Oguzcan Demir - Hakkında Yazdığı Tanıtım Yazısı


Oguzcan Demir


BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞINDA ANADOLU'NUN DURUMU VE KURTULUŞ ÇARELERİ



  • Samsun'a çıktığım gün genel durum ve görünüş

  • Bunlara karşı düşünülen kurtuluş çareleri

  • Milli kuruluşlar, siyasi amaç ve hedefleri

  • Memleket içinde ve İstanbul'da milli varlığa düşman kuruluşlar

  • İngiliz Muhripleri Cemiyeti

  • Amerikan mandası isteyenler

  • Ordumuzun durumu

  • Müfettişlik görevimin geniş yetkileri

  • Genel durumun dar bir çerçeve içinden görünüşü

  • Düşünülen kurtuluş çareleri

  • Benim kararım

  • Ya istiklal ya ölüm

  • Uygulamaları safhalara ayırmak ve basamak basamak ilerleyerek hedefe varmak

  • Milli sır

  • Ordu ile temas

  • Yunan ordusunun Manisa ve Aydın çevresini işgali




  • SAMSUN'A ÇIKTIĞIM GÜN GENEL DURUM VE GÖRÜNÜŞ



  • 1919 yılı Mayısının 19'uncu günü Samsun'a çıktım. Ülkenin genel durumu ve görünüşü şöyledir:
    Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu grup, I. Dünya Savaşı'nda yenilmiş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, şartları ağır bir ateşkes anlaşması imzalanmış. Büyük Savaş'ın uzun yılları boyunca millet yorgun ve fakir bir durumda. Milleti ve memleketi I. Dünya Savaşı'na sürükleyenler, kendi hayatlarını kurtarma kaygısına düşerek memleketten kaçmışlar. Saltanat ve hilâfet makamında oturan Vahdettin soysuzlaşmış, şahsını ve bir de tahtını koruyabileceğini hayal ettiği alçakça tedbirler araştırmakta. Damat Ferit Paşa 'nın başkanlığındaki hükûmet âciz, haysiyetsiz ve korkak. Yalnız padişahın iradesine boyun eğmekte ve onunla birlikte kendilerini koruyabilecekleri herhangi bir duruma razı.

    Ordunun elinden silâhları ve cephanesi alınmış ve alınmakta...

    İtilâf Devletleri, ateşkes anlaşmasının hükümlerine uymayı gerekli bulmuyorlar. Birer bahane ile İtilâf donanmaları ve askerleri İstanbul' da. Adana iIi Fransızlar; Urfa, Maraş, Ayıntap (Gaziantep) İngilizler tarafından işgal edilmiş. Antalya ve Konya'da İtalyan askerî birlikleri, Merzifon ve Samsun'da İngiliz askerleri bulunuyor. Her tarafta yabancı subay ve memurlar ile özel ajanlar faaliyette. Nihayet, konuşmamıza başlangıç olarak aldığımız tarihten dört gün önce, 15 Mayıs 1919'da, İtilâl Devletleri'nin uygun bulması ile Yunan ordusuda İzmir'e çıkartılıyor.

    Bundan başka, memleketin her tarafında Hristiyan azınlıklar gizli veya açıktan açığa kendi özel emel ve maksatlarını gerçekleştirmeye devleti bir an önce çökertmeye çalışıyorlar.

    Sonradan elde edilen güvenilir bilgi ve belgelerle iyice anlaşılmıştır ki, İstanbul Rum Patrikhanesi'nde kurulan Mavri Mira Hey'eti illerde çeteler kurmak ve idare etmek, gösteri toplantıları ve propagandalar yaptırmakla meşgul. Yunan Kızılhaç'ı ve Resmî Göçmenler Komisyonu, Mavri Mira Hey'eti'nin çalışmalarını kolaylaştırmakla görevli. Mavri Mira Hey'eti tarafını,olan yönetilen Rum okullarının izni teşkilâtları, yirmi yaşından yukarı gençleri de içine almak üzere her yerde kuruluşunu tamamlıyor.

    Ermeni Patriği Zazen Efendi de, Mavri Mira Hey'eti ile birlikte çalışıyor. Ermeni hazırlığı da tıpkı Rum hazırlığı gibi ilerliyor. Trabzon, Samsun ve bütün Karadeniz sahillerinde örgütlenmiş olan ve 4 İstanbul'daki merkeze bağlı bulunan Pontus Cemiyeti hiç bir engelle karşılaşmadan kolaylıkla ve başarıyla çalışıyor.


  • BUNLARA KARŞI DÜŞÜNÜLEN KURTULUŞ ÇARELERİ



  • Durumun dehşet ve korkunçluğu karşısında, her yerde, her bölgede birtakım kimseler tarafından kurtuluş çareleri düşünülmeye başlanmıştı. Bu düşünce ile yapılan teşebbüsler birtakım kuruluşlarıdoğurdu. Örnek olarak, Edirne ve çevresinde Trakya - Paşaeli adıyla bir dernek vardı. Doğuda Erzurum'da ve Elâzığ'da Rele genel merkezi İstanbul'da olmak üzere Vilâyât-ı Şarkiye Müdafaa-i hukuk-ı Milliye Cemiyeti kurulmuştu. Trabzon'da Muhafaza-i Hukukadında bir dernek bulunduğu gibi, İstanbul'da da Trabzon ve Havalisi Adem-i Merkeziyet Cemiyeti vardı. Bu dernek merkezinin gönderdiği temsilcilerle, Of ilçesinde ve Rize sancağında da şubeler açılmıştı.

    İzmir'in işgal edileceği konusunda Mayısın on üçünden beri açıktan belirtiler görmüş olan İzmir'deki bazı genç vatanseverler, ayın 14/15'inci gecesi, kendi aralarında bu acıklı durumla ilgili görüşmeler yapmışlar; bir oldubittiye geldiğine şüphe kalmayan Yunan işgalinin ilhakla sonuçlanmasına engel olma kararında birleşerek, Redd-i İlhak ilkesini ortaya atmışlardır. Aynı gece, bu ilkenin yaygınlaştırılmasını sağlamak üzere İzmir'de Yahudi Maşatlığı'na toplanabilen halk tarafından bir gösteri toplantısı yapılmışsa da, ertesi gün sabahleyin Yunan askerlerinin rıhtımda görülmesiyle, bu teşebbüsten beklendiği ölçüde sonuç alınamamıştır.


  • MİLLİ KURULUŞLAR SİYASİ AMAÇ VE HEDEFLERİ


  • Bu derneklerin kuruluş amaçları ve siyasî hedefleri hakkında kısaca
    bilgi vermek uygun olur görüşündeyim.


    Trakya Paşaeli Cemiyeti'nin ileri gelenlerinden bazıları ile daha
    İstanbul'da iken görüşmüştüm. Bunlar, Osmanlı Devleti'nin çökeceğini
    çok kuvvetli bir ihtimal olarak görüyorlardı. Osmanlı vatanının
    parçalanma tehlikesi karşısında, Trakya'yı, mümkün olursa, buna
    Batı Trakya'yı da ekleyerek ve bir bütün olarak İslâm ve Türk topluluğu
    halinde kurtarmayı düşünüyorlardı. Fakat bu amacı gerçekleştirmek
    üzere ogün için akıllarına gelen tek çare, İngiltere'nin, bu mümkün
    olmazsa, Fransa'nın yardımını sağlamaktı. Bu maksatla bazı yabancı
    devlet adamları ile temas kurma ve görüşme imkânları da aramışlardı.
    Amaçlarının bir Trakya Cuınhuriyeti kurmak olduğu anlaşılıyordu.


    Vilâyât-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti'nin kuruluş
    amacı da (tüzüklerinin 2. maddesi) , Doğu illerinde oturan bütün
    halkın dinî ve siyasî haklarının serbestçe kullanılmasını sağlayacak
    meşru yollara başvurmak, bu illerdeki müslüman halkın tarihî ve
    millî haklarını gerektiğinde medeniyet dünyası karşısında savunmak,
    Doğu illerinde yapılan zulüm ve cinayetlerin sebepleri ile bunları
    işleyenler ve sebep olanlar hakkında tarafsız soruşturma yapılarak
    suçluların sür'atle cezalandırılmalarını istemek. Yerli halk ile
    azınlıklar arasındaki anlaşmazlığın giderilmesine ve eskiden olduğu
    gibi iyi ilişkilerin sağlamlaştırılmasına gayret etmek, savaş durumunun
    Doğu illerinde yarattığı yıkım ve yoksulluğa, hükûmet nezdinde teşebbüslerde
    bulunarak elden geldiğince çare aramaktan ibaretti.


    İstanbul'daki yönetim merkezinden verilmiş olan bu direktife uygun
    olarak, Erzurum şubesi, Doğu illerinde Türk'ün haklarını korumakla
    birlikte, Ermeni göçü sırasında görülen kötü davranışlarla halkın
    hiçbir ilgisi bulunmadığını, Ermeni mallarının Rus istilâsına kadar
    korunduğunu, buna karşılık müslümanlara pek gaddarca davranıldığını;
    hattâ verilen emre aykırı olarak, göçten alıkonan bazı Ermenilerin
    koruyucularına karşı yaptıkları kötülükleri, güvenilir belgelerle
    medeniyet dünyasına duyurmaya ve Doğu illerine dikilmiş olan hırs
    yüklü bakışları hükümsüz bırakacak çalışmalar yapmaya karar veriyor
    (Erzurum şubesinin basılı bildirisi)


    Vilâyât-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-ı MiIliye Cemiyeti'nin Erzurum
    şubesini ilk olarak kuran kimseler, Doğu illerinde yapılan propagandalar
    ile bunların hedeflerini, Türklük, Kürtlük - Ermenilik meselelerini
    bilim, teknik ve tarih açılarından inceleyip araştırdıktan sonra,
    ilerideki çalışmalarını şu üç noktada topluyorlar (Erzurum şubesinin
    basılı raporu) :


    1. Kesinlikle göç etmemek,


    2. Derhal ilmî, iktisadî ve dinî bakımlardan teşkilâtlanmak,


    3. Saldırıya uğrayacak Doğu illerinin her köşesini savunmada birleşmek,


    Vilâyât-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti'nin İstanbul'daki
    yönetim merkezinin, medenî ve ilmî yollara başvurarak maksada ulaşabileceği
    konusunda fazla iyimser olduğu anlaşılıyor. Gerçekten de bu yolda
    çalışmalar yapmaktan geri durmuyor. Doğu illerindeki müslüman unsurların
    haklarını savunmak üzere I.e Pays adında Fransızca bir gazete yayınlıyor.
    Hâdisât gazetesinin çıkarma hakkını alıyor. Bir yandan da İstanbul'daki
    İtilâf Devletleri temsilcilerine ve İtilâf Devletleri Başbakanlarına
    muhtıra veriyor: Avrupa'ya bir hey'et gönderme teşebbüsünde bulunuyor.


    Bu açıklamalardan kolaylıkla anlaşılacağını sanırım ki, Vilâyât-ı
    Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti'nin kuruluşuna yol açan
    asıl sebep ve düşünce, Doğu illerinin Ermenistan'a verilmesi ihtimali
    oluyor. Bu ihtimalin gerçekleşmesinin de Doğu illeri nüfusunda Ermenilerin
    çoğunlukta gösterilmesine ve tarihî haklar bakımından onlara öncelik
    tanınmasına çalışanların, ilmî ve tarihî belgelerle dünya kamuoyunu
    aldatmayı başarmalarına ve bir de müslüman halkın Ermenileri topluca
    öldüren barbarlar olduğu iftirasının bir gerçekmiş gibi kabulüne
    bağlı olduğu düşüncesi ağır basıyor. İşte bundan dolayıdır ki, dernek,
    aynı gerekçeye dayanarak ve aynı yollardan yürüyerek tarihî ve millî
    hakları savunmaya çalışıyor.


    Karadeniz sahilindeki bölgelerde de bir Rum Pontus hükûmeti kurulacağı
    korkusu vardı. Müslüman halkı Rumların boyunduruğu altında bırakmayıp
    onların yaşama ve var olma haklarını koruma gayesiyle, bazı kimseler
    Trabzon'da da ayrıca bir dernek kurmuşlardı.


    Merkezi İstanbul'da olan Trabzon ve Havalisi Adem-i Merkeziyet
    Cemiyeti'nin amacı ve siyasî hedefi adından anlaşılmaktadır. Her
    halde merkezden ayrılmak gayesini güdüyor.



  • MEMLEKET İÇİNDE VE İSTANBUL'DA MİLLİ VARLIĞA DÜŞMAN KURULUŞLAR


  • Kurulma yolundaki bu dernekler dışında, memleket içinde daha başka
    birtakım dernek ve kuruluşlar da ortaya çıkmıştır. Bunlar arasında
    Diyarbakır, Bitlis, Elâzığ illerinde, İstanbul'dan idare edilen
    Kürt Teali Cemiyeti vardı. Bu derneğin amacı yabancı devletlerin
    himâyesi altında bir Kürt devleti kurmaktı.


    Konya ve dolaylarında İstanbul'dan yönetilen Tealî-i İslâm Cemiyeti'nin
    kurulmasına çalışılıyordu. Memleketin hemen her tarafında itilâf
    ve Hürriyet, Sulh ve Selâmet Cemiyetleri de vardı.




  • İNGİLİZ MUHİPLERİ CEMİYETİ


  • İstanbul'da çeşitli maksatlarla gizli ve açık olmak üzere kurulmuş,
    parti veya dernek adı altında birtakım kuruluşlar da vardı.


    İstanbul'da önemli sayılabilecek kuruluşlardan biri İngiliz Muhipleri
    Cemiyeti idi. Bu addan, İngilizlere dost olanların kurduğu bir dernek
    anlaşılmasın. Bence, bu derneği kuranlar kendi şahıslarını ve kendi
    çıkarlarını gözetenler ile, kendi çıkarlarının korunma çaresini
    Lloyd George (Loyt Corc) hükûmeti aracılığı ile İngiliz himâyesini
    sağlamakta arayanlardır. Bu zavallıların, İngiliz Devleti'nin Osmanlı
    Devleti'ni bir bütün olarak korumak ve himaye etmek isteğinde olup
    olamayacağını bir defa olsun dikkate alıp almadıkları, üzerinde
    düşünülmeye değer.


    Bu derneğe girenlerin başında Osmanlı Padişahı ve Halîfe-i Rûy-i
    Zemîn ünvanını taşıyan Vahdettin, Damat Ferit Paşa, Dahiliye Nâzırı
    olan Ali Kemal, Âdil ve Mehmet Ali Beyler ile Sait Molla bulunuyordu.
    Dernekte Rahip Frew (Fru) gibi İngiliz milletinden bazı macera heveslileri
    de vardı. Yapılan işlemlerden ve gösterilen faaliyetlerden anlaşıldığına
    göre, derneğin başkanı Rahip Frew idi:


    Bu derneğin iki yönü ve iki ayrı niteliği vardı. Biri açık yönü
    ve usulüne uygun teşebbüslerle İngiliz himâyesini sağlama amacına
    yönelmiş olan niteliği idi. Öteki de gizli yönüydü. Asıl faaliyet
    bu gizli yöndeydi. Memleket içinde örgütlenerek isyan ve ihtilâl
    çıkarmak, millî şuuru felce uğratmak, yabancı müdahalesini kolaylaştırmak
    gibi haince teşebbüsler, derneğin bu gizli kolu tarafından idare
    edilmekte idi. Sait Molla 'nın derneğin açıktan yaptığı çalışmalarında
    olduğu gibi gizli çalışmalarında da ondan daha çok rol oynadığı
    görülecektir. Bu dernek hakkında söylediklerim, sırası geldikçe
    yapacağım açıklamalar ve gereğinde göstereceğim belgelerle daha
    kolay anlaşılacaktır.




  • AMERİKAN MANDASI İSTEYENLER


  • İstanbul'da erkekli kadınlı ileri gelen bir kısım kimseler de gerçek
    kurtuluşun Amerikan mandasını sağlamakta olduğu görüşünde idiler.


    Bu görüşte olanlar, düşüncelerinde çok direndiler. En doğru yolun
    kendi görüşlerinin benimsenmesinde olduğunu ispata çok çalıştılar.
    Sırası gelince bu konuda da bazı açıklamalar yapacağım.




  • ORDUMUZUN DURUMU


  • Genel durumu ortaya koyabilmek için ordu birliklerinin nerelerde
    ve ne durumda olduklarını da açıklamak isterim. Anadolu'da başlıca
    iki ordu müfettişliği kurulmuştu.


    Ateşkes anlaşması ilân edilir edilmez, birliklerin savaşçı erleri
    terhis edilmiş, silâh ve cephanesi elinden alınmış, savaş gücünden
    yoksun bir takım kadrolar haline getirilmiştir.


    Merkezi Konya'da bulunan İkinci Ordu Müfettişliği'ne bağlı birliklerin
    durumu şöyle idi:


    Bir tümeni (41'inci Tümen) Konya'da, bir tümeni de (23'üncü Tümen)
    Afyonkarahisarı'nda bulunan 12'nci Kolordu, karargâhıyla Konya'da
    bulunuyordu. İzmir'de esir olan 17'nci Kolordu'nun, Denizli'de bulunan
    57'nci Tümeni de bu kolorduya bağlanmıştı.


    Bir tümeni (24'üncü Tümen) Ankara'da, bir tümeni de (11'inci Tümen)
    Niğde'de bulunan 20'nci Kolordu, karargâhıyla Ankara'da idi. İzmit'te
    bulunan 1'inci Tümen, İstanbul'daki 25'inci Kolordu'ya bağlanmıştı.
    İstanbul'da da 10'uncu Kafkas Tümeni vardı.


    Balıkesir ve Bursa bölgesinde bulunan 61'inci ve 56'ncı Tümenler
    karargâhı Bandırma'da bulunan İstanbul'a bağlı 14'üncü Kolordu'yu
    oluşturuyordu. Bu kolordunun komutanı, Meclis'in açılışına kadar,
    merhum Yusuf İzzet Paşa idi.


    3'üncü Ordu Müfettişliği ki, müfettişi ben idim; karargâhımla Samsun'a
    çıkmış bulunuyordum. Doğrudan doğruya emrim altında olmak üzere
    iki kolordu vardı. Bunlardan biri, merkezi Sivas'ta bulunan 3'üncü
    Kolordu'dur. Komutanı yanımda getirdiğim Albay Refet Bey'dir. Bu
    kolorduya bağlı bir tümenin (5'inci Kafkas Tümeni) merkezi Amasya'da,
    ötekinin merkezi de Samsun'daydı. Diğeri, merkezi Erzurum'da bulunan
    15'inci Kolordu idi. Komutanı Kâzım Karabekir Paşa'ydı. Bu kolordunun
    tümenlerinden birinin' (9'uncu Tümen) merkezi Erzurum'da, komutanı
    Rüştü Bey; ötekinin (3'üncü Tümen) merkezi Trabzon'da idi. Komutanı
    Yarbay Hâlit Bey' di. Hâlit Bey İstanbul'a çağrılmış olduğundan
    komutadan çekilerek Bayburt'ta gizlenmiş, tümen vekâletle idare
    ediliyor. Kolordunun öteki iki tümeninden 12'nci Tümen, Hasankale'nin
    doğusunda sınırda,11'inci Tümen Bayezıt'ta bulunuyordu.


    Diyarbakır bölgesinde bulunan 2 tümenli 13'üncü Kolordu müstakildi.
    İstanbul'a bağlı bulunuyordu. Bir tümeni (2'nci Tümen) Siirt'te
    öteki tümeni (5'inci Tümen) Mardin'de idi.




  • MÜFETTİŞLİK GÖREVİMİN GENİŞ YETKİLERİ


  • Benim, bu iki kolorduya doğrudan doğruya emir ve komuta vermekten
    daha ileri bir yetkim vardı ki, müfettişlik bölgesine yakın olan
    askerî birliklere de tebligat yapabilecektim. Aynı şekilde bölgemde
    bulunan ve bölgeme komşu olan illere de tebligatta bulunabilecektim.


    Bu yetkiye göre, Ankara'da bulunan 20'nci Kolordu ve bunun bağlı
    bulunduğu müfettişlik ile, Diyarbakır'daki kolordu ile ve hemen
    hemen Anadolu'nun bütün sivil yönetim amirleriyle ilşkiler kurabilecek
    ve yazışmalar yapabilecektim.


    Bu geniş yetkinin, beni İstanbul'dan sürmek ve uzaklaştırmak maksadıyla
    Anadolu'ya gönderenler tarafından, bana nasıl verilmiş olduğu garibinize
    gidebilir. Hemen ifade etmeliyim ki, onlar bu yetkiyi bana bilerek
    ve anlayarak vermediler. Ne pahasına olursa olsun, benim İstanbul'dan
    uzaklaşmamı isteyenlerin buldukları gerekçe Samsun ve dolaylarındaki
    güvensizlik olaylarını yerinde görüp tedbir almak üzere Samsun'a
    kadar gitmekti. Ben, bu görevin yerine getirilmesinin bir makam
    ve yetki sahibi olmaya bağlı bulunduğunu ileri sürdüm. Bunda hiçbir
    sakınca görmediler. O tarihte Genelkurmay'da bulunan ve benim maksadımı
    bir dereceye kadar sezmiş olan kimselerle görüştüm. Müfettişlik
    görevini buldular; yetki konusu ile ilgili talimatı da ben kendim
    yazdırdım. Hattâ Harbiye Nazırı olan Şakir Paşa, bu talimatı okuduktan
    sonra, imzalamaya çekinmiş; anlaşılır anlaşılmaz bir biçimde mührünü
    basmıştır.



  • GENEL DURUMUN DAR BİR ÇERÇEVE İÇİNDEN GÖRÜNÜŞÜ


  • Bu açıklamalardan sonra, genel durumu daha dar bir
    çerçeve içine alarak, çabucak ve kolayca hep birlikte gözden geçirelim
    :

    Düşman devletler, Osmanlı devlet ve memleketine karşı maddî ve
    manevî saldırıya geçmişler. Onu yoketmeye ve paylaşmaya karar vermişler.
    Padişah ve halife olan zat, hayat ve rahatını kurtarabilecek çareden
    başka bir şey düşünmüyor. Hükûmeti de aynı durumda. Farkında olmadığı
    halde, başsız kalmış olan millet, karanlıklar ve belirsizlikler
    içinde olup bitecekleri beklemekte. Felâketin dehşet ve ağırlığını
    kavramaya başlayanlar, bulundukları çevreye ve alabildikleri etkilere
    göre kendilerince kurtuluş çaresi saydıkları tedbirlere başvurmakta...
    Ordu, ismi var cismi yok bir durumda. Komutanlar ve subaylar, I.
    Dünya Savaşı'nın bunca çile ve güçlükleriyle yorgun, vatanın parçalanmış
    olduğunu görmekle yürekleri kan ağlıyor; gözleri önünde derinleşen
    karanlık felâket uçurumu kenarında beyinleri bir çare, kurtuluş
    çaresi aramakla meşgul...


    Burada pek önemli olan bir noktayı da belirtmeli ve açıklamalıyım.
    Millet ve ordu, Padişah ve Halife'nin hâinliğinden haberdar olmadığı
    gibi, o makama ve o makamda bulunana karşı asırların kökleştirdiği
    din ve gelenek, bağları dolayısıyla da içten gelerek boyun eğmekte
    ve sadık. Millet ve ordu bir yandan kurtuluş çaresi düşünürken bir
    yandan da yüzyıllardır süregelen bu alışkanlık dolayısıyla, kendinden
    önce, yüce hilâfet ve saltanat makamının kurtarılmasını ve dokunulmazlığını
    düşünüyor. Halifesiz ve padişahsız kurtuluşun anlamını kavrama yeteneğinde
    değil... Bu inanca aykırı bir düşünce ve görüş ileri süreceklerin
    vay haline! Derhal dinsiz, vatansız, hain ve istenmeyen kişi olur...


    Diğer önemli bir noktayı da belirtmek gerekir. Kurtuluş çaresi
    ararken İngiltere, Fransa, İtalya gibi büyük devletleri gücendirmemek
    temel ilke olarak kabul edilmekte idi. Bu devletlerden yalnız biri
    ile bile başa çıkılamayacağı kuruntusu hemen bütün kafalarda yer
    etmişti. Osmanlı Devleti'nin yanında, koskoca Almanya, Avusturya
    - Macaristan varken hepsini birden yenip yerlere seren İtilâf kuvvetleri
    karşısında, yeniden onlarla çatışmaya varabilecek durumlara girmekten
    daha büyük mantıksızlık ve akılsızlık olamazdı.


    Bu zihniyette olan yalnız halk değildi; özellikle seçkin ve aydın
    denen insanlar böyle düşünüyordu.


    O halde, kurtuluş çaresi ararken iki şey söz konusu olmayacaktı.
    Önce, İtilâf Devletleri'ne karşı düşmanca tavır alınmayacak; sonra,
    Padişah ve Halife'ye canla başla bağlı ve sadık kalmak temel şart
    olacaktı.



  • DÜŞÜNÜLEN KURTULUŞ ÇARELERİ


  • Şimdi Efendiler, müsaade buyurursanız size bir soru sorayım: Bu
    durum ve şartlar karşısında kurtuluş için nasıl bir karar akla gelebilirdi?


    Açıkladığım hususlara ve yaptığım gözlemlere göre üç türlü karar
    ortaya atılmıştır.


    Birincisi, İngiliz himâyesini istemek


    İkincisi, Amerikan mandasını istemek,


    Bu iki türlü karar sahipleri, Osmanlı Devleti'nin bir bütün halinde
    korunmasını düşünenlerdir. Osmanlı topraklarının çeşitli devletler
    arasında taksimi yerine, imparatorluğu tek bir devletin koruyuculuğu
    altında bulundurmayı tercih edenlerdir.


    Üçüncü karar, bölgesel kurtuluş çarelerine başvurmuştur. Söz gelişi,
    bazı bölgeler kendilerinin Osmanlı Devleti'nden koparılacağı görüşüne
    karşı ondan ayrılmama tedbirlerine başvuruyordu. Bazı bölgeler de
    Osmanlı Devleti'nin ortadan kaldırılacağını ve Osmanlı ülkesinin
    taksìm edileceğini oldubitti kabul ederek kendi başlarını kurtarmaya
    çalışıyordu.


    Bu üç türlü kararın gerekçesi yaptığım açıklamalarda yer almıştır.



  • BENİM KARARIM


  • Efendiler, ben bu kararların hiçbirinde isabet görmedim. Çünkü
    bu kararların dayandığı bütün deliller ve mantıklar çürüktü, temelsizdi.
    Gerçekte içinde bulunduğumuz o tarihte, Osmanlı Devleti nin temelleri
    çökmüş, ömrü tamamlanmıştı. Osmanlı memleketleri tamamen parçalanmıştı.
    Ortada bir avuç Türk'ün barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son mesele
    bunun da taksimini sağlamaya çalışmaktan ibaretti. Osmanlı Devleti
    onun istiklâli padişah, halife, hükûmet, bunların hepsi anlamı kalmamış
    birtakım boş sözlerden ibaretti.


    Neyin ve kimin dokunulmazlığı için kimden ne gibi yardım sağlanmak
    isteniyordu?


    O halde ciddî ve gerçek karar ne olabilirdi?


    Efendiler, bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da milIî
    hâki'miyete dayanan, kayıtsız şartsız, bağımsız yeni bir Türk devleti
    kurmak!


    İşte, daha İstanbul'dan çıkmadan önce düşündüğümüz ve Samsun'da
    Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulanmasına başladığımız
    karar, bu karar olmuştur.



  • YA İSTİKLAL YA ÖLÜM


  • Bu kararın dayandığı en güçlü muhakeme ve mantık şuydu:


    Temel ilke, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak
    yaşamasıdır. Bu ilke, ancak tam istiklâle sahip olmakla gerçekleştirilebilir.
    Ne kadar zengin ve bolluk içinde olursa olsun istiklâlden yoksun
    millet, medeni insanlık dünyası karşısında uşak olmak mevkiinden
    yüksek bir muameleye layık görülemez.


    Yabancı bir devletin koruyup kollayıcılığını kabul etmek insanlık
    vasıflarından yoksunluğu, güçsüzlük ve miskinliği itiraftan başka
    bir şey değildir.Gerçekten de bu seviyesizliğe düşmemiş olanların,
    isteyerek başına bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez.


    Halbuki Türk'ün haysiyeti, gururu ve kaabiliyeti çok yüksek ve
    büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa yok olsun daha iyidir! ...


    O halde, ya istiklal ya ölüm!


    İşte gerçek kurtuluş isteyenlerin parolası bu olacaktır. Bir an
    için, bu kararın uygulanmasında başarısızlığa uğranacağını farz
    edelim. Ne olacaktı? Esirlik!


    Peki efendim. Öteki karalara boyun eğme durumunda sonuç bunun aynı
    değil miydi?


    Şu farkla ki, istiklali için ölümü göze alan bir millet, insanlık
    haysiyet ve şerefinin gereği olan bütün fedakarlığı yapmakla teselli
    bulur ve hiç şüphesiz, esirlik zincirini kendi elleriyle boynuna
    geçiren miskin, haysiyetsiz bir millete bakarak dost ve düşman gözündeki
    yeri bambaşka olur.


    Sonra, Osmanlı hânedan ve saltanatının devam ettirilmesine çalışmak,
    elbette Türk milletine karşı en büyük kötülüğü işlemekti. Çünkü,
    millet her türlü fedakarlığı göze alarak istiklalini kazanmış olsa
    da, saltanat sürüp gittiği taktirde, bu istiklale kazanılmış gözüyle
    bakılamazdı. Artık,vatan ve milletle hiçbir vicdan ve fikir bağlantısı
    kalmamış bir sürü delinin, devlet ve milletin istiklâl ve haysiyetinin
    koruyucusu mevkiinde bulundurulmasına nasıl göz yumulabirdi?


    Halifeliğin durumuna gelince, ilim ve tekniğin nurlara boğduğu
    gerçek medeniyet dünyasında gülünç sayılmaktan başka bir yanı kalmış
    mıydı?


    Görülüyor ki, verdiğimiz kararın uygulanmasını sağlayabilmek için
    daha milletin alışkın olmadığı bazı konulara dokunmak gerekiyordu.
    Ortaya atılmasında, kamuoyu bakımından büyük sakıncalar doğuracağı
    sanılan hususların dile getirilmesinde kaçınılmaz bir zaruret vardı.


    Osmanlı Hükumeti'ne, Osmanlı padişahına ve Müslümanların halifesine
    başkaldırmak, bütün milleti ve orduyu ayaklandırmak gerekiyordu.



  • UYGULAMAYI SAFHALARA AYIRMAK VE BASAMAK BASAMAK İLERLEYEREK HEDEFE VARMAK


  • Türk ata yurduna ve Türk'ün istiklâline saldıranlar kimler olursa
    olsun, onlara bütün milletçe silâhla karşı koymak ve onlarla çarpışmak
    gerekiyordu. Bu önemli kararın bütün gerek ve zaruretlerini daha
    ilk gününde açığa vurup ifade etmek, elbette isabetli olamazdı.
    Uygulamayı birtakım safhalara ayırmak, olaylardan ve olayların akışından
    yararlanarak milletin duygu ve düşüncelerini hazırlamak ve basamak
    basamak ilerleyerek hedefe ulaşmaya çalışmak gerekiyordu. Nitekim
    öyle olmuştur. Eğer dokuz yıllık faaliyetimiz ve yaptıklarımız bir
    mantık silsilesi ile gözden geçirilirse, ilk günden bugüne kadar
    takip ettiğimiz genel doğrultunun, ilk kararın çizdiği yoldan ve
    yöneldiği hedeften asla sapmamış olduğu kendiliğinden anlaşılır.


    Burada, zihinlerde yer etmiş olması ihtimali bulunan bazı kararsızlık
    düğümlerinin çözülmesini kolaylaştırmak için, bir gerçeği hep birlikte
    gözden geçirmeliyiz. Yapılan Millî Mücadele dıştan gelen saldırıya
    karşı vatanın kurtuluşunu tek hedef olarak kabul ettiğine göre,
    bu Millî Mücadele'nin, başarıya yaklaştıkça, safha safha bugünkü
    döneme kadar millî irade rejiminin bütün ilke ve gereklerini yerine
    getirmesi tabiî ve kaçınılmaz bir tarihî akış idi. Bu kaçınılmaz
    tarihî akışı gelenekten gelen alışkanlığı ile hemen sezmiş olan
    hükümdar ailesi, ilk andan başlayarak Milli Mücadele'nin amansız
    düşmanı kesildi. Bu kaçınılmaz tarihî akışı daha başlangıçta ben
    de görmüş ve sezmiştim. Ancak, sonuna kadar devam etmiş olan bu
    sezgimizi başlangıçta bütün yönleri ile açığa vurup ifade etmedik.
    Gelecekteki ihtimaller üzerinde fazla konuşmak, giriştiğimiz gerçek
    ve maddî mücadeleye hayalî bir macera niteliği verdirebilirdi. Dış
    tehlikenin yakın etkilerini derinden duyanlar arasında, geleneklerine,
    düşünce kabiliyetlerine ve ruh yapılarına aykırı olan muhtemel değişmelerden
    ürkeceklerin ilk anda direnme güçlerini harekete geçirebílirdi.
    Başarı için pratik ve güvenilir yol, her safhayı vakti geldikçe
    uygulamaktı. Milletin gelişmesini ve yükselmesini sağlayacak doğru
    yol buydu. Ben de bu yolda yürüdüm.


    Ancak, bu pratik ve güvenilir başarı yolu, yakın çalışma arkadaşlarım
    olarak tanınmış kimselerden bazıları ile aramızda zaman zaman görüşler,
    davranışlar veya yapılan çalışmalardaki uygulamalar bakımından temel
    veya ikinci derecede birtakım anlaşmazlıkların, kırgınlıkların ve
    hattâ ayrılmaların da sebebi ve açıklayıcısı olmuştur. Millî Mücadele'ye
    beraber başlayan yolculardan bazıları, millî hayatın bugünkü cumhuriyete
    ve cumhuriyet kanunlarına kadar uzanan gelişmelerinde, kendi fikir
    ve ruh kabiliyetlerinin kavrayış sınırı bittikçe bana karşı direnişe
    ve muhalefete geçmişlerdir. Bu noktalara, aydınlanmanız ve kamuoyunun
    aydınlanmasına yardımcı olmak için, sırası geldikçe birer birer
    işaret etmeye çalışacağım.



  • MİLLİ SIR



  • Bu son sözlerimi özetlemek gerekirse, diyebilirim ki, ben milletin
    vicdanında ve geleceğinde hissettiğim büyük gelişme kabiliyetini,
    bir millî sır gibi vicdanımda taşıyarak, yavaş yavaş bütün bir topluma
    uygulatmak mecburiyetinde idim.



  • ORDU İLE TEMAS


  • Şimdi Efendiler, ilk iş olmak üzere, bütün ordu ile temasa geçmek
    gerekiyordu. Erzurum'daki 15' inci Kolordu Komutanı'na 21 Mayıs
    1919'da yazdığım bir şifrede:


    " Genel durumumuzun almakta olduğu tehlikeli şekilden pek üzüldüğümü
    ve elem duyduğumu, millet ve memlekete borçlu olduğumuz bu son vicdan
    görevini yakından, ortak bir çalışma ile yerine getirmemin mümkün
    olacağı inancı ile bu son memuriyeti kabul ettiğimi; bir an önce
    Erzurum'a gitmek isteğinde bulunduğumu, ancak, Samsun ve dolayları
    güvenlik yetersizliği yüzünden kötü bir sona uğrama tehlikesi ile
    karşı karşıya geldiğinden, buralarda birkaç gün daha kalmak zarureti
    doğduğunu bildirdikten sonra, beni şimdiden aydınlatmaya yarayacak
    hususlar varsa bildirilmesini rica ettim.


    Gerçekten de Samsun ve dolaylarında Rum çetelerinin Müslüman halka
    saldırması ve zaten vasıtasız bırakılmış olan bölge yöneticilerinin
    yabancıların da işe karışmaları yüzünden hiçbir tedbir alamaması,
    durumu güçleştirmişti.


    Tanıdığımız ve kendisinden büyük enerji beklediğimiz bir zatın
    Samsun'a mutasarrıf olarak tayinini sağlamak için teşebbüste bulunmakla
    birlikte, 3'üncü Kolordu Komutanı'nı geçici olarak Canik mutasarrıflığına
    atadım. Bölgede elden gelen bütün tedbirlerin alınmasına, özellikle
    halkın gerçek durum üzerinde aydınlatılmasına ve orada bulunan yabancı
    birlik ve subaylardan çekinmeye ve korkmaya gerek olmadığının anlatılmasına
    önem verildi ve hemen o bölgede millî teşkilât kurulmasına girişildi.


    23 Mayıs 1919'da Ankara'da bulunan 20'nci Kolordu Komutanı'na:
    Samsun'a geldiğimi, kendisi ile daha sıkı ilişki kurmak istediğimi
    ve İzmir dolaylarına dair daha kolaylıkla alabileceği bilgilerden
    haberdar olmak istediğimi bildirdim.


    Bu kolordunun durumu ile daha İstanbul'da iken ilgilenmiştim. Güneyden
    Ankara bölgesine trenle nakli söz konusu idi. Bu nakliyatın engellenmekte
    olduğunu anlamış bulunduğumdan, İstanbul'dan hareketim günlerinde
    Genelkurmay Başkanı olan Cevat Paşa'dan,kolordunun trenle nakli
    gecikirse, karadan yürüyerek Ankara'ya sevkini rica etmiştim. Bundan
    dolayı sözünü ettiğim şifreli telgrafımda,20'nci Kolordu birliklerinin
    bütün mevcudu ile Ankara'ya gelmeyi başarıp başaramayacağını sordum.
    Canik sancağı hakkında bilgi verdikten sonra, bir iki güne kadar
    Samsun'dan karargâhımla bir süre için Havza'ya gideceğimi ve mutlaka
    Samsun'dan hareketimden önce beni aydınlatacak bilgileri beklediğimi
    yazdım.


    20'nci Kolordu Komutanından, üç gün sonra 26 Mayıs 1919'da aldığım
    cevapta İzmir'den düzenli bilgi alamadıklarını, Manisa'nın da işgal
    edildiğini telgraf memurlarının haber verdiğini, kolordunun Ereğli'de
    bulunan birliklerinin hepsini trenle nakletmeyi başaramadıklarından
    karadan yürüyüşe başladıklarını, ancak aradaki uzaklık dolayısıyla
    Ankara'ya ne zaman varacaklarının belli olmadığını bildiriyordu.


    Kolordu Komutanı aynı telgrafında Afyonkarahisar'da bulunan 23'üncü
    Tümen'in mevcudunun azlığından ve orada ellerine geçen erleri bu
    tümene göndermekte olduklarından söz ettikten sonra, Kastamonu ve
    Kayseri dolaylarından, güvenlik bozucu bazı olaylarla ilgili haberler
    gelmeye başladığını bildiriyor ve zaman zaman bilgi vereceğini yazıyordu.


    27 Mayıs 1919 tarihinde, Havza'dan, 20' nci Kolordu Komutanı'ndan
    ve aynı zamanda bu kolordunun bağlı bulunduğu Konya'daki Ordu Müfettişliği'nden,
    Afyonkarahisar'daki tümenin takviyesi için hangi kaynaklardan yararlanılmakta
    olduğunu ve kuvvetinin arttırılmasına maddi imkân bulunup bulunmadığını,
    bugünkü şartlara ve durumumuza göre bu tümene nasıl bir görev verilmesinin
    düşünüldüğünü sordum.


    Kolordu Komutanı, 28 Mayıs 1919'da sorduğum hususlarla ilgili bilgi
    veriyor ve 23'üncü Tümen düşman bir işgal durumu karşısında yerini
    terketmeyecek ve saldırıya uğrarsa bölge halkından alacağı yardımla
    kendi kesimini savunacaktır diyordu.


    Ordu Müfettişi de 30 Mayıs 1919'da verdiği cevapta 23'üncü Tümen,
    Karahisar'daki güvenliği korumakla birlikte, her türlü işgal olayına
    her türlü vasıtayla karşı koyacaktır diyordu. Bu vasıtaların hazırlanmakta
    olduğunu ve Konya'da orduya yardımcı olabilecek bir kuvvetin hazırlanmasına
    çalışıldığını, ancak bu kuvvetin bir adının ve ünvanının bulunmadığını
    bildiriyordu.


    Ben, müfettişliğe yazdığım telgrafta, Konya'da bir vatan ordusu
    kurulmaktadır, diye bazı haberler yayılmıştır, bunun içyüzü ve teşkilatı
    nedir demiştim. Böyle bir soruyu yöneltmekten maksadım, biraz da
    onları özendirmek ve harekete geçirmekti. Müfettişliğin verdiği
    son bilgi bunun üzerinedir.


    Kolordu Komutanı bu açıklama isteğime Konya'da vatan ordusunun
    kurulduğundan haberdar değilim demişti.


    20' nci Kolordu ve Konya'daki Ordu Müfettişliği ile kurduğum temas
    sonunda edindiğim bilgilerden, dikkat ve uyanıklığı gerektiren noktaları
    1 Haziran 1919'da Erzurum'daki 15'inci Kolordu, Samsun'daki 3' üncü
    Kolordu ve Diyarbakır'daki 13' ncü Kolordu Komutanlarına bildirdim.


    Trakya'da bulunan kuvvet ve komuta durumunu bilmiyordum. O bölge
    ile de temas kurmak gerekiyordu. Bu maksatla İstanbul'da, Genel
    Kurmay Başkanı Cevat Paşa'dan 16 Haziran 1919'da özel şifre ile
    - Cevat Paşa ile İstanbul'dan ayrıldığım gün gizli ve özel bir şifre
    kararlaştırmıştık-, Edirne'de Kolordu Komutanının kim olduğunu ve
    Cafer Tayyar Bey'in nerede bulunduğunu sordum. Cevat Paşa 17 Haziranda
    cevap verdi. Cafer Tayyar Bey'in 1'inci Kolordu Komutanı olarak
    Edirne'de bulunduğunu öğrendim.


    Amasya'dan 18 Haziran 1919 tarihinde, Edirne'de 1'inci Kolordu
    Komutanı Cafer Tayyar Bey 'e şifre ile verdiğim direktifte başlıca
    şu hususları belirttim: Millî istiklâlimizi boğan ve vatanımızın
    parçalanması tehlikelerini hazırlayan İtilâf Devletleri'nin yaptıkları,
    İstanbul hükûmetinin esir ve güçsüz durumu sizce de bilinmektedir.


    Milletin kaderini böyle bir hükûmetin eline teslim etmek, yıkılmaya
    mahkûm olmaktır.


    Trakya ve Anadolu'daki millî teşkilâtların birleştirilmesi ve milletin
    sesini bütün gürlüğü ile dünyaya duyurabilmesi için, güvenli biryer
    olan Sivas'ta ortak ve güçlü bir hey'et kurulması kararlaştırılmıştır.


    Trakya Paşaeli Cemiyeti, yetki sahibi olmamak üzere İstanbul'da
    bir hey'et bulundurabilir.


    Ben İstanbul'da iken Trakya Cemiyeti üyelerinden bazılarıyla görüşmüştüm.
    Şimdi zaman geldi. Gereken kimselerle gizlice görüşerek derhal teşkilât
    kurunuz ve benim yanıma da temsilci olarak değerli bir iki kişi
    gönderiniz. Onlar gelinceye kadar Edirne ilinin haklarının savunucusu
    olmak üzere, teşkilât üyelerinin beni vekil seçtiklerini belirten
    imzalı bir belgeyi kendi imzasıyla ve şifreli telgrafla bildiriniz.


    İstiklâlimizi kazanıncaya kadar, bütün milletle birlikte fedakârca
    çalışacağıma mukaddesatım üzerine yemin ettim. Artık benim için
    Anadolu'dan hiçbir yere gitmemek kararı kesindir.


    Trakya'nın manevî gücünü yükseltmek maksadıyla bu talimâta şu bilgileri
    de ekledim: Anadolu halkı baştan aşağı bölünmez bir bütün haline
    getirildi. Kararlar, istisnasız, bütün komuta hey'etleri ve arkadaşlarımızla
    birlikte alınıyor. Vali ve mutasarrıfların hemen hepsi bizimle beraberdir.
    Anadolu'daki millî teşkilât ilçe ve bucaklara kadar genişledi. İngiliz
    himayesi altında bağımsız bir Kürdistan kurulması ile ilgili propaganda
    ortadan kaldırıldı ve taraftarları yola getirildi. Kürtler Türklerle
    birleşti.



  • YUNAN ORDUSUNUN MANİSA VE AYDIN ÇEVRESİNİ İŞGALİ


  • Bu tarihe kadar Yunan ordusunun Manisa ve Aydın çevrelerini de
    işgal etmiş olduklarını öğrendim. Fakat, İzmir'de ve Aydın'da bulunduklarını
    bildiğim kuvvetlerin ne durumda olduklarına dair daha hiçbir yerden
    açık bir bilgi elde edemiyordum. Doğrudan doğruya bu kuvvet komutanlarına
    da bazı emirler yazmıştım. Nihayet 29 Haziran'da, 56' ncı Tümen
    Komutanı Bekir Sami Bey'in iki gün önceki tarihli bir şifreli telgrafını
    aldım.


    56'ncı Tümen'e İzmir'de Hurrem Bey adında biri komuta ediyormuş.
    Bu zat ve İzmir'deki iki alayın kılıç artığı subaylarıyla birlikte
    hemen hepsi esir olmuşlar. Yunanlılar bunları gemilerle Mudanya'ya
    götürmüşler. Bekir Sami Bey, bu kılıç artıklarının komutasını ele
    almak üzere gönderilmiş.


    Bekir Sami Bey, 27 Haziran 1919 tarihli telgrafında, 22 Haziran
    1919 tarihli iki emrimi, ancak 27 Haziran'da Bursa'ya vardığında
    alabildiğini söylüyor. Verdiği bilgi ve yaptığı açıklamada: Millî
    gayeleri gerçekleştirecek yeterli vasıtaları bulamadığımdan ve tümenimi
    yeniden düzenleyip yoluna koyabilirsem daha iyi hizmetlerin yapılmasını
    mümküngördüğümden 21 Haziran sabahı Kula'dan Bursa'ya doğru harekete
    mecbur oldum. Bununla birlikte ve birçok engele rağmen, millî bir
    mücadelenin memleketin kurtarılması için kaçınılmaz olduğu düşüncesini
    her tarafa yaymayı başardım diyor. Düşündüklerime ve yaptıklarıma
    sarsılmaz inancı olduğunu bildiriyor. Bu konuda hemen temaslara
    başladığını, Çine'de bulunan 57'nci Tümen'e de emir vermemi, kendisine
    de emir vermekte devam etmemi istiyordu.