Trakya’da, Karadeniz’e çok yakın yerde Vize diye bir ilçe merkezi vardır. Hem târihî hem de güzeldir Vize… Henüz yedisini yaşarken buradan göçmüş olsak bile, Vize bizim doğum yerimiz ve yedi göbekten memleketimizdir. Bu yüzden, daha çok yaz mevsiminde Ora’yı ziyâret eder, gezer, tozar ve hasret gideririz.
Bugün, onikibinden az fazla nüfûsuyla aslında küçük bir birimdir. Ne var ki, gezilip görülecek yeri çoktur Vize’nin. Bunun konuları temel olarak coğrafyası, tabiatı ve târihidirler. Karadeniz’e bakan yüzü orman, güneye bakan yamaçları gene orman veyâ en azından yeşildir.
Vize’de bir yaz günü, piknik için ormana gitmiştik. Uygun bir yer bulup, yayıldık ve oturduk. Bir ara bacağımızda bir ıslaklık duymuştuk. Kalkıp baktık; küçük ve kırmızı bir şeyin üstüne oturmuşuz meğer. Çileğin yaprağını tanırız: bunu da çileğe benzetmiştik. Yanımızdakilerin de destekleriyle teşhis doğruydu. Çilekti bu; orman çileği veyâ yaban çileği. Ona Vize’de böyle deniyordu.
Çevreye bakınınca daha başkalarını da görmüştük. Hepimizin birkaç tâne yiyeceği kadar da vardı. Geniş alanda arasak dahası da olabilirdi. Her neyse… Adını duyduğumuz ve fakat görmeyip yemediğimiz orman çileği veyâ yaban çileğini o gün tanımış, tadına da bakmıştık. Gerçekten güzeldi. Üstelik, hafif fakat hoş da bir kokusu (aroması) vardı. Bunlar fındıktan az büyük şeylerdi de, tadı açısından çevizden büyük kültür çileğiyle mukâyese bile edilmezlerdi. İşte böyle.
Bizim orman veyâ yaban çileği dediğimize, belli ki bir de hamuçara deniyormuş. Buysa Lâzca’dan gelmiş gibi görünmektedir.
Diller, uluslar ve ülkelerin dünyâdaki yeri ve medenî düzeylerini göstermeleri bakımından önemli yere sâhiptirler. Gerek geçmişte gerekse bugün, gelişmiş uluslarla ülkelerin dilleri de buna paralel olarak gelişmişlerdir. Çünkü… Onların ilim ve fikir adamlarıyla yazarları vardır. Onlar, o dili konuşup yazarak mütemâdiyen işlemişlerdir. Dilin anlatım gücü böylece artarken, kazanılmış yeni kelimelerle söz hazînesi (dağarcığı) de zenginleşmiştir. Müzikalite veyâ melodiyse ayrı unsurlardır. Bu iki tâbirle, dilin kulağa yansıması ve onun ses olarak algılanması kast edilmektedir.
Dilin gelişmişliğinde anlatım gücü önemlidir, o başta gelir. Sonra söz hazînesini gösterebiliriz, yâni söz varlığı veyâ söz sayısını. Üçüncü sırayıysa müzikalite veyâ melodi dediğimiz husus alabilecektir.
Bu çerçevede gelişmişler olarak ve eskiden yeniye doğru… Yunan (Klasik) , Roma (Latin) , Arap, Fars, Fransız, İngiliz, Alman ve Rus dillerini sayabiliriz. Çin ve Japon dilleri, ne kadar gelişirlerse gelişsinler, özel yapıları sebebiyle evrensel şansı bulunmayan varlıklardır! Klasik Yunan ve Latin dilleri gibi, artık tedâvülden kalkmış bizim Osmanlıca’yı sona bırakıyoruz.
Klasik Yunan ve Latin dilleri, bugün sâdece ilim dilleri olarak önemlerini korumaktadırlar. Pratikteyse gündemden düşmüşlerdir. Yâni artık konuşulmamaktadırlar. Arapça, hem zamânının gelişmişi, hem de İslâm’ın dili olarak öne çıkmıştır. Bir zamanlar, yukarıda saydığımız üç unsurun hepsine birden sâhip olmuştur. Ne var ki, bugünün Arap ülkeleri zamâna ayak uyduramayıp gelişemeyince, bu dil de hâlen ve sürekle geriye düşmektedir.
Bu maddenin asıl konusu Farsça… Hint dilleriyle akrabâ Farsça’nın, eldeki en eski yazılı eseri Zerdüşt’ün Avesta’sıdır. Bize önce Ömer Hayyam’ı çağrıştıran bu dil, onun önü ve ardındaki pek çok değerli yazarın elindeyse oya gibi işlenmiştir. Îran’ın dili Farsça da geçmişin bir gelişmişi olsa bile, bugün elinde hiçbir vâsıtası kalmayıp, gerilemek onun için daha fazla söz konusudur. Ağır-aksak bir tarzda konuşulan Farsça, âhengi (İşte bu söz de Farsça’dır!) ve müzikalitesiyle geçmişte özellikle edebiyat dili sayılmıştır.
Fransızca, dünyânın gelişme çağına paralel olarak, gerek anlatım gücü, gerek söz hazînesi ve gerekse müzikalitesiyle popüler olmuştur. Onun gelişmesinde de, ilim ve fikir adamları, yazarlar başlıca etkendirler. Son yüz yılda, popüler olmuş İngilizce’ye ise bunu sağlayan İngiltere değil ABD’dir! Ancak aynı husus, yâni İngilizce’nin gelişmişliği, onun dünyânın en yaygın dili olmasından ibârettir. Yoksa, hele de ABD İngilizcesi için, her dilden devşirdiği yeni kelimeler ve teknolojinin yeni kavramlarını doğrudan isimlendirmekle kazandığı hazîne değildir!
Almanca, önceleri içinde Latince sözlerin bolca bulunduğu kaba-saba bir Avrupa diliyken, artık ansiklopedileri dolduran ilim adamları, edebiyat ve diğer sanat dallarında yetişmiş büyük kimlikleri ve özellikle filozoflarıyla bugün olabildiğince gelişmiştir. Bir konu, bir kavram eğer Almanca’yla söylenmiş veyâ yazılmışsa, onu eğip-bükmek, hele de tevil etmek (çevirmek) , başka anlam vermek aslâ mümkün değildir! İnsanlığın anlatılması ve anlaşılması en zor konusu felsefedir. Felsefe yapılacak, dünyâda eğer bir dil varsa o sâdece Almanca’dır, derken… Bunun bizim şahsî kanaatimiz değil, uzmanların görüşleri olduğunu ekleyelim. Ne söz hazînesi İngilizce kadar zengin, ne de Fransızca gibi bir melodisi vardır. Fakat, gene de yeterli derecedeki söz varlığıyla işte böylesine olağanüstü bir dildir Almanca. Aynı Almanca, bir de özüne dönük olarak bilinmektedir. Dildeki yabancı kaynaklı sözler şaşılacak kadar az sayıdadırlar.
[Bunu deyince, işçilerimizin gevelediği dil Almanca sanılmasın sakın! Burada, devlet dili olup “hoch Deutsch=hoh Doyç” denilen yüksek Almanca’dan bahsetmekteyiz. Ki, bu yüksek dili öyle her Alman bile konuşamamaktadır! ]
Son olarak Rusça… O da, son ikiyüz yılda Ülke’de yetişen bir takım büyük değerler ve konuşulduğu geniş alan îtibârıyla gelişmiş dillerden biri sayılmaktadır.
Şimdi gelelim, bizim Türk, Arap ve Fars karması üç takviyeli Osmanlıca’mıza… Çoktandır kullanılmayan bu dil, halka inemeyip, ancak Osmanlı sarayı ve onun dar çevresinde geçerli olmuştur. Muhakkak ki çok zor olan bir kültür dilidir. Yüksek Almanca gibi herkes tarafından konuşulup anlaşılamamış olsa bile, şüphesiz ki o da gelişmiştir. İçinde Türkçe unsurlara da yer verdiği, Türkiye’de oluşup geliştiği için bir anlamda Türkçe bile sayılabilecektir.
İllâ… Evet illâ… Çok dar bir çevrede konuşulduğu cihetle, aslâ halka inememiştir. Orta-Doğu’nun miskin ve kaderci kültür ve tabiatından kurtulmak, Türk diyerek öze dönmek, özel ve çağdaş olmak, kalkınıp gelişmek adına önce onu terk etmek gerekiyordu. Atatürk de bunu yapmıştır! Öte yandan… Üstün bir zekâ, bir dehâ olduğu şüphesiz Atatürk’ün, Osmanlıca’ya fevkalâde vâkıf olup, onu aynı derecede iyi kullandığını bilmekteyizdir. Osmanlıca’yı bir anlatım aracı olarak görmek için, Atatürk’ün, sâdeleştirdiği söz ve beyanlarından sonuç çıkarabilmek pekâlâ mümkündür.
Osmanlıca, nâdiren kuralları ve daha çok da bâzı sözleriyle, fakat en alt düzeyde bugün de yaşamaktadır. Bu husûsuysa, meselâ bu yazımız içinde bile görmek mümkündür!
Nihâyet Türkçemiz… Geniş anlamıyla, Türkçe dünyânın başlıca dillerinden biridir. Ancak, bizim konuştuğumuzla birlikte değişik kolları vardır. Dilimiz, yâni Türkiye Türkçemizse, bize hâliyle yeterli ve güzel gelecektir. Başka türlü düşünemeyiz; çünkü o bizimdir, bize âittir. Birinci dereceden kültür aracımızdır. Türkçemizi dünyâ dilleri arasında değerlendirmek, ulus olarak kendi açımızdan hayli zor olacaktır. Bir şeyin içinde olmakla dışından bakmak arasında önemli fark vardır. Konunun duygusallığı bir yana… İçeriden bakan, gerçeği doğru ve tam göremeyip objektif olamayacaktır. Bir de, mukâyese için pek çok yabancı dili bilmek gereklidir.
Zerdüşt, MÖ Îran’da yaşamış bir din kurucusu olup, diğer yandan hayat hikâyesi kesin ve yeterli bilgilerle donanmış değildir. Yaşadığı dönem, doğum ve ölüm târihleri hakkında değişik öneriler vardır. Gatha denilen deyişlerinin derlendiği Avesta (veyâ Zend Avesta) diye bir kitap bırakmıştır ki, kendisi ve dünyâ görüşü hakkında bugün bilinenler, aynı kitabın yorumlarından çıkarılan sonuçlardan ibârettir.
İyi ve kötü… Zerdüşt, esas olarak işte bu iki kavram üzerinde durmuştur. Ona göre, insan rûhunda, karşıt güçler olan bu ikisine de yer vardır ve bunlar sürekli bir savaş hâlindedirler! İyiliğin temsilcisi Ahuramazda (Hürmüz veyâ Spenta Avinyu) , kötülüğünkiyse Ahriman (Ehrimen veyâ Angria Mainyu) ’dırlar. Bu ikisinin insan rûhundaki çatışmasından hangisi üstün çıkarsa, o insan da duruma göre iyi veyâ kötü olacaktır! Ancak bu kimlikler, kısmen bile olsa değişik rollerde karşımıza çıkar ve kavram kargaşası da yaratırlar! Fakat, inananlarının üzerinde durmadıkları bu ince ayrıntıları biz de önemsemiyoruz.
Zerdüşt, bu kadar basit temele oturan doktrinini yaymaya çalışıp çevresinde taraftarlar da bulunca… Hâliyle, öteden beri kendi bildikleriyle yaşayanların hoşnutsuzluğu ve direnişleriyle karşılaşmıştır. Tam bu sıradaysa bir prens elinden tutacaktır.
Îran’ın doğusunda, bugünkü Afganistan ve Pâkistan’ın kuzeyindeki bölge Baktriya’dır: Viştupa (veyâ Viştaspa) ysa, o dönemin bir Baktriya prensi. Kendisi Zerdüşt’e sâhip çıkıp onu korumuş, düşüncesinin yayılması ve tutunması için de yardımcı olmuştur. Verdiği destekten anlaşılacağı üzere, Zerdüşt’e önce Viştupa’nın kendisi inanmış olmalıdır. Zerdüşt aldığı bu destekle, ortaya koyduğu yeni din ve onun pratiğini, Îran, Azarbaycan ve buraların yakın çevresinde duyurup yayabilmiştir. Yayılma ölümünden sonra da kısmen devâm edecektir.
Zerdüşt’ün öğretisinde, evreni iyilik tanrısı Ahuramazda (veyâ Hürmüz) yaratmıştır. Kötülüğü temsil eden sapık düşüncedeki Ahriman (veyâ Ehrimen) ise, aslında Hürmüz’ün kardeşidir. İkiz dahi olabileceklerdir! Hürmüz’ün iyilik melekleri (Ahuralar) , Ehrimen’in kötü şeytanlarıyla (Daevalar) insan rûhunda sürekli çatışır ve savaşırlar.
Diğer yandan Zerdüştlükte ateş kutsaldır; onlara bu yüzden ateşperest de denilmiştir. Ateş, bir bakıma güneş ve aydınlıkta eş tutulur. Yüksek bir yerde ateş yakılır, sürekli yakılı tutulur. Nevruz ve Hıdrellez ateşleri dahi günümüze buradan kalmışlardır.
Zerdüşt’ün hayâta vedâ şekli de bilinmez. Kendisi ölmüş veyâ öldürülmüş olabilecektir. Ancak, ölümünden sonra unutulmamış, doktrini yaşamaya devâm etmiştir. Daha sonra, İslâm’a kadar gelecek başka Îran inançları üzerinde de etkisi görülmüştür. Ülke’mizin güney-doğusunda yaşayan Yezidî Kürtleri inancının, gene Zerdüştlükle ilgisi olduğu kabûl edilmektedir.
Bugün, çoğu Îran’da olmak üzere, hâlâ Zerdüşt’e inanmış ikiyüzbinden fazla insanın varlığı söz konusudur. Hattâ bugünkü Îslâm’ın Îran versiyonunda bile Zerdüşt’ün izlerini görmek mümkündür. Sözün gelişi… Seyrek olarak bizde de görülebilen, Îran’ın millî kadın isimlerinden biri Hürmüz’dür. Îran, Basra boğazına da Hürmüz demiştir. Dolayısıyla, Zerdüşt ve Zerdüştlük Îran kültüründe bir de bu şekliyle yaşamaktadır!
Diğer yandan… Zerdüşt, eski çok tanrılı inançların üstüne, ilk olarak tek tanrıyı getirmiş olmakla önem kazanmıştır.
Hayat iki nokta arasındaki bir çizgidir. Gerek insan ve gerekse hayvan ve bitkiler, hattâ amip gibi, mikrop gibi en küçükleri… Bir noktada dünyâya merhaba derler, çizgileri boyunca bir süre yaşar ve bir an gelir tükenirler. İşte o an ölümdür, hayat çizgisinin son noktasıdır.
Sonbaharda yere düşüp toprağa karışan bir yaprak… Diğer her canlı bir bakıma bu yaprağa benzer; varacağı yer kezâ öyle… O yaprak her ne olacak ve nereye gidecekse, diğerleri için de mukadder son budur!
İnsan için… Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş. Elbette ki, geride birileri hâla yaşıyor oldukça! Yoksa, o hoş sadâ kime kalacak olurdu! ?
Melâmetin hırkası tamam da, ya melâmet ne demek ola ki? .. Arapça bu kavramın kökeninde gene Arapça “levm” sözü yatmaktadır. Levm, kınama ve kötüleme demek oluyor. Buradan Melâmet’e varıyoruz. O ise; azar, ayıplama, kınama veyâ sitem anlamındadır. Kısaca, Ülke geçmişimizde böyle bir tarîkat vardır. Mensuplarına Melâmî, tarîkatın kendisineyse Melâmîlik denmiştir. Melâmet kezâ bunun aynıdır. Belli-başlı özellikleri alçak gönüllülük, dünyâ malında gözü olmamak ve kanaatkâr davranmalarıyla kendilerini toplumdan saklamalarıdır. Başkalarının yanında bulunurken, kendi aralarında rumuz ve işâretlerle anlaşmışlardır.
Burada, bizden önce konuya ilişkin hayli bilgi verilmiştir ki, bunları tekrâr etmenin bir anlamı olmayacaktır. Bizim Melâmîlik hakkında hem bir yakınlığımız, hem de bir hâtıramız bulunmaktadır. Onlara değinmek isteriz. Şöyle… Trakya’nın antik ve târihî ilçesi şirin Vize, bizim doğum yerimiz olup, memleketimizdir. Aynı Vize’yse, Cumhûriyet’imizin bütün tarîkatlarla birlikte kapattığı Melâmîliğin herhâlde son merkezidir. Tanınmış Melâmî şeyhi ve şâir “Vizevî Kaygusuz Âlî Alâattin” de adının önündeki ekten anlaşılacağı gibi Vizelidir. Daha az tanınmış Vizeli başka şeyhler vardır. Tarîkatın son şeyhi “Şeyh Bâlî Efendi” kezâ Vizelidir ve soyu Ora’da yaşamaya devâm etmektedir.. Yakınlık dediğimiz husus budur, bu kadardır.
Hâtıramıza gelince… Yirmibeş-otuz yıl önce bir cenâze için Kuşadası’na gitmiştik. Uzun ve tabiatıyla o kadar yorucu bir yolculuğun sonunda cenâze namazına ancak ermiştik. Vardığımız Merkez Camiinde, namaz vaktini beklerken oturacak bir yer arıyorduk. O kadar bankın içinden karşıdaki birinde yer görmüştük. Hemen oraya yöneldik. Bizim şimdiki çağımızı yaşayan iki amcadan izin isteyip, yanlarına iliştik. Merhaba ve hâl-hatırdan sonra, belli olan yabancılığımız karşısında amcalar nereli olduğumuzu, cenâzeyle ilgimizi sormuşlardı. Vize’yi söyledik. Fakat bilemediler. Neyse… Biz de onların birini Rumeli’ne, diğeriniyse, Arap melezi gibi görsek de Ora’ya yakıştırmıştık. İlgi çekicidir ki aynen de öyleymişler! Arap’a benzettiğimizin babası Osmanlı subayı olarak Aydın’dan Libya’ya gitmişmiş. Orada evlendiği Arap kızı da melez amcanın annesi oluyormuş! Bu iki tahminimize bayağı bir şaşırmışlardı. Ancak, biraz sonra daha fazla şaşıracaklardı!
Amcalar, sözü fazla uzatmadan bir konuya yoğunlaşmış, bize onu anlatmaya çalışıyorlardı. Fakat üstü kapalı bir üslûpla! Dikkatimizi çeken husus anlatılanın Melâmî felsefesine benzerliğiydi. Ne var ki… Bu durum, aradan geçen uzun yıllar sonra Melâmîlikle ancak bir benzerlikten ibâret olabilirdi. Sizin şu anlattığınız Melâmîliğe benziyor, diyecek olmuştuk ki… Ağzımızdan Melâmî sözü çıktığı anda birbirlerine bakışmışlar ve Arap melezi amca, “bana bak çocuk şimdi tokadı çakarım ha! ” deyivermişti. Fakat her ikisi de şaşkın bir hâlde gülümsüyorlardı. O, tokat, denilenin ise şaka olduğu besbelliydi.
Sonra iyice bize döndüler. Şimdi anlat bakalım, sen kimsin? Melâmîliği nereden biliyorsun? gibi sorular yönelttiler. Vizeli olduğumu söylemiştim ya… diyecek olduk. Fakat bundan bir şey çıkaramamışlardı. Belli ki Melâmilik târihini bilmiyorlardı. Sonra, Vize’yle Melâmîlik bağlantısını naklettik. Şaşkınlıkları daha da artmıştı. Hiç ummadıkları genç bir adam neler anlatmaktaydı. Bu kere bizi aralarına aldılar. Sevgi ve şaşkınlıkla sarılıyor ve sıkıştırıyorlardı. Onlar için, bu devirdeki inanılmaz bir kişiydik biz.
Artık namaz vakti de gelmişti. Namaz sonrası karşılıklı adresler ve telefonlar aldık. Bir süre de böyle haberleştik. Sonrasını hatırlayamıyoruz.
Amcaların bizde bıraktıkları intibâ, kendilerinin tam da o felsefenin müritleri olduklarıydı. Bugün için hayatta olmaları çok zayıf ihtimâldir ki, ruhları şâd olsun! diyoruz.
Bunu buraya niye mi yazdık? Elbette ki, Melâmîliğin bölük-pörçük dahi olsa bugün hâlâ yaşadığını anlatmak için! Evet… Örgütlü olmasa bile, Melâmîlik birilerinin gönüllerinde hâlâ daha yaşamaktadır.
Abdülvahit Kuzecioğlu 1924-2007 arasında yaşamış Kerküklü bir Türkmendir. O, özel sesiyle, küçük yaştan beri ilgi ve eğilim gösterdiği halk müziğine yönelmiştir. Türklerle meskûn Orta-Doğu’daki bütün sahalarda bu konuda tanınmış ve sevilmiştir. Seslendirdiği ve şu anda bizim de bir örneğini dinlediğimiz türküleri, aynı bölgenin Acem, Arap, Kürt vb unsurlarınca da sevilmişlerdir.
Şimdi dinlediğimiz, “Baba, bugün dağlar yeşil boyandı” diye hoyrat tarzındaki bir ezgidir. Uzun hava bu Kerkük türküsü, işte bu derecede duygu yüklü ve dokunaklı olunca… İcrâ edilmek için talep de o kadar fazla olmuştur. Nitekim, pek çok sanatçı bu ilâhi nağmeleri seslendirmişlerdir. Seslerin hepsi dinlenebilir kalitededirler. Ne var ki, gene hepsini dinledikten sonra, bizim tercihimiz Siyahal’dan yana olmuştur. Siyahal ise, halk müziğimizin henüz yeni seslerinden biridir; pek de tanınmıyor zâten. Yeniliğine rağmen iyi sestir, dinlenmek gerekir sestir.
Zaman-zaman kemanın öne çıktığı bu melodide, kuruluş asl’olarak insan sesi üzerinedir. Müzikte; ölmez, unutulmaz veyâ da klasik denilen müzik örneklerinden biri de budur işte! Doğu müziğinden özel bir örnektir. Batı dünyâsının aryalarına karşı bir alternatiftir, de diyebiliriz.
Biz bu tür güzellikleri öyle bir kere veyâ birkaç kere değil, vaktimiz olduğu kadar kesintisiz dinleriz. Şimdi de bunu yapmaktayızdır zâten. Bir yandan işimizi görürken, melodi, kim bilir kaçıncı keredir yeniden ve yeniden dönmektedir!
Ankaragücü’nü kendimize göre yazıp buraya yükledikten sonra, aklımıza bir de şu hâtıra gelmiştir…
Yıl 1963 olabilecektir; Adana’da askerdik. Bir bayram münâsebetiyle izinli olarak İstanbul’a dönüyorduk. Fakat, direkt İstanbul bileti almamıştık. Ankara’da bir gün kalıp sonra devâm edecektik. Ocak ayının ayazında, bir gecenin sabâhı Ankara’ya böyle inmiştik. Tesâdüf aynı gün bir de Ankaragücü-Galatasaray maçı vardı. Öteye-beriye gidip döndükten sonra maça da gitmiştik. 19 Mayıs stadındaki yerimiz, güneye bakan, güneşe karşı Maraton denen tribünün ortalarındaydı.
Bilinen Ankaragüçlüler gibi aşkın ve taşkın bir seyirci olmasak bile, elbette Ankaragücü’nü tutmaktaydık. Takım da iyiydi ha! Sağdan, soldan Galatasaray’ı sıkıştırıyor, hattâ bunaltıyordu. O gün Galatasaray kalesinde Turgay değil de daha genç biri vardı. Adı Erdal mıydı acaba? Bu genç hem iyi oynuyordu, hem de çok şanslıydı. Topu ya tutuyor veyâ top ötesine-berisine, direğe çarpıp kaleye girmiyordu. Ankaragücü’nün her an beklenen gölü bu yüzden bir türlü gelmemekteydi. Beklenti içindeki seyirci iyice bir gerilmişti. Ancak, aslında tamâmen mahkûm oynayan Galatasaray bir gol atmaz mı! Bulunduğumuz yerdekiler hemen tamâmen Ankaragüçlüydüler. Tabiatıyla bu gole fenâ hâlde bozulmuşlar, donup kalmışlardı!
Eski Ankaralılar bilirler; Ankaragücü’nün sembol olmuş ünlü bir turşucu taraftârı vardı. Bu kişi, maçlarda elindeki büyük kavanoza doldurduğu hıyar turşularını satardı. Bu çok lezzetli turşulardan birçok kereler biz de yemişizdir. Neyse… Suskunluğa bürünen tribünde meğer Galatasaray’lı bir genç varmış. Bu genç, gol anında değilse bile kısa süre sonra ayağa fılayıp “goooool! ” diye bağırmıştı. Turşucu da tam oralarda bir yerdeydi. Elindeki kavanozu bırakıp gence bir saldırması vardı ki… Doğrusu görülmeye değer bir sahneydi. Yaşıtımız görünen genç, bir yandan “anne” diye bağırıyor, diğer yandan tribün katlarını aşağıya doğru üçer-beşer atlayarak kaçıyordu! Kapıldığı öfkeden neredeyse delirmiş Turşucu, epey kovalamış fakat gene de gence erememişti. Galatasaraylılar, o zamanlar sayıca çok azdılar ve süper insan, süper futbolcu Metin’le yeni-yeni çoğalmaya çalışmaktaydılar. Yâni, tribünde, gencin kendisine sâhip ve arka çıkacak birileri yoktu. Kaçtı ve kurtuldu ama, ya çektiği o korku…
Önce bir düzeltme: Ankaragücü sâdece bir futbol takımı olmayıp, değişik branşlarda faaliyet gösteren bir spor kulübüdür. Buna göre de bir takımı değil, branşlar ve kategoriler sayısınca takımları vardır! Bunu böyle bildirip, geçmişin bir Ankaragücü taraftârı olarak konuya da böyle girelim.
Diğer yandan… Bu kulüp, 1955 sonrasında yaşanmış Ankara hâtıralarımızın başlıca unsurudur, diyebiliriz. Yine Ankaragücü, bize elli küsur yıl önce seyrettiğimiz “Beyaz Geceler” filmini hatırlatmaktadır! Senaryosu Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’nin aynı isimli romanından alınan iyi işlenmiş bu film; basit, güzel ve sürükleyici konusuyla romanı gibi unutulmazlar arasındaki yerini almıştır.
Filmin baş oyuncusu olan delikanlı adam (Fransız Jean Marais) , Rusya’da St.Petersburg'un uzun, kasvetli ve kar-beyaz gecelerinde, kendisi gibi yalnız bir genç kızla (Avusturyalı Maria Schell) karşılaşır. Şehrin cadde, sokak, meydan gibi dış mekânlarında, o kızla dört gece sabahlara kadar dolaşırlar. Birlikte hayâl ve hâtıralarını paylaşırlar, geçici bile olsa acıları unuturlar. Ancak, genç kızın akıl ve gönül derinliğinde, daha önce tanıştığı ve fakat bir süredir haberini alamadığı eski sevgili yatar. Buna rağmen hayat da devâm etmektedir. Delikanlı ve dört günlük arkadaşı genç kız ortak gecelerinde, birbirlerine yaklaşır, yakınlaşırlar. Bu arada geçmişin kötü izlerini silmişlerdir. Ne var ki, dördüncü gece sabaha karşı… İki yeni arkadaş ayak üstü görüşürlerken, karanlığın içinden bir hayâl belirir. Bu, derinliklerde yatan o eski sevgilidir (İtalyan Marcello Mastroianni) . Genç kız, işte o anda, dört günde yakınlaştığı delikanlıdan kopuverir. O kadar ki, herşey sâniyeler içinde olup bitecektir. Delikanlının, üşümesin diye omzuna attığı paltosunu zarif bir şekilde üstünden sıyırıp, her yanı kaplamış karın üstüne bırakır. …ve o dört güzel günü bir anda silerek, kendini eski sevgilinin kollarına bırakır!
Liseyi tahsil ettiğimiz Ankara’ya gittiğimizde yıl 1955’ti. Yatılı okuduğumuzdan, anlam olarak kışla benzeri bir mekân içindeydik. Okulda bol zaman bulup, doya-doya oynasak bile; film, tiyatro veyâ maça gitmek için hafta sonlarını iple çekerdik. O yıllar futbol ligleri illerin kendi içinde oynanırdı. Yâni, her ilin kendi çapında bir futbol ligi vardı. Türkiye Futbol Ligleri gâlibâ 1958’de kurulmuştur.
İstanbul’da, ilkokulun ilk sınıfında seçip gönül verdiğimiz sportif sevgili Fenerbahçe’ydi. Şu var ki, o artık İstanbul’da kalmıştı. Liglerin devre aralarında özel maçlar için zaman-zaman Ankara’ya misafir gelse de, sonuç olarak gözden uzaktı. Öte yandan, kişilerin, toplum içinde bir şeye taraf olmak, bir gruba âit olmak gibi tutum ve davranışları vardır. Buysa, belki de en çok spor bahsinde görülmektedir.
İşte, biz de Ankara’da Ankaragücü’nü böyle tutmuştuk. Ora’da; hatırladığımız Hâcettepe, Gençlerbirliği, Demirspor, Hilâlspor, PTT, Şekerspor, Otoyıldırım’ın yanında, biz O’nu seçmiştik. Ankaragücü Fenerbahçe’yle aynı renklerin kulübüydü. Üstelik, Ankara’nın adını (Bir yerin adını taşıyan kulüpleri hâlâ daha diğerlerine tercih ederiz. Onlara, bu açıdan olsun sempati duyarız. Öyle, adı bir yere bağlı olmayan, nereye çeksen oraya gidecek karavan tipi kulüpler, bu arada belediye kulüpleri bize antipatik düşmüşlerdir!) taşıyordu. En çok taraftar ondaydı. Bir de, doğrusu en iyi oynayanı gene oydu.
Bir gün gelmiş, okul bitmişti; bu bizim için Ankara’nın da bittiği anlamına gelmekteydi. Evet, bize artık Ankara’da bitmişti! Şimdi tekrar İstanbul’da olacaktık. Ankaragücü’nü, eski bir sevgili olarak yeri geldikçe anmak üzere gönlümüzün bir yerine gömmüştük. Gömmüştük ama… Meselâ ligde iki şampiyon çıkacak olsa, bu ikincinin onlar olmasını isterdik! İşte böyle.
Şimdi… Ankaragücü Birinci Lig’den düşmüş bulunuyor. Buysa, o üstünde dolaşan kara bulutlar ve bilinen gelişmelerden sonra beklenen bir sonuçtur. Dolayısıyla sürpriz olmamıştır.
Bugün Ankaragücü düştü; bu akşam Fenerbahçe de yenildi. Öf, öf! ! ! Bizim için iki kere üzüntü!
Yetmişüçe merhaba dediğimiz bu günün son saatinde, derin bir zevkle Rast makâmını dinlerken, sıra “Eski dostlar” şarkısına gelince şunları yazmak istemişizdir…
Hayri Mumcu aslen Ankaralı olup teknik ressamdır. Ünü, ölümünden sonra bile aynen devâm eden Gazeteci-Yazar Uğur Mumcu’nun da kuzenidir. Ancak, hayat serüveni sırasında kendisinin Ankara’dan uzak kaldığı dönemler olmuştur. İşte böyle uzun bir dönemin sonunda döndüğü Ankara’da, derin bir yalnızlık duygusuna kapılacaktır. Eski dostları olarak bildiği kişiler, bıraktığı yerlerde artık yokturlar. Kimi hayattan ayrılmışlar, kimi de başka yerlere göçmüşlerdir. Kısaca, doğduğu yer olan Ankara’da neredeyse yalnız kalmıştır.
Hayri Mumcu eli kalem tutan bir yazardır da. Kabûle göre, söz yazarı veyâ şâirdir. …ve almıştır kalemi eline bu duygularını kâğıda dökmüştür: Eski dostlar, eski dostlar… Yazdığına şöyle bir de bakınca, bunun bir bestenin güftesi olmasını istemiştir. İşte, Bestekâr Gültekin Çeki’yle tam bu sıralar yolu kesişmiştir.
Gültekin Çeki… Kendisi aslen Antalyalı olup bir beden eğitimi öğretmenidir. Branşına uygun devlet kadro ve makamlarında bulunmuştur. Diğer yandan kendisinin, iyi bir sesi ve müziğe ilgisi vardır. İşte bu ilgi, onu müzik câmiâsı içine de sokarak, orada gösterdiği yetenekle yükselip Türk Sanat Müziğinin en iyi bestecilerinden biri olmasına kadar götürecektir.
Sözün kısası… Hayri Mumcu’nun “eski dostlar”ı, Gültekin Çeki’yle bir Rast şarkıya dönüşecektir ki… Bu şarkı, hâlen bütün zamanların kendi türündeki en iyi, en güzel ve en sevilenlerinden biridir.
Hayri Mumcu artık aramızda yoktur. Gültekin Çeki’ye ise uzun ve sağlıklı ömürler… Her iki sanatçıya derin saygılarımızla…
Yunanca phainomena… Temel olarak bir felsefe terimidir. Fransızca “phénomène” diye yazılır ki aynı anlamdadır. İnsan şuuruna (bilincine) yansıyan ve görünen şey demektir. Buradan dilimize geçip, bunun gibi bütün dünyâ dillerine de yayılmıştır.
Ünlü Alman filozofu Emmanuel Kant, “fenomen”i, “numen”dediği anlaşılamayan gerçeğin karşısına koyar. Buna göre, fenomen nesnel bir gerçek ise bile bunun yanında öznel bir tasarımdır. Yâni, kişilerce düşünülen ve/veyâ hayâl edilebilendir.
Felsefî bu terim, günümüzdeyse bir bakıma anlam kaymasına uğramıştır. Buna mecaz da diyebiliriz. Bugün, başarılı, tanınan (sevilen) ve etkin kişilere “fenomen” denmektedir. Söze gene günümüzden bir örnek göstermek gerekirse… Meselâ, Fenerbahçe Kulübü Başkanı Aziz Yıldırım tam bir “fenomen” dir! Hele de kendi taraftarları gözünde!
Bu gece müzik programımızda Valsler vardır. Vals, ayrıca eskilerden gelen bir kadın-erkek ortak dansının da adı olur. Tabiatıyla aynı müzik eşliğinde ve ayrıca mütemâdiyen dönerek yapılır. Valsin Almanca olan adı gene Almanca dönmek fiilinden gelmektedir. Dünyâda da zâten Alman dansı olarak tanınmıştır. En çok da Viyana’yla birlikte anılır; Ora’yla özdeştir.
Burada hatırlanmalıdır ki, Avusturya asl’olarak bir Alman devletidir. Onlar da Almanca yaşar, Almanca düşünür ve Almanca konuşurlar. Bizim, İngiliz ağzına (Austria) bakarak Avusturya dediğimiz ülkenin kendi dilindeki adı Österreich’tır. Yâni Doğu Devleti. Peki, kimin ve neyin doğusu? Elbetteki Almanların ve Almanya’nın!
Vals, dünyâ müzik türleri içinde aristokratlara hitâbetmek gibi özel bir yere sâhiptir. Dans edilen yerlerse, gene aristokratların bulunduğu saraylarla, saray gibi geniş diğer mekânlardır. Şu da var ki, uzun yıllar içinde sevilip yayıldıkça burjuva ve proleter sınıfa da inmiştir. Gençlik yıllarımızda; tango, samba, mambo, rumba, bossa-nova, twist, ça-ça-ça, rock and roll gibi dansların yanında vals de vardı. (Arabesk ve onun karşısındaki Batı akımları bunları itelemiş ötelemişlerdir.) Fakat bu dansı yapanlar diğerlerine göre sayıca daha azdılar. Hattâ, bir çift vals yapmaya kalkarsa, herkes oturur onları seyrederdiler. Biraz hayranlık, biraz da hasetle! Evet hasetle! Çünkü Vals bilmek, Vals yapmak öyle her babayiğidin harcı olmayıp, bir üstünlük sayılırdı! Kolay sayılan diğer danslar ise, kimilerince hayli iyi oynanırken, kimilerince de dans niyetine eşlerinin ayakları çiğnenirdi!
Dünyânın ünlü bestecilerinden bâzıları vals üzerinde çalışmışlardır. Ne var ki, bir yandan Viyana’yla özdeş olmuş Vals ve Valsler, diğer yandan baba-oğul Strauss’larla özdeştirler. Viyanalı olan bu adamlardan baba Johann Strauss Valsi yüceltirken, adaşı oğul Johannn Strauss II. ise doruklara çıkarmıştır. Onlardan sonra Rus Dmitri Dmitriyeviç Şostakoviç hatırlanmalıdır; o da bir kaç güzel Vals bestelemiştir. Biz de bu geceki repertuvarımızda bu her üçüne yer vermişizdir.
Vals için, yukarıda aristokratlara hitâbeder demiştik. Doğrudur ama, eski bir bürokrat olarak bizim de dinlememizde bir sakınca yoktur herhâlde!
Evet, öncelikle “Donatien Alphonse François le Marquis de Sade”… Konumuz, ruh sağlığı bozuk bu uzun isimli Fransız aristokratıyla başlamaktadır.
Şöyle… 1740-1814 arasında yaşamış bu sapık herif, hem de çağının bir edip ve filozofu filândır. Ancak, edepsiz bir ediptir ki, çok çirkin yaşamış ve erotizm diyerek çok çirkin şeyler yazmıştır. İnsanlığın mânevî değerleri olan ahlâk gibi, din gibi, yasa gibi kurumları hiçe saymıştır. Esâsen, ömrünün otuziki yılını hapisane ve tımarhânede geçirmiştir. Kendisiyle özdeş olan ünlü eseri “Sodom’un 120 Günü”nü de içeri düştükten sonra yazacaktır.
Marquis de Sade (okunuşu Marki de Sad) , insanlara eziyet ve işkence etmeyi mübah görüp neredeyse kurumlaştırmıştır. İşten bu yüzden, o gün ve bugün, insan ve hattâ hayvanlara eziyet etmeye, Sad’cılık anlamında Sadizm denmiştir, denmektedir. Bunu yapanlarsa “Sadist”tirler.
Yetmişiki yaşımızla, Site üyesi en eskimiş kimliklerden biri oluyoruz. Buna göre de, buradaki kimilerine ağbi, amca, ama pek çoğunuza göre biz bir dedeyizdir. İki oğlumuza rağmen, henüz gerçek bir dede olmamışsak bile!
Öte yandan, yaş farkımız olsa dahi gençliğin müzik zevkini bilmekteyizdir. Gençlik bu konuda da iki kampa ayrılmıştır: Az sayıdaki istisnâları bir yana koyarsak… Arabeskçiler ve adı her ise, onun tam karşısındaki Batı’nın sözde müzik akımlarına kapılanlar! Bunların birincisi karalar bağlatıp ağlatırken, ikincisi coşturup oynatabilecektir. Fakat sonuçta her ikisi de köksüz ve ruhsuzdurlar. Hem de, bir zaman sonra kaçınılmaz olarak silinip, yok olmaya mahkûmdurlar. Hattâ, henüz bugünden bile yok hükmündedirler!
Bunları niye mi yazıyoruz? Şu anda dinlemekte olduğumuz “Bülbül Kasîdesi” yüzünden! İçinizde bunu dinlemiş ve bilenler olabilirler. Biz ise, bilmeyenler için yazmış olalım. Şu “Kasîde”yi hele bir dinleyin! Bunu, internet ortamında değişik pek çok sesten dinlemek mümkündür. Dinleyin de, o alçak gönüllü koca “Yunus” bakın ne demiş ve nasıl demiş. Bir duyun, görün! İster müzik, ister de felsefe niyetine...
İlkokula başladıktan sonra yaşadığımız bütün yılbaşlarını hatırlayabilmekteyizdir. Hepsi başlı başına birer olay sayılmışlardır. Hele de şu son zamandaki iki bin yılına girişimiz… Milenyum diye-diye neredeyse kıyâmet koparılmıştı! Medya organları “milenyum” sözünü kullanabilmek için, âdetâ bahâneler îcat etmişlerdi! Bunda o kadar ileri gitmişlerdi ki, “milenyum”u bir yıl önceye bile almışlardı!
Milenyum “bin yıl” demek oluyor. Nasıl ki her yüz yıla asır demekteysek, aynen öyle. İşte bu yüzden, yeni milenyum '2001'de başlıyordu. Ama gerek bizde gerekse dışarıdaki medya, “milenyum”u bir yıl öncesinden ilân etmişlerdi bile!
O zaman Allah’ın bir kulu çıkarak, durun yâhu “milenyum”a daha bir yıl var, dememiştir! Hayret ki, hayret! ..
Milenyum sözünün kökü, gerilere gidip Latince’ye uzanıyor. Oradan Fransızca’ya geçmiş, oradan da dünyâya yayılmıştır. Söz bin yılı anlattığından, öyle sık-sık kullanılması da gerekmemiştir. Îtiraf edelim ki, milenyumu biz de ancak o zaman (2000’e girerken) duyup öğrenmişizdir.
İnsanoğlu zamanı iyi kullanabilmek için, bu kavramı dilim-dilim bölerek tanımlamaya çalışmıştır. Bölümlemenin bâzıları, ay ve dünyânın dolanımlarına bağlı olup, doğaldırlar. Gün, ay ve yıl bölünmeleri bir bakıma böyledirler. Fakat, aynı gün, ay ve yılı bir de insanlar bölmüşlerdir. Günün saat, dakîka ve sâniyeleri; ayın haftaları ve ayrıca istenilen günlere bağlanması, yılın mevsimleri böyle bölünmelerdir. Hâlen kullandığımız Gregoryen (Mîlât) takvimi, uygar dünyânın en yaygın olarak kullandığı zaman aracı olur. Yeni takvim, Cumhuriyet'imizin de devrimlerinden biridir. Dünyâya entegre olabilmek üzere, 26.12.1925 gün ve 698 sayıyla duyurulan Yasa, 01.01.1926'da hukûken ve fiîlen yürürlüğe girmiştir.
Latin kökenli takvimimizin, ay adlarından bazıları da Latince’dirler: Mart, Mayıs, Ağustos gibi. Ocak, Ekim ve Aralık'ın Türkçe oldukları bellidir. Şubat, Nîsan, Hazîran, Temmuz ve Eylül Süryanî asıllı olmakla birlikte, bize Mûsevî takviminden geçmişlerdir. Kasım ise Arapça’dır. Günlere gelince… Salı ve Cumâ Arapça; Pazar, Çarşamba, Perşembe Farsça’dırlar. Türkler, İslâm’a girmeden önce güneş sistemine dayanan kendi takvimlerini kullanmışlardır. Bu takvim, on iki veyâ bunun beş katı olan altmış yıllık dönemlere bağlanıyordu. Böylece, bir dönem bitince bir yenisi başlamaktaydı. Burada ilgi çekici olan şuydu ki, her yılın hayvanlardan alınmış bir adı vardı. Ay adları sırayla şunlardılar: Sıçan, Sığır (Öküz) , Kaplan, Tavşan, Balık (Ejder) , Kertenkele (Yılan) , At, Koyun, Maymun, Tavuk, Köpek ve Domuz. Türkler ayrıca bir günü on iki eşite bölüp, bunun her birine çağ diyorlar ve bugünkü saat gibi kullanıyorlardı. Buna göre de, on iki çağlık bir günleri vardı. Başka bir târifle, şimdiki iki saatimiz onların bir saatleriydi.
Yeryüzünde, dinî ve millî birçok takvimler kullanılmış ve kullanılmaktadırlar. Örnek olarak; Arabî (eski) , Arsatid, Aztek, Bâbil, Buddha, Capitolium, Çin, Diocletianus, Fransız (İhtilâl) , Hicrî (Arap-İslâm) , Hindu, Indictio, İsevî, İskender, İspanyol, Jülyen, Kamboç, Kıptî (Mısır) , Laos, Maya, Mısır, Mûsevî, Philippos, Roma, Roma (II) , Rumî (Osmanlı) , Saka, Samvat, Sâsânî, Selefkî, Yezdegert, Yunan takvimleri sayılabilirler.
Takvimler, târih boyunca üç esas üzerine kurulmuşlardır: Ay esâsı, güneş esâsı ve her ikisi birlikte. Bir önemli nokta da başlangıç, yâni birinci yıldır. Birinci yıl, bütün takvimlerde önemli bir olaya bağlanmıştır. Şu var ki, bugün kullandığımız Gregoryen takviminin başlangıcı biraz farklıdır. Milât sözü Arapça’da doğum demek olur. Ama takvim söz konusu olunca, Milât özel olarak Îsâ'nın doğumunu anlatır. Hâl böyleyken, Îsâ öngörülen târihte doğmamıştır! Yapılan araştırmalar ve yürütülen hesaplar uyarınca, Îsâ'nın doğumu, MÖ 0004 veyâ 0005 yılının 25 Aralık günüdür! Noel de bunu işâret etmektedir ya. Bunun yanında, Îsâ diye birinin hiç yaşamadığı ve hiç var olmadığını dahî öne sürenler bulunmaktadırlar. Hem bunlar, öyle sıradan kişiler de değildirler. Yâni, bilgin ve uzman sınıfından adı büyük kişilerdir. Bunu öne sürerlerken de, kendilerine göre elbette kesin kanıtları bulunmaktadır!
Konumuz başlangıç olunca... Bir takım takvimler, başlangıç olarak dünyânın yaratılışını almışlardır! Burada, kafalar tabiî ki karışacaktır! Dünyânın ne zaman yaratıldığı bilinmekte midir ki? .. İlim, dünyânın yaşını milyarlarla yıla bağlamaktadır ya... Anılan takvimlerin yapıcıları da, Tevrat'ın yazdıklarından hükümler çıkarmış ve bâzı târihler üzerinde durmuşlardır. Dünyâ bu târihte yaratılmıştır, diyerek! .. (Aslında, dünyânın yaratıldığı veyâ oluştuğu an veyâ süreyi bir târihe bağlamak ne kadar mümkündür! Çünkü... Târih dediğimiz kavram ancak bundan sonrası için söz konusu olabilecektir!) Bu kişilerle onların hesaplarına göre, dünyânın yaratılış yılları MÖ'si için olmak üzere şöyledir: J. Africanus için 5500’de, Ponodor için 5493’te, Konstantinopolis (Osmanlı öncesindeki İstanbul) ilâhiyatçılarından bâzıları için 5509’da, J.J. Scalinger için 3950’de, Pezron için 5873’te ve J. Usher için 4004’de!
Dünyânın ulaştığı bu günlerin ilim kafası, bunlar için tabiî ki sâdece gülümseyecektir.
İlim adamlarının milyarlarla hesapladıkları dünyâ yaşına veyâ bu ilâhiyatçılara inanmakta tereddüt edilmemelidir. Çünkü... Biri müspet ilimdir; elle tutulup gözle görülebilir. Diğeri dogmadır; kişinin inanç ve kabulüne kalmıştır. Târihler, MÖ ve MS arasındaki “sıfır' yılını göstermemektedirler. Oysa, astronomi bilginleri bu sıfırı kabûl etmişlerdir. Bu anlayış uyarınca, MÖ'ki târihler bir yıl daha kısa sayılmaktadırlar.
Yazımızın sonunda, ayın doğal süresinin dörtte biri olan haftanın, ilk olarak Hammurâbi devrindeki Bâbil'de kullanıldığı bilgisini verelim.
Mâlûmdur ki dünyâ dönmektedir! Bunun gibi, dünyâdaki bir takım değerler de dönmekte ve değişmektedirler. Paralel olarak… Günümüz gençleri, biz eski kuşağa göre değişik görüşler ve aynen değişik zevklere sâhiptirler. Bu, müzikte de böyle olmuştur. Buradaki soruya biz, Doris Day’den “Que Sera Sera” ve Mary Hopkin’den “Those were the days my friend” diyoruz. Favorilerimiz olan ünlü bu melodiler, andığımız sanatçı hanımlarla özdeş olmuşlardır.
Biz, yetmişi aşmış olmakla o kaçınılmaz sona yaklaşmaktayız. Hayli eskimiş sayılacak bu melodilerse… Hiç şüphe yoktur ki, diğerleri yanında dünyâ durdukça var olacaklardan iki “klasik”tirler artık.
1952’de mezun olduğumuz ilkokuldayken, yazı konusunda özel bir dersimiz vardı. Bu derste, “divit” denen kalem sapına “uç” diye bir parça takılırdı. Sonra, “hokka” denen mürekkep dolu özel bir şişeye batırılır, dolmakalem kullanırmış gibi yazılırdı. İlkokulda, el yazısını böyle öğrenmişizdir. Dolmakalem kullanmaksa yasaktı.
Bu yüzden ilk dolmakalemi orta birinci sınıftayken edinmişizdir. İstanbul-Bâbıâlî yokuşundaki kırtâsiyecilerden aldığımız kalemin fiyatı ikibuçuk liraydı. Fiyat hakkında fikir vermek üzere, o zaman bir simitin beş kuruş olduğunu ekliyelim. Demek ki elli simit değerindeymiş! Bundan sonra her zaman en az bir dolmakalemimiz olmuştur. Arada tükenmez gibileri de kullanmış olsak bile, bir dolmakalem hep cebimizdedir. Bugün, mâvi ve siyah mürekkep kullandığımız, bir kaçı markalı, diğerleri ucuz Çin malı onbeş kadar kalemimiz vardır. Piyasadan kalkmadan önce yeşil mürekkebimiz de olmuştur!
İlgi çekicidir ama, iyi dizayn edilmiş ve ergonomik olduklarından Çin kalemlerini kullanmayı tercih etmişizdir. Bir farkla ki, bunlara taktığımız uçlar ünlü Alman markalarıdırlar.
Öte yandan, kitap harfleriyle de yazarsak bile tercihimiz daha çok el yazısından yanadır. Geçende bir yerde yalnız oturmuş bekliyorduk. Önümüzde de günün gazeteleri vardı. Hepsine bir göz attık bitti; ama beklediğimiz kişi hâlâ gelmemişti. Kalemimizi çıkarıp gazetenin bulmacasını çözmeye başladık. Bu sırada, yakınımızdaki bir gencin de ısrarla bize baktığını fark etmiştik. Genç, “ağabey” demişti “o kalem de ne öyle! ? ” Bizim kalem ona pek garip görünmüştü! Yanımıza gelip, uzaydan gelmiş bir cisim gibi de incelemişti!
Yâhu! .. Eğer Müslüman iseniz, bunun bir kitabı, bir ana-yasası vardır. Alır okursunuz. Anlar veyâ anlamaz, inanır veyâ inanmaz, kabûl eder veyâ etmezsiniz. Burası size kalmış bir husustur. Ancak… Eğer inanmış ve kabûl etmişseniz, Kur’an’da olmayanın da peşinden gitmeyiniz! İslâm birdir; basit ve yalındır. Çeşitlemesi yok, yorumu yoktur, başka yolu (tarîkatı) da yoktur! O’ndan ve ana yoldan ayrılmayınız!
Dünyâya bakın! Aslında bir olan İslâm, sözde O’na hizmet eden bâzı kafalar yüzünden bin-bir parçaya bölünmüştür. Neredeyse her yerde başka bir doktrindir. Bir din, eğer Allah gibi bir varlık tarafından gönderilmişse, “iki kere iki” gibidir! Yâni… Her yerde ve her zaman “dört” eder! ”
Aaaah Atatürk, Ahhh! ! ! Şu belli olmaktadır ki, onca zorluğu aştıktan sonra bile eksik bir şeyler daha kalmışmış meğer!
Kandiller, zamanla ve bir evrim sonucunda İslâm’a monte edilmiş ve artık kutsal sayılan günlerdir. İslâm’da, en çok bilinerek önem verileni Kadir olmak üzere beş Kandil bulunmaktadırlar. Bunlar; Mevlid, Regâip, Mîraç, Berat ve Kadir adlarıyla sıralanmaktalar. Ancak, Mîlât’tan on gün kısa olan Arap takvimine göre bu sıralama, yıldan-yıla değişebilmektedir de.
Konuya kandil denen aydınlatma aracından girelim... Bunun aslı olan candela (okunuşu kandela) , Latince yâni Roma dilinden geliyor. Buradan Araplar alıp kındil demişler; biz Türklerse sözü onlardan almış ve kandile çevirmişizdir. Belli bir yaşın üstünde olup, köy ve kasabalarda yetişmiş olanlar kandil görmüşlerdir. Kandil camsız bir âlet olup gaz lâmbasından daha basittir. Bâzı kandillerse, âdetâ fitilli bir çanaktan ibârettirler. İlk kandiller pişmiş topraktan yapılmış, sonra şekilden-şekle girmişlerdir. Târihte; taş, kurşun, cam, seramik, tunç, gümüş, altın gibi çeşitleri görülmüşlerdir. En sonundaysa tenekeden ve camlı yapıldığı görülmüştür. Kandiller sıvı yağları, daha çok da zeytinyağını yakmışlardır. Elektriğin yaygın olarak kullanıldığı günümüzde, câmilerin kubbe veyâ tavanlarında, kandil niyetine bunun benzeri elektrik lâmbalarını gene de görebiliriz. Bunlar artık, o mekânların süs unsurları da sayılmaktadırlar.
Buradaki asıl konumuz olan Kandil günlerine gelince... Henüz elektrik bulunmadan önce, yukarıda andığımız kutsal günlerin gecelerinde, câmi veyâ mescit gibi yerlerde kandil yakıldığından, böyle gecelere de “Kandil” denmeye başlanmıştır. Kandillerin en ünlüsü, kuşkusuz Kadir (Arapça kadr) gecesi olur. Ramazan’ın 27. gününe rastlayan bu gece, İslâm için son derecede önem taşımaktadır. Kuran’ın beş âyet(cümle) lik Kadir sûresi, Kuran’ın bu gece tebliğ olunmaya başlandığını bildirmektedir. Aynı âyete göre, Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır. Kadir gecesi Ramazan ayı içindedir ama, aslında bunun günü belli değildir. Buna rağmen, daha sonra konuyu irdeleyen İslâm yorumcuları, bâzı hadislerden çıkardıkları sonuçla Kadir gecesinin, Ramazan’ın 27. gününe rastlaması lâzım geldiğini ileri sürmüşlerdir. İddiâyı doğru kâbul eden İslâm toplumları, daha sonra günümüze kadar ve dâimâ aynı tez doğrultusunda hareket etmiştir.
Mevlit (Arapça mevlid) Kandili... Aslı gene Arapça olan mevlit kelimesi; doğum, doğum yeri veyâ doğum zamânı demek olur. Kandilin konusu olan mevlit ise Hz. Muhammet’in doğumudur ki, ilk olarak Fâtımîler(Mısır) döneminde din törenleri düzenlenerek kutlanmıştır. Geniş çapta kutlamalar ise, Selçuklular dönemine rastlamaktadır. Mevlit adına kutlamalar bundan sonra ve yavaş-yavaş bütün bir İslâm toplumuna yayılmıştır. Şu var ki, işin içine kültür girince her toplum Mevlit’i kendine göre yoğurmuştur. Tıpkı İslâm’ın asıl akîdeleri gibi, Mevlit de her toplumda farklı algılanarak, farklı-farklı yorumlanıp, farklı da uygulanmıştır. Mevlit günleri için, değişik İslâm ülkeleri dillerinde manzum övgüler (manzûme) yazılmıştır. Bunlar, ayrıca bestelenerek Kandil günlerinde okunmuşlardır. Ülke’mizde yazılan mevlitlerin en ünlüsü Süleyman Çelebi’ninkidir. Bu, o derecede tutulmuş ve o derecede tutunmuştur ki, bugün, diğerlerinin metnini değil varlığını bile bilmemekte, Mevlit manzûmesini Süleyman Çelebi’nin yazdığından ibâret sanmaktayızdır. Mevlit Kandili, bizde Osmanlı’nın III. Murat döneminden sonra kutlanmaya başlanmış, bundan sonraysa İslâm’a yerleşip-kalmıştır.
Regâip (Arapça regâib) Kandili... Regâib Arapçada, çok aranan, çok istenen demektir. Bu kandil, Âmine Hâtun’un Hz. Muhammet’e hâmile kaldığı gecenin yıldönümünü anlatır. İslâm toplumunda mübârek sayılan günlerdendir. Bu gece dahi, diğer kandiller gibi, dualarla ve genel ibâdetle geçirilir. Böyle bir gecenin (aslında bir günün tamamının) kutlanması, tabiî ki Hz. Muhammet’in tebliğlerinden değildir. Nitekim, İslâm içinde söz sâhibi olmuş bâzı kişiler, böyle bir kutlamanın yanlış ve yakışıksız olduğunu düşünmüşlerdir. Bugün de böyle düşünenler bulunmaktadırlar. Târih bilimi de, olayın târih olarak doğruluğunu zâten onaylamamaktadır.
Mîraç (Arapça mîrac) Kandili... Arapça mîrac; merdiven, yükselme, göğe çıkma gibi anlamlar taşır. Burada, Hz. Muhammet’in İslâm inanışında gökteki Allah katına çıkışı anlatılır. Olay, Mesçidi Haram’dan Mesçidi Aksâ’ya gidiş gibi de yorumlanır. İddiâlı bir söylentiye göreyse, Hz. Muhammet Burak adındaki beyaz bir atla Mesçid’i Aksâ’ya varmıştır. (Burak gökte hareket edince, buna göre onun kanatlı olduğu ve uçtuğu var sayılmaktadır.) Önceki bütün peygamberler orada beklemektedirler ve Kendisi’ni saygıyla karşılamışlardır. Hz. Muhammet, bundan sonra da aynı Burak’la göğün yedinci katına varmıştır. Orada, Allah’a iki yay boyu yaklaşmış, O’nunla konuşmuş, cennet ve cehennemi görmüştür. Mîraç denilen olay, İslâm dünyası içindeki belli tartışmalardan birinin konusudur. Bâzıları göğe çıkmayı ciddîye almamakta, bunu bir rüyâ olarak kabûl etmektedirler. Onlar, Hz. Muhammet’in bedeniyle değil ama rûhuyla Miraç’a çıkmış olabileceğini düşünmektedirler. Hz. Muhammet’in yatağının Mîraç gecesi sabahında ıslak bulunmuş olması, O’nun geceyi yatağında geçirip-terlediği şeklinde izah edilmiştir. Diğer bir kısım İslâm tasavvufçularıysa, Mîraç olayını tümden reddetmektedirler. Onlara göre böyle bir olayın yaşanması aslâ mümkün değildir. Bu durum, akla ve dünyâ gerçeğine uymaz. Mîraç olayı işte böylesine tartışmalı bir konudur. Fakat sonuç itibarıyla Mîraç da İslâm’ın mübârek gecelerinden sayılmakta, bu gece de duâ ve ibâdetlere vesîle olmaktadır.
Berat (Arapça Berâet) Kandili... Arapçadaki berâet, bildiğimiz beraatın aslıdır. Özgür bırakma, kefil olma gibi anlamları vardır. Hz. Muhammet’e peygamberliğin tebliğ edildiği gün olarak kutlanır. Berat kandili, bağışlanmayla mânen kurtulma gecesi sayılmaktadır. Önceki Kandillerdeki gibi, bu gece de duâ ve ibâdetlerle geçirilir. Aynı dînî törenler uygulanır.
Anlaşılmış olacağı üzere… Kandiller, kaynaklarını Kuran’dan almamış olsalar bile, Kuran’a inananların, daha sonra ibâdetlerin üstüne koydukları düşüncelerin kurumlaşmasıyla ortaya çıkmışlardır. İslâm akâidine (inanç ve tapınma kurallarına) katılmışlardır.
Sözün aslı Arapça’dır ki, tevâzu sâhibi demektir. Halk ağzındaysa yanlış ve yaygın (galat-ı meşhûr) olarak “mütevâzî” diye söylenir. (Mütevâzî, burada başkalarınca da açıklandığı üzere paralellik anlatır.) Mütevâzının Türkçesi “alçak gönüllü”dür.
Sözü açarsak… Kişinin, olduğundan daha aşağıda görünmek istemesidir. Bu ise, atıp-tutmak ve kibirli olmanın tam karşısıdır. Alçak gönüllü kişi, böylece tepeden bakmamış, çevresini küçük görmemiş olacaktır. Tevâzu, eğer abartılmamışsa doğru, asil ve pek güzel bir davranış biçimidir. Erdemdir ve takdîre şâyândır. İllâ… Bu davranışı herkese göstermek de yanlış olacaktır! Yâni, karşıdaki kişi de bu davranışı doğru anlamalıdır. Gene anlamalıdır ki, mütevâzı kişi aslında daha üstteki bir değerdir. Alçak gönüllü davranış bire-bir doğru kabûl edilirse, yâni o kişi kendini indirdiği yerde görülürse… İşte o zaman, bu erdemli davranışın da bir anlamı kalmayacaktır!
Mütevâzı olmaya basit bir örnek vermek gerekirse… Çevremizdekilere yakın ve samîmî olmadığımız resmî mekân ve ortamlarda (meselâ bu Site’de!) birilerine hitâp ederken, “ben” yerine “biz” demek de “alçak gönüllü” bir davranış olacaktır.
Bu, 19. yy’da, Fransa’da ve resimle ortaya çıkmış bir sanat akımının adıdır. Gravür ressamı ve oyun yazarı Louis Leroy diye biri, marjinal ressamlarca açılan o günkü bir sergi için “emprestyonistler” deyince (yazınca) , böylece ve belki hiç düşünmeden ancak bir vâdeye bağlı olarak akımın adını da koymuştur. Sanatçılar ise, başlangıçta kendileri için “uzlaşmazlar” demişlermiş! Davranış biçimleri baz alınırsa, aslında bu deyiş de onları pekâlâ doğru bir şekilde târif etmiş olacaktır.
Akımın kurucusu sayılan ünlü ve başlıca sanatçıları C. Pissarro, A. Sisley, C. Monet, P. Cezanne, E. Degas, B. Morisot ve A. Renoir gibi ressamlardır. Akım, daha sonra diğer sanat dalları, özellikle de edebiyat ve müziği, hattâ felsefeyi etkilemiştir. Akımın müzikteki öncüsüyse gene bir Fransız olan kompozitör Debussy’dir. Onu; Ravel, Roussel ve Schimitt gibi diğer bâzı sanatçılar tâkip etmişlerdir.
İzlenimciler; baktıkları, gördükleri veyâ yaptıklarında gerçeğe bağlı ve sâdık kalmamakla tanınmışlardır. Onlar eserlerinde, gördüklerini değil de görmek istediklerini esas almışlardır. Akım, bir bakıma da objektif olmamak, kendine göre takılmak ve öyle yorumlamaktır. Eğer, İzlenimci sanatkârlar arasında, branş gözetilmeksizin bir değerlendirilme yapılsaydı, “Bolero” bestesiyle dünyâ çapında üne kavuşmuş Joseph Maurice Ravel, şüphesiz ilk hatırlanacak kimlik olurdu. O Ravel ki, bugün Akım’ın kendisinden çok daha ünlü bir kompozitördür. Şurası da ayrıca ilgi çekici husustur: Dünyâca sevilmiş tekdüze ses hârikası Bolero’nun ünü de, kendisini besteleyen Ravel’den daha yaygındır! Yâni… Ravel’in Bolerosu değil de, Bolero’nun Ravel’i gibi!
Empresyonizm diyerek Ülke’mize dönersek… Halk müziğimize hançer gibi saplanan bizdeki Arabesk terânelere de, eser (!) sâhiplerinin kültürümüze kazandırdıkları kendi seviyelerinde empresyonist bir akım gözüyle bakılabilecektir. Ne var ki, bunların yaşayacakları süre belli olmadığı gibi, dünyâya mal olup yayılmaları tabiatıyla söz konusu bile değildir.
22.02.1940’ta, Trakya’nın şirin ve târihî ilçesi Vize’de doğmuş ve fakat yedi yaşımızın üstünüyse İstanbul’da yaşamışızdır. Öte yandan, kendimizi bildiğimiz târihten ilkokul üçüncü sınıfa kadar da “Mete“ adımızla bayağı bir sorunumuz olmuştur! Geçen hazîranda, doksanüç yaşını idrâk etmişken kaybettiğimiz annemiz de, bu sorunun mağdur bir ortağı olacaktır!
Şöyle… Çevremizdeki diğer isimlerin uzak veyâ yakınımızdaki en az bir eşini duymuşuzdur da, ondört yaşımıza kadar ikinci bir Mete’yi tanımamışızdır. Buysa, on yaşımıza kadar bizde garip bir mutsuzluk ve kompleksin sebebi olmuştur! İstemişizdir ki, çevremizdeki diğer isimler gibi başka Mete’ler de olsun! Aynı sıradaysa, kendi kendimize “Metin” diye bir de seçim yapmış ve onu benimsemişizdir. Fakat, yanlışlıklar dışında bize “Metin” diyen hiç kimse çıkmamıştır!
Babamız, elindeki parayı sermâye olarak kullanmak istediğinden, İstanbul’da eve yatırım yapmamıştır. Sonuçta, uygun bir ev bulamamaktan dolayı ikibuçuk yıl gibi kısa sürede kirâcı olarak beşinci eve taşınmışken, o sırada nihâyet bir evin sâhibi olmuşuzdur. Mahâlle-mahâlle bu altı ev arasında gezerken, her yeni mahâlleye taşındıkça, annemizden, kendimize “Metin” denmesini istediğimizi hatırlarız! Kısa aklımızca, böylece ve bundan sonra adımız “Metin” olacak, öyle de kalacaktır! Annemizse, bıkmadan ama herhâlde duyduğu sıkıntıyla, adımızın çok anlamlı olduğunu, büyük sınıfa gelince bunu öğreneceğimizi söyleyip durmuştur. Şimdiki durumu bilmemekteyiz. O zaman ilkokul dördüncü sınıflarında; târih, coğrafya ve yurttaşlık bilgisi dersleri vardı. Annemiz, belliydi ki bunu, yâni dördüncü sınıfa gelmemizi beklemekteydi.
1949-50 ders yılıydı. İstanbul-Eyüp’teki “Ebussuud İlkokulu”nda artık üçüncü sınıfı okuyacaktık. Burası deneme okulu muydu, bilemiyoruz. Fakat; üçüncü sınıfta “târih başlangıcı”, “coğrafyada ilk adım” ve “yurttaşlık bilgisi” diye üç dersimiz olmuştur.
Gür bir sesimiz vardır. Daha doğrusu, bizim dışımızdakiler bunu böyle söylerler. İşte bu yüzden olacaktır… Okulda, Türkân öğretmenimiz bize adımızla değil, sesimizi vurgulayan şimdi hatırlayamadığımız bir isim veyâ sıfatla seslenirdi. Ders yılının henüz ilk günleriydi. Târih dersimizin de birinci veyâ ikincisi. Öğretmenimiz, kitaplarınızın şu sayfasını açın, demişti. Açmıştık tabiî ki. O sayfanın konusuysa “Hunlar”dı, Asyalı “Büyük Hunlar”. Öğretmenimiz konuyu okurken biz öğrenciler de gözümüzle kendi kitabımızdan tâkip ediyorduk. Eeee, konu Hunlar olunca, tabiî ki en önemli unsur veyâ kişi de Mete’ydi. Evet, kitaptaki yeri gelmiş ve öğretmenimiz adımızı okumuştu. Buysa, biz değil kitaptaki “Mete”ydi elbet. İşte o anda, öğretmenimiz dâhil herkesin yüzü bize dönmüştü. Pekiyi, kendimizde ne mi duymuştuk? Onu hiç unutamayız. Öncelikle, o beğenmediğimiz adımıza bir sarılmıştık ki… Daha sonra mahcup bir gurur ve bir mutluluk… Ama ancak o kadar olur!
Yatılı okuduğumuz orta üçteydik gâlibâ. İşte o yıl okuldaki bir öğrencinin daha adı Mete’ydi. Nihâyet, bizden başka bir Mete’yi görmüş ve tanımış oluyorduk! Askerliğimizin eğitim devresindeyse, aynı birlikte tam üç Mete’ydik. Diğer birliklerde bir Mete daha vardı. Komutanımız mektuplarımızı dağıtırken, önce “Mete” der ve durup hepimize ayrı-ayrı bakardı. Sonra soyadını ekleyip mektubumuzu verirdi. Buysa, her seferinde hoş bir sahnenin yaşanmasına zemin hazırlamıştır.
Kısaca… Mete adımızı, bugün hâlâ çocukça bir duyguyla sever, ondan mutluluk duyarız.
En büyük o olmalıdır!
Fenerbahçeliyim... Yetmişiki yaşım îtibârıyla, Lefter’i de sahada görmüş ve seyretmiş kişiyimdir. O, buraya yazılacak birkaç satırla sınırlı bir kimlik değildir. Kendisi, her şeyden önce iyi insan ve bir centilmendir. Nitekim, diğer kulüp taraftarlarınca da dâimâ sevilmiş ve sayılmıştır.
Lefter’in babası, Arnavut aslından olup İstanbul Büyük Adalı balıkçı bir Rumdur. Annesi de Rum biliniyordu. Ancak, bu gece bâzı kaynaklar Türk olduğunu söylemektedirler. Kendisi Ortodoks Hrıstiyan olsa da kızlarını Türkler, yâni Müslümanlarla evlendirmiştir. O, diğer yandan zâten tam bir Türk’tür. Nitekim, özellikle 6-7 Eylül 1955 olayları arkasından Yunanistan’a göçen onbinlerce Rum’a rağmen o Bura’da kalmıştır.
Futbolda beyni, yüreği ve iki ayağı vardı. Topa kafayla vurduğu, hele de böyle gol attığı ender olaylardandır. En önemlisiyse… Formsuzluğu tanımaz, sakatlık nedir bilmezdi! Lefter, her maça çıkar futbolunu oynardı. Herhâlde, bütün zamanlar için en büyük futbolcumuz da oydu.
Ey gençler! Tuttuğunuz kulüp hangisi olursa olsun, keşki onu bir tanımış olsaydınız!
Evet… Maddî Lefter artık aramızda yok, ama mânen gönüllerde yaşamaya devâm edeceği muhakkaktır. Ona, kendi inancı uyarınca “toprağı bol olsun! ” diyelim.
Entellektüel Kişi...
Ateistler; okur-yazar, kültürlü, hattâ ilim-irfan sâhibi ve entellektüel kişilerdir.
Şöyle de denebilecektir: Her okur-yazar, kültürlü, hattâ ilim-irfan sâhibi ve entellektüel kişi ateist değildir.
Fakat... Her ateist; okur-yazar, kültürlü, hattâ ilim-irfan sâhibi ve entellektüel kişidir! Nitekim, ilim ve özellikle müspet ilim kimliklerinin hemen hepsi ateist veyâ buna çok yakın bir dünyâ görüşü sâhibidirler.
Mühendislik ve başka…
Mühendis sözü Arapça olup, aynı dildeki hendeseden gelmiştir. Hendeseyse geometri demektir. Anlaşılacağı üzere, yaptığı iş ve verdiği hizmete göre mühendis sözünde bir eksik vardır. Buysa, aritmetiktir. Yâni, mühendislik geometri olduğu kadar belki ondan daha çok aritmetiktir. Kısacası hesaptır. Demek ki, mühendis sözünün bir mantığı olabilmek için, hem aritmetik hem de geometriyi karşılaması uygundur. Her neyse…
Bizde mühendis demek, neredeyse ve sâdece inşaat mühendisi demektir. Bundan başka branşlar akla gelmezler. Hattâ plan-proje işi olan mîmarlık kâle bile alınmaz; o da inşaat mühendisliğinden sayılır. Oysa, temelde hesap olduğu cihetle her konunun mühendisliği olabilecektir. Nitekim, dünyânın gelişmiş ülkelerinde branşlar hayli çeşitlenmiştir, daha da çeşitlenmektedir.
Mühendislik, daha doğrusu inşaat mühendisliği, belki de en çok depremlerle gündeme gelir. Çöküp, yıkılan binâlardan, müteahhitlerin yanında mühendisler de sorumlu tutulurlar. Halk nezdinde yargılanır, demir ve çimentonun eksikliğinden mahkûm edilirler!
Oysa, böylesi ancak binde bir gerçek olabilir. Çünkü iyi bir mühendis, bütün verileri doğru ve gerçekçi değerlendirip hassas hesaplar yapar. Uğraşmak istemeyip bundan kaçanlarsa, bir yandan da deprem gibi ihtimâller karşısında kendilerini garantiye almak için, hesapları şişirirler! Sonuçta betona girecek demir de çimento da ihtiyaçtan fazla olur. Bunu bilen veyâ tahmin eden uyanık (!) müteahhit de, demir ve çimentoyu kendince eksiltir, kesitleri küçültür, yâni aklınca dengeyi sağlar! [Günümüzdeyse hesapları bilgisayarlar yaptığından, bu konudaki hatâ artık imkânsız gibidir.] Ayrıca… Beton için lâzım olan uygun agrega (kum-çakıl vb) , yeterli derecede su ve karışım, döküm bittikten sonra belirli zamanda sulama, kalıbı almak için gereğince beklemek gibi teknik şartların ihmâl edilmeleriyse kabahatin üstüne yeni kabahatler koyar! Bu ikinci safhadaysa, bizzat müteahhitin kendisiyle denetim mühendisi, ayrı-ayrı veyâ birlikte sorumlu olabilirler. [Mühendislikte hesap ve denetim, biri önce diğeri sonraki ayrı konulardır.]
Sonra… Bir gün olur, bir anda bir deprem gelir ve sallar... Pek yakında yaşadığımız üzere bundan ötesi mâlûmdur!
Mühendislik deyip de daha neler yazmak mümkündür. Şu var ki, yakın zaman önce bir Van depremi yaşanmışken, bundan başka ne düşünülür ki! ?
hamuçera
10.03.2012 - 00:33Vize’deki çilekler!
Trakya’da, Karadeniz’e çok yakın yerde Vize diye bir ilçe merkezi vardır. Hem târihî hem de güzeldir Vize… Henüz yedisini yaşarken buradan göçmüş olsak bile, Vize bizim doğum yerimiz ve yedi göbekten memleketimizdir. Bu yüzden, daha çok yaz mevsiminde Ora’yı ziyâret eder, gezer, tozar ve hasret gideririz.
Bugün, onikibinden az fazla nüfûsuyla aslında küçük bir birimdir. Ne var ki, gezilip görülecek yeri çoktur Vize’nin. Bunun konuları temel olarak coğrafyası, tabiatı ve târihidirler. Karadeniz’e bakan yüzü orman, güneye bakan yamaçları gene orman veyâ en azından yeşildir.
Vize’de bir yaz günü, piknik için ormana gitmiştik. Uygun bir yer bulup, yayıldık ve oturduk. Bir ara bacağımızda bir ıslaklık duymuştuk. Kalkıp baktık; küçük ve kırmızı bir şeyin üstüne oturmuşuz meğer. Çileğin yaprağını tanırız: bunu da çileğe benzetmiştik. Yanımızdakilerin de destekleriyle teşhis doğruydu. Çilekti bu; orman çileği veyâ yaban çileği. Ona Vize’de böyle deniyordu.
Çevreye bakınınca daha başkalarını da görmüştük. Hepimizin birkaç tâne yiyeceği kadar da vardı. Geniş alanda arasak dahası da olabilirdi. Her neyse… Adını duyduğumuz ve fakat görmeyip yemediğimiz orman çileği veyâ yaban çileğini o gün tanımış, tadına da bakmıştık. Gerçekten güzeldi. Üstelik, hafif fakat hoş da bir kokusu (aroması) vardı. Bunlar fındıktan az büyük şeylerdi de, tadı açısından çevizden büyük kültür çileğiyle mukâyese bile edilmezlerdi. İşte böyle.
Bizim orman veyâ yaban çileği dediğimize, belli ki bir de hamuçara deniyormuş. Buysa Lâzca’dan gelmiş gibi görünmektedir.
Mete Esin
farsça
07.03.2012 - 14:39Farsça ve Diğer Diller
Diller, uluslar ve ülkelerin dünyâdaki yeri ve medenî düzeylerini göstermeleri bakımından önemli yere sâhiptirler. Gerek geçmişte gerekse bugün, gelişmiş uluslarla ülkelerin dilleri de buna paralel olarak gelişmişlerdir. Çünkü… Onların ilim ve fikir adamlarıyla yazarları vardır. Onlar, o dili konuşup yazarak mütemâdiyen işlemişlerdir. Dilin anlatım gücü böylece artarken, kazanılmış yeni kelimelerle söz hazînesi (dağarcığı) de zenginleşmiştir. Müzikalite veyâ melodiyse ayrı unsurlardır. Bu iki tâbirle, dilin kulağa yansıması ve onun ses olarak algılanması kast edilmektedir.
Dilin gelişmişliğinde anlatım gücü önemlidir, o başta gelir. Sonra söz hazînesini gösterebiliriz, yâni söz varlığı veyâ söz sayısını. Üçüncü sırayıysa müzikalite veyâ melodi dediğimiz husus alabilecektir.
Bu çerçevede gelişmişler olarak ve eskiden yeniye doğru… Yunan (Klasik) , Roma (Latin) , Arap, Fars, Fransız, İngiliz, Alman ve Rus dillerini sayabiliriz. Çin ve Japon dilleri, ne kadar gelişirlerse gelişsinler, özel yapıları sebebiyle evrensel şansı bulunmayan varlıklardır! Klasik Yunan ve Latin dilleri gibi, artık tedâvülden kalkmış bizim Osmanlıca’yı sona bırakıyoruz.
Klasik Yunan ve Latin dilleri, bugün sâdece ilim dilleri olarak önemlerini korumaktadırlar. Pratikteyse gündemden düşmüşlerdir. Yâni artık konuşulmamaktadırlar. Arapça, hem zamânının gelişmişi, hem de İslâm’ın dili olarak öne çıkmıştır. Bir zamanlar, yukarıda saydığımız üç unsurun hepsine birden sâhip olmuştur. Ne var ki, bugünün Arap ülkeleri zamâna ayak uyduramayıp gelişemeyince, bu dil de hâlen ve sürekle geriye düşmektedir.
Bu maddenin asıl konusu Farsça… Hint dilleriyle akrabâ Farsça’nın, eldeki en eski yazılı eseri Zerdüşt’ün Avesta’sıdır. Bize önce Ömer Hayyam’ı çağrıştıran bu dil, onun önü ve ardındaki pek çok değerli yazarın elindeyse oya gibi işlenmiştir. Îran’ın dili Farsça da geçmişin bir gelişmişi olsa bile, bugün elinde hiçbir vâsıtası kalmayıp, gerilemek onun için daha fazla söz konusudur. Ağır-aksak bir tarzda konuşulan Farsça, âhengi (İşte bu söz de Farsça’dır!) ve müzikalitesiyle geçmişte özellikle edebiyat dili sayılmıştır.
Fransızca, dünyânın gelişme çağına paralel olarak, gerek anlatım gücü, gerek söz hazînesi ve gerekse müzikalitesiyle popüler olmuştur. Onun gelişmesinde de, ilim ve fikir adamları, yazarlar başlıca etkendirler. Son yüz yılda, popüler olmuş İngilizce’ye ise bunu sağlayan İngiltere değil ABD’dir! Ancak aynı husus, yâni İngilizce’nin gelişmişliği, onun dünyânın en yaygın dili olmasından ibârettir. Yoksa, hele de ABD İngilizcesi için, her dilden devşirdiği yeni kelimeler ve teknolojinin yeni kavramlarını doğrudan isimlendirmekle kazandığı hazîne değildir!
Almanca, önceleri içinde Latince sözlerin bolca bulunduğu kaba-saba bir Avrupa diliyken, artık ansiklopedileri dolduran ilim adamları, edebiyat ve diğer sanat dallarında yetişmiş büyük kimlikleri ve özellikle filozoflarıyla bugün olabildiğince gelişmiştir. Bir konu, bir kavram eğer Almanca’yla söylenmiş veyâ yazılmışsa, onu eğip-bükmek, hele de tevil etmek (çevirmek) , başka anlam vermek aslâ mümkün değildir! İnsanlığın anlatılması ve anlaşılması en zor konusu felsefedir. Felsefe yapılacak, dünyâda eğer bir dil varsa o sâdece Almanca’dır, derken… Bunun bizim şahsî kanaatimiz değil, uzmanların görüşleri olduğunu ekleyelim. Ne söz hazînesi İngilizce kadar zengin, ne de Fransızca gibi bir melodisi vardır. Fakat, gene de yeterli derecedeki söz varlığıyla işte böylesine olağanüstü bir dildir Almanca. Aynı Almanca, bir de özüne dönük olarak bilinmektedir. Dildeki yabancı kaynaklı sözler şaşılacak kadar az sayıdadırlar.
[Bunu deyince, işçilerimizin gevelediği dil Almanca sanılmasın sakın! Burada, devlet dili olup “hoch Deutsch=hoh Doyç” denilen yüksek Almanca’dan bahsetmekteyiz. Ki, bu yüksek dili öyle her Alman bile konuşamamaktadır! ]
Son olarak Rusça… O da, son ikiyüz yılda Ülke’de yetişen bir takım büyük değerler ve konuşulduğu geniş alan îtibârıyla gelişmiş dillerden biri sayılmaktadır.
Şimdi gelelim, bizim Türk, Arap ve Fars karması üç takviyeli Osmanlıca’mıza… Çoktandır kullanılmayan bu dil, halka inemeyip, ancak Osmanlı sarayı ve onun dar çevresinde geçerli olmuştur. Muhakkak ki çok zor olan bir kültür dilidir. Yüksek Almanca gibi herkes tarafından konuşulup anlaşılamamış olsa bile, şüphesiz ki o da gelişmiştir. İçinde Türkçe unsurlara da yer verdiği, Türkiye’de oluşup geliştiği için bir anlamda Türkçe bile sayılabilecektir.
İllâ… Evet illâ… Çok dar bir çevrede konuşulduğu cihetle, aslâ halka inememiştir. Orta-Doğu’nun miskin ve kaderci kültür ve tabiatından kurtulmak, Türk diyerek öze dönmek, özel ve çağdaş olmak, kalkınıp gelişmek adına önce onu terk etmek gerekiyordu. Atatürk de bunu yapmıştır! Öte yandan… Üstün bir zekâ, bir dehâ olduğu şüphesiz Atatürk’ün, Osmanlıca’ya fevkalâde vâkıf olup, onu aynı derecede iyi kullandığını bilmekteyizdir. Osmanlıca’yı bir anlatım aracı olarak görmek için, Atatürk’ün, sâdeleştirdiği söz ve beyanlarından sonuç çıkarabilmek pekâlâ mümkündür.
Osmanlıca, nâdiren kuralları ve daha çok da bâzı sözleriyle, fakat en alt düzeyde bugün de yaşamaktadır. Bu husûsuysa, meselâ bu yazımız içinde bile görmek mümkündür!
Nihâyet Türkçemiz… Geniş anlamıyla, Türkçe dünyânın başlıca dillerinden biridir. Ancak, bizim konuştuğumuzla birlikte değişik kolları vardır. Dilimiz, yâni Türkiye Türkçemizse, bize hâliyle yeterli ve güzel gelecektir. Başka türlü düşünemeyiz; çünkü o bizimdir, bize âittir. Birinci dereceden kültür aracımızdır. Türkçemizi dünyâ dilleri arasında değerlendirmek, ulus olarak kendi açımızdan hayli zor olacaktır. Bir şeyin içinde olmakla dışından bakmak arasında önemli fark vardır. Konunun duygusallığı bir yana… İçeriden bakan, gerçeği doğru ve tam göremeyip objektif olamayacaktır. Bir de, mukâyese için pek çok yabancı dili bilmek gereklidir.
Mete Esin
Zerdüşt
05.03.2012 - 22:10Zerdüşt ve Ateş Dîni
Zerdüşt, MÖ Îran’da yaşamış bir din kurucusu olup, diğer yandan hayat hikâyesi kesin ve yeterli bilgilerle donanmış değildir. Yaşadığı dönem, doğum ve ölüm târihleri hakkında değişik öneriler vardır. Gatha denilen deyişlerinin derlendiği Avesta (veyâ Zend Avesta) diye bir kitap bırakmıştır ki, kendisi ve dünyâ görüşü hakkında bugün bilinenler, aynı kitabın yorumlarından çıkarılan sonuçlardan ibârettir.
İyi ve kötü… Zerdüşt, esas olarak işte bu iki kavram üzerinde durmuştur. Ona göre, insan rûhunda, karşıt güçler olan bu ikisine de yer vardır ve bunlar sürekli bir savaş hâlindedirler! İyiliğin temsilcisi Ahuramazda (Hürmüz veyâ Spenta Avinyu) , kötülüğünkiyse Ahriman (Ehrimen veyâ Angria Mainyu) ’dırlar. Bu ikisinin insan rûhundaki çatışmasından hangisi üstün çıkarsa, o insan da duruma göre iyi veyâ kötü olacaktır! Ancak bu kimlikler, kısmen bile olsa değişik rollerde karşımıza çıkar ve kavram kargaşası da yaratırlar! Fakat, inananlarının üzerinde durmadıkları bu ince ayrıntıları biz de önemsemiyoruz.
Zerdüşt, bu kadar basit temele oturan doktrinini yaymaya çalışıp çevresinde taraftarlar da bulunca… Hâliyle, öteden beri kendi bildikleriyle yaşayanların hoşnutsuzluğu ve direnişleriyle karşılaşmıştır. Tam bu sıradaysa bir prens elinden tutacaktır.
Îran’ın doğusunda, bugünkü Afganistan ve Pâkistan’ın kuzeyindeki bölge Baktriya’dır: Viştupa (veyâ Viştaspa) ysa, o dönemin bir Baktriya prensi. Kendisi Zerdüşt’e sâhip çıkıp onu korumuş, düşüncesinin yayılması ve tutunması için de yardımcı olmuştur. Verdiği destekten anlaşılacağı üzere, Zerdüşt’e önce Viştupa’nın kendisi inanmış olmalıdır. Zerdüşt aldığı bu destekle, ortaya koyduğu yeni din ve onun pratiğini, Îran, Azarbaycan ve buraların yakın çevresinde duyurup yayabilmiştir. Yayılma ölümünden sonra da kısmen devâm edecektir.
Zerdüşt’ün öğretisinde, evreni iyilik tanrısı Ahuramazda (veyâ Hürmüz) yaratmıştır. Kötülüğü temsil eden sapık düşüncedeki Ahriman (veyâ Ehrimen) ise, aslında Hürmüz’ün kardeşidir. İkiz dahi olabileceklerdir! Hürmüz’ün iyilik melekleri (Ahuralar) , Ehrimen’in kötü şeytanlarıyla (Daevalar) insan rûhunda sürekli çatışır ve savaşırlar.
Diğer yandan Zerdüştlükte ateş kutsaldır; onlara bu yüzden ateşperest de denilmiştir. Ateş, bir bakıma güneş ve aydınlıkta eş tutulur. Yüksek bir yerde ateş yakılır, sürekli yakılı tutulur. Nevruz ve Hıdrellez ateşleri dahi günümüze buradan kalmışlardır.
Zerdüşt’ün hayâta vedâ şekli de bilinmez. Kendisi ölmüş veyâ öldürülmüş olabilecektir. Ancak, ölümünden sonra unutulmamış, doktrini yaşamaya devâm etmiştir. Daha sonra, İslâm’a kadar gelecek başka Îran inançları üzerinde de etkisi görülmüştür. Ülke’mizin güney-doğusunda yaşayan Yezidî Kürtleri inancının, gene Zerdüştlükle ilgisi olduğu kabûl edilmektedir.
Bugün, çoğu Îran’da olmak üzere, hâlâ Zerdüşt’e inanmış ikiyüzbinden fazla insanın varlığı söz konusudur. Hattâ bugünkü Îslâm’ın Îran versiyonunda bile Zerdüşt’ün izlerini görmek mümkündür. Sözün gelişi… Seyrek olarak bizde de görülebilen, Îran’ın millî kadın isimlerinden biri Hürmüz’dür. Îran, Basra boğazına da Hürmüz demiştir. Dolayısıyla, Zerdüşt ve Zerdüştlük Îran kültüründe bir de bu şekliyle yaşamaktadır!
Diğer yandan… Zerdüşt, eski çok tanrılı inançların üstüne, ilk olarak tek tanrıyı getirmiş olmakla önem kazanmıştır.
Mete Esin
ölüm
05.03.2012 - 11:47Var Olan Her Can İçin
Hayat iki nokta arasındaki bir çizgidir. Gerek insan ve gerekse hayvan ve bitkiler, hattâ amip gibi, mikrop gibi en küçükleri… Bir noktada dünyâya merhaba derler, çizgileri boyunca bir süre yaşar ve bir an gelir tükenirler. İşte o an ölümdür, hayat çizgisinin son noktasıdır.
Sonbaharda yere düşüp toprağa karışan bir yaprak… Diğer her canlı bir bakıma bu yaprağa benzer; varacağı yer kezâ öyle… O yaprak her ne olacak ve nereye gidecekse, diğerleri için de mukadder son budur!
İnsan için… Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş. Elbette ki, geride birileri hâla yaşıyor oldukça! Yoksa, o hoş sadâ kime kalacak olurdu! ?
Mete Esin
melamet hırkası
02.03.2012 - 23:31Melâmet, Melâmîlik…
Melâmetin hırkası tamam da, ya melâmet ne demek ola ki? .. Arapça bu kavramın kökeninde gene Arapça “levm” sözü yatmaktadır. Levm, kınama ve kötüleme demek oluyor. Buradan Melâmet’e varıyoruz. O ise; azar, ayıplama, kınama veyâ sitem anlamındadır. Kısaca, Ülke geçmişimizde böyle bir tarîkat vardır. Mensuplarına Melâmî, tarîkatın kendisineyse Melâmîlik denmiştir. Melâmet kezâ bunun aynıdır. Belli-başlı özellikleri alçak gönüllülük, dünyâ malında gözü olmamak ve kanaatkâr davranmalarıyla kendilerini toplumdan saklamalarıdır. Başkalarının yanında bulunurken, kendi aralarında rumuz ve işâretlerle anlaşmışlardır.
Burada, bizden önce konuya ilişkin hayli bilgi verilmiştir ki, bunları tekrâr etmenin bir anlamı olmayacaktır. Bizim Melâmîlik hakkında hem bir yakınlığımız, hem de bir hâtıramız bulunmaktadır. Onlara değinmek isteriz. Şöyle… Trakya’nın antik ve târihî ilçesi şirin Vize, bizim doğum yerimiz olup, memleketimizdir. Aynı Vize’yse, Cumhûriyet’imizin bütün tarîkatlarla birlikte kapattığı Melâmîliğin herhâlde son merkezidir. Tanınmış Melâmî şeyhi ve şâir “Vizevî Kaygusuz Âlî Alâattin” de adının önündeki ekten anlaşılacağı gibi Vizelidir. Daha az tanınmış Vizeli başka şeyhler vardır. Tarîkatın son şeyhi “Şeyh Bâlî Efendi” kezâ Vizelidir ve soyu Ora’da yaşamaya devâm etmektedir.. Yakınlık dediğimiz husus budur, bu kadardır.
Hâtıramıza gelince… Yirmibeş-otuz yıl önce bir cenâze için Kuşadası’na gitmiştik. Uzun ve tabiatıyla o kadar yorucu bir yolculuğun sonunda cenâze namazına ancak ermiştik. Vardığımız Merkez Camiinde, namaz vaktini beklerken oturacak bir yer arıyorduk. O kadar bankın içinden karşıdaki birinde yer görmüştük. Hemen oraya yöneldik. Bizim şimdiki çağımızı yaşayan iki amcadan izin isteyip, yanlarına iliştik. Merhaba ve hâl-hatırdan sonra, belli olan yabancılığımız karşısında amcalar nereli olduğumuzu, cenâzeyle ilgimizi sormuşlardı. Vize’yi söyledik. Fakat bilemediler. Neyse… Biz de onların birini Rumeli’ne, diğeriniyse, Arap melezi gibi görsek de Ora’ya yakıştırmıştık. İlgi çekicidir ki aynen de öyleymişler! Arap’a benzettiğimizin babası Osmanlı subayı olarak Aydın’dan Libya’ya gitmişmiş. Orada evlendiği Arap kızı da melez amcanın annesi oluyormuş! Bu iki tahminimize bayağı bir şaşırmışlardı. Ancak, biraz sonra daha fazla şaşıracaklardı!
Amcalar, sözü fazla uzatmadan bir konuya yoğunlaşmış, bize onu anlatmaya çalışıyorlardı. Fakat üstü kapalı bir üslûpla! Dikkatimizi çeken husus anlatılanın Melâmî felsefesine benzerliğiydi. Ne var ki… Bu durum, aradan geçen uzun yıllar sonra Melâmîlikle ancak bir benzerlikten ibâret olabilirdi. Sizin şu anlattığınız Melâmîliğe benziyor, diyecek olmuştuk ki… Ağzımızdan Melâmî sözü çıktığı anda birbirlerine bakışmışlar ve Arap melezi amca, “bana bak çocuk şimdi tokadı çakarım ha! ” deyivermişti. Fakat her ikisi de şaşkın bir hâlde gülümsüyorlardı. O, tokat, denilenin ise şaka olduğu besbelliydi.
Sonra iyice bize döndüler. Şimdi anlat bakalım, sen kimsin? Melâmîliği nereden biliyorsun? gibi sorular yönelttiler. Vizeli olduğumu söylemiştim ya… diyecek olduk. Fakat bundan bir şey çıkaramamışlardı. Belli ki Melâmilik târihini bilmiyorlardı. Sonra, Vize’yle Melâmîlik bağlantısını naklettik. Şaşkınlıkları daha da artmıştı. Hiç ummadıkları genç bir adam neler anlatmaktaydı. Bu kere bizi aralarına aldılar. Sevgi ve şaşkınlıkla sarılıyor ve sıkıştırıyorlardı. Onlar için, bu devirdeki inanılmaz bir kişiydik biz.
Artık namaz vakti de gelmişti. Namaz sonrası karşılıklı adresler ve telefonlar aldık. Bir süre de böyle haberleştik. Sonrasını hatırlayamıyoruz.
Amcaların bizde bıraktıkları intibâ, kendilerinin tam da o felsefenin müritleri olduklarıydı. Bugün için hayatta olmaları çok zayıf ihtimâldir ki, ruhları şâd olsun! diyoruz.
Bunu buraya niye mi yazdık? Elbette ki, Melâmîliğin bölük-pörçük dahi olsa bugün hâlâ yaşadığını anlatmak için! Evet… Örgütlü olmasa bile, Melâmîlik birilerinin gönüllerinde hâlâ daha yaşamaktadır.
Mete Esin
şu an ne dinliyorum
02.03.2012 - 13:01Kerkük Uzun Havası
Abdülvahit Kuzecioğlu 1924-2007 arasında yaşamış Kerküklü bir Türkmendir. O, özel sesiyle, küçük yaştan beri ilgi ve eğilim gösterdiği halk müziğine yönelmiştir. Türklerle meskûn Orta-Doğu’daki bütün sahalarda bu konuda tanınmış ve sevilmiştir. Seslendirdiği ve şu anda bizim de bir örneğini dinlediğimiz türküleri, aynı bölgenin Acem, Arap, Kürt vb unsurlarınca da sevilmişlerdir.
Şimdi dinlediğimiz, “Baba, bugün dağlar yeşil boyandı” diye hoyrat tarzındaki bir ezgidir. Uzun hava bu Kerkük türküsü, işte bu derecede duygu yüklü ve dokunaklı olunca… İcrâ edilmek için talep de o kadar fazla olmuştur. Nitekim, pek çok sanatçı bu ilâhi nağmeleri seslendirmişlerdir. Seslerin hepsi dinlenebilir kalitededirler. Ne var ki, gene hepsini dinledikten sonra, bizim tercihimiz Siyahal’dan yana olmuştur. Siyahal ise, halk müziğimizin henüz yeni seslerinden biridir; pek de tanınmıyor zâten. Yeniliğine rağmen iyi sestir, dinlenmek gerekir sestir.
Zaman-zaman kemanın öne çıktığı bu melodide, kuruluş asl’olarak insan sesi üzerinedir. Müzikte; ölmez, unutulmaz veyâ da klasik denilen müzik örneklerinden biri de budur işte! Doğu müziğinden özel bir örnektir. Batı dünyâsının aryalarına karşı bir alternatiftir, de diyebiliriz.
Biz bu tür güzellikleri öyle bir kere veyâ birkaç kere değil, vaktimiz olduğu kadar kesintisiz dinleriz. Şimdi de bunu yapmaktayızdır zâten. Bir yandan işimizi görürken, melodi, kim bilir kaçıncı keredir yeniden ve yeniden dönmektedir!
Mete Esin
Ankaragücü
26.02.2012 - 00:32Gene Ankaragücü...
Ankaragücü’nü kendimize göre yazıp buraya yükledikten sonra, aklımıza bir de şu hâtıra gelmiştir…
Yıl 1963 olabilecektir; Adana’da askerdik. Bir bayram münâsebetiyle izinli olarak İstanbul’a dönüyorduk. Fakat, direkt İstanbul bileti almamıştık. Ankara’da bir gün kalıp sonra devâm edecektik. Ocak ayının ayazında, bir gecenin sabâhı Ankara’ya böyle inmiştik. Tesâdüf aynı gün bir de Ankaragücü-Galatasaray maçı vardı. Öteye-beriye gidip döndükten sonra maça da gitmiştik. 19 Mayıs stadındaki yerimiz, güneye bakan, güneşe karşı Maraton denen tribünün ortalarındaydı.
Bilinen Ankaragüçlüler gibi aşkın ve taşkın bir seyirci olmasak bile, elbette Ankaragücü’nü tutmaktaydık. Takım da iyiydi ha! Sağdan, soldan Galatasaray’ı sıkıştırıyor, hattâ bunaltıyordu. O gün Galatasaray kalesinde Turgay değil de daha genç biri vardı. Adı Erdal mıydı acaba? Bu genç hem iyi oynuyordu, hem de çok şanslıydı. Topu ya tutuyor veyâ top ötesine-berisine, direğe çarpıp kaleye girmiyordu. Ankaragücü’nün her an beklenen gölü bu yüzden bir türlü gelmemekteydi. Beklenti içindeki seyirci iyice bir gerilmişti. Ancak, aslında tamâmen mahkûm oynayan Galatasaray bir gol atmaz mı! Bulunduğumuz yerdekiler hemen tamâmen Ankaragüçlüydüler. Tabiatıyla bu gole fenâ hâlde bozulmuşlar, donup kalmışlardı!
Eski Ankaralılar bilirler; Ankaragücü’nün sembol olmuş ünlü bir turşucu taraftârı vardı. Bu kişi, maçlarda elindeki büyük kavanoza doldurduğu hıyar turşularını satardı. Bu çok lezzetli turşulardan birçok kereler biz de yemişizdir. Neyse… Suskunluğa bürünen tribünde meğer Galatasaray’lı bir genç varmış. Bu genç, gol anında değilse bile kısa süre sonra ayağa fılayıp “goooool! ” diye bağırmıştı. Turşucu da tam oralarda bir yerdeydi. Elindeki kavanozu bırakıp gence bir saldırması vardı ki… Doğrusu görülmeye değer bir sahneydi. Yaşıtımız görünen genç, bir yandan “anne” diye bağırıyor, diğer yandan tribün katlarını aşağıya doğru üçer-beşer atlayarak kaçıyordu! Kapıldığı öfkeden neredeyse delirmiş Turşucu, epey kovalamış fakat gene de gence erememişti. Galatasaraylılar, o zamanlar sayıca çok azdılar ve süper insan, süper futbolcu Metin’le yeni-yeni çoğalmaya çalışmaktaydılar. Yâni, tribünde, gencin kendisine sâhip ve arka çıkacak birileri yoktu. Kaçtı ve kurtuldu ama, ya çektiği o korku…
Mete Esin
Ankaragücü
25.02.2012 - 23:46Ankaragücü diye…
Önce bir düzeltme: Ankaragücü sâdece bir futbol takımı olmayıp, değişik branşlarda faaliyet gösteren bir spor kulübüdür. Buna göre de bir takımı değil, branşlar ve kategoriler sayısınca takımları vardır! Bunu böyle bildirip, geçmişin bir Ankaragücü taraftârı olarak konuya da böyle girelim.
Diğer yandan… Bu kulüp, 1955 sonrasında yaşanmış Ankara hâtıralarımızın başlıca unsurudur, diyebiliriz. Yine Ankaragücü, bize elli küsur yıl önce seyrettiğimiz “Beyaz Geceler” filmini hatırlatmaktadır! Senaryosu Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’nin aynı isimli romanından alınan iyi işlenmiş bu film; basit, güzel ve sürükleyici konusuyla romanı gibi unutulmazlar arasındaki yerini almıştır.
Filmin baş oyuncusu olan delikanlı adam (Fransız Jean Marais) , Rusya’da St.Petersburg'un uzun, kasvetli ve kar-beyaz gecelerinde, kendisi gibi yalnız bir genç kızla (Avusturyalı Maria Schell) karşılaşır. Şehrin cadde, sokak, meydan gibi dış mekânlarında, o kızla dört gece sabahlara kadar dolaşırlar. Birlikte hayâl ve hâtıralarını paylaşırlar, geçici bile olsa acıları unuturlar. Ancak, genç kızın akıl ve gönül derinliğinde, daha önce tanıştığı ve fakat bir süredir haberini alamadığı eski sevgili yatar. Buna rağmen hayat da devâm etmektedir. Delikanlı ve dört günlük arkadaşı genç kız ortak gecelerinde, birbirlerine yaklaşır, yakınlaşırlar. Bu arada geçmişin kötü izlerini silmişlerdir. Ne var ki, dördüncü gece sabaha karşı… İki yeni arkadaş ayak üstü görüşürlerken, karanlığın içinden bir hayâl belirir. Bu, derinliklerde yatan o eski sevgilidir (İtalyan Marcello Mastroianni) . Genç kız, işte o anda, dört günde yakınlaştığı delikanlıdan kopuverir. O kadar ki, herşey sâniyeler içinde olup bitecektir. Delikanlının, üşümesin diye omzuna attığı paltosunu zarif bir şekilde üstünden sıyırıp, her yanı kaplamış karın üstüne bırakır. …ve o dört güzel günü bir anda silerek, kendini eski sevgilinin kollarına bırakır!
Liseyi tahsil ettiğimiz Ankara’ya gittiğimizde yıl 1955’ti. Yatılı okuduğumuzdan, anlam olarak kışla benzeri bir mekân içindeydik. Okulda bol zaman bulup, doya-doya oynasak bile; film, tiyatro veyâ maça gitmek için hafta sonlarını iple çekerdik. O yıllar futbol ligleri illerin kendi içinde oynanırdı. Yâni, her ilin kendi çapında bir futbol ligi vardı. Türkiye Futbol Ligleri gâlibâ 1958’de kurulmuştur.
İstanbul’da, ilkokulun ilk sınıfında seçip gönül verdiğimiz sportif sevgili Fenerbahçe’ydi. Şu var ki, o artık İstanbul’da kalmıştı. Liglerin devre aralarında özel maçlar için zaman-zaman Ankara’ya misafir gelse de, sonuç olarak gözden uzaktı. Öte yandan, kişilerin, toplum içinde bir şeye taraf olmak, bir gruba âit olmak gibi tutum ve davranışları vardır. Buysa, belki de en çok spor bahsinde görülmektedir.
İşte, biz de Ankara’da Ankaragücü’nü böyle tutmuştuk. Ora’da; hatırladığımız Hâcettepe, Gençlerbirliği, Demirspor, Hilâlspor, PTT, Şekerspor, Otoyıldırım’ın yanında, biz O’nu seçmiştik. Ankaragücü Fenerbahçe’yle aynı renklerin kulübüydü. Üstelik, Ankara’nın adını (Bir yerin adını taşıyan kulüpleri hâlâ daha diğerlerine tercih ederiz. Onlara, bu açıdan olsun sempati duyarız. Öyle, adı bir yere bağlı olmayan, nereye çeksen oraya gidecek karavan tipi kulüpler, bu arada belediye kulüpleri bize antipatik düşmüşlerdir!) taşıyordu. En çok taraftar ondaydı. Bir de, doğrusu en iyi oynayanı gene oydu.
Bir gün gelmiş, okul bitmişti; bu bizim için Ankara’nın da bittiği anlamına gelmekteydi. Evet, bize artık Ankara’da bitmişti! Şimdi tekrar İstanbul’da olacaktık. Ankaragücü’nü, eski bir sevgili olarak yeri geldikçe anmak üzere gönlümüzün bir yerine gömmüştük. Gömmüştük ama… Meselâ ligde iki şampiyon çıkacak olsa, bu ikincinin onlar olmasını isterdik! İşte böyle.
Şimdi… Ankaragücü Birinci Lig’den düşmüş bulunuyor. Buysa, o üstünde dolaşan kara bulutlar ve bilinen gelişmelerden sonra beklenen bir sonuçtur. Dolayısıyla sürpriz olmamıştır.
Bugün Ankaragücü düştü; bu akşam Fenerbahçe de yenildi. Öf, öf! ! ! Bizim için iki kere üzüntü!
Mete Esin
şu an ne dinliyorum
22.02.2012 - 23:31Kulakta Rast Şarkılar
Yetmişüçe merhaba dediğimiz bu günün son saatinde, derin bir zevkle Rast makâmını dinlerken, sıra “Eski dostlar” şarkısına gelince şunları yazmak istemişizdir…
Hayri Mumcu aslen Ankaralı olup teknik ressamdır. Ünü, ölümünden sonra bile aynen devâm eden Gazeteci-Yazar Uğur Mumcu’nun da kuzenidir. Ancak, hayat serüveni sırasında kendisinin Ankara’dan uzak kaldığı dönemler olmuştur. İşte böyle uzun bir dönemin sonunda döndüğü Ankara’da, derin bir yalnızlık duygusuna kapılacaktır. Eski dostları olarak bildiği kişiler, bıraktığı yerlerde artık yokturlar. Kimi hayattan ayrılmışlar, kimi de başka yerlere göçmüşlerdir. Kısaca, doğduğu yer olan Ankara’da neredeyse yalnız kalmıştır.
Hayri Mumcu eli kalem tutan bir yazardır da. Kabûle göre, söz yazarı veyâ şâirdir. …ve almıştır kalemi eline bu duygularını kâğıda dökmüştür: Eski dostlar, eski dostlar… Yazdığına şöyle bir de bakınca, bunun bir bestenin güftesi olmasını istemiştir. İşte, Bestekâr Gültekin Çeki’yle tam bu sıralar yolu kesişmiştir.
Gültekin Çeki… Kendisi aslen Antalyalı olup bir beden eğitimi öğretmenidir. Branşına uygun devlet kadro ve makamlarında bulunmuştur. Diğer yandan kendisinin, iyi bir sesi ve müziğe ilgisi vardır. İşte bu ilgi, onu müzik câmiâsı içine de sokarak, orada gösterdiği yetenekle yükselip Türk Sanat Müziğinin en iyi bestecilerinden biri olmasına kadar götürecektir.
Sözün kısası… Hayri Mumcu’nun “eski dostlar”ı, Gültekin Çeki’yle bir Rast şarkıya dönüşecektir ki… Bu şarkı, hâlen bütün zamanların kendi türündeki en iyi, en güzel ve en sevilenlerinden biridir.
Hayri Mumcu artık aramızda yoktur. Gültekin Çeki’ye ise uzun ve sağlıklı ömürler… Her iki sanatçıya derin saygılarımızla…
Mete Esin
fenomen
22.02.2012 - 22:19Numen ile Fenomen…
Yunanca phainomena… Temel olarak bir felsefe terimidir. Fransızca “phénomène” diye yazılır ki aynı anlamdadır. İnsan şuuruna (bilincine) yansıyan ve görünen şey demektir. Buradan dilimize geçip, bunun gibi bütün dünyâ dillerine de yayılmıştır.
Ünlü Alman filozofu Emmanuel Kant, “fenomen”i, “numen”dediği anlaşılamayan gerçeğin karşısına koyar. Buna göre, fenomen nesnel bir gerçek ise bile bunun yanında öznel bir tasarımdır. Yâni, kişilerce düşünülen ve/veyâ hayâl edilebilendir.
Felsefî bu terim, günümüzdeyse bir bakıma anlam kaymasına uğramıştır. Buna mecaz da diyebiliriz. Bugün, başarılı, tanınan (sevilen) ve etkin kişilere “fenomen” denmektedir. Söze gene günümüzden bir örnek göstermek gerekirse… Meselâ, Fenerbahçe Kulübü Başkanı Aziz Yıldırım tam bir “fenomen” dir! Hele de kendi taraftarları gözünde!
Mete Esin
şu an ne dinliyorum
21.02.2012 - 01:58Aristokrat müziği!
Bu gece müzik programımızda Valsler vardır. Vals, ayrıca eskilerden gelen bir kadın-erkek ortak dansının da adı olur. Tabiatıyla aynı müzik eşliğinde ve ayrıca mütemâdiyen dönerek yapılır. Valsin Almanca olan adı gene Almanca dönmek fiilinden gelmektedir. Dünyâda da zâten Alman dansı olarak tanınmıştır. En çok da Viyana’yla birlikte anılır; Ora’yla özdeştir.
Burada hatırlanmalıdır ki, Avusturya asl’olarak bir Alman devletidir. Onlar da Almanca yaşar, Almanca düşünür ve Almanca konuşurlar. Bizim, İngiliz ağzına (Austria) bakarak Avusturya dediğimiz ülkenin kendi dilindeki adı Österreich’tır. Yâni Doğu Devleti. Peki, kimin ve neyin doğusu? Elbetteki Almanların ve Almanya’nın!
Vals, dünyâ müzik türleri içinde aristokratlara hitâbetmek gibi özel bir yere sâhiptir. Dans edilen yerlerse, gene aristokratların bulunduğu saraylarla, saray gibi geniş diğer mekânlardır. Şu da var ki, uzun yıllar içinde sevilip yayıldıkça burjuva ve proleter sınıfa da inmiştir. Gençlik yıllarımızda; tango, samba, mambo, rumba, bossa-nova, twist, ça-ça-ça, rock and roll gibi dansların yanında vals de vardı. (Arabesk ve onun karşısındaki Batı akımları bunları itelemiş ötelemişlerdir.) Fakat bu dansı yapanlar diğerlerine göre sayıca daha azdılar. Hattâ, bir çift vals yapmaya kalkarsa, herkes oturur onları seyrederdiler. Biraz hayranlık, biraz da hasetle! Evet hasetle! Çünkü Vals bilmek, Vals yapmak öyle her babayiğidin harcı olmayıp, bir üstünlük sayılırdı! Kolay sayılan diğer danslar ise, kimilerince hayli iyi oynanırken, kimilerince de dans niyetine eşlerinin ayakları çiğnenirdi!
Dünyânın ünlü bestecilerinden bâzıları vals üzerinde çalışmışlardır. Ne var ki, bir yandan Viyana’yla özdeş olmuş Vals ve Valsler, diğer yandan baba-oğul Strauss’larla özdeştirler. Viyanalı olan bu adamlardan baba Johann Strauss Valsi yüceltirken, adaşı oğul Johannn Strauss II. ise doruklara çıkarmıştır. Onlardan sonra Rus Dmitri Dmitriyeviç Şostakoviç hatırlanmalıdır; o da bir kaç güzel Vals bestelemiştir. Biz de bu geceki repertuvarımızda bu her üçüne yer vermişizdir.
Vals için, yukarıda aristokratlara hitâbeder demiştik. Doğrudur ama, eski bir bürokrat olarak bizim de dinlememizde bir sakınca yoktur herhâlde!
Mete Esin
sadist
18.02.2012 - 23:35Marki de Sad’dan beri…
Evet, öncelikle “Donatien Alphonse François le Marquis de Sade”… Konumuz, ruh sağlığı bozuk bu uzun isimli Fransız aristokratıyla başlamaktadır.
Şöyle… 1740-1814 arasında yaşamış bu sapık herif, hem de çağının bir edip ve filozofu filândır. Ancak, edepsiz bir ediptir ki, çok çirkin yaşamış ve erotizm diyerek çok çirkin şeyler yazmıştır. İnsanlığın mânevî değerleri olan ahlâk gibi, din gibi, yasa gibi kurumları hiçe saymıştır. Esâsen, ömrünün otuziki yılını hapisane ve tımarhânede geçirmiştir. Kendisiyle özdeş olan ünlü eseri “Sodom’un 120 Günü”nü de içeri düştükten sonra yazacaktır.
Marquis de Sade (okunuşu Marki de Sad) , insanlara eziyet ve işkence etmeyi mübah görüp neredeyse kurumlaştırmıştır. İşten bu yüzden, o gün ve bugün, insan ve hattâ hayvanlara eziyet etmeye, Sad’cılık anlamında Sadizm denmiştir, denmektedir. Bunu yapanlarsa “Sadist”tirler.
Mete Esin
şu an ne dinliyorum
18.02.2012 - 01:56Ey günümüz gençleri!
Yetmişiki yaşımızla, Site üyesi en eskimiş kimliklerden biri oluyoruz. Buna göre de, buradaki kimilerine ağbi, amca, ama pek çoğunuza göre biz bir dedeyizdir. İki oğlumuza rağmen, henüz gerçek bir dede olmamışsak bile!
Öte yandan, yaş farkımız olsa dahi gençliğin müzik zevkini bilmekteyizdir. Gençlik bu konuda da iki kampa ayrılmıştır: Az sayıdaki istisnâları bir yana koyarsak… Arabeskçiler ve adı her ise, onun tam karşısındaki Batı’nın sözde müzik akımlarına kapılanlar! Bunların birincisi karalar bağlatıp ağlatırken, ikincisi coşturup oynatabilecektir. Fakat sonuçta her ikisi de köksüz ve ruhsuzdurlar. Hem de, bir zaman sonra kaçınılmaz olarak silinip, yok olmaya mahkûmdurlar. Hattâ, henüz bugünden bile yok hükmündedirler!
Bunları niye mi yazıyoruz? Şu anda dinlemekte olduğumuz “Bülbül Kasîdesi” yüzünden! İçinizde bunu dinlemiş ve bilenler olabilirler. Biz ise, bilmeyenler için yazmış olalım. Şu “Kasîde”yi hele bir dinleyin! Bunu, internet ortamında değişik pek çok sesten dinlemek mümkündür. Dinleyin de, o alçak gönüllü koca “Yunus” bakın ne demiş ve nasıl demiş. Bir duyun, görün! İster müzik, ister de felsefe niyetine...
Mete Esin
Miladi Takvim
14.02.2012 - 23:32Mîlât ve Tüm Takvimler…
İlkokula başladıktan sonra yaşadığımız bütün yılbaşlarını hatırlayabilmekteyizdir. Hepsi başlı başına birer olay sayılmışlardır. Hele de şu son zamandaki iki bin yılına girişimiz… Milenyum diye-diye neredeyse kıyâmet koparılmıştı! Medya organları “milenyum” sözünü kullanabilmek için, âdetâ bahâneler îcat etmişlerdi! Bunda o kadar ileri gitmişlerdi ki, “milenyum”u bir yıl önceye bile almışlardı!
Milenyum “bin yıl” demek oluyor. Nasıl ki her yüz yıla asır demekteysek, aynen öyle. İşte bu yüzden, yeni milenyum '2001'de başlıyordu. Ama gerek bizde gerekse dışarıdaki medya, “milenyum”u bir yıl öncesinden ilân etmişlerdi bile!
O zaman Allah’ın bir kulu çıkarak, durun yâhu “milenyum”a daha bir yıl var, dememiştir! Hayret ki, hayret! ..
Milenyum sözünün kökü, gerilere gidip Latince’ye uzanıyor. Oradan Fransızca’ya geçmiş, oradan da dünyâya yayılmıştır. Söz bin yılı anlattığından, öyle sık-sık kullanılması da gerekmemiştir. Îtiraf edelim ki, milenyumu biz de ancak o zaman (2000’e girerken) duyup öğrenmişizdir.
İnsanoğlu zamanı iyi kullanabilmek için, bu kavramı dilim-dilim bölerek tanımlamaya çalışmıştır. Bölümlemenin bâzıları, ay ve dünyânın dolanımlarına bağlı olup, doğaldırlar. Gün, ay ve yıl bölünmeleri bir bakıma böyledirler. Fakat, aynı gün, ay ve yılı bir de insanlar bölmüşlerdir. Günün saat, dakîka ve sâniyeleri; ayın haftaları ve ayrıca istenilen günlere bağlanması, yılın mevsimleri böyle bölünmelerdir. Hâlen kullandığımız Gregoryen (Mîlât) takvimi, uygar dünyânın en yaygın olarak kullandığı zaman aracı olur. Yeni takvim, Cumhuriyet'imizin de devrimlerinden biridir. Dünyâya entegre olabilmek üzere, 26.12.1925 gün ve 698 sayıyla duyurulan Yasa, 01.01.1926'da hukûken ve fiîlen yürürlüğe girmiştir.
Latin kökenli takvimimizin, ay adlarından bazıları da Latince’dirler: Mart, Mayıs, Ağustos gibi. Ocak, Ekim ve Aralık'ın Türkçe oldukları bellidir. Şubat, Nîsan, Hazîran, Temmuz ve Eylül Süryanî asıllı olmakla birlikte, bize Mûsevî takviminden geçmişlerdir. Kasım ise Arapça’dır. Günlere gelince… Salı ve Cumâ Arapça; Pazar, Çarşamba, Perşembe Farsça’dırlar. Türkler, İslâm’a girmeden önce güneş sistemine dayanan kendi takvimlerini kullanmışlardır. Bu takvim, on iki veyâ bunun beş katı olan altmış yıllık dönemlere bağlanıyordu. Böylece, bir dönem bitince bir yenisi başlamaktaydı. Burada ilgi çekici olan şuydu ki, her yılın hayvanlardan alınmış bir adı vardı. Ay adları sırayla şunlardılar: Sıçan, Sığır (Öküz) , Kaplan, Tavşan, Balık (Ejder) , Kertenkele (Yılan) , At, Koyun, Maymun, Tavuk, Köpek ve Domuz. Türkler ayrıca bir günü on iki eşite bölüp, bunun her birine çağ diyorlar ve bugünkü saat gibi kullanıyorlardı. Buna göre de, on iki çağlık bir günleri vardı. Başka bir târifle, şimdiki iki saatimiz onların bir saatleriydi.
Yeryüzünde, dinî ve millî birçok takvimler kullanılmış ve kullanılmaktadırlar. Örnek olarak; Arabî (eski) , Arsatid, Aztek, Bâbil, Buddha, Capitolium, Çin, Diocletianus, Fransız (İhtilâl) , Hicrî (Arap-İslâm) , Hindu, Indictio, İsevî, İskender, İspanyol, Jülyen, Kamboç, Kıptî (Mısır) , Laos, Maya, Mısır, Mûsevî, Philippos, Roma, Roma (II) , Rumî (Osmanlı) , Saka, Samvat, Sâsânî, Selefkî, Yezdegert, Yunan takvimleri sayılabilirler.
Takvimler, târih boyunca üç esas üzerine kurulmuşlardır: Ay esâsı, güneş esâsı ve her ikisi birlikte. Bir önemli nokta da başlangıç, yâni birinci yıldır. Birinci yıl, bütün takvimlerde önemli bir olaya bağlanmıştır. Şu var ki, bugün kullandığımız Gregoryen takviminin başlangıcı biraz farklıdır. Milât sözü Arapça’da doğum demek olur. Ama takvim söz konusu olunca, Milât özel olarak Îsâ'nın doğumunu anlatır. Hâl böyleyken, Îsâ öngörülen târihte doğmamıştır! Yapılan araştırmalar ve yürütülen hesaplar uyarınca, Îsâ'nın doğumu, MÖ 0004 veyâ 0005 yılının 25 Aralık günüdür! Noel de bunu işâret etmektedir ya. Bunun yanında, Îsâ diye birinin hiç yaşamadığı ve hiç var olmadığını dahî öne sürenler bulunmaktadırlar. Hem bunlar, öyle sıradan kişiler de değildirler. Yâni, bilgin ve uzman sınıfından adı büyük kişilerdir. Bunu öne sürerlerken de, kendilerine göre elbette kesin kanıtları bulunmaktadır!
Konumuz başlangıç olunca... Bir takım takvimler, başlangıç olarak dünyânın yaratılışını almışlardır! Burada, kafalar tabiî ki karışacaktır! Dünyânın ne zaman yaratıldığı bilinmekte midir ki? .. İlim, dünyânın yaşını milyarlarla yıla bağlamaktadır ya... Anılan takvimlerin yapıcıları da, Tevrat'ın yazdıklarından hükümler çıkarmış ve bâzı târihler üzerinde durmuşlardır. Dünyâ bu târihte yaratılmıştır, diyerek! .. (Aslında, dünyânın yaratıldığı veyâ oluştuğu an veyâ süreyi bir târihe bağlamak ne kadar mümkündür! Çünkü... Târih dediğimiz kavram ancak bundan sonrası için söz konusu olabilecektir!) Bu kişilerle onların hesaplarına göre, dünyânın yaratılış yılları MÖ'si için olmak üzere şöyledir: J. Africanus için 5500’de, Ponodor için 5493’te, Konstantinopolis (Osmanlı öncesindeki İstanbul) ilâhiyatçılarından bâzıları için 5509’da, J.J. Scalinger için 3950’de, Pezron için 5873’te ve J. Usher için 4004’de!
Dünyânın ulaştığı bu günlerin ilim kafası, bunlar için tabiî ki sâdece gülümseyecektir.
İlim adamlarının milyarlarla hesapladıkları dünyâ yaşına veyâ bu ilâhiyatçılara inanmakta tereddüt edilmemelidir. Çünkü... Biri müspet ilimdir; elle tutulup gözle görülebilir. Diğeri dogmadır; kişinin inanç ve kabulüne kalmıştır. Târihler, MÖ ve MS arasındaki “sıfır' yılını göstermemektedirler. Oysa, astronomi bilginleri bu sıfırı kabûl etmişlerdir. Bu anlayış uyarınca, MÖ'ki târihler bir yıl daha kısa sayılmaktadırlar.
Yazımızın sonunda, ayın doğal süresinin dörtte biri olan haftanın, ilk olarak Hammurâbi devrindeki Bâbil'de kullanıldığı bilgisini verelim.
Mete Esin
şu an ne dinliyorum
10.02.2012 - 13:26Doris ile Mary’den! ..
Mâlûmdur ki dünyâ dönmektedir! Bunun gibi, dünyâdaki bir takım değerler de dönmekte ve değişmektedirler. Paralel olarak… Günümüz gençleri, biz eski kuşağa göre değişik görüşler ve aynen değişik zevklere sâhiptirler. Bu, müzikte de böyle olmuştur. Buradaki soruya biz, Doris Day’den “Que Sera Sera” ve Mary Hopkin’den “Those were the days my friend” diyoruz. Favorilerimiz olan ünlü bu melodiler, andığımız sanatçı hanımlarla özdeş olmuşlardır.
Biz, yetmişi aşmış olmakla o kaçınılmaz sona yaklaşmaktayız. Hayli eskimiş sayılacak bu melodilerse… Hiç şüphe yoktur ki, diğerleri yanında dünyâ durdukça var olacaklardan iki “klasik”tirler artık.
Mete Esin
dolmakalem
07.02.2012 - 02:30Dolmakalem sevdâdır!
1952’de mezun olduğumuz ilkokuldayken, yazı konusunda özel bir dersimiz vardı. Bu derste, “divit” denen kalem sapına “uç” diye bir parça takılırdı. Sonra, “hokka” denen mürekkep dolu özel bir şişeye batırılır, dolmakalem kullanırmış gibi yazılırdı. İlkokulda, el yazısını böyle öğrenmişizdir. Dolmakalem kullanmaksa yasaktı.
Bu yüzden ilk dolmakalemi orta birinci sınıftayken edinmişizdir. İstanbul-Bâbıâlî yokuşundaki kırtâsiyecilerden aldığımız kalemin fiyatı ikibuçuk liraydı. Fiyat hakkında fikir vermek üzere, o zaman bir simitin beş kuruş olduğunu ekliyelim. Demek ki elli simit değerindeymiş! Bundan sonra her zaman en az bir dolmakalemimiz olmuştur. Arada tükenmez gibileri de kullanmış olsak bile, bir dolmakalem hep cebimizdedir. Bugün, mâvi ve siyah mürekkep kullandığımız, bir kaçı markalı, diğerleri ucuz Çin malı onbeş kadar kalemimiz vardır. Piyasadan kalkmadan önce yeşil mürekkebimiz de olmuştur!
İlgi çekicidir ama, iyi dizayn edilmiş ve ergonomik olduklarından Çin kalemlerini kullanmayı tercih etmişizdir. Bir farkla ki, bunlara taktığımız uçlar ünlü Alman markalarıdırlar.
Öte yandan, kitap harfleriyle de yazarsak bile tercihimiz daha çok el yazısından yanadır. Geçende bir yerde yalnız oturmuş bekliyorduk. Önümüzde de günün gazeteleri vardı. Hepsine bir göz attık bitti; ama beklediğimiz kişi hâlâ gelmemişti. Kalemimizi çıkarıp gazetenin bulmacasını çözmeye başladık. Bu sırada, yakınımızdaki bir gencin de ısrarla bize baktığını fark etmiştik. Genç, “ağabey” demişti “o kalem de ne öyle! ? ” Bizim kalem ona pek garip görünmüştü! Yanımıza gelip, uzaydan gelmiş bir cisim gibi de incelemişti!
Mete Esin
Nakşibendi Tarikatı
05.02.2012 - 03:05Şu Belli Olmaktadır…
Yâhu! .. Eğer Müslüman iseniz, bunun bir kitabı, bir ana-yasası vardır. Alır okursunuz. Anlar veyâ anlamaz, inanır veyâ inanmaz, kabûl eder veyâ etmezsiniz. Burası size kalmış bir husustur. Ancak… Eğer inanmış ve kabûl etmişseniz, Kur’an’da olmayanın da peşinden gitmeyiniz! İslâm birdir; basit ve yalındır. Çeşitlemesi yok, yorumu yoktur, başka yolu (tarîkatı) da yoktur! O’ndan ve ana yoldan ayrılmayınız!
Dünyâya bakın! Aslında bir olan İslâm, sözde O’na hizmet eden bâzı kafalar yüzünden bin-bir parçaya bölünmüştür. Neredeyse her yerde başka bir doktrindir. Bir din, eğer Allah gibi bir varlık tarafından gönderilmişse, “iki kere iki” gibidir! Yâni… Her yerde ve her zaman “dört” eder! ”
Aaaah Atatürk, Ahhh! ! ! Şu belli olmaktadır ki, onca zorluğu aştıktan sonra bile eksik bir şeyler daha kalmışmış meğer!
Mete Esin
kandil
04.02.2012 - 01:28İSLÂM’IN KANDİLLERİ...
Kandiller, zamanla ve bir evrim sonucunda İslâm’a monte edilmiş ve artık kutsal sayılan günlerdir. İslâm’da, en çok bilinerek önem verileni Kadir olmak üzere beş Kandil bulunmaktadırlar. Bunlar; Mevlid, Regâip, Mîraç, Berat ve Kadir adlarıyla sıralanmaktalar. Ancak, Mîlât’tan on gün kısa olan Arap takvimine göre bu sıralama, yıldan-yıla değişebilmektedir de.
Konuya kandil denen aydınlatma aracından girelim... Bunun aslı olan candela (okunuşu kandela) , Latince yâni Roma dilinden geliyor. Buradan Araplar alıp kındil demişler; biz Türklerse sözü onlardan almış ve kandile çevirmişizdir. Belli bir yaşın üstünde olup, köy ve kasabalarda yetişmiş olanlar kandil görmüşlerdir. Kandil camsız bir âlet olup gaz lâmbasından daha basittir. Bâzı kandillerse, âdetâ fitilli bir çanaktan ibârettirler. İlk kandiller pişmiş topraktan yapılmış, sonra şekilden-şekle girmişlerdir. Târihte; taş, kurşun, cam, seramik, tunç, gümüş, altın gibi çeşitleri görülmüşlerdir. En sonundaysa tenekeden ve camlı yapıldığı görülmüştür. Kandiller sıvı yağları, daha çok da zeytinyağını yakmışlardır. Elektriğin yaygın olarak kullanıldığı günümüzde, câmilerin kubbe veyâ tavanlarında, kandil niyetine bunun benzeri elektrik lâmbalarını gene de görebiliriz. Bunlar artık, o mekânların süs unsurları da sayılmaktadırlar.
Buradaki asıl konumuz olan Kandil günlerine gelince... Henüz elektrik bulunmadan önce, yukarıda andığımız kutsal günlerin gecelerinde, câmi veyâ mescit gibi yerlerde kandil yakıldığından, böyle gecelere de “Kandil” denmeye başlanmıştır. Kandillerin en ünlüsü, kuşkusuz Kadir (Arapça kadr) gecesi olur. Ramazan’ın 27. gününe rastlayan bu gece, İslâm için son derecede önem taşımaktadır. Kuran’ın beş âyet(cümle) lik Kadir sûresi, Kuran’ın bu gece tebliğ olunmaya başlandığını bildirmektedir. Aynı âyete göre, Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır. Kadir gecesi Ramazan ayı içindedir ama, aslında bunun günü belli değildir. Buna rağmen, daha sonra konuyu irdeleyen İslâm yorumcuları, bâzı hadislerden çıkardıkları sonuçla Kadir gecesinin, Ramazan’ın 27. gününe rastlaması lâzım geldiğini ileri sürmüşlerdir. İddiâyı doğru kâbul eden İslâm toplumları, daha sonra günümüze kadar ve dâimâ aynı tez doğrultusunda hareket etmiştir.
Mevlit (Arapça mevlid) Kandili... Aslı gene Arapça olan mevlit kelimesi; doğum, doğum yeri veyâ doğum zamânı demek olur. Kandilin konusu olan mevlit ise Hz. Muhammet’in doğumudur ki, ilk olarak Fâtımîler(Mısır) döneminde din törenleri düzenlenerek kutlanmıştır. Geniş çapta kutlamalar ise, Selçuklular dönemine rastlamaktadır. Mevlit adına kutlamalar bundan sonra ve yavaş-yavaş bütün bir İslâm toplumuna yayılmıştır. Şu var ki, işin içine kültür girince her toplum Mevlit’i kendine göre yoğurmuştur. Tıpkı İslâm’ın asıl akîdeleri gibi, Mevlit de her toplumda farklı algılanarak, farklı-farklı yorumlanıp, farklı da uygulanmıştır. Mevlit günleri için, değişik İslâm ülkeleri dillerinde manzum övgüler (manzûme) yazılmıştır. Bunlar, ayrıca bestelenerek Kandil günlerinde okunmuşlardır. Ülke’mizde yazılan mevlitlerin en ünlüsü Süleyman Çelebi’ninkidir. Bu, o derecede tutulmuş ve o derecede tutunmuştur ki, bugün, diğerlerinin metnini değil varlığını bile bilmemekte, Mevlit manzûmesini Süleyman Çelebi’nin yazdığından ibâret sanmaktayızdır. Mevlit Kandili, bizde Osmanlı’nın III. Murat döneminden sonra kutlanmaya başlanmış, bundan sonraysa İslâm’a yerleşip-kalmıştır.
Regâip (Arapça regâib) Kandili... Regâib Arapçada, çok aranan, çok istenen demektir. Bu kandil, Âmine Hâtun’un Hz. Muhammet’e hâmile kaldığı gecenin yıldönümünü anlatır. İslâm toplumunda mübârek sayılan günlerdendir. Bu gece dahi, diğer kandiller gibi, dualarla ve genel ibâdetle geçirilir. Böyle bir gecenin (aslında bir günün tamamının) kutlanması, tabiî ki Hz. Muhammet’in tebliğlerinden değildir. Nitekim, İslâm içinde söz sâhibi olmuş bâzı kişiler, böyle bir kutlamanın yanlış ve yakışıksız olduğunu düşünmüşlerdir. Bugün de böyle düşünenler bulunmaktadırlar. Târih bilimi de, olayın târih olarak doğruluğunu zâten onaylamamaktadır.
Mîraç (Arapça mîrac) Kandili... Arapça mîrac; merdiven, yükselme, göğe çıkma gibi anlamlar taşır. Burada, Hz. Muhammet’in İslâm inanışında gökteki Allah katına çıkışı anlatılır. Olay, Mesçidi Haram’dan Mesçidi Aksâ’ya gidiş gibi de yorumlanır. İddiâlı bir söylentiye göreyse, Hz. Muhammet Burak adındaki beyaz bir atla Mesçid’i Aksâ’ya varmıştır. (Burak gökte hareket edince, buna göre onun kanatlı olduğu ve uçtuğu var sayılmaktadır.) Önceki bütün peygamberler orada beklemektedirler ve Kendisi’ni saygıyla karşılamışlardır. Hz. Muhammet, bundan sonra da aynı Burak’la göğün yedinci katına varmıştır. Orada, Allah’a iki yay boyu yaklaşmış, O’nunla konuşmuş, cennet ve cehennemi görmüştür. Mîraç denilen olay, İslâm dünyası içindeki belli tartışmalardan birinin konusudur. Bâzıları göğe çıkmayı ciddîye almamakta, bunu bir rüyâ olarak kabûl etmektedirler. Onlar, Hz. Muhammet’in bedeniyle değil ama rûhuyla Miraç’a çıkmış olabileceğini düşünmektedirler. Hz. Muhammet’in yatağının Mîraç gecesi sabahında ıslak bulunmuş olması, O’nun geceyi yatağında geçirip-terlediği şeklinde izah edilmiştir. Diğer bir kısım İslâm tasavvufçularıysa, Mîraç olayını tümden reddetmektedirler. Onlara göre böyle bir olayın yaşanması aslâ mümkün değildir. Bu durum, akla ve dünyâ gerçeğine uymaz. Mîraç olayı işte böylesine tartışmalı bir konudur. Fakat sonuç itibarıyla Mîraç da İslâm’ın mübârek gecelerinden sayılmakta, bu gece de duâ ve ibâdetlere vesîle olmaktadır.
Berat (Arapça Berâet) Kandili... Arapçadaki berâet, bildiğimiz beraatın aslıdır. Özgür bırakma, kefil olma gibi anlamları vardır. Hz. Muhammet’e peygamberliğin tebliğ edildiği gün olarak kutlanır. Berat kandili, bağışlanmayla mânen kurtulma gecesi sayılmaktadır. Önceki Kandillerdeki gibi, bu gece de duâ ve ibâdetlerle geçirilir. Aynı dînî törenler uygulanır.
Anlaşılmış olacağı üzere… Kandiller, kaynaklarını Kuran’dan almamış olsalar bile, Kuran’a inananların, daha sonra ibâdetlerin üstüne koydukları düşüncelerin kurumlaşmasıyla ortaya çıkmışlardır. İslâm akâidine (inanç ve tapınma kurallarına) katılmışlardır.
Mete Esin
mütevazı
31.01.2012 - 22:55Alçak gönüllü olmak
Sözün aslı Arapça’dır ki, tevâzu sâhibi demektir. Halk ağzındaysa yanlış ve yaygın (galat-ı meşhûr) olarak “mütevâzî” diye söylenir. (Mütevâzî, burada başkalarınca da açıklandığı üzere paralellik anlatır.) Mütevâzının Türkçesi “alçak gönüllü”dür.
Sözü açarsak… Kişinin, olduğundan daha aşağıda görünmek istemesidir. Bu ise, atıp-tutmak ve kibirli olmanın tam karşısıdır. Alçak gönüllü kişi, böylece tepeden bakmamış, çevresini küçük görmemiş olacaktır. Tevâzu, eğer abartılmamışsa doğru, asil ve pek güzel bir davranış biçimidir. Erdemdir ve takdîre şâyândır. İllâ… Bu davranışı herkese göstermek de yanlış olacaktır! Yâni, karşıdaki kişi de bu davranışı doğru anlamalıdır. Gene anlamalıdır ki, mütevâzı kişi aslında daha üstteki bir değerdir. Alçak gönüllü davranış bire-bir doğru kabûl edilirse, yâni o kişi kendini indirdiği yerde görülürse… İşte o zaman, bu erdemli davranışın da bir anlamı kalmayacaktır!
Mütevâzı olmaya basit bir örnek vermek gerekirse… Çevremizdekilere yakın ve samîmî olmadığımız resmî mekân ve ortamlarda (meselâ bu Site’de!) birilerine hitâp ederken, “ben” yerine “biz” demek de “alçak gönüllü” bir davranış olacaktır.
Mete Esin
empresyonizm
31.01.2012 - 00:18Türkçe İzlenimcilik…
Bu, 19. yy’da, Fransa’da ve resimle ortaya çıkmış bir sanat akımının adıdır. Gravür ressamı ve oyun yazarı Louis Leroy diye biri, marjinal ressamlarca açılan o günkü bir sergi için “emprestyonistler” deyince (yazınca) , böylece ve belki hiç düşünmeden ancak bir vâdeye bağlı olarak akımın adını da koymuştur. Sanatçılar ise, başlangıçta kendileri için “uzlaşmazlar” demişlermiş! Davranış biçimleri baz alınırsa, aslında bu deyiş de onları pekâlâ doğru bir şekilde târif etmiş olacaktır.
Akımın kurucusu sayılan ünlü ve başlıca sanatçıları C. Pissarro, A. Sisley, C. Monet, P. Cezanne, E. Degas, B. Morisot ve A. Renoir gibi ressamlardır. Akım, daha sonra diğer sanat dalları, özellikle de edebiyat ve müziği, hattâ felsefeyi etkilemiştir. Akımın müzikteki öncüsüyse gene bir Fransız olan kompozitör Debussy’dir. Onu; Ravel, Roussel ve Schimitt gibi diğer bâzı sanatçılar tâkip etmişlerdir.
İzlenimciler; baktıkları, gördükleri veyâ yaptıklarında gerçeğe bağlı ve sâdık kalmamakla tanınmışlardır. Onlar eserlerinde, gördüklerini değil de görmek istediklerini esas almışlardır. Akım, bir bakıma da objektif olmamak, kendine göre takılmak ve öyle yorumlamaktır. Eğer, İzlenimci sanatkârlar arasında, branş gözetilmeksizin bir değerlendirilme yapılsaydı, “Bolero” bestesiyle dünyâ çapında üne kavuşmuş Joseph Maurice Ravel, şüphesiz ilk hatırlanacak kimlik olurdu. O Ravel ki, bugün Akım’ın kendisinden çok daha ünlü bir kompozitördür. Şurası da ayrıca ilgi çekici husustur: Dünyâca sevilmiş tekdüze ses hârikası Bolero’nun ünü de, kendisini besteleyen Ravel’den daha yaygındır! Yâni… Ravel’in Bolerosu değil de, Bolero’nun Ravel’i gibi!
Empresyonizm diyerek Ülke’mize dönersek… Halk müziğimize hançer gibi saplanan bizdeki Arabesk terânelere de, eser (!) sâhiplerinin kültürümüze kazandırdıkları kendi seviyelerinde empresyonist bir akım gözüyle bakılabilecektir. Ne var ki, bunların yaşayacakları süre belli olmadığı gibi, dünyâya mal olup yayılmaları tabiatıyla söz konusu bile değildir.
Mete Esin
mete han
19.01.2012 - 01:08Mete denen adımız…
22.02.1940’ta, Trakya’nın şirin ve târihî ilçesi Vize’de doğmuş ve fakat yedi yaşımızın üstünüyse İstanbul’da yaşamışızdır. Öte yandan, kendimizi bildiğimiz târihten ilkokul üçüncü sınıfa kadar da “Mete“ adımızla bayağı bir sorunumuz olmuştur! Geçen hazîranda, doksanüç yaşını idrâk etmişken kaybettiğimiz annemiz de, bu sorunun mağdur bir ortağı olacaktır!
Şöyle… Çevremizdeki diğer isimlerin uzak veyâ yakınımızdaki en az bir eşini duymuşuzdur da, ondört yaşımıza kadar ikinci bir Mete’yi tanımamışızdır. Buysa, on yaşımıza kadar bizde garip bir mutsuzluk ve kompleksin sebebi olmuştur! İstemişizdir ki, çevremizdeki diğer isimler gibi başka Mete’ler de olsun! Aynı sıradaysa, kendi kendimize “Metin” diye bir de seçim yapmış ve onu benimsemişizdir. Fakat, yanlışlıklar dışında bize “Metin” diyen hiç kimse çıkmamıştır!
Babamız, elindeki parayı sermâye olarak kullanmak istediğinden, İstanbul’da eve yatırım yapmamıştır. Sonuçta, uygun bir ev bulamamaktan dolayı ikibuçuk yıl gibi kısa sürede kirâcı olarak beşinci eve taşınmışken, o sırada nihâyet bir evin sâhibi olmuşuzdur. Mahâlle-mahâlle bu altı ev arasında gezerken, her yeni mahâlleye taşındıkça, annemizden, kendimize “Metin” denmesini istediğimizi hatırlarız! Kısa aklımızca, böylece ve bundan sonra adımız “Metin” olacak, öyle de kalacaktır! Annemizse, bıkmadan ama herhâlde duyduğu sıkıntıyla, adımızın çok anlamlı olduğunu, büyük sınıfa gelince bunu öğreneceğimizi söyleyip durmuştur. Şimdiki durumu bilmemekteyiz. O zaman ilkokul dördüncü sınıflarında; târih, coğrafya ve yurttaşlık bilgisi dersleri vardı. Annemiz, belliydi ki bunu, yâni dördüncü sınıfa gelmemizi beklemekteydi.
1949-50 ders yılıydı. İstanbul-Eyüp’teki “Ebussuud İlkokulu”nda artık üçüncü sınıfı okuyacaktık. Burası deneme okulu muydu, bilemiyoruz. Fakat; üçüncü sınıfta “târih başlangıcı”, “coğrafyada ilk adım” ve “yurttaşlık bilgisi” diye üç dersimiz olmuştur.
Gür bir sesimiz vardır. Daha doğrusu, bizim dışımızdakiler bunu böyle söylerler. İşte bu yüzden olacaktır… Okulda, Türkân öğretmenimiz bize adımızla değil, sesimizi vurgulayan şimdi hatırlayamadığımız bir isim veyâ sıfatla seslenirdi. Ders yılının henüz ilk günleriydi. Târih dersimizin de birinci veyâ ikincisi. Öğretmenimiz, kitaplarınızın şu sayfasını açın, demişti. Açmıştık tabiî ki. O sayfanın konusuysa “Hunlar”dı, Asyalı “Büyük Hunlar”. Öğretmenimiz konuyu okurken biz öğrenciler de gözümüzle kendi kitabımızdan tâkip ediyorduk. Eeee, konu Hunlar olunca, tabiî ki en önemli unsur veyâ kişi de Mete’ydi. Evet, kitaptaki yeri gelmiş ve öğretmenimiz adımızı okumuştu. Buysa, biz değil kitaptaki “Mete”ydi elbet. İşte o anda, öğretmenimiz dâhil herkesin yüzü bize dönmüştü. Pekiyi, kendimizde ne mi duymuştuk? Onu hiç unutamayız. Öncelikle, o beğenmediğimiz adımıza bir sarılmıştık ki… Daha sonra mahcup bir gurur ve bir mutluluk… Ama ancak o kadar olur!
Yatılı okuduğumuz orta üçteydik gâlibâ. İşte o yıl okuldaki bir öğrencinin daha adı Mete’ydi. Nihâyet, bizden başka bir Mete’yi görmüş ve tanımış oluyorduk! Askerliğimizin eğitim devresindeyse, aynı birlikte tam üç Mete’ydik. Diğer birliklerde bir Mete daha vardı. Komutanımız mektuplarımızı dağıtırken, önce “Mete” der ve durup hepimize ayrı-ayrı bakardı. Sonra soyadını ekleyip mektubumuzu verirdi. Buysa, her seferinde hoş bir sahnenin yaşanmasına zemin hazırlamıştır.
Kısaca… Mete adımızı, bugün hâlâ çocukça bir duyguyla sever, ondan mutluluk duyarız.
Mete Esin
lefter küçükandonyadis
14.01.2012 - 03:16En büyük o olmalıdır!
Fenerbahçeliyim... Yetmişiki yaşım îtibârıyla, Lefter’i de sahada görmüş ve seyretmiş kişiyimdir. O, buraya yazılacak birkaç satırla sınırlı bir kimlik değildir. Kendisi, her şeyden önce iyi insan ve bir centilmendir. Nitekim, diğer kulüp taraftarlarınca da dâimâ sevilmiş ve sayılmıştır.
Lefter’in babası, Arnavut aslından olup İstanbul Büyük Adalı balıkçı bir Rumdur. Annesi de Rum biliniyordu. Ancak, bu gece bâzı kaynaklar Türk olduğunu söylemektedirler. Kendisi Ortodoks Hrıstiyan olsa da kızlarını Türkler, yâni Müslümanlarla evlendirmiştir. O, diğer yandan zâten tam bir Türk’tür. Nitekim, özellikle 6-7 Eylül 1955 olayları arkasından Yunanistan’a göçen onbinlerce Rum’a rağmen o Bura’da kalmıştır.
Futbolda beyni, yüreği ve iki ayağı vardı. Topa kafayla vurduğu, hele de böyle gol attığı ender olaylardandır. En önemlisiyse… Formsuzluğu tanımaz, sakatlık nedir bilmezdi! Lefter, her maça çıkar futbolunu oynardı. Herhâlde, bütün zamanlar için en büyük futbolcumuz da oydu.
Ey gençler! Tuttuğunuz kulüp hangisi olursa olsun, keşki onu bir tanımış olsaydınız!
Evet… Maddî Lefter artık aramızda yok, ama mânen gönüllerde yaşamaya devâm edeceği muhakkaktır. Ona, kendi inancı uyarınca “toprağı bol olsun! ” diyelim.
Mete Esin
ateist
05.01.2012 - 03:18Entellektüel Kişi...
Ateistler; okur-yazar, kültürlü, hattâ ilim-irfan sâhibi ve entellektüel kişilerdir.
Şöyle de denebilecektir: Her okur-yazar, kültürlü, hattâ ilim-irfan sâhibi ve entellektüel kişi ateist değildir.
Fakat... Her ateist; okur-yazar, kültürlü, hattâ ilim-irfan sâhibi ve entellektüel kişidir! Nitekim, ilim ve özellikle müspet ilim kimliklerinin hemen hepsi ateist veyâ buna çok yakın bir dünyâ görüşü sâhibidirler.
Mete Esin
mühendis
21.12.2011 - 23:45Mühendislik ve başka…
Mühendis sözü Arapça olup, aynı dildeki hendeseden gelmiştir. Hendeseyse geometri demektir. Anlaşılacağı üzere, yaptığı iş ve verdiği hizmete göre mühendis sözünde bir eksik vardır. Buysa, aritmetiktir. Yâni, mühendislik geometri olduğu kadar belki ondan daha çok aritmetiktir. Kısacası hesaptır. Demek ki, mühendis sözünün bir mantığı olabilmek için, hem aritmetik hem de geometriyi karşılaması uygundur. Her neyse…
Bizde mühendis demek, neredeyse ve sâdece inşaat mühendisi demektir. Bundan başka branşlar akla gelmezler. Hattâ plan-proje işi olan mîmarlık kâle bile alınmaz; o da inşaat mühendisliğinden sayılır. Oysa, temelde hesap olduğu cihetle her konunun mühendisliği olabilecektir. Nitekim, dünyânın gelişmiş ülkelerinde branşlar hayli çeşitlenmiştir, daha da çeşitlenmektedir.
Mühendislik, daha doğrusu inşaat mühendisliği, belki de en çok depremlerle gündeme gelir. Çöküp, yıkılan binâlardan, müteahhitlerin yanında mühendisler de sorumlu tutulurlar. Halk nezdinde yargılanır, demir ve çimentonun eksikliğinden mahkûm edilirler!
Oysa, böylesi ancak binde bir gerçek olabilir. Çünkü iyi bir mühendis, bütün verileri doğru ve gerçekçi değerlendirip hassas hesaplar yapar. Uğraşmak istemeyip bundan kaçanlarsa, bir yandan da deprem gibi ihtimâller karşısında kendilerini garantiye almak için, hesapları şişirirler! Sonuçta betona girecek demir de çimento da ihtiyaçtan fazla olur. Bunu bilen veyâ tahmin eden uyanık (!) müteahhit de, demir ve çimentoyu kendince eksiltir, kesitleri küçültür, yâni aklınca dengeyi sağlar! [Günümüzdeyse hesapları bilgisayarlar yaptığından, bu konudaki hatâ artık imkânsız gibidir.] Ayrıca… Beton için lâzım olan uygun agrega (kum-çakıl vb) , yeterli derecede su ve karışım, döküm bittikten sonra belirli zamanda sulama, kalıbı almak için gereğince beklemek gibi teknik şartların ihmâl edilmeleriyse kabahatin üstüne yeni kabahatler koyar! Bu ikinci safhadaysa, bizzat müteahhitin kendisiyle denetim mühendisi, ayrı-ayrı veyâ birlikte sorumlu olabilirler. [Mühendislikte hesap ve denetim, biri önce diğeri sonraki ayrı konulardır.]
Sonra… Bir gün olur, bir anda bir deprem gelir ve sallar... Pek yakında yaşadığımız üzere bundan ötesi mâlûmdur!
Mühendislik deyip de daha neler yazmak mümkündür. Şu var ki, yakın zaman önce bir Van depremi yaşanmışken, bundan başka ne düşünülür ki! ?
Mete Esin
Toplam 80 mesaj bulundu