Kendi boşluğundan kaçanlar boğulmaya gider bir başkasına kanatır bazı kuşluk vakitlerini yolları ve gülleri yanlış tutanlar inerler sulara yaslanmak için inerler... ama boğulmak kolsuz bir adamın evinde ne arar
Kendi derinliğinden kaçanlar boğmaya gider bir başkasını yan yana ağlaşan ırmaklar gibi usulca seslenir hatıralara siyahtan düştükçe süslenen kırlar
Kendi sesinin ayazından kaçanlar tutsun kendini birazdan kar yağar kar tutsun kendini... ama üşümek yanmış bir evin adamında ne arar
İçinde bulunduğumuz durumu, kendini tokatlayıp “Bana kim vurdu? ” diye etrafına bakan, “şaşkına “ benzetiyorum. Tüketim toplumlarında, kuru kuruya edilen “tasarruf” sözcüğünün hiçbir olumlu etkisi olmuyor. Ama tasarrufu, “parayla” ölçtüğünüzde elde ettiğiniz sosyal, siyasal ve ekonomik kazançlar kamuoyunda -gecikmeli de olsa- etkisini gösteriyor.
İnsanlık tarihi dönem dönem “kuraklık ve çölleşme”nin getirdiği olumsuz sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik derslerle dolu. İçinde bulunduğumuz coğrafya da, dünya litaratüründe “erozyon müzesi” olarak tanımlanmakta.
Dünyanın en eski, en sinsi, en kapsamlı ve en etkileyici çevre felaketi olan “çölleşme” ile ilgili B.M., dünya ülkelerini 1977 yılında Çölleşme Konferansı (Nairobi) başlığı altında bir araya getirdi. Çölleşmeyle Mücadele Planı’nın istenen sonuçları vermesi için her yıl 10 ila 22.4 milyar dolar harcanması gerektiği ortaya konmuştu. Plan, 1991’de tekrar masaya yatırıldı.Ortaya çıkan en önemli sonuçlardan biri, “Çölleşme ve kuraklığın temel nedenlerinden biri olan yoksulluğun ortadan kaldırılması ile ilgili “ starateji yürütülememişti. Diğeri; Çölleşmeyle ilgili eylem planlarını uygulayacak güçlü hükümetlerin olmayışı, yerel halkın ne yapıldığının bilincinde olmayışı -dolaysıyla planı desteklememesi- idi. Sonuç; aradan geçen 14 yılda BM.Çölleşmeyle Mücadele Planı için ayrılan para 1 milyar dolayında kalmış, çölleşmeye maruz ülkelerde yoksulluk sürüyor, projeler ile ilgili kararlar “tepeden inme” uygulanmaya çalışılmış, ulusal eylem programları yerel halklara iyi anlatılmamış,yerel-ulusal sivil toplum örgütlerinin katkıları gözardı edilmişti.
Şimdi, -bu kısaca özetlenen - dünyanın çölleşme ile mücadele serüvenini yönetenlere şu sorular sorulabilir?
- Başta çölleşmenin etkilerini arttıran “yoksulluk” ortadan kalkmış mıdır? -Yoksulluğu ortadan kaldırmaya yönelik dünyada güçlü hükümetler oluşmuş mudur? -Orman köylüleri ve çiftçiler için programlar geliştirilmiş midir? -Yenilenebilir enerji kaynakları ve doğal hayata dayalı turizm programları oluşturulmuş mudur? -Demografik (nüfus) hareketler dengelenmiş midir? -Toplumaların kapasite arttırımları, eğitimleri ve kamu bilinçlenmesi sağlanmış mıdır? -Hidroloji ve meteoroloji erken uyarı sistemlerinin kapasiteleri arttırılmış mıdır? - Tarım ve hayvancılık için sürdürülebilir sulama sistemleri kurulmuş ve yaygınlaştırılmış mıdır? -Uluslar, taşıma kapasitelerini (ormanlar-tarım araziler-meralar- su havzalar- biyolojik çeşitlilik vb.) hala demografik özelliklerine göre tespit edebilmişler midir? ... Ve daha bir çok sorunun ardından gelen tek cevap; HAYIR!
1977’den bu yana aradan -dile kolay- 30 (otuz) yıl geçti. Hükümetlerin sadece bir anlaşma imzalamaktan, meclislerinde onaylamaktan öte, acil alması gereken “toprak-su-orman-mera-biyolojik çeşitliliğin korunması, nüfus planlaması vb. ” kararlar var. Unutulmaması gereken; “kuraklık ve çölleşme ile mücadele”, tüm dünya ülkelerinin, dolaysıyla tüm insanlığın sorunudur.
Ulusal ve yerelde çıkan “kuraklık”ve “susuzluk “ haberlerine bakıp bakıp gülüyorum. Aman yarabbi! Susuz, elektriksiz kalmaya ne kadar öfkeliler? Millet adeta isyanda. Alanya ölçeğinde, “Yabancıların sırf susuzluk nedeniyle evlerini satıp gidecekleri” birinci haber ediliyor. İşte buna daha çok gülüyorum.
Bilmiyor muyuz dünyada; zenginlerle yoksulların su tüketimi ve ödedikleri bedeller konusunda ters orantının olduğunu; en büyük sıvı tüketiminin alkol değil, bahçe sulama olduğunu; bundan sonra çıkacak savaşların “su” hakimiyeti üzerine olacağını.
Başta, “toprak ve su” kaynaklarının korumasına-geliştirilmesi-iyileştirilmesine yönelik yasaların çıkarılması / uygulanması için hükümetleri - yerel yönetimleri teşvik etmez, baskı gurupları oluşturmaz isek; daha çoook kendimizi tokatlayıp etrafımıza bakarız, ” Beni kim tokatladı? ” diye.
Yalan söylememek değil, gerçeği gizlememekmiş marifet. Yüreğini elime koyduğunda anladım... 'Sana ihtiyacım var, gel! ' diyebilmekmiş güçlü olmak. Sana 'git' dediğimde anladım... Biri sana 'git' dediğinde, 'kalmak istiyorum' diyebilmekmiş sevmek. 'Git' dediklerinde, gittiğimde anladım... Sana sevgim şımarık bir çocukmuş, her düştüğünde zırıl zırıl ağlayan. Büyüyüp bana sımsıkı sarıldığında anladım... Özür dilemek değil, 'affet beni' diye haykırmak istemekmiş pişman olmak. Gerçekten pişman olduğumda anladım... Ve gurur, kaybedenlerin, acizlerin maskesiymiş, sevgi dolu yüreklerin gururu olmazmış. Yüreğimde sevgi bulduğumda anladım... Ölürcesine isteyen, beklemez, sadece umut edermiş bir gün affedilmeyi. Beni affetmeni ölürcesine istediğimde anladım... Sevgi emekmiş. Emek ise vazgeçmeyecek kadar, ama özgür bırakacak kadar sevmekmiş
Modern yasam ve gittikçe gelisen teknoloji, bir yandan hayatimizi kolaylastirirken, diger yandan da yük olmaya devam ediyor. Kredi kartlari nakit bulundurma ihtiyacini ortadan kaldiriyor; ama hesapsiz bir sekilde yapilan harcamalar insanlarin gelecegini ipotek altina alabiliyor. Televizyon sayesinde bütün dünya ayagimiza geliyor; ama ekrandan kafamizi kaldirip çevremize baktigimizda, aslinda ne kadar da bosa vakit kaybettigimizi ve aile içi iletisimlerimizin koptugunu görebiliyoruz. Her türlü alanda, her çesit tüketime ulasma imkani bir nimet belki; ama diger yandan bu kolaylik tüketim toplumu gibi bir kavramin dogmasina sebep olabiliyor. Marka ve yeni çikanlari takip etme meraki insanlari kazandigindan daha fazla tüketmeye zorlayabiliyor. Uzun lafin kisasi, modernlesme ve gelisme, iyi kullanildiginda insan yasamina katki saglarken; ölçü kaçarsa kisi hem kendisine hem de çevresine büyük zararlar verebiliyor. Çevremize söyle bir göz attigimizda ise bu anlamda ölçüyü kaçiran, kredi kartlarindan magdur olmus, televizyona esir, aile içi iletisimlerinde büyük problemler yasayan insanlarin sayisinin hiç de az olmadigini gözlemlemek mümkün. Modernlesme olgusunun bu yipratici etkilerinden rahatsiz olan bir grup insandan olusan Sade Yasam Grubu, tüketim çilginligina ve gittikçe makinelesen ve baglarini koparan toplum yapisina direnmeye çalisiyor. Onlar mücadeleyi birlikte sürdürerek, daha insani olana, daha fazla sosyal yasama, istege degil ihtiyaca göre tüketime ve aile içi iletisime vurgu yapiyor. Teknolojiye karsi degiller, modernitenin bütün nimetlerinden yararlaniyorlar; ancak teslim bayragini çekmeden. ( Sade Yaşam Grubu-alıntı)
Nasıl bir kadın arıyorsunuz ya da nasıl bir erkek? Aşkınızı yaşamak için istediğiniz insan nasıl biri? Nasıl tarif edersiniz o aradığınız insanı? .....ve o aradığınız insanı gerçekten bulsanız hemen koşar mısınız onun yanına? Yoksa ürküp geri mi çekilirsiniz? 'Terk etmiş ve terk edilmiş' bir kadının macerasını anlatan Çiğdem Anat'ın 'Aklım Nereye Gidiyor, Ellerim Nereye' kitabını okurken gördüm birden cevabı. Kitabın bir yerinde o cümle çıkıyor karşınıza, romanın kahramanı olan kadınla yeniden ilişki kurmak isteyen eski sevgilisi, karısından yakınırken şöyle diyor kadına:'Beni aldatabilecek bir kadın istiyorum.'Bu cümlede duruverdim. 'Kendisini aldatabilecek bir kadın isteyen' bir erkek. Birden fark ettim ki bütün erkekler aslında, bunu açıkça söylemeseler de, 'kendilerini aldatabilecek bir kadın' istiyorlar.Bütün kadınlar da 'kendilerini aldatabilecek' bir erkek. Ama bu cümlenin, kitapta yazılmayan bir devamı bulunuyor, bir başka cümle daha var bu cümlenin ardından gelen. 'Beni aldatabilecek bir kadın istiyorum,' ama 'beni aldatmayacak bir kadın.'Herkes, kendine muhtaç olmayacak kadar güçlü, başkalarına gidebilecek kadar özgür, her an kendisini beğenecek başka birini bulabilecek kadar alımlı birini istiyor, ama bu istediği özelliklere sahip olan insan kendisini aldatmasın da istiyor. 'Aldatabilecek biri olmak' çekici kılıyor insanı, belki de çekiciliğin tarifi bu kadar basit, 'aldatabilecek biri' olmak.İnsanlar 'aldatabilecek olana' doğru çekiliyorlar, yaklaşıyorlar, dokunuyorlar, sonra kendi şartlarını söylüyorlar; 'Ama aldatmayacaksın'. Ve 'aldatabilecek olanın' çekiciliği ile aldatılma korkusu arasına sıkışıyorlar. Her an bir kuşkuyu, bir korkuyu, bir tedirginliği soluyorlar öyle biriyle olduklarında.Biliyorlar ki, 'aldatabilecek biri' aldatabilir.'Aldatamayacak biri' güvenli ama sıkıcı 'aldatabilecek biri' çekici ama korkutucu. Aşkın en zor kavşağı.Hangisini seçeceksiniz, istediğinize sahip çıkacak cesareti gösterebilecek misiniz, yoksa güvenli bir sıkıcılık mı daha cazip gelecek size? Kitabın erkek kahramanı da 'aldatabilecek birini' aradıktan ve üstelik onu da bulduktan sonra duruyor zaten, karısını, çocuğunu, alışkanlıklarını bırakamıyor. Boş bir evde aşkla kendisini bekleyen 'aldatabilecek kadının' yanına gitmiyor. 'Aldatabilecek bir kadın' istiyor, o kadını buluyor ve daha önce verdiği sözden dönüp o kadını 'aldatıyor'. 'Aldatabilecek kadından' korkuyor erkeklerin çoğu gibi. En çok istediği kadın, onu en çok korkutan kadın çünkü. Hayatı boyunca düşlediği, özlediği kadına kavuştuğu anda o kadından aslında ne kadar korktuğunu fark ediyor erkek ve 'aldatamayacak olanın' sıkıcılığına dönüyor. Sonra da, hayatının sıkıcılığına, kendi korkaklığına bir teselli bulabilmek için toplumsal payeler, işinde geçici başarılar elde etmeye uğraşıyor. 'Aldatabilecek kadın' ise yapayalnız, bir sevgili bekliyor.Erkekler 'aldatabilecek bir kadını' sevip, 'aldatamayacak bir kadınla' yaşıyorlar, güven ve rahat aşka ağır basıyor. 'Aldatabilecek kadın', kendisine benzeyen bütün kadınlar gibi mutsuz oluyor kitapta.Onu şartsız ve korkusuz sevecek birini bulana kadar da mutsuz kalacak.
Bir bilge kişi, çölde öğrencileriyle otururken demiş ki; ' Gece ile gündüzü nasıl ayırt edersiniz ? Tam olarak ne zaman karanlık başlar, ne zaman ortalık aydınlanır ? '
20.01.2008 - 19:42
Üşümek
Kendi boşluğundan kaçanlar
boğulmaya gider bir başkasına
kanatır bazı kuşluk vakitlerini
yolları ve gülleri yanlış tutanlar
inerler sulara yaslanmak için
inerler... ama boğulmak
kolsuz bir adamın evinde ne arar
Kendi derinliğinden kaçanlar
boğmaya gider bir başkasını
yan yana ağlaşan ırmaklar gibi
usulca seslenir hatıralara
siyahtan düştükçe süslenen kırlar
Kendi sesinin ayazından kaçanlar
tutsun kendini birazdan kar yağar
kar tutsun kendini... ama üşümek
yanmış bir evin adamında ne arar
Şeref Bilsel
15.09.2007 - 21:00
Kim Vurdu?
İçinde bulunduğumuz durumu, kendini tokatlayıp “Bana kim vurdu? ” diye etrafına bakan, “şaşkına “ benzetiyorum. Tüketim toplumlarında, kuru kuruya edilen “tasarruf” sözcüğünün hiçbir olumlu etkisi olmuyor. Ama tasarrufu, “parayla” ölçtüğünüzde elde ettiğiniz sosyal, siyasal ve ekonomik kazançlar kamuoyunda -gecikmeli de olsa- etkisini gösteriyor.
İnsanlık tarihi dönem dönem “kuraklık ve çölleşme”nin getirdiği olumsuz sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik derslerle dolu. İçinde bulunduğumuz coğrafya da, dünya litaratüründe “erozyon müzesi” olarak tanımlanmakta.
Dünyanın en eski, en sinsi, en kapsamlı ve en etkileyici çevre felaketi olan “çölleşme” ile ilgili B.M., dünya ülkelerini 1977 yılında Çölleşme Konferansı (Nairobi) başlığı altında bir araya getirdi. Çölleşmeyle Mücadele Planı’nın istenen sonuçları vermesi için her yıl 10 ila 22.4 milyar dolar harcanması gerektiği ortaya konmuştu. Plan, 1991’de tekrar masaya yatırıldı.Ortaya çıkan en önemli sonuçlardan biri, “Çölleşme ve kuraklığın temel nedenlerinden biri olan yoksulluğun ortadan kaldırılması ile ilgili “ starateji yürütülememişti. Diğeri; Çölleşmeyle ilgili eylem planlarını uygulayacak güçlü hükümetlerin olmayışı, yerel halkın ne yapıldığının bilincinde olmayışı -dolaysıyla planı desteklememesi- idi. Sonuç; aradan geçen 14 yılda BM.Çölleşmeyle Mücadele Planı için ayrılan para 1 milyar dolayında kalmış, çölleşmeye maruz ülkelerde yoksulluk sürüyor, projeler ile ilgili kararlar “tepeden inme” uygulanmaya çalışılmış, ulusal eylem programları yerel halklara iyi anlatılmamış,yerel-ulusal sivil toplum örgütlerinin katkıları gözardı edilmişti.
Şimdi, -bu kısaca özetlenen - dünyanın çölleşme ile mücadele serüvenini yönetenlere şu sorular sorulabilir?
- Başta çölleşmenin etkilerini arttıran “yoksulluk” ortadan kalkmış mıdır? -Yoksulluğu ortadan kaldırmaya yönelik dünyada güçlü hükümetler oluşmuş mudur? -Orman köylüleri ve çiftçiler için programlar geliştirilmiş midir? -Yenilenebilir enerji kaynakları ve doğal hayata dayalı turizm programları oluşturulmuş mudur? -Demografik (nüfus) hareketler dengelenmiş midir? -Toplumaların kapasite arttırımları, eğitimleri ve kamu bilinçlenmesi sağlanmış mıdır? -Hidroloji ve meteoroloji erken uyarı sistemlerinin kapasiteleri arttırılmış mıdır? - Tarım ve hayvancılık için sürdürülebilir sulama sistemleri kurulmuş ve yaygınlaştırılmış mıdır? -Uluslar, taşıma kapasitelerini (ormanlar-tarım araziler-meralar- su havzalar- biyolojik çeşitlilik vb.) hala demografik özelliklerine göre tespit edebilmişler midir? ... Ve daha bir çok sorunun ardından gelen tek cevap; HAYIR!
1977’den bu yana aradan -dile kolay- 30 (otuz) yıl geçti. Hükümetlerin sadece bir anlaşma imzalamaktan, meclislerinde onaylamaktan öte, acil alması gereken “toprak-su-orman-mera-biyolojik çeşitliliğin korunması, nüfus planlaması vb. ” kararlar var. Unutulmaması gereken; “kuraklık ve çölleşme ile mücadele”, tüm dünya ülkelerinin, dolaysıyla tüm insanlığın sorunudur.
Ulusal ve yerelde çıkan “kuraklık”ve “susuzluk “ haberlerine bakıp bakıp gülüyorum. Aman yarabbi! Susuz, elektriksiz kalmaya ne kadar öfkeliler? Millet adeta isyanda. Alanya ölçeğinde, “Yabancıların sırf susuzluk nedeniyle evlerini satıp gidecekleri” birinci haber ediliyor. İşte buna daha çok gülüyorum.
Bilmiyor muyuz dünyada; zenginlerle yoksulların su tüketimi ve ödedikleri bedeller konusunda ters orantının olduğunu; en büyük sıvı tüketiminin alkol değil, bahçe sulama olduğunu; bundan sonra çıkacak savaşların “su” hakimiyeti üzerine olacağını.
Başta, “toprak ve su” kaynaklarının korumasına-geliştirilmesi-iyileştirilmesine yönelik yasaların çıkarılması / uygulanması için hükümetleri - yerel yönetimleri teşvik etmez, baskı gurupları oluşturmaz isek; daha çoook kendimizi tokatlayıp etrafımıza bakarız, ” Beni kim tokatladı? ” diye.
Ne ektiysek, onu biçiyoruz!
Engin Özdemir
09.09.2007 - 07:25
SÖYLEMEYE ZAMANI OLMAYANLARA...
Yalan söylememek değil, gerçeği gizlememekmiş marifet.
Yüreğini elime koyduğunda anladım...
'Sana ihtiyacım var, gel! ' diyebilmekmiş güçlü olmak.
Sana 'git' dediğimde anladım...
Biri sana 'git' dediğinde, 'kalmak istiyorum' diyebilmekmiş sevmek.
'Git' dediklerinde, gittiğimde anladım...
Sana sevgim şımarık bir çocukmuş, her düştüğünde zırıl zırıl ağlayan.
Büyüyüp bana sımsıkı sarıldığında anladım...
Özür dilemek değil, 'affet beni' diye haykırmak istemekmiş pişman olmak.
Gerçekten pişman olduğumda anladım...
Ve gurur, kaybedenlerin, acizlerin maskesiymiş, sevgi dolu yüreklerin gururu olmazmış.
Yüreğimde sevgi bulduğumda anladım...
Ölürcesine isteyen, beklemez, sadece umut edermiş bir gün affedilmeyi.
Beni affetmeni ölürcesine istediğimde anladım...
Sevgi emekmiş.
Emek ise vazgeçmeyecek kadar, ama özgür bırakacak kadar sevmekmiş
04.09.2007 - 08:43
Modern yasam ve gittikçe gelisen teknoloji, bir yandan hayatimizi kolaylastirirken, diger yandan da yük olmaya devam ediyor. Kredi kartlari nakit bulundurma ihtiyacini ortadan kaldiriyor; ama hesapsiz bir sekilde yapilan harcamalar insanlarin gelecegini ipotek altina alabiliyor. Televizyon sayesinde bütün dünya ayagimiza geliyor; ama ekrandan kafamizi kaldirip çevremize baktigimizda, aslinda ne kadar da bosa vakit kaybettigimizi ve aile içi iletisimlerimizin koptugunu görebiliyoruz. Her türlü alanda, her çesit tüketime ulasma imkani bir nimet belki; ama diger yandan bu kolaylik tüketim toplumu gibi bir kavramin dogmasina sebep olabiliyor. Marka ve yeni çikanlari takip etme meraki insanlari kazandigindan daha fazla tüketmeye zorlayabiliyor. Uzun lafin kisasi, modernlesme ve gelisme, iyi kullanildiginda insan yasamina katki saglarken; ölçü kaçarsa kisi hem kendisine hem de çevresine büyük zararlar verebiliyor.
Çevremize söyle bir göz attigimizda ise bu anlamda ölçüyü kaçiran, kredi kartlarindan magdur olmus, televizyona esir, aile içi iletisimlerinde büyük problemler yasayan insanlarin sayisinin hiç de az olmadigini gözlemlemek mümkün.
Modernlesme olgusunun bu yipratici etkilerinden rahatsiz olan bir grup insandan olusan Sade Yasam Grubu, tüketim çilginligina ve gittikçe makinelesen ve baglarini koparan toplum yapisina direnmeye çalisiyor. Onlar mücadeleyi birlikte sürdürerek, daha insani olana, daha fazla sosyal yasama, istege degil ihtiyaca göre tüketime ve aile içi iletisime vurgu yapiyor. Teknolojiye karsi degiller, modernitenin bütün nimetlerinden yararlaniyorlar; ancak teslim bayragini çekmeden.
( Sade Yaşam Grubu-alıntı)
04.09.2007 - 08:20
Nasıl bir kadın arıyorsunuz ya da nasıl bir erkek? Aşkınızı yaşamak için istediğiniz insan nasıl biri? Nasıl tarif edersiniz o aradığınız insanı? .....ve o aradığınız insanı gerçekten bulsanız hemen koşar mısınız onun yanına? Yoksa ürküp geri mi çekilirsiniz? 'Terk etmiş ve terk edilmiş' bir kadının macerasını anlatan Çiğdem Anat'ın 'Aklım Nereye Gidiyor, Ellerim Nereye' kitabını okurken gördüm birden cevabı. Kitabın bir yerinde o cümle çıkıyor karşınıza, romanın kahramanı olan kadınla yeniden ilişki kurmak isteyen eski sevgilisi, karısından yakınırken şöyle diyor kadına:'Beni aldatabilecek bir kadın istiyorum.'Bu cümlede duruverdim. 'Kendisini aldatabilecek bir kadın isteyen' bir erkek. Birden fark ettim ki bütün erkekler aslında, bunu açıkça söylemeseler de, 'kendilerini aldatabilecek bir kadın' istiyorlar.Bütün kadınlar da 'kendilerini aldatabilecek' bir erkek. Ama bu cümlenin, kitapta yazılmayan bir devamı bulunuyor, bir başka cümle daha var bu cümlenin ardından gelen. 'Beni aldatabilecek bir kadın istiyorum,' ama 'beni aldatmayacak bir kadın.'Herkes, kendine muhtaç olmayacak kadar güçlü, başkalarına gidebilecek kadar özgür, her an kendisini beğenecek başka birini bulabilecek kadar alımlı birini istiyor, ama bu istediği özelliklere sahip olan insan kendisini aldatmasın da istiyor. 'Aldatabilecek biri olmak' çekici kılıyor insanı, belki de çekiciliğin tarifi bu kadar basit, 'aldatabilecek biri' olmak.İnsanlar 'aldatabilecek olana' doğru çekiliyorlar, yaklaşıyorlar, dokunuyorlar, sonra kendi şartlarını söylüyorlar; 'Ama aldatmayacaksın'. Ve 'aldatabilecek olanın' çekiciliği ile aldatılma korkusu arasına sıkışıyorlar. Her an bir kuşkuyu, bir korkuyu, bir tedirginliği soluyorlar öyle biriyle olduklarında.Biliyorlar ki, 'aldatabilecek biri' aldatabilir.'Aldatamayacak biri' güvenli ama sıkıcı 'aldatabilecek biri' çekici ama korkutucu. Aşkın en zor kavşağı.Hangisini seçeceksiniz, istediğinize sahip çıkacak cesareti gösterebilecek misiniz, yoksa güvenli bir sıkıcılık mı daha cazip gelecek size? Kitabın erkek kahramanı da 'aldatabilecek birini' aradıktan ve üstelik onu da bulduktan sonra duruyor zaten, karısını, çocuğunu, alışkanlıklarını bırakamıyor. Boş bir evde aşkla kendisini bekleyen 'aldatabilecek kadının' yanına gitmiyor. 'Aldatabilecek bir kadın' istiyor, o kadını buluyor ve daha önce verdiği sözden dönüp o kadını 'aldatıyor'. 'Aldatabilecek kadından' korkuyor erkeklerin çoğu gibi. En çok istediği kadın, onu en çok korkutan kadın çünkü. Hayatı boyunca düşlediği, özlediği kadına kavuştuğu anda o kadından aslında ne kadar korktuğunu fark ediyor erkek ve 'aldatamayacak olanın' sıkıcılığına dönüyor. Sonra da, hayatının sıkıcılığına, kendi korkaklığına bir teselli bulabilmek için toplumsal payeler, işinde geçici başarılar elde etmeye uğraşıyor. 'Aldatabilecek kadın' ise yapayalnız, bir sevgili bekliyor.Erkekler 'aldatabilecek bir kadını' sevip, 'aldatamayacak bir kadınla' yaşıyorlar, güven ve rahat aşka ağır basıyor. 'Aldatabilecek kadın', kendisine benzeyen bütün kadınlar gibi mutsuz oluyor kitapta.Onu şartsız ve korkusuz sevecek birini bulana kadar da mutsuz kalacak.
02.09.2007 - 22:15
buraya bol gelen bir gömlek :)
Toplam 6 mesaj bulundu