Mete Esin Adlı Üyenin Nedir Yazıları - Antolo ...

  • akordeon

    03.03.2007 - 04:29

    Akordeon nedir? diyerek…
    Türk ağzındaki söylenişiyle akordiyon… Günümüz müziğinde neredeyse hiç yer almadığı için duyulmayan, duyulsa bile en azından artık pek bilinmeyen bir enstrüman. Ne var ki, güzel mi güzel bir enstrüman! Günümüz gençlerinin hiç tanımadıkları ve hattâ adını bile duymadıkları “Celâl Şâhin”nin, vücûduyla neredeyse bütünleşmiş, konuşan ikinci bir organı olmuş ses âleti!
    Bilgisayarla baş başayken sık-sık olduğu üzere, şu anda da bir yandan müzik dinlemekteyiz. Müzikte ayırım yapmayız. Arabeskle şimdilerin Hafif Türk ve Batı Müziği dışında (fakat bu türün eskilerinden artık klasikleşmiş çok güzelleri de vardır) , yerli ve yabancı her müziğin içinden dinlediğimiz bir şeyler bulunmaktadır. Meselâ Mozart’ın 40. Senfonisi ardından Yozgat Sürmelisi’ni dinleyebiliriz. Aynı sofrada, tatlıyla turşuyu karıştırdığımızı düşünenler çıkabilirler! Ancak… Bu her ikisi de klas ve klasik olup, her ikisinin de kendine göre tatları vardır. Hemen belirtelim ki çok-çok da seçiciyizdir. İnce eler, sık dokuruz. Ne öyle her türküyü dinleriz, ne de senfoni diye her gürültüyü! ..
    Şimdi dinlediklerimiz Viyana valsleridirler… Bunları dinlerken gene gayri ihtiyârî gerilere gidiyoruz. Bizim gibi yetmişe yaklaşmış kişiler, geriye döndüler mi, elli yıldan berisini göremiyorlar! Bizimki de öyle olmuştur. On ile yirmibeş yaşlarımız arasındaki bir hâtırayı bugüne getirip özetleyeceğiz. Akordeon deyince aklımızdan geçenler şunlardır:
    1947’de göçüp, yedi yaşımızdan sonrasını yaşadığımız İstanbul’daki ilk üç yılımızda, tam beş kirâlık ev değiştirmiştik! Cebindeki parasıyla güyâ ticâret yapacak olan ama ticâretten habersiz babamız, bunun için eve yatırım yapmamaktaydı! Fakat, beşinci kirâlık evde fikri değişmiş olmalıydı ki, artık bir ev sâhibi olmaya karar vermiş, artık müstakil bahçeli bir ev satın almıştı. Doksanlı yıllara kadar mülkiyetimizde kalmış bu evin bizdeki en derin ve unutulmaz hâtırası, işte böyle andıkça elimizdeki fotoğraflarına bakıp, hâlâ hüzne gark olduğumuz bitişik komşumuz ve onbeş yıllık can arkadaşımız Oğuz’dur.
    Biz Oğuz’u, ona komşu olduğumuz 1950’in Eylül ayında tanımıştık. Üç-beş ay kadar küçüğümüzdü, ama neticede aynı yaştaydık. Oğuz aslında ikizmiş de, bizim onlara komşu olmamızdan az önce ikiz eşi Yavuz ölmüşmüş. Bir anlamda, ölen ikizinin yerini artık biz almıştık. Oğuz’la çok iyi anlaşıyor, günün neredeyse tamâmını birlikte geçiriyorduk.
    Oğuz ve ikiz eşi Yavuz hasta doğmuşlarmış, ikisinde de kâlp romatizması varmış. Yavuz zâten bu yüzden ölmüşmüş. Oğuz da, gene bu yüzden çok dikkatli olmaya, özellikle yorulmamaya çalışırdı. Âilesiyse, her anne-babadan çok daha fazla üstüne titredi. Oğuz, ilkokuldan sonra da aynı gerekçeyle orta okula gönderilmemiştir. Bu ise, onun ruhunda büyük buhranlar doğurmuş olup, mutsuzluğunu da berâberinde getirmiştir. En yakını olarak bize de bin tembih edilirdi ki, onu fazla yormayalım, hattâ, mümkünse bizim dışımızda da yorulmasına engel olalım. Fakat biz de çocuğuz. Haydi genciz diyelim. Bu tembihlere rağmen, ısının güneşte kırkdört derece olduğunu ertesi günkü gazetelerden öğrendiğimiz bir gün, Oğuz’la, hem tam öğle vaktinde çekilmiş fotoğrafımız vardır! Burası, Topkapı’daki bir futbol sahasının santra noktasıdır!
    Diğer yandan ve diğer arkadaşlarımızdan değişik müzik enstrümanları çalanlar vardı. Akordeon, bateri, saksafon, trompet… Biz de, kendimize kadar ve kendimiz için ağız mızıkası çalardık meselâ! Oğuz belki buradan ilham almış olacaktı ki, birden müzisyen olmaya karar vermişti. Fakat, Oğuz bizim gibi amatör değil gerçek bir müzisyen olacaktı! O târihlerde İstanbul Radyosunda çalan çok yönlü yabancı bir virtuöz vardı: Antonyo Dumeziç. Hırvat baba, İtalyan anneden doğan Dumeziç Bomonti’de otururdu. Oğuz gitti bu adamı buldu. Konuştu ve anlaştılar; üç yıl süreyle de akordiyon dersi aldı. Üç yıl sonra, artık Oğuz da olmuştu bir virtüöz! Parmakları bas’lar ve tuş’lar üzerinde kelebek gibi uçuşurdu. Çalamadığı ve iyi icrâ edemediği melodi yoktu Oğuz’un! Bir Alman Hohner ve bir İtalyan Scandali akordiyonları vardı. Bunları omzuna astımıydı, dinlemeye doyulmazdı. Neler çalmazdı ki!
    Gene aynı hoca yâni Antonya Dumeziç ve Oğuz’un evindeki Scandali markalı siyah piyano… Oğuz, hemen arkasından piyanoya başlamıştı. Yirmiüçünde biz askere gittiğimizde, Oğuz çürüğe çıktığından evindeydi. Ancak, artık ciddî bir mesleği vardı Oğuz’un. Bunu da değerlendirecekti elbet. Gitti, zamânın Beyoğlu’sundaki eğlence mekânlarından biriyle anlaştı ve çalmaya başladı. Artık profesyonel bir müzisyendi.
    Bir de orada, çalıştığı yerdeki konsomatris kıza vurulacağı tutmuştu. Keşki tutmasaymış! Zâten pamuk ipliğiyle bağlı bulunduğu hayattan ayrılmasına, Ankaralı bu kız âdetâ yardımcı olmuştu! Antalya’dan İstanbul’a döndüğümüzde, Oğuz’un ölümü üstünden (12.07.1965) henüz iki gün geçmişti. O gün, mezarının henüz tâze toprağını okşamaktan başkasını yapamamıştık.
    İşte! .. Dinlediğimiz valsler... Bunun bize hatırlattığı enstrümanlar ve akordiyon… Akordiyon diyerek “Antoloji.Com”a girişimiz…
    …ve şimdi gözlerimizde, sizin göremeyip anlayamayacağınız yaşlar!
    Mete Esin

  • Hadrianopolis

    27.02.2007 - 00:01

    Hadrianopolis...
    İkibin yılı aşan bir geçmişten gelen Edirne, bu sürede bir-çok kavimle karşılaşmış ve o kavimlerin dilleriyle de söylenip-yazılmıştır. Bu söyleniş ve yazılışlar çok defâ onun adı olmuşlar, ama bâzı defâ da sâdece bir sıfat veyâ bir unvan olarak kalmışlardır. Pekiyi… Edirne’nin isim, sıfat ve unvanları acaba neler olmuş ve ne kadar olmuştur? Bu yazımızda işte bunu anlatmak amacındayız.
    Öncelikle şunu bilmeliyiz ki, Edirne, dünyânın önemli bölgelerinden biri üstünde, ikibin yıldan daha uzun bir süredir yaşanan mekân, târih boyunca aynı önemi arz etmiş bir yolun üstündeyse, içinden geçilmek zorunda kalınan kapı olmuştur. Geçmişten günümüze Bura’da kimler yaşamış ve bu kapıdan kimler gelip-geçmişlerdir? Şimdi bu hususa bir bakıp, göz atalım: Edirne, bölgeye adları verilen Traklar’la târih sahnesine çıkmıştır. Bölgenin bildiğimiz ilk konumunda, Traklar’ın en yakın komşuları batıda Makedonlar, Tuna’nın kuzeyindeyse İskitler’dir. MÖ’ki binin henüz sekizinci yüzyılında güneyden gelen denizci Yunanlılar, Trakya’nın diğer sınırları durumundaki Ege, Marmara ve Karadeniz kıyılarında görülüp, buralarda koloniler kurmaya başlamışlardır. Aynı Yunanlılar, daha sonra içerilere nüfuz edeceklerdir. Edirne, o sıralarda çok yeni bir yerleşim noktasıdır. Başlarda, köy diyebileceğimiz bir yer olması muhtemeldir. Belki de çevresi için bir pazar yeridir. Edirne, MS 123-4’te Roma İmparatoru Hadrianus eliyle Roma şehir statüsüne sokulacaktır. Aynı sırada ismi de Hadrianus şehri anlamında değişerek...
    Trakya’da târih boyunca görülen egemenlikler şöyledir: Traklar’ın kendileri, bugünkü İranlılar’ın ataları Persler, yakın komşu Makedonlar, İskender’in ölümü ardından O’nun generali matedon Lisimachos’un süreksiz devleti, Sûriyeli Selevkîler, Bergama Krallığı, Mısır’dan aslen Makedon olan Ptolemaioslar, Romalılar, Bizanslılar, Latinler ve iki Bulgar Krallığı… Trakya’nın uzak-yakın geçmişinde, bundan başka kısa dönemler de yaşanmış bulunmaktadır. İstilâ ve işgâller gibi. Bu meyanda da şunları sayabilmnekteyiz: Avarlar, Daklar, Dardanlar, Galatlar (Keltler) , Gepitler, Getler, Haçlılar (Latinler de bunlardan sayılabilirler) , İllirler, İskitler, Slavlar, Kumanlar, Macarlar, Moesler, Ostrogotlar, Peçenekler, Ruslar, Sarmatlar, Sırplar, Osmanlı öncesi Tatarları, Uzlar, Vizigotlar, Yazigler… Bu arada şunu da belirtelim ki, Getler’in, ayrı bir kavim olmayıp Traklar’ın bir boyu oldukları da düşünülmektedir.
    Edirne içinde yaşayan toplumlara gelince: Değişik dönem ve sürelerde olmak üzere ve alfabetik sırayla; Almanlar, Bulgarlar, Dubrovnikliler, Ermeniler, Fransızlar, İranlılar, Katalanlar, Normanlar, Raguzalılar, Rumlar, Ruslar, Rumenler, Sırplar, Venedikliler, Yahudiler, Yunanlılar ve diğer Slavları sayabilmekteyiz. Edirne’yi konuşup, dillerinde ona bir yer verenler, elbette ki bunlarla sınırlı kalmamışlardır. Geçmişinde bir dünyâ şehri olan Edirne’ye, elbetteki başkalarınca da isimler verilmiştir.
    Edirne, târihinin en büyük nüfusuna Osmanlı devrinde, 18. yy’da ulaşmıştır. O devrin nüfusu, bâzı târih yazarlarının iddia ettikleri kadar, yâni üçyüz küsur bine varamaz ama, yapılan hesaplara göre gene de günümüzden fazla olmak gerekir. O Edirne; İstanbul, Kahire, Paris, Londra, Milano gibi şehirlerle birlikte zamânın dünyâsında en büyükler arasında yer almaktadır. Bu derecede büyük ve önemli bir şehrin, her toplum için konuşulacak bir yanı olmalıdır ki, mutlakâ da böyle olmuştur. O hâlde, Edirne’nin bütün bu dillerde ve hem de birden fazla biçimde isimleri söylenmiş ve yazılmıştır. Biz, bugün kullandığımız Edirne biçimi dışında olarak bâzılarının yazımı yalnız bir harf farkıyla değişen yüzü aşkın isim, sıfat ve unvan tespit ettik. Herhâlde ilgi çekici olacak tespitimizi alfabetik sırayla aşağıda yazıyoruz:
    “Adona, Aderyana, Adranos, Adrenoble, Adrenople, Adriana, Adrianapoli, Adrianapolim, Adrianapolin, Adrianapolis, Adrianapolitanorum, Adrianopel, Adrianople, Adrianopolitanus, Adrianopolito, Adrianoupoleos, Adrianoupolis, Adrianu, Adrianubuli, Adrianupleos, Adrianupoleos, Adrianupolin, Adriaupolis, Adriaupleos, Adrinopolis, Adrinopolitane, Adrinibuli, Adriyanu, Adriyauples, Andinopolitane, Andnenoble, Andraanopoli, Andranapoli, Andranopoli, Andranos, Andrenoble, Andrenople, Andrenopoi, Andrenopolli, Andrenopolu, Andrenopoly, Andrianopolitana, Andrine, Andrinople, Andrinopolis, Andrinopolitane, Andriuyanon, Andriyanou, Andriyanovi, Andriyanupoli, Andronopoli, Andronopolis, Andryianovi, Anıdrriyanavi, Anıtkent, Antrianopolis, Ardenople, Âstâne-i Edirne, Dandrinopla, Dâr-al Fath, Dâr-al Mülk, Dâr-al Nasr, Dâr-al Nasr va’l Maymana, Dâr-al Saltana, Dar-el Feth, Dar-ül Meymene, Dar-ül Mülk, Dar-ün Nasr, Dar-üs Saltana, Edren, Edrene, Edrenos, Edrin, Edrinaboli, Edrinabolu, Edrine, Edrinus, Edrona, Edrone, Edrune, Endriye, Goneis, Gonni, Gonnoi, Hadrianopoli, Hadrianopolim, Hadrianopolin, Hadrianopolis, Hadrianopolun, Hadrianopoleos, Hadrianupolis, Hadrianoupoleos, Mahmiya-i Edirne, Mahmiyet-i Edirne, Mahmiye-i Edirne, Mahmiyye-i Edirne, Mahrûsa-i Edirne, Mahrûse-i Edirne, Odrin, Odris, Odrisa, Odrisia, Odrisum, Odrisya, Odrusa, Odrys, Odrysai, Odrysais, Odrysois, Odrysos, Odryssois, Odryson, Oresta, Orestas, Orestia, Orestiada, Orestiadas, Orestiam, Orestias, Orestu, Orestuias, Orestus, Sinan-kenti, Tahtgâh-ı Edirne, Uscodoniam, Uscudama, Uscudamam ve Uskudama.”
    Yukarıya, Edirne’nin “Edirne” isminden başka yüzyirmisekiz ismi, unvan ve sıfatıyla bunların çeşitlemelerini yazdık. Ancak… Bunların içinden son dördünün, ki bunlar aslında bir ismin çeşitlemeleridirler, aslında Edirne’ye ait olmayıp, Edirne’nin kuzey batısındaki başka bir yerleşimin (Bulgarya’nın Üsküdar köyü) olduğuna ilişkin ayrı bir târih tezi daha vardır. Bu tez bize doğru görünmekle birlikte, hâlen iki görüş de derece-derece geçerliklerini korumaktadırlar.
    Yazımızda Edirne bazında ele alıp özetlediğimiz Hadrıanopolis budur, burasıdır.
    Mete Esin

  • Ihlamurlar Altında

    17.02.2007 - 23:08

    Merhabalar,
    22 Şubatta, yâni sâdece beş gün sonra altmışyedi yaşıma vedâ ediyorum. Bundan sonra ver elini altmışsekiz! Evliyim ve iki oğlum vardır. Büyüğü henüz evlendiğinden torun için biraz beklemek durumundayız!
    Altmışyedi yıl… Buradaki gençler için ne kadar da uzun bir ömür! Değil mi? Oysa, ben daha ne olup bittiğini bile anlamadan buraya vardım! Büyük şâir Nâzım Hikmet bir şiirinde, zamânın hızla akıp gidişini “Boğazlanan bir çocuğun kanı gibi aktı zaman.” diyerek anlatır. Evet, haklıymış Nâzım. Gerçekten de böyleymiş; işte böylesine aktı zaman!
    Ancak… Geçmişte bir zaman ben de herkes gibi bir gençtim. Öğrenciyken yabancı dil olarak Almanca’yı seçmiştim. Bu dalda oldukça da iyi sayılırdım. Dilimi daha da geliştirmek için, çoğu Almanya’dan olmak üzere bir çok yabancı mektup arkadaşları edinmiştim. Sık-sık birbirimize yazar, bu arada yaşadığımız çevreyi tanıtmak üzere de kartpostallar gönderirdik. İşte bu mektup arkadaşlarımdan biri zamânın Doğu Almanya’sı ve Doğu Berlin’inde yaşardı. Gönderdiği siyah-beyaz kartpostalların bir kaçında, iki yanı boydan-boya ağaçlı, geniş bir bulvar görünürdü. Kartın arkasına bakıldığında okunan Almanca yazı ise şuydu ki, Türkçe’ye çok yakın bir biçimde okunur: Unter den Linden.
    Yâni… Yâni, “Ihlamurlar altında”!
    İşte bu söz… Evet, işte bu bir söz, beni almış da, tâ eliiki yıl geriye götürmüştür. Sözün, benim için anlamı budur.

  • vali fahri yücel

    26.01.2007 - 02:08

    Vâli Fahri Yücel…
    Edirne’de, Şehr’in eski bir semtinde “Koyun Baba” denilen bir türbe vardır. Toplumun belli kesiminden bir takım çâresiz kadın ve kızcağızların ziyâret ederek, tabiatıyla olmayacak dualar ettikleri bu türbe, gâlibâ bir Alevî pîrinin mezarıdır. Mezar, son derecede harap bir hâldeyken, Edirne Borsasınca onarılıp, yüzü-gözü temiz bir duruma getirilerek, Şehr’e küçük çapta bir hizmet verilmiştir. Çevreyi ve görünümü kirleten bir unsurun, böylece giderilip ortadan kaldırılması elbette ki isâbetli bir karar ve icraat olmuştur. Ancak… Neden ve nereden gerektiyse, onarım sonrası Cumhûriyet’in devrimleri hiçe sayılıp, türbe için bir de açılış töreni düzenlenmiştir ki, işte bu hiç olmayacak şeydir! Ne var ki, Edirne’de olmuştur.
    Daha olmaması gereken ise, Borsa’nın düzenlediği törene Edirne yeni Vâlisi Fahri Yücel’in katılıp, böyle bir açılışa önder olmasıdır. Edirne’ye nereden geldiğini değil ama, Zonguldaklı olduğunu bildiğim söz konusu kimlik, bundan sonra bir süre Edirne Vâliliği yapmıştır. Tâ ki, amansız bir hastalık onu alıp ebediyete götürene kadar.
    Türbe konusu, kendisi için tâlihsiz bir rastlantı mıydı, yoksa bilinçli bir davranış mı? .. Bunu hâlâ daha anlamış değilimdir.
    Öte yandan, Edirne Vâliliği bünyesinde bir fon vardır. Maddî desteğini, mevzuâta tamâmen uygun olarak Kapıkule gümrüğü işlemlerinden alınan bir harçtan sağlayan bir fon… Vâli Fahri Yücel bu fonu görevde bulunduğu son güne kadar kullanarak, Edirne eski ev ve başka binâlarını onartıp restore ettirmiştir. Bunların, bundan sonra onlarca yıl daha ayakta kalabilmelerini sağlamıştır.
    Benim hâtıram ve belleğimdeki Vâli Fahri Yücel, işte bu türbenin açılışı ve onarılan bir takım eski eserlerle şekillenmiştir.
    Soruşturması ölümünden sonra da devam eden ve fakat olumsuz bir sonuç çıkmayan Edirne Vâliliği dönemi icraatı için, bende kalanlar bunlardır.

  • edirne

    01.12.2006 - 13:15

    Edirne Târihçesi
    Trakya denilip, Bulgaristan'ın tamamı (bâzı kaynaklar kuzey sınırını Balkan dağlarıyla sınırlamaktadırlar) ile Yunanistan'ın Selânik'ten doğusu (Batı Trakya) ve Türkiye'nin Avrupa yakasını (Doğu Trakya) anlatan toprağın bilinen ilk sâkinleri Traklar'dır. Bu toprağın Trakya (Trak ülkesi) adı da esâsen Onlar'dan gelmektedir. Bölgenin belli-başlı yerleşim birimlerinden Edirne'nin şimdiki Kaleiçi semti yerinde, oymakları sayısı kırktan fazla Traklar'dan, Bettegeriler ve özellikle de Odrisler'in yerleştikleri bilinmektedir. Buraya nereden geldikleri ve kökenleri hususu aydınlık olmayan Traklar, Edirne'nin yerinde bir köy veyâ pazar yeri kurmuşlardır. Odrisler'e bağlı olarak yerleşimin adına bu yüzden Odrisia denmiştir. Şu var ki, Bölge'nin, bundan çok önce, MÖ 5000-4000 yıllarına rastlayan kendi cilâlı taş devrinden beri iskân edildiği, Edirne yakınındaki Çardakaltı mevkiinde yapılan arkeolojik kazıların sonuçlarından anlaşılmaktadır. Buradan çıkarılan kültür materyalleri hâlen Edirne Müzesinde sergilenmektedirler
    MÖ 340 'ta, Büyük İskender'in babası II. Filip'in iktidarı ve komutasındaki batı komşusu Makedonlar, Trakya'yla birlikte Edirne'yi de ele geçirmişlerdir. Odrisia adı bu sırada Orestias diye değiştirilecektir. Trakya, MÖ 168'den beriye ve adım-adım bu defa Ro-malılar'ın eli ve iktidarına geçecektir. Roma İmparatoru Publius Aelius Hadrianus, MS 123-124 'te Trakya'yı gezdiği bir sırada Orestias'a da uğramıştır. Hadrianus, Roma şehir hukuku bahşettiği Orestias'ı surlarla çevirttiği gibi yeniden kurdurmuş, adını da kendi adıyla değiştirip Hadrianopolis (Hadrianus şehri) demiştir. Günümüze kadar, yüzotuz kadar adı, unvanı ve bunların çeşitlemelerini gördüğümüz Edirne'nin üçüncü adı budur. Şimdiki adına da, bir çok değişikliğe uğradıktan sonra bu Hadrianopolis'ten gelinecektir.
    Roma devrindeki Edirne, yeni statüsünün de katkısıyla daima ilk sıralarda bulunmuş, daima gözde ve daima elde tutulmak, ele geçirilmek istenen yer olmuştur. Bu çerçevede pek çok iktidar kavgasının içinde, olaylarla savaşların ya ortasında veyâ yakınında görülmüştür. Edirne, Roma İmparatorluğu'nun MS 395'te Katolik-Ortodoks inanç esâsı üzerine ikiye bölünmesiyle, XVII. yüzyılda adına Bizans denecek Doğu-Roma bölgesinde kalmıştır. Bizans'ın Edirne'si, önceki döneme göre çok daha hareketli yıllar geçirecektir.
    Bizans'ın iç çekişmelerinde odak noktası olan Edirne, Bizans-Bulgar arasında da defalarca savaşlara konu olacak, iki devlet arasında bir çok defa el değiştirecektir. Ancak, kısa süreler dışında sonuç itibariyle her zaman Bizans'ın olacaktır. Ayrıca; Atilla komutasındaki Hunlar, Türk-Avarlar, Türk-Kumanlar, Türk-Peçenekler, Ruslar ve Gotlarla başkaları, gerek Edirne'de gerekse çevresinde sık-sık görülecekler, kazanacak veyâ kaybedeceklerdir. Edirne, Haçlılar'ın Bizans'a egemen oldukları 1204-1261 yılları arasında kalan bir dönemi, büyük ve önemli karışıklıkları yaşayarak geçirecektir.
    Bizans, Haçlılar'dan sonra topraklarında yeniden egemen olacak ise de, diğer yandan büyük çalkantılar geçirerek gün-günden zayıf düşüp-gerileyecektir. Bir süreden beri Bizans ile yakın ilişkiler kuran Osmanlılar, bâzen istek üzerine bâzen kendiliğinden, bu Devlet'in iç işlerine karışmaya başlamışlar, bu sırada Edirne'yle de tanışmışlardır. Böylece 1361'e gelinmiştir ve Edirne bu târihte artık Türkler'in elindedir.
    Edirne alındığında Osmanlı'nın başkenti olan Bursa, konumunu 1365'e kadar sürdürecektir. Bundan sonra ise, Bursa durumunu korumakla birlikte, Dimetoka'yla Edirne ikinci ve üçüncü başkentler olarak araya gireceklerdir. Yıldırım Beyazıt Timur'a karşı kaybedip esir düşünce, oğullarından Emir Süleyman, Bursa'daki devlet hazînesini yanına alarak Edirne'ye gelmiş ve 1402'de burada hükümranlığını ilân etmiştir. Edirne, bundan sonra Osmanlı'nın bir ve mutlak başkentidir. 1453'te İstanbul alınmakla, başkent hemen taşınmamıştır. İstanbul'un onarımı ve bir başkent olarak hazırlanmasını bekleyen Edirne, muhtemelen üç-beş yıl sonra (1457 olabilir) ikinci başkent durumuna düşecektir.
    Osmanlılar, 1453'ten sonra dahi Edirne'den kopmadan devleti yönetmeye devam edeceklerdir. Osmanlı, varlığını hemen tamamen Rumeli'nde gösterdiği cihetle, Edirne'nin ikinci başkent sıfatını kaybedip gözden düşmesi için, en az bir üçyüz yıl geçecektir. Bâzı Padişahların, 1453'ten sonra dahi Edirne'de kılıç kuşanmaları, Edirne'de yaşamaları, İstanbul'a gidip hemen geriye dönüşleri, elçi kabûlleri, atamalar yapmaları, savaş kararları almaları, tâ 1700'e doğru bir yandan yeni köşk ve yazlık saraylar yaptırırlarken, diğer yandan da eski sarayları onartıp yeni bölümler eklemeleri ve genişletmeleriyle benzeri diğer icraatları buna örnek gösterilebilirler. 1575'te tamamlanan Selimiye Camisi de, Edirne'de yaptırılmış olmakla, aynı konudaki başlı-başına ve muhteşem bir gösterge
    sayılmalıdır.
    Edirne'nin, İstanbul'la birlikte başkent olduğunun bir önemli göstergesi de şudur ki, her ikisi eşit ve özel bir statüyle yönetilmişlerdir. Gerek Edirne ve gerekse İstanbul; Kadı, Cebecibaşı, Subaşı, Dizdar, Topçubaşı,Yeniçeri Ağası özellikle de Bostancıbaşı denilen kişilere emânet edilmiş olup, bu görevliler yalnız belediye sınırları içinden sorumlu kılınmışlardır. Edirne'yle İstanbul'un, bu dönemde ilçe ve köy gibi bağlı birimleri olmamışlardır.
    Edirne, târihinin en parlak görünümüyle en yüksek nüfusuna gene bu dönemde ulaşacaktır. Nüfusunun üçyüzellibin olduğunu veren bilgi kaynağını biz abartık bulmaktayız. Ancak... Londra, Paris, Kâhire, Milano ve İstanbul'la birlikte dünyânın en büyük şehirleri arasında olduğu 1700'lerde, Edirne nüfusunun bugünkünden daha fazla olabileceğini, kabûl etmek zorundayız. Ki, bu da eldeki verilere göre her hâlde yanlış olmayacaktır.
    Edirne, Türklerin eline geçtiği 1361'den sonra; 1829 ve 1878'de Ruslar'ın, 1913'te Bulgarlar'ın, 1920'de Yunanlılar'ın istilâlarına uğramıştır. Bunlar Edirne'de, bugünlere kadar kalan maddî-mânevî izler bırakmışlardır. Öncelikle, Osmanlı devrinin nüfusundan Edirne'de geriye kalan âileler, bugün iki elin parmaklarından daha az sayıdadırlar!

    Mete Esin [[email protected]]

  • manav

    05.06.2006 - 18:43

    Manavlık üzerine…
    (…manav bir ırktır ama en kral türktür) (Türklerin yörüklükten yerleşik hayata geçmesiyle ve daha çok sebze meyve yetiştirip çiftçiliğe yönelmesiyle aldığı isim. Ayrı bir ırk olmasa gerek)
    Burada, Manav kavramı üzerine söylenenler, hem eksik hem de kısmen yanlıştırlar. Konuya ilişkin aşağıki bilgi bu münasebetle kaleme alınmıştır. Konu, Anadolu Türklüğünün târih ve etnolojisi açısından son derecede ilgi çekicidir. Aynı konu, Anadolu’da özellikle yaşlılar arasında açıklıkla bilinmesine rağmen, konuşulmak ve yazılmaya sıra gelince, belki bir tabu olarak görülüp üzerine gidilmemiştir.
    Bugün “manav” denildiğinde, Ülke’nin bir ucundan diğerine aynı şey anlaşılmaktadır. Bu şey, bir dükkân veyâ sergide sebze-meyve satan esnafın ta kendisidir. Söz, başka hangi komşu dillerde görülmektedir? denilecekse… Manavis şekli ve bizdeki anlamıyla Yunanca’da vardır. Esâsen bize de oradan geçmiştir. Bunun yanında, yakın bir söyleyiş ve gene bizdeki anlamıyla, belki Arap ve başka Balkan dillerinde de olabilecektir. Söz edilen yerlerin bir zaman Osmanlı toprağı olduğu hatırlanacak olursa, böylesine düşünmek mümkün olmaktadır.
    Bundan başka, bugün Ege’den Kayseri-Sivas’a (belki daha da doğudaki Fırat’a) varan alanda yaşayan bir kısım vatandaşlarımıza da “Manav” denildiği mâlûmdur! Ya bu ne olabilir? Her iki manav kavramı arasında, etimolojik bir bağ bulunduğu yüzde-yüz gibi görünmektedir. Pekiyi… Acaba manav nedir ve etimolojik gördüğümüz aradaki bağ ne olabilir? İşte, şimdi bunu irdeliyoruz.
    Geçmiş imparatorluklar arasında, tarihte bugünlere varan derin izler bıraktığı şüphesiz Roma, en geniş sınırlarına ulaştığında Orta Doğu’da Araplarla komşu olmuştu. Araplar, artık bitiştikleri bu komşularına haliyle bir isim vereceklerdi ki, “Rûm” demişlerdi. Arapların ağzındaki Rûm; dili, devleti, ülkesi ve halkıyla tamâmen Roma’yı anlatmaktaydı. Bütün bir İslâm dünyâsında bugün de geçerliğini koruyan Rûmî sözünün kaynağı zâten budur. Şu var ki, Rûm en çok da Anadolu’yu anlatıyordu. Ancak Roma’nın devlet dili Latince’yken, Anadolu’da ve Balkanların bir kısmıyla, Akdeniz’e yakın Sûriye ve Lübnan, Ürdün, Filistin hatta kısmen Mısır ülkelerinde, Roma’dan önce ticâret kolonileriyle buralarda bulunup, derin bir kültür baskısı kurmuş Yunan dili konuşulmaktaydı. Rûm veya Rûmî sözü, buralarda konuşulan Yunanca’ya Arapların verdiği isimdi. Ayrıca, Rûm’a âit olan her şey Araplarca gene Rûmî’ ydi! Biz Türkler ise, böyle uzatılarak söylenen Rûm sözünü dilimize uydurup Rum’a çevirmiştik.
    Yunanlıların bulunup, dillerinin konuşulduğu alan aslında bu kadarla sınırlı olmayıp çok daha geniş ise de, bu bizim buradaki konumuzun dışına çıkmaktadır.
    Gelelim Anadolu Rumlarına… Burada Anadolu demekle sözün şimdiki anlamını kastediyoruz. Yoksa… İyonların Anatoliya dedikleri eski Anadolu bu kadar geniş bir alan olmayıp; Ege’den içeriye doğru Orta Anadolu’nun batısı demekti. Anadolu, o zamanki bölgenin Ege’ye göre coğrâfî durumunu anlatmaktaydı.Yani; İyonların (Yunanlıların) Ege’ye yerleşip, yerel halkla karışmaya başladıkları MÖ 1000’lerin İyonya devleti döneminde; Ege’ye göre doğudaki ülke demekti!
    Pekiyi, kimlerdi bu Rumlar? .. Biz buna, Türklerle başlayan döneme göre cevap verelim. Türk unsurlar, 1071’de, Selçuklular adıyla gene bugünkü coğrafyaya göre Anadolu diyeceğimiz topraklara geldiklerinde, burada belli-başlı üç etnik unsurla bunların dilleri vardı: Fırat yayının dışındaki alanda yaygın olarak yaşayan Rumlar, hemen her alana dağılmış ve azınlıktaki Ermeniler ile güney-doğunun Arapları. Etnik bir birlik-bütünlük sağlayamadıkları gibi, bir kültür dili geliştirememiş Kürtler, bugünkü bölgenin dağlarında gene dağınık durumdaydılar. İyonların kültür potasında erimiş Rumlar, (bunların azı esâsen İyon yani Yunanlılardır) başka hangi topluluklarla karışarak ortaya çıkmışlardır? Anadolu bütününde daha önce yaşamış halkları bilince, bu sorunun da cevâbı son derecede basitleşmektedir.
    Geçmişte ve günümüzde, bâzı toplumlar (Türk ve Türkiye gibi) adlarını ülkelerine verirlerken, bâzıları da adlarını (İtalya ve İtalyan gibi) ülkelerinden almışlardır. İşte, biz burada bu ikisini birlikte değerlendiriyoruz. Rumların soy analizini yaptığımıza göre de, Fırat yayı içine girmeyeceğiz. Hatti… Evet Hatti! İşte, Anadolu denilip ilk hatırlamamız gereken etnik isim bu olacaktır. Hattilerin, Anadolu’
    ya sembol olmuş Hititlerle bir etnik bağları olacağı düşünülmektedir ki, diğer karîneler yanında isim benzerlikleri dikkat çekicidir. Hititleri zâten anıyoruz. Güney-batı Anadolu’da onlara akrabâ Luwi’ler vardır. Hurri, Mitanni, Subar ve Urartular Fırat’ın ötesindedirler. Asur, Akat ve Sümerler gene böyle. Truvalıları, Kastamonu çevresinin Pala’larıyla Sinop dolayından Kaska’ları sayalım. Traklarla akrabâ Bithynialılar, ki Batı Karadeniz kıyısından ve Marmara’nın doğusundan içeriye doğru yaşamışlardır. Onların doğu-güneyinde gene Traklarla akrabâ olan Phrygialılar. Ünlü Herodot, bunların Ermenilerin ataları oldukların yazmaktadır. Phryglerin doğusunda ve onlara akrabâ sanılan Muşkiler. Ege içinden Lydialılar. Balıkesir ve çevresindeki Mysialılar. Ona güneyden komşu Aiolialılar. Kastamonu, Çankırı, Zonguldak ve Sinop dolayında Paphlagonialılar. Eflâni adı bunlardan kalmıştır. Aydın-Muğla çevresi Karialıları ve Lelegler. Antalya-Muğla arasında Likialılar. Burdur-Isparta üstünde Pisidialılar. Adana ve çevresindeki Kilikialılar. Bugün de bilinen yerinde Kappadokialılar. Konya ve Karaman bölgesinde Lykaonialılar. Samsun dolayında Mariandynler. Erzurum dolayında Khalybler, Taokhlar ve Phasisler. Erzurum-Trabzon arasında Skythler. Samsun-Zonguldak arasında yaşayıp İyonların Makron dedikleri. Doğu Karadeniz’deki Kolkhlar. Trabzon’a yakın Drilalar. Giresun-Ordu çevresi halkı Mossynoikoslar. Trabzon’dan öte Moskhoslar. Ordu dolayında Tiberonoslar. Karadeniz’in doğusunda yaşamış Mares halkı. Antalya’da Pamphylialılar. Ankara ve çevresinde Galatlarla, yoğun olarak Ege ve Pontus’taki İyonlar. İyonlar aslında karışık ve dağınık olarak bütün kıyı kesimlerinde bulunmuşlardır. Mûsevî gibi küçük azınlıkları dikkate almamaktayız. Onlar, zâten konumuzun da dışındadırlar.
    Roma’nın egemen olduğu Anadolu’daki durum, başlangıçta özetle böyleydi. Roma bölünerek, bunun doğusuna şimdi Bizans dediğimiz devlet kurulduğunda, burayı zaman-zaman Araplar ziyârete geldiler! Öyle hemen de dönüp gitmediler. Meselâ, Adıyaman’ın eski adı Hısn-ı Mansur Arapça olarak bu dönemden kalmıştır. Bir de, Balkanlardaki Türkler vardı. Kuman, Uz, Peçenek adlarıyla anılan bu Türkler, Doğu Roma’yı rahat bırakmıyorlardı. Bunlarla kâh savaşıp, kâh uzlaşan Roma, uzlaştığında bâzı Türkleri Anadolu’ya yerleştirebiliyordu. Nitekim Selçuklular geldiğinde, Kayseri-Konya arasıyla bunun geniş çevresinde bir hayli Türk vardı. Hattâ bundan öncesi, Malazgirt’te Diyojen’i terk ederek Alparslan’ın saflarında yer tutanlar bu Türklerdi. Türkçeden başka bir dil bilmedikleri hâlde dinleriyle Hıristiyan olan ve kendilerine ayrıca “Karamanlı” dahi denilen bu Türkler bile, Rum sayılmaktaydılar. Türk Karamanlılar, gene Rumluk kavramı içinde Cumhûriyet’ten sonra Yunanistan’a gönderilmişlerdir. Bütün bunların üstüne şunu da eklemek gerekecektir ki, doğu ve batı arasındaki doğal bir köprü olan Anadolu’dan, târih boyunca nice-nice kavimler gelip-geçmişlerdi!
    İşte… Selçuklular Anadolu’ya girdiklerinde Doğu Roma yani Bizans tebaası bu unsurları, Rum adı altındaki tek bir toplum olarak bulmuştular. Selçuklu ve Osmanlı egemenliğinde geçen ilk birkaç yüz yılda, sebeplerine inmeden ifâde edelim ki, Anadolu’da bireysel, âilece ve bâzen de daha büyük bir toplulukla din değiştirenler görülmüşlerdir. Bu yönde davranış gösterenler yalnız Rumlar olmayıp, Ermeni, Mûsevî ve Karamanlı Türklerde de benzer dönüşler olmuştur. Ancak, bu konudaki büyük sayı Rumlar ve onların arasındaki Karamanlılar adına olandır. Bunun için çok çarpıcı bir örnek Isparta’nın İslâm köyüdür. Peçenek aslından Karamanlıların oturduğu adlarıyla ve dilleriyle tamâmen Türk olan bu köy, 1692’de papazlarıyla birlikte İslâm dinine geçmiştir. Eski inancın kalıntısı kilise artıkları ise, Köy’ün yakınında hâlâ ayaktadırlar! Bir Eskişehirliden dinlediğimize göre, Sivrihisar ilçe merkezinin durumu gene böyle toptandır! Bir başka örnek bundan da ilginç ve çarpıcıdır! Burdur’un Sagalassos denen bir ören yerinde, hâlen de devam eden kazılar yapılmaktadır. Kazı sırasında bulunan mezarlık içindeki iskeletlerin gen analizleriyle, bu kişilerin oradaki köyde yaşayıp kazıda çalışanların ataları oldukları anlaşılmıştır! Köylülerin -ki en az herkes kadar Türktürler- buna tepkisi şöyle olmuştur: Ne yâni, biz şimdi Rum muyuz! ?
    Konuyu kusursuz anlatabilmek için bu derecede bir ayrıntıya girdik. Sonuç îtibarıyla, bugünün Anadolu’sunda Manav denilen Türkler, yüzyıllar önce ihtidâ eden Rumların torunlarıdırlar! diyeceğiz. Biz bu konuyu tanıştığımız bâzı Manavlarla da görüştük. Şurada anlattığımıza tamâmen katılanlar da olmuştur, bunu ilk olarak bizden duyduklarını söyleyenler de! .. Doğrusu, bu husus da ilgi çekicidir!
    Öte yandan, Trakya’da Manav diye anılan bir etnik grup olmayıp, Çatalca ve Silivri dolayında yaşayan Patriyotlar vardır ki, bunlar da Manavlarla benzer bir geçmişin torunlarıdırlar. Gene Trakya-Vize’de, yaşlıların Manavlar Mahâllesi dedikleri bir yer bilinir. Burası, Mübâdele öncesinde Rumların oturdukları mâhâlleymiş. Durum şunu göstermektedir ki, yaygın söylenen adları yanında Rumlara bir de Manav denilmekteymiş. Yani, Manav denilenler yalnız Rum’dan dönüp İslâma giren ve artık Türk olanlar değil, Rumlar’ın tamamı olmaktadır. Anadolu veyâ Trakya fark etmeden, bunun böyle olduğu pek bellidir. Ülkemizin Anadolu bölgesinde artık Rum yaşamadığı cihetle, Anadolu yerlisi Türklerden başka Manav denecek kimse de yoktur.
    Atatürk “Ne mutlu Türküm diyene! ” demiştir. Bunu da, elbette ki lâf olsun diye söylememiştir! Hoş, neyi böyle söylemiştir ve hangi sözü lâf oladır ki! ?
    Buradan, sebze-meyve satıcısı manavlara gelirsek… Bâzı meslekler vardır ki, günümüzde de bir bölgeyle özdeş olmuşlardır: Kayseri ve ticâret, Karadeniz ve inşaat gibi. Manavlık mesleğinin de, önce daha çok Manav denilen kişilerce yapıldığı sonucunu çıkarmak pekala mümkündür.

    Mete Esin

  • avaramu

    05.02.2006 - 03:22


    Âvârâmu! ..

    1953 yılının başları olabilir veyâ da bir yıl sonrası. Zincirlikuyu’da, şimdiki İSOV Lisesi’ nin Orta Kısmı’nda yatılı öğrenciydim. Âilemin Eyüp’te oturmasına rağmen evci çıkmaz, bu cennet okuldan bir gecelik bile olsun ayrılmak istemezdim. Her haftanın cumartesi günü âilemi görmeye gider, haftalığımı alır, gene aynı yoldan geri dönerdim: Levent’ten 52 sayılı otobüs veyâ bulamazsam Mecidiyeköy’den (GS Stadı’yla Likör Fabr. arası) tramvayla Galata Köprüsü... Ora’dan vapurla ve elini Eyüp. Dönüş güzergâhıysa bunun tam tersi...

    İşte böyle bir cumartesi günü akşamı, İstiklâl Caddesi’nden tramvayla okula dönerken, iki veyâ üç sinemada birden aynı filmin afişlerini görmüştüm. Filmin ismi Âvâre’ydi. Aynı akşam, okuldan bir arkadaşımızın hoş bir terâne tutturduğunu duymuş ve yakın ilgi göstererek, bir çok arkadaş sormuştuk: Bu nedir, böyle birden nereden çıktı? .. gibilerden. Arkadaşımız, “Bugün Beyoğlu’nda şu sinemaya gittim. Âvâre, diye bir film oynuyordu. Film güzeldi, güzel de müzikleri vardı. Bu da onlardan biri ve birincisi.” demişti.

    Yukarıda da yazdığım üzere, müzik gerçekten hoş, hem de alışık olmadığımız değişik bir üslûptaydı. Yabancı ve uzak bir ülkeden olduğuna göre aslında bunlar pek tabiîydiler ya! Film, daha ilk haftasında İstanbul’da büyük bir sansasyon yaratmıştı. Durum inanılası gibi değildi! En kısa zaman sonra, neredeyse İstanbul’un bütün sinemalarına yayılmıştı. Filmin oynandığı gene bütün sinemalar dolup-dolup taşıyorlardı. Bu böylece aylarca sürdü-gitti. Meselâ Eyüp’te, adaşım olan Mete Sineması’nda Film’in altı aydan fazla bir süre vizyonda kaldığını hatırlamaktayım. Film uğrunda, millet birbirlerini kırmakta, sinema kapılarında izdihamlar görülmesi olağan sayılmaktaydı! Acaba, Âvâre’nin anavatanı Hindistan’da bu durum yaşanmış mıdır! ? Bunu bilmiyorum ama sanmıyorum da! .. Film, tabiatıyla taşraya çıkmakta fazla gecikmedi, bütün Ülke’ye yayıldı. Aynı şey her yanda aynen yaşandı. Baş rol oyuncuları, Kadın Nargis ve onun sevgilisi Erkek Raj Kapoor birer fenomen oldular! Hiç düşünemiyorum ki, bundan sonra dünyânın her hangi bir yerinde böylesi bir olay yaşanacak olsun. Nitekim, aradan geçen altmış yılda yaşanmamıştır.

    Âvâre’nin özgün konusu kadar müzikleri de ilgi çekmiş, sevilmiştiler. Özellikle Film’in adıyla adaş olanı. Evde, sokakta, diğer her hangi bir yerde… Dillerde bu müzikler vardı. Âvâre’nin ilk sözleri gâlibâ şöyleydiler: Ya garidişma hû âvârâmu. Asman katara hû âvârâmu. İkincisinin ise adını değilse bile, gene baştan kaç sözünü hatırladığımı sanmaktayım: Dam peri tabukale munera utünda… Bunun hecelemesi daha farklı da olabilecektir. Bu Film, Ülke’mize Hint müziğinin girmesi sonucunu da doğurmuştur. Neşe Karaböcek’in, adını bu türe borçlu olduğunu söylemek pekâlâ mümkündür. Hattâ, Hint tarzında yerli müzikler yapılmış, ancak bunlar uzun soluklu olamamışlardır. Gene bu türe başka bir bakış açısı ekleyerek, Arabesk’in Ülke’mizdeki öncüsü olmuştur, diyebiliriz.

    Bu akşam, tesâdüf sonucu TV’de Âvâre’nin bizde yapılmış dansını seyrettim. Oradan hatırlayarak internete girdim. Acaba müziğine rastlayabilir miyim diye. Farkında bile olmadan da buraya düştüm. Yazılanları okuduktan sonra kendimden de bunları ekliyorum.

    Bir de ilgi çekici not:
    Yaratılış îtibârıyla katı ve gerçekçi bir kişiliğimdir. Bu yüzden roman ve hikâye gibi, filmlere de dâimâ mesâfeli dururum. İstanbul’da dünyânın en iyi filmlerini görmüşümdür, ne var ki sınırlı sayıda! Nitekim, yukarıda anlattıklarıma rağmen ben Âvâre filmine gitmemişimdir! Ta ki otuz yıl sonrasına kadar! Film, otuz yıl kadar sonra her nasılsa bir daha önüme çıkınca, bu defâ merâkımı yenemeyerek gidip görmüşümdür!

  • lili marleen

    01.02.2006 - 05:26

    Lili Marleen…

    Hans Karl Hermann Gottfried Leip veyâ kısa adıyla Hans Leip, 22.09.1893’te Hamburg’da doğmuş bir Alman şâiri, roman ve hikâye yazarıdır. 1915 yılında asker sıfatıyla katıldığı Birinci Dünyâ Savaşı’nda, Marleen ismindeki hemşîre genç kızla tanışmıştır. Ancak, kendisinin bundan öncesinde Lili isimli kızla da gönül birliği olmuştur. Hans Leip, geleceğin bir şâir ve yazarıdır ya, bunun idmanlarına da asker ocağında başlamıştır ki, daha orada bu iki aşkını bir isim altında birleştirip şiire çevirmiştir. Leip’in Lili Marleen dediği şiirinde, genç bir kadınla asker sevgilisi anlatılmaktadırlar. Şiirin gerçek kahramanları, elbette kendisiyle o iki sevgilisidirler.
    Şu var ki, iki ayrı sevgili şiirde aynı isimle aynı kimlikte buluşmuşlardır! Kışla, kapı, fener sözleriyle başlayan şiir, oldukça duygulu ve etkileyicidir.

    Tam adı Norbert Arnold Wilhelm Richard olan Norbert Schultze de, 26.01.1911’de Braunschweig’da doğmuş gene bir Alman bestecisidir. Bu ikilinin ortaya koyacakları dünyâ ölçeğindeki kompozisyonun üçüncü kişisi, boğuk ve buğulu sesiyle Lale Andersen adında bir tiyatro oyuncusu ve şarkıcı kadın olacaktır. Lale Andersen Bremerhaven’de doğmuş (23.03.1905) olup, Danimarka’yı çağrıştıran soyadına rağmen o da bir Alman’dır.

    Bunlardan ilk ikisinin yolları 1938 yılında kesişmiş ve Hans Leip’in Lili Marleen şiiri bestesi üzerinde anlaşmaya varılmıştır. Beste tamamlanınca sıra bunun icrâsına gelecektir. Şâir ve Besteci, Lale Andersen’le işte bu noktada buluşmuşlardır. Beste ve icrâsının 1941’e kadarki mâcerâsı farklı-farklı yazılmaktadır. Tezlerden birine göre başlangıç hüsrandır. Başka bir teze göreyse, daha başlarda yediyüzbin satmış bir plak söz konusudur ki, sonraki gelişmelere bakılacak olursa bunun doğru olması gerekmektedir. Diğer yandan da Alman Hükûmeti cephelerdeki askerlerin morali için bir beste düşünmektedir. Özellikle, Libya-Mısır çölünde savaşan Erwin Rommel ordusunun morali için… Ayrıntılardan arınıp devam edersek, Beste, Belgrad’dan yayın yapan Alman askerî radyosuyla 1941’de bir çalınmıştır ki, dost-düşman ayağa kalkmışlardır! Böyle bir güfte ve onun duygu örülmüş bestesi, askerlerin savaş şevkini kıracak, diye Almanlarca hemen yasaklanmak bile istenmiştir. Ancak… Uyguladığı üstün savaş stratejisiyle büyük başarıları imzâlamış ve bugün hâlâ Çöl Tilkisi diye anılan bir general Erwin Rommel vardır. Askerlerinin duygularına tercüman olup, Hükûmeti’n kararına, bizzat ve derhâl karşı çıkmıştır. Sonuçta, Lili Marleen yayımlanmaya devâm olunmuştur.

    Olayın sonrası daha da ilginçtir. İlk yayının ardından Alman cephesi şöylesi bir dalgalanmıştır. Artık, her asker şarkıda biraz kendini bulmaktadır. Cephedeki Alman askerleri, yayın sırasında durup Lili Marleen’i dinlemekte, sonra kaldıkları yerden savaşa devâm etmektedirler! Peki, yalnız Almanlar mı? .. Müttefikler de aynen böyle! .. Müttefik askerleri, biraz marş biraz vals ritmindeki Almanca şarkının sözlerini anlamasalar da, son derecede yumuşak ve hazin bir ilâhî, âdetâ oratoryo karşısında ilgisiz duramamışlardır. İngiliz Hükûmeti, gerçeği kabûl etmek zorunda kalmış, güfteyi İngilizce’ye çevirtip, onlar da ayrıca yayına başlamışlardır! Her iki cephede de Savaş’ın sonlarına kadar ve her gün bir düzen içinde bu şarkı dinlenmiştir.

    Güftesi tam elli dile çevrilmiş melodi, sonraki bir dönemde gene bir Alman olan Hollywood sanatçısı Marlene Dietrich’le de özdeşleşmiştir. Filmleri yapılmış, bir süre de böyle gündemde kalmıştır.

    Hans Leip, doksan yıllık bir ömrün sonunda 06.06.1983’te İsviçre-Früthwilen’de, Norbert Schultze de doksanbir yılın sonunda 14,10,2002’de Almanya-Bad Tölz’de hayâtlarına vedâ etmişlerdir. Üçüncü kişi Lale Andersen’se, yakalandığı amansız karaciğer kanseri sebebiyle, çok daha erken târihte (23.03.1972) hayattan ayrılmış bulunmaktadır. Maria Magdelene Dietrich von Losch, yâni Marlene Dietrich’e gelince. 12.12.1901’de Berlin’de doğup, 06.05.1992’deyse Paris’te ölmüştür. O da, doksanbir yıl gibi hayli uzun bir ömrü yaşamıştır.

    Lili Marleen… O bir hâtırâdır ki, kendisini yaratanlar ve şöhrete kavuşturanlarla birlikte hâlâ yaşamaya devâm etmektedir. Dünyâ durdukça da edeceğe benzeyerek.

    Notlar:
    *Lili Marleen’in melodisi de dinlenmek istenecekse, şu Site’yi açarak çok az beklemek yeterlidir: “http://www.ergir.com/von_papen.htm” Bu Site’de, ayrıca başka bir yazı okunmak da mümkündür.
    *Lili Marleen’in bestesi şu adresten istenebilecektir: [email protected]

Toplam 80 mesaj bulundu