Mete Esin Adlı Üyenin Nedir Yazıları - Antolo ...

  • şu an ne dinliyorum

    15.04.2013 - 01:11

    Âşık Fakîrî

    Tabib, sen elleme benim yaramı; / Beni bu dertlere salanı getir. / Kabul etmem bir gün eksik olursa; / Benden bu ömrümü çalanı getir. / Git, ara, bul, getir; saçlarını yol getir!
    Bir kor oldu, görülüyor özümden; / Nağme-nağme iniliyor sazımdan. / Dünyâyı verseler yoktur gözümden; / Dili bülbül, kaşı kemanı getir. / Git, ara, bul, getir; saçlarını yol getir!
    Merhamet etmiyor gözüm yaşına; / Sen derman arama boşu-boşuna. / Ölür isem mezarımın başına; / Hayâtıma sebep olanı getir! Git, ara, bul, getir; saçlarını yol getir!
    Merhamet et karşısında bıkmadan; / Hatırını, gönülünü yıkmadan… / Çabuk getir, can bedenden çıkmadan. / Fakir’in derdine dermanı getir. / Git, ara, bul, getir; saçlarını yol getir!
    Yoksulun derdine dermanı getir. / Git, ara, bul, getir; saçlarını yol getir! / Benden bu ömrümü çalanı getir. / Git, ara, bul, getir; saçlarını yol getir!

    Otuz yıl öncesi olabilecektir. Siverekli mesâi arkadaşımız, bir gün yanımızda bir ezgi mırıldanmaya başlamıştı. İlk defâ dinleyip çok da sevdiğimiz ezgiyi, o gün gıkımız çıkmadan sonuna kadar dinlemiştik.
    Yalnız bir husus vardı ki... Daha sonra bir daha dinlemeyince bunu unutmuştuk. Yıllar sonra ise yeniden hatırımıza gelmiştir. Melodiyi çıkarabilsek bile, sözlerinden bir kelime bile hatırlayamıyorduk. Böyle olmasıysa buna ulaşmak ve yeniden dinlemek için engeldi.
    Dün gece, bunu bir şekilde bulmaya azmetmiştik. Şansımızı önce You Tube’da deneyecektik. Fakat hangi sözü yazıp arayacaktık! ? Bir süre düşündük. Sonra 'ağlatan Türküler' demek aklımıza gelmiştir. Nitekim, böyle deyip aradık.
    İçimize mi doğmuştu ne… “Tabib, sen elleme benim yaramı” diyen Türkü önümüzde değil miydi! Bir sevindik, bir sevindik ki…
    Sıra gelmişti daha fazlasını araştırmaya… Bu güzellik kimin eseri, kimin ezgisi olabilirdi acaba? .. Bu sâde, özlü ve güzel sözleri, bu güzel terâneyle birleştiren o değer kimdi? Bu saygı değer kişi kimdi? Araştırınca, hakkındaki bir takım bilgilere ulaşabilmiştik.
    Halk ozanı Âşık Fakîrî… Malatya’nın Karaca köyünde doğmuş, 1867-1932 arasında yaşamış. Asıl adı Câfer Serim’miş. Küçük yaşında şiirle ilgilenmiş. Alevî-Bektâşî meclislerinde bu geleneklerle büyüyen Fakîrî, zamanla kendi felsefî ve tasavvufî şiirlerini söylemeye başlamış. Okuma-yazma bilmediği cihetle şiirlerini belleğinde saklayıp-koruyan Âşık, imkân bulduğunda da bunları başkasına yazdırmışmış. Felsefe temelindeki konuları işleyen Âşık, zamanla dönemin siyâsî ve toplumsal olaylarına, yaşadığı çevredeki bâzı ölümler üzerinde durup, ayrılığa da değinmiş.
    Toplumdaki ekonomik statüsünü esas tutup, Fakîrî mahlâsını almış. Öte yandan, gönlü zengin ve kimsenin malında gözü olmayan bir kişiliğe sahipmiş. Hayâtını, köyünde çulhâcılık ve yarıcılık yaparak kazanmışmış.
    Buradaki duygulu şiir ve bestesiniyse, Ünal Günsal notaya almış. Ne var ki, bu kişi hakkında bundan başka hiçbir bilgiye ulaşamamışızdır.
    Evet… Karşımızda yeni bir Âşık Veysel vardır. Kendisi Veysel’den daha eski olmasına rağmen nedense dikkat çekmemiş. Hayret ki bilinmemiş, tanınmamış.
    Bu noktada… Aklımıza, yazıp söyleyeni ve dinleyeniyle günümüzün şu Arabeskçileri geliyor. İstemesek de geliyor. Şimdi… Bir, şu Âşık’ın sözleri ve müziğine kulak verelim. Bir de bugünün Arabeskçilerine… İstersek yalnız şiir olarak, istersek de müziğiyle birlikte… Birincide felsefe var, şiir var, müzik var. Ya Arabesk de ne var? Abuk-sabuk, bom-boş ve saçma-sapan sözlerden; ağlayan ve böğüren o seslerden başka…
    İlkokulu usûlen okuyup, usûlen bitirmiş sanâyi çırakları ve ona mümâsil diğerleri Arabesk dinleyebilirler. Çünkü onlar, bunun üzerine çıkamayacaklardır. Fakat ya diğerleri… Onlar da mı çıkamıyorlar? Neyse...
    Sen ey Âşık Fakîrî... Sen… Hem alçak gönüllü, hem yüce gönüllü Türkmen! .. Nurlar içinde yatasın, e mi!

    Bilindik bir sesten Âşık Fakirî’nin ilâhi gibi Türküsüne buyurun… Sadece bir tık ötedesiniz...

  • şu an ne dinliyorum

    15.03.2013 - 22:40

    Enis Behiç Koryürek…

    Geçsin günler, haftalar, aylar, mevsimler, yıllar / Zaman, sanki bir rüzgâr ve bir su gibi aksın / Sen, gözlerimde bir renk kulaklarımda bir ses / Ve içimde bir nefes olarak kalacaksın
    Ömrüm, sensiz geçse de aşkın gönlümde kalsın / Gülen gözlerin bin-bir teselli ile baksın / Sen, gözlerimde bir renk kulaklarımda bir ses / Ve içimde bir nefes olarak kalacaksın

    Bir askerlik hâtıramız olan günün şarkısına, onun Yazar’ı ve şiiriyle (güftesiyle) başlıyoruz. Şâir, 1891’de İstanbul’da doğup 1849’da Ankara’da ölmüştür. Mülkiye Mektebi mezunu olup aslen hâriciyecidir, elçilik görevlerinde bulunmuştur. Fakat bunun yanında Fransızca ve edebiyat öğretmenliği yapmış, uzun yıllar da değişik bakanlıklarda çalışmıştır. Hece vezninin beş şâirinden biridir. Milliyet ve yiğitlik kavramları üzerine şiirler yazmıştır. Ömrünün son üç-beş yılı, pek çok benzeri gibi sıkıntılar içinde geçmiştir.
    Besteci Erol Sayan, 1936 Kastamonu- Araç doğumludur. Meslek lisesi mezunu olmasına rağmen, yetenek gösterip müzik alanına geçmiştir. 1954’ten beri müzikle uğraşmaktadır. Kendisi, hâlen ODTÜ korosu ve İTÜ Türk Mûsîkisi Devlet Konservatuarında dersler vermektedir.
    Şâir ve bestecimizi, bu münâsebetle saygıyla anmaktayız. Ölene rahmet, Sayan’a uzun ve sağlıklı ömürler dileriz.
    Askerliğimizin eğitim dönemindeki moral gecelerimizde, birliğimizin bütün mevcûduyla (ikiyüz kişilik koroyla) bu şarkıyı okurduk. Rast makâmındaki şarkımız, makâmının gereği olarak duygulu ve biraz hüzünlüdür. Buna sözleri de eklenince duygu katsayısı yükselirdi. Başlarda, şarkıyı bilmeyip akortsuz ses çıkaranlar da kısa zamanda öğrenmişlerdi. Öğrenmişler ve çok da sevmişlerdi. Şarkı öylesine bir yürekle söylenirdi ki… Bittiğinde, arkadaşların hepsi bir şekilde tepki verirlerdi. İçinde bulunduğu durum ve ruh hâline göre… Kimi coşkuyla nâralar atar, kimi de ellerini yüzüne kapayıp hıçkırarak ağlardı! Kimi de, bu ikisi arasında ve gene duygulu bir takım davranışlar gösterirlerdi.
    Bunlara… Şu anda kendi gözlerimizin buğusunu eklemiş olalım! Evet, bunları yazarken elli yıl önceye gidip duygulanmışızdır.

    Mete Esin

  • şu an ne dinliyorum

    19.01.2013 - 02:49

    İnci Avcıları…
    Müziği severim. Hem de delicesine bir tutkuyla… Ne var ki o derecede seçiciyimdir. Kalite açısından seçici… Bu açıdan Bach’tan, Betthoven’dan Mozart’tan utanırım. Çünkü, haddimi aşar, bu dehâların yazdıklarını bile dokuz kere süzerim! Çok seçiciyimdir yâni. Şu da vardır ki, o müziği bir de tutmayayım! İşte o zaman da ne dinlemeye doyarım, ne bıkarım, ne de bırakırım!
    Sevdiğim bir müziği, öyle bir, iki, üç… değil; defâlarca ve tam bir tutkuyla dinlerim, dinlerim, dinlerim... Buysa bâzen bir gün de sürebilir, günlerce de!
    Şimdi ve şu sıradaysa… Müziğin dünyâ hârikalarından biri olan Georges Bizet'nin İnci Avcıları'nı, (İnci Avcıları = Pearl Hunters) James Last Orkestrasından dinlemekteyim. İşte öyle, defâlarca…
    Müziğin kapıldığım büyüsüyle, kaçıncı turu geçtiğimiyse bilmem mümkün değildir!

    İşte o İnci Avcıları:

  • avatar

    26.05.2012 - 00:52

    Şu Avatar Denilen…

    İnternete girip de, kelimeyi duymayıp bilmeyen var mıdır acaba? Ama gene de bir tekrar etmiş olalım. Sitelerde, kendimizi temsil eden fotoğraf ve benzeri diğer şekillere avatar demekteyizdir. Bu, kendi fotoğrafımız olabileceği gibi, hiç ilgimiz olamayan herhangi bir figür de olabilecektir.
    Ancak… Sözün aslı nedir; nereden çıkmış ve kullanılmaya nasıl başlanmıştır? Şöyle bir irdeleyelim bakalım. Bilgi kaynakları, avatar’ın anavatanını Hindistan olarak gösteriyorlar. Evet… Terim, Sanskrit diliyle “avatara” olarak Hindistan’dan çıkmışmış. Öncelikle ilâhî bir varlığın yeryüzüne inmesi demek oluyormuş. Hindû dîninde, tanrı Vişnu’nun ruh durumundan cisim ve beden şekline dönüşmesini anlatırmış. İnsan veyâ başka bir şeyin şekil değiştirmesine de, gene “avatara” denmekteymiş. İnternet dışında; bir düşünce, bir akım, bir terimle birlikte anılan kişiye dahi avatar denirmiş. Konunun Asya dinleriyle karışarak, yazdıkça çatallanan ve uzayan geçmişi ve gelişimini burada keselim.
    Terimi, bugünkü anlamındaysa ve ilk olarak 1985 yılında “Chip Morningstar” diye bir kişi kullanmış. O günden bu yana da şu bildiğimiz kılık ve kavrama dönüşmüş.

    Mete Esin

  • mustafa kemal atatürk

    26.05.2012 - 00:27

    Atatürk, Borç ve Minnet…

    Bu Ulus ve bu Ülke, Atatürk’e çok şey borçludur, minnettardır. Ödeyemeyeceği kadar borçlu ve bir o kadar da minnettar…
    Diğer yandan… Gerek Ülke’miz, gerekse dünyâda, bugüne kadar onun hakkında her şey yazılmıştır. Müspet ve menfî her şey! .. Bunun önemli yanı şudur ki, müspeti yazanların arasında, onun geçmişte yendiği bâzı yabancılar da yer alırlarken... Menfî yazanların ise, kimi yabancı düşman ve kimi de… Maalesef aramızdan çıkan ahmak, alçak, câhil, hâin ve nankör birileridirler!

    Mete Esin

  • kandil gecesi

    24.05.2012 - 23:23

    İslâm'ın Kandilleri

    Kandiller, zamanla ve bir evrim sonucunda İslâm’a monte edilmiş ve artık kutsal sayılan günlerdir. İslâm’da, en çok bilinerek önem verileni Kadir olmak üzere beş Kandil bulunmaktadırlar. Bunlar; Mevlid, Regâip, Mîraç, Berat ve Kadir adlarıyla sıralanmaktadırlar. Ancak, Milât’tan on gün kısa olan Arap takvimine göre bu sıralama, yıldan yıla değişebilmektedir de.
    Konuya kandil denen aydınlatma aracından girelim... Bunun aslı olan candela (okunuşu kandela) , Latince yani Roma dilinden geliyor. Buradan Araplar alıp kındil demişler; biz Türklerse sözü onlardan almış ve kandile çevirmişizdir. Belli bir yaşın üstünde olup, köy ve kasabalarda yetişmiş olanlar kandil görmüşlerdir. Kandil camsız bir âlet olup gaz lambasından daha basittir. Bazı kandillerse âdeta fitilli bir çanaktan ibarettirler. İlk kandiller pişmiş topraktan yapılmış, sonra şekilden şekle girmişlerdir. Bundan başka… Târihte; taş, kurşun, cam, seramik, tunç, gümüş, altın gibi çeşitleri görülmüşlerdir. En sonundaysa tenekeden ve camlı yapıldığı görülmüştür. Kandiller sıvı yağları, daha çok da zeytinyağını yakmışlardır. Elektriğin yaygın olarak kullanıldığı günümüzde, câmilerin kubbe veya tavanlarında, kandil niyetine bunun benzeri elektrik lambalarını gene de görebiliriz. Bunlar artık, o mekânların süs unsurları da sayılmaktadırlar.
    Buradaki asıl konumuz olan Kandil günlerine gelince... Henüz elektrik bulunmadan önce, yukarıda andığımız kutsal günlerin gecelerinde, câmi veyâ mescit gibi yerlerde kandil yakıldığından, böyle gecelere de “Kandil” denmeye başlanmıştır. Kandillerin en ünlüsü, kuşkusuz Kadir (Arapça kadr) gecesi olur. Ramazan’ın 27. gününe rastlayan bu gece, İslâm için son derecede önem taşımaktadır. Kur'an’ın beş âyet(cümle) lik Kadir suresi, Kur'an’ın bu gece tebliğ olunmaya başlandığını bildirmektedir. Aynı âyete göre, Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır. Kadir gecesi Ramazan ayı içindedir ama, aslında bunun günü belli değildir. Buna rağmen, daha sonra konuyu irdeleyen İslâm yorumcuları, bâzı hadislerden çıkardıkları sonuçla Kadir gecesinin, Ramazan’ın 27. gününe rastlaması lâzım geldiğini ileri sürmüşlerdir. İddiayı doğru kabûl eden İslâm toplumları, daha sonra günümüze kadar ve dâimâ aynı tez doğrultusunda hareket etmişlerdir.
    Mevlit (Arapça mevlid) Kandili... Aslı gene Arapça olan mevlit kelimesi; doğum, doğum yeri veya doğum zamanı demek olur. Kandilin konusu olan mevlit ise Hz. Muhammed’in doğumudur ki, ilk olarak Fâtımîler (Mısır) döneminde din törenleri düzenlenerek kutlanmıştır. Geniş çapta kutlamalar ise Selçuklular dönemine rastlamaktadır. Mevlit adına kutlamalar bundan sonra ve yavaş-yavaş bütün bir İslâm toplumuna yayılmıştır. Şu var ki, işin içine kültür girince her toplum Mevlit’i kendine göre yoğurmuştur. Tıpkı İslâm’ın asıl akîdeleri gibi, Mevlit de her toplumda farklı algılanarak, farklı-farklı yorumlanıp, farklı da uygulanmıştır. Mevlit günleri için, değişik İslâm ülkeleri dillerinde manzum övgüler (manzûme) yazılmıştır. Bunlar, ayrıca bestelenerek Kandil günlerinde okunmuşlardır. Ülkemizde yazılan mevlitlerin en ünlüsü Süleyman Çelebi’ninkidir. Bu, o derecede tutulmuş ve o derecede tutunmuştur ki, bugün, diğerlerinin metnini değil varlığını bile bilmemekte, Mevlit manzumesini Süleyman Çelebi’nin yazdığından ibâret sanmaktayızdır. Mevlit Kandili, bizde Osmanlının III. Murat döneminden sonra kutlanmaya başlanmış, bundan sonraysa İslâm’a yerleşip kalmıştır.
    Regâip (Arapça regâib) Kandili... Regâib Arapçada, çok aranan, çok istenen demektir. Bu kandil, Âmine Hatun’un Hz. Muhammed’e hâmile kaldığı gecenin yıldönümünü anlatır. İslâm toplumunda mübârek sayılan günlerdendir. Bu gece dahi diğer kandiller gibi, duâlarla ve genel ibâdetle geçirilir. Böyle bir gecenin (aslında bir günün tamamının) kutlanması, tabii ki Hz. Muhammed’in tebliğlerinden değildir. Nitekim, İslâm içinde söz sâhibi olmuş bâzı kişiler, böyle bir kutlamanın yanlış ve yakışıksız olduğunu düşünmüşlerdir. Bugün de böyle düşünenler bulunmaktadırlar. Târih bilimi de, olayın târih olarak doğruluğunu zâten onaylamamaktadır.
    Mîraç (Arapça mîrac) Kandili... Arapça mîrac; merdiven, yükselme, göğe çıkma gibi anlamlar taşır. Burada, Hz. Muhammed’in İslâm inanışında gökteki Allah katına çıkışı anlatılır. Olay, Mescidi Haram’dan Mescidi Aksâ’ya gidiş gibi de yorumlanır. İddiâlı bir söylentiye göreyse, Hz. Muhammed Burak adındaki beyaz bir atla Mesçid’i Aksâ’ya varmıştır. (Burak gökte hareket edince, buna göre onun kanatlı olduğu ve uçtuğu var sayılmaktadır.) Önceki bütün peygamberler orada beklemektedirler ve kendisini saygıyla karşılamışlardır. Hz. Muhammed, bundan sonra da aynı Burak’la göğün yedinci katına varmıştır. Orada, Allah’a iki yay boyu yaklaşmış, O’nunla konuşmuş, cennet ve cehennemi görmüştür. Mîraç denilen olay, İslam dünyası içindeki belli tartışmalardan birinin konusudur. Bâzıları göğe çıkmayı ciddîye almamakta, bunu bir rüyâ olarak kabûl etmektedirler. Onlar, Hz. Muhammed’in bedeniyle değil ama rûhuyla Mîrac’a çıkmış olabileceğini düşünmektedirler. Hz. Muhammed’in yatağının Mîraç gecesi sabahında ıslak bulunmuş olması, onun geceyi yatağında geçirip terlediği şeklinde izah edilmiştir. Diğer bir kısım İslâm tasavvufçularıysa Mîraç olayını tümden reddetmektedirler. Onlara göre böyle bir olayın yaşanması aslâ mümkün değildir. Bu durum, akla ve dünyâ gerçeğine uymaz. Mîraç olayı işte böylesine tartışmalı bir konudur. Fakat sonuç itibarıyla Mîraç da İslâm’ın mübârek gecelerinden sayılmakta, bu gece de duâ ve ibâdetlere vesîle olmaktadır.
    Berat (Arapça Berâet) Kandili... Arapçadaki berâet, bildiğimiz beraatın aslıdır. Özgür bırakma, kefil olma gibi anlamları vardır. Hz. Muhammed’e peygamberliğin tebliğ edildiği gün olarak kutlanır. Berat Kandili, bağışlanmayla mânen kurtulma gecesi sayılmaktadır. Önceki Kandillerdeki gibi, bu gece de duâ ve ibâdetlerle geçirilir. Aynı dinî törenler uygulanır.
    Anlaşılmış olacağı üzere… Kandiller, kaynaklarını Kuran’dan almamış olsalar bile Kuran’a inananların, daha sonra ibâdetlerin üstüne koydukları düşüncelerin kurumlaşmasıyla ortaya çıkmışlardır. İslâm akîdelerine (inanç ve tapınma kurallarına) katılmışlardır.

    Mete Esin

  • sultan süleyman

    22.05.2012 - 23:07

    Evlâdım Bulut Kaptan,

    Cevap diyerek, benim adıma buraya bir şeyler karalamışsın. Ancak, ne dediğini anlayamadım! Şu yazdığını Türkçe’ye tercüme edersen, ben de sana cevap vermek isterdim.

    Mete Esin

  • dekar

    08.05.2012 - 23:53

    Dekar, Dönüm ve Hektar…

    Not: Mesajımız buraya tekrar yüklenmektedir. Çünkü ilkinde, alanları karıştırıp birinde ciddî hatâ yapmışız da farkına varmamışız. Bunu sonradan görmüş ve düzeltmek yoluna gitmişizdir.

    Başarısız ticârî girişimlerini saymazsak ve bizzat ve fiîlen yapmasa bile babamız çiftçiydi. Yâni geçimimiz asl’olarak tarla ve topraktandı. Askere gittiğimiz târihe kadar âilemiz yanında yaşadığımız cihetle… Tarlalarımızın tamâmı veyâ ekilen bir kısmı konuşulurken bu üç kelimeyi de sık-sık duyardık. Bir de daha az kullanılan ar” ve “evlek” vardır. Önceleri biz bunların üstünde durmaz, anlamlarını da bilmezdik. “Ar”la birlikte, dekar ve hektarı ayrıca matematik dersinde de görmüşüzdür.
    Bunlardan “dönüm”ün Türkçe olduğu bellidir. Diğerleri Fransızca olup sırasıyla; ar yüz metre karedir; dekar bin metre kare ve hektara gelince, onbin metre karedir. Türkçe dönüm ise, dekara eşit ve gene bin metre kare olur. Dönüm, halk arasında “dölüm” olarak dahi söylenmektedir. Son olarak… Daha çok bahçe işlerinde kullanılan evlek de, Türkçe olup ev’den gelmektedir. Kesin bir rakama bağlanamaz ise de, dönümün dörtte biri kabûl edilebilir. Buna göre de, ikiyüzün üstünde ve ikiyüzelli metre kareye kadar bir alanın adıdır.
    Yaz aylarında ve maalesef, içimiz yanarak hektarı sık-sık duymaktayızdır. “Şu kadar hektar orman alanı yandı”, diye!

    Mete Esin

  • fenerbahçe

    01.05.2012 - 00:53

    Fenerbahçe ve Hepsi…

    22.02.1940’ta Trakya-Vize’de doğduktan sonra… İstanbul mâcerâmız, Eyüp'te, semt içinde ayrı ve küçük bir semt olan Râmi'de başlamıştır. Öğrenciliğin ilk adımlarını da, 1947 yılında gene Râmi'de atmışızdır. Bizim çocukluğumuzda, ilkokula başlandıktan sonra genellikle bir de spor kulübü seçilir ve tutulurdu. Sadık bir mürit gibi yaşam boyu bağlanacağımız Fenerbahçe'yi, biz de işte böyle seçmişizdir! Şimdi burada, yetmişiki yaşın verdiği olgunlukla altmışbeş yıllık bir geçmişi yazmak istiyoruz.
    Çocukların kulüp seçiminde, değişik ilhamlar, değişik telkinler rol oynamış olabilirler. Çoklukla evin büyüklerinin kulübü seçilmiştir. İki oğlumuzun aynen Fenerbahçeli oldukları gibi! Bizim, bu konuda etkisi altında kalacağımız bir aile büyüğümüz olmamıştır. Gazetelerin pehlîvan tefrîkâlarını okumaya bayılan pehlîvan yapılı babamız, diğer yandan'Hayvanın aptalı rahvan, insanın aptalı pehlîvan olur! ' derdi. Konu futbola gelince sözü şöyleydi: Haydi oynayanlar eğleniyor, peki ya o seyredenlere ne oluyor? Böyle bir babanın oğlu, ayrıca evin iki çocuğundan ilki olduğumuzdan, kulüp seçiminde âileden ilham ve telkin alamazdık. Ama o da bir Fenerbahçeli olan kardeşimiz, herhâlde bizden etkilenmiştir! Biz ilhamı Fenerbahçe'nin kendisinden, telkini de çevredeki taraftarlardan almış olmalıyızdır.
    Râmi'de, âilece çok sevdiğimiz bir komşumuz ile onların ağabey bildiğimiz bir oğulları vardı. İstanbul'un ve ilkokulun gâlibâ ilk aylarıydı; komşu ağabeyimiz bir gün: Mete, sen hangi kulübü tutuyorsun? diye soruvermişti. O gün ne olduğumuzu bilmemiz için, böyle bir soru lâzımmış meğer! Bir anda, aynı şeyi kendi-kendimize sormuştuk. Evet, biz hangi kulübü tutuyorduk? Bunun cevabının içimizde doğması fazla gecikmemişti; Fenerbahçeli olduğumuzu o anda anlamıştık! Anlamıştık da, çok sevdiğimiz komşumuzun rengini bilmemekten dolayı, cevap veremiyorduk. Öyle ya, komşumuz Sarı-Lâcivert değilse aramız bundan sonra nasıl olacaktı? (Nitekim, onun yaşıtımız olan amca oğlu Beşiktaşlıydı.) Onun atlarına, arabasına bundan sonra hangi yüzle binecektik? Ama gözümüze bakıp cevap bekleyen komşu-ağbimizi daha fazla bekletemezdik. O zaman içimizden geleni söyleyiverdik. İyi ki de söylemişiz! O da Fenerbahçeli değil miymiş! Onun,'Afferin Mete, afferin sana! Sakın değişme, sakın dönme ha! ' diyen sözlerini şimdi bile duyar gibi oluyoruz.
    İlkokulun iki yılını Râmi'de okumuş, sonra Eyüp merkezine taşınmıştık. Buradaki iki yıldan aklımızda kalan altı kişinin Fenerbahçeli, birinin ise Beşiktaşlı olduklarını hatırlarız. Eyüp'teki sınıf mevcudu otuzdan az fazlaydı. Bu mevcut içinde de, galiba iki Galatasaraylıyla beş-altı kadar Beşiktaşlı vardılar. Kalanı mı? Elbette ki Fenerbahçeliydiler! Yatılı okuduğumuz orta okuldaki durum bundan farklı olmamıştır. Bu okulun Ankara'daki lise kısmında, son sınıfta kırkiki kişiydik. İçimizde, topu görse bomba sanacak olanlar vardı! Ama herkes bir kulüp tutardı. Buradaki sayı şöyleydi; Fenerbahçe otuzdört, Beşiktaş dört, Galatasaray dört. Son sınıftayken veya bir önceki yıl Galatasaray İstanbul şampiyonu olmuştu. (Türkiye çapındaki ligler daha sonra başlamıştır.) İşte o yıl, Beşiktaşlı bir arkadaş kulüp değiştirip Galatasaray'a geçmişti. Kıbrıslı olup Galatasaray'ı tutan mûzip diğer bir arkadaşımız da, bu yüzden ona 'Kulüp' diye lâkap takmıştı. Ondan sonra; geldi Kulüp, gitti Kulüp! O yıllar, Beşiktaş'ın gerileyip Galatasaray'ın palazlandığı dönemin başlangıcı oluyordu.
    Ülke ligi henüz başlamadığından, İstanbul kulüpleri Ankara'ya özel maçlar için gelirlerdi. Özel maçların seyircileri, sayı olarak yukarıki orantıdan farklı değildiler. En kalabalık ve coşkulu seyirci gene Fenerbahçe'nindi. Aynen bunun gibi, Ülke’ye özel maçlar yapmak için Avrupa takımları gelmişlerdir. Ülke kulüpleri olarak, bu maçları kazanmış veya kaybetmişizdir. Şu var ki, maçların sonuçları aleyhimize de olsa, en ucuz kurtulanı çoklukla Fenerbahçe olmuştur!
    Beşiktaş'ın, 1950'den sonraki basîretsiz, başarısız ve despot başkanı Sadri Usuoğlu'nun ciddî bir hatası, Galatasaray'ın kötü tâlihini döndürmesi için büyük bir fırsat doğurmuştur. İzmirli pırıl-pırıl bir genç futbolcu, kalben bağlı olduğu Beşiktaş'ın kapısını çalmıştır. Transfer için istediği ise o zamanın beşbin lirasıdır. Sadri Usuoğlu, bu parayı Recep'e bile vermiyorum, diyerek İzmirli genci geri çevirecektir. Metin Oktay'ın bundan sonra gittiği Galatasaray kulübüyse, Kendisini kaptığı gibi sözleşmeye bağlamıştır. Galatasaray, Metin Oktay'ın da büyük futboluyla ve uzun yıllardan sonra yeniden Fenerbahçe'nin rakibi olacaktır. Doğrusu, Recep'in Beşiktaş'a kazandırdığı pek bir şey olmamıştır. Ama elden kaçan Metin, Galatasaray'ı yeniden hayata döndürecektir. Galatasaray'ın, yüzde üç-beş taraftardan gelip Fenerbahçe'ye yaklaşması böyle başlayacaktır. Beşiktaş'ın ikincilikten üçüncü sıraya düşmesi de gene böyle...
    Şimdi anlattıklarımızı şöyle bir toparlamak gerekirse: Geçmişte Ülke’nin yüzde yetmişi Fenerbahçeli’ydiler. Yüzde üç-beşi Galatasaray'ı tutuyor idiyseler, kalanlar da Beşiktaşlıydılar. Fenerbahçe sevgisi bu derecede yaygındı. Çevremize şöyle bir baktığımızda, orta yaşın üstündeki nüfusta bu zâten görülebilmektedir. (Bugün öğleden sonra, beş kişi bir lokaldeydik ve hepimiz Fenerbahçeliydik. Daha sonra aramıza sâkin bir Beşiktaşlı katılmıştır.) Çocuk yaşlarımızdayken bunun sebebini bilmediğimiz gibi, doğrusu merak da etmemişizdir. Ama daha sonra öğrenmişizdir ki, Fenerbahçe'nin geçmişi pek parlaktır. Ayrıca, otuzlu-kırklı yıllarda Galatasaray'ın ondört veya onbeş yıl süren bir bekleme dönemi daha bulunmaktadır. Ve anlamışızdır ki, taraftar sayısı başarıyla doğrudan bağlantılı ve orantılı oluyor.
    Fenerbahçe, hangi açıdan bakılsa Ülke’nin en büyük, en geniş ve en zengin câmiâsıdır. Beşiktaşlı bir yazarın, Fenerbahçe için Cumhûriyet benzetmesi de bundandır. Ayrıca, gerek sportif başarıları, gerek ekonomisi, gerekse rakipleri karşısındaki yengi-yenilgi durumu, yâni genel istatistikler (rakamlar) bunu böyle göstermektedirler. (Bu konuda, bir diğer güzîde kulübümüzün Avrupa’dan getirdiği futbol kupası bile bunu değiştiremeyecektir! Çünkü, Fenerbahçe’nin de, Beşiktaş’ın da başka branşlarda benzer kupaları vardır!)

    Not: Burası tartışma yeri değildir. Bu açıdan ve birilerinin aksine, şike ve teşvik konusuna hiç girmek istemeyiz. Ancak... Bu konuda sâbıkaları olan bir Büyük Kulüp taraftarının, başkasına çamur atttığını görmekteyizdir!

    Mete Esin

  • salatü selam

    21.04.2012 - 01:22

    Salâvat getirmektir

    Soru yanlış yazılmış! Sözün aslı Arapça ve doğrusu “salât üs selâm”dır. Ancak, buradaki “üs”ün “s”i düşürülüp “salât ü selâm” diye de söylenmektedir. Salât sözü bir başına namaz anlamına geldiği gibi, İslâm’ın peygamberi anıldığında ona saygı olarak okunan duaya* da salât denmiştir. İslâm’ın beş şartı sayılırken; savm, salât, hac, zekât ve kelime-i şahâdet dendiğindeki “salât” gene namazdır. Selâm ise, aynen, şu hepimizin bilip sık-sık kullandığımız selâmdır. Açıklamalardan sonra söze, “salât ve selâm” dahi diyebiliriz. Bir de şunu ekleyelim ki, salâvat, salât’ın Arapça’daki çoğulu olur.
    *Bu da salâvatın duasıdır: “Allâhümme sallî âlâ seyyîdînâ Muhammedin ve âlâ âlî seyyîdînâ Muhammed.”

    Mete Esin

  • fransız ihtilali

    09.04.2012 - 23:30

    Öyle bir olaydır ki...

    İnsanlığı temelinden sarsmış, dünyâ durdukça etkisi görülecek yeni ve çok farklı düşüncelere zemin hazırlamıştır.

    Mete Esin

  • ebiyonist

    09.04.2012 - 23:27

    İyi Akşam Erdem Bey,

    Farkında mısınız, bilemeyiz... Siz, bize cevap verirken yeni bir konu daha açmış oluyorsunuz. Hemen ekleyelim ki, biz sizinle bu konuda da aynı düşüncedeyiz! Evet bu aynen böyledir. Fakat Erdem Bey… Anlayamadığımız husus, sizin bizimle âdetâ uzlaşmak istemeyişinizdir! Ne diyelim? Peki, öyle olsun.
    Bileceksiniz… Yazının bir görünüp okunan yanı, bir de satır arası vardır! Siz bu aralara girmeyi sevmiyorsunuz zahir! Geçmişteki gazete yazılarımızdan bâzıları hâlen internette dolaşmaktadır. Eğer, “Mete Esin” yazarak tıklanırsa bunlara hemen ulaşmak mümkündür. Merâk eder de bunu yaparsanız, hangi konuda neyi düşündüğümüzü o yazılarımızda bir daha göreceksinizdir. Hem, böylece satır aralarında bizi daha geniş anlamda tanımış olursunuz! Tabiî ki merâk ederseniz…
    Son olarak esen kalınız!

    Mete Esin

  • ebiyonist

    05.04.2012 - 22:54

    Merhaba Erdem Ülkün!

    Demek gene anlaşamadık! O hâlde şimdi şunun başına dönelim. Açtığınız konuda eski bir Hıristiyan mezhebini anlatıyorsunuz. Bir hanım kızımız ise, çıkıyor ve yok böyle bir şey, diyor. Biz de bunu görüp konuya müdâhil oluyor, kendi görüşümüzü ekliyoruz. Hâyır, Erdem Ülkün haklı olup Ebyon geçmişte var olmuştur, anlamında yazıyoruz.
    Ebyoncular, ilâhî bir dînin mensupları olmakla hâliyle tanrıya da inanmaktadırlar. Gerçi artık yokturlar ama… Her ikimiz de, asırlarca sonra onların bu inançları ve mânevî kimlikleri üzerine görüş beyân ediyoruz. Şahsen diyoruz ki… Ey Ebyoncu cemaati, mâdem ki tanrıya inanıyorsunuz, tanrı size iyilik ve doğruluğu buyuruyor. Öyleyse, siz de iyi ve doğru olun, ayrıca dünyâ nimetlerinden de vaz geçmeyin! Yoksulluğu seçmek niye! ?
    Burada anlaşamayacağımız nokta şu yoksulluk husûsu olabilecektir. Sâdece bu ve burası. Şimdi oldu ve anlaştık gâlibâ!
    Esen kalın, iyi geceler olsun!

    Mete Esin

  • ebiyonist

    04.04.2012 - 01:16

    Siz yanılmaktasınız!

    O, “Anlam Yolcusu” rumûzlu kişi sizin için nasıl yanılmaktaysa, siz de hakkımızda aynen yanılmaktasınız! Bunu şöyle izah edelim: Eğer bizimle dalganızı geçmemiş iseniz, o sırada dikkatiniz biraz dağınıkmış demek ki... Çünkü... Önce “metası” dediğiniz kelime “metesin”dir. Sonra, o bizim adımız değil internet rumûzumuzdur! Adımızı ise, yüklediğimiz her metnin altına açıkça yazmaktayızdır. Hattâ, isteyen kişi Antoloji.Com’dan kimliğimize bile ulaşabilecektir.
    Sadede gelmek gerekirse… Görüşümüzü, yukarıda andığımız dalgınlığınız veyâ önyargınızla okuyunca, hatâya düşmek de hâliyle kaçınılmaz oluyor. Böyle, her eğilimin temsil edildiği bir zeminde, titiz davranmak, duygu ve inançları incitmemek saygının gereğidir. İşte, biz de her zaman buna uymaya çalışmışızdır. Bir önceki görüşümüzün son paragrafı, özellikle de (İnsanlar, ölümden sonrası adına, târih boyunca nelere inanmışlar ve neler yapmışlardır.) cümlemiz doğru analiz edilirse, hakkımızdaki mistik hükmünüz değişebilecektir. Hem, belki de yüzseksen derece!
    Yoksulluğa râzı olmamız ise söz konusu bile değildir. Dünyânın her türlü nîmetini, her insan ve hattâ her canlı için hak sayarız.
    Siz, tanrı sûretindeki insana baş eğmezmişsiniz. Biz ayrıca; insan sûret, davranış ve tabiatındaki bir tanrıyı kabûl edemeyiz!
    Son anda aklımıza şu fıkra gelmiştir ki, buradan hareketle de bir yere varabilmek mümkündür! ..
    İki kişi arasında geçen bir diyalog: - Kahveye mi gidiyorsunuz? - Hayır, kahveye gidiyorum. - Yaaa, ben kahveye gidiyorsunuz sanmıştım. - Yok yok, ben kahveye gidiyorum. – Öyle mi? .. Eğer kahveye gitseydiniz ben de sizinle giderdim!
    Bizim durumumuz da işte bunun benzeridir.
    Esenlikle kalın Erdem Ülkün…

    Mete Esin

  • ebiyonist

    30.03.2012 - 22:01

    Böylesi bir polemik

    Ebion ve Ebionism (Ebyonculuk) … Burada mâdem ki böyle küçük bir polemik başlamış; o hâlde birkaç satır da biz yazmış olalım. Öncelikle diyoruz ki, böyle bir tutumla onu anlatan terim geçmişte var olmuşlardır; hem de tamâmen doğru ve gerçektirler!
    Ebion söz veyâ terimi İbrânîce’dir ve yoksul anlamındadır. [İbranîce, Yahudilerin ana dilleri, İsrâil devletinin de resmî dilidir. İsrâil, ikibin yıl önce Romalılarca dağıtılıp, Yahudiler dünyânın dört bir bucağına savrulunca, artık fazla konuşulmayıp, o günkü mertebesinde kalarak gelişememiştir. Ne zaman ki Yahudiler İsrâil’e geri dönmüşler, 1947-48’de yeniden bir devlet olmuşlar, işte o zaman ana dil yeniden ele alınıp biraz da şartlar zorlanarak işlenmiş, bugün konuşulan İbranîce’ye varılmıştır.]
    Faydalı saydığımız açıklamadan sonra sadede gelelim. Ebion, artık uzak geçmişte kalmış bir takım Hıristiyan mezhep üyelerinin ortak adıydı. Adıydı, diyoruz; çünkü bunlar şimdi artık gündemde değildirler. Kenarda, köşede belki… Târihte kalmış davranışlarına ise bugün ebionism (ebyonculuk) deniyor. Ebyoncular, MS II. ve III. asırlarda daha çok Asya’da görülmüşlerdir. İnançlarının temelinde kanaat ve yoksulluk yatardı. Bunu da yüksek derecede erdem sayarlardı. Ebyoncuların kimiyse Yahudî eğilimli Ortodoks Hıristiyanlardı. Bâzıları da, Îsâ’nın mistik ve ilâhî vasfını kabûl etmeyip reddederlerdi.
    Söz konusu mezheple ilgili olarak, eski Yunan’la da münâsebetler kurulmuş, konu biraz Ora’yla da karışmış ve karıştırılmıştır.
    Anlaşılacağı üzere… İnsanlar, ölümden sonrası adına, târih boyunca nelere inanmışlar ve neler yapmışlardır. Oysa… Mâdem ki inanç vardır; bunun gereği dünyâ nîmetlerinden vazgeçmek, kendini bunlardan mahrum etmek değildir. O hâlde yoksulluğu seçmek ne demek oluyor? Tanrı ne diyor ve ne istiyorsa ona uyulacaktır. Yâni, iyi ve doğru olmak esas alınacaktır! İyi ve doğru olunacak, iyi ve doğru yapılacaktır. İşte bu kadar basit, işte bu kadar kolay!

    Mete Esin

  • şehzâde cihangir

    29.03.2012 - 01:22

    Sekizinci Şehzâde

    Şehzâde Cihangir, babası Kânûnî’nin onüç çocuğundan sekizinci oğludur. Hayatta kalanlar içindeyse beşincisi olur. Babasının haremindeki bir köle iken, efendisini esir alıp kendisine köle eden Hürrem’den doğmuştur! Şu da var ki, dünyâya kambur gelmiş bu çocuk annesinin şeytan tabiatında değildir. Öte yandan… Bedenî kusurundan dolayı, aynı anneden olan kardeşleri tarafından bile dışlanmıştır. Onu seven kardeş ise, annesinin can düşmanı Mâh-ı Devrân Haseki Sultanın oğlu Mustafa’dır. Tabiatıyla o da Mustafa’yı çok sevmiştir. Hem o derecede sevmiştir ki, ağabeyinin bizzat şâhit olduğu îdâmı onun da ölüm sebebi olacaktır.
    Cihangir 1531’de İstanbul’da doğmuştur. Kendisi hattat (yazı ustası) olup, ayrıca “Zarîfî' mahlâsını kullanan bir şâirdir de. Belki beden kusurunu dikkate alarak saltanat hırsından uzak durmuştur. Nitekim, kendisine teklif edilen Amasya sancak beyliğini de kabûl etmemiştir. Yirmiki yaşında öldüğü târihe kadar babası yanından hiç ayrılmamıştır.
    Ağabeyi Şehzâde Mustafa’nın boğdurulduğu sırada, o da babasının çadırında olduğundan, olayı en yakından yaşamıştır. Bu, onun rûhunda öylesine bir hasar bırakmıştır ki, îdam sonrası düştüğü büyük travmanın sonucuna daha fazla dayanamayıp, babasıyla Halep’e vardıklarında (28.08.1553) Ora’da melânkoliden ölmüştür.
    İki oğul ve altı torununu öldürtürken vicdânı sızlamayan baba Kânûnî, adına İstanbul Şehzâde Câmiini yaptırdığı oğlu Mehmet gibi, bu oğluna da üzülebilmiştir! Bugün İstanbul-Beyoğlu’ndaki Cihangir mahâllesi, bu adını işte bu tâlihsiz evlâttan almış bulunmaktadır. Babası bu yeri onun adına kurdurmuş olup, aynı yere, câmi, imâret, tekke ve türbe yaptırmıştır.

    Mete Esin

  • şu an ne dinliyorum

    28.03.2012 - 22:34

    Bu şarkı Hindistan’dan!

    Ülke’mizin altmış yıllık geçmişinde bir film olayı yaşanmıştır. Baş oyuncuları Nargis ve Raj Kapoor olan “Âvâre”, 1951 yapımı bir Hint filminin aslına çok yakın olarak bizdeki adıdır. Aynı film, Türkiye’ye ve tabiî ki önce İstanbul’a 1952 veyâ 53’te gelmiştir. İlk oynatıldığı sinemaysa, Taksim’den Galatasaray’a inerken soldakilerden “Atlas” veyâ “Yeni Melek” olabilecektir.
    İşte bu film, Ülke’mizde tam anlamıyla bir “fenomen” olmuştur. Biz, filmin bir sinemada altı ay vizyonda kaldığını bilmekteyiz! Evet, tam tamına altı ay! Hem de, bu süreyi Ülke’deki diğer sinemalar için defâlarca çarpabilmek mümkündür.
    Filmin konusu, bugünün Arabesk ezgilerinin konularıyla yaklaşmaktadır. Masalsı, fakat daha bir kaliteli işlenmiştir. Bir hâkimin âilesinden kopup sokağa düşmüş oğlu, sevgi, suçlar, tesâdüfler vs... Filmin, bir de müzikleri öne çıkmışlardır. O kadar ki, bunlar belki birkaç yıl dillerden düşmeyeceklerdir. Özellikle de, filmin adıyla aynı olanı. Yâni Âvâre! Yâni, orijinal “Awara hoon” veyâ “Avara hu”…
    Film, sinemalarda aylarca oynatılırken, biz her nedense bir kere bile görmemişizdir. Tâ ki yıllar sonra bir gün…
    Diğer yandan görmemekte böyle ısrar ettiğimiz filmin, birini yukarıda andığımız iki müziğiniyse dinleyebilmişizdir. Şimdi, bu gece işte bu Âvâre’yi hatırlamışız oluyoruz. Hem de filmin aşağıdaki iki müziğini dinlemekteyiz. Eh, başlamışken birkaç kere dirleriz artık!
    +

    Mete Esin

  • leyli meccani

    25.03.2012 - 21:52

    “Parasız Yatılı”dır

    Leylî meccânî… Kendimiz de ortaokul (İstanbul) ve liseyi (Ankara) leylî meccânî okuduğumuz cihetle, konuyu en iyi bilenlerden biriyizdir. Açıklamaya gelince… Her iki söz de Arapça’dırlar. Leyl gece, leylî gececi, geceyle ilgili demektir. Meccânî’yse bedâva veyâ parasız demek olur. Buradan “bedâva veyâ parasız yatılı” sözüne varırız. Buysa, dilimizde bedâva değil de parasız olarak telâffuz edilip, “parasız yatılı” denmiştir.
    Şimdilerdeki durumları bilmiyoruz. Bizim çocukluk ve gençlik yıllarımızda, Devlet'in her derecede “parasız yatılı” okulları vardı. Belli okullar için, bir devlet sınavı açılır, burada ilk sıraları alanlar bu haktan yararlanırlardı. Ancak… Sınav öncesi, aday velîleri maddî bir yüküm altına girerlerdi. Eğer, velîsi bulundukları öğrenci okulda başarısız olursa, tazmînat olarak devlete bir para ödenmek söz konusuydu. (Meselâ... Deniz Harp Okulu öğrencisiyken, bir sınava boş kâğıt verip kendisini ihraç ettiren bir arkadaşımın babası, bu tazminâtı ödemiştir!) Ayrıca bir de, mecbûrî (zorunlu) hizmet vardı. Buna göre, yatılı okuyup mezun olmuş öğrenci, devletin kendisine vereceği görevi üstlenmek ve yerine getirmek zorundaydı.
    Böyle bir görevin en zor tarafı, istenilmeyen bir yere gönderilmek olabilirdi. Ne var ki, kendimiz de “leylî meccânî” okumuş olmamıza rağmen, bu tür bir zorlamayı hiç duymamışızdır. Esâsen, iş hayâtımız yüzde yetmişbeş devlet hizmetinde geçtiğinden, ayrıca bir mecbûriyeti de yaşamamışızdır.
    Kısaca… Artık gündemden kalkmış olup, kullanılmayan “leylî meccânî” sözünün anlamı “parasız yatılı”dır.

    Mete Esin

  • yaşlılık

    17.03.2012 - 23:47

    Yaşlılık eskimektir!
    Burada, yaşlılık denip de konu sınırlanmamıştır. O hâlde… Yaşlılık, evrendeki canlı ve cansız her varlık için söz konusudur. O varlık canlıysa yaşlı, cansızsa eski olur. Gene o varlık canlıysa ömrü, cansız ve kullanımdaki bir şeyse miâdı söz konusudur. Bir de, uzun zaman dilimleri olan târih ve jeoloji çağlarının, Yunanca antik, arkaik ve paleo... diye dünyâ çapında adlandırılan yaşlılık dönemleri vardır.
    Bu Site’de, az sayıdaki yaşlılarından biri olarak, açılmış böyle bir konuya kayıtsız kalamazdık ki, kalamıyoruz zâten. İllâ… Konu öylesine engin ki, üzerine kitaplar yazılır. Şimdi, kısa bir mesaj olarak ne yapmalı ve nasıl yazmalıyız acaba? Biz önce bunu insana indirgeyelim. Sonra buradan Türkiye’ye gelip Ora’da karar kılalım. …ve devâm edelim.
    Ortalama insan ömrü, ülkeler bazında tespit edilmiş olup hâlen belli bulunmaktadır. Böyle bir hesaplamada tabiatıyla çocuk ölümleri de dikkate alınmıştır. Bu tür çocuklarsa ömür ortalamasını hayli düşürmektedirler. Bu ömür Ülke’miz için yetmiş yıldır. Yâni, şahsen bizim bu ortalamayı iki yıl geçtiğimiz anlamına gelmektedir! Şaka dahi olsa… Bu demektir ki, artık krediyle ve bir yere borçlanarak yaşamaktayız!
    Gençlikte, yaşlılık düşüncesine yer yoktur. Zâten normali de bu olmalıdır. Aksi hâlde, o çağın tadı kaçmaz mıydı! ? Ne var ki, zaman da hükmünü icrâ edip, kişiyi sinsice ve yavaş-yavaş sarıp sarmalamaktadır. Böylece, hiç anlamadan yaşlılığın gelip çattığını görmüş oluruz. Yaşlılık, kişinin genetik yapısıyla, gençliğinin hayat tarzı ve şartlarına bağlı olarak gelir. Yâni, bir bütün olarak vücut dediğimiz cihaz veyâ makinenin kalitesi yanında, kullanımına da bağlı olarak... Ya bir takım sağlık sorunlarıyla berâber yaşlanırız veyâ sâdece mekanizması yavaşlamış olarak. Bir de zihinsel yaş ile fiziksel yaş faktörleri vardır; beynin ve bedenin ayrı-ayrı sağlık sorunları… Bunlar, kişide bâzen her ikisi birden bulunur veyâ bulunmazlar. Bâzen de bir varken diğeri yoktur.
    Yaşlılık, hâliyle ölümü de çağrıştırmaktadır. Ölüm mukadder olduğuna ve bir gün, bir an her nasılsa geleceğine göre… Huzur için en doğrusu, Câhit Sıtkı Tarancı gibi ona takılı kalmamaktır. Annemizden beş yaş büyük babamız, mazbut bir hayâtı olup son derecede sağlıklı yapısına rağmen, ölümcül bir hatâsı sonucu onu kaybettiğimizde, bizim bugünümüzden ancak dört ay büyüktü. Neredeyse bütün ömrünü tansiyonuyla birlikte yaşayan annemizse, geçen yaz doksanüçü tamamlayıp gözlerini yumduğunda, o günkü genel seçimi kimin kazanacağını düşünüyordu!
    Bir üstte C.S.Tarancı’ya değindik. Kendisi, o unutulmaz şiirinde İtalyan şâir ve politikacı Alighieri Dante’yi (Durante) örnek gösterip, otuzbeş yaşı yolun yarısı saymıştır. Oysa kırkaltı yaşında ölmüştür; yetmiş yaşa örnek gösterdiği Dante’yse ellialtısında! ..
    Yaşlılık deyince aklımızdan geçenler kısaca bunlar olmuştur.
    Mete Esin

  • şu an ne dinliyorum

    16.03.2012 - 02:18

    Gündemde Türkçe Hafif…

    Bu gecemizin menüsüne Türkçe hafif müzikler koyduk. İcrâcıların isim sırasıyla şöyle…
    Berkant Akgürgen - Bir şarkısın sen, ömür boyu sürecek (Samanyolu) , Dario Moreno – Deniz ve mehtap sordular seni, Dario Moreno - Her akşam votka, rakı ve şarap, Edip Akbayram - Bekle bizi İstanbul, Erol Evgin - İşte öyle bir şey, Hümeyrâ - Bir kör düğüm ki içim, Modern Folk Üçlüsü - Ağlamak geliyor içimden, Bülent Ersoy – Gün ağarınca boynum bükülür (Sorma) , Tanju Okan – Bu akşam çok efkârlıyım, Tanju Okan – Öyle sarhoş olsam ki, Zühâl Olcay – Güller ve dudaklar.
    İcrâcı sanatçılar arasında yabancı gibi duran bir isim vardır. Acaba… Dario Moreno’yu (Asıl adı Davi Arugete’dir.) görüp, bu da kim oluyor! ? diyenler çıkabilecek midir? Eğer çıkacak olursa… Kendisi, göçtüğü Fransa’da şöhret olmasına rağmen, İzmirli Mûsevî bir âilenin çocuğu olarak Türktür. Aynen bugünkü Can Bonomo gibi. Çocukluk ve ilk gençlik döneminde, bir süre de annesinin vatanı Meksika’da yaşamıştır. Tanındığı adını gene Ora’dan almış olabilecektir.
    O yalnız Türk olmakla kalmayıp, Türkleri ve Türkiye’yi çok da sevmiştir. Dışarıdaysa kendi çapında Türkiye tanıtımı yapmıştır. Artık hayattan ayrılmış sanatçıya, bu vesîleyle “toprağı bol olsun! ” diyelim.
    Yukarıdaki bestelerin hepsini ayrı-ayrı sever, zevkle de dinleriz. Fakat, arada bir “Bekle bizi İstanbul” vardır ki, bizi alır farklı, karışık düşüncelere götürü. Güfte olmaktan önce, üstat Vedat Türkali’nin (Asıl adı Abdülkadir Pirhasan’dır.) güzel bir İstanbul şiiri olan sözler, bir geleceği bekleyen devrimci özlemi de anlatırlar. Bir dönem o muhitte gezindiğimiz cihetle, bunu tahlil edip anlayabiliriz.
    Ancak… O dönem neler düşünüp, neler beklemişiz. Bugün, gerek şahsımız ve gerek Ülke’miz ve gerekse dünyâmız açısından nerelerdeyiz! O günkü ütopya ve öngörü, bugünkü sonuç ve gerçek! ..
    Bunun dahası ve gayrisi anlamlı bir sükût olur!

    Mete Esin

  • çakırkeyif

    14.03.2012 - 22:14

    Biz Nihan’a katıldık!

    Konu, burada başka birince “çakırkeyf” olarak da açılmış. Konuşma dilinde böylesi de geçerlidir. Dil Kurumu’ysa, sözün doğru imlâsı için “çakırkeyif” diyor. Her neyse…
    İçki ve sigarayla aramız yoktur. Dolayısıyla bunların kültürlerini de bilmeyiz. Ancak bu konu için, genel çerçevede, “sarhoşluğun birinci devre skorudur” diyebiliriz. İkinci devre ve kesin sonuçsa buradan bellidir!
    Diğer yandan, yazılan görüşler arasında, biz “Nihan”ın basit ve yalın esprisini pek beğendik. Daha çok filmlerden tanıyıp bildiğimiz o sahne, canlanıp gözümüz önünden geçti. Gülmeyi severiz ve her an buna hazırızdır! Espriye destek anlamında katıldık, bir de gülmekten katıldık! Yâni her iki anlamda…

    Mete Esin

  • sivas katliamı

    13.03.2012 - 22:31

    Adâlet, Mülk ve Temel…

    Yakın bir geçmişte… Bizim, bu üç kavramla yapılıp bir yerlere iri-iri yazılmış bir ibâremiz vardı. O nasıl bir şeydi hatırlar mıyız? Acaba şöyle; “Adâlet, mülkün (devletin) temelidir! ” mi diyordu? Evet, böyleydi gâlibâ!
    Peki; o adâlet bugün nerelerdedir?

    Mete Esin

  • şu an ne dinliyorum

    11.03.2012 - 00:39

    Bu Gece Hüzzam’dayız

    Türk sanat müziği makamlarının sayısı her kaç idiyse, bunların içinden Hüzzam önde gelenlerden biridir. En az dörtyüz yıllık bir geçmişi olduğu hesap ve tahmin edilmektedir. Bu makamdaki beste sayısıysa 1700 civârındadır.
    Adından da anlaşılacağı gibi hüzünlü bir makamdır. Hüzün ve fakat asil hüzün! Hüznün de asili mi olurmuş? denebilecektir. Hüzzam gibi, Rast ve Segâh gibileri söz konusu olunca evet! [Arabesk ucûbesinin hüznüyse sakil ve sevimsizdir! ] Bunlar, doğrudan doğruya ilâhi makamlarıdırlar. Nitekim, saydığımız makamlarla pek çok ilâhi bestelenmiştir. Hem de yalnız Türkçe’de değil, aynen Hıristiyan ilâhileri de vardır. Meselâ Ermenice…
    Biz bu gece; Hüzzam çerçevesinde epey bir eser dinlemek niyetindeyizdir. İşte A’dan Z’ye bâzıları şöyle… Açmam, açamam, söyleyemem çünki derinde. Akşamın olduğu yerde bekle, diyorsun; gelmiyorsun. Ayrılık, ümitlerin ötesinde bir şehir. Benim şu yollardan üzgün geçtiğim senin yüzünden. Bin hüzün çöktü yine gönlüme akşamla benim. Böyle mi esecekti son günümde bu rüzgâr. Dün gece mehtâba dalıp hep seni andım. Gecenin mâtemini aşkıma örtüp sarayım. Gönlüm, seher yeli gibi daldan dala essem, diyor. Gurbet elde her akşam battı bağrımda güneş. Gurbet içimde bir ok, her şey bana yabancı. Hicran, yine hicran mı bu aşkın sonu söyle. Menekşe gözlerde hiç vefâ yokmuş. Ömrüm, seni sevmekle nihâyet bulacaktır. Sen de Leylâ’dan mı öğrendin cefâkâr olmayı. Seni, sesini, gözlerinin rengini unutabilsem. Sormadın hâlimi hiç, kalbimin esrârı nedir. Söyleme, bilmesinler bu aşkın bittiğini. Şu göğsüm yırtılıp baksan, dikenler aynı güldendir. Tâlihin elinde oyuncak oldum. Uzun yıllar ötesinden hatırını sorayım mı? Yine bir sızı var içimde akşam oldu diye. Zamanla belki geçer, bu aşk da hicran da.
    Bütün bu şarkılar önce birer güfte veyâ şiirdirler. Aşk denen ulvî duygu üzerine kurulmuş; hem de okumuş-yazmış, kültürlü ve usta ellerden çıkmışlardır. Sonrasındaysa, en az şâirleri kadar usta bestekârların eserleri olmuşlardır. Bu yüzden değerlidirler; gene bu yüzden eskimemekte ve eskimeyeceklerdir.

    Mete Esin

  • simetri hastalığı

    10.03.2012 - 22:07

    Biz de “Simetroman”ız!

    Bu, tıbbî bir olay veyâ hastalıktır. Tıp literatüründe hastasına “simetroman”, hastalığaysa “simetromani” denir. Türkçesini söylemeye çalışırsak, “denge ve ölçü tutkusu”dur diyebiliriz. Kendisi en hafifinden bir ruh hastalığıdır. Kişinin, her şeyin belli bir düzen içinde olması ve bunu uygulamak istemesiyle görüntü verir. Hastanın hayâtında “rastgele”ye yer olmaz. O, eğer elinden geliyorsa, yamuk ve yanlış gördüğü her şeye müdâhale etmek isteyecektir. He şeyi de düzeltecektir! Fakat, dünyâda yalnız kendisi yaşamadığı cihetle ne mümkün!
    Diğer yandan standart bir rahatsızlık değildir ve dereceleri vardır. Kimi de bunu içine bastırmış veyâ mâkûl düzeye indirmiştir. Bunlar, rahatsızlığını kendisi bilir de dışarıya belli etmezler. Şuraya kadar yazdıklarımızı tıp kitabından aktarmıyoruz. Çünkü, bu kadarına ihtiyâcımız yoktur. Çünkü, bu simetromani bizim de başımızdadır! Yâni şahsen kendimiz, “hiperaktif” olmak yanında bir de “simetroman”ızdır!
    Bizim için mümkünse, çevremizdeki asimetrileri düzeltiriz. Değilse de bağrımıza taş basarız! Sözün gelişi… Evimizde bir şâkûl, iki su terâzisi, iki mezura, bir de hem diklik, hem de yataylığı gösteren pusula görünümlü başka âlet vardır. Her eşyâmız yerli yerindedir. Bunun gibi, duvarlara asılı her şey göz hizâsında ve aynı yüksekliktedir. [Yazlık evimiz gene böyle.] Dışarıdan bakan bundan hiç rahatsız olmaz; hattâ gördüğü düzen karşısında takdirlerini bile bildirir.
    Bizdeki simetromani’yi burada bile görmek mümkündür. Site’ye yüklenmiş yazılarımızın başlıklarına dikkat edilecekse, bir veyâ ikisi hâriç, hepsinin başlıkları “yedi hece”lidir. O bir veyâ ikiyse, bizim için tamâmen bir hatânın sonucudurlar! Her nasıl öyle olmuşlarsa. Peki, “niye yedi? ” denecekse… Bu başka bir sayı da olabilirdi. Fakat o hâlde, gene her başlık o aynı sayıda olurdu!
    Kısaca… Hastalık mâkûl düzeydeyse mesele yoktur, korkacak bir husus da yoktur!

    Mete Esin

Toplam 80 mesaj bulundu