Yağmalanmış Ömür karaya çalmış yüzü ekmeği beyazlatır avurtlarında ve hayat, "gece" demektir onda
Halil, o gece yine umudun dibine indi yirmisinde toprağı kucaklamak tek gerçeği boş atıp dolu tutanlara uzak(tı) gözleri
önce elleri kirlendi omuzlarına bindirilmiş yoksullukta, yukarıda soğuk ve telaşsız bir dünya dönerken bedeni, yağmalanmış bir öyküye satılıyordu
ey insanoğlu ne saklıyorsun gömütlerinde tükenir mi karanlık sen başını eğdikçe...
saymalısın on üçe kadar sonra kırılmalı parmakların diz çökmelisin akşamın garipliğine ve küçük bir odaya sığdırmalısın düşlerini kapın çalınacak olsa adımsız kalmalısın, açlıktan yaşamak istiyorsan perdesi eksik camlara sokulmalısın
ağlama abaküsüm seni on dokuz kere saymıştım unuttun mu?
haber alınamamış sesi dağları yerinden oynatır, tek çığlıkta ve ölüm, "ocak" demektir onda
çocuk kimsesiz kadın er'siz batıyorsa dalga dalga bir sabah daha yetim bacalar yükseliyorsa arş'a bu kadar yalan ve bu kadar sahipsiz kalmışsak tutanaklarda, yapışmalısın vicdansızın paçasına sor gu la ma lı sın 'kaç yürek sönerse, dağılır aydınlığın'
'çarşamba'yı sel alıyor' ve biz yeniden bin emek soluyoruz zeytin ağacından
peki sen, paranın kölesi hala korkuyor musun Halil'in gizli sevdasından...
Yorgun bedeni kimsesizliği dinlerken Avuçları, ölgün serçelere kanat çırpıyordu...
Yıl 62 mart 28 Pırağ-Berlin tireninde pencerenin yanındayım Akşam oluyor Dumanlı ıslak ovaya akşamın yorgun bir kuş gibi inişini severmişim meğer
Akşamın inişini yorgun kuşun inişine benzetmeyi sevmedim Toprağı severmişim meğer Toprağı sevdim diyebilir mi onu bir kez olsun sürmeyen Ben sürmedim Pılatonik biricik sevdam da buymuş meğer Meğer ırmağı severmişim İster böyle kımıldanmadan aksın kıvrıla kıvrıla tepelerin eteğinde
Doruklarına şatolar kondurulmuş avrupa tepelerinin İster uzasın göz alabildiğine dümdüz Bilirim ırmak yeni ışıklar getirecek sen göremiyeceksin Bilirim ömrümüz beygirinkinden azıcık uzun karganınkinden alabildiğine kısa
Bilirim benden önce duyulmuş bu keder Benden sonra da duyulacak Benden önce söylenmiş bunların hepsi bin kere Benden sonra da söylenecek Gökyüzünü severmişim meğer Kapalı olsun açık olsun Borodino savaş alanında Andırey’in sırtüstü seyrettiği gökkubbe
Hapiste Türkçeye çevirdim iki cildini Savaşla Barış’ın Kulağıma sesler geliyor Gökkubbeden değil meydan yerinden Gardiyanlar birini dövüyor yine Ağaçları severmişim meğer Çırılçıplak kayınlar Moskova dolaylarında Predelkino’da kışın çıkarlar karşıma alçakgönüllü kibar
Kayınlar Rus sayılıyor kavakları Türk saydığımız gibi İzmir’in kavakları Dökülür yaprakları Bize de çakıcı derler Yar fidan boylum Yakarız konakları Ilgaz Ormanlarında yıl 920 bir keten mendil astım bir çam dalına
Ucu işlemeli Yolları severmişim meğer Asfaltını da Vera direksiyonda Moskova’dan Kırım’a gidiyoruz Koktebel’e Asıl adı Göktepe ili Bir kapalı kutuda ikimiz Dünya akıyor iki yandan dışarıda dilsiz uzak Hiç kimseyle hiçbir zaman böyle yakın olmadım Eşkıyalar çıktı karşıma Bolu’dan inerken gerede’ye kırmızı yolda ve yaşım on sekiz
Yaylıda canımdan gayrı alacakları eşyam da yok Ve on sekizimde en değersiz eşyamız canımızdır Bunu bir kere daha yazdımdı Çamurlu karanlık sokakta bata çıka karagöze gidiyorum ramazan gecesi
Önde körüklü kaat fener Belki böyle bir şey olmadı Belki bir yerlerde okudum sekiz yaşında bir oğlanın karagöze gidişini ramazan gecesi istanbul’da dedesinin elinden tutup
Dedesi fesli ve entarisinin üstüne samur yakalı kürkünü giymiş
Ve harem ağasının elinde fener Ve benim içim içime sığmıyor sevinçten Çiçekler geldi aklıma her nedense Gelincikler kaktüsler fulyalar İstanbul’da Kadıköy’de Fulya tarlasında öptüm Marika’yı Ağzı acıbadem kokuyor Yaşım on yedi Kolan vurdu yüreğim salıncak bulutlara girdi çıktı Çiçekleri severmişim meğer Üç kırmızı karanfil yolladı bana hapishaneye yoldaşlar 1948 Yıldızları hatırladım Severmişim meğer İster aşağıdan yukarıya seyredip onları şaşıp kalayım İster uçayım yanıbaşlarında Kosmos adamlarına sorularım var Çok daha iri iri mi gördüler yıldızları Kara kadifede koskocaman cevahirler miydiler Turuncuda kayısılar mı Kibirleniyor mu insan yıldızlara biraz daha yaklaşınca Renkli fotoğraflarını gördüm kosmosun ogonyok dergisinde Kızmayın ama dostlar non figüratif mi desek soyut mu desek işte o soydan yağlı boyalara benziyordu kimisi yani dehşetli figüratif ve somut
İnsanın yüreği ağzına geliyor karşılarında Sınırsızlığı onlar hasretimizin aklımızın ellerimizin Onlara bakıp düşünebildim ölümü bile şu kadarcık keder duymadan
Kosmosu severmişim meğer Gözümün önüne kar yağışı geliyor Ağır ağır dilsiz kuşbaşısı da buram buram tipisi de Meğer kar yağışını severmişim Güneşi severmişim meğer Şimdi şu vişne reçeline bulanmış batarken bile Güneş İstanbul’da da kimi kere renkli kartpostallardaki gibi batar
Ama onun resmini sen öyle yapmıyacaksın Meğer denizi severmişim Hem de nasıl Ama Ayvazofski’nin denizleri bir yana Bulutları severmişim meğer İster altlarında olayım ister üstlerinde İster devlere benzesinler ister ak tüylü hayvanlara Ayışığı geliyor aklıma en aygın baygını en yalancısı en küçük burjuvası
Severmişim Yağmuru severmişim meğer Ağ gibi de inse üstüme ve damlayıp dağılsa da camlarımda yüreğim beni olduğum yerde bırakır ağlara dolanık ya da bir damlanın içinde ve Çıkar yolculuğa haritada çizilmemiş bir memlekete gider
Yağmuru severmişim meğer Ama neden birdenbire keşfettim bu sevdaları Pırağ-Berlin tireninde yanında pencerenin
altıncı cıgaramı yaktığımdan mı Bir teki ölümdür benim için Moskova’da kalan birilerini düşündüğümden mi geberesiye Saçları saman sarısı kirpikleri mavi Zifiri karanlıkta gidiyor tiren Zifiri karanlığı severmişim meğer Kıvılcımlar uçuşuyor lokomotiften Kıvılcımları severmişim meğer Meğer ne çok şeyi severmişim de altmışımda farkına vardım bunun
Pırağ-Berlin tireninde yanında pencerenin yeryüzünü dönülmez bir yolculuğa çıkmışım gibi seyrederek
"baba hıdır ilyas kıssadan hisse söyledi darağacına tahta veren çınar bir gün anlar bayrağı taşıyan düşerse onu taşırlar son yoksul çocuğun yüzü gülünceye kadar.."
bir zamanlar olduğum çocuk, uğradı bana yabancı bir yüzle. bir şey demedi. yürüdük sessizce birbirimize baktık. adımlarımız yabancı akan bir nehir. bir araya getirdi bizi, rüzgarda uçuşan bu kağıtlar adına, kökler ayrıldık bir orman yeryüzünün yazdığı ve mevsimlerin suladığı. ey bir zamanlar olduğum çocuk, yaklaş bizi birleştiren ne, şimdi, ve ne diyeceğiz birbirimize?
Bir ben biliyorum Yorgun gözlerinin altındaki halkaların Ebem kuşağı olduğunu ve İstediğinde yedi renk bakabileceğini Siyah saçlarındaki akların aslında Hırçın dalgaların gelgitlerinden oluşan Köpüklerin bulaşığı olduğunu Bir ben biliyorum Yüreğinin severken Ölmekten değil de öldürmekten korktuğu için Tir tir titrediğini
Kayboluşlarında kendini bulup Her şeye yeniden başlama hevesini Yalnızlığının nasıl kursağında bıraktığını Bir ben biliyorum Dağların eteklerine ziller takıp Hızla doruklara kaçışından olduğunu Ruhunun serin esintisinin Hayatın çarmıhına Yalpalarda çürüyen tahtaların Paslı çivileriyle gerildiğini Bir ben biliyorum Her kundaklama sonrası Ormanlarının zehrini Bir hışımla genzine çektiğini Bu yangınlarla Ciğerinin de yandığını Yine de hiç ağlamadığını Bir ben biliyorum Bu şehrin goncalarını bile sevmediğini İnim inim inleyen gecelerinde Demlenemediğini Bir ben tanıyorum Ve bir ben seviyorum adamım seni bu şehirde adam gibi…
1. böyle , bu sazlı bahçe neresi ? nasıl da içiyorum , ölürcesine. sahnede bir bezgin kadın, bir gariplik vermiş sesine. o niçin şarkı söylüyor şimdi , ben neye ağlıyorum ?…
II. elbet hep böyle geçmeyecek ömrüm, biliyorum bu çeşit yaşamak, zor. kimbilir tanrım, kimbilir hangi güzel yerde beni, hangi ölesiye sevda bekliyor?..
ve bu benim yalnız bir kadın soğuk bir mevsimin eşiğinde, yeryüzünün kirlenmiş varlığını anlamanın başlangıcında ve gökyüzünün yalın ve hüzünlü umutsuzluğu ve bu beton ellerin güçsüzlüğü
zaman geçti zaman geçti ve saat dört kez çaldı dört kez çaldı bugün aralık ayının yirmi biridir ben mevsimlerin gizini biliyorum ve anların sözlerini anlıyorum kurtarıcı mezarda uyumuştur ve toprak, ağırlayan toprak, dinginliğe bir belirtidir.
zaman akıp geçti ve saat dört kez çaldı
sokakta rüzgâr esiyor sokakta rüzgâr esiyor ve ben çiçeklerin çiftleşmesini düşünüyorum cılız, kansız saplarıyla goncaları, ve bu veremli yorgun zamanı ve bir adam ıslak ağaçların yanından geçiyor damarlarının mavi urganı ölü yılanlar gibi boynunun iki yanından yukarı süzülmüştür ve allak bullak şakaklarında o kanlı heceyi yineliyorlar -selam -selam ve ben çiçeklerin çiftleşmesini düşünüyorum
soğuk bir mevsimin eşiğinde aynaların ağıtı topluluğunda ve uçuk renkli deneyimlerin yaslı toplantısında ve suskunluğun bilgisiyle döllenmiş bu günbatımında
gitmekte olan o kimseye böyle dayançlı ağır başıboş nasıl dur emri verilebilir. o adama nasıl diri olmadığı söylenebilir, hiçbir zaman diri olmadığı.
sokakta rüzgâr esiyor inzivanın tekil kargaları sıkıntının yaşlı bahçelerinde dönüyorlar ve merdivenin boyu ne kadar kısa
onlar bir yüreğin tüm saflığını kendileriyle masallar sarayına götürdüler ve şimdi artık nasıl birisi dansa kalkacak ve çocukluk saçlarını akan sulara dökecek ve sonunda koparıp kokladığı elmayı ayakları altında ezecek?
sevgili, ey biricik sevgili ne de çok kara bulut var güneşin konukluğunu bekleyen. uçuş düşlediğin bir yolda bir gün o kuş belirdi sanki yeşil hayal çizgilerindendi esintinin şehvetinde soluyan taze yapraklar sanki pencerenin lekesiz belleğinde yanan o mor yalaz lambanın masum düşüncesinden başka bir şey değildi.
sokakta rüzgâr esiyor bu yıkımın başlangıcıdır senin ellerinin yıkıldığı gün de rüzgâr esiyordu sevgili yıldızlar kartondan yapılı sevgili yıldızlar gökyüzünde, yalan esmeye başlayınca artık yenik peygamberlerin surelerine nasıl sığınılabilir? biz binlerce bin yıllık ölüler gibi birbirimize varırız ve o zaman güneş cesetlerimizin boşa gitmişliğini yargılayacak.
ben üşüyorum ben üşüyorum ve sanki hiçbir zaman ısınmayacağım sevgili, ey biricik sevgili, "o şarap meğer kaç yıllıkmış?" bak burada zaman nasıl da ağır ve balıklar nasıl da benim etlerimi kemiriyorlar neden beni hep deniz diplerinde tutuyorsun?
ben üşüyorum ve sedef küpelerden nefret ediyorum ben üşüyorum ve biliyorum yabanıl bir gelinciğin tüm kızıl evhamlarından birkaç damla kandan başka hiçbir şey arda kalmayacak. çizgileri bırakacağım sayı saymasını da bırakacağım ve sınırlı geometrik biçimler arasından enginin duyumsal düzlemlerine sığınacağım ben çıplağım, çıplağım, çıplak sevgi sözcükleri arasındaki duraksamalar gibi çıplak ve aşktandır tüm yaralarım benim aşktan, aşktan, aşktan. ben bu başıboş adayı okyanusun devriminden geçirmişim ve dağ patlamasından. ve paramparça olmak o birleşik varlığın giziydi en değersiz zerresinden güneş doğdu.
selam ey masum gece!
selam ey gece, ey çöl kurtlarının gözlerini inanın ve güvenin kemiksi oyluklarına dönüştüren! ve senin pınarının kıyısında, söğütlerin ruhları baltaların sevecen ruhlarını kokluyorlar ben düşüncelerin, sözlerin ve seslerin aldırmazlık dünyasından geliyorum ve bu dünya yılan yuvasına benziyor ve bu dünya öyle insanların ayak sesleriyle doludur ki seni öpüyorken kafalarında seni asacakları urganı örüyorlar.
selam ey masum gece!
pencereyle görmek arasında her zaman bir aralık var.
niçin bakmadım? bir adam ıslak ağaçların yanından geçtiği zamanki gibi...
niçin bakmadım? annem o gece ağlamıştı sanırım benim acıya ulaştığımı ve dölün biçimlendiği gece benim akasya başaklarına gelin olduğum gece İsfahan'ın mavi çini tınlamasıyla dolduğu gece ve benim yarı yanım olan kimse, benim dölümün içine dönmüştü ve ben onu aynada görüyordum ayna gibi duru ve aydınlıktı ve ansızın çağırdı beni ve ben akasya başaklarının gelini oldum. annem o gece ağlamıştı sanırım.
bu tıkalı küçük pencereye nasıl da boş bir aydınlık uğradı niçin bakmadım? tüm mutluluk anları biliyorlardı senin ellerinin yıkılacağını ve ben bakmadım ta ki saatin penceresi açıldı ve o özgün kanarya dört kez öttü dört kez öttü ve ben o küçük kadınla karşılaştım gözleri, simurgların boş yuvaları gibiydi baldırlarının kımıltısında giderken sanki benim görkemli düşümün kızlığını kendisiyle götürüyordu gecenin yatağına.
acaba saçlarımı yeniden rüzgârda tarayacak mıyım? acaba bahçelere menekşe ekecek miyim ve sardunyaları pencere ardındaki gökyüzüne koyacak mıyım? dans edecek miyim yeniden bardaklar üstünde? kapı zili acaba beni yeniden sesin bekleyişine doğru götürecek mi?
"bitti artık" dedim anneme "hep düşünmeden önce olur olanlar gazeteye başsağlığı ilanı vermeliyiz" dedim
boş insan güvenle dolu, boş insan bak dişleri nasıl çiğnerken marş söylüyor ve gözleri nasıl yırtıyor dikizlerken ve o nasıl ıslak ağaçların yanından geçiyor dayançlı, ağır, başı boş.
saat dörtte, damarlarının mavi urganı ölü yılanlar gibi iki yanından boynunun yukarı süzülmüş oldukları an ve allak bullak şakaklarında o kanlı heceyi yineliyorken -selam -selam sen asla o dört su lalesini kokladın mı hiç?...
zaman geçti zaman geçti ve gece akasyanın çıplak dallarına düştü gece pencere camlarının ardında kayıyor ve soğuk diliyle geçmiş günün artıklarını içine çekiyor.
ben nereden geliyorum? ben nereden geliyorum? böyle bulaşmışım gecenin kokusuna? mezarımın toprağı tazedir hâlâ o iki genç yeşil elin mezarını söylüyorum...
ne de sevecendin ey sevgili, ey biricik sevgili! ne de sevecendin yalan söylerken ne de sevecendin aynaların göz kapaklarını kapatırken ve avizeleri tel saplarından koparırken ve acımasız karanlıkta beni aşk ovalarına götürürken ta ki susuzluk yangınının uzantısı olan o şaşkın buğu uyku çimenliğine oturdu ve o karton yıldızlar sonsuzun çevresinde dönerlerdi. sözü neden sesli söylediler? bakışı neden görüşmenin evinde konuk ettiler neden okşayışı kızoğlankız saçlarına götürdüler? bak burada nasıl sözle konuşanın bakışla okşayanın ve okşayışla ürkmekten dinginleşen canı sanı direklerinde çarmıha gerilmiştir. ve gerçeğin beş harfi olan senin beş parmağının dalı onun yanaklarında nasıl iz bırakmıştır!
suskunluk nedir, nedir, nedir ey biricik sevgili? suskunluk nedir söylenmemiş sözlerden başka ben susuyorum fakat serçelerin dili doğa şöleninin akan sözcüklerinin yaşam dilidir serçelerin dili yani; bahar. yaprak. bahar. serçelerin dili yani; meltem. koku. meltem. serçelerin dili fabrikada ölüyor.
bu kimdir, bu sonsuzluğun caddesi üstünde birlik anına doğru yürüyen ve her zamanki saatini matematiğin eksiltmeler ve ayırmalar mantığıyla kuran bu kimdir bu, horozların ötüşünü gündüzün yüreğinin başlangıcı diye bilmeyen kahvaltı kokusu başlangıcı diye bilen kimdir bu, başında aşk tacı taşıyan ve gelinlik giysileri içinde çürüyen.
demek sonunda güneş aynı zamanda umutsuz kutuplarının ikisine birden ışımadı. sen mavi çini tınlamasından boşaldın.
ve ben öyle doluyum ki sesimin üzerinde namaz kılıyorlar...
mutlu cenazeler üzgün cenazeler suskun düşünür cenazeler güleryüzlü, güzel giysili, obur cenazeler belirli saatlerin duraklarında ve geçici ışıkların kuşkulu zemininde ve boşunalığın çürük meyvalarını satın alma şehvetinde... ah, kavşaklarda ne insanlar var olayları merak ediyorlar ve bu, dur düdüklerinin sesi zamanın dişlisi altında bir adamın ezilmesi gerektiği, gerektiği, gerektiği bir anda ıslak ağaçların yanından geçen adam...
ben nereden geliyorum.
"bitti artık" dedim anneme, "hep düşünmeden önce olur olanlar gazeteye başsağlığı ilanı vermeliyiz" dedim
selam sana ey yalnızlığın garipliği, odayı sana bırakıyorum kara bulutlar her zaman çünkü arınmanın yeni ayetlerinin peygamberleridir ve bir mumun tanıklığında apaydın bir giz var onu o sonuncu ve o en uzun yalaz iyi biliyor
inanalım soğuk mevsimin başlangıcına inanalım düş bahçelerinin yıkıntılarına inanalım işsiz devrik oraklara ve tutsak tanelere. bak nasıl da kar yağıyor.
belki de gerçek o iki genç eldi, o iki genç el durmadan yağan karın altında gömülmüş olan ve bir dahaki yıl, bahar pencerenin arkasındaki gökyüzüyle seviştiğinde ve teninde fışkırdıklarında uçarı yeşil saplı fıskiyeler, çiçek açacak olan o iki genç el sevgili, ey biricik sevgili
inanalım soğuk mevsimin başlangıcına.
FURUĞ FERRUHZAD- İNANALIM SOĞUK MEVSİMİN BAŞLANGICINA
”şiir benim tanrımdır , işte ben şiiri bu denli seviyorum.. gecem gündüzüm bunu düşünmekle geçiyor , kimsenin söylemediği yeni bir şiir , güzel bir şiir söyleyeyim diye.. kendimle baş başa olmadığım ve şiiri düşünmediğim günüm , anlamsız ve hiç sayılır.. belki şiir görünüşte beni mutlu kılamaz , ancak ben mutluluğu kendim için başka türlü yorumluyorum.. mutluluk benim için güzel elbise iyi yaşam ve iyi yemek değil.. ben , ruhum memnun olduğu zaman mutluluk duyuyorum ve şiir benim ruhumu memnun ediyor.. şayet insanların elde etmek için çırpındıkları bu güzellikleri bana verseler ve karşılığında şiir söyleme yeteneğini benden alsalar intihar ederim.. siz benden vazgeçin , siz bırakın ben sizce mutsuz ve aylak olayım , ancak ben hiçbir yaşamımdan yakınmayacağım..” füruğ ferruhzad
Öyle bir zamanda gel ki vazgeçmek mümkün olmasın. Ellerimde koparmaya çalıştığım zincirlerden kalma yara izleri Yeni yeni iyileşmeye yüz tutmuş olsun. Gözlerimde öyle bir karanlık olsun ki, gören kör oldum sansın. Yanaklarım kurumuş olsun göz yaşlarımdan, dudaklarımsa çatlak çatlak.
Öyle bir zamanda gel ki vazgeçmek mümkün olmasın. Belki bin tane aşktan geçmiş olayım ve hiçbiri olmasın gözümde. Hiçbiri tamamlayamamış olsun cümlelerimi, Hiç biri bağlayamamış olsun geceyi sabaha. Hiçbirinin gülüşünün her anı senin kadar aklıma işlenmemiş olsun. Hiçbirinin hayali en güzel haliyle barınamamış olsun beynimde. Hiçbirinin izi kalmamış olsun bedenimde.
Öyle bir zamanda gel ki vazgeçmek mümkün olmasın. Sessizce ağladığım anları kimse çığlık çığlığa hıçkırıklara dönüştürememiş olsun. Ellerim kimsenin üzerinde eriyip gitmemiş olsun, gezinse bile. Dudaklarım senin adını söylerkenki gibi kıvrılmamış olsun hiç bir ad'a yeterince. Yerine koymaya çalıştığım her beden yok olup gitmiş olsun kumlar aktıkça tane tane. Unuttuğumu sandığım, vazgeçtiğimi sandığım, Sevmediğimi sandığım öyle bir zamanda gel ki Yer çekimine karşı koysun damarlarımda beni yaşatan her zerre. Öyle bir zamanda gel ki vazgeçmek mümkün olmasın...
Orhan Veli Kanık - Öyle Bir Zamanda Gel ki, Vazgeçmek Mümkün Olmasın
02.01.2025 - 01:18
Site arkadaşımız Bayan Nazan Kara
** Doğum Gününüz ve Yeni Yılınız Kutlu Olsun **
01.01.2022 - 09:43
DOĞUM GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN
NİCE MUTLU YILLARA
02.01.2021 - 19:41
Yağmalanmış Ömür
karaya çalmış yüzü
ekmeği beyazlatır avurtlarında
ve hayat, "gece" demektir onda
Halil, o gece yine umudun dibine indi
yirmisinde toprağı kucaklamak tek gerçeği
boş atıp dolu tutanlara uzak(tı) gözleri
önce elleri kirlendi
omuzlarına bindirilmiş yoksullukta,
yukarıda
soğuk ve telaşsız bir dünya dönerken
bedeni, yağmalanmış bir öyküye satılıyordu
ey insanoğlu
ne saklıyorsun gömütlerinde
tükenir mi karanlık sen başını eğdikçe...
saymalısın on üçe kadar
sonra kırılmalı parmakların
diz çökmelisin akşamın garipliğine
ve küçük bir odaya sığdırmalısın düşlerini
kapın çalınacak olsa
adımsız kalmalısın, açlıktan
yaşamak istiyorsan
perdesi eksik camlara sokulmalısın
ağlama abaküsüm
seni on dokuz kere saymıştım
unuttun mu?
haber alınamamış sesi
dağları yerinden oynatır, tek çığlıkta
ve ölüm, "ocak" demektir onda
çocuk kimsesiz
kadın er'siz
batıyorsa dalga dalga
bir sabah daha
yetim bacalar yükseliyorsa arş'a
bu kadar yalan
ve bu kadar sahipsiz
kalmışsak tutanaklarda,
yapışmalısın vicdansızın paçasına
sor gu la ma lı sın
'kaç yürek sönerse,
dağılır aydınlığın'
'çarşamba'yı sel alıyor'
ve biz yeniden
bin emek soluyoruz zeytin ağacından
peki sen, paranın kölesi
hala korkuyor musun
Halil'in gizli sevdasından...
Yorgun bedeni kimsesizliği dinlerken
Avuçları, ölgün serçelere kanat çırpıyordu...
Mine Gültepe
01.01.2020 - 22:38
Site arkadaşımız Bayan Nazan Kara
** DOĞUM GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN **
- Ayrıca sizi bu saygın gruplarımızda görmek dileklerimizle esen kalın...
* Çağdaş Şairler * Evrensel Sanatçılar * Gizler Dünyası *
* Özgür Şair-Yazarlar * Antoloji Sitesi Üyeleri *
01.01.2019 - 22:21
Site arkadaşımız Bayan İhave Adream
< DOĞUM GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN >
09.12.2018 - 23:47
Severmişim Meğer
Yıl 62 mart 28
Pırağ-Berlin tireninde pencerenin yanındayım
Akşam oluyor
Dumanlı ıslak ovaya akşamın yorgun bir kuş gibi inişini
severmişim meğer
Akşamın inişini yorgun kuşun inişine benzetmeyi sevmedim
Toprağı severmişim meğer
Toprağı sevdim diyebilir mi onu bir kez olsun sürmeyen
Ben sürmedim
Pılatonik biricik sevdam da buymuş meğer
Meğer ırmağı severmişim
İster böyle kımıldanmadan aksın kıvrıla kıvrıla tepelerin
eteğinde
Doruklarına şatolar kondurulmuş avrupa tepelerinin
İster uzasın göz alabildiğine dümdüz
Bilirim ırmak yeni ışıklar getirecek sen göremiyeceksin
Bilirim ömrümüz beygirinkinden azıcık uzun karganınkinden
alabildiğine kısa
Bilirim benden önce duyulmuş bu keder
Benden sonra da duyulacak
Benden önce söylenmiş bunların hepsi bin kere
Benden sonra da söylenecek
Gökyüzünü severmişim meğer
Kapalı olsun açık olsun
Borodino savaş alanında Andırey’in sırtüstü seyrettiği
gökkubbe
Hapiste Türkçeye çevirdim iki cildini Savaşla Barış’ın
Kulağıma sesler geliyor
Gökkubbeden değil meydan yerinden
Gardiyanlar birini dövüyor yine
Ağaçları severmişim meğer
Çırılçıplak kayınlar Moskova dolaylarında Predelkino’da
kışın çıkarlar karşıma alçakgönüllü kibar
Kayınlar Rus sayılıyor kavakları Türk saydığımız gibi
İzmir’in kavakları
Dökülür yaprakları
Bize de çakıcı derler
Yar fidan boylum
Yakarız konakları
Ilgaz Ormanlarında yıl 920 bir keten mendil astım bir çam
dalına
Ucu işlemeli
Yolları severmişim meğer
Asfaltını da
Vera direksiyonda Moskova’dan Kırım’a gidiyoruz Koktebel’e
Asıl adı Göktepe ili
Bir kapalı kutuda ikimiz
Dünya akıyor iki yandan dışarıda dilsiz uzak
Hiç kimseyle hiçbir zaman böyle yakın olmadım
Eşkıyalar çıktı karşıma Bolu’dan inerken gerede’ye kırmızı
yolda ve yaşım on sekiz
Yaylıda canımdan gayrı alacakları eşyam da yok
Ve on sekizimde en değersiz eşyamız canımızdır
Bunu bir kere daha yazdımdı
Çamurlu karanlık sokakta bata çıka karagöze gidiyorum
ramazan gecesi
Önde körüklü kaat fener
Belki böyle bir şey olmadı
Belki bir yerlerde okudum sekiz yaşında bir oğlanın karagöze
gidişini ramazan gecesi istanbul’da dedesinin elinden tutup
Dedesi fesli ve entarisinin üstüne samur yakalı kürkünü
giymiş
Ve harem ağasının elinde fener
Ve benim içim içime sığmıyor sevinçten
Çiçekler geldi aklıma her nedense
Gelincikler kaktüsler fulyalar
İstanbul’da Kadıköy’de Fulya tarlasında öptüm Marika’yı
Ağzı acıbadem kokuyor
Yaşım on yedi
Kolan vurdu yüreğim salıncak bulutlara girdi çıktı
Çiçekleri severmişim meğer
Üç kırmızı karanfil yolladı bana hapishaneye yoldaşlar 1948
Yıldızları hatırladım
Severmişim meğer
İster aşağıdan yukarıya seyredip onları şaşıp kalayım
İster uçayım yanıbaşlarında
Kosmos adamlarına sorularım var
Çok daha iri iri mi gördüler yıldızları
Kara kadifede koskocaman cevahirler miydiler
Turuncuda kayısılar mı
Kibirleniyor mu insan yıldızlara biraz daha yaklaşınca
Renkli fotoğraflarını gördüm kosmosun ogonyok dergisinde
Kızmayın ama dostlar non figüratif mi desek soyut mu desek
işte o soydan yağlı boyalara benziyordu kimisi yani dehşetli figüratif ve somut
İnsanın yüreği ağzına geliyor karşılarında
Sınırsızlığı onlar hasretimizin aklımızın ellerimizin
Onlara bakıp düşünebildim ölümü bile şu kadarcık keder
duymadan
Kosmosu severmişim meğer
Gözümün önüne kar yağışı geliyor
Ağır ağır dilsiz kuşbaşısı da buram buram tipisi de
Meğer kar yağışını severmişim
Güneşi severmişim meğer
Şimdi şu vişne reçeline bulanmış batarken bile
Güneş İstanbul’da da kimi kere renkli kartpostallardaki gibi
batar
Ama onun resmini sen öyle yapmıyacaksın
Meğer denizi severmişim
Hem de nasıl
Ama Ayvazofski’nin denizleri bir yana
Bulutları severmişim meğer
İster altlarında olayım ister üstlerinde
İster devlere benzesinler ister ak tüylü hayvanlara
Ayışığı geliyor aklıma en aygın baygını en yalancısı en
küçük burjuvası
Severmişim
Yağmuru severmişim meğer
Ağ gibi de inse üstüme ve damlayıp dağılsa da camlarımda
yüreğim beni olduğum yerde bırakır ağlara dolanık ya da bir damlanın içinde ve
Çıkar yolculuğa haritada çizilmemiş bir memlekete gider
Yağmuru severmişim meğer
Ama neden birdenbire keşfettim bu sevdaları Pırağ-Berlin
tireninde yanında pencerenin
altıncı cıgaramı yaktığımdan mı
Bir teki ölümdür benim için
Moskova’da kalan birilerini düşündüğümden mi geberesiye
Saçları saman sarısı kirpikleri mavi
Zifiri karanlıkta gidiyor tiren
Zifiri karanlığı severmişim meğer
Kıvılcımlar uçuşuyor lokomotiften
Kıvılcımları severmişim meğer
Meğer ne çok şeyi severmişim de altmışımda farkına vardım
bunun
Pırağ-Berlin tireninde yanında pencerenin yeryüzünü dönülmez
bir yolculuğa çıkmışım gibi seyrederek
Nazım Hikmet
09.12.2018 - 23:42
"baba hıdır ilyas kıssadan hisse söyledi
darağacına tahta veren çınar bir gün anlar
bayrağı taşıyan düşerse onu taşırlar
son yoksul çocuğun yüzü gülünceye kadar.."
Onat Kutlar
09.12.2018 - 23:37
Niçin şiir yazmıyorsun bana? Sevgilim soruyor
Oysa bilir ustalar, yaşarken şiir içinde, yazmak zor
“Hüzne benzer mutluluk” diyordu bir güz günü Chaplin
Oysa bugün cemreler düştü ve mutluluk bize benziyor
Onat Kutlar
09.12.2018 - 20:39
orada duruyorsun, fırtınalar tanığımdır
terkedilmiş
beyaz ve nazlı,
yorgun bir hallacın
attığı
yünler
gibi
dokunaklı.
git diyorlar gidiyorsun
kal diyorlar
ne bir ses
ne bir şarkı.
ey saçlarına ak kuşlar üşüştüren
yüzünü peçesine saklamış
ayın altında
çam dalına asılan
gümüş
gölgesi
göle düşmüş.
kendine bıçaklar bileyen
devrilmiş
kağnı
gibi
yolda kalmış
sevgilim.
altın benekli
fundalıklarda
pusuya düşürülen
geceleyin gözleri bağlı
götürülen
karaca.
inilmedik ne bir deniz
çıkılmadık ne bir dağ
uğranmadık han
bırakmayan
yaralı koşma
sevdalı
im
halkım, sevgilim.
saz yok
mızrap yok
hep konmuş
hem göçebe
hem balık hem kuş
hem ingin hem yokuş
yanık otlar gibi
kavrulmuş
esmer ve yoksul.
iner şafağın alacasında
karıncalar ordusu
şehre
kenar
mahallelerden
yürüyerek
ve trenlerle.
su satan çocuklarıyla
kapılarında vagonların
çamaşırcı
kadınlarıyla
iner
şehre
sincan’dan
iner mamak’tan
battal gazi
destanı ve
kan kalesi
ve kılıcıyla alinin
mızraklı ilmihalle.
yok başka bir cehennem
yaşıyorsun işte
ellerine
bulaşmış
kara incirin sütü
ve kardeşinin
kanı
habil ile kabilin.
yaşıyorsun
sarışın
onurlu ve aşık
karasevdalar
içinde
aydınlık.
yok senin kayan bir yıldızın
puslu
ssekendizin
çolpanın
görünmüyor.
bu gökyüzü
sana
bana dar
telliturnam uçamaz
gelinkuşum konamaz.
tel örgüyle
çevrilmiş
onlara
mavi ve alabildiğine
geniş.
hasretin çırağı
gurbetin
kalfası
ve aydınlıkların
ustasısın
sönünce
mum
sönünce
çarağı
karanlıklara
çarpan
pervanem.
halkım
sevgilim
yanar
güneşte etin kehribar
bir üzüm
çıngılı
gibi.
çıkrık iner
çıkar
çıkrık
varılmaz
dibi görülmedik
korkuyum.
süngerdedir
vurgun yemiş
tütün
düzer
inci
gibi.
karabükte
duman olur
savrulur
gıslavette işçi.
yıllar yılı
bilirim
döne döne
yıllar yılı
aynı
kitabı okur
adı acılarbilgisi
adı acılarbilgisi
acılarbilgisi.
Behçet Aysan
09.12.2018 - 20:36
bir zamanlar olduğum çocuk, uğradı
bana
yabancı bir yüzle.
bir şey demedi. yürüdük
sessizce birbirimize baktık. adımlarımız
yabancı akan bir nehir.
bir araya getirdi bizi, rüzgarda uçuşan bu kağıtlar adına, kökler
ayrıldık
bir orman yeryüzünün yazdığı ve mevsimlerin suladığı.
ey bir zamanlar olduğum çocuk, yaklaş
bizi birleştiren ne, şimdi, ve ne diyeceğiz birbirimize?
Adonis
Çeviri: Musa Ağgün
09.12.2018 - 20:32
Bir ben biliyorum
Friedrich Nietzsche’ye
Bir ben biliyorum
Yorgun gözlerinin altındaki halkaların
Ebem kuşağı olduğunu ve
İstediğinde yedi renk bakabileceğini
Siyah saçlarındaki akların aslında
Hırçın dalgaların gelgitlerinden oluşan
Köpüklerin bulaşığı olduğunu
Bir ben biliyorum
Yüreğinin severken
Ölmekten değil de öldürmekten korktuğu için
Tir tir titrediğini
Kayboluşlarında kendini bulup
Her şeye yeniden başlama hevesini
Yalnızlığının nasıl kursağında bıraktığını
Bir ben biliyorum
Dağların eteklerine ziller takıp
Hızla doruklara kaçışından olduğunu
Ruhunun serin esintisinin
Hayatın çarmıhına
Yalpalarda çürüyen tahtaların
Paslı çivileriyle gerildiğini
Bir ben biliyorum
Her kundaklama sonrası
Ormanlarının zehrini
Bir hışımla genzine çektiğini
Bu yangınlarla
Ciğerinin de yandığını
Yine de hiç ağlamadığını
Bir ben biliyorum
Bu şehrin goncalarını bile sevmediğini
İnim inim inleyen gecelerinde
Demlenemediğini
Bir ben tanıyorum
Ve bir ben seviyorum adamım seni bu şehirde adam gibi…
Lou Andreas-Salomé
09.12.2018 - 20:08
Yağışını
birlikte seyrettiğimiz kar-
bu yıl gene yağdı mı?
Matsuo Başo
09.12.2018 - 19:47
Bütün gün
şakıdı durdu tarlakuşu-
günler ne kadar kısa!
Matsuo Başo
09.12.2018 - 19:42
Kim Bilir
1.
böyle , bu sazlı bahçe neresi ?
nasıl da içiyorum , ölürcesine.
sahnede bir bezgin kadın,
bir gariplik vermiş sesine.
o niçin şarkı söylüyor şimdi ,
ben neye ağlıyorum ?…
II.
elbet hep böyle geçmeyecek ömrüm, biliyorum
bu çeşit yaşamak, zor.
kimbilir tanrım, kimbilir
hangi güzel yerde beni,
hangi ölesiye sevda bekliyor?..
Turgut Uyar
09.12.2018 - 19:36
ve bu benim
yalnız bir kadın
soğuk bir mevsimin eşiğinde,
yeryüzünün kirlenmiş varlığını anlamanın
başlangıcında
ve gökyüzünün yalın ve hüzünlü umutsuzluğu
ve bu beton ellerin güçsüzlüğü
zaman geçti
zaman geçti ve saat dört kez çaldı
dört kez çaldı
bugün aralık ayının yirmi biridir
ben mevsimlerin gizini biliyorum
ve anların sözlerini anlıyorum
kurtarıcı mezarda uyumuştur
ve toprak, ağırlayan toprak,
dinginliğe bir belirtidir.
zaman akıp geçti ve saat dört kez çaldı
sokakta rüzgâr esiyor
sokakta rüzgâr esiyor
ve ben çiçeklerin çiftleşmesini düşünüyorum
cılız, kansız saplarıyla goncaları,
ve bu veremli yorgun zamanı
ve bir adam ıslak ağaçların yanından geçiyor
damarlarının mavi urganı
ölü yılanlar gibi boynunun iki yanından
yukarı süzülmüştür
ve allak bullak şakaklarında o kanlı heceyi
yineliyorlar
-selam
-selam
ve ben çiçeklerin çiftleşmesini düşünüyorum
soğuk bir mevsimin eşiğinde
aynaların ağıtı topluluğunda
ve uçuk renkli deneyimlerin yaslı toplantısında
ve suskunluğun bilgisiyle döllenmiş bu günbatımında
gitmekte olan o kimseye böyle
dayançlı
ağır
başıboş
nasıl dur emri verilebilir.
o adama nasıl diri olmadığı söylenebilir, hiçbir
zaman diri olmadığı.
sokakta rüzgâr esiyor
inzivanın tekil kargaları
sıkıntının yaşlı bahçelerinde dönüyorlar
ve merdivenin boyu
ne kadar kısa
onlar bir yüreğin tüm saflığını
kendileriyle masallar sarayına götürdüler
ve şimdi artık
nasıl birisi dansa kalkacak
ve çocukluk saçlarını
akan sulara dökecek
ve sonunda koparıp kokladığı elmayı
ayakları altında ezecek?
sevgili, ey biricik sevgili
ne de çok kara bulut var güneşin konukluğunu
bekleyen.
uçuş düşlediğin bir yolda bir gün
o kuş belirdi
sanki yeşil hayal çizgilerindendi
esintinin şehvetinde soluyan taze yapraklar
sanki
pencerenin lekesiz belleğinde yanan o mor yalaz
lambanın masum düşüncesinden başka bir şey
değildi.
sokakta rüzgâr esiyor
bu yıkımın başlangıcıdır
senin ellerinin yıkıldığı gün de rüzgâr esiyordu
sevgili yıldızlar
kartondan yapılı sevgili yıldızlar
gökyüzünde, yalan esmeye başlayınca
artık yenik peygamberlerin surelerine nasıl
sığınılabilir?
biz binlerce bin yıllık ölüler gibi birbirimize
varırız ve o zaman
güneş cesetlerimizin boşa gitmişliğini yargılayacak.
ben üşüyorum
ben üşüyorum ve sanki hiçbir zaman ısınmayacağım
sevgili, ey biricik sevgili, "o şarap meğer kaç
yıllıkmış?"
bak burada
zaman nasıl da ağır
ve balıklar nasıl da benim etlerimi kemiriyorlar
neden beni hep deniz diplerinde tutuyorsun?
ben üşüyorum ve sedef küpelerden nefret ediyorum
ben üşüyorum ve biliyorum
yabanıl bir gelinciğin tüm kızıl evhamlarından
birkaç damla kandan başka
hiçbir şey arda kalmayacak.
çizgileri bırakacağım
sayı saymasını da bırakacağım
ve sınırlı geometrik biçimler arasından
enginin duyumsal düzlemlerine sığınacağım
ben çıplağım, çıplağım, çıplak
sevgi sözcükleri arasındaki duraksamalar gibi çıplak
ve aşktandır tüm yaralarım benim
aşktan, aşktan, aşktan.
ben bu başıboş adayı
okyanusun devriminden geçirmişim
ve dağ patlamasından.
ve paramparça olmak o birleşik varlığın giziydi
en değersiz zerresinden güneş doğdu.
selam ey masum gece!
selam ey gece, ey çöl kurtlarının gözlerini
inanın ve güvenin kemiksi oyluklarına dönüştüren!
ve senin pınarının kıyısında, söğütlerin ruhları
baltaların sevecen ruhlarını kokluyorlar
ben düşüncelerin, sözlerin ve seslerin aldırmazlık
dünyasından geliyorum
ve bu dünya yılan yuvasına benziyor
ve bu dünya
öyle insanların ayak sesleriyle doludur ki
seni öpüyorken
kafalarında seni asacakları urganı örüyorlar.
selam ey masum gece!
pencereyle görmek arasında
her zaman bir aralık var.
niçin bakmadım?
bir adam ıslak ağaçların yanından geçtiği zamanki
gibi...
niçin bakmadım?
annem o gece ağlamıştı sanırım
benim acıya ulaştığımı ve dölün biçimlendiği gece
benim akasya başaklarına gelin olduğum gece
İsfahan'ın mavi çini tınlamasıyla dolduğu gece
ve benim yarı yanım olan kimse, benim dölümün
içine dönmüştü
ve ben onu aynada görüyordum
ayna gibi duru ve aydınlıktı
ve ansızın çağırdı beni
ve ben akasya başaklarının gelini oldum.
annem o gece ağlamıştı sanırım.
bu tıkalı küçük pencereye nasıl da boş bir aydınlık
uğradı
niçin bakmadım?
tüm mutluluk anları biliyorlardı
senin ellerinin yıkılacağını
ve ben bakmadım
ta ki saatin penceresi
açıldı ve o özgün kanarya dört kez öttü
dört kez öttü
ve ben o küçük kadınla karşılaştım
gözleri, simurgların boş yuvaları gibiydi
baldırlarının kımıltısında giderken sanki
benim görkemli düşümün kızlığını
kendisiyle götürüyordu gecenin yatağına.
acaba saçlarımı yeniden
rüzgârda tarayacak mıyım?
acaba bahçelere menekşe ekecek miyim
ve sardunyaları
pencere ardındaki gökyüzüne koyacak mıyım?
dans edecek miyim yeniden bardaklar üstünde?
kapı zili acaba beni
yeniden sesin bekleyişine doğru götürecek mi?
"bitti artık" dedim anneme
"hep düşünmeden önce olur olanlar
gazeteye başsağlığı ilanı vermeliyiz" dedim
boş insan
güvenle dolu, boş insan
bak dişleri nasıl
çiğnerken marş söylüyor
ve gözleri nasıl
yırtıyor dikizlerken
ve o nasıl ıslak ağaçların yanından geçiyor
dayançlı,
ağır,
başı boş.
saat dörtte,
damarlarının mavi urganı
ölü yılanlar gibi iki yanından boynunun
yukarı süzülmüş oldukları an
ve allak bullak şakaklarında o kanlı heceyi
yineliyorken
-selam
-selam
sen asla o dört su lalesini
kokladın mı hiç?...
zaman geçti
zaman geçti ve gece akasyanın çıplak dallarına düştü
gece pencere camlarının ardında kayıyor
ve soğuk diliyle
geçmiş günün artıklarını içine çekiyor.
ben nereden geliyorum?
ben nereden geliyorum?
böyle bulaşmışım gecenin kokusuna?
mezarımın toprağı tazedir hâlâ
o iki genç yeşil elin mezarını söylüyorum...
ne de sevecendin ey sevgili, ey biricik sevgili!
ne de sevecendin yalan söylerken
ne de sevecendin aynaların göz kapaklarını kapatırken
ve avizeleri
tel saplarından koparırken
ve acımasız karanlıkta beni aşk ovalarına götürürken
ta ki susuzluk yangınının uzantısı olan o şaşkın
buğu uyku çimenliğine oturdu
ve o karton yıldızlar
sonsuzun çevresinde dönerlerdi.
sözü neden sesli söylediler?
bakışı neden görüşmenin evinde konuk ettiler
neden okşayışı
kızoğlankız saçlarına götürdüler?
bak burada nasıl
sözle konuşanın
bakışla okşayanın
ve okşayışla ürkmekten dinginleşen canı
sanı direklerinde
çarmıha gerilmiştir.
ve gerçeğin beş harfi olan
senin beş parmağının dalı
onun yanaklarında nasıl iz bırakmıştır!
suskunluk nedir, nedir, nedir ey biricik sevgili?
suskunluk nedir söylenmemiş sözlerden başka
ben susuyorum fakat serçelerin dili
doğa şöleninin akan sözcüklerinin yaşam dilidir
serçelerin dili yani; bahar. yaprak. bahar.
serçelerin dili yani; meltem. koku. meltem.
serçelerin dili fabrikada ölüyor.
bu kimdir, bu sonsuzluğun caddesi üstünde
birlik anına doğru yürüyen
ve her zamanki saatini
matematiğin eksiltmeler ve ayırmalar mantığıyla
kuran
bu kimdir bu, horozların ötüşünü
gündüzün yüreğinin başlangıcı diye bilmeyen
kahvaltı kokusu başlangıcı diye bilen
kimdir bu, başında aşk tacı taşıyan
ve gelinlik giysileri içinde çürüyen.
demek sonunda güneş
aynı zamanda
umutsuz kutuplarının ikisine birden ışımadı.
sen mavi çini tınlamasından boşaldın.
ve ben öyle doluyum ki sesimin üzerinde namaz
kılıyorlar...
mutlu cenazeler
üzgün cenazeler
suskun düşünür cenazeler
güleryüzlü, güzel giysili, obur cenazeler
belirli saatlerin duraklarında
ve geçici ışıkların kuşkulu zemininde
ve boşunalığın çürük meyvalarını satın alma
şehvetinde...
ah,
kavşaklarda ne insanlar var olayları merak ediyorlar
ve bu, dur düdüklerinin sesi
zamanın dişlisi altında bir adamın ezilmesi
gerektiği, gerektiği, gerektiği bir anda
ıslak ağaçların yanından geçen adam...
ben nereden geliyorum.
"bitti artık" dedim anneme,
"hep düşünmeden önce olur olanlar
gazeteye başsağlığı ilanı vermeliyiz" dedim
selam sana ey yalnızlığın garipliği,
odayı sana bırakıyorum
kara bulutlar her zaman çünkü
arınmanın yeni ayetlerinin peygamberleridir
ve bir mumun tanıklığında
apaydın bir giz var onu
o sonuncu ve o en uzun yalaz iyi biliyor
inanalım
soğuk mevsimin başlangıcına inanalım
düş bahçelerinin yıkıntılarına inanalım
işsiz devrik oraklara
ve tutsak tanelere.
bak nasıl da kar yağıyor.
belki de gerçek o iki genç eldi, o iki genç el
durmadan yağan karın altında gömülmüş olan
ve bir dahaki yıl, bahar
pencerenin arkasındaki gökyüzüyle seviştiğinde
ve teninde fışkırdıklarında
uçarı yeşil saplı fıskiyeler,
çiçek açacak olan o iki genç el
sevgili, ey biricik sevgili
inanalım soğuk mevsimin başlangıcına.
FURUĞ FERRUHZAD- İNANALIM SOĞUK MEVSİMİN BAŞLANGICINA
Çeviri: Haşim Hüsrevşahi
09.12.2018 - 19:29
”şiir benim tanrımdır , işte ben şiiri bu denli seviyorum.. gecem gündüzüm bunu düşünmekle geçiyor , kimsenin söylemediği yeni bir şiir , güzel bir şiir söyleyeyim diye.. kendimle baş başa olmadığım ve şiiri düşünmediğim günüm , anlamsız ve hiç sayılır.. belki şiir görünüşte beni mutlu kılamaz , ancak ben mutluluğu kendim için başka türlü yorumluyorum.. mutluluk benim için güzel elbise iyi yaşam ve iyi yemek değil.. ben , ruhum memnun olduğu zaman mutluluk duyuyorum ve şiir benim ruhumu memnun ediyor.. şayet insanların elde etmek için çırpındıkları bu güzellikleri bana verseler ve karşılığında şiir söyleme yeteneğini benden alsalar intihar ederim.. siz benden vazgeçin , siz bırakın ben sizce mutsuz ve aylak olayım , ancak ben hiçbir yaşamımdan yakınmayacağım..”
füruğ ferruhzad
09.12.2018 - 19:26
Öyle bir zamanda gel ki vazgeçmek mümkün olmasın.
Ellerimde koparmaya çalıştığım zincirlerden kalma yara izleri
Yeni yeni iyileşmeye yüz tutmuş olsun.
Gözlerimde öyle bir karanlık olsun ki, gören kör oldum sansın.
Yanaklarım kurumuş olsun göz yaşlarımdan, dudaklarımsa çatlak çatlak.
Öyle bir zamanda gel ki vazgeçmek mümkün olmasın.
Belki bin tane aşktan geçmiş olayım ve hiçbiri olmasın gözümde.
Hiçbiri tamamlayamamış olsun cümlelerimi,
Hiç biri bağlayamamış olsun geceyi sabaha.
Hiçbirinin gülüşünün her anı senin kadar aklıma işlenmemiş olsun.
Hiçbirinin hayali en güzel haliyle barınamamış olsun beynimde.
Hiçbirinin izi kalmamış olsun bedenimde.
Öyle bir zamanda gel ki vazgeçmek mümkün olmasın.
Sessizce ağladığım anları kimse çığlık çığlığa hıçkırıklara dönüştürememiş olsun.
Ellerim kimsenin üzerinde eriyip gitmemiş olsun, gezinse bile.
Dudaklarım senin adını söylerkenki gibi kıvrılmamış olsun hiç bir ad'a yeterince.
Yerine koymaya çalıştığım her beden yok olup gitmiş olsun kumlar aktıkça tane tane.
Unuttuğumu sandığım, vazgeçtiğimi sandığım,
Sevmediğimi sandığım öyle bir zamanda gel ki
Yer çekimine karşı koysun damarlarımda beni yaşatan her zerre.
Öyle bir zamanda gel ki vazgeçmek mümkün olmasın...
Orhan Veli Kanık - Öyle Bir Zamanda Gel ki, Vazgeçmek Mümkün Olmasın
Toplam 17 mesaj bulundu