alışmak gerekir. Gerçi bedenimizin fiziki olarak yaşlanmasına ruhumuz da kendince destek oluyor. Yani ruh bu yeni duruma göre değişiyor, başkalaşıyor. Hissiyatımız yaşlılığı kabul edecek hale bürünüyor. Eğer bedenle ruh bu hususta denge içerisinde hareket etmezse psikolojik sıkıntılar baş gösterir. Ruh, bedenin bu değişmiş halini kabul etmede zorlanır.

    Yaşlılığa alışmak çok kolay bir şey değildir. Yaşlanan insanlarda ihtiyarlığın getirdiği fiziki olumsuzluklarla beraber, ölüm korkusu da sıkıntı teşkil eder. Allah’a ve ahiret gününü inananlar bu korkuyu hissetmezler. Bilirler ki ölüm yok oluş değil, kulluk vazifesini tamamlamış olmayla birlikte verilen bir çeşit berattır. Ne mutlu nurlu berat alabilenlere! ...

    Eskiden toplumumuzda geniş aile vardı. Günümüzde yaşlılar ayrı evlerde bir başına oturuyorlar. Evlatlar anne babalarını başlarından savıyorlar. Huzurevlerinde binlerce anne baba, çocuklarının sevgisinden uzak ömür törpülemektedir. Bu, Müslüman Türk toplumuna yakışmıyor. Fazla söze ne hacet… Herkes ettiğini bulur. Ne ekerseniz onu biçersiniz.

  • gençlik

    25.03.2007 - 01:39

    İMAN VE İRFAN NESLİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Genç demek enerjik, dinamik, aksiyoner, yiğit, korkusuz, açık sözlü, vefakâr, fedakâr ve şeffaf insan demektir. Onların bu hususiyetleri “delikanlı” sıfatıyla tavsif edilmeleri için yeterli bir sebeptir. Kanları kaynayan ve hata yapmaya meyilli olan bu güruhu disipline etmek büyüklerin vazifesidir. Bunu yapmazsak uç noktalara kaymalarına sebep olabiliriz.

    Çocuklukla yetişkinlik arasındaki dönemdir gençlik… Ömrün ilkbaharıdır bu dönem… Fakat manevi sorumlulukların da başlangıcıdır. Gençlik bir ülkenin geleceği ve ümit kaynağıdır. Onun varlığı itici güçtür, fakat bir o kadar da risktir. Onları inanç akidelerimiz etrafında yetiştirebilirsek mesele yoktur. Lakin bir de yoldan çıkmaya görsünler, toparlamak sanıldığı kadar kolay olmaz. Onun için gençliği iyi şekillendirmek mecburiyetindeyiz.

    Gençlik bireyin bedenen ve ruhen hızlı geliştiği dönemdir. Beden gelişimiyle ruh gelişimi muvazeneli yürümezse sıkıntılar baş gösterir. Dinçlik, zindelik, çeviklik, aktiflik, canlılık, heyecanlılık, delikanlılık, yiğitlik, mertlik, duygusallık, hızlılık, acelecilik, acemilik, tecrübesizlik bu dönemin en belirgin özelliklerindendir. Bunlar yerine göre olumlu, yerine göre olumsuz hasletlerdir. Mühim olan, hayatın bu en sorunlu olan devresinde bireyin sosyal ve psikolojik dünyasını kırıp dökmeden, olumsuz davranışları olumluya dönüştürmektir.

    Günümüz dünyasında ve Türkiye’de gençlik adeta akrep kıskacına alınmıştır. Her köşe başında açılan gayya kuyuları gençliğin manevra kabiliyetini ve hareket sahasını kısıtlamaktadır. Onları bu kör kuyulara düşmekten kurtaracak yegâne kılavuz imanla yoğrulmuş, fenle cilalanmış iyi bir eğitimdir. Basiret nazarlarını eşyaya yoğunlaştıranlar yanılmaktan azade olurlar. Vahiyle süslenmiş aklın nuruyla hareket edenler, zorlu kavşaklarda kör istikametlere sapmazlar. Kalple bütünleşen akıl, onları uçurumlara yuvarlanmaktan korur.

    Türk şiirinin tartışmasız en büyük isimlerinden biri olan Üstad Necip Fazıl Kısakürek özlediği gençliği “Gençliğe Hitabe” isimli veciz yazısında şöyle dillendiriyordu:

    “Halka değil, Hakka inanan, meclisinin duvarında “Hâkimiyet Hakk’ındır” düsturuna hasret çeken, gerçek adaleti bu inanışta bulan ve halis hürriyeti Hakka kölelikte bilen bir gençlik…“Kim var? ” diye seslenilince, sağına ve soluna bakmadan fert fert “ben varım! ” cevabını verici, her ferdi “benim olmadığım yerde kimse yoktur! ” fikrini besleyici bir dava ahlakına kaynak bir gençlik…

    Bugün komik üniversitesi, hokkabaz profesörü, yalancı ders kitabı, demagog politikacısı, çıkartma kâğıdı şehri, müzahrefat(süprüntü) kanalı sokağı, takma diş fabrikası, fuhuş albümü gazetesi, mümin zindanı mâbedi, temeli yıkık ailesi, hasılı kendisini yetiştirecek bütün cemiyet müesseselerinden aldığı zehirli tesiri üzerinden atabilecek, kendi öz talim ve terbiyesine memur vasıtalara kadar nefsini koruyabilecek, destanlık bir meydan savaşı içinde ve bu savaşı mutlaka kazanmakla vazifeli bir gençlik…

    Tek cümleyle, Allah’ın, kâinatı yüzü suyu hürmetine yarattığı Sevgilisinin fezayı bütün yıldızlarıyla manto gibi saran mukaddes eteğine tutunacak ve O’ndan başka hiçbir tutamak, dayanak, sığınak tanımayacak ve O’nun düşmanlarını ancak kubur farelerine lâyık bir muameleye tâbi tutacak bir gençlik…”

    Müslüman gençlik inançlı, şuurlu, ahlaklı, iffetli, emin, sadık, basiretli, şahsiyetli, medeni, fedakâr, sorumluluk sahibi, hizmet ehli, kültürlü, adaletli, bilgice donanımlı, edepli ve ibadetlerine düşkün olmalıdır. Böyle bir gençlik geleceğe güven ve umut taşır. Merhum Mehmet Akif bu özelliklerle mücehhez gençliğe “Asım’ın Nesli” diyordu. Bu nesil Çanakkale’de yedi düvele karşı ölüm kalım mücadelesi vermişti. Onlar ki ömrün henüz taze baharında tomurcuk gül gibi yaşamak dururken ölümün kollarına atmışlardı kendilerini. Akif bu imanlı ve irfanlı nesli Safahat’taki altın yaldızlı dizelerinde şöyle nitelendiriyordu:

    “Asım’ın nesli diyordum ya, nesilmiş gerçek
    İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek”

    Gençlik ömrün en zevkli ve unutulmaz çağıdır. Bu dönemde kendimizi güçlü ve zinde hissederiz. Duygularımız aklımıza galebe çalar. Büyüklerin sözleri ve nasihatleri fazla itibara alınmaz. Zordur gençlerin dilinden ve hâlinden anlamak… Tüm bu zorluklara rağmen onları şefkat kanatlarımızın altına almaya gayret etmeliyiz. Gelecek nesillerimizi maddi ve manevi ilimlerle tam donanımlı yetiştirmeliyiz. Onların ruhlarını üstün ideallerle doldurabilirsek, başıboş adımlarına hedefler tayin edebilirsek gelecekten endişelenmek anlamsızdır.

    İbadetler gençlikte daha değerlidir. Nefsanî arzuların yoğunlaştığı bu dönemde Allah korkusuyla günahlardan uzak durma gayreti içerisinde olan genci Allah da korur. Peygamberimiz, Allah’ın (arşının) gölgesinden başka hiçbir gölgenin olmadığı o günde yedi sınıf insanın Allah’ın gölgesinde gölgeleneceğini haber vermiştir. Bu hadiste ilk olarak “adaletli yönetici”, ikinci sırada da “Rabbine ibadetle yetişen genç” zikredilmektedir. Başka rivayetlerde ise “Allah, gençliğini Allah’a itaatle geçiren genci sever”; “Allah tevbe eden genci sever” buyrulmaktadır. Gencin sabrı ve tahammülü her şeyden kıymetlidir.

    Dünyada emrimize verilen zaman nimeti iyi kullanılmalıdır. Akıllı insan vaktini hayırlı işlerle geçirir. Çünkü bize bu ömrü bahşeden Allah, günümüzü neyin peşinde geçirdiğimizi soracaktır. Resulullah bunu bir mübarek sözünde şöyle ifade ediyor: “Kıyamet günü Âdemoğlu şu beş şeyden sorgulanmadıkça Rabbinin huzurunda (sorgudan) kurtulamayacaktır: Ömrünü nerede tükettiğinden, gençliğini nerede geçirdiğinden, malını nereden kazanıp nereye harcadığından, bildiğiyle ne denli amel ettiğinden…”

    Günümüzde gençlik hiç de iyi bir görüntü çizmemektedir. Küçüklerin büyüklere saygısı ve hürmeti tükenme noktasındadır. Gençler, anne baba dâhil, yaşlı kesimi bir yük olarak görmektedir. Oysa Efendimiz bir hadisinde şöyle buyuruyor: “Yaşından dolayı bir ihtiyara ikramda bulunan genç için, Allah Teala ikram edecek kimseler hazırlar.”

    Günümüz gençliği gününü gün etmenin peşindedir. Bunun için hemen her türlü maceraya atılıp, risklerle dolu bir hayatı tercih etmektedirler. Eğlence ve oyun hayatın merkezinde yer almaktadır. Damarlarda deli kan dolaşmaktadır. Sinelerde dava ve inanç şuuru yer etmemektedir. Dünyaya geliş gayesi hakkıyla bilinmemektedir.

    Günümüzde gençler evlenmeye karşı soğuk durmakta, günübirlik ilişkilerle oyalanıp şehvet bataklığında debelenmektedirler. Kitle iletişim araçları körpe zihinleri bulandırdıkça bulandırmaktadır. Secdede olması gereken alınlar diskolarda kan tere batıp yaratılış gayesinden uzakta, kirli bir hayatın gölgesinde günahlara batmaktadır. Böylelikle neslin devamı da tehlikeye girmektedir. Bu çürümüşlüğe de modern ve Batılı hayat denmektedir. Böyle hareket edenlere ilerici denirken, aksini düşünenlere gerici yaftası yapıştırılmaktadır. Gözler yalan bağcıklarıyla sıkıca bağlanmaktadır. Oysa Peygamberimiz öyle düşünmüyor, bu hususta şöyle diyor: “Ey gençler topluluğu! Evlenmeye gücü yetenler derhal evlensin! Zira bu, gözü haramdan korur, ırzı muhafaza eder. Gücü yetmeyenler ise oruç tutsun! Çünkü onun için o şehevi arzuyu gidericidir.”

    Gençliğin nasıl yetiştirileceği hususunda da modelimiz Hz. Muhammed(sav) ’dir. O öncelikle bir fert olarak yaşadığı mübarek bir hayatla bize iyi bir örnek teşkil etmektedir. Onun muazzez sahabeleri gösterdikleri fedakârlıklarla ve yaşadıkları örnek hayatlarla nurlu abideler olarak bize ışık tutmaktadırlar. Onların atmosferinde soluklanırsak cennetin en mutena köşelerinde yerimizi alarak bolca rızıklanırız. Bunda tereddüt ve şüphe yoktur.

    Aslında dikenlerden arınmış, güle sevdalı bir gençlik yetiştirmek bizim elimizde… Ne ekersek onu biçeriz şüphesiz… Gençlerimizi Kur’an ikliminde soluklandırabilirsek onlara ruhları genişleten ebedilik iksiri sunmuş oluruz. Akif’in ideal olarak sunduğu Asım’ın nesli ile Tevfik Fikret’in oğlunun başını çektiği Haluk’un nesli iki zıt kutuptur. Saflar açık ve sarihtir. İsteyen Asım’ın, isteyen Haluk’un neslinin yanında yer alır. Asım’ın nesli ebedilik iksiriyle ufuklara çengel atarken, Haluk’un nesli alev topuyla oynayarak kendini ateşe atmıştır.

    Geleceğini geçmişin potasında yoğurmuş bir nesli özlüyoruz. Davasını şevk ve arzuyla sırtlamış, yorulma nedir bilmeyen, yolunu ta ruhlara şekil verilirken bellemiş, sözünün arkasında durmayı şeref addetmiş, kılavuzunu hakikat ikliminden seçmiş, Batı’nın ithal fikirlerini boşamış, sesi göğün yedinci katında yankılanan, surda mukaddes gedikler açan, kahpe rüzgârlara karşı yelkenlisini namus bilip koruyan, küfrü ve taklitçiliği patlamaya hazır el bombası hükmünde gören, yüzde yüz yerli malı bir gençlik bekliyor ve istiyoruz. Gayretimiz bu neslin inşası içindir. Bu binada bir tuğlası olanlara ne mutlu! ...

  • nevruz

    14.03.2007 - 00:42

    TÜRK BAYRAMI NEVRUZ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Tarihler 21 Mart’ı gösterdiğinde içimiz kıpır kıpır olur. Çünkü bu tarih bizde Nevruz Bayramı olarak kutlanır. “Nevruz” ifadesi her ne kadar Farsça bir terkip olsa da bu en eski Türk bayramlarından biridir. Nevruz, Farsça birleşik bir kelimedir. Nev; yeni, rûz; gün anlamını taşır. Kelimenin Farsça kökenli olması bu bayramı Türk bayramı olmaktan çıkarmaz. Çünkü tarihi malumatlar bu bayramın Türklerle olan derin bağlantısını ortaya koymaktadır. Kimse bu köklü değerlerimizi bizden koparmaya çalışmasın. Bunlar Türk kökenli milletleri birbirine bağlayan bir nevi çimentodur.

    Türkler toprağa çok değer veren, adeta onunla duygusal bir bağ kuran ender milletlerden biridir. Onun içindir ki topraklarına yan gözle bakanlara yüzyıllarca kılıç sallamışlardır. Asırlarca at üzerinde göçebe yaşamayı göze alabilmişlerdir. Toprağa kendilerince bir kutsiyet atfetmişlerdir. Nevruz da bir anlamda toprağın uyanışıdır, ses verişidir. Uzun sayılabilecek bir kıştan sonra baharın gelişinden dolayı duyulan sevinç yansıtılır nevruzda… Toprakla ilgili olarak Âşık Veysel’in şu dörtlüğü bize ne çok şey anlatır:

    “Karnın yardım kazmayınan, belinen
    Yüzün yırttım tırnağınan, elinen
    Yine beni karşıladı gülünen
    Benim sadık yârim kara topraktır”

    Nevruz dün olduğu gibi bugün de çok geniş bir coğrafyada kutlanan bir Türk bayramdır. Bazılarının iddia ettiği gibi bir Mecusi bayramı değildir nevruz... Ateş yakılması ve ateş üzerinden atlanması yüzünden bu bayramı Mecusilikle ilişkilendirmek bayağılık ve sığlıktır. Nevruz, Türk dünyasının kuzeyinden güneyine, batısından doğusuna kadar uzanan engin coğrafyada yaşayan toplulukların pek çoğu tarafından yaygın olarak kutlanan bahar bayramıdır. Görünen o ki bu coğrafyada nevruz coşkusu her geçen gün artmaktadır.

    Türkmenistan’da üç yıl boyunca kaldım. Orada nevruza çok büyük yer ve değer verildiğini bizzat gördüm. Burada halk nevruzu sahipleniyor. Bu bayram insanları kenetliyor. Sabahtan akşama kadar insanlar tabiatla iç içe yaşayıp eğleniyor. Küçük çocuklar ve yetişkin kızlar en güzel ve renkli elbiselerini giyerek gezintiye çıkıyorlar. En güzel yemekler bugüne saklanıyor, bugün için yapılıyor. Bütçeler alabildiğine zorlanıyor. Halk yeşilin doyumsuz güzelliğine sığınıyor. Eski gelenekler mümkün olduğunca yaşatılıyor. Halkın bu günü bayram tadında ve havasında kutlaması için bütün resmi kurumlarda üç günlük tatil ilan ediliyor.

    Türkiye’de yakın zamana kadar nevruz kelimesinden ürküyordu insanlar… Çünkü nevruzun bir Türk bayramı olduğu pek az kesim tarafından biliniyordu. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki bazı kesimler tarafından kutlanan bir gün olarak yer ediyordu hafızalarımızda… Hatta o gün bir kısım şer odakları olaylar çıkarıyor, kal döküyor, eylemleriyle gündemi işgal ediyorlardı. Böylelikle nevruz insanlarda ve devlette bir baskı unsuru oluşturuyordu. Oysa günümüzde bu tazyikin tesirin geçmişe nazaran çok daha yumuşatılmıştır.

    Yasakçı zihniyetlerle bir yerlere varılamayacağını gösteren hadiselerin başında gelir nevruz… Eskiden bir kısım yerlerde nevruz kutlamalarına izin verilmezdi. Bunu fırsat bilen art niyetli kesimler, yasağa karşı çıkarak işi kan dökmeye kadar götürürlerdi. Oysa günümüzde nevruz kutlamaları polisin gözetiminde olmak üzere serbesttir. Halk o gün taşkınlık yapmamak şartıyla doyasıya eğlenmektedir. Baharın gelişinin getirdiği coşku ve dinamizm bütün güzelliğiyle etrafa yansıtılmaktadır. Uzun kışın kasveti dağıtılmaktadır. Halk nahoş hadiselere geçit vermemektedir. Böylelikle halk kendisine duyulan güveni karşılıksız bırakmamaktadır. Böyle olunca pek ciddi hadiseler de yaşanmamaktadır. Bu da gösteriyor ki öncelikle insanlara itimat etmeliyiz ki fertlerdeki bağlılık ve sorumluluk duygusu inkişaf edebilsin. Gelin en eski Türk bayramlarından biri olan nevruzu ruhuna uygun olarak bahar neşesiyle kutlayalım. Cemrelerin ısıttığı toprağa, havaya ve suya sahip çıkalım.

  • nazan bekiroğlu

    13.03.2007 - 23:48

    ÜNLÜ HİKÂYECİ NAZAN BEKİROĞLU’YLA DOST SOHBETİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Geçenlerde (09 Mart 2007 Cuma günü) KTÜ/ Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Eski Türk Edebiyatı Öğretim Görevlisi Ahmet Hilmi İmamoğlu biz öğrencilerini ziyaret etmek üzere Trabzon Lisesi’ne geldi. Öğretmenler odasında muhabbeti koyulaştırdıktan sonra Nazan Bekiroğlu Hoca’yı ve diğer hocaları ziyaret etmeye karar verdik. Randevu aldık. Öğretmen arkadaşlardan Meryem Bülbül ve Nebahat Eyüboğlu’yla beraber Söğütlü’ye gittik. Ahmet Bey arabasıyla götürdü bizi. Nazan Bekiroğlu hocamı ziyaret ettik. Daha sonra Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü hocalarından Bilal Kırımlı ve Osman Kemal Kayra da geldi. Maziye şöyle bir bakıverdik. Geçmişe dair anılara yolculuk yaptık.

    Ben 1992 senesinde mezun oldum Fatih Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümü’nden. Az değil aradan 15 sene geçmiş. Fakat geçmişte yaşananlar küllense de, unutulmamış. Hocalarımla çayları yudumlarken o güzel günleri konuşup geçliğin atmosferinde soluklandık. Hocalarımız bizi hiç unutmamış, tabii ki biz de onları unutmamışız. Aramızda hiçbir kırgınlık geçmemiş. Onun için ak sayfalar var arkamızda.

    İlkokulu, ortaokulu ve liseyi Köprübaşı’nda okudum ben... Geri kalmış bir bölge olduğu için eğitim ve öğretim adına fazla bir şey alamadık lise yıllarında… Çünkü derslerin çoğu öğretmensizlik yüzünden boş geçiyordu. İstanbul Türkçesi’nin esamisi okunmuyordu burada… İmlâ ve noktalama berbattı. Böyle bir altyapıyla Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümü’ne başladım. İlk aylarda doğal olarak bocaladım. Hocam Ahmet Hilmi İmamoğlu ‘Sen bu bölümde okuyamazsın, yol yakınken geri dön’ dedi. Beni bir korku sardı. Korku daha sonra hırsa dönüştü. Bu eksikliklerimi önce okuyarak, sonra yazarak giderecektim. İç dünyamda büyük bir seferberlik başlattım. Her gün kütüphanelerde akşamlıyor, kitapların üzerinden kalkmıyordum. Bunlar ders kitabı değildi. Hikâye, roman ve şiir türünde eserlerdi. Okudukça doldum, doldukça boşalma ihtiyacı hissettim.

    O birikimle üniversitenin ilk yıllarında yazmaya başladım ben… Önce şiirle koyuldum işe. Daha sonra deneme, makale ve fıkralar geldi. Türksesi Gazetesi’nin sahibi rahmetli Ayhan Kıyak’a giderek gazetesinde yazmak istediğimi söyledim. Şöyle bir baktı bana, daha doğrusu süzdü beni. Tanımak için sorular yöneltti bana. Gözlerimdeki arzu ve heyecanı hissetmiş olmalı ki yazma teklifimi kabul etti. ‘Yarından itibaren yazmaya başla’ dedi. Tabii ki parasız yazacaktım. Dünyalar benim olmuştu. O gece uyumadım, ilk yazımı yazdım.

    Böylece başladı yazma maceram… Ondan sonra 15 sene yazdım Ayhan Kıyak’ın Türksesi ve Hizmet Gazetelerinde… Görüldüğü gibi hâlâ buradayım. Bir ara Bizim Okul isimli derginin Yazı İşleri Müdürlüğünü yürüttüm. Okuyucu yanımızda yer almadığı için kısa zamanda kepenkleri kapattık. Yurt genelindeki pek çok dergide yazılarım ve şiirlerim görülmeye başladı. Artık belli çevrelerde tanınmaya başlamıştım. Hocam Nazan Bekiroğlu bu yönümü biliyor ve sırf bu yüzden bana değer veriyordu. O yıllarda hocam az yazıyordu, seçici davranıyordu. Ben pek çok dergi ve gazetedeki yazıları bir arada yürütüyordum. Bunlarla beraber zaman zaman hocam Nazan Hanım’la edebi münakaşalarda bulunuyordum.

    Günümüz modern hikâyesinin öncülerindendir Nazan Bekiroğlu… Uzun yıllar boyunca yazdıklarını biriktirmiş, yakın geçmişte peş peşe yayınlamıştır. Kendisi şimdilerde Karadeniz Teknik Üniversitesi Fatih Eğitim Fakültesi Türkçe Öğretmenliği Bölümünde öğretim görevlisidir. Ben de dört yıl boyunca onun öğrencisi olma bahtiyarlığını yaşadım. O zamanlar Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümü vardı orada… Nazan Hanım da bu bölümün başkanıydı. Yakın geçmişte, hangi akla hizmettir bilinmez, bu bölüm kaldırılarak yerine Türkçe Öğretmenliği Bölümü açıldı. Şimdilerde Bekiroğlu hocam bölüm başkanlığını bırakıp kendini edebi çalışmalar üzerinde yoğunlaştırmıştır.

    Nazan Bekiroğlu bu şehrin, Trabzon’un öz evladıdır. O, şehrimizin adını edebiyat sahasında geniş kitlelere duyurmaktadır. Fakat Trabzon halkının büyük çoğunluğu ne yazık ki onun varlığından bile haberdar değildir. Bırakın sıradan halkı, okumuş kesim bile bu büyük öykücünün varlığından bihaberdir. Bizde aydın kavramının dışı cilalı olsa da içi boştur.

    Nazan Hanım deneme, makale, hikâye ve roman sahasında dev eserler vermiştir. “Nun Masalları(Öykü) , Cam Irmağı Taş Gemi(Öykü) , Mor Mürekkep(Deneme) , Mavi Lale(Deneme) , Cümle Kapısı(Deneme) , İsimle Ateş Arasında(Roman) , Yusuf İle Züleyha(Şark Mesnevisi) , Şair Nigar Hanım(İnceleme) , Halide Edip Adıvar(İnceleme) onun özgün eserleridir. Bu kitaplar seçkin kitapçıların raflarını süslemektedir. Fakat O, bu eserlerin sahibi büyük bir yazar olmasına rağmen tevazuu hiçbir zaman elden bırakmamaktadır. O, günümüz Türkiye’sinde çok kibar ve zarif bir Osmanlı Hanımefendisi gibi davranarak hayranlık uyandırmaktadır. Bu onun ruh inceliğinin bir yansıması olarak görülebilir.

    Türkiye’nin son dönemde yetiştirmiş olduğu en büyük hikâyecilerden biri olan Nazan Bekiroğlu’yla, her tarafı kitaplarla dolu bir odada iki saate yakın muhabbet ettik. Her daldan ve her telden konuştuk. Bu, hoca öğrenci dostluğunun ve dayanışmasının bir nişanesiydi. Bana yanından ayrılırken “Yazdıklarını kitaplaştır. Bir dahaki gelişinde kendine ait bir kitapla yanıma gelmeni istiyorum.”dedi. Ben de kendisine yazdıklarımı kitap haline getirmenin büyük bir iddia ve cesaret gerektirdiğini, bunun zamanının gelmediğini söyledimse de o bana “Artık kemale erdin, bundan sonra yazdıklarını iki kapak arasına almalısın.” diye nasihatte bulundu. Ne diyelim, üstatlar en iyisini bilir. Bu kıymetli sanatkârın sohbetinden büyük bir haz alarak geri döndük. Kendisine bundan sonraki edebi hayatında üstün başarılar diliyorum. Onun öğrencisi olmak benim için şereftir. İyi ki varsın sevgili Nazan Bekiroğlu…

  • çanakkale savaşı

    13.03.2007 - 20:10

    ÇANAKKALE’DE UYANIŞ

    M.NİHAT MALKOÇ

    18 Mart Çanakkale Zaferi dünyanın şahit olduğu en büyük hadiselerden biridir. Bu bir ölüm kalım mücadelesiydi. Bir milletin onca millete karşı gösterdiği bu amansız mücadele, mazlum ülkelere de güç ve umut vermiştir. Çanakkale Boğazı’nın geçilmezliğini bütün dünyaya haykıran Çanakkale Savaşlarında 250 binin üzerinde askerimiz şehitlik mertebesine yükselmiştir. Bizim şehitlerimizin sayısı miktarınca düşman askerleri de hayatlarının baharında ruhlarını Çanakkale sırtlarında bırakmıştır.

    Çanakkale edebiyatımıza sıkça konu olmuştur. Bugüne kadar Çanakkale üzerine neler yazılmadı ki! ... Onlarca roman ve hikâye, yüzlerce şiir Çanakkale’deki kurtuluş destanını ebedileştirmiştir. Her yıl yerel ve ulusal olmak üzere Çanakkale ile ilgili şiir ve kompozisyon yarışmaları düzenlenir. Şair ve yazarlarımız bu yarışmalara katılarak hünerlerini gösterirler.

    Bu yıl İstanbul’da Kartal Belediyesi ile Zeytin Dalı Şiir-Edebiyat-Kültür-Sanat ve Dayanışma Grubu tarafından “Çanakkale Şehitleri ve Şehitler” konulu şiir yarışması düzenlendi. Yarışmada birinciye 1000 YTL, İkinciye 750 YTL, üçüncüye 500 YTL para ödülü verilmesi kararlaştırıldı. Yarışmaya Türkiye’nin dört bir yanından yüzlerce şair katıldı. Uzun incelemeler sonucunda yüzlerce şiir arasından seçim yapıldı. Elemeler neticesinde “Çanakkale’de Uyanış” adlı şiirimle Türkiye üçüncüsü oldum. Türkiye üçüncülüğü kazanan “Çanakkale’de Uyanış” adlı şiirimi dikkatinize sunuyorum:

    “Kasırgalar savurur; buz kestirir kar bizi
    Gece gündüz kavurur sıcağında nâr bizi

    Çanakkale’de zaman açılır sonsuzluğa
    Çağırır gül yüzüyle agûşuna yâr bizi

    Sabır ateşten gömlek, dua semaya kapı
    Bülbülün nağmesinde yakar ahûzar bizi

    Gözlerim kapanmadan ruhum dalar uykuya
    Elinde kırmızı gül, çağırır mezar bizi

    Fazilet yarışında önde gider yiğitler
    Zekeriya misali bölse de hızar bizi

    Gayya çukurlarından beslenirse kem gözler
    Sirkeyle bal misali öylece bozar bizi

    Kalbin orta yerine siner kirli bakışlar
    Kendimize getirir ilâhî nazar bizi

    Gök yarılsa ikiye, gün batsa da şafakta
    Çağların göbeğine tarihler yazar bizi

    Gök kubbenin altında dolaşırken avare
    Hicran ateşlerine atar intizar bizi

    Hafakanlar basmadan yetiş rahmet meleği
    Ölüme çeyrek kala çepeçevre sar bizi

    Efkâr basar sinsice hüzün coğrafyamıza
    Sevgilinin hayali eder bahtiyar bizi

    Gelibolu’da yağmur fırtınaya dönüşür
    Sular kaynar derinden, ateşi yakar bizi

    Ürperir maveradan koparıldıkça ruhlar
    Maziden arda kalan sermaye bakar bizi

    Ölü toprağı serper, gaflet kurşundan ağır
    Bir kez uyumaya gör yılanlar sokar bizi

    Doğar Anafartalar alacakaranlığa
    Aynadaki akisler Hakk’a muştular bizi

    Zaman alevden bir gül, safın önünde kısrak
    Düşmanı haklarım ben dostlardan kurtar bizi

    Kirli çizmeleriyle girer de haremime
    Hallac-ı Mansur gibi beyhude soyar bizi

    Kapımın kilidini çalan dünkü devşirme
    Düşünmez, bir kalemde kızıla boyar bizi

    Ay ışığı düşerken kapkaranlık geceye
    Uyanışın öncüsü, muzaffer sayar bizi

    Diner Çanakkale’de esen acı karayel
    Suya düşer cemreler ısıtır bahar bizi

    İl içi ve ilçeler arası yarışmalarda bugüne kadar 13 tane ödül kazandım. Bunlar arasında birincilik, ikincilik, üçüncülük ve mansiyonlar vardı. Türkiye genelinde elde ettiğim bu üçüncülük benim için çok önemliydi. Çünkü ilk kez ulusal bir yarışmada derece elde ettim. En büyük temennim Türkiye genelindeki ödüllerin devamının gelmesidir. Ödüller şair ve yazarların itici gücüdür. Zira marifet iltifata tabidir.

  • m.nihat malkoç

    13.03.2007 - 20:08

    ÇANAKKALE’DE UYANIŞ

    M.NİHAT MALKOÇ

    18 Mart Çanakkale Zaferi dünyanın şahit olduğu en büyük hadiselerden biridir. Bu bir ölüm kalım mücadelesiydi. Bir milletin onca millete karşı gösterdiği bu amansız mücadele, mazlum ülkelere de güç ve umut vermiştir. Çanakkale Boğazı’nın geçilmezliğini bütün dünyaya haykıran Çanakkale Savaşlarında 250 binin üzerinde askerimiz şehitlik mertebesine yükselmiştir. Bizim şehitlerimizin sayısı miktarınca düşman askerleri de hayatlarının baharında ruhlarını Çanakkale sırtlarında bırakmıştır.

    Çanakkale edebiyatımıza sıkça konu olmuştur. Bugüne kadar Çanakkale üzerine neler yazılmadı ki! ... Onlarca roman ve hikâye, yüzlerce şiir Çanakkale’deki kurtuluş destanını ebedileştirmiştir. Her yıl yerel ve ulusal olmak üzere Çanakkale ile ilgili şiir ve kompozisyon yarışmaları düzenlenir. Şair ve yazarlarımız bu yarışmalara katılarak hünerlerini gösterirler.

    Bu yıl İstanbul’da Kartal Belediyesi ile Zeytin Dalı Şiir-Edebiyat-Kültür-Sanat ve Dayanışma Grubu tarafından “Çanakkale Şehitleri ve Şehitler” konulu şiir yarışması düzenlendi. Yarışmada birinciye 1000 YTL, İkinciye 750 YTL, üçüncüye 500 YTL para ödülü verilmesi kararlaştırıldı. Yarışmaya Türkiye’nin dört bir yanından yüzlerce şair katıldı. Uzun incelemeler sonucunda yüzlerce şiir arasından seçim yapıldı. Elemeler neticesinde “Çanakkale’de Uyanış” adlı şiirimle Türkiye üçüncüsü oldum. Türkiye üçüncülüğü kazanan “Çanakkale’de Uyanış” adlı şiirimi dikkatinize sunuyorum:

    “Kasırgalar savurur; buz kestirir kar bizi
    Gece gündüz kavurur sıcağında nâr bizi

    Çanakkale’de zaman açılır sonsuzluğa
    Çağırır gül yüzüyle agûşuna yâr bizi

    Sabır ateşten gömlek, dua semaya kapı
    Bülbülün nağmesinde yakar ahûzar bizi

    Gözlerim kapanmadan ruhum dalar uykuya
    Elinde kırmızı gül, çağırır mezar bizi

    Fazilet yarışında önde gider yiğitler
    Zekeriya misali bölse de hızar bizi

    Gayya çukurlarından beslenirse kem gözler
    Sirkeyle bal misali öylece bozar bizi

    Kalbin orta yerine siner kirli bakışlar
    Kendimize getirir ilâhî nazar bizi

    Gök yarılsa ikiye, gün batsa da şafakta
    Çağların göbeğine tarihler yazar bizi

    Gök kubbenin altında dolaşırken avare
    Hicran ateşlerine atar intizar bizi

    Hafakanlar basmadan yetiş rahmet meleği
    Ölüme çeyrek kala çepeçevre sar bizi

    Efkâr basar sinsice hüzün coğrafyamıza
    Sevgilinin hayali eder bahtiyar bizi

    Gelibolu’da yağmur fırtınaya dönüşür
    Sular kaynar derinden, ateşi yakar bizi

    Ürperir maveradan koparıldıkça ruhlar
    Maziden arda kalan sermaye bakar bizi

    Ölü toprağı serper, gaflet kurşundan ağır
    Bir kez uyumaya gör yılanlar sokar bizi

    Doğar Anafartalar alacakaranlığa
    Aynadaki akisler Hakk’a muştular bizi

    Zaman alevden bir gül, safın önünde kısrak
    Düşmanı haklarım ben dostlardan kurtar bizi

    Kirli çizmeleriyle girer de haremime
    Hallac-ı Mansur gibi beyhude soyar bizi

    Kapımın kilidini çalan dünkü devşirme
    Düşünmez, bir kalemde kızıla boyar bizi

    Ay ışığı düşerken kapkaranlık geceye
    Uyanışın öncüsü, muzaffer sayar bizi

    Diner Çanakkale’de esen acı karayel
    Suya düşer cemreler ısıtır bahar bizi

    İl içi ve ilçeler arası yarışmalarda bugüne kadar 13 tane ödül kazandım. Bunlar arasında birincilik, ikincilik, üçüncülük ve mansiyonlar vardı. Türkiye genelinde elde ettiğim bu üçüncülük benim için çok önemliydi. Çünkü ilk kez ulusal bir yarışmada derece elde ettim. En büyük temennim Türkiye genelindeki ödüllerin devamının gelmesidir. Ödüller şair ve yazarların itici gücüdür. Zira marifet iltifata tabidir.

  • çanakkale savaşı

    10.03.2007 - 18:56

    ÇANAKKALE HÜR İRADENİN ZAFERİDİR

    M.NİHAT MALKOÇ

    Uzakları yakın eden bir hissiyatın tercümanıdır Çanakkale… Vatan sevgisinin şahsi duygulara galebe çaldığı müstesna bir dönemin adıdır. Henüz bıyıkları bile terlemeyen delikanlıların bütün dünya nimetlerini ellerinin tersiyle itip vatan savunmasına, şahadete koştukları olağanüstü bir ruh halinin yansımasıdır. Bunu barış zamanlarında anlamak zordur.

    Çanakkale Savaşı Mustafa Kemal’in de adının duyulmasına vesile olmuştur. O, Türk’ün ateşle imtihan edildiği bir dönemde cesaretiyle ve ileri görüşlülüğüyle ordumuza büyük güç vermiştir. O, Anafartalar’da kahramanca savaşarak zaferde büyük pay sahibi olmuştur. Bütün dikkatler üzerinde toplanmıştır.

    Gelecekte Atatürk olacak olan Mustafa Kemal bu savaşta adeta bir efsane miti haline gelmiştir. Türk edebiyatının ünlü yazarlarından Yakup Kadri Karaosmanoğlu “Atatürk” adlı eserinde bu büyük kahramanın Çanakkale’deki rolüyle ilgili olarak şunları söyler: “Bu genç kumandan, yanında bir avuç süngülü askerle, yerden, gökten, denizden gelen sürekli bir gülle, kurşun ve şarapnel sağanağının ortasında durmadan ileriye doğru atılıyor kollarıyla, kızgın boyunlarından yakalayıp denize yuvarlayacakmış gibi sıra sıra topların üstüne saldırıyor. Bu insan, ateşte yanmıyordu. Vücuduna kurşun işlemiyordu ve zırhlıların (savaş gemilerinin) attığı gülleler başının üstünden munisleşmiş, yırtıcı kuşlar gibi geçip gidiyordu”

    Anafartalar Komutanı Mustafa Kemal’in dediği gibi:“Çanakkale Zaferi, Türk askerinin ruh kudretini gösteren şayanı hayret ve tebrik bir misaldir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale Muharebelerini kazandıran bu yüksek ruhtur.”

    Çanakkale Savaşı’nın efsaneleşen kahramanları sadece etten kemikten askerler değildir. Bir metal yığını olan Nusret Mayın Gemisi de bu savaşın kahramanları arasında sayılmalıdır. Çünkü bu küçük gemi güçlü müttefik donanmasını dağıtmış, müstakbel zaferi çok yakın gören ecnebileri hayrette bırakmıştır. Bu geminin döşediği 26 mayın, bir zamanlar tarihe altın harflerle adını yazdırmış bir milletin namusunu ve aziz topraklarını güvence altına almıştır. Bu gemi savaşın gidişatını değiştirmiş, adeta Türk’ün kaderini belirlemiştir.

    Çanakkale sömürgecilerin korkaklıklarına sahne olmuştur. Bu savaşta İngilizler kendileri savaşmamış, sömürgelerini savaştırmıştır. Anzaklar bu coğrafyada sömürge olmanın ağır bedelini canlarıyla ödemişlerdir. Zira “ANZAC”(Australian and New Zealander Army Corps) kelimelerinin ilk harflerinden doğmuş bir kavramdır. ‘Avustralya-Yeni Zelanda Ordu Birlikleri’ anlamına gelir. İnsan içinden ‘Çanakkale nere, Avustralya nere’ diyesi geliyor. Fakat İngilizlerin canları tatlı olduğu için bu harpte Anzakları kalkan olarak kullanmışlardır.

    Savaş aslında en son başvurulması gereken bir yoldur. Fakat savaş, yurdunuzu paylaşmak için kollarını sıvayanlara karşı lüzumlu ve onurlu bir direniştir. Savaşın da bir ahlakı vardır aslında… Savaş ahlakı da olur mu demeyin, olur elbette… Bizim milletimiz her zaman savaş ahlakını ön planda tutmuştur. Askerlerimiz hiçbir zaman çocuklara ve kadınlara dokunmamıştır. Aman dileyen ve teslim olan yaralıları tedavi etmişlerdir. Bu insani tavır ve davranışlarımızla düşmanların bile övgüsüne mazhar olmuşuz. Bu duruma şahit olan Avustralya Genel Valisi Lord Casey’in anlattığı şu hadise dikkate değerdir:

    “Bir gün Türklerle çok şiddetli bir çarpışmaya girdik, adeta göğüs göğüse idik. Her iki taraf da çok can kaybı vermişti. Aramıza biraz mesafe koymak için siperlerimize dönmek istedik; büyük bir bölümümüz yerlerinizi almıştık. Bir İngiliz teğmen iki siper arasında, nerden atıldığı belli olmayan bir top mermisi ile bacağını kaybetti ve orada yığılıp kaldı. Feryat ediyordu, bizim siperlerden kimse kalkıp onu oradan almaya cesaret edemedi. Bekliyorduk… Bu arada Türk siperinden bir asker mevziinden ayağa kalktı; elindeki tüfeğini siperin önüne koydu. Uzun boylu, bıyıklı, bu yiğit asker, ağır adımlarla yaralı subaya yürüdü. Durumu kavradım. Bizim siperlerdeki askerlere kesinlikle ateş etmemelerini söyledim, Türk askeri yaralı subayı kucağına alarak bizim siperlerin önüne getirdi ve yere yavaşça bıraktı... Türk askeri arkasına dönerek, yine ağır adımlarla mevzinin önüne koyduğu tüfeğini alarak siperine girdi. ‘Ya Rabbi bu ne cesaret, bu ne asalet, bu ne ruh gücü’ demekten kendimi alıkoyamadım. Biz çok kahraman bir milletle savaştık.”

    Bizim atalarımız, Çanakkale’de insanlığını kaybedip adeta vahşileşenlere karşı şefkat ve merhametin en güzel örneklerini göstermişlerdir. Tüm dünya savaşın da bir ahlakı olabileceğine onlar sayesinde şahit olmuştur. Bu tutum imandan kaynaklanan bir ruh genişliğiydi. Onlarla ne kadar gurur duysak azdır. Bu ülke onların kanlarıyla bugünkü hürriyetini elde etmiştir. Çanakkale Zaferi’nin 92. yılında bütün şehitlerimize Allah’tan rahmet dilerken, onlara şükranlarımızı da sunmayı mühim bir vazife addediyoruz.

  • eurovision

    09.03.2007 - 23:41

    “SHAKE IT UP ŞEKERİM” YAHUT YUH OLSUN SİZE…

    M.NİHAT MALKOÇ

    Milletçe siyasi bağımsızlığımızı kazansak da, görünen o ki kültürel bağımsızlığımızı hâlâ tam anlamıyla elde edebilmiş değiliz. Gelişmesini hızla tamamlama yolunda olan Türkiye gibi bir ülke için bu, çok acıklı bir durumdur. Bu ülke insanlarının önemli bir kısmı bilerek veya gafletinden dolayı öz kültürünü reddederek yabancıların kapısında iki büklüm arzı endam etmektedir. Bunu hemen her dönemde üzülerek görmekteyiz.

    Türkiye olarak yıllardan beri Eurovision Şarkı Yarışması’na katılırız. Bu uzun zaman içerisinde sadece bir kez Sertap Erener isimli şarkıcımız İngilizce bir şarkıyla birincilik kazanmıştır. Fakat o zamanlar buna bir Türk olarak hiç mi hiç sevinemedim. Çünkü sadece şarkıyı söyleyen sanatçı Türk’tü. Şarkının sözleri İngilizceydi. Yarışmada ülke olarak birinci olsak da bu durum millet olarak bizi fevkalade üzmüştür. Çünkü bu yarışmada milli kimliğimizle temsil edilmemişiz. Bu gelecekteki sanatçılara da kötü örnek olmuştur. Müzik çevreleri kerameti müzikte değil, dilde arar olmuşlardır. Böylelikle yanlış bir yola sapılmıştır.

    Bu yıl 52’ncisi düzenlenecek Eurovision Şarkı Yarışması, Finlandiya’nın başkenti Helsinki’de 10 Mayıs’ta yarı final, 12 Mayıs’ta ise final olarak gerçekleştirilecek. Hatırlayacağınız gibi Türkiye, Eurovision Şarkı Yarışması’na ilk kez 1975 yılında Semiha Yankı’nın “Seninle Bir Dakika” isimli şarkısıyla katılmış, 2003 yılında Sertap Erener’in “Everyway That I Can” isimli şarkısıyla da birincilik almıştı. Türkiye, TRT’nin organizasyonunda 2004 yılında yarışmaya ev sahipliği yapmıştı. Birinciliğimiz bazı çevreleri heyecanlandırsa da milli ve manevi değerlere sahip çevreler tarafından şiddetle eleştirilmişti.

    Bilindiği gibi Eurovision Şarkı Yarışması’nı Türkiye’de TRT organize ediyor. Devletin kurumu olan TRT şarkıcıyı ve şarkıyı kendisi tespit ediyor. Bu yıl Eurovision’da ülkemizi popçu Kenan Doğulu temsil edecek. Geçenlerde seçici kurul Eurovision Şarkı Yarışması’nda Türkiye’yi temsil edecek eseri belirlemek üzere TRT Genel Müdür Vekili Ali Güney başkanlığında toplandı. Kenan Doğulu eleme için hazırladığı üç şarkıyı kurula dinletti. Aralarında Genel Müdür Yardımcısı Muhsin Mete, Müzik Dairesi Başkan Vekili Deniz Çakmakoğlu ve Ankara Televizyon Müdürü Muhsin Yıldırım’ın da bulunduğu kurul, ülkemizi temsil edecek şarkıyı seçti. Yapılan değerlendirmeler sonucunda İngilizce bir şarkı uygun bulundu. Bu yıl Türkiye, Eurovision Şarkı Yarışması’nda “Shake It Up Şekerim” adlı eser ile yarışacak. Kenan Doğulu’nun seslendireceği eser 9 Mart’ta kamuoyuna açıklandı.

    “Shake It Up Şekerim”in dilimizdeki karşılığı “Çalkala Şekerim”… Bu haliyle şarkı ne Türkçe ne de İngilizce… Hilkat garibesi bir şey… Bu parçada Türkçe olan sadece “Şekerim” kısmıdır. Öbür sözler tamamen İngilizcedir. Böyle bir şeyi şuurlu insanların gururuna yedirmesi ve kabullenmesi mümkün değildir. Bu ancak sömürge ülkelerde olur. Anlaşılan o ki Kenan Efendi bu ülkenin milli ve manevi değerlerinden haberdar değildir, şayet haberdarsa bu hareketiyle Türkçeye ve milli değerlerimize saygıda kusur etmektedir.

    Bir konuşmasında Türkçe şarkı söyleme konusunda ısrarcı olmayı “eski kafalılık” olarak değerlendiren Kenan Efendi’yi millet olarak kınıyoruz. Onun bizi Avrupa’da temsil etmesini istemiyoruz. Türk’e ve Türkçeye saygı duymayan birisinin elde edeceği netice birincilik de olsa bizim için utanç vericidir. Bir zamanlar Fecri Ebcioğlu, Sezen Cumhur Önal, Erol Büyükburç, Erkin Koray, Cem Karaca, Barış Manço gibi sanatçılar, yabancı parçalara Türkçe söz yazarak onları bir anlamda adaptasyondan geçirdiler. Müziğin bile yabancısına tahammül edemeyen bu millet şimdilerde İngilizce sözlü parçalarla Avrupa’da temsil ediliyor.

    İngilizce sözlü şarkı söylemek Türkçeye ve Türkiye’ye güvensizliğin açık göstergesidir. Hafızanızı bir zorlayın… Sertab Erener İngilizce ile birinci olduğu yıl, İngiltere İngilizce bir parçayla sonuncu olmuştu. Demek ki mühim olan İngilizce değildir. Eğer böyle olsaydı İngilizler sondan birinci olmazdı. Asıl önemli şey milli motifler ve müziktir. Fakat bizler bunu henüz anlayabilmiş değiliz. Daha doğrusu anlayacak kapasitede olanlara görev vermiyoruz. Başarma derdi ve heyecanı olmayan popüler isimleri seçerek asıl yanlışı burada yapıyoruz. Oysa bu ülkede nice genç, bilinçli ve başarılı müzisyenler var.

    Başında “Türkiye” ifadesi olan TRT gibi bir kurumun Türkçeye ihanet etmesi yenilir yutulur cinsten bir densizlik değildir. Aslında TRT bu yarışmaya katılacak şarkının Türkçe sözlü olmasını ön şart olarak belirlemeliydi. Onlar ne yaptılar? Türkçe şarkılar varken İngilizceleri tercih ettiler. Türk milletinin paralarıyla ayakta duran TRT’yi Türkçeye ettiği ihanetten dolayı kınıyorum. Artık TRT milli olmaktan çıkmıştır. Bu kurum sırtımızda duran bir kamburdan başka bir şey değildir. Daha fazla zarar vermeden kapatılmalıdır veya vakit geçirmeden ıslah edilmelidir. Milletimize ve milletimizi bir arada tutan Türk diline saygısı olmayanlar bu kurumdan uzaklaştırılmalıdır. Onlar olmazsa olmazlardan değildir. Fakat Türkçe bizim ses bayrağımızdır. Onun çekildiği yerler vatan olmaktan çıkar. Bunun böyle bilinmesi, kurumların ve şahısların bu çerçevede hareket etmesi gerekir.

    Son olarak İngilizce bir parçayla bizi Eurovision’da temsil etme kararı aldıkları için bir kez daha Kenan Doğulu’yu ve TRT’yi kınıyorum. Milletimizin bu kişiye ve kuruma tepki göstermesini istiyorum. Bir Türk evladı olarak böyle bir şarkıyla temsil edilmekten utanç duyuyorum. Bizi anlamayan ve Türklük şuurundan nasiplenmeyen bu kişilere ve kurumlara başarı filan da dilemiyorum. Allah herkese uzağı görme öngörüsü, akıl ve fikir versin.

  • istiklal marşı

    08.03.2007 - 23:36

    İSTİKLAL MARŞI VE AKİF'İN ONURLU DURUŞU

    M.NİHAT MALKOÇ

    Milli marşlar milletlerin bağımsızlık hareketlerini anlatan destan niteliğindeki eserlerdir. Onlar kalemle değil, ruhla yazılır. Bu marşlar milletleri bir ve beraber tutar. Yeni nesillerin ruhu bu marşların maneviyatından beslenir. Nitekim öyle de olmuştur. Türk gençleri bu marşın verdiği heyecanla düşman güçlerini büyük bir cesaretle bertaraf etmişlerdir.

    Bir zamanlar 'Hasta Adam' olarak nitelendirilen ve şer güçler tarafından paylaşılmaya çalışılan Osmanlı, bir daha hasta yatağından kalkamamış, onun ruhundan ve küllerinden yepyeni bir Cumhuriyet doğmuştur. Eşi ve benzeri olmayan bu coğrafyada milletimiz adeta emsalsiz bir diriliş destanı yazmıştır. İnsanlarımız canavarlaşan bir medeniyete karşı ölüm kalım mücadelesi vermiştir. Bu mücadelede İstiklal Marşı'mız itici bir rol oynamıştır. Bu marşta ileri sürülen irade hayatın temel dinamiği olmuştur. Bu güçle bütün engeller aşılmıştır. O yıllarda yurdumuzun durumu hiç de iç açıcı değildi. Bu durumu şöyle tasvir edebiliriz:

    3 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi açılır. 1920 yazı içinde ülke topraklarının büyük bir bölümü işgal altındadır. Ankara düzenli bir ordu kurma çalışmaları içindedir. İstanbul Hükümeti Mondros Ateşkes hükümleri gereğince orduyu terhis etmiştir. Yeni bir ordu kurma çalışmalarında ise sayısız güçlüklerle karşılaşılmaktadır.

    Meclis hükümeti yeni bir ordu kurarken bu orduyu ayakta tutacak, ona moral verecek güçleri de harekete geçirme çabasındadır. Yayınlanan gazeteler halkı işgal güçlerine karşı direnmeye, birlik olmaya, cesaret vermeye uğraşmaktadırlar. Gazete ve dergilerden önemli bir bölümü hükümet tarafından satın alınarak cephelere yönlendirilmekte, mitingler düzenlemekte ve camilerde vaazlar verilmektedir. İstiklal Marşı da halkın ve ordunun moral gücünü yükselteceği düşünülerek o zamanlar gündeme getirilmiştir.

    O yıllarda Kurtuluş Savaşı olanca hızıyla devam ediyordu. Henüz bağımsız olmamıştık; fakat bağımsızlığa dair inancımız dipdiriydi. İstiklal Marşı bu zor günlerimizde milletimize ruh ve heyecan kazandırdı. Türkiye Cumhuriyeti'nin milli marşı olarak kabul edilen ve okurken hepimizi heyecanlandıran İstiklal Marşı'nın öyküsünü sanırım bilmeyeniniz yoktur. Bilindiği gibi İstiklal Marşı bir yarışma neticesinde seçildi. Maarif Vekâleti 1921'de bir güfte yarışması düzenledi. Bu yarışmanın duyurusunu dikkatinize sunmak istiyorum:

    'Şairlerimizin dikkatine: Milletimizin dâhili ve harici İstiklâl uğruna girişmiş olduğu mücadeleyi ifade ve terennüm için bir İstiklâl Marşı, Umur-u Maarif Vekâleti Celilesi'nce müsabakaya vazedilmiştir. İşbu müsabaka, 23 Kanun-u evvel sene 36 tarihine kadar olup bir heyet-i edebiye tarafından, gönderilen eserler arasından intihap edilecektir ve kabul edilen eserin güftesi için beş yüz lira mükâfat verilecektir. Ve yine lâakal beş yüz lira tahsis edilecek olan beste için bilahare ayrıca bir müsabaka açılacaktır. Bütün müracaatlar Ankara'da Büyük Millet Meclisi Maarif Vekâleti'ne yapılacaktır.'

    Yukarıdaki duyuruyu okuyanlar eline kâğıdı kalemi alarak o zor dönemlerdeki milli duyguları terennüm etmeye başladılar. Bu hususta da adeta bir seferberlik havası yaşandı. Bu yarışmaya 724 şiir katıldı. Kazanan güfteye para ödülü konduğu için önce yarışmaya katılmak istemeyen Mehmet Akif; Maarif Vekâleti Hamdullah Suphi'nin ısrarı üzerine Kahraman Ordumuza adadığı şiirini yarışmaya soktu. TBMM'nin 12 Mart 1921 tarihli oturumunda Mehmet Akif'in şiiri oybirliğiyle milli marş olarak kabul edildi.

    Bu güzide marşın bestesi de bir yarışma neticesinde belirlenmiştir. Bunda da asıl gaye en güzeli elde etmekti. Şiirin bestelenmesi için açılan ikinci yarışmaya 24 müzik adamı katıldı. 1924 yılında Ankara'da toplanan seçici kurul, Ali Rıfat Çağatay'ın bestesini kabul etti. Bu beste 1930 yılına kadar çalındıysa da 1930'da değiştirilerek Cumhurbaşkanlığı Orkestrası Şefi Zeki Üngör'ün 1922'de hazırladığı bugünkü beste yürürlüğe kondu.

    Takdir edersiniz ki İstiklal Marşı'nın tılsımlı bir manası ve ruhu vardır. Milletimizin hemen her ferdi onun atmosferine girince kendinde bambaşka bir güç ve inanç bulmaktadır; adeta başkalaşmaktadır. Büyük küçük hemen her yaştan öğrencimiz onu büyük bir zevk ve iştiyakla kısa zamanda ezberlemektedir. Benim yedi yaşındaki kızım Gülşah da bir hafta gibi kısa bir sürede bu marşın on kıtasını da ezberlemiş, bu arzusu beni ve çevremizdekileri çok şaşırtmıştır. Demek ki İstiklal Marşı bildiğimiz şiirlerden değildir. Çünkü onun her kelimesi büyük bir inançla ve titizlikle seçilmiştir. Bu marş çoraklaşan ruhlarımızı yeşertmiştir.

    İstiklal Marşı şairi Akif'in hayatı her bakımdan bizlere örnek teşkil edecek niteliktedir. Onun İstiklal Marşı yarışması sırasındaki kararlı ve şahsiyetli duruşu gençlerimize aşılanmalıdır. Bunu başarabilirsek pırlanta gibi bir nesil yetiştirmiş oluruz. Akif bu nesle 'Asım'ın Nesli' diyordu. Bu ülke ancak böyle bir nesille düzlüğe çıkabilir. Geleceğimiz bu nesille aydınlık ufuklara açılacaktır. Akif'in dediği gibi Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazmayı nasip etmesin. Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar olsun.

  • tıp

    08.03.2007 - 21:33

    TIP BAYRAMI VE DOKTORLAR

    M.NİHAT MALKOÇ

    Çocuklara “Büyüyünce ne olacaksınız? diye sorduğumuzda çoğunun doktor olmak istediğini görürüz. Bizim zamanımızda böyleydi çocukların bu soruya verdiği cevaplar… Bugün Türkiye’de buna alternatif cevaplar verilse de yine doktor olma eğilimi devam etmektedir. Bunun en büyük sebebi ailelerin çocuklarını doktor olarak görme isteğidir. Toplumumuzda aileler arasında nedense doktorluk hep revaçta olan bir meslektir.

    Sağlık her şeyin başı… Sağlıksız yaşamaya, yaşamak denir mi bilmem. Sıhhatin öneminden dolayı doktorları hayatımızın en müstesna köşesine oturtuyoruz. Gerçi günümüzde doktorluk o eski cazibesini ve tercih edilme yoğunluğunu kaybetmiştir. Bunun sebeplerinin başında tahsilinin uzun olması geliyor. Günümüz gençleri kısa zamanda hayata atılmanın hesabını yapmaktadır. Bugünkü gençlerimiz, zorluğu ve uzunluğu nedeniyle tıp öğrenimine tahammül edememektedir. Fakat bunlara rağmen yine de tıp tahsili cazibesini korumaktadır.

    Doktorlar hayatımızın her yerinde bizimle beraber… Onların kapısını zor zamanlarda çalıyoruz. Sağlıkta görüşmüyoruz genellikle… Bu belli ki hastalıktan kaynaklanan zorunlu bir görüşme oluyor. Zor zamanlarımızda onların şefkat iklimine sığınıyoruz. Bazen de hastalığın getirmiş olduğu sıkıntı ve gerginlikle onları üzüyoruz. Fakat onlar bu gerginliğin sebebini bildikleri için bizleri hoşgörüyle karşılıyorlar.

    Ülkemizde tıp tarihi bir hayli eskilere dayanmaktadır. “Tıbhane-i Amire ve Cerrahhane-i Amire” adlı tıp okulunun açılış tarihi olan 14 Mart 1827, ülkemizde modern tıp eğitiminin başlangıcı olarak kabul ediliyor. Fakat “Tıp Bayramı” bu tarihten daha sonra kutlanmaya başlanmıştır. İlk tıp bayramı 14 Mart 1919’da, işgal altındaki İstanbul’da, tıp öğrencileri tarafından kutlanmıştır. Tepkilerini bu şekilde dile getirmeye çalışan öğrencilerin bu törenine Dr. Fevzi Paşa, Dr. Besim Ömer Paşa, Dr. Akil Muhtar (Özden) gibi dönemin ünlü hocaları da katılmıştır. 1933’te “Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane” İstanbul Üniversitesi’ne dâhil olmuş; peşinden de 1945’te Ankara Tıp Fakültesi, 1954’te ise Ege Tıp Fakültesi kurulmuştur. Bugün bu fakültelerin sayısı yüzlere yaklaşmıştır.

    Ülkemiz Cumhuriyetten beri sağlık konusundaki meseleleri tümüyle aşabilmiş değildir. Bu hususta çok mühim aşamalar kat edilse de köklü çözümler getirilememiştir. İstatistiklere göre 2000’li yılları yaşayan ülkemizde her gün 175 bebek, 3 anne kaybediyoruz. Bu Türkiye’ye yakışan bir tablo değildir. Fakat tüm bu olumsuzluklara rağmen son yıllarda sağlıkla ilgili atılımları da görmezlikten gelemeyiz. Özellikle hastanelerin dağınık yapılanmadan kurtarılıp tek çatı altında toplanması olumlu bir gelişmedir. Artık hangi kurum elamanı olursa olsun herkes istediği hastaneye gidebilmektedir. Fakat bu durum özellikle bazı hastanelere aşırı yüklenme sunucunu doğurmuştur. Bunlar zamanla aşılacaktır.

    Son dönemde sağlık alanında ciddi yenilikler yapıldı. Bu yenilikler daha çok hastaları kollamaya yöneliktir. Artık hastalar doktorlarını kendileri seçebiliyor. Bu sadece yönetmelikte kalan bir şey değil. Doktor sayısının yeterli olduğu hastanelerde bilfiil uygulanıyor. Bunun yanında Avrupa’da uygulanan aile hekimliği bizde de hayata geçiriliyor. Bundan sonra her ailenin bir hekimi olacak. Bu ailedeki fertlerin sağlık bilgileri bu hekim tarafından bir araya getirilecek. Hasta öncelikle bu hekime tedavi edilecek, gerekirse başka sağlık kurumlarına gönderilecek. Bu sistem çağdaş sağlık politikalarının bir yansımasıdır.

    Türkiye’de hekim başına düşen hasta sayısı Batı ülkeleriyle kıyaslanınca çok fazla olduğu açıkça görülür. Doktorlarımız hastalara yeterli zamanı ayıramıyorlar. Hastalarımız bu hususta haklı olarak müştekiler... Fakat bu durumda yapılacak fazla bir şey yok. Doktorları da suçlamamak gerekir. Onların da imkânlarını zorladıklarına bizzat şahit oluyoruz. Fakat her meslekte olduğu gibi doktorlar arasında da işini hakkıyla yapmayan, savsaklayan tipler de yok değildir. Bunları, diğerlerine zarar vermeden ayıklamak gerekir. Bizler doktorlarımızın yaşadığı zorlukları biliyor ve onlara, gösterdikleri fedakârlıklardan dolayı teşekkür ediyoruz.

  • 8 Mart

    08.03.2007 - 20:26

    DÜNYA KADINLAR GÜNÜNDE KADINA KARŞI ŞİDDET MESELESİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Dünya bahçesinin gülüdür kadınlarımız… Onların olmadığı bir dünyayı düşünmek başlı başına bir kâbustur. Zira kadının olmadığı bir dünya nerden baksanız eksiktir. Bazen aralarında küçük tatsızlıklar yaşansa da, birbirlerini üzseler de kadınla erkek bir elmanın iki eşit yarısı gibidir. Bütünü oluşturmak için muhakkak bir araya gelmeleri gerekir.

    Dünya kültürünün ve medeniyetinin vücut bulmasında kadınların rolü büyüktür. Kadına hak ettiği değeri fazlasıyla veren ve onun toplumda itibar sahibi onurlu bir fert olmasını sağlayan Atatürk, bu emsalsiz varlıklar için şu mühim vecizeyi söylemiştir: 'Şuna kani olmak lâzımdır ki, dünya yüzünde gördüğümüz her şey kadının eseridir...'

    Dünyada kadınların elinin değmediği yenilik yok gibidir. Gerçekten de dünyadaki her eserde kadının hüneri apaçık görülmektedir. Onlar erkeklerin yaptığı işlerin pek çoğunu yapmakla kalmamış, evin kadını, çocukların annesi olması rolüyle asıl ağır yükü omuzlamışlardır. Geleceğin nesli onların maharetli ve mübarek ellerinden geçmiştir.

    Kadın her alanda erkeğinin yanında yer almıştır. Onun ağır yükünü paylaşarak hafifletmiştir. Analık ve eşlik vazifelerini şikâyete mahal vermeden büyük bir görev aşkıyla, zevkle ve hakkıyla yerine getirmiştir. Onlar kurdukları yuvaların temellerinin sağlam olması için her türlü fedakârlığı ve feragati göstermişlerdir. Ezilmeyi göz önüne almışlar, hatta ezilmişlerdir. Fakat hiçbir zaman ezenlerden olmamışlardır.

    Günümüzde kadınlar erkeklerle birlikte tahsil görerek cehalet karanlığından uzaklaşmışlardır. Artık onlar da hayatın tam ortasında bulunmakta, tüketen değil, üreten kesinim içinde yer almaktadırlar. Artık onlara yiyici, ekmek düşmanı gözüyle bakılmamaktadır. Zira onlar sadece evde hamur yoğurmakla kalmayıp aynı zamanda eve ekmek getirmektedirler. Buna ilave olarak evde de ağır bir işçi gibi çalışmaktadırlar. Atatürk'ümüzün kadının eğitimiyle ilgili olarak sarf ettiği şu sözler ne kadar manidardır:

    'Kadınlarımız, hatta erkeklerden daha çok aydın, daha çok verimli, daha çok bilgili olmaya mecburdurlar. Daha esenlikle, daha dürüst olarak yürüyeceğimiz yol vardır. Büyük Türk kadınını çalışmalarımızda ortak kılmak, hayatımızı onunla birlikte yürütmek, Türk kadınını bilimsel, ahlâki, sosyal, ekonomik hayatta erkeğin ortağı, arkadaşı ve yardımcısı yapmak yoludur. Bir toplum aynı amaca bütün kadınlar ve erkekleriyle beraber yürümezse fen ve bilimde yükselmesine imkân ve ihtimal yoktur.'

    Erkeklerin adeta eli, ayağı ve dili olan kadınlarımız bunca fedakârlıklarına karşılık bulamamaktadırlar. Maalesef günümüzde kadınlarımız onca yararlılıklarına rağmen şiddete maruz kalmaktadırlar. Bu, çağdaş Türkiye'nin ağlayan yüzüdür. Bu çirkin suret bizi gelişmiş dünya devletlerine karşı küçük düşürüyor. Ülkemiz bu ilkelliği asla hak etmiyor.

    Kadına karşı şiddet dünyanın genel sorunlarından biridir. Fakat geri kalmış ülkelerde diğerlerine nazaran daha yaygındır. Birleşmiş Milletler Kadınlara Yönelik Şiddetin Önlenmesi Bildirgesi kadınlara yönelik şiddeti; 'ister kamusal isterse özel yaşamda meydana gelsin, kadınlara fiziksel, cinsel veya psikolojik acı veya ıstırap veren veya verebilecek olan cinsiyete dayanan bir eylem veya bu tür eylemlerle tehdit etme, zorlama veya keyfi olarak özgürlükten yoksun bırakma' (1. madde) şeklinde tanımlamaktadır. Bu tanımın son yorumlamalarına 'kadını ekonomik ihtiyaçlardan yoksun bırakmak' da dâhil edilmiştir.

    Kadına karşı şiddet, en sık rastlanılan kadının insan hakları ihlallerindendir. Üstelik bu sadece Türkiye'nin meselesi de değildir. Gelişmişler de dâhil olmak üzere pek çok dünya ülkesinde hayatın yükünü sırtında taşıyan kadınlara şiddet uygulanmaktadır. Bu insanlık dışı bir eylemdir, bizimle her şeyini paylaşan kadına vefasızlığın en vahimidir.

    Kadın anadır, bacıdır, abladır, teyzedir, haladır, ninedir, en mühimi de sadık bir eştir. Kadınlar dövülmek için değil sevilmek içindir. Onlar dövülmeye değil, bir gül misali koklanmaya, sevilmeye layıktırlar. Erkek kadınsız her zaman eksiktir, yarımdır. Dünya kadınların omuzlarında yükselmeye devam edecektir. Onları çok seviyoruz.

  • trabzon

    06.03.2007 - 22:10

    TRABZON’UN YENİ VALİSİ NURİ OKUTAN

    M.NİHAT MALKOÇ

    Yöneticilik, hüner gerektiren meşakkatli bir iştir. Çünkü insanları memnun etmek, doğru yönlendirmek, verimli çalışmalarını sağlamak sanıldığı kadar kolay bir şey değildir. Bu sadece okumakla, yani eğitimle gerçekleştirilemez. Kişinin şahsiyeti ve olaylara yaklaşımı çok önemlidir. Sert mizaçlı olmak her zaman otoriteyi sağlamaya yetmez. Hatta çok kere iticiliğe zemin hazırlar. Hoşgörünün fazlası da gevşekliğe yol açar. Bu hususta dengeyi sağlamak gerekir. İnsanlara ufuklarının genişliği hesaba katılarak yaklaşılmalıdır.

    Ülkemizde yaşanan krizlerin çoğu idarecilerin yerinde ve zamanında doğru tavır ve davranış gösterememesinden kaynaklanmaktadır. Türkiye’nin idareci profili aslında başarısız değildir. Bu konuda sürekli serzenişlerde bulunuruz; fakat çok olumlu idareci örneklerini de görmek gerekir. Ülkemizde örnek idarecilerin sayısı görmezlikten gelinemeyecek kadar çoktur. Fakat bizler nedense daha çok olumsuz örnekleri dilimize pelesenk ederiz.

    Merkezde bulunan genel idarenin taşradaki uzantıları vardır. Bunların başında valiler gelir. Bilindiği gibi iller Türkiye’de merkezi idarenin en büyük taşra teşkilatıdır. Cumhuriyetin kuruluşunun ilk yıllarında 47 olan il sayısı, 1933’te 57’ye; günümüzde ise 81’e ulaşmıştır. İl idaresinin başı olan vali, devlet tüzel kişiliğinin, hükümetin ve ayrı ayrı her bakanlığın temsilcisidir. Vali İçişleri Bakanı’nın önerisi, Bakanlar Kurulu kararı ve Cumhurbaşkanı’nın onaması ile atanır. Valinin ildeki tüm merkezi idare kurumlarının ve personelinin başı olması nedeniyle oldukça geniş bir alana nüfuzu vardır. Bununla beraber adli ve askeri kurumlar valinin yönetim ve denetimi altında değildir.

    İllerin en büyük mülki idare amiri olan valilerin yetkileri çok olduğu gibi sorumlulukları da çoktur. İşlerin düz gitti zamanlarda göze batmazlar. Bir de işler aksamaya görsün en büyük hedef tahtası olurlar. Bunun en bariz örneğini Trabzon’da gördük. Güvenlik zaafı gerekçesiyle Trabzon valisi Hüseyin Yavuzdemir makamından oldu. O şimdi merkez valisi olarak Ankara’da görev yapacak. Aslında o da iyi niyetle çalıştı ve bu şehre hizmet etti. Fakat işler bir anda çığırından çıkınca yerinden oldu. Trabzonlular ona hizmetlerinden dolayı teşekkür ediyor. Ona yeni görevinde başarılar diliyoruz.

    Son Valiler Kararnamesiyle 12 ilimizin valisi değişti. Konya Valisi Arif Atilla Osmançelebioğlu ve Trabzon Valisi Hüseyin Yavuzdemir merkeze alındı. Vali Oğuz Kağan Köksal’ın Emniyet Genel Müdürlüğüne atanmasıyla boşalan İzmir Valiliğine Adana Valisi Mustafa Cahit Kıraç atandı. Kahramanmaraş Valisi İlhan Atış Adana Valiliğine, İçişleri Bakanlığı Hukuk Müşaviri Dr. Recep Kızılcık Batman Valiliğine, Batman Valisi Haluk İmga Afyon Valiliğine, Van Valisi Mehmet Niyazi Tanılır Kahramanmaraş Valiliğine, Sakarya Valisi Nuri Okutan Trabzon Valiliğine, Merkez Valisi Hüseyin Atak Sakarya Valiliğine, Sivil Savunma Genel Müdür Yardımcısı Özdemir Çakacak Van Valiliğine, Kütahya Valisi Osman Aydın Konya Valiliğine, Giresun Valisi Şükrü Kocatepe Kütahya Valiliğine, Mülkiye Başmüfettişi Mustafa Taşkesen Giresun Valiliğine, Mülkiye Başmüfettişi Mustafa Toprak ise Çorum Valiliğine getirildi. Valilerimize yeni görevlerinde başarılar diliyoruz.

    Son kararnameyle bütün gözlerin üzerine çevrildiği Trabzon Valiliğine atanan Sakarya eski valisi Nuri Okutan’a “Trabzon’a hoş geldiniz” diyoruz. İlimizin yeni valisi Nuri Okutan’ı yıllardan beri icraatlarıyla takip ve takdir eden bir kişiyim. “Bir gün şehrimizin valisi olsa” diye hep içimden geçerdi. Özellikle Gümüşhane’nin Kelkit ilçesinin kaymakamı iken çok sınırlı imkânlarla ses getiren işler yapmıştı. İsminin kamuoyunun vitrinine çıkmasını sağlayan Kelkit kaymakamı iken yaptıklarıdır. Bu küçük Anadolu şehrini ayağa kaldırmıştı.

    Trabzon’a genç ve başarılı bir vali olan Nuri Okutan’ın atanması bu şehre verilmiş en güzel hediyedir. Devletimiz Trabzon’u her zamanki gibi önemsemiş ve vali atarken titiz ve seçici davranmıştır. Çünkü yeni valimizin son derece başarılı ve ak bir sicili vardır. Ben onu yaptığı cesur ve sıra dışı atılımlarıyla merhum Vali Recep Yazıcıoğlu’na benzetiyorum. Henüz 45 yaşında olan ve gelecekte adından sıkça söz ettirecek olan Okutan’ın bugüne kadar yaptıkları, bundan sonra yapacaklarının teminatıdır bence.

    Peki, nedir Okutan’ın ak sicili? Yani neler yapmıştır geçmişte? Nuri Okutan, valilik yaptığı Siirt’te okulöncesi okullaşma oranını yüzde 4’ten yüzde 64’e yükseltmiştir. Sakarya Valiliği sırasında da yüzde 7 olan okulöncesi okullaşma oranını yüzde 80’e çıkarmayı başarmıştır. Eğitime katkılarından dolayı “Vehbi Koç Ödülü”ne layık görülmüştür. 100 bin dolarlık bu ödülün bir kuruşuna bile dokunmamış, onu da eğitime harcamıştır. O, bu onurlu davranışıyla geçmişte Mehmet Akif’in İstiklal Marşı yarışmasında yaptığını yapmıştır.

    Yeni valimiz Okutan tam bir eğitim tutkunudur. Soyadına layık bir insan olduğunu her fırsatta göstermiştir. Özellikle Siirt Valisi iken kızların okuması için çok mücadele etmiş ve bunda da başarılı olmuştur. Emrindeki pahalı mercedesleri satarak elde ettiği kaynağı ilin kalkınmasına aktarmıştır. Resmi araçların özel işlerde kullanılmasına asla göz yummamıştır. Resmi kurum ve kuruluşlarda israfın ter türlüsüne savaş açmıştır. Öyle ki açılışlara çiçek göndermeyi bile yasaklamıştır. Eğitimi esas gündem maddesi olarak hep önde tutmuştur. İşini hakkıyla yapmayan idareci ve memurların korkulu rüyası olmuştur. İşini güzel yapan memurları da ödüllendirerek onlara şevk ve heyecan vermiştir.

    Bana göre Trabzon aradığı valiyi buldu. Eğer kent olarak ona sahip çıkarsak Trabzon’da çok güzel işler yapacaktır. Kısa zamanda şehrin imajını ve çehresini değiştirecektir. Artık Trabzon menfi hadiselerle anılmayacaktır. Trabzonlular olarak yeni valimiz Nuri Okutan’ın emrine amadeyiz. Onu bağrımıza basmaya hazırız. Kıymetli valimize tekrar “Şehrimize hoş geldiniz” diyor bundan sonraki vazifesinde üstün muvaffakıyetler diliyoruz. Haydi, geleceğin aydınlık Trabzon’u için el ele, gönül gönüle verelim.

  • çocuk

    04.03.2007 - 01:06

    ÇOCUK ŞİİRLERİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Hayatımızın öznesidir çocuklar… Onlar dünya bahçesinin gonca gülüdürler… Gülü olmayan bahçe ne kadar renksizse çocuk olmayan ev de o derece sönük bir viranedir. Onların sonu gelmeyen istek ve şikâyetlerinden 'illallah' desek de onlarsız bir gün bile yapamayız. Hayatımıza renk ve ahenk katar onlar… Onların öfkesi camdaki buğu gibidir. Azıcık sıcaklık görünce yok olur gider yüreklerine sinen öfke ve alınganlık…

    Yarınların yükünü onların omzuna yükleyeceğiz. Gelecekte bugünkü makam ve mevkileri çocuklarımıza teslim edeceğiz. Günü gelince her şeyden elimizi eteğimizi çekeceğiz. Onlar emaneti alarak daha ileriye götürecekler şüphesiz... Vazifelerinde başarılı olmaları için donanımlı olmaları şarttır. Onlara o bilgi birikimini bugünden kazandırmalıyız. Körpe beyinlerini zehirli düşüncelerden uzak tutmalıyız. Onlara vatan ve millet sevgisi, saygı, hoşgörü, vefa, adalet, doğruluk gibi ölümsüz kavramları aşılamalıyız.

    Kim demiş çocuk küçük bir şeydir? Belki çocuk her şeydir... Zira onlar bizim istikbalimizin sönmeyen güneşidir. Onları mutlu etmek ve güzel şartlarda büyütmek biz ebeveynlerin en büyük ödevidir. Bizler onlara sağlıklı bir hayat ortamı sağlamanın mücadelesini vermeliyiz. Sorumluluklarımızı askıya alarak görevlerimizi ihmal etmemeliyiz.

    Çocuğun fiziki ihtiyaçlarını karşılamak asla yeterli değildir. Ona iyi bir eğitim ve terbiye vermek de bizim asli vazifelerimiz arasında yer alır. Kim ne derse desin her şeyin başı eğitimdir. Fakat eğitim terbiyle takviye edilmedikçe pek bir mana taşımaz. Bilgilerimiz ne kadar geniş ve derin olursa olsun bunları terbiyeyle taçlandırmadıkça solda sıfırdırlar. Yani müspet bir değerleri yoktur. Eğitimle terbiye bir bütün olmalıdır. Bu dengeyi iyi sağlamalıyız.

    Çocuklara pozitif ilimlerin yanında sosyal bilimleri ve güzel sanatları da sevdirip öğretmeliyiz. Çünkü pozitif ilimler tek başına eksik kalırlar. Küçük yaşlardaki fertlere hayatı anlamlı kılacak ve maneviyat dengesini sağlayacak değerler de kazandırılmalıdır. Çocuklara şiiri, hikâyeyi, romanı sevdirirsek onların sosyal zekâsını da takviye etmiş oluruz. Nasıl kuş tek kanatla uçamazsa çocuklar da tek yönlü bilgi ve becerilerle hedeflerine varamazlar.

    Ülkemizde çocuklar nedense kimlik ve kişilik sahibi fertler olarak görülüp muhatap kabul edilmezler. Onları ite kalka bir noktaya getiririz. Oysa çocuk da bir ferttir. Onun da, tam gelişmemiş olsa da, bir benliği ve kimliği vardır. Eğer onları hep kendi dairemiz içerisine hapsedersek ufuklarının gelişmesini ve genişlemesini engelleriz.

    Dünya edebiyatına, özellikle de Avrupa edebiyatına baktığımızda çocuklara yönelik eserlerin büyüklere yönelik olanlardan eksik olmadığını görürüz. Demek ki elin Avrupalısı çocuğu bir fert olarak kabul edip önemsiyor. Onun ruh cephesini yok saymıyor. Ona hayatı öğretmek için elinden geleni yapıyor. Fakat bizdeki gibi aşırı derecede kollayıp gözetmiyor.

    Çocukların zekâlarının gelişmesinde edebiyatın(şiir, hikâye, roman) tesiri çok büyüktür. Fakat ülkemizin bunun bilincine yeterince vardığı söylenemez. Onun içindir ki bizde çocuk edebiyatı nüfusla kıyaslandığında zengin olmadığı ortaya çıkar. Bunun yanında yetişkinlere yönelik eserler, küçüklere hitap edenlerle kıyaslanmayacak kadar çoktur. Demek ki yazarlar olarak bu hususta biraz büyükleri(kendi akranlarımızı) kayırıyoruz.

    Çocuk edebiyatı deyip geçmeyin. Çocuklar için yazan yazarları sakın küçümsemeyin, aksine onlara sahip çıkın, destek olun, el verin. Çocuklara yönelik yazılan eserleri basit(sıradan) bulabilirsiniz. Lakin o eserlere biraz da çocukların dünyasından, onların gözüyle bakmaya çalışın. Onların bu eserlerden aldığı keyfi tahmin bile edemezsiniz.

    Çocukların en çok sevdiği türlerden birisi şiirdir. Şiirler onların dünyasında çok şey ifade ediyor. Kısa ve sade oldukları için şiirleri daha kolay anlayabiliyorlar. Fakat ülkemizde çocuklara yönelik şiir yazanların sayısı iki elin parmakları sayısıncadır. Nedense bu alana ilgi duyulmuyor. Bu alanda kalem oynatanlar anlaşılmaz bir mantıkla küçümseniyor. Oysa çocuk şiirleri vaktiyle hepimizin hafızalarını süslemiş, zihnimizde kalıcı izler bırakmıştır.

  • deprem

    03.03.2007 - 01:05

    TÜRKİYE’NİN DEPREM GERÇEĞİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Türkiye’nin bir deprem ülkesi olduğunu sanırım bilmeyenimiz yoktur. Şayet bu ülkede yaşıyorsanız bu gerçeği bilmeli ve kabul etmelisiniz. Korkudan azade yaşamak istiyorsanız hayatınızı ona göre düzenlemelisiniz. Peki, bizi korkutan ve hayatımızı zindan eden deprem gerçekte nedir? Yerkabuğuyla ilgili çalışmalar yapan bilim adamları depremi ‘yerkabuğu içindeki kırılmalar nedeniyle ani olarak ortaya çıkan titreşimlerin dalgalar halinde yayılarak geçtikleri ortamları ve yer yüzeyini sarsma olayı’ olarak tanımlıyorlar.

    Bilindiği gibi ülkemiz deprem kuşağının tam üstünde oturuyor. Bunun içindir ki istatistiklere göre son 103 yıl içerisinde ülkemizde 154 yıkıcı deprem meydana gelmiştir. Bu depremlerde 92 bin 250 kişi hayatını kaybetmiştir, 550 bin civarında yapı ya yıkılmış, ya da büyük oranda hasar görmüştür. Jeofizik Mühendisleri Odası’nın bu istatistik verileri aslında söylenmesi gereken her şeyi açıkça söylüyor. Bu rakamlardan sonra fazla söze hacet yoktur.

    Bu ülke insanı tarih boyunca ne depremler gördü… Adana-Ceyhan Depremi’ni 27 Haziran 1998’de, Marmara Depremi’ni 17 Ağustos 1999’da, Düzce Depremi’ni 17 Kasım 1999’da yaşadık. Bu depremlerde çok büyük miktarlarda can ve mal kayıpları verdik, binlerce insanımız yaralanıp sakat kaldı. Yuvalar dağıldı. Çocuklar yetim ve öksüz kaldı. Nice civanlar toprağın kara bağrına gömüldü. Ocaklara ateş düştü. Düzen, yerini keşmekeşe bıraktı.

    Son yaşadığımız deprem hâlâ hafızalarımızdan silinmedi. Onun içindir ki Türkiye’yi alt üst eden ve derinden yaralayan zaman dilimlerinden birisidir 17 Ağustos 1999… Saat 03.02… Türkiye için yeni ve sıkıntılı bir dönemeç.…Merkez üssü Gölcük olmak üzere Marmara Bölgesi 7.4 büyüklüğünde 45 saniye sallandı.. Resmî raporlara göre 17 bin ölü, gerçekte ise en az 30 bin ölü, 25 bin yaralı vardı. Bunların ardından yüzlerce artçı deprem gerçekleşti. Halk ölülerine günlerce ağladı. Ülkece yas tutuldu.

    Bunun ardından üç ay bile geçmeden 12 Kasım 1999 akşamı, saat 18.58’de Bolu’nun Düzce ve Kaynaşlı bölgesinde yeni bir deprem yaşandı. 7,2 büyüklüğünde 30 saniye süreli... Bu depremde toplamda 100 bin konut, 25 bin işyeri yıkılmış ya da hasar görmüş... Halk büyük tedirginlik içerisinde sokaklara dökülmüş… Türkiye makûs talihine günlerce ağlamış.

    Bundan sekiz yıl evvel böyle bir senaryo yaşadı güzel ülkemiz… Bu aslında senaryodan öte bir hakikatti. Son büyük depremden(17 Ağustos 1999) bugüne kadar sekiz yıl gibi uzun sayılabilecek bir zaman geçti. Türkiye olarak o acı günlerden ders alacak yerde, deprem gerçeğini unutur olduk. Sanki hiçbir şey olmamış gibi davranmaya başladık. Öyle ki etrafta açıkça gözüken deprem çatlaklarını sıvalarla kapatarak güya acılara set çektik. Yıkılması gereken binaları eğreti kolonlarla ayakta tutmaya çalıştık. Yeni yapılar inşa edilirken eski kör mantığı bir kenara bırakamadık. Pansuman çözümlerle durumu idare ettik, günü kurtardık. Deprem hücrelerini kuranlar çok geçmeden aklanarak(!) hapisten çıktı.

    Son günlerde İstanbul için yeni bir deprem ihtimali üzerinde duruluyor. Gerçi günümüzde depremin ne zaman olacağını bilmek mümkün değildir. Fakat İstanbul’la ilgili deprem ihtimalleri, istatistiklere dayanılarak ileri sürülüyor. Bu haberlerin ortada dolaşması İstanbul halkını huzursuz ediyor. Fakat ileriye dönük önlemler de alın(a) mıyor.

    Mademki deprem bizim bir anlamda kaderimiz, o zaman onunla barışık yaşamaya, ona karşı gerekli tedbirleri almaya çalışmalıyız. Lakin deprem gerçeğini çabuk unutmuş bir halimiz var. Yine müteahhitler bildiğini okuyor, kontroller yetersiz…

    Depreme karşı aslında o kadar da çaresiz değiliz. Yapmamız gerekenler eksiksiz olarak yerine getirilse en az zayiatla işin içinden çıkabiliriz. Onun için öncelikle yerleşim bölgelerinin zemin etütlerini yaptırarak, yerleşim alanlarını bilimsel bir bakış açısıyla ve titizlikle belirlemeliyiz. Binaları deprem etkilerine karşı dayanıklı yapmalıyız. Ev alırken uyanık olmalıyız. Ucuz evlere şüpheyle yaklaşmalı, bunlarla ilgili olarak bir ön araştırma yapmalıyız. Çünkü böyle evler belli ki sağlam değildir, malzemeden çalınarak yapılmıştır. Paranızla aldığınız evin mezarınız olmaması için alınması gerekli acil önlemler öncelikle ve özellikle alınmalı, bu hususta daima uyanık olunmalıdır. Deprem riski zihnimizden silinmemelidir. Her an bu afete hazırlıklı ve uyanık olunmalıdır.

    Dünyada deprem ülkesi sadece biz değiliz şüphesiz… Japonya bizden daha büyük deprem riski altındadır. Fakat onlar buna uygun bir inşaat teknolojisi geliştirmişlerdir. Bizler de söz konusu hadiseye onlar gibi makul ve mantıklı yaklaşmalıyız. Bu hususta bilimi rehber tayin etmeliyiz. Allah ülkemizi deprem gibi büyük afetlerden korusun.

  • girişim

    02.03.2007 - 00:36

    GİRİŞİMCİLİK RUHU

    M.NİHAT MALKOÇ

    Hayat, atılgan ve cesur insanların omzunda yükselir. Bütün yenilikler merak unsurunun meyveleridir. Hayatı diri kılan ve yaşanılacak güzelliklerle bezeyen girişimcilik ruhudur. Bu ruh bizi hayata bağlar. Hepimiz yaşamın güzelliklerini ve meyvelerini girişimcilere borçluyuz. Onların gayretleri ve teşebbüsleri olmasaydı kim bilir bundan kaç yüzyıl öncesinde kalakalırdık. Demek ki çağı aydınlatan ışık, girişimcilerin gözlerinden yansır. Bu ışığın hiç sönmemesi milletçe en büyük dileğimizdir.

    İnsanca ve onurla yaşamak için çalışmak ve üretmek şarttır. Zira ihtiyaçların ardı arkası kesilmiyor. Her günün ihtiyaçları birbirinden farklılıklar arz ediyor. Karşılanamayan ihtiyaçlar üst üste binince sosyal meseleler baş gösteriyor. Demek ki her şeye rağmen çalışmak ve üretmek gerekir. Üstat Mehmet Akif Ersoy bu durumu şöyle şiirleştirmiştir:

    “Kim kazanmazsa bu dünyada bir ekmek parası,
    Dostunun yüz karası; düşmanın maskarası! ”

    Demek ki her fert milleti için, memleketi için, kendisi için çalışıp çırpınmalıdır. Aslında üretmeyenin tüketmeye de hakkı yoktur. Üretmeden tüketmek yüzsüzlüktür. Herkes kendi imkân dairesi içerisinde girişimci olmanın yollarını aramalıdır. Girişimcilik ille de ağır sanayi veya fabrika kurmak olarak algılanmamalıdır. Avcılık, çiftçilik, hayvancılık, zanaatkârlık, ticaret de girişimcilik kollarından sayılır. Hepsi de gereklidir.

    “Yaşam kalitemizi yükselten insanlar kimdir? ” diye bir soru sorulsa hiç tereddüt etmeden ‘Girişimciler’ cevabını veririm. Bunun böyle olduğunu hepimiz yaşayarak öğrenmişiz sanırım. Çünkü hayatın her yanında onların atılımlarının izlerini görmekteyiz.

    Peki, girişimcilik nedir? Girişimci kimdir? Bu soruların cevabı aslında kelimenin kökünde saklıdır. Zira girişimcilik teşebbüs cesaretine sahip olmak ve yerinde uygulamalarla üretime katkıda bulunmaktır. Girişimci kâr amacıyla yola çıksa da asıl derdi üretmektir.

    Girişimci, mal ve hizmet üretiminin yapılabilmesi için, üretim öğelerini en iyi şartlar altında bir araya getiren kişidir. Girişimci, riski üzerine alarak, başkalarının ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla, üretim öğelerinin alımını yapar, bunların bir araya getirilmesi imkânını sağlar. Girişimci kâr amacı güder ancak tek amaç para kazanmak değildir.

    Girişimcilik bugün başlayan bir eylem değildir. İnsanlar dünyayla tanıştıkları ilk yaratılış döneminden beri girişimcilik hususunda ilkel de olsa kendilerince adımlar atmışlardır. Fakat girişimciliğin zirveye ulaştığı ve ciddiyetle ele alındığı dönem Rönesans dönemidir. Sanayinin ciddi bir sektör olarak hayatımızı şekillendirmesi girişimciliği hızlandırmıştır. Sanayi devrimi üretimi ve tüketimi hızlandırmıştır. Böylelikle girişimcilik hayatın olmazsa olmazları arasına girmiştir. Fakat girişimcilik belli bir birikimi gerektirir. Girişimciler sıradan insanlar değildir. Onlar hayata daha farklı bir gözle bakarlar, sıradan insanların göremediğini görürler, fırsatları asla kaza etmezler.

    Girişimciler kendine mahsus karakterleri ve özellikleri olan insanlardır. Girişimci öncelikle ve özellikle kendine güven duymalıdır, kendisine güvenilen biri olmalıdır. Yeri gelince geri adım atabilmeli ve yeniden başlayabilme kararlılığı taşıyabilmelidir. Geleceğe dönük sonuçları değerlendirebilmelidir. Mesleki riskleri üstlenebilmelidir. Toplumsal özellikleri ağır basmalıdır. Asgari fırsatlardan bile azami derecede yararlanabilmelidir. Yeniliklere açık, işini seven biri olmalıdır. Her ortamda ekip çalışmasına inanmalıdır.

    Girişimciler fırsatları gören, piyasanın ve çevrenin farkında olan, karakteri güçlü, risk alabilen, organizasyon ve analiz yeteneği yüksek olan kişilerdir. Problemlere yenilikçi, yaratıcı bakış açısıyla yaklaşırlar; değişiklikleri yönetme becerisine sahiptirler. Onun için çoğumuzun akıl edemediklerini düşünür, uygun bir zamanlamayla gerekli teşebbüslerde bulunurlar. Bunlar girişimciliğin kalıcılığını sağlayan mühim meziyetlerdir.

    Türkiye’de girişimci potansiyeli çok olmasına rağmen girişimci sayısı nüfusa oranla son derece azdır. Çünkü bu ülkede düne kadar ayakları yere basan, sağlıklı bir ekonomi yoktu. Türkiye gibi kırılgan ve fazlaca değişken ekonomilerde girişimcilik ruhunu besleyen kaynaklar yetersizdir. Onun içindir ki girişimcilik istenildiği hızda yürümez.

    Ülke olarak girişimcilerin yanında olmalıyız. Onların daha büyük işler yapmaları için devlet olarak ekonomik altyapıyı sağlıklı bir çerçeveye oturtup onlara zemin hazırlamalıyız. Yazımı Çin’de Silk-Cashmere(Kaşmir) markasını oluşturup zirveye çıkaran iş kadını Ayşen Zamanpur’un girişimcilerle ilgili söylediği güzel bir sözle tamamlıyorum: “Girişimciler meraklıdır ama mütecessis değildir. Girişimciler hırslıdır ama haris değildir. Girişimciler risk alır ama gözü kara değildir. Girişimciler başarıyı sever ama başarısızlıktan yılmaz.”

  • estetik

    01.03.2007 - 22:35

    İSLAMDA ESTETİK VE MEKÂN TASAVVURU

    M.NİHAT MALKOÇ


    Sanatın oluşumunda yaşama biçiminin ve inançların rolü büyüktür. Hak olsun, batıl olsun her inanç, kendisine tabi olan fertlerin maddi ve manevi hayatını şekillendirmiştir. Bunu uzak ve yakın çevremize göz atınca rahatça görebiliriz. Etrafımızdaki mimari eserlere bakınca orada yaşayan insanların inanç ve duygu coğrafyaları hakkında bilgi sahibi olabiliyoruz.

    İnanç sistemleri belli bir estetik kaygıyı da beraberinde getiriyor. Estetik; hayatın göze ve gönle akan, görünen yüzüdür. Zira estetik, bakış açısı ve algılama biçimidir. Onun içindir ki bütün medeniyetlere bir estetik kurgu hâkimdir. İslam kültüründe estetik ‘İlm-ül Cemal’ kavramıyla karşılanır. Osmanlıca’da buna “bediiyyat” denmektedir. Bizde ve diğer İslam ülkelerinde Müslüman toplumların ürettikleri güzellikler estetiğin kapsamını teşkil eder.

    Bazı kesimler İslam’ın sanata bakışını sorgulamışlar, meseleye dar çerçeveden baktıkları için de bu inancın sanata yaklaşımını yargılamışlardır. Onların en büyük kıstasları İslam’ın resim ve heykele karşı takındığı olumsuz tavırdır. Gerçekten de İslamiyet insan suretinin resmedilmesine ve heykelinin yapılmasına pek olumlu bakmamış, bunu uygun görmemiştir. Bunun en mühim sebebi ise şirke temayül riskidir. Onun içindir ki Müslümanlar arasında bu sahada yetişmiş fazla bir sanatkâr ve sanat eserleri yoktur. Sadece bunu ölçü alarak İslam’ın sanata bakışını yargılamak iyi niyetli bir yaklaşım değildir. Bu durum Müslümanların hiçbir zaman sanata kayıtsız kaldığını göstermez.

    İslam her bakımdan güzellik dinidir. Allah’ın sıfatlarından birisi de ‘Cemil’dir. Aslında en büyük sanatkâr Allah’tır. Onun yarattıklarındaki sanatı hiçbir kul vücuda getirememiştir, bundan sonra da getirmeye muktedir olamayacaktır. Rabbimiz bir ayetinde mahlûkatındaki eşsiz güzelliğe dair şöyle buyurmaktadır: “Allah yarattığı her şeyi güzel yaratandır.”(Secde 32/7) Yüce Allah yarattıklarında güzelliği ve zerafeti hikmetle buluşturmuş, bu iki unsur arasında eşsiz bir bütünlük sağlamıştır. Kâinata, gökyüzüne, yeryüzüne, dağlara, denizlere, ovalara, vadilere baktığımızda, bu zerafetin, uyumun, hatta kusursuzluğun bütün boyutlarını açıkça görebiliriz.

    “Allah güzeldir, güzeli sever” hadisi İslam’ın güzellik anlayışını özetlemektedir. Fakat bu inanç sistemi, güzelliği sadelikle buluşturmayı esas almıştır. İnsanoğlu yaratılışa dair sanat ve hüner arıyorsa öncelikle aynaya bakması gerekli ve yeterlidir. Çünkü gerçek sanat, insanın dışa açılan penceresi olan suretinde bütün çıplaklığıyla teşhir edilmiştir.

    Her inanç sistemi kendi içinde bir bütünlük arz eder. Bünyesine zararlı gördüğü değerleri dışlar, onların yerine başka değerler koyar. İşte İslamiyet de resim ve heykeli hoş karşılamadığı için onların yerini başka sanatlarla doldurmuştur. Bunun içindir ki İslam’da ağaç ve taş oymacılığı, çini ve yazı sanatı çok gelişmiştir. Bu sahalarda eşsiz sanat eserleri ortaya konulmuştur. Neticede sanat hayatın daima merkezinde yer almıştır.

    İslam dininin sanata getirdiği en büyük yenilik cami mimarisidir. İslamlığın ilk yıllarından, o zamanki haliyle günümüze gelmiş yapı mevcut değildir. Fakat İslam’ın ilk yıllarında gaye, sanat değeri olan yapılar meydana getirmek değildi. Mühim olan ibadetlerin yapılacağı asgari donanımlı mekânlar oluşturmaktı. Fakat bu anlayış ilerleyen yüzyıllarda değişmiştir. Artık sanat göstermek ihtiyaçtan öncelikli hale gelmiştir. Lakin hiçbir zaman israf bataklığına saplanılmamıştır. Çünkü israf inancımızda kesinlikle haramdır.

    İslam sanatı, İslamlığın yayıldığı bütün bölgelerde yöresel üsluplarla kaynaşarak zengin örnekler ortaya koymuştur. İslam ülkelerini dolaşanlar bu coğrafyalardaki camilerin mimari özelliklerindeki üstün nitelikleri görüp onlara hayran kalırlar. Özellikle Türkiye’de Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait dini eserler orijinal figürler taşır. İslam inanç dairesinde olsalar da bazı ülkelerin sanat motifleri yerel özellikler taşır. Bu çeşitlilik ve özgünlük dağınıklık olarak görülmemiş, aksine İslam sanatının ufkunu olabildiğince genişletmiştir. İslam’ın estetik anlayışı ve mekân tasavvuru her zaman çağın ilerisinde olmuştur.

  • yeşilay

    27.02.2007 - 00:38

    YEŞİLAY VE GENÇLİK

    M.NİHAT MALKOÇ

    Milletlerin geleceğini aydınlatan ışık, gençlerin gözlerinden yansıyan parıltıdır. Onun parlaklığı ve ışıltısında hakikatlere erişiriz, aksi halde karanlık dehlizlerde kaybolur gideriz. Onların ışığının hiç sönmemesi biraz da ebeveynlerin ve toplumun elindedir. Onları şefkat kanatlarımızın altına alabilirsek kötülüklerden ve kötülerden koruruz. Aksi halde şer odaklarının kara taşlı değirmenlerinde un ufak olarak kaybolur giderler.

    Çocuklarımız her şeyimizdir. Onlar için neler yapmayız ki! ... Yeri gelince onlar için saçımızı süpürge ederiz. Fakat bazen başlarına gelebilecek muhtemel felaketleri göremeyiz. Onları serbest bırakarak ateşe sürükleriz. Bir noktadan sonra da kontrolü kaybederiz.

    Günümüz toplumlarında yarınlarımızın ümit kaynağı olan gençlerimizi bekleyen büyük tehlikeler vardır. Bunların başında bir kısım bağımlılıklar gelir. Genç beyinler bağımlılığın tuzağına düşünce onu oradan kolay kolay çekip alamayız. Onun için oraya düşmeden evvel elimizden gelen neyse onu yapmalıyız.

    Genci bağımlılığa iten ailevi, sosyal, genetik gibi nedenler vardır. Bu nedenler oluşmadan gerekli önlemimizi almalıyız. Onların küçüklüğüne ve saflığına bakıp da aldanmamalıyız. Kötü çevre faktörünü asla göz ardı etmemeliyiz. Zira zararlı maddelerin kullanımı genellikle erken yaşlarda başlıyor. Çünkü küçükleri kandırmak ve zehirli örümcek ağına düşürmek kolay oluyor. 15 yaşından önce başlamak bu kötü gidişin işaretidir. Başlangıç en çok 15–25 yaş arasındadır. 25 yaşından sonra başlayanların sayısı azdır. Bu yaşa gelene kadar kötü alışkanlıklara müptela olmayan gencin bundan sonra bu riskle yüz yüze kalması diğerlerine göre zayıf bir ihtimaldir. Çünkü o yaştaki gencin kişiliği artık oturmuştur.

    Toplumun temel dinamiklerinden biri olan gençliğimiz her an risk altındadır. Bilindiği gibi toplumun temel dinamiklerini korumak için bir kısım kuruluşlar vardır. Bunlardan birisi de Yeşilay’dır. Bu teşkilat, zararlı alışkanlıklarla etkin ve kalıcı olarak mücadele etmek için kurulmuştur. İnsanlığın sağlık ve huzur içerisinde yaşaması için kurulan Yeşilay geçmişten bugüne gelene kadar pek çok hayırlı teşebbüse vesile olmuştur. Bu faydalı cemiyet, merkezi İstanbul’da olmak üzere 1 Mart 1920 tarihinde ‘Hilâl-i Ahdar’ adı ile kurulmuş, daha sonra sırası ile ‘Yeşil Hilâl’ ve ‘Türkiye Yeşilay Cemiyeti’ adını almıştır.

    Türkiye Yeşilay Derneği zor şartlar altında ve kıt kaynaklarla milyonları kötü alışkanlıklara karşı koruma mücadelesi vermektedir. Derneğin amacı, Yeşilay tüzüğünün üçüncü maddesinde açık seçik ifade edilmektedir: “Bu dernek yurdumuzda ahlâkî ve kültürel bir kalkınma atmosferi içinde içki, uyuşturucu ve sigara bağımlılığı gibi toplum ve gençliğin beden ve ruh sağlığını tahrip eden bağımlılıkları önlemenin yanında, kumar, fuhuş ve ekran bağımlılığı gibi gençliğe ve topluma zarar veren bütün zararlı alışkanlıklarla mücadele etmek, millî kültürüne bağlı nesiller yetiştirmek amacı ile kurulmuştur. Derneğin amacı içki, uyuşturucu madde, sigara tüketimini ve diğer kötü alışkanlıkları, devlet organları ve sivil toplum kuruluşları ile de iş ve gönül birliği yaparak asgariye indirmektir.”

    Yeşilay, başta gençlik olmak üzere halkı uyuşturucu, alkol, sigara gibi kötü alışkanlıklara karşı korumak ve uyarmak için mücadele eden gönüllü bir teşekküldür. Cumhuriyetten daha eski olan bu gönüllü kuruluş, halkın desteğiyle bugünlere gelebilmiştir. Şayet devlet ve halk desteği birleşirse bu güzide kurum faaliyet ve tesir sahasını bugünküyle kıyaslanmayacak ölçüde genişletecektir. Bundan da kazançlı çıkacak olan bizleriz.

    Gençlerimizin zararlı alışkanlıklardan korunması için gecesini gündüzüne katan ve adeta gönül seferberliği ilan eden Yeşilay Derneği’ne bizler de elimizden geldiğince maddi ve manevi destekte bulunmalıyız. Çünkü bu kurumun gelirleri giderlerini karşılamaktan uzaktır. Rahmetli Selahattin Kaptanağası uzun yıllar boyunca bu kurumu ayakta tutmanın mücadelesini vermiştir. Onun ölümünden sonra görevi devralan Avukat Mustafa Necati Özfatura ve ekibi de aynı inanç ve kararlılık içerisinde amme hizmetine devam etmektedir. Onların elinden tutalım ki onlar da çocuklarımızın elinden daha büyük bir kuvvetle tutabilsin.

  • Macbeth

    23.02.2007 - 01:48

    MACBETH ÜZERİNE

    M.NİHAT MALKOÇ

    Sanat sevgisi ve sanat oluşturma hüneri insanın doğuşundan beri ruhunda var olan ve üzerine gidildikçe geliştirilen bir olgudur. Sanatla ilgilendikçe hayata ve doğaya bakışımız alabildiğine değişir. Sanat hayatımıza renk ve dinamizm katar. Onun olmadığı yerde boşluk vardır. Bu boşluğu şiddet ve geçimsizlik doldurur. Bugün gençlerimizin şiddete temayülü sanattan ve edebiyattan uzaklaşmasıyla doğrudan ilintilidir. Çözüm ancak sanattadır. Bu konuda sanat üzerine söylediği isabetli görüşleriyle tanıdığımız Herbert Read şöyle diyor:

    “Sanatın işlenmesi, duyarlığımızın eğitilmesidir ve bizler sanatsal bir hava içinde yetiştirilmediğimiz takdirde, bomboş bir ruhsal yaşamın ve tatsız bir dünyanın şiddetine ve suçuna itiliriz. Yaratma isteği olmayan yerde ölüm güdüsü oluşur ve bu da sonsuz bir yıkıcılığa götürür bizi.”

    Gençlerimizin içine sanat sevgisi sokmalıyız. Onları güzel sanatlarla meşgul etmeliyiz. Zira sanat kabalaşan ruhları inceltir. Hem üretmek insana haz verir. Ürettiklerimiz üst üste konulunca onun görüntüsü bizi daha da şevklendirir. Gelin sanatı okullarımıza gerçek manada yerleştirelim. Onu okul bahçelerinde bırakıp ayaz altında üşütmeyelim. O üşürse bizler donarız. Neticede buz kesen vicdanlarımız bizi robotlaştırır.

    Bazı eserler yazarlarını çağrıştırır, hatta bir çırpıda göz önüne getirip hatırlatır. Çünkü bu eserler zamana karşı direnen ve eskimeyen bir söyleyişe(üslûba) sahiptirler. Bu tarz eserleri yazmak şüphesiz ki ustalık ister. İşte bu eserlerden birisidir ‘Macbeth’…Eminim ki ‘Macbeth’ ismi size bir çırpıda usta İngiliz yazar William Shakespeare’i hatırlatmıştır.

    İngiliz edebiyatının yüz akıdır William Shakespeare… Her İngiliz aile, onun kitaplarını en eski basımlarından ve bozulmamış dilinden okutur çocuklarına… Körpe beyinler İngilizce sevgisini ve bu dilin doğal güzelliğini onun satırlarında tadar, fark eder. Çünkü Shakespeare İngilizce ve İngiltere demektir. Dünya edebiyatının da en büyük ismidir o…BBC’nin yaptığı ‘1000 Yılın Dâhileri’ anketinde nice şöhretli ismi geride bırakarak zirveye göz kırpmıştır. Onu okumak dünyayı okumaktır bir anlamda…

    İşte böyle büyük bir yazarın eseridir ‘Macbeth’… Yüz sayfadan ibaret olan bu tiyatro metni, yüzyıllardan beri değişik şekillerde ve kalıplarda sanatın malzemesi olmuştur. Sinemadan tiyatroya ve müzikale kadar hemen her yerde onun tılsımlı hikâyesini görürsünüz. Shakespeare’in olgunluk çağına geçiş döneminin ilk eseri sayılır Macbeth… Ünlü İtalyan müzisyen Verdi’nin düzenlemesiyle tadına dayanılmaz bir opera eserine dönüşmüştür aynı zamanda… William Shakespeare ve Giuseppe Verdi gibi edebiyat ve müziğin iki büyük ustasını buluşturan bu şaheser, tiyatroda da binlerce kere izleyiciyle buluşmuştur.

    Macbeth uzun bir oyundur… İskoç tarihinden bir kesit sunan oyun, Macbeth’in karısı Lady Macbeth’in de teşvikiyle evine ziyarete gelen Kral Duncan’ı öldürmesiyle başlar. Çünkü Macbeth ile Lady iktidar hırsıyla tahta sahip olmak istemektedirler. İktidarda kalabilmek için Macbeth ile Lady cürüm işlemekten kaçınmazlar. Tahta çıkmak için cinayet işleyen Macbeth, bu kez de tahtta kalmak için cinayet işlemektedir. Ancak bir süre sonra vicdanı bu yükü taşıyamaz ve Lady ile birbirlerinden uzaklaşmaya başlarlar. Ama tüm bu olaylar sırasında onları teşvik eden birileri daha vardır: Cadılar… Oyun bu eksende devam eder gider.

    İktidar hırsı, cinayet, kötülük, entrika ve büyücülük gibi insan ruhunun en karanlık yönlerini yansıtır Macbeth… Bu eseri Sabahattin Eyüboğlu çevirmiş dilimize…

    Shakespeare’in dört büyük trajedisinden biri olan ‘Macbeth’, 400’üncü yıldönümünde şimdi de Trabzon Devlet Tiyatroları tarafından sahneleniyor. Bu vesileyle yine bir cuma akşamı öğrencilerle tiyatro keyfindeydik… Trabzon Lisesi öğrencileri her zaman yaşattıkları tiyatro sevgisini Macbeth’e karşı da gösterdiler. Doğrusu Trabzon Devlet Tiyatrosu oyuncuları da Shakespeare’nin Macbeth’inin hakkını verdiler usta oyunculuklarıyla… Oyuncuları ve seyircileri bütün samimiyetimle kutluyorum.

  • vergi

    20.02.2007 - 01:38

    VERGİ BİLİNCİ VE GELECEĞİMİZ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Milletlerin teşkilatlanmış şekline ‘devlet’ diyoruz. Yani aslında devlet biziz… Onun içindir ki hainlerin zihninde yer eden “devletin malı deniz…” anlayışı nerden bakarsak yanlıştır, iğrençtir, hiçbir tutar dalı yoktur. Dürüst insan, devletin malını ve kaynaklarını kendi malından daha çok düşünür. Her işinde devletten yana tavır takınmaya ve tutumlu olmaya gayret eder. Çünkü devletin malında nice tüyü bitmemiş yetimlerin hakkı vardır. Allah’a ve ahiret gününe inananlar devlet müesseselerine bu anlayışla yaklaşırlar.

    Her nedense milletimiz devlete yüklenmeyi ve onu yere batırırcasına insafsızca eleştirmeyi çok sever. Onlara göre her işte ve her konuda kabahatli devlettir. O zaman vurun abalıya… Oysa devlet soyut bir kavramdır aslında… O, yerden yere vurduğun devlet aslında sensin. Acaba resmi kurum ve kuruluşları böyle sert bir biçimde eleştirirsek bundan fayda mı, yoksa zarar mı görürüz? Her işin olduğu gibi bunun da bir ölçüsü vardır muhakkak…

    Devletin verdiği hizmetleri kalite ve yeterlilik bakımından sürekli eleştirenler, acaba vatandaşlık görevlerini hakkıyla yerine getiriyorlar mı? Acaba askere gitme zorunlu olmasa kaç kişi bu peygamber ocağına baş koyar? Devlet, hizmetlerimize karşılık bize ücret vermese bir gün çalışır mı memurlar? Devleti eleştirirken bunlar da geçiyor aklımızdan… Demek ki aslında bizler de çok masum değiliz. Zaten devlette zaaflar varsa, bu mekanizmanın dişlileri olan millette de zaaflar vardır. Zira bu çarkın dişlileri fertlerden oluşuyor.

    Devletten kaliteli ve kesintisiz hizmet istiyorsak ve bekliyorsak bizler de elimizi taşın altına sokmalıyız. Devlete karşı görevlerini yerine getirmeyen sorumsuz vatandaşların devleti ve onun kurumlarını yermeye, onlardan hizmet beklemeye hakkı yoktur. Türkiye’de yaygın olarak yapılan şey, ölçüsüz eleştiridir. İş vazifeye gelince ortalıkta pek kimseyi bulamazsınız.

    Devletin kusursuz ve devamlı hizmet verebilmesi için maddi yönden güçlü olması şarttır. Türkiye ekonomisinde kalıcı bir iyileşme sağlanabilmesi için bütçe gelirlerinin artması, öte yandan giderlerin azalması gerekir. Yani kamu gelirleri mutlaka artmalı, kamu giderleri de azalmalıdır. Bunun yanında sınırlı kaynaklarımızı verimli kullanmalıyız.

    Devlet, gücünü halkından alır. Vatandaşlar her zamanda ve zeminde devlete karşı olan maddi ve manevi yükümlülüklerini eksiksiz yerine getirmelidir. Bu yükümlülüklerden biri de vergi vermektir. Bilindiği gibi Anayasanın 73. maddesinde “Herkes, kamu giderlerini karşılamak üzere, mali gücüne göre vergi ödemekle yükümlüdür “ hükmü yer almaktadır. Vergiyi basite almayalım, devlet gelirlerinin yarıdan çoğu vergi girdilerine dayanmaktadır.

    Ülkemizde memurların gelir vergisi maaşlarından otomatik olarak kesilmektedir. Fakat serbest çalışanlar için böyle bir sistem mevcut değildir. Bu yüzden serbest çalışanların önemli bir kısmı üzerlerine düşen vergileri devlete ödememektedir. Fakat yeterli hizmet alamayınca da ‘bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu’ misali en çok da onların sesi çıkmaktadır.

    Kim ne derse desin Türkiye’de kayıt dışı ekonomi dengeleri sarsmaktadır. Hiç kimse ‘kayıt dışı ekonomi yok’ diyemez. Bunu inkâr etmek yerine, üzerine ısrarla gitmeliyiz. Hiç kimsenin bir başkasının sırtından geçinme hakkı ve lüksü yoktur. Devlet isterse kayıt dışının da üstesinden gelebilir. Bunun için kararlı olunmalıdır. Fincancı katırlarını ürkütmekten korkulmamalıdır. Devlet güç ve otorite demektir. Hiç kimse devletin üstünde değildir.

    Türkiye’de vergi konusunda ciddi düzenlemeler yapılmalıdır. Devletin vergi politikası bir kez daha gözden geçirilmelidir. Çok kazanandan çok, az kazanandan az vergi alınması yoluna gidilmelidir. Vergi yükü tabana yayılmalıdır. Vergi miktarları azaltılırken, bu konuda mükellefler kararlılıkla takip edilmelidir. Vergi kaçağı önlenmelidir.

    Mükellefin sırtına yüklenen vergi miktarının çok olması, vergi gelirlerinin çok olacağı anlamına gelmez. Vatandaşa taşıyacağının üstünde bir vergi yükü yüklerseniz, elbette ki o bu yükün altından kalkamaz, ezilir, hilelere, yasal olmayan yollara başvurur. Vergi miktarı makul olursa hemen herkes üzerine düşeni verir. Böylece fertlere düşen vergi miktarı az olsa da kişi sayısı artınca aradaki eksiklik kapanır. Böyle olunca kimse de incinmez, yakınmaz. Vergi adaletini sağlayamadığımız müddetçe beklenen vergi gelirini elde edemeyeceğiz.

    Vergi kaçaklarının azalması ve vergi gelirlerinin artması için vatandaşlarımıza vergi bilinci ve sorumluluğu kazandırmalıyız. Vergilerin halka hizmet olarak geri döndüğü inandırıcı bir biçimde anlatılmalıdır. Her bir fert bu gerçeği hayatında canlı örneklerle görebilmeli ve ikna olmalıdır. Bu arada vergiler olur olmaz yerlerde harcanıp tabir caizse çarçur edilmemelidir. Çünkü onlarda hepimizin alın teri ve emeği vardır.

    Vergilerin nerelere gittiği, nasıl harcandığı mükelleflere iyi izah edilmelidir. Vatandaşın, verdiği paranın hesabını sorma hakkı vardır. Vergi bilinci kazandırma konusunda devlet televizyonundan azami derecede yararlanılmalıdır. Vergi haftasının gayesine uygun olarak idrak edilmesini, vatandaşa vergi bilinci kazandırılmasını, devletin vergilerinin önceki yıllara göre daha da artmasını ve bu vergilerin hayırlı hizmetlerde kullanılmasını diliyorum.


Toplam 249 mesaj bulundu