Vehbi Can Adlı Üyenin Nedir Yazıları - Antolo ...

  • yaşar nuri öztürk

    08.08.2009 - 13:48

    Galile'ye sövmenin onursuz rantı

    1642 yılında ölen Galile (özgün yazılışı ile Galileo Galilei) , sadece bir kişinin adı değil, bilim, onur, ıstırap ve direnç ilkelerinin de sembolik ifadesidir.
    Dünyanın döndüğünü keşfettiği için başına gelenleri biliyoruz. Onu zamanın üstüne çıkaran sözü de biliyoruz:
    'Ben dönmüyor desem de dünya dönüyor.'
    Şimdi tablonun ibret kısmına bakalım:
    Galile 'Dünya dönüyor' dediğinde bunun aksini söyleyenler, Allah ile aldatan egemen güçler tarafından ödüllendiriliyordu. Dünyanın döndüğünü söyleyerek Galile'ye katılanlar ise işkence ve hapse mâruz kalıyor, aileleri, yakınları takibe alınıyordu.
    Yani dünyanın dönüyor olması (gerçek) , onun dönmediğini söyleyen alçaklığı (çıkarcılık) etkisiz kılamıyordu.
    Galile işte bize bunları hatırlatan bir ışık devi...
    Galile'ye o gün sövmenin büyük rantı vardı. Ona sövmek para, mevki, alkış getiriyordu.
    Ve gerçeği değil de çıkarı esas alan bütün alçaklar, namussuzlar, omurgasızlar, yalcılar, yalakalar, yüzünden ışık yerine riya irini akan bilcümle şerefsizler Galile'ye söverek 'muteber adam' oluyorlardı. Çünkü kitleleri sürüye döndürenler, kutsalı paravan yapanlar, Allah ile aldatanlar, Galile'ye sövmenin alkış getireceğini kabul ettirmişlerdi.
    Galile'ye söven rahat ediyordu, bir eli yağda, bir eli balda yaşıyordu.
    Ve erdemsizliğin ucuzluğunu öne çıkaran alçaklık, vicdanların onayladığı Galile'yi yenik düşürüyordu...

    GALİLE'NİN SİMGELEDİĞİ GERÇEK: İŞLETİLEN AKIL

    Kur'an, 'aklını işletmeyenler üzerine pislik indirileceğini' söylüyor. (Yûnus, 1000)
    Bu, bir anlamda, aklın sembolü olan Galilelerin devre dışı tutulmasının ifadesidir.
    Geri kalmışlığı dinleştirmiş ülkelerde ölen Galileler doğanlardan daima fazla.
    İslam dünyası kendi toprağından çıkan Galilelere yaptığı zulümlerin faturasını ödüyor, cezasını çekiyor. Daha çok çekecek. Çünkü henüz bu aslî günahının bilincine vararak gerekli tövbeyi yapmamıştır. Önce bu bilince varacak, sonra tövbe edecek, daha sonra da gerekli ıstırabı çekerek kurtulacak.
    İslam dünyası henüz birinci aşamanın eşiğinde... İslam dünyasının asırlardır işlediği suç, Galilelerini yok etmek veya çileye mâruz bırakmaktır. Yoksa bu hallere düşer miydi?
    İslam dünyasının esas ıstırap kaynağı İsrail füzeleri değil, Galilelerine yaptığı kötülüklerin günah faturası.
    Bir yandan, 'Bizim dinimizde engizisyon yok, engizisyon Hıristiyanlığın malıdır' diye nutuk atıyorlar, öte yandan her gün onlarca Galileyi 'Dünya dönmüyor' demeye mecbur bırakıyorlar.
    Uzağa gitmeye ne hacet! İslam dünyası, en büyük 'Galilesi' olan Mustafa Kemal'i dışlamaya devam ediyor. Oyunu sürekli Galilelerden yana kullanan Tanrı ise İslam dünyasını bir belanın girdabından çıkarıp bir başka belanın girdabına sokuyor.
    Ve muazzam petrol paraları, bu bela girdaplarını etkisiz kılmaya değil, servet ve tarikat şeyhlerinin karı, otomobil ve saray sayısını artırmaya yarıyor

  • yaşar nuri öztürk

    25.11.2008 - 14:31

    gerçek dini, özgün islamı yani kur'anda bildirilen islamı ana kaynağından bana öğreten, öğrenmeme vesile olan, bu güne kadar dine söyletilen yalanları deşifre eden,islam adı altında halkın yaşadıklarının isminden başka islamdan eser olmadığını kur'andan öğrenmemi sağlayan ve benim gerçekten müslüman olmamı sağlayan o küçük dev adama sonsuz teşşekkür ediyorum. Allah razı olsun ondan..
    kur'anı kendi dilinizden okuyun ne dediğimi hemen anlayacaksınız...
    hadi başlayın..

  • fethullah gülen

    13.08.2008 - 10:17

    Atatürk olmasa bugün Hazreti Muhammed’in mezarı da olmayacaktı

    Pazartesi akşamı Avrasya Televizyonu’nda Lale Şıvgın’ın sunduğu “Beyin Fırtınası” programına katılmıştım biliyorsunuz. Programın diğer konukları Nevzat Yalçıntaş ile Erol Manisalı idi.
    Nevzat Yalçıntaş, program sırasında Atatürk’le ilgili küçük bir anekdota yer vererek “Suudiler 1926 yılında sınırları içinde tüm mezarlıkları yıkıyorlardı. Atatürk sıranın Hazreti Muhammed’in kabrine geldiğini öğrenince bir telgraf çekerek, ‘Eğer bir tek taşına bile dokunursanız ordumu aşağı gönderirim’ demişti. Bunun üzerine Suudiler Hazreti Muhammed’in kabrine dokunamamıştı. Ama bu telgraf yok edildi” dedi.

    Programın ana konusu kapatma davası olduğu için bu konu fazla uzun sürmedi. Programdan sonra Lale Şıvgın, yayının yapıldığı Doğatepe tesislerinde bizlere birer çorba ikram etti. Bundan yararlanarak Yalçıntaş’a “Hocam programda anlattığınız olayın ayrıntılarını söyleyebilir misiniz? ” diye sordum.

    1981 yılında 12 Eylül askeri yönetimi Atatürk’ün 100. doğum yılı nedeniyle kapsamlı bir program hazırlamış. Prof. Yalçıntaş o dönemde İlim Kurulu’nun başına getirilmiş. Amaç Atatürk’le ilgili çeşitli kaynaklardan arşiv araştırması yapmak ve “bilinmeyen Atatürk’ü” ortaya çıkarmakmış.

    Yalçıntaş, “Dışişlerinde Münir Bey vardı. (Soyadını hatırlayamadı) İyi bir araştırmacı ve arşivciydi. Ona Dışişleri Bakanlığı arşivlerinin araştırılması görevi verilmişti” diyerek anlatmaya başladı.

    Sonra da sürdürdü: “Bir gün Münir Bey aradı. Çok ilginç bir belge bulduğunu, bunu getirip göstermesi gerektiğini söyledi. O sırada benim çalıştığım başbakanlık binası ile dışişleri binası aynı yerde. Hemen atlayıp geldi. Çok heyecanlıydı.”

    Prof. Yalçıntaş, Münir Bey’in gösterdiği belgeye baktığında çok şaşırdığını belirterek şöyle devam etti: “Belge bir telgraf metniydi. Henüz yeni kurulan Suudi devletinin kralına gönderilmişti. Telgrafta ‘Hazreti Muhammed’in mezarının yıkılacağını derin üzüntü içinde öğrendim. Bu kutsal emanete asla dokunamazsınız. Bir tek taşının bile zarar gördüğünü duyarsam orduyu aşağıya gönderirim’ anlamına gelen cümleler vardı.”

    Yalçıntaş, burada Hazreti Muhammed’in mezarı ile ilgili kısa bir detay anlattı. İngiliz işgali sırasında komutan olan Fahrettin Paşa’nın kabri terk etmemek için uzun süre direndiğini, aç kaldıklarını bu nedenle çekirge yiyerek beslendiklerini, sonunda İngilizler’in hiçbir şekilde dokunmamaları kaydıyla Hazreti Muhammed’in mezarını terk ettiklerini ancak kutsal emanetleri de yanlarına aldıklarını söyledi.

    Şimdi gelelim belgenin bulunmasından sonraki gelişmelere, çünkü vahim ve ilginç olan bu: Nevzat Yalçıntaş’ın anlattığına göre Münir Bey belgeyi önce bir üst amirine götürüyor. Belge oradan daha yukarı taşınıyor. Sonunda müsteşara oradan da Bakan İlter Türkmen’e geliyor. Tabii Evren Başkanlığı’ndaki Milli Güvenlik Konseyi’nin de haberi oluyor.

    Sorun şu: Bu belge ne yapılacak? Dönemin Atatürkçü komutanları ve onların emrindeki bürokrasi bu belgenin açıklanmasını istemiyor. Ancak belge de ortaya çıkmış bir kere. Sonunda o dönemde yazılan ve şimdi kitapçılarda tek nüshası bile kalmayan bir Atatürk kitabının içine, hiçbir anons yapılmadan konuyor.

    Kısacası konu adeta kapatılıyor, sadece o tuğla gibi kalın kitabı sonuna kadar okuyanların dikkatini çekecek biçimde “zevahiri kurtarmak” adına konuyor.

    Peki bu belge şimdi nerede? Kimin koruması altında? Bu da bilinmiyor. Bilinen tek şey, Atatürk’ün İslam aleminin peygamberi Hazreti Muhammed’in mezarının ortadan kaldırılmasını önlemesi herkesten saklanıyor.
    * * *
    Hazreti Muhammed Mescidi Nebevi’de yatıyor

    Hazreti Muhammed 571 yılında doğdu 632 yılında vefat etti. Peygamberimiz Medine’de oturduğu evde toprağa verildi. Bu mezar bugün dünyanın en büyük camisi olan Mescidi Nebevi’nin içinde.

    Mescidi Nebevi, Hazreti Muhammed’in Mekke’den Medine’ye göç etmesinden sonra ilk namaz kıldığı yer. Hazreti Muhammed, Medine’de oturduğu evin hemen yanına kentin ilk mescidini inşa ettirmişti. Bu mescit geçen yıllar içinde defalarca yenilendi. Bugün 600 bin kişinin aynı anda namaz kılabildiği Mescidi Nebevi’nin korumasını çok uzun yıllar Osmanlı askeri yapmıştı.

    Arabistan’da mezar adeti yoktur. Ölüler herhangi bir yerde toprağa verilir, üzerine belirleyici bir şey konmaz. Bu nedenle sadece Hazreti Muhammed’in mezar yeri ile ilgili bilgi vardır. O’nun dışındaki İslam büyüklerinin mezarlarının yeri bilinmez. Bir süre önce Hazreti Muhammed’in annesine ait olduğu ileri sürülen bir mezar ortaya çıkarılmıştı. Ancak Suudi yönetimi bu mezarı da ortadan kaldırmış ve yerine otopark yapmıştı.

    Atatürk’ün müdahalesi olmasa Suudiler, Mescidi Nebevi’nin hemen dibindeki Hazreti Muhammed’in mezarını da tamamen ortadan kaldıracaktı. Nitekim Hazreti Muhammed’le aynı yere defnedildikleri bilinen Sahabe’nin önde gelen isimlerinin mezar yerleri bugün dümdüzdür.
    * * *
    Yaşar Nuri Öztürk: Ali Babacan araştırma izini vermedi

    Nevzat Yalçıntaş’la sohbetimiz sırasında “Bir gün Yaşar Nuri Öztürk Bey aradı. Benim bu anlattığımı duymuş, belgeye nasıl ulaşabileceğini sordu” dedi. Ben de “Belgeyi bulmuş mu? ” diye sorunca “Onu bilemiyorum, ama galiba bir kitabına koymuş ben okuyamadım” dedi.

    Bunun üzerine önceki gün Yaşar Nuri Öztürk’ü aradım. Öztürk, Yalçıntaş’ın anlattıklarını doğrulayarak, “Ancak bunu henüz bir kitabıma koymadım. Araştırmayı aşağı yukarı tamamladım, Gazi Mustafa Kemal ve İslam isimli çok kapsamlı bir kitap hazırlıyorum, bunun bitmesi üç yılı alır. Konu bu kitapta yer alacak” dedi.

    Milletvekili olduğu sırada bu belgeye ulaşmak için çok çalıştığını söyleyen Öztürk, “Belge Dışişleri Bakanlığı arşivlerinde. Milletvekili sıfatımla bu arşivlerde çalışmak için bakan Ali Babacan’a başvurdum, ama bana izin vermedi” diye konuştu.

    Öztürk’e “Peki hocam, böyle bir belgenin açıklanmasını neden istemiyorlar? ” diye sordum. Öztürk’ün cevabı çok ilginç oldu.

    Şöyle dedi: “Atatürk’ü din ve İslam dışı göstermek isteyenler elbette bu belgeden rahatsız olacaklardır. Bu nedenle dini siyasete alet edenler emperyalistlerle iş birliği bile yapabiliyor. Dincilerle İslamı reddedenler bu noktada birleşebiliyor.”

    Vatan / Can ATAKLI

  • mustafa kemal atatürk

    11.08.2008 - 12:37

    Atatürk olmasa bugün Hazreti Muhammed'in mezarı da olmayacaktı

    Pazartesi akşamı Avrasya Televizyonu’nda Lale Şıvgın’ın sunduğu “Beyin Fırtınası” programına katılmıştım biliyorsunuz. Programın diğer konukları Nevzat Yalçıntaş ile Erol Manisalı idi.

    Nevzat Yalçıntaş program sırasında Atatürk’le ilgili küçük bir anekdota yer vererek “Suudiler 1926 yılında sınırları içinde tüm mezarlıkları yıkıyorlardı. Atatürk sıranın Hazreti Muhammed’in kabrine geldiğini öğrenince bir telgraf çekerek, ‘Eğer bir tek taşına bile dokunursanız ordumu aşağı gönderirim’ demişti. Bunun üzerine Suudiler Hazreti Muhammed’in kabrine dokunamamıştı. Ama bu telgraf yok edildi” dedi.

    Programın ana konusu kapatma davası olduğu için bu konu fazla uzun sürmedi. Programdan sonra Lale Şıvgın, yayının yapıldığı Doğatepe tesislerinde bizlere birer çorba ikram etti. Bundan yararlanarak Yalçıntaş’a “Hocam programda anlattığınız olayın ayrıntılarını söyleyebilir misiniz? ” diye sordum.

    1981 yılında 12 Eylül askeri yönetimi Atatürk’ün 100. doğum yılı nedeniyle kapsamlı bir program hazırlamış. Prof. Yalçıntaş o dönemde İlim Kurulu’nun başına getirilmiş. Amaç Atatürk’le ilgili çeşitli kaynaklardan arşiv araştırması yapmak ve “bilinmeyen Atatürk’ü” ortaya çıkarmakmış.

    Yalçıntaş, “Dışişlerinde Münir Bey vardı. (Soyadını hatırlayamadı) İyi bir araştırmacı ve arşivciydi. Ona Dışişleri Bakanlığı arşivlerinin araştırılması görevi verilmişti” diyerek anlatmaya başladı.

    Sonra da sürdürdü: “Bir gün Münir Bey aradı. Çok ilginç bir belge bulduğunu, bunu getirip göstermesi gerektiğini söyledi. O sırada benim çalıştığım başbakanlık binası ile dışişleri binası aynı yerde. Hemen atlayıp geldi. Çok heyecanlıydı.”

    Prof. Yalçıntaş, Münir Bey’in gösterdiği belgeye baktığında çok şaşırdığını belirterek şöyle devam etti: “Belge bir telgraf metniydi. Henüz yeni kurulan Suudi devletinin kralına gönderilmişti. Telgrafta ‘Hazreti Muhammed’in mezarının yıkılacağını derin üzüntü içinde öğrendim. Bu kutsal emanete asla dokunamazsınız. Bir tek taşının bile zarar gördüğünü duyarsam orduyu aşağıya gönderirim’ anlamına gelen cümleler vardı.”

    Yalçıntaş, burada Hazreti Muhammed’in mezarı ile ilgili kısa bir detay anlattı. İngiliz işgali sırasında komutan olan Fahrettin Paşa’nın kabri terk etmemek için uzun süre direndiğini, aç kaldıklarını bu nedenle çekirge yiyerek beslendiklerini, sonunda İngilizler’in hiçbir şekilde dokunmamaları kaydıyla Hazreti Muhammed’in mezarını terk ettiklerini ancak kutsal emanetleri de yanlarına aldıklarını söyledi.

    Şimdi gelelim belgenin bulunmasından sonraki gelişmelere, çünkü vahim ve ilginç olan bu: Nevzat Yalçıntaş’ın anlattığına göre Münir Bey belgeyi önce bir üst amirine götürüyor. Belge oradan daha yukarı taşınıyor. Sonunda müsteşara oradan da Bakan İlter Türkmen’e geliyor. Tabii Evren Başkanlığı’ndaki Milli Güvenlik Konseyi’nin de haberi oluyor.

    Sorun şu: Bu belge ne yapılacak? Dönemin Atatürkçü komutanları ve onların emrindeki bürokrasi bu belgenin açıklanmasını istemiyor. Ancak belge de ortaya çıkmış bir kere. Sonunda o dönemde yazılan ve şimdi kitapçılarda tek nüshası bile kalmayan bir Atatürk kitabının içine, hiçbir anons yapılmadan konuyor.

    Kısacası konu adeta kapatılıyor, sadece o tuğla gibi kalın kitabı sonuna kadar okuyanların dikkatini çekecek biçimde “zevahiri kurtarmak” adına konuyor.

    Peki bu belge şimdi nerede? Kimin koruması altında? Bu da bilinmiyor. Bilinen tek şey, Atatürk’ün İslam aleminin peygamberi Hazreti Muhammed’in mezarının ortadan kaldırılmasını önlemesi herkesten saklanıyor.

    *****

    Hazreti Muhammed Mescidi Nebevi’de yatıyor

    Hazreti Muhammed 571 yılında doğdu 632 yılında vefat etti. Peygamberimiz Medine’de oturduğu evde toprağa verildi. Bu mezar bugün dünyanın en büyük camisi olan Mescidi Nebevi’nin içinde.

    Mescidi Nebevi, Hazreti Muhammed’in Mekke’den Medine’ye göç etmesinden sonra ilk namaz kıldığı yer. Hazreti Muhammed, Medine’de oturduğu evin hemen yanına kentin ilk mescidini inşa ettirmişti. Bu mescit geçen yıllar içinde defalarca yenilendi. Bugün 600 bin kişinin aynı anda namaz kılabildiği Mescidi Nebevi’nin korumasını çok uzun yıllar Osmanlı askeri yapmıştı.

    Arabistan’da mezar adeti yoktur. Ölüler herhangi bir yerde toprağa verilir, üzerine belirleyici bir şey konmaz. Bu nedenle sadece Hazreti Muhammed’in mezar yeri ile ilgili bilgi vardır. O’nun dışındaki İslam büyüklerinin mezarlarının yeri bilinmez. Bir süre önce Hazreti Muhammed’in annesine ait olduğu ileri sürülen bir mezar ortaya çıkarılmıştı. Ancak Suudi yönetimi bu mezarı da ortadan kaldırmış ve yerine otopark yapmıştı.

    Atatürk’ün müdahalesi olmasa Suudiler, Mescidi Nebevi’nin hemen dibindeki Hazreti Muhammed’in mezarını da tamamen ortadan kaldıracaktı. Nitekim Hazreti Muhammed’le aynı yere defnedildikleri bilinen Sahabe’nin önde gelen isimlerinin mezar yerleri bugün dümdüzdür.

    *****

    Yaşar Nuri Öztürk: Ali Babacan araştırma izini vermedi

    Nevzat Yalçıntaş’la sohbetimiz sırasında “Bir gün Yaşar Nuri Öztürk Bey aradı. Benim bu anlattığımı duymuş, belgeye nasıl ulaşabileceğini sordu” dedi. Ben de “Belgeyi bulmuş mu? ” diye sorunca “Onu bilemiyorum, ama galiba bir kitabına koymuş ben okuyamadım” dedi.

    Bunun üzerine önceki gün Yaşar Nuri Öztürk’ü aradım. Öztürk, Yalçıntaş’ın anlattıklarını doğrulayarak, “Ancak bunu henüz bir kitabıma koymadım. Araştırmayı aşağı yukarı tamamladım, Gazi Mustafa Kemal ve İslam isimli çok kapsamlı bir kitap hazırlıyorum, bunun bitmesi üç yılı alır. Konu bu kitapta yer alacak” dedi.

    Milletvekili olduğu sırada bu belgeye ulaşmak için çok çalıştığını söyleyen Öztürk, “Belge Dışişleri Bakanlığı arşivlerinde. Milletvekili sıfatımla bu arşivlerde çalışmak için bakan Ali Babacan’a başvurdum, ama bana izin vermedi” diye konuştu.

    Öztürk’e “Peki hocam, böyle bir belgenin açıklanmasını neden istemiyorlar? ” diye sordum. Öztürk’ün cevabı çok ilginç oldu.

    Şöyle dedi: “Atatürk’ü din ve İslam dışı göstermek isteyenler elbette bu belgeden rahatsız olacaklardır. Bu nedenle dini siyasete alet edenler emperyalistlerle iş birliği bile yapabiliyor. Dincilerle İslamı reddedenler bu noktada birleşebiliyor.”

    Can Ataklı [email protected] 09.08.2008
    http://www.engellininsayfasi.com/forum/index.php? topic=48482.msg805469272#msg805469272

  • fethullah gülen

    23.06.2008 - 09:01

    RABLER HEGEMONYASI (2)

    İslam dünyası, Hz. Peygamber'den hemen sonra başlayan ve günümüzde doruk noktalarına doğru tırmanan bir rabler hegemonyasının kahrı altındadır.

    Anılan hegemonya, bütün hayatını putçuluğa karşı mücadele vermekle geçiren Hz. Muhammed'in, Musevî ve Hıristiyan mitolojisinden aktarılan hurafelerle övülmesi süreciyle başladı.

    'Beni, Hıristiyanların Hz. İsa'yı övdükleri gibi övmeyin; bana, 'Allah'ın kulu ve elçisi' deyin.' (Buharî, enbiya, 48)

    emrini veren ve kendisi için ayağa kalkanlara:

    'Benim için kıyama durmayın; kıyam yalnız Allah için olur.' (İbn Sa'd, Tabakaat, 1/387; Tirmizî, Şemâil, 159)

    sözleriyle engel olan bir peygamber, hürmet putperestliğinin uydurmalarıyla çehre değişikliğine uğratılarak örnek alınabilecek bir ‘insan peygamber' olmaktan çıkarılıp göklere, bulutların ötesine gönderilmiştir. Tıpkı Hz. İsa'ya yapıldığı gibi.

    Tüm bunlar, Allah'ın elçisi olan Hz. Peygamber'in Allah'ın bir tür ortağı konumuna getirilmesi ve tebliğ ettiği kitabın buyruklarıyla çelişen bir yığın uydurma sözün sahibi gibi gösterilmesi pahasına yapıldı. Bu günahın faturasını elbette ki insanlık ödeyecekti. Ve Kur'an'la arasına sokulan duvarlara başını vura vura ödemektedir.

    Kur'an, peygamberlerin sorumluluklarını da onurlarını da iki kelimede toplamıştır: Abd, resul. Abd, Allah için iş yapan, değer üreten insan demek. Bu sözcüğün ‘kul' diye çevrilmesi de Kur'an'ın vermek istediğini tam karşılamıyor. Resul ise Tanrı elçisi demek.

    Kur'an, Peygamberler için ‘nebi' sıfatını da kullanır ki o da Allah'tan haber getiren Hak elçisi demektir. Farsça'dan dilimize geçen Peygamber (bir başka telaffuzla peyamber) de nebi ile aynı anlamdadır.

    Şimdi, Kur'an'la birlikte şunu soracağız: Hak elçilerine, bizzat habercisi oldukları Allah tarafından verilmiş Allah'ın kulu ve elçisi unvanları, hangi mantık ve gerekçeyle yetersiz bulunuyor? Kim kimin malını bölüştürüyor? Bütün hayatlarını, habercisi oldukları Allah'ın dinini tebliğe adamış peygamberlere unvan vermede dinin sahibi olan Allah yetersiz mi kalıyor?

    Kur'an, insanlığın ayağını iyiden iyiye kaydıran ‘peygamber putlaştırma' hastalığına tutulanları, bu hastalık yüzünden şirke bulaşmış toplumları hatırlatarak uyarırken şu mucize sözü üflüyor kulağımıza:

    'Ne İsa Allah'a kul olmaktan çekinir ne de yücelmiş bulunan melekler.' (Nisa, 172)

    Dikkat edilirse, örnek olarak, Allah'ın oğlu diye övülen, fakat bu övülmeyle şirk aracına dönüştürülen bir peygamber, Hz. İsa seçilmiştir. Gösterilmiştir ki, Allah'ın layık gördüğü unvanı az bulanların yüceltmeleri, ne övülene hayır getirir ne de övenlere.

    Bir peygamber için en büyük ve en şerefli unvan Allah'ın elçisi olmaktır. O ilahî elçilik aracılığıyladır ki Allah, Zebur'u, Tevrat'ı, İncil'i ve Kur'an'ı indirmiştir. O elçilik görevini beğenmeyerek, 'Uzeyir Allah'ın oğludur, İsa da Allah'ın oğludur' diyenler resullere en büyük saygısızlığı yaptılar ve peygamberleri yüceltiyoruz derken küfre battılar. Değerlendirmeyi, elçileri gönderen kudretten dinleyelim:

    'Yahudiler, 'Uzeyir, Allah'ın oğludur' dediler; Hıristiyanlar da 'Mesih Allah'ın oğludur' dediler. Bu, onların ağızlarının ürettiği bir sözdür. Bu sözler, onlardan önce küfre batanların sözlerine benziyor. Allah onları kahretsin, nasıl da ters yöne döndürülüyorlar! ! ! ' (Tevbe Suresi, 30)

    Peygamberleri şirk aracı haline getirmeyi hürmet niyetiyle yapmış olmak hiç kimseye mazeret olmayacaktır. Hz. İsa'yı Allah'ın oğlu ilan edenler kötü niyetli miydiler? Hayır. Ama şirke bulaştılar. Demek oluyor ki, iyi niyet ne tevhidi yozlaştırmanın gerekçesi yapılabilir ne de dine hüküm eklemenin. O halde şunu duyurmalıyız:

    Rabler hegemonyasında devreye sokulan ikinci unsur, sahabîler yani Peygamberimizin arkadaşları olmuştur.

    Bugün, ‘sahabîye hürmet' adı altında İslam'ın buyruğu gibi ortaya sürülen kabullerin tamamı, Kur'an'a aykırıdır. Yarı paganist bir tabular manzarası arz eden bu kabuller, Müslüman kuşakların beynini ve ruhunu prangalayarak Kur'an'a, gerçek İslam'a ulaşmamızı engellemektedir. Bugün, ‘sahabeye hürmet' adı altında ileri sürülen niteliklerin birçoğunu Kur'an, Hz. Peygamberlere bile vermemektedir. Mısırlı düşünür Ahmet Emin (ölm.1954) gerçeği çok açık söylüyor:

    'Sahabîler, rabler haline getirilmiştir.'

    Olay şudur:

    Tanrı Elçisi'ne yalan isnat etmenin en geçerli yolu onun arkadaşlarını kullanmaktı. Bu yol çok verimli bir biçimde kullanıldı. Önce, sahabîye hürmet adı altında bu insanlar dokunulmaz, tenkit edilmez ilan edildi, ardından da Peygamberimize mal edilecek yalanlar, bir sahabînin adına iğnelenerek kitlenin önüne çıkarıldı. Oysaki söylenenlerin büyük çoğunluğundan sahabîlerin haberi bile yoktur. (Sahabîlerin rableştirilmesiyle ilgili ayrıntlar için bizim ‘İslam Nasıl Yozlaştırıldı' adlı eserimizin Sahabîler bölümüne bakılabilir.)

    Rabler hegemonyasına eklenen üçüncü, fakat en ağırlıklı unsur, ilahlaştırılan din büyükleri oldu. Din büyüklerini ilahlaştırmada bir numaralı sömürü ocağı olarak tasavvuf ve onun yozlaştırılmış bir görünümü olan tarikatlar kullanıldı.

    İslam tarihine hayranlık verici bir miras bırakan tasavvuf kurumunun bugün en büyük kamburu, bu ilahlaştırma illetidir. Bu gönül ve sevgi ocağını, Kur'an çizgisinde yol alır bir konuma getirmek için, ona musallat olan insan ilahlaştırma marazının Kur'an laboratuvarında tedavi edilmesi kaçınılmazdır. İslam'ın yüzyılımızdaki en büyük düşünürü sayılan Muhammed İkbal, bu marazı, ‘şeyhperestlik' (şeyhe tapıcılık) veya ‘pîrizm' (şeyh dinciliği) olarak anıyor.

    Mezhep imamları (daha geniş bir ifadeyle ulema) da rabler hegemonyasında önemli bir konuma getirilmiştir. Tasavvuf büyükleri dokunulmaz-tenkit edilmez ilan edilerek nasıl putlaştırılmışsa mezhep imamları da zaman üstü ilan edilerek ilahlaştırılmıştır. Bugün birçok insan için bir konuda 'Kur'an diyor ki' sözüyle 'Falan mezhep imamı diyor ki' sözü arasında fazla bir fark yoktur. Hatta bazı kesimlerde 'Kur'an diyor ki' sözü insanları rahatsız etmekte ve 'Ben Kur'an'ı falan bilmem, benim mezhep imamım diyor ki…' veya 'Şeyhimiz diyor ki' şeklinde çıkışlarla karşılaşılabilmektedir. Bu tavır, Kur'an açısından bakıldığında, katıksız şirktir.

    İslam, Kur'an dışında tenkit üstü kitap, Peygamber dışında tenkit üstü kişi tanımaz.

    Rabler hegemonyasında, Kur'an'ın tâğut diye andığı zalim ve baskıcı liderlerin, hanedan despotizmlerinin, krallıkların yerleri de oldukça önemlidir. Esasen, hiçbir rabler hegemonyası tâğut desteği olmadan yaşayamaz. Emevîlerin kurduğu rabler hegemonyasına, Emevî tâğutizmi destek veriyordu. Hz. Hasan'ı bu tâğutizm zehirledi, Hz. Hüseyin'i bu tağutizm hançerledi.

    Tâğutîler hemen her ülkede boy gösterirler. Süslü kılıflara sarılmış mushafları öpüp alınlarına koyarken çektirdikleri resimleri afiş haline getirerek masum ve saf kitlelere, din koruyucusu olduklarını propaganda ederler. Aslında dinin en büyük problemi bu mushaf tacirleridir. Bu kurnazlıklarını; ruhunu katlettikleri Kur'an'ın parşömenlerini mızrak uçlarına takarak: 'İşte biz, bu kitabı hakem yapmak istiyoruz.' diyen Emevî siyasetçilerinden devralmış gibidirler. Şöyle veya böyle, bunların Kur'an bahsinde sloganı daima şudur: 'Hükümleri ayak altına, kağıtları baş üstüne...'

    Özetleyelim: Bugün ‘İslam inanç sistemi' veya ‘resmî akîde' diye kitlenin önüne çıkarılan kabuller listesi, Kur'an dışılıklarla doludur. Çünkü, bu sistem, ‘Âlemlerin Rabbi' olan Allah'ın dini yanında rabler hegemonyasının ürünlerini de taşıyor. Bu resmî akide, Kur'an açısından baktığımızda, bozuktur. O halde, Kur'an dininin inanç sistemi, Kur'an esas alınarak yeniden belirlenmelidir.

    Allah bir olduğu gibi din de birdir. Ve din bir olduğu gibi onun temel kaynağı da birdir. O biricik kaynak Kur'an'dır. Oysaki, rabler hegemonyasının halka sunduğu ‘uydurulmuş din'de hüküm ve söz sahibi, birkaç başlı bir şirkettir: Allah, Peygamber, sahabîler, mezhep imamları, tarikat şeyhleri, efendiler, üstadlar, halifeler, sultanlar... Böyle bir anonim şirket, din konusunda hükmü Allah dışında hiçbir kuvvete vermeyen Kur'an'ın dini olamaz. Burada, oynanmış büyük aldatma oyunları vardır.

    Allah'ın dinine müdahale edilmiştir. Bu müdahalelerin kalıntılarını Kur'an denetiminde temizleme gayretinde olanları ‘reformcu görüşleriyle tanınanlar' vs. gibi laflarla etkisiz kılmaya çalışanlar, rabler hegemonyasının şerefsiz uşaklarıdır. Bunlar, Kur'an'dan rahatsız olmaktadırlar.

    İslam'a bulaştırılmış yalan ve uydurmaları Kur'an denetiminde temizlemek için çalışan ilim ve fikir adamlarını bir zamanlar ‘reformist' diye karalayıp saf dışı etmek için akıl almaz oyunlar tezgâhlayan bu din tüccarı onursuz güruh, ikibinli yıllara gelinip BOP projesi Ortadoğu'ya dayıtılmaya başlandığında, Vatikan ve ABD'den rağbet görsünler diye Papa'ya arz-ı ubûdiyet, ABD'ye de uşaklık etmeye başladılar. Ne İslam bıraktılar ne Kur'an ne Muhammed. Kur'an'ı İncilleştirmeyi, Ilımlı İslam adı altında ve ABD denetiminde bir sömürge dini yaratmayı çağdaşlık, özgürlük, teröre karşı çıkmak diye yutturma alçaklığına tevessül ettiler. Tarih böyle bir namussuzluğa rastlamış değildir.

    Sözün özü şudur: Rabler hegemonyası uğruna İslam'ın Kur'ansal ve akılcı yapısını tahrip edenler, Kur'an'ın sorduğu şu soruya cevap bulmak zorundadırlar:

    “Fırkalara bölünüp parçalanmış rabler mi hayırlıdır, yoksa biricik ve Kahhâr olan Allah mı? ” (Yusuf, 39)

  • fethullah gülen

    20.06.2008 - 11:59

    “Dinlerini parça parça edip fırkalara/hiziplere bölünenler var ya, senin onlarla hiçbir ilişiğin yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır. Allah onlara, yapıp ettiklerini haber verecektir.” (En’am, 159)

    “Onlar işlerini aralarında parçalayıp çeşitli zübürlere/kutsallaştırılmış hizip kitaplarına ayırdılar. Her hizip, yalnız kendi yanındakiyle sevinip övünmektedir. Artık sen onları bir süreye kadar kendi gafletleri içinde bırak.” (Müminûn, 52-54)

    “İşte şu sizin ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de Rabbinizim. O halde bana ibadet edin. İşlerini aralarında parçaladılar. Hepsi bize dönecekler.” (Enbiya, 92-93)

    “O'a yönelmiş kişiler olarak O'ndan sakının! Namazı/duayı yerine getirin ve sakın şirke sapanlardan olmayın. Onlardan ki, dinlerini parçalayıp hizipler/fırkalar haline geldiler. Her hizip kendi elindekiyle sevinip övünür.” (Rum, 31-32)

    Allah ile aldatanlar, bugün, bu uyarıdan nasiplenmemiş kitleleri aldatmakta, soymakta, saptırmakta, felakete götürmektedir. Bizzat Peygamberimiz bu sinsi ve şeytanî aldatma illetine ‘mişnacılık’ adını vermektedir.

  • fethullah gülen

    18.06.2008 - 16:48

    Rabler Hegemonyası

    Kur'andan alarak kullandığımız bu başlığı, yine Kur'an'ın verileri ışığında şu anlamlarda değerlendirmeliyiz:

    Allah ile aldatanların hegemonyası.

    Yedek ilahlar hegemonyası.

    Allah'ın yetkilerini kullanmaya kalkanların hegemonyası.

    İnsanları din diye parçalayıp bölenlerin hegemonyası.

    Allah ile aldatmak üzere Allah'ın vekili gibi iş görmeye kalkanların veya o mevkie yükseltilenlerin hegemonyası.

    Hangisini alırsanız alın, özü ve amacı itibariyle tamamen Kur'ansal bir tespit üzerindeyiz. Daha doğrusu, Kur'an'ın dikkat çektiği bir büyük yıkımın, bir büyük belanın değişik adlarıyla karşı karşıyayız.

    “Fırkalar yaratmak üzere rableştirilmiş kişiler...” deyimi Kur'an'ındır. (Yusuf Suresi, 39)

    Kur'an, bu ayetiyle, şirkin yani din adı altında örtülü putperestliğin temel iki görünümünü bir kelam mucizesiyle birkaç sözcükte vermiştir: 1. İnsanları rableştirme, 2. Din adına fırkalar, klikler oluşturma. Yani din adı altında bölücülük yapmak.

    Gelelim ayrıntılara:

    Rab, Esmâül Hüsna'dan yani Allah'ın isim-sıfatlarından biridir. Bir varlığı, belirlediği hedefe aşama aşama götürmek için koruyup gözeten, besleyip doyuran, yönlendiren kudret demektir. Kur'an, birçok ayetinde Allah'ı 'Âlemlerin Rabbi' diye tanıtarak, varlık ve oluşun Cenabı Hak tarafından şuurlu ve ısrarlı bir biçimde gözetlenip denetlendiğine dikkat çeker.

    Yaratıcı faaliyetin rab olarak işleyişine ‘rubûbiyet' denmektedir.

    Kur'an, rab kavramını ısrarla gündeme getirmekle bir gerçeğin daha altını çizmiş oluyor: Allah ve din meselesinde rubûbiyet son derece önemlidir. Nitekim insanın şirke giden yola girmesi, sahte ilahların öncelikle rab sıfatını yozlaştırmalarıyla olmaktadır.

    Kur'an, örtülü şirkin, yani din patenti altında sergilenen kılık değiştirmiş putçuluğun, gerçek Rab yanına bir takım sahte rablerin eklenmesiyle vücut bulduğunu gösteriyor. Bu noktada, rab kelimesinin çoğulu olan erbâb kullanılmaktadır. Erbâb, gerçek Rabb'e karşı veya onun yanına-yöresine eklenen bir tür sahte ilahlar kadrosu demek. Bu ilave rablerle bir şirk panteonu oluşturulmaktadır.

    Şirk, esasında böyle bir panteonun kotardığı dinin adıdır. Şirk, Arap Emevî kodamanlarının tevhidi yozlaştırmak amacıyla tanıttıkları gibi dinsizlik, Allahsızlık falan değildir.

    Şirk, bir dindir ama tek Tanrı'nın değil de bir ilahlar panteonun egemen olduğu dindir. Tanrılaştırılmış, dokunulmaz-eleştirilmez kılınmış kişiler işte bu ilahlar panteonun üyeleridir.

    Kur'andan öğreniyoruz ki, Allah'a ortak koşmak ya şüreka (ortaklar) ya endâd (karşı ilahlar) ya da erbâb (rabler) hegemonyası kurmakla oluyor. Bu hegemonyanın belirgin niteliği, Allah'a ortaklık tavrı içine girilmesidir. Bunun açık veya örtülü, iyi veya kötü niyetle yapılmış olması hiçbir fark yaratmaz.

    Allah'ın Allahlığına müdahalenin haklı gerekçesi olabileceğini düşünmek de şirktir. Hem de en sinsi ve en yıkıcı şirk.

    Dinin şemsiyesine sığınarak rabler hegemonyası kurup, kutsala hürmet adı altında örtülü şirke gidilmesi Kur'an'ın dikkat çektiği en büyük tehlikedir. Ve Kur'an bize gösteriyor ki, bu günahın failleri daima din temsilcileri olmuştur. Tanrısal kitap, yüzlerce ayetinde, doğrudan veya dolaylı, bu din temsilcilerinden, üzerine basa basa yakınır.

    Rabler hegemonyasıyla içinden çürütülmüş ve faturası Allah'a kesilen din, bazı devir ve zeminlerde şeytana ve karanlığa hizmet eden bir tahrip kurumu haline getirilebilmiştir.

    Rabler hegemonyasının ilk adımı, melekleri; ikinci adımı da peygamberleri rabler haline getirmekle atılıyor. Kur'an'ı dinleyelim:

    'Allah size, meleklerle peygamberleri rabler edinmenizi emretmiyor. O size, Müslüman adını almanızdan sonra küfür mü emrediyor! ? ' (Âli İmran, 80)

    Demek oluyor ki, rabler hegemonyası, dine karşı olanlar tarafından değil, dinin içindeki unsurlar tarafından oluşturuluyor. Bunun içindir ki biz, rabler hegemonyasının ortaya çıkardığı şirki, ‘kutsalı şirk aracı yapmak' veya ‘hürmet putperestliği' diye anıyoruz.

    Vahyin verilerine dayanmayan bir hürmet gösterisi, örtülü şirkin habercisi olarak görülmelidir.

    ‘Kur'an'daki İslam' adlı eserimizde açıklandığı gibi, hurafe ve uydurmalardan dini temizlemek için didinen birçok İslam bilgini, bid'atları (dine sonradan sokulan şeyler) savunmayı, dış gerekçesi ne olursa olsun, şirk saymışlardır. Bu konuda, muhteşem bir örnek olarak 13. yüzyıl fıkıh bilginlerinden Ebu Şâme'yi saygıyla anmalıyız.

    Rabler hegemonyasında en çok işleyen yol, din temsilcisi sayılan kişilerin (haham, rahip, sahabî, imam, şeyh, mürşit, üstad, efendi, ahunt, seyyid vs.) rabler haline getirilmesidir. Kur'an, tam bu noktada, tevhidi şirk bataklığına çeken Ehlikitap kitleleri örnek göstererek insanlığı dikkatli olmaya çağırıyor:

    'Hahamlarını ve rahiplerini Allah'ın yanına-yöresine konan rabler edindiler. Meryem'in Oğlu Mesih'i de öyle. Oysa kendilerine, biricik Tanrı olan Allah'a ibadet etmeleri emredilmişti.' (Tevbe, 31)

    Geleneksel aldatmacı zihniyetler bu ayette korkunç bir anlam kaydırması yaparak şöyle bir meal yaratmaktalar:

    “Allah'ı bırakıp da.....rabler edindiler...”

    Böyle bir çeviri tam bir saptırma ve tahriftir.
    Kur'an asla böyle söylemiyor. Müşrikler Allah'ı asla bırakmadılar, O'nu asla inkâr etmediler. Yaptıkları, Allah'ı tepeye oturtup O'nun altına yedek ilahlardan bir panteon yerleştirmektir.

    Ve işin bam teli de buradadır. Şirkin zulüm ve yıkımı buradan kaynaklanmaktadır. Din adına istismar ve aldatmaların omurgasında da bu vardır. Bu böyle olduğu içindir ki, Kur'an'ın din anlayışı adına şunu rahatlıkla söyleyebiliriz:

    Açık ve katıksız bir ateizm veya dinsizlik, şirke bulaşmış sahte bir dinden daha iyidir, daha az tehlikelidir. Çünkü:

    1. Din adına kimseyi aldatmak gibi bir namertliği yoktur,

    2. Gerçek dine dönüş ümidini yok etmemektedir.

    Kur'an, din temsilcilerinin rabler edinilmesindeki hesapçılığın maskesini düşürmekle kalmamış, bu hesapçılığın ‘Allah ve cennet' yazılı pankartının sakladığı egoizmi de ortaya çıkarmıştır.

    Nihayet Kur'an, din ve dindarlık adına söz söyleyen tüm kitleleri, örtülü bir şirkin pençesine düşmemeleri için saf ve berrak tevhide çağırıyor. Çağrının temel hedeflerinden biri de ‘insanın insanı rab edinmesinin önlenmesi'dir. İnsanlığa on beş asır önce iletilen şu birlik çağrısına bakın:

    'Ey Yahudiler ve Hıristiyanlar! Bizim ve sizin aranızda aynı olan bir gerçeğe gelin: Yalnız Allah'a tapalım, ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım, birbirimizi Allah'ın berisinden rabler edinmeyelim...' (Âli İmran, 64)

    Bu ayetin inişi üzerine, Peygamberimize, 'İnsanları Rabler edinmek nasıl olur? ' diye sormuşlardı. Cevap, üzerinde olduğumuz konu bakımından ürperticidir. Şöyle diyor Hz. Peygamber:

    'İnsanları rab edinmek, din adamlarının sözlerini Allah'ın sözleri gibi kabul etmekle vücut bulur.'

    Peygamberimize göre, din adamlarını rab edinmek onlara ‘rab' deme şartına bağlı değildir. Onların haram dediğine haram, helal dediğine helal demek onları ilah edinmiş olmak için yeterlidir. (bk. Elmalılı Hamdi Yazır; Tefsir, 4/2512-2513)

  • fethullah gülen

    09.05.2008 - 11:35

    ILIMLI İSLAM DİNİNİN PEYGAMBERİ...

  • fethullah gülen

    08.05.2008 - 15:43

    ALLAH İLE ALDATAN.....

  • ali demirsoy

    22.11.2007 - 10:55

    müthiş bir bilim insanı..
    kainatın çocukları ve son imparatora öğütler kitabını tavsiye ediyorum herkese..

    böyle bir bilim insanına sahip olduğumuz için ülke olarak çok şanslıyız. umarım kıymetini biliriz

  • fethullah gülen

    12.11.2007 - 13:53

    Ilımlı İslam ve ABD (1)

    Malezya tartışmasının nasıl başladığını hatırlamakta yarar var.
    Eski ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı, seneye Dışişleri Bakanı olması beklenen Richard Holbrook geçen ağustosta PBS TV'de bir söyleşide dedi ki:
    '11 Eylül'den beri ABD, dünyanın her yerinde ılımlı İslami demokrasiler istiyor. İşte, sadece iki tane var: Türkiye ve Malezya... Türkler çok dramatik bir seçim yaptı. Ilımlı Müslüman bir parti, meşruiyetlerini Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Atatürk'ten alan ünlü milliyetçi partileri mağlup etti. Bu ılımlı Müslüman parti, İsrail ile de iyi ilişkiler içinde ve AB'ye üyelik istiyor. Ben de bunu kuvvetle destekliyorum.'
    'Ilımlı İslam' tanımının yarattığı antipatiye Malezya'dan gelen haberler de eklenince tüyler ürperdi. Çünkü Malezya da Türkiye gibi anayasa değişikliğine hazırlanıyordu ve 'Malezya laik bir devlettir' maddesinin değiştirilmesi düşünülüyordu.
    Malezya yüksek mahkemesi başyargıcı, şeriat hükümlerinin hukuk sistemine eklenmesi ni önermişti.
    ABD'nin niyeti konusundaki kuşkular hepten arttı.
    Bu niyeti daha iyi anlamak ve yaşanan gelişmeleri netleştirebilmek için, Amerikan stratejisinin zeminini oluşturan bazı raporları hatırlamakta büyük yarar var.

    'Diplomatlarını eğitmeliyiz'

    Bahsedeceğim raporlar 'Rand Coorparation' imzasını taşıyor.
    Amerikan dış politikasına yön veren bu etkili 'fikir fabrikası', Donald Rumsfeld, Condoleezza Rice, Francis Fukuyama gibi uzmanlarıyla tanınıyor.
    Rand Coorparation'ın ılımlı İslamcılarla yakınlaşma tavsiyesi, CIA'den Graham Fuller'ın Savunma Bakanlığı için hazırladığı 1990 'Türkiye'de İslam Köktenciliğinin Geleceği' başlıklı bir raporda yer aldı.
    Muammer Aksoy'un, Çetin Emeç'in, Turan Dursun'un, Bahriye Üçok'un peş peşe öldürüldüğü yıldı o...
    Merkez sağ krizdeydi. Erbakan'ın başbakan olmasına 5 yıl vardı.
    Rand Coorparation, Amerikan yönetimi için bir rapor hazırlayıp 2 şey tavsiye etti:
    '1) Türkiye'deki İslami hareketi daha yakından ta nımalı, onların ideolojileri hakkında daha yakından bilgilenmeli ve diplomatlarını eğitmeliyiz.
    2) ABD'nin İslamcı akımın ılımlı üyeleriyle resmi olmayan ilişkiler kurması yararlı olacaktır.'
    1999'da ABD Dışişleri Bakanlığı'nca hazırlanan 'Din Hürriyeti Raporu'nda Fethullah Gülen'den 'ılımlı İslami lider' olarak bahsedilecekti.

    Radikal adımlar

    Sonra Cheryl Barnard'ın raporu geldi.
    Barnard, ABD'nin eski Irak büyükelçisi Zalmay Halilzad'ın Yahudi asıllı eşiydi. O da 2003'te 'Sivil Demokratik İslam Raporu' hazırladı. Şöyle yazdı:
    'İslam dünyası şu an gelişme yoksunluğu ve globalleşme ile uyumsuzluk sorunlarıyla boğuşuyor. Bugüne dek İslam dünyasında çare için bulunan milliyetçilik, Pan-Arabizm, İslam devrimi vb. kavramların da çözümde yetersiz kaldıkları görülüyor. İslam dünyası kendini tanımlama kavgasını yaşıyor. Peki ABD'nin bu kavgadaki öncelikleri neler? Önce İslamiyetten kaynaklanan şiddetin önlenmesi, sonra ABD'nin İslamiyete karşı olduğu imajından kaçınılması, daha sonra da İslam dünyasının demokratikleştirilmesine yönelik atılacak radikal adımların planlanması...'

    İslam dünyası 4 parça

    Barnard, raporunda İslam dünyasını 4 kategoriye ayırıyordu:
    '1) Köktendinciler: Demokratik değerleri reddederler. İslami değerlerle yönetilen otoriter bir devlet biçiminden yanadırlar.
    2) Tutucular: Tutucu bir toplum isterler. Modernleşme ve değişim konularına kuşkulu yaklaşırlar.
    3) Modernistler: İslam dünyasının, globalleşmenin bir parçası olmasından yanadırlar. İslamda reform ve modernleşme isterler.
    4) Laikler: Din ve devlet işlerinin ayrışmasından, Batı türü demokrasiden yanadırlar. Dini, bireysel düzeye indirgemeye çalışırlar.'

    Laikler soldan uzaklaşmalı

    Peki ABD hangisini destekleyecek?
    Raporda köktendincilerin terör eylemlerinin, baskılarının, yolsuzluklarının sürekli basına yansıtılarak aralarındaki bölünmelerin hızlandırılması tavsiye ediliyor.
    'Tutucular'ın 'köktendinciler'le ittifakının önlenip 'modernistler'e yakınlaşmasının sağlanması, 'tutucu'lar arasında özellikle Sufizm'in taban bulması için uğraşılması öneriliyor.
    Ya laikler?
    Raporda 'Kemalistler'in ABD'ye yakın durmadıkları belirtiliyor ve şöyle deniliyor:
    'Laiklerin köktendinci tehlike karşısında ABD ile aynı görüşte olmaları için uğraşılacak. Bu, laiklerin milliyetçilik ve sol akımlara yanaşması önlenerek gerçekleştirilecek.'

    Okullar açmaları sağlanmalı

    Rapora göre, ABD'ye en iyi müttefik 'ılımlı İslamcılar'...
    Nasıl desteklenecekleri konusunda şunları öneriyor:
    'Çalışmalarının, görüşlerinin yayımlanması ve dağıtılmasına maddi katkı yapılacak.
    Daha geniş kitlelere özellikle gençlere ulaşmaları teşvik edilecek.
    Sivil toplum kuruluşları kurmalarına, eğitim için yer bulmalarına ve politik süreç içinde gelişmelerine destek olunacak.
    Görüşlerini yaymak için web sitesi, okul, enstitüler kurmalarının önü açılacak.
    Ilımlı İslamın kitlelerin alternatifi olması sağlanacak.'

    Fethullah Gülen örneği

    'Yönetim talebinden vazgeçirilmiş, sivil, demokratik bir İslam' modeli hedefleyen raporun sonundaki 'Derin strateji' bölümünde daha somut öneriler var. Şöyle denmiş:
    'Ilımlı İslamcıların cesur sivil liderler olmasına çalışılmalı. Demokrasi, insan hakları, kadın hakları konusunda etkili politikalar geliştirmeleri sağlanmalı. Sivil toplum örgütleri oluşturarak Ilımlı İslamcı liderlere yardım edilmesine çalışılmalı...'
    Fethullah Gülen'in örnek olarak verildiği ılımlı İslamcıların ekonomik güç eksikliği dile getirilip maddi destek yapılması önerilmiş.
    Bunlar, 3 yıl önceki önerilerdi. Etkileri ortada...
    Bu yıl kuruluş, yeni bir rapor yayımladı ve çok daha ilginç öneriler yaptı.

  • fethullah gülen

    12.11.2007 - 13:47

    Sömürge dini Ilımlı İslamcılarla, duyurulur

    ŞÜKRAN VE TÂZİMLE ANIYORUZ!

    Ülkemizi ve halkımızı emperyalizm ve Haçlı boyunduruğundan kurtaran, Türk-İslam aydınlanmasının yolunu açan büyük Atatürk’ü, sonsuzluğa geçişinin 69. yılında minnet, şükran ve tâzim duygularımızla anıyoruz. Ve onun hayatından, aynı zamanda hem ibret hem de ders olan üç belgeyi buraya alıyoruz.

    1.Yeni Türk harfleri milletimizin istifadesine sunulduğunda, Atatürk bütün yurtta bir öğretmen gibi çalışmış, tren istasyonlarından, köy meydanlarına kadar kapalı ve açık her mekânı kullanarak halka dersler vermişti.

    Bununla da yetinmeyip Ankara’dan, ‘Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nden bütün Türkiye’ye yönelen bir öğretmen-öğrenci ağı’ örmüştü. Cumhurbaşkanlığı Atatürk Arşivi’nde, Atatürk tarafından 30 Eylül 1928’de çekilmiş, tarihte eşine belki de asla rastlanamayacak şu telgrafın kayıtlarını buluyoruz:

    “Gemlikte Bir Kısım Esnafa: Gemlikte, gazozcu Haydar, tuhafiyeci Yahya, zahireci İsmail, Bekir Ali, Adil ve Hasan, Hüseyin, Çiftçilerden Ethem, Zeytinci Mustafa, Sait, Bakkal Osman ve Halit efendilere! Okuma ve yazmayı bir haftada öğrenmek gayretini gösterdiğinizden memnun oldum; tebrik ederim. Arapça ve Farsça kelimelerde ‘k’ ve ‘g’nin önlerine ‘h’ gelmesi meselesiyle zihinlerinizi meşgul edip karıştırmayınız. Tespit edilmekte olan lügat, bunu arzunuz üzere halledecektir, efendim.” (ABE, 22/251)

    Aynı arşivde, benzeri telgraflar onlarcadır...

    2. Bal Mahmut, hatıralarında anlatıyor:

    “Bir gün Kılıç Ali’nin evinde, Refik Koraltan, ‘Paşam, dedi, itimat buyurun, Anadolu’nun en ücra köşesinde bir çobanın kalbini açtığınız zaman orada Mustafa Kemal yazar. Bu böyledir, Paşam.’ Atatürk şu cevabı verdi: ‘Beyefendi, Anadolu’nun ücra köşesinde bir köylünün, bir çobanın kalbini açtığınız zaman orada Mustafa Kemal yazdığını ben de zatı âliniz kadar biliyorum. Amma benim kadar sizin de bilmenizi istediğim bir şey vardır ve o da şudur: Orada bir çobanın bulunduğu yerin on dakika ilerisindeki bir köy imamı gelip o ismi oradan on dakikada siler. İsterse istediği bir başka ismi yazar. Bunu da sizin benim kadar bilmenizi isterim.” (Mahmut Baler, Atatürk’ten Anılar, Milliyet gazetesi, 9 Kasım 1970)

    3. Atatürk konusunda yazılmış en güzel kitaplardan birinin yazarı olan Sinan Meydan, ‘Atatürk ve Din’ bahsinde şu değerlendirmeyi yapıyor:

    “Atatürk’ü diğer devrimcilerden, inkılaplarını da diğer inkılaplardan ayıran, Atatürk inkılaplarına farklılık katan noktaların başında onun din karşısında kayıtsız kalmaması gelmektedir. Kayıtsızlık bir yana, Atatürk inkılaplarının birçoğu, doğrudan din ile ilgilidir. İslam dinini öze döndürme amaçlı bu adımlar incelendiğinde, Atatürk’ün aynı zamanda, Türkiye’de gecikmiş bir dinsel inkılap hareketinin de öncüsü olduğu söylenebilir.” (Sinan Meydan, Bir Ömrün Öteki Hikâyesi, 396)

    Halkını bu tadar iyi tanıyan, insana bu kadar derinden saygı duyan başka bir lider bilen varsa, söylesin...

    Sömürge dini Ilımlı İslamcılarla, duyurulur

  • fethullah gülen

    22.10.2007 - 15:48

    PapalIk Dinlerarası Diyalog Kurulu Başkanı Kardinal Tauran, “Kur’an-ı Kerim var oldukça, Müslümanlarla diyalog zor” dedi. Kur’an-ı Kerim’i dinlerarası diyaloğa engel gören Kardinal Tauran, İslamiyetin Kur’an-ı Kerim’i Allah’ın Kelamı olarak kabul ettiğini, bu yüzden Kur’an üzerinde derinlemesine tartışma yapılamadığından yakındı. ‰10’da

    Kur’an olduğu sürece diyalog olmaz
    Papalık Dinlerarası Diyalog Kurulu Başkanı Kardinal Tauran, İslam dini ile ilgili küstah ifadeler
    kullandı.

    Tarihin her döneminde Müslümanlara karşı kin ve nefret güden Vatikan, gerçek yüzünü gösterdi. Ilımlı İslamcıların şımarttığı Vatikan, Müslümanlarla gerçek anlamda teolojik tartışmanın yapılamayacağını, çünkü Müslümanların Kur’an-ı Kerim’i Allah’ın Kelamı olarak gördüklerini ve Kur’an üzerinde derinlemesine tartışmayı kabul etmediklerini açıkladı. Papalık Dinlerarası Diyalog Kurulu Başkanı Kardinal Jean-Louis Tauran “Müslümanlar, Kur’an’ı Allah kelamı olarak gördükleri için Kur’an’ı derinlemesine tartışmayı kabul etmiyorlar. Bu yaklaşımla inancın içeriğini tartışmak zor” dedi. 138 Müslüman akademisyen ve âlim, Roma Katolik Kilisesi’nin ruhani lideri Papa 16. Benediktus’a hitaben tarafından yazdıkları mektupta, iki din arasında barışçıl bir ilişki tesis edilmesi çağrısında bulunarak “Dünyanın geleceği, Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasındaki barışa bağlıdır” demişti.

    Papa cevap verebilir
    Mektubu “olumlu” ve “cesaret verici” olarak niteleyen Kardinal Tauran, şunları söyledi: “Bu, son derece cesaret verici bir sinyal. Zira iyi niyet ve diyalogla, önyargıların aşılabileceğini göstermektedir. Bu diyalog konusuna manevi bir yaklaşımdır. Bunu, maneviyat diyaloğu olarak da adlandırabilirim.” Kardinal Tauran, Papa 16. Benediktus’un Pazar günü Napoli’de yapacağı konuşmada Müslüman alimlerin ve akademisyenlerin çağrısına cevap verebileceğini söyledi. Kardinal Tauran ayrıca, Hıristiyan ülkelerde camilerin inşa edildiğini ancak Müslüman ülkelerde kilise inşa edilmediğini ileri sürerek, bunun da tartışılması gerektiğini ileri sürdü.

    Kaynak: Yeniçağ

  • fethullah gülen

    02.10.2007 - 11:42

    'Gülen, şeriat devleti hedefleyen örgütün başı'
    Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı Gülen'in “şeriat devleti hedefleyen örgütün başı” olduğunu belirtti.

    Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Fethullah Gülen'in “din kurallarına dayalı devlet kurmak amacıyla örgüt kurduğu” iddiasıyla yargılandığı davada verilen beraat kararının bozulmasını istediği tebliğnamesinde Gülen'in “şeriat devleti hedefleyen örgütün başı” olduğunu belirtti.
    Başsavcılık Gülen cemaatine ait olan Işık Evleri, okullar, dersaneler ve şirketlerinin bu hedefi gerçekleştirmeye yönelik kurumlar olarak sıraladı. Başsavcılık, Gülen'in suçlu olduğu yönündeki tespitine rağmen, davanın zamanaşımına girdiğini, bu yüzden de düşmesi gerektiğini bildirdi. Ancak Başsavcılığın tebliğnamede belirttiği görüşler, Gülen hakkında yeni soruşturmaların dayanağı olabileceği belirtildi.
    Gülen hakkında dönemin DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel tarafından açılan davada Ankara DGM ilk olarak “Rahşan Affı” nedeniyle davanın hüküm verilmeden ertelenmesine karar vermişti. Tebliğnamede şu görüşler yer alıyor:

    GÜLEN'İN AMACI ŞERİAT DEVLETİ: Gülen'in başında olduğu örgütlenmenin amacı Anayasal düzeni değiştirmek, laiklik ilkesini kaldırarak yerine şeriat esaslarına dayalı devlet kurmak
    CEBİR VE ŞİDDET:Örgütün amacı cebir ve şiddet de kullanmak suretiyle Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının tamamını veya bir kısmını tağyir ve tebdil ve ilga ile şeriat esaslarına dayalı bir devlet kurmaktır. Sanık Gülen, suça konu örgütün kurucusu ve lideridir.

    SUÇ DEVAM EDİYOR: 4616 sayılı Kanun (Rahşan Affı) uyarınca Türk Ceza Yasası'nın 313. maddesinde yer alan suçu (suç işlemek için örgüt kurmak) işleyenler hakkında, davanın kesin hükme bağlanmasının ertelenmesi hükmü uygulanmaz. Zira suç 23 Nisan 1999 sonrasında da temadi etmiştir (sürmüştür) . Sanığın sübut bulan suçundan dolayı yazılı gerekçe ile beraat kararı verilmesi kanuna aykırıdır. Ancak zamanaşımı süresi gerçekleştiğinden kamu davasının düşürülmesi talep olunur.

  • fethullah gülen

    26.09.2007 - 11:58

    Ilımlı İslam ve ABD (1)

    Malezya tartışmasının nasıl başladığını hatırlamakta yarar var.
    Eski ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı, seneye Dışişleri Bakanı olması beklenen Richard Holbrook geçen ağustosta PBS TV'de bir söyleşide dedi ki:
    '11 Eylül'den beri ABD, dünyanın her yerinde ılımlı İslami demokrasiler istiyor. İşte, sadece iki tane var: Türkiye ve Malezya... Türkler çok dramatik bir seçim yaptı. Ilımlı Müslüman bir parti, meşruiyetlerini Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Atatürk'ten alan ünlü milliyetçi partileri mağlup etti. Bu ılımlı Müslüman parti, İsrail ile de iyi ilişkiler içinde ve AB'ye üyelik istiyor. Ben de bunu kuvvetle destekliyorum.'
    'Ilımlı İslam' tanımının yarattığı antipatiye Malezya'dan gelen haberler de eklenince tüyler ürperdi. Çünkü Malezya da Türkiye gibi anayasa değişikliğine hazırlanıyordu ve 'Malezya laik bir devlettir' maddesinin değiştirilmesi düşünülüyordu.
    Malezya yüksek mahkemesi başyargıcı, şeriat hükümlerinin hukuk sistemine eklenmesi ni önermişti.
    ABD'nin niyeti konusundaki kuşkular hepten arttı.
    Bu niyeti daha iyi anlamak ve yaşanan gelişmeleri netleştirebilmek için, Amerikan stratejisinin zeminini oluşturan bazı raporları hatırlamakta büyük yarar var.

    'Diplomatlarını eğitmeliyiz'

    Bahsedeceğim raporlar 'Rand Coorparation' imzasını taşıyor.
    Amerikan dış politikasına yön veren bu etkili 'fikir fabrikası', Donald Rumsfeld, Condoleezza Rice, Francis Fukuyama gibi uzmanlarıyla tanınıyor.
    Rand Coorparation'ın ılımlı İslamcılarla yakınlaşma tavsiyesi, CIA'den Graham Fuller'ın Savunma Bakanlığı için hazırladığı 1990 'Türkiye'de İslam Köktenciliğinin Geleceği' başlıklı bir raporda yer aldı.
    Muammer Aksoy'un, Çetin Emeç'in, Turan Dursun'un, Bahriye Üçok'un peş peşe öldürüldüğü yıldı o...
    Merkez sağ krizdeydi. Erbakan'ın başbakan olmasına 5 yıl vardı.
    Rand Coorparation, Amerikan yönetimi için bir rapor hazırlayıp 2 şey tavsiye etti:
    '1) Türkiye'deki İslami hareketi daha yakından ta nımalı, onların ideolojileri hakkında daha yakından bilgilenmeli ve diplomatlarını eğitmeliyiz.
    2) ABD'nin İslamcı akımın ılımlı üyeleriyle resmi olmayan ilişkiler kurması yararlı olacaktır.'
    1999'da ABD Dışişleri Bakanlığı'nca hazırlanan 'Din Hürriyeti Raporu'nda Fethullah Gülen'den 'ılımlı İslami lider' olarak bahsedilecekti.

    Radikal adımlar

    Sonra Cheryl Barnard'ın raporu geldi.
    Barnard, ABD'nin eski Irak büyükelçisi Zalmay Halilzad'ın Yahudi asıllı eşiydi. O da 2003'te 'Sivil Demokratik İslam Raporu' hazırladı. Şöyle yazdı:
    'İslam dünyası şu an gelişme yoksunluğu ve globalleşme ile uyumsuzluk sorunlarıyla boğuşuyor. Bugüne dek İslam dünyasında çare için bulunan milliyetçilik, Pan-Arabizm, İslam devrimi vb. kavramların da çözümde yetersiz kaldıkları görülüyor. İslam dünyası kendini tanımlama kavgasını yaşıyor. Peki ABD'nin bu kavgadaki öncelikleri neler? Önce İslamiyetten kaynaklanan şiddetin önlenmesi, sonra ABD'nin İslamiyete karşı olduğu imajından kaçınılması, daha sonra da İslam dünyasının demokratikleştirilmesine yönelik atılacak radikal adımların planlanması...'

    İslam dünyası 4 parça

    Barnard, raporunda İslam dünyasını 4 kategoriye ayırıyordu:
    '1) Köktendinciler: Demokratik değerleri reddederler. İslami değerlerle yönetilen otoriter bir devlet biçiminden yanadırlar.
    2) Tutucular: Tutucu bir toplum isterler. Modernleşme ve değişim konularına kuşkulu yaklaşırlar.
    3) Modernistler: İslam dünyasının, globalleşmenin bir parçası olmasından yanadırlar. İslamda reform ve modernleşme isterler.
    4) Laikler: Din ve devlet işlerinin ayrışmasından, Batı türü demokrasiden yanadırlar. Dini, bireysel düzeye indirgemeye çalışırlar.'

    Laikler soldan uzaklaşmalı

    Peki ABD hangisini destekleyecek?
    Raporda köktendincilerin terör eylemlerinin, baskılarının, yolsuzluklarının sürekli basına yansıtılarak aralarındaki bölünmelerin hızlandırılması tavsiye ediliyor.
    'Tutucular'ın 'köktendinciler'le ittifakının önlenip 'modernistler'e yakınlaşmasının sağlanması, 'tutucu'lar arasında özellikle Sufizm'in taban bulması için uğraşılması öneriliyor.
    Ya laikler?
    Raporda 'Kemalistler'in ABD'ye yakın durmadıkları belirtiliyor ve şöyle deniliyor:
    'Laiklerin köktendinci tehlike karşısında ABD ile aynı görüşte olmaları için uğraşılacak. Bu, laiklerin milliyetçilik ve sol akımlara yanaşması önlenerek gerçekleştirilecek.'

    Okullar açmaları sağlanmalı

    Rapora göre, ABD'ye en iyi müttefik 'ılımlı İslamcılar'...
    Nasıl desteklenecekleri konusunda şunları öneriyor:
    'Çalışmalarının, görüşlerinin yayımlanması ve dağıtılmasına maddi katkı yapılacak.
    Daha geniş kitlelere özellikle gençlere ulaşmaları teşvik edilecek.
    Sivil toplum kuruluşları kurmalarına, eğitim için yer bulmalarına ve politik süreç içinde gelişmelerine destek olunacak.
    Görüşlerini yaymak için web sitesi, okul, enstitüler kurmalarının önü açılacak.
    Ilımlı İslamın kitlelerin alternatifi olması sağlanacak.'

    Fethullah Gülen örneği

    'Yönetim talebinden vazgeçirilmiş, sivil, demokratik bir İslam' modeli hedefleyen raporun sonundaki 'Derin strateji' bölümünde daha somut öneriler var. Şöyle denmiş:
    'Ilımlı İslamcıların cesur sivil liderler olmasına çalışılmalı. Demokrasi, insan hakları, kadın hakları konusunda etkili politikalar geliştirmeleri sağlanmalı. Sivil toplum örgütleri oluşturarak Ilımlı İslamcı liderlere yardım edilmesine çalışılmalı...'
    Fethullah Gülen'in örnek olarak verildiği ılımlı İslamcıların ekonomik güç eksikliği dile getirilip maddi destek yapılması önerilmiş.
    Bunlar, 3 yıl önceki önerilerdi. Etkileri ortada...
    Bu yıl kuruluş, yeni bir rapor yayımladı ve çok daha ilginç öneriler yaptı. Onlara da çarşamba günkü yazımda değineceğim.

  • yaşar nuri öztürk

    25.09.2007 - 15:31

    'Türkiye dinsizliğe doğru gidiyor' 24/09/2007
    - AKP döneminde Türkiye'nin adım adım ‘Ilımlı İslam’ devletine doğru kaydığı yorumları yapılırken, HYP Genel Başkanı Prof. Öztürk, 'Kur’an'ın anladığı manada bir dinden söz ediyorsak, Türkiye dinsizliğe doğru gidiyor. Türkiye'yi taşıdıkları yer şirktir, din değil. Kur’an'dan ve Hz. Muhammed'den onay almayacak sahte bir dini, morfin gibi kullanıp Türkiye üzerinde her istediklerini yapıyorlar, hurafe dinini anestezi gibi kullanıyorlar' dedi

    - Prof. Öztürk, son yıllarda 'türban' adı verilen ve değişik tarzda bağlanan örtünün ise Müslümanlık'la ilgisinin olmadığını belirterek, 'Bize, 'İslam’ın diğer taraflarını bırakın; size bol cami yapmak, hanımların başını burmak kâfidir' diyorlar. Hanımların başındaki rahibe kıyafetidir. Saint Paul'ün İncil'e soktuğu kıyafettir. O bizim Müslüman insanın örtüsü değildir. Müslümanlara din diye başka bir şey bırakmadılar' dedi

    - Öztürk, 'Türkiye, darbeleri bile Allah’tan niyaz edecek duruma gelebilir. Şimdi 'darbe,darbe' laflarıyla cambaza bak oyunu oynanıyor. Türkiye, darbelere bile el açıp dua edilecek bir noktaya sürükleniyor. Türkiye onu bile arayacak. Çok kaygılıyım bu noktada ben' dedi


    ANKARA (ANKA) - HYP Genel Başkanı ve eski İstanbul Milletvekili Prof. Yaşar Nuri Öztürk, 22 Temmuz seçiminden sonra AKP döneminde Türkiye'nin adım adım ‘Ilımlı İslam’ devletine doğru kaydığı yorumları yapılırken, yine kamuoyunu şaşırtacak bir değerlendirme yaptı. Prof. Öztürk, Türkiye'nin ‘dinsizliğe’ doğru gittiğini söyledi. Siyasî gelişmelerle ilgili ANKA'nın sorularını yanıtlayan Prof. Öztürk, şu görüşleri dile getirdi:

    'Kuran'ın anladığı manada bir dinden söz ediyorsak, Türkiye dinsizliğe doğru gidiyor. Türkiye'yi taşıdıkları yer şirktir, din değil. Biz yıllarca buna karşı mücadele verdik. Ama şimdi Türkiye doğrudan doğruya müşrik zihniyete, şirk zihniyetine doğru gidiyor. Yelken açmış gidiyor hem de. Kuran'dan ve Hz. Muhammed'den onay almayacak sahte bir dini, morfin gibi kullanıp Türkiye üzerinde her istediklerini yapıyorlar, hurafe dinini anestezi gibi kullanıyorlar.'

    'TÜRBAN, SAİNT PAUL'ÜN İNCİL'E SOKTUĞU KIYAFETTİR'

    Prof. Öztürk, son yıllarda 'türban' adı verilen ve değişik tarzda bağlanan örtünün ise Müslümanlıkla ilgisinin olmadığını söyledi. Öztürk, bunun Saint Paul'ün İncil'e soktuğu rahibe kıyafeti olduğunu belirterek, şu değerlendirmeyi yaptı:

    'Türkiye'de iki büyük operasyon yapılıyor. Kur’an dininin birinci vasfı anti emperyalizmdir. Atatürk de tarih önünde bu konuda en başarılı adamdır. Ama onun anti emperyalist yanını kırıyorlar. Türkiye kullanılarak İslam'ın anti emperyalist ruhunu yok etmek istiyorlar. Her 50 metreye kurulan camilerde bu ruhu katlediyorlar. Bize, 'İslam’ın diğer taraflarını bırakın, size bol cami yapmak, hanımların başını örtmek kâfidir' diyorlar. Hanımların başındaki örtü, rahibe kıyafetidir. Saint Paul'un İncil'e soktuğu kıyafettir. O bizim Müslüman insanın örtüsü değildir. 'Cami ve bu örtü size din olarak yeter', deniyor. Müslümanlara din diye başka bir şey bırakmadılar.'

    'DARBELER İÇİN DUA EDİLECEK NOKTAYA GELİNEBİLİR'

    Önümüzdeki döneme ilişkin karamsar bir tablo çizen Öztürk, Türkiye’nin iyiye ve hayra gittiğini düşünemediğini söyledi. Öztürk; türban, lokantada mescit, şehirler arası otobüslerde namaz molası konuları tartışılırken, Türkiye'nin kaydettiği tek gelişmenin borçlarını artırmak olduğunu belirtti. Öztürk, şu değerlendirmeleri yaptı:

    'Türkiye örtülü bir şekilde sömürgeleştiriliyor. Hüzün duyarak söylüyorum ki, Türkiye'nin geleceğine ilişkin hiçbir irade Türkiye'yi yönetenlerin elinde değil. Türkiye büyük bir rüzgârın elinde, birilerinin istediği yöne doğru götürülüyor. Birileri en berbat şekilde yorumlayabilirler ama şunu söyleyebilirim: Benim en çok tedirgin olduğum şey, Türkiye’nin, meselelerin siyasetle çözümlenemeyeceği bir noktaya sürüklenmesi. Bu nokta ya felaket ya da kanlı kavgadır. Felaket nedir? Türkiye, dışardan istedikleri şekilde paramparça edilir. İkincisi, Türkiye iç kavgaya gider. Darbe olur deniyor, ama bana öyle geliyor ki, Türkiye darbeleri bile Allah’tan niyaz edecek duruma gelebilir. Şimdi 'darbe, darbe' laflarıyla cambaza bak oyunu oynanıyor. Türkiye, darbelere bile el açıp dua edilecek bir noktaya sürükleniyor, Türkiye onu bile arayacak. Çok kaygılıyım bu noktada ben.'

    'İKİ MİLLETLİ PARLAMENTO'

    Öztürk, 22 Temmuz'da seçim yapılmadığını belirterek, 'Bu, bir tsunami, nevi şahsına münhasır bir nevi yarı işgal. Bütün Batılı güçlerin ortaklaşa belirledikleri hedefe 2-3 milyar dolar para harcayarak Türkiye'de halkın iradesinin bir yöne sevk edilmesidir. O sebeple biz bunu bir seçim saymıyoruz. Bunun ne menem bir şey olduğu, yıllar sonra anlaşılacak' dedi.

    Seçim sonrası tablo konusunda da kaygıları bulunduğunu ifade eden Öztürk, şu değerlendirmeyi yaptı:

    'Türkiye, tarihinde ilk defa âdeta iki milletli parlamentoya mecbur ve mahkûm bir hale getirildi. Böyle bir manzara var. Şu anda parlamentonun en aktif unsuru, en azından göründüğü kadarıyla, bölücü temayüller taşıyan unsur. Parlamento'nun ilk gündem yaptığı konulardan biri, Parlamento'ya yeni giren bu unsurun, terör başının yaşam şartlarının iyileştirilmesidir. Buna dikkat etmek lazım. Onun arkasından, Türk ordusunu bölücülükle itham demeçlerini dinledik. Arkasından 'PKK'ya terör örgütü demeyiz' demecini dinledik. Öbür tarafta henüz Anayasa'yı değiştirme çalışmaları dışında bir şey görmüyoruz.'

    'DOKUNULMAZLIK ZIRHI KİRLENDİ'

    Öztürk, bu parlamentodan bir 'hayır' gelecekse, bunun bir numaralı göstergesinin milletvekili dokunulmazlığının kaldırılması olacağını söyledi.

    Öztürk, 'Eğer parlamento işe dokunulmazlıkları kaldırarak başlarsa, buradan bir hayır çıkacağını düşünebiliriz, aksi takdirde hiçbir hayır çıkmaz. Dokunulmazlık zırhının içi kirlendi, pislendi, bu zırhı kaldırıp atmak lazım' dedi

  • yaşar nuri öztürk

    13.08.2007 - 14:08

    GEVŞEMEYİN, TASALANMAYIN! EĞER İNANIYORSANIZ ÜSTÜN OLAN SİZSİNİZ.”


    Erken seçim, 22 Temmuz seçimleri veya bazılarının deyimiyle baskın seçim yapıldı. ‘Siyaset tarihimizin en sürpriz seçimi’ sayılan bu seçim, Türk halkı, Türkiye üzerindeki dış hesaplar, siyaset dinciliği, Atatürk mirası, Türkiye’nin geleceği ve nihayet, Müslüman dünya açısından ciddi biçimde irdelenmesi gereken tarihsel bir olaydır.

    Bu irdeleme işi zaman içinde elbette yapılacaktır.

    9. Cumhurbaşkanımız Demirel, bu seçimi değerlendiren sohbetimizde aynen benim kullandığım tâbiri kullandı. “Seçim değil, tsunami.” Ve ekledi: “Biz kazanamadık diyorsun, iyi de, seçim mi oldu da siz kazanamadınız. Buna seçim denebilir mi? Bu, seçim falan değil, bu başka bir şey. Bunu ileride anlayacağız. Allah sonunu hayırlı kılsın.”

    Biz Türk halkına Türkiye’nin iyi gitmediğini, hayra doğru yol almadığını söyleyip kendi projelerimizi sunduk. Vekâlet istedik. Türkiye Kuzey Irak’ta zararda, PKK terörü açısından zararda, AB’ye ortaklık konusunda zararda. Son dört yılda, en büyük teknolojik ve ticarî kurumlarını ‘özelleştirme’ adı altında ona-buna satmasına rağmen borçlarının toplamına 150 milyar dolar ilave gelmiş, toplam borç 400 milyar doları aşmıştır. Cari açığı rekorda, dış ticaret açığı rekorda, işsizlik rekorda, istihdam neredeyse sıfır. Borsadaki sıcak paranın % 76’sını ellerinde tutan dış sömürü odakları % 20 reel faizle Türkiye’yi iliklerine kadar soyup dışarı taşıyorlar.

    Bin yıldır yaşadığımız dinin adı ‘Ilımlı İslam’ olarak değiştiriliyor. Kur’an’ı İncilleştirmek, camiyi kiliseleştirmek istiyorlar. Papa, İslam Peygamberi’ne ağız dolusu hakaret ediyor; içte ve dışta sesini çıkaran yok. Bazı Avrupa ülkeleri, örneğin Hollanda, Kur’an’ın Avrupa’da yasaklanmasını istiyor. Kur’an’ı, Hitler’in ‘Kavgam’ kitabından daha tehlikeli ilan ediyorlar. (Milliyet, 9 Ağustos)

    Böyle bir ortamda camilerde rahat namaz kıldığınızı söyleyerek kendinizi kandırmayın. Kıldığınız, İslam’ın istediği namaz değildir. İslam’ın büyük vicdanı Muhammed İkbal bu namazlara ‘Muhammed’in namazı değil, esirlerin namazı’ diyor. Bu camilerde İslam hükümlerine göre namaz caiz değildir. Haçlılar, yüz metreye bir kurdurdukları bu camilerde sizi hapsetmek ve topraklarınızı sömürüp halkımızı köleleştirmek istiyorlar. Atatürk mirasını çökertmek istemeleri bu yaptıklarını kolaylaştırmak içindir. İslam’ın antiemperyalist gücünü temsil eden Atatürk’e düşmanlığın arkasında işte bu hesap vardır. Bunu görün. Bu oyuna gelmeyin.

    Kısacası, Türkiye hem siyaseten hem de ekonomik olarak dışarıdan yönetiliyor. Bunun sonu çok kötü gelecektir. Türkiye aldatılıyor. Satın alınmış basın, Türkiye’nin gerçek gündemini saklayarak halkı uyutuyor. Uyandığınızda çok geç olacak. Türkiye Sevr’e götürülüyor. Nitekim, seçimin hemen ardından, Ermeni hükûmeti, Türkiye’yi Sevr’i uygulamaya çağırdı. Başka bir çareniz kalmamıştır dedi. (Milliyet, 9 Ağustos)

    Bütün bunlar olup biterken, bütün Hıristiyan Batı ve onların içimizdeki yandaşları AKP iktidarının devamı için âdeta çırpınıyor. ABD ve Bush, IMF, AB kurmayları, Yunanistan, Kıbrıs Rum şefliği, Barzanî, Talabanî, içeride Patrikhane, AKP iktidarı devam etmelidir diye 24 saat feryat ediyor. Bunun bir anlamı olduğunu bu milletin fark etmesi gerekir. Biraz yardımcı olalım:

    Bu gidişin rotası, AB-ABD mandasına doğrudur. Ne yazık ki Anadolu halkı kısa vadeli rahatı için mandacıların afsunlarına teslim olmuştur.

    Hıristiyan güç odaklarının bu seçim münasebetiyle AKP’nin emrine âmâde iki milyar dolar bir parayı Türkiye’ye soktuğu halkın her yerde dilinde dolaşıyor. AKP, aylardır halk yığınlarının kümelendiği yerlere tırlarla malzeme, tonlarla para dağıtmaktadır. AKP’li belediyelerin dağıttıkları da ayrı...

    Devletin bütçesinden bir buçuk katrilyon parayı 90 bin personeline maaş olarak dağıtan Diyanet’e bağlı imamların AKP’nin birer neferi gibi çalıştıkları, AKP’ye oy vermeyenlerin İslam’a ihanet etmiş olacakları propagandasını yaydıkları cümle halkın dilinde dolaşmaktadır. Bu ülke ve Müslümanlar bu Diyanet’le nereye gidebileceklerini düşünüyorlar? Bush, Karamanlis, AB, Barzanî ve Talabani’nin işaret ettikleri istikamette iş yapan bir Diyanet’in bu bir buçuk katrilyonu ne için aldığının hesabını bu milletin artık yapma zamanı gelmedi mi?

    Türk siyaseti (!) işte, böyle bir seçim kampanyası (!) yaşadı ve AKP iktidarı 22 Temmuz seçiminde oylarını % elli artırdı. İlave oylar, iki partiyi TBMM’ye sokacak oranda. Tam 6.5 milyon.

    Demek ki halk, fakir semt pazarlarından görkemli kuyumcu çarşılarına kadar ayyuka çıkardığı şikâyetlerinde dürüst değildi. Demek ki halk da yalan söylemeye başlamış, iki yüzlülük siyasetine bulaşmıştır.

    İşin en ürkütücü yanı burasıdır. Demek ki halk, her kesimiyle halinden memnun olduğu halde bizlere yalan söylemiş, bizi boşu boşuna ter döktürüp kaygılandırmış.

    Öyleyse, ne âla. Bizim amacımız bu halkı rahat ettirmek, onurlu yaşatmak değil miydi? Halk zaten öyle ise biz bundan mutluluk duyarız. Anlaşılan, halk AKP iktidarından, beş yıl boyunca olup bitenlerden, ekonomiden, İslam’ın Hıristiyanlaştırılmasından son derece mutlu imiş. AKP’nin oylarını böylesine artırması da ‘demokrasinin zaferi’ imiş. Bütün Hıristiyan Batı böyle diyor, Türk halkı da bunu tasdik ediyor.

    O halde, ferasetlü, fehametlü halkımız 22 Temmuz tercihinin hayrını görsün.

    Biz, ‘ABD, AB, IMF, Karamanlis, Papadopulos, Barzani, Talabani, Patrik sekizlisi’nin işareti istikametinde oy veren halk gibi düşünmüyoruz. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, TBMM’de, iktidarın çaldığı düdük istikametinde oy vermeyen milletvekillerine antidemokratik damgası vuran bu halk, daha sonra ‘Malum Sekizli’nin buyruklarına göre oy verdiğinde bizim bunu görmeyeceğimizi veya görüp de sükûtla karşılayacağımızı nasıl düşünebilir?

    ‘Malum Sekizli’nin emriyle iş yapmak demokrasi oluyor da bizim öz vicdanlarımızla iş yapmamız neden antidemokratik oluyor? Bir halk böyle bir hükmü nasıl verebilir? Verirse ona kimin halkı derler? Biz bu yapılanı tasdik etmiyoruz. Biz bunun aksini düşünüyoruz ve düşünmeye devam edeceğiz. Biz, Türk halkının ‘demokrasi’ adı altında kandırıldığını, milyar dolarlık para, yiyecek, giyecek, beyaz eşya vs. dağıtılarak aldatıldığını, böyle bir oyuna teslim olacak hale getirildiğini esefle seyrediyoruz.

    Bizim görüşümüz, inancımız şudur:

    Bu seçimde imanla imkân karşı karşıya geldi ve imkân kazandı, iman kaybetti. İman tarafında olduğumuz için siyaseten biz de kaybettik.

    Bu seçim münasebetiyle şu açıkça görülmüştür: İstiklal Harbi’nde imkânın değil, imanın yanında yer alan Türk halkı, bu ruh ve azminden çok şey yitirmiştir. Türk halkı imanın yanında yer almanın sabır, ıstırap ve tahammül yükünü taşımaya aday olmanın dışına çıkmış görünüyor.

    Bu bizi kahırlandırıyor, çocuklarımızın yarınları için kaygımız büyüktür.

    Umarız aldanan biziz. Umarız Haçlı kodamanların ve onların borazanlığını yapanların söyledikleri gibi, biz paranoya içindeyiz; çağdışı, marjinal kalmışız. Umarız durum böyledir. Yanılan biz olalım, isabet edenler, Bush, AB, Karmanlis, Papadopulos, Barzani, Talabani, Patrik, Papa ve onlar gibi düşünenler olsun.

    Bu satırları yazan bendeniz, Türk halkını yirmi yıldır uyandırmaya, aydınlatmaya, zulüm ve ikiyüzlülüğe karşı ayağa kaldırmaya çalışan ve bu seçim münasebetiyle boşuna uğraştığını anlayan HYP Genel Başkanı, kendi vicdanımı tatmin eden cevabı Kur’an’ın Ra’d Suresi 11. ayetinde bulmaktayım.

    Herkes tercihinin karşılığını elbette görecektir.

    Vicdanımız; tarihin, toplumun ve Tanrı’nın huzurunda rahat. Artık hiç kimse HYP camiasını itham edemez. Ama biz herkesi itham hakkını kazanmış bulunuyoruz.

    HYP, ilk defa seçime giren bir partidir. Bütün imkânsızlıkları büyük bir dirayet ve sabırla aşarak işimizi mükemmel biçimde yaptık. Rekor bir zamanda teşkilatlarını tamamladığımız HYP’yi, 81 ilde tam liste seçime soktuk. Siyaset tarihimizde ilk kez, kadın oranını seçim listelerinde %37 gibi bir rakama çıkarıp o rekoru da elimize aldık.

    Halk bizi değil, küresel güçlerle onların şarkısını çalan işbirlikçileri dinledi. Umudumuz, yaptığının hayrını görmesidir. Belirgin niteliği vukuf ve dürüstlük olan bir siyaset ocağının temsilcileri olarak mertçe söyleyelim ki biz bu tercihe asla saygı duymuyoruz. Umarız yanılan biz oluruz. Hüküm vermek için vakit henüz erken.

    HYP, bu seçime 14. parti olarak girdi (diğer on üç parti daha önceki seçime de girmişti) , 8. parti olarak çıktı. Bir rekorumuz daha var:

    Aldığımız iki yüz bin civarındaki oyu, birkaç şehirden, bir-iki bölgeden değil, tüm Türkiye’den aldık. Ülkenin en ücra köylerinden bile oyumuz var. Ne kadarsa ne kadar, ama her yerden oy aldık. Bunun siyaset diliyle ifadesi şudur:

    HYP, bütün Türkiye’de bir siyaset markası olmuştur. HYP, artık bir Türkiye partisidir.

    Sadece siyasetçi olarak değil, sabır, tahammül, fedakârlık ve feragatlarıyla bir destan yazan bütün kurmaylarıma, bütün çalışanlarımıza, bütün mensuplarımıza ve bize oy verme basîret, feraset, cesaret ve imanını gösteren yurttaşlarımıza tüm yüreğimle şükranlarımı, saygılarımı, sevgilerimi iletiyor, hepsini kucaklıyorum.

    İmanın imkânı alt etmesi için yürümeye devam edeceğiz.

    “Yarın elbet bizim, elbet bizimdir;
    Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir.”

    Benim kahraman arkadaşlarım!

    Dik durun, imanınıza güvenin, fenaya ve faniye mağlup olmamak gibi bir büyük onurun temsilcileri olarak gururlanın! . Çileli yolumuza devam ederken zamanüstü kelamın şu ilahî nağmeleri vicdan kulağınızda sürekli canlı kalsın:

    “GEVŞEMEYİN, TASALANMAYIN! EĞER İNANIYORSANIZ ÜSTÜN OLAN SİZSİNİZ.” (Âli İmran, 139)

  • yaşar nuri öztürk

    07.08.2007 - 15:59

    HAMAM BÖCEKLERİ IŞIKTAN NEDEN RAHATSIZDIR? Cevap:YARADILIŞLARI GEREĞİ...

    Anlatmak, insanın idrakine hitap etmektir. Anlatmak; iyi niyetin, aydınlatma isteğinin, insana ve hayata saygının bir uzantısıdır. Kutsal metinler, bütün aydınlık öncülerinin ‘anlatıcılar’ olduğunu, olması gerektiğini dile getirir. Kur’an’a göre, bütün peygamberler anlatıcıdırlar. Onların görevleri de özellikleri de anlatmaktır.

    Kur’an, insanın, kendisine anlatılanı anlayacak donanımla dünyaya gönderildiğini defalarca ifadeye koyar. Bütün peygamberler ‘mübîn’ insanlardır. ‘Mübîn’, apaçık anlatan, ayrıntılarıyla anlatan kişi demektir. Kutsal metinlerin ortak niteliklerinden biri de onların ‘mübîn’ olmasıdır. Yani, tanrısal anlayış ve yönteme göre, hem anlatan mübîndir hem de anlatma konusu yapılan. Başka bir deyişle, hem peygamber mübîndir hem de getirdiği kutsal metinler.

    Yaratıcı Kudret şunda ısrarlıdır: Zahmete katlanmayı göze alanlar, anlatmayı er-geç başarırlar. Ve bu başarı hayatın ve insanın başarısı olur. Bu başarı mutluluk ve rahatlık getirir.

    Dayatmaya gelince; o, hem yapısı hem de amacı bakımından anlatmanın tam tersidir. Dayatmacı, insanın idrakine hitap etmez, insanı anlamadığı ve ısınmadığı şeyi kabule zorlar. Bu bazen baskı, bazen de açık zulüm şeklinde belirir. Esasında, dayatmanın bizzat kendisi bir zulümdür.

    Peygamberleri ‘mübîn’, mübelliğ (bir gerçeği insana ileten) ve ‘müzekkir’ (hatırlatan, öğüt veren, aydınlatan) olarak niteleyen Kur’an, onların ‘musaytır’ (despot, baskıcı) olmadıklarını, olmamaları gerektiğini de ısrarla belirtir. Aydınlatıcılar anlatırlar, ama baskı ve zorlamaya (ikraha) asla gidemezler. Hayat ve din, sonuç olarak da mutluluk ve başarı ikrahtan arınmışlık üzerine kuruludur. Bunun içindir ki, “Dinde ikrah yoktur, olmamalıdır.”

    Yaratıcı irade ve bu iradenin insanlık dünyasına taşıyıcıları olan peygamberler ve kutsal metinler şuna sürekli vurgu yapar:

    'Dinde baskı-zorlama-tiksindirme yoktur. Doğru bilgiye dayalı eriş, bozuk bilgiye dayalı sapıştan açık bir biçimde ayrılmıştır.' (Kur’an, 2/256)

    Yaratıcı Kudret, yaratıp donattığı insanın anlama gücünden emindir. İnsana iyi niyet ve sabırla hitap edildiğinde, yani anlatıldığında, insan, anlatılanı anlayacaktır. Anlatacak bir şeyiniz yoksa veya anlatılacak olanı anlatamıyorsanız bunun suçu anlatıcınındır, dinleyenin değil.

    Anlatmak yerine dayatmaya gitmenin sebeplerinden birincisi, konuşanın yetersizliğidir. Anlatamayanlar, anlatacak bir şeylere sahip olmayanlar veya anlatma niyetinden yoksun bulunanlar, dayatırlar. Anlatmanın dayanakları özgüven, iyi niyet, akıl, vicdan, ilim ve nihayet sevgidir. Dayatmanın dayanakları ise kendine güvensizlik, egoizm, baskı, akıldışılık ve nihayet kindir.

    Anlatmak, sabır ister, fedakârlık ister. Anlatmanın başarısı uzun vadede gelir ama bir kez gelince de pörsümez, ölmez. Dayatmak ise ucuzdur, kolaydır; kısa vadeli çıkarlar sağlar ama sonu hüsran ve perişanlıktır. Dayatmanın getirdiği sonuç, insanın iç dünyasına, akıl ve idrakine yerleşmediği için, bir süre sonra insan ve hayat tarafından itilip atılır.

    Dayatmaya bağlanan fikirler de sistemler de kazançlar da kısa bir süre sonra çürür, çöker, yerle bir olur.

    Hayatın kanunu, Yaratıcı’nın iradesi budur.

    Bu genel tespitten sonra özel konumuza gelelim:

    17 Mayıs 2006 günü, dinci militanlar tarafından gerçekleştirilen Danıştay Katliamı, inkâr ve tevil edilmez şekilde bir kez daha göstermiştir ki, Türkiye’de dinle devlet, İslam’la laiklik, dindarla çağdaşlık barışık değildir. 84. yılını kutlamaya hazırlandığımız Cumhuriyet’le İslam’ın, Cumhuriyet’in kurucusu Atatürk’le Müslümanların barış ve kucaklaşması gerçekleştirilememiştir. Çünkü İslam ve tebliğcisi Hz. Muhammed ile Cumhuriyet ve kurucusu Mustafa Kemal halkımıza anlatılmamış, dayatılmıştır. Halkın Yükselişi Partisi’nin temel söylemlerinden birinden yararlanarak konuşursak, halkımızın seyretmek zorunda kaldığı tablo, Muhammed ile Mustafa’nın ahenk ve barışını ortaya koyan bir tablo değil, didişme ve çelişme halinde olduklarını göstermeye uyarlanmış bir tablodur.

    İyi niyet ve temiz bir vicdanla baktığımızda, uyuşma ve barışmaları aklın ve gerçeğin icabı olan İslam ile Atatürk Cumhuriyeti’nin yani Muhammed ile Mustafa’nın barışı bir türlü kurulamamıştır. Bu barış kurulamadığı içindir ki, Muhammed’den de Mustafa’dan da vazgeçmek istemeyen Türk milleti bir türlü huzur bulamamaktadır. Muhammed’e de Mustafa’ya da muhtaç olduğunu vicdanı ve aklıyla fark eden Türk milleti, bu iki değerin barışına giden yolların dikenlenmesi yüzünden sürekli ıstırap çekmektedir.

    Yolları dikenleyenler kimlerdir?

    Yolları dikenleyenler, İslam’ı ve Atatürk’ü dayatma aracı yapanlardır. Bugün bizler, bir yandan Muhammed’i, öte yandan Mustafa’yı dayatma konusu yapanların yarattıkları kahırlı kıskacın ortasında acı çeken bir halkın feryatları ve bu feryatları Türkiye aleyhine istismar eden Haçlı emperyalistler güruhu ile karşı karşıyayız.

    İslam’ı; Arap takkesini din yapan Emevî dincileri (siyasal İslamcılar) , Atatürk’ü ise büst ve rozetleri ‘Atatürk’ diye pazarlayan ‘Atatürk bezirgânları’ dayattı. Bunların biri dini anlatmadı, öteki de Atatürk’ü. Biri İslam’ı dayattı, ötekisi Atatürk’ü...

    Neden? Çünkü İslam’ı anlatsalardı, dini, Atatürk’ü anlatsalardı Atatürk mirasını sömüremezlerdi. Oysaki o sömürüye ihtiyaçları vardı. Yaratıcı ruhları, sağlam kişilikleri, dünyayı, bölgemizi ve ülkemizi layıkıyla okuyacak bilgi ve birikimleri yoktu; bir şeylere, bir yerlere dayanmaya muhtaç idiler. Beleşi, ucuzu çok seviyorlardı; dokunulmazlığı da çok seviyorlardı.

    Bir yerlere dayanmak ihtiyacı duyanların bir şeyleri dayatmak zorunda kalacaklarını unutmak, faturası çok ağır bir yanılgıdır. Bir şeyleri dayatanlar, bir yerlere dayanarak dokunulmazlık elde etmek peşinde olanlardır. Özgür ve yaratıcı benlikler ne bir yerlere dayanırlar ne de bir şeyleri dayatırlar.

    Dokunulmazlık elde etmenin en ucuz yolu, değerlere tasallut ve onları dayatma aracı yapmaktır. Bir şeyleri dayatarak dokunulmazlık kazananlar bunu sürdürmek için gerçeği anlatanları aforoz ederler. Bütün musallat beleşçiler aforozcudur.

    Aforoz; değer, kişi veya kurumların gerçeğini temsil edenlerin bunların sömürüsünü yapanlar tarafından bu değerlere karşı olmakla itham edilmesidir. İnsanlık tarihinin en sefil, en hayasız ve en zalim sömürüsü aforozculuktur. Aforozculuğun en namussuz ve şeytanî süreci engizisyon, en alçak temsilcileri de kilise babalarıdır. Batı, kilisenin bu zulmünden kendisini kurtardı ama aforozu tüm dünyadan kovmak için kılını kıpırdatmadı. Tam aksine, onu sevmediği kitlelerin hayatına soktu; Müslümanların hayatına soktu. Bugünkü dünyada aforozculuğun bir numaralı mekânları Müslüman coğrafyalardır. Bu demektir ki, değerlerin gerçek temsilcilerinin kahra, sömürücülerin ise nimet ve itibara layık görüldüğü coğrafyalar Müslüman coğrafyalardır. Türkiye, büyük Atatürk sayesinde bu coğrafyaların cehennemî kıskacından çıkar gibi oldu ama içten ve dıştan ortaklaşa kotarılan karşı devrim, bu süreci kırdığı için Türkiye tekrar o kıskacın içine itildi. Dahası, Atatürk öncesindeki dinci aforozun yanına Atatürkçü aforozu da ekleyerek ‘aforoz kahrı’nı ikiye katladı.

    İslam’a ve Atatürk’e musallat olanlar sık sık aforoza başvurdular. Bu aforozun kurum, kişi ve kavram putlarını oluşturdular. Fesat, soygun, vurgun ve bazen de ihanet sergiledikleri duvarlar arasına ‘Allah’ın evi’ yaftası yapıştıran dinci aforozculara, yeni dönemlerde ‘Atatürk’ün partisi, Atatürk’ün derneği, Atatürk’ün falanı, filanı’ aforozcuları eklendi. Hiç kimse çıkıp da “Atatürk’ün kendisi, fikirleri, çilesi, hasreti, ışık ve aydınlığı nerede? ” diye soramadı. Bu sorular, Atatürkçü aforozun öne çıkardığı rozetler, büstler, sloganlar ve tehditler altında boğuldu, ezildi.

    Öyle korkunç bir aforozculuk geliştirildi ki, 'İslam nedir, biraz anlatır mısınız! ' veya 'Atatürk’ü bize tanıtır mısınız! ' demek bile aforoza çarpılmak için yeterli oldu.

    İslam, dincilerin, Atatürk de ‘Atatürkçüler’in dokunulmazlık aracı olarak donduruldu. Yeni nesiller, 'Biz İslam’ı veya Atatürk’ü niçin seviyoruz, neden sevmeliyiz? ' sorularına yeterli cevabı bulamadılar.

    Özetleyelim: Cumhuriyet dönemi, ne yazık ki, iki ölümsüz ve erdirici değerimizin (İslam ile laiklik, Muhammed ile Mustafa) anlatılması yerine dayatılmasıyla belirginleşen bir dönem oldu. Bu ters gidiş, can damarlarımızı parçalamaya, acımızın paydasını büyütmeye devam ediyor. Türkiye’nin ekonomiden sanata, tarihten felsefeye bütün sıkıntılarının temelinde bu terslik, bu namertlik ve bu yanlış yatıyor. Bu yanlış düzeltilmeden ne içeride huzur bulmamız mümkündür ne de dışarıdan bindirilen tasallutu aşmamız.

    Bu satırların yazarı, şu anda lideri olduğu siyasal partiyi işte bu kaygıların itişiyle kurdu. Onun bu kaygıları yıllardan beri vardı, ama bu kaygılar, 11 Eylül terör olayı ile iyice kemirici olmaya başladı. Çünkü 11 Eylül terör olayı, Türkiye özelinde İslam üzerinden yürütülen politikaları, dünya genelinde de geçerli hale getirmişti. Bunun öne çıkardığı gerçek şu olacaktı: Türkiye’yi tahribe yönelik Haçlı-emperyalist politikalar artık İslam kullanılarak yürütülecektir. Ilımlı İslam, karma namaz, rahibe usulü tesettür, İncilleştirilmiş Kur’an denemeleri, dinci cemaat başlarının Papa önünde arzı ubudiyet etmeleri, tarîkat şeyhlerinin ABD ve İsrail denetim ve himayesine girmeleri, siyasal İslamcı Cumhuriyet düşmanlarının Haçlılarca desteklenmeleri bu yürütmenin uzantıları oldu. İslam’la laikliğin, devletle dinin, Muhammed ile Mustafa’nın ağır bir kavgaya sokulacağı kesindi. Bu satırların yazarı bunun böyle olacağını çok erken bir zamanda anlamış ve Türkiye’yi de dünyayı da bu konuda uyarmıştır. 'Batı Sömürgeciliği ve İslam Dünyası' ile 'Kur’an verileri Açısından Laiklik' kitapları bu uyarının belgeleridir.

    Uyarının daha emin ve elle tutulur belgesi ise onun, Halkın Yükselişi Partisi (HYP) ni kurmasıdır.

    O bilmekte ve inanmaktadır ki, 11 Eylül sonrası Ortadoğusunda büyüyen acıyı ve çarpıklığı aşmak için bu coğrafyanın onun birikimine, dirayet ve deneyimine ihtiyacı vardır. Bu birikim, İslam’ı ve Atatürk’ü çok iyi bilen, sentezleyen bir birikimdir. Henüz hayata geçmemiştir, sadece mimarının kitaplarında ipuçları vardır. O ipuçlarından hareketle kurtarıcı bir reçete ortaya koymaksa yine o mimarın işi olacaktır. Bu reçete hiçbir vekâletle hazırlanamaz.

    Ortadoğu’ya ve Türkiye’ye bir kez daha seslenmek istiyorum: Atatürk Cumhuriyeti’nin 84. yılını kutlamaya hazırlandığımız şu günlerde, dinle devletin, İslam’la laikliğin, Müslümanla çağdaşlığın kavgası şiddetini artırarak devam ediyor. Bu ülkenin bin yıllık düşmanı olan Haçlı emperyalistler, anılan kavgadan yararlanmak için, siyasetlerinin eksenine, Ilımlı İslam adıyla yozlaştırılmış bir sömürü dini yerleştirerek üstümüze çullanıyorlar. İçerideki din ve Atatürk sömürücülerinin karşılıklı ahmaklık ve aymazlıklarından beslenen karmaşayı ustalıkla kullanarak Türkiye’yi çöküşe, tükenişe götürüyorlar.

    Bütün imanımla bir kez daha söylüyorum ki, HYP kurmayları olarak bizlerden başka hiçbir siyasal parti veya kadro bu karmaşaya son veremez; devletle dini, laiklikle İslam’ı bağdaştırıp barıştıramaz. Çünkü bu barış için gerekli bilgiye, donanıma, dahası iyi niyete sahip değillerdir. Olsalardı, hepsi birbirinden türeme olan bu siyasal kadrolar bu işi bu güne kadar çözüme ulaştırırlardı. Bu ülkeyi 60 yılı aşkın bir süredir bunlar yönetmiştir. Çözümü getiremediklerine göre ya niyetleri bozuktur ya da dirayetleri yetersiz kalmıştır. İki halde de artık milletin yakasından düşmek ve işi bize bırakmak zorundadırlar.

    Halkın Yükselişi Partisi liderliği ve kadroları olarak biz, yalnız ve sadece biz, bu ıstıraba son verebiliriz.

    Halkın Yükselişi Partisi liderliği ve kadroları olarak biz, sadece biz, dinle devleti, laiklikle İslam’ı barıştırabiliriz.

    Evet, Ulu Çınar’ın liderliği ve kadroları olarak biz, sadece biz, Muhammed ile Mustafa’nın ayrık değil, birlik; çelişik değil, barışık iki ölümsüz değerimiz olduğunu gösterebiliriz.

    Bütün İslam dünyası, ama özellikle Müslüman-Türk dünyası bilmelidir ki, mutlu ve onurlu bir insanlık için Muhammed ne istemişse Mustafa da onu istemiştir. Aksi olsaydı, Muhammed’in düşmanları aynı zamanda Mustafa’nın da düşmanı olurlar mıydı?

    Muhammed ile Mustafa’nın kucaklaştığı yeni bir cihan yaratmak için çalışanlara selam olsun!

    Ve o kucaklaşmanın aydınlık günlerine selam olsun!

  • fethullah gülen

    17.04.2007 - 09:35

    fettullah abi sana bir kaç sorum var...tabiki cevap verebilirsen

    1 - Mana itibarı ile peygamber üstü bir yaklaşıma sahip “Kutb-ul Aktab” ünvanını nasıl tanımlıyorsunuz ve siz “Kutb-ul Aktab” gibi bir ünvana talip misiniz?

    2 - ABD’nin Genişletilmiş Ortadoğu Projesinin gerçekleşmesi için ortaya attığı “Ilımlı İslam” modelini tesis etmeye çalışanlara dolaylı ya da dolaysız desteğiniz var mıdır?

    3 – Siz CIA ajanı mısınız? Ya da CIA ya yardım ve desteğiniz oluyor mu?

    4 –Vatikan’a para yardımı yaptığınız ve Papa’nın mübarek(!) elini öptüğünüz belgeleriyle çok açık bir şekilde ortalarda dolaşıyor; Bunu neden yaptınız? Peygamber efendimizin “Yardımlaşmaya en yakınınızdan başlayınız” şeklindeki o güzel sözlerini hatırlayacak olursak, Vatikan’ı kendinize yakın gördüğünüzü söyleyebilir miyiz?

    5 - Türk insanında İtaat Kültürü çok belirleyici bir yere sahip. Öğle ki her Allah diyene, bu uğurda güzel ve etkili sözler söyleyenlere kayıtsız bir teslimiyet içinde bağlanabileceklerini biliyor ve görüyoruz. Hiç kuşku yok ki bu yüce Türk Milletinin naif olmasından kaynaklanmaktadır. Siz bu durumdan yararlanmak için mi her konuşmanızda iki gözü iki çeşme şekilde ağlamaklı konuşuyorsunuz?

    6 – 11.04.2007 tarihli Milliyet gazetesinde yayınlanan haberde “Türk milleti' diyen, 'vatan, ülke, ülkü, bayrak' sözlerini dilinden hiç düşürmeyen, hatta din, iman, kuran fedaisiymiş gibi arz-ı endam eden bir sürü eli kanlı insan bozması var meydanlarda. Bunlar, milli ruh diye diye milletin önüne kuyular kazıyor, ruh kökünden bahsederken milletin kökünü kesiyor. Kargaşa ve anarşiye taraf olmaktan hep uzak durduk.” Şeklinde bir açıklamanız var. Bu açıklamada kastettiğiniz çevre kesin olarak kim ya da kimlerdir?

    7 – Yine 11.04.2007 tarihli Milliyet gazetesinde yayınlanan aynı haberde “. Bizi, başa çıkamayacağımızı düşündükleri, vurdukları zaman bir daha belimizi doğrultamayacağımıza inandıkları bir güçle karşı karşıya getirmek istiyorlar. Hakkımızda irtica yaygaraları koparıyorlar.” Şeklinde bir açıklamanız var. Bu açıklamada kastettiğiniz çevreler kimlerdir?

    8 – Öncelikle http://www.youtube. com/watch? v=-TrAzII71aY&mode=related&search linkini ziyaret ederek lütfen sonuna kadar izleyiniz. Fethullah Gülen okulları için söylenenlerin aksini savunabilecek misiniz?

    9 – Ve son olarak neden hala Amerika’da sınız? Bir makalede ifade edildiği gibi Ayetullah Humeyni’nin İran’a döndüğü gibi bir özlem ve beklenti içinde misiniz?

  • yaşar nuri öztürk

    16.04.2007 - 11:44

    Ahlakın esası dürüstlüktür. Yani olduğun gibi görünmek veya göründüğün gibi olmak...

    Zaafların bulunması insanı ahlaksız yapmaz, hatalı yapar, günahkâr yapar. Hatalar tamir edilir, günahlar ise tanrısal rahmet tarafından affedilir..

    Ahlaksızlık yani dürüst olmamak farklı bir şeydir. Hatalı olmak bir zaaftır, sürçmedir. Ahlaksızlık ise bir temel çürümedir, kötü niyet ürünüdür.

    Türkiye’deki akıl almaz çarpıklıkların başında din-ahlak ilişkisindeki çelişki gelmektedir.

    Türkiye, görülmedik bir hızla dincileşirken, görülmedik bir hızla da ahlaksızlaşmaktadır. Yalancılık, dolandırıcılık, yolsuzluk, düzenbazlık...gibi temel bozukluklar listesinde her gün biraz daha yukarılara çıkışımız, dünyanın izlediği ve bizim de önümüze koyduğu bir gerçektir.

    Ne yazık ki Türkiye, yalandan hırsızlığa, kamu kaynaklarını talandan mafya zulümlerine kadar her türlü suç ve rezilliğin, her türlü ahlaksızlık ve düşüklüğün doruğa tırmandığı bir ülke haline gelmiş bulunuyor.

    Bir yanda, temeli ve amacı ahlak olan İslam adına yüz bine ulaşan cami, (sağlık ocaklarının toplam sayısı 7500, okulların toplam sayısı 67 bin) , dinde bid’at olmasına rağmen gökleri tırmalayan yüz binlerce minare, öte yanda zirveye tırmanmış ahlaksızlık...

    Bundan ilginci, ahlaksızlığın en zehirlisi olan riyakârlık, iftira, kamu kaynaklarının talanı gibi temel çürümelerde öne çıkmış isimlerin önemli bir kısmı dincilikleriyle de ünlü kişiler...

    Böyle bir çarpıklık tarihte az görülmüştür.

    Dinselleşme arttıkça ahlaksızlık, vurgunculuk ve ikiyüzlülük de artıyor.

    Bu nasıl iştir, nasıl bir garabettir? !

    Dinin gerçeğinin uygulanmasına bile, 'ibadette azalma yaratılıyor' gerekçesiyle karşı çıkan insanların, orman yağmalamasına, kamu mallarının talanına, insan haklarının çiğnenmesine, kadının horlanıp ezilmesine karşı çıktıklarına tanık olamıyoruz.

    Kısacası, İslam, birileri aracılığıyla âdeta ahlaksızlık, akıl dışılık, düzenbazlık üreten bir din olarak algılanır oldu.

    Siyaseti çürüten temel olumsuzluk da dürüstlüğün göçürülmesidir. Siyaset, ne yazık ki, büyük çoğunluğu itibariyle, olduğu gibi görünmeyenlerle göründüğü gibi olmayanların kümelendiği bir mesleğe dönüştürüldü.

    Her gün, her yerde şunu duyabilmekteyiz: 'Falanca mı? Yok canım, o siyaset yapamaz, imkânsız. Çünkü o adam düzgün adam; yalan-dolan bilmiyor, haram lokmaya karşı. Başarılı olamaz....'

    Siyaset dendi mi ilk söylenen bu. Bu zehirli söylem, kamu vicdanı haline getirilmiş. Bunun anlamı acaba şu mu?

    'Ne yapalım, ülkeyi kirliliğe teslim etmekten gayrı çaremiz yok! '

    Siyasetimizin duayenlerinden birine yıllar önce, 'Efendim, falancanın ahlaksal tarafı çok bozuk çıktı; onu yanımızdan uzaklaştırsak! ' dediklerinde cevabı şu olmuş: 'Ben, iyi ahlak derneği kurmadım, parti kurdum; siyaset yapıyorum.'

    Ahlakı bir meslek gibi algılayan bu bakış açısı, ne yazık ki, Türk siyasetinde yıllardır egemen olan anlayıştır.Türk siyasetini çürüten ve oy kullanma durumundaki insanların % 32’sinin sandığa gitmesine engel olan olumsuzluk işte bu anlayışın yarattığı güvensizliktir.

    Siyasete güvensizliğin faturası çok ağır olmuştur. Kullanılan oyların % 24 ile Parlamento' daki sandalyelerin % 67’sini bir partiye veren korkunç çarpıklık ortada dururken siyasete güvenden söz etmek mümkün olabilir mi? Ne demektir bu? Şu demektir:

    Türkiye’yi bugün siyasete güvenin oluşturduğu bir iktidar değil, güvensizliğin ürettiği bir iktidar yönetiyor. Başka türlü ifade edelim:

    Ülkemizde, demokrasi adı altında karmaşa egemendir. Gerçek demokrasi yerine Türkiye’ye özgü bir 'kapkaç demokrasisi' sahnededir. Siyasal Partiler Kanunu ile Seçim Kanunu’nun yaşatmakta olduğu sistem, iliklerine kadar antidemokratiktir; insan haklarına aykırıdır. Bunu bilen yok mu? Bilen var, ama gereğini yapan yok! Eğer demokrasi diye bir şey varsa, Türkiye’deki tablonun anlamı budur.

    % 76’nın iradesi nedir ve nerededir?

    Şimdi ne oluyor? % 92’lik bir çoğunlukla kabul edilmiş bir anayasa, yüzde 24’lük bir oyla değiştiriliyor. Buna 'demokrasinin sonucu' denebilir mi?

    Hayır! Bu, demokrasinin sonucu değil, antidemokratik siyasetin yol açtığı sistem yozlaşmasının sonucudur. Eğer demokratik bir halk seferberliği ile ülkenin önünü açmak üzere seçime hazırlık çalışmalarını yürüten Halkın Yükselişi Partisi’nin halkımıza sunduğu yeni, güvenli, birikimli teklif görmezlikten gelinirse Türkiye’nin sonu hüsrandan başka bir şey olmayacaktır.

    Ötekilerin tümü denenmiş, bugünkü perişanlığı yaratmıştır. Diriliş ve kurtuluş, ötekilerin devamı olmayan yenide, gerçek yenidedir.

    Diriliş ve kurtuluş HYP’nin Ulu Çınarı’nın altında toplanmaktadır.

    Milletimizin bu kutlu ve mutlu reçeteyi layıkıyla değerlendirmesi niyazıyla tüm halkımıza güzel yarınlar diliyorum.

    Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk
    HYP Genel Başkanı

  • yaşar nuri öztürk

    16.04.2007 - 11:42

    Anlatmak, insanın idrakine hitap etmektir. Anlatmak; iyi niyetin, aydınlatma isteğinin, insana ve hayata saygının bir uzantısıdır. Kutsal metinler, bütün aydınlık öncülerinin ‘anlatıcılar’ olduğunu, olması gerektiğini dile getirir. Kur’an’a göre, bütün peygamberler anlatıcıdırlar. Onların görevleri de özellikleri de anlatmaktır.

    Kur’an, insanın, kendisine anlatılanı anlayacak donanımla dünyaya gönderildiğini defalarca ifadeye koyar. Bütün peygamberler ‘mübîn’ insanlardır. ‘Mübîn’, apaçık anlatan, ayrıntılarıyla anlatan kişi demektir. Kutsal metinlerin ortak niteliklerinden biri de onların ‘mübîn’ olmasıdır. Yani, tanrısal anlayış ve yönteme göre, hem anlatan mübîndir hem de anlatma konusu yapılan. Başka bir deyişle, hem peygamber mübîndir hem de getirdiği kutsal metinler.

    Yaratıcı Kudret şunda ısrarlıdır: Zahmete katlanmayı göze alanlar, anlatmayı er-geç başarırlar. Ve bu başarı hayatın ve insanın başarısı olur. Bu başarı mutluluk ve rahatlık getirir.

    Dayatmaya gelince; o, hem yapısı hem de amacı bakımından anlatmanın tam tersidir. Dayatmacı, insanın idrakine hitap etmez, insanı anlamadığı ve ısınmadığı şeyi kabule zorlar. Bu bazen baskı, bazen de açık zulüm şeklinde belirir. Esasında, dayatmanın bizzat kendisi bir zulümdür.

    Peygamberleri ‘mübîn’, mübelliğ (bir gerçeği insana ileten) ve ‘müzekkir’ (hatırlatan, öğüt veren, aydınlatan) olarak niteleyen Kur’an, onların ‘musaytır’ (despot, baskıcı) olmadıklarını, olmamaları gerektiğini de ısrarla belirtir. Aydınlatıcılar anlatırlar, ama baskı ve zorlamaya (ikraha) asla gidemezler. Hayat ve din, sonuç olarak da mutluluk ve başarı ikrahtan arınmışlık üzerine kuruludur. Bunun içindir ki, “Dinde ikrah yoktur, olmamalıdır.”

    Yaratıcı irade ve bu iradenin insanlık dünyasına taşıyıcıları olan peygamberler ve kutsal metinler şuna sürekli vurgu yapar:

    'Dinde baskı-zorlama-tiksindirme yoktur. Doğru bilgiye dayalı eriş, bozuk bilgiye dayalı sapıştan açık bir biçimde ayrılmıştır.' (Kur’an, 2/256)

    Yaratıcı Kudret, yaratıp donattığı insanın anlama gücünden emindir. İnsana iyi niyet ve sabırla hitap edildiğinde, yani anlatıldığında, insan, anlatılanı anlayacaktır. Anlatacak bir şeyiniz yoksa veya anlatılacak olanı anlatamıyorsanız bunun suçu anlatıcınındır, dinleyenin değil.

    Anlatmak yerine dayatmaya gitmenin sebeplerinden birincisi, konuşanın yetersizliğidir. Anlatamayanlar, anlatacak bir şeylere sahip olmayanlar veya anlatma niyetinden yoksun bulunanlar, dayatırlar. Anlatmanın dayanakları özgüven, iyi niyet, akıl, vicdan, ilim ve nihayet sevgidir. Dayatmanın dayanakları ise kendine güvensizlik, egoizm, baskı, akıldışılık ve nihayet kindir.

    Anlatmak, sabır ister, fedakârlık ister. Anlatmanın başarısı uzun vadede gelir ama bir kez gelince de pörsümez, ölmez. Dayatmak ise ucuzdur, kolaydır; kısa vadeli çıkarlar sağlar ama sonu hüsran ve perişanlıktır. Dayatmanın getirdiği sonuç, insanın iç dünyasına, akıl ve idrakine yerleşmediği için, bir süre sonra insan ve hayat tarafından itilip atılır.

    Dayatmaya bağlanan fikirler de sistemler de kazançlar da kısa bir süre sonra çürür, çöker, yerle bir olur.

    Hayatın kanunu, Yaratıcı’nın iradesi budur.

    Bu genel tespitten sonra özel konumuza gelelim:

    17 Mayıs 2006 günü, dinci militanlar tarafından gerçekleştirilen Danıştay Katliamı, inkâr ve tevil edilmez şekilde bir kez daha göstermiştir ki, Türkiye’de dinle devlet, İslam’la laiklik, dindarla çağdaşlık barışık değildir. 84. yılını kutlamaya hazırlandığımız Cumhuriyet’le İslam’ın, Cumhuriyet’in kurucusu Atatürk’le Müslümanların barış ve kucaklaşması gerçekleştirilememiştir. Çünkü İslam ve tebliğcisi Hz. Muhammed ile Cumhuriyet ve kurucusu Mustafa Kemal halkımıza anlatılmamış, dayatılmıştır. Halkın Yükselişi Partisi’nin temel söylemlerinden birinden yararlanarak konuşursak, halkımızın seyretmek zorunda kaldığı tablo, Muhammed ile Mustafa’nın ahenk ve barışını ortaya koyan bir tablo değil, didişme ve çelişme halinde olduklarını göstermeye uyarlanmış bir tablodur.

    İyi niyet ve temiz bir vicdanla baktığımızda, uyuşma ve barışmaları aklın ve gerçeğin icabı olan İslam ile Atatürk Cumhuriyeti’nin yani Muhammed ile Mustafa’nın barışı bir türlü kurulamamıştır. Bu barış kurulamadığı içindir ki, Muhammed’den de Mustafa’dan da vazgeçmek istemeyen Türk milleti bir türlü huzur bulamamaktadır. Muhammed’e de Mustafa’ya da muhtaç olduğunu vicdanı ve aklıyla fark eden Türk milleti, bu iki değerin barışına giden yolların dikenlenmesi yüzünden sürekli ıstırap çekmektedir.

    Yolları dikenleyenler kimlerdir?

    Yolları dikenleyenler, İslam’ı ve Atatürk’ü dayatma aracı yapanlardır. Bugün bizler, bir yandan Muhammed’i, öte yandan Mustafa’yı dayatma konusu yapanların yarattıkları kahırlı kıskacın ortasında acı çeken bir halkın feryatları ve bu feryatları Türkiye aleyhine istismar eden Haçlı emperyalistler güruhu ile karşı karşıyayız.

    İslam’ı; Arap takkesini din yapan Emevî dincileri (siyasal İslamcılar) , Atatürk’ü ise büst ve rozetleri ‘Atatürk’ diye pazarlayan ‘Atatürk bezirgânları’ dayattı. Bunların biri dini anlatmadı, öteki de Atatürk’ü. Biri İslam’ı dayattı, ötekisi Atatürk’ü...

    Neden? Çünkü İslam’ı anlatsalardı, dini, Atatürk’ü anlatsalardı Atatürk mirasını sömüremezlerdi. Oysaki o sömürüye ihtiyaçları vardı. Yaratıcı ruhları, sağlam kişilikleri, dünyayı, bölgemizi ve ülkemizi layıkıyla okuyacak bilgi ve birikimleri yoktu; bir şeylere, bir yerlere dayanmaya muhtaç idiler. Beleşi, ucuzu çok seviyorlardı; dokunulmazlığı da çok seviyorlardı.

    Bir yerlere dayanmak ihtiyacı duyanların bir şeyleri dayatmak zorunda kalacaklarını unutmak, faturası çok ağır bir yanılgıdır. Bir şeyleri dayatanlar, bir yerlere dayanarak dokunulmazlık elde etmek peşinde olanlardır. Özgür ve yaratıcı benlikler ne bir yerlere dayanırlar ne de bir şeyleri dayatırlar.

    Dokunulmazlık elde etmenin en ucuz yolu, değerlere tasallut ve onları dayatma aracı yapmaktır. Bir şeyleri dayatarak dokunulmazlık kazananlar bunu sürdürmek için gerçeği anlatanları aforoz ederler. Bütün musallat beleşçiler aforozcudur.

    Aforoz; değer, kişi veya kurumların gerçeğini temsil edenlerin bunların sömürüsünü yapanlar tarafından bu değerlere karşı olmakla itham edilmesidir. İnsanlık tarihinin en sefil, en hayasız ve en zalim sömürüsü aforozculuktur. Aforozculuğun en namussuz ve şeytanî süreci engizisyon, en alçak temsilcileri de kilise babalarıdır. Batı, kilisenin bu zulmünden kendisini kurtardı ama aforozu tüm dünyadan kovmak için kılını kıpırdatmadı. Tam aksine, onu sevmediği kitlelerin hayatına soktu; Müslümanların hayatına soktu. Bugünkü dünyada aforozculuğun bir numaralı mekânları Müslüman coğrafyalardır. Bu demektir ki, değerlerin gerçek temsilcilerinin kahra, sömürücülerin ise nimet ve itibara layık görüldüğü coğrafyalar Müslüman coğrafyalardır. Türkiye, büyük Atatürk sayesinde bu coğrafyaların cehennemî kıskacından çıkar gibi oldu ama içten ve dıştan ortaklaşa kotarılan karşı devrim, bu süreci kırdığı için Türkiye tekrar o kıskacın içine itildi. Dahası, Atatürk öncesindeki dinci aforozun yanına Atatürkçü aforozu da ekleyerek ‘aforoz kahrı’nı ikiye katladı.

    İslam’a ve Atatürk’e musallat olanlar sık sık aforoza başvurdular. Bu aforozun kurum, kişi ve kavram putlarını oluşturdular. Fesat, soygun, vurgun ve bazen de ihanet sergiledikleri duvarlar arasına ‘Allah’ın evi’ yaftası yapıştıran dinci aforozculara, yeni dönemlerde ‘Atatürk’ün partisi, Atatürk’ün derneği, Atatürk’ün falanı, filanı’ aforozcuları eklendi. Hiç kimse çıkıp da “Atatürk’ün kendisi, fikirleri, çilesi, hasreti, ışık ve aydınlığı nerede? ” diye soramadı. Bu sorular, Atatürkçü aforozun öne çıkardığı rozetler, büstler, sloganlar ve tehditler altında boğuldu, ezildi.

    Öyle korkunç bir aforozculuk geliştirildi ki, 'İslam nedir, biraz anlatır mısınız! ' veya 'Atatürk’ü bize tanıtır mısınız! ' demek bile aforoza çarpılmak için yeterli oldu.

    İslam, dincilerin, Atatürk de ‘Atatürkçüler’in dokunulmazlık aracı olarak donduruldu. Yeni nesiller, 'Biz İslam’ı veya Atatürk’ü niçin seviyoruz, neden sevmeliyiz? ' sorularına yeterli cevabı bulamadılar.

    Özetleyelim: Cumhuriyet dönemi, ne yazık ki, iki ölümsüz ve erdirici değerimizin (İslam ile laiklik, Muhammed ile Mustafa) anlatılması yerine dayatılmasıyla belirginleşen bir dönem oldu. Bu ters gidiş, can damarlarımızı parçalamaya, acımızın paydasını büyütmeye devam ediyor. Türkiye’nin ekonomiden sanata, tarihten felsefeye bütün sıkıntılarının temelinde bu terslik, bu namertlik ve bu yanlış yatıyor. Bu yanlış düzeltilmeden ne içeride huzur bulmamız mümkündür ne de dışarıdan bindirilen tasallutu aşmamız.

    Bu satırların yazarı, şu anda lideri olduğu siyasal partiyi işte bu kaygıların itişiyle kurdu. Onun bu kaygıları yıllardan beri vardı, ama bu kaygılar, 11 Eylül terör olayı ile iyice kemirici olmaya başladı. Çünkü 11 Eylül terör olayı, Türkiye özelinde İslam üzerinden yürütülen politikaları, dünya genelinde de geçerli hale getirmişti. Bunun öne çıkardığı gerçek şu olacaktı: Türkiye’yi tahribe yönelik Haçlı-emperyalist politikalar artık İslam kullanılarak yürütülecektir. Ilımlı İslam, karma namaz, rahibe usulü tesettür, İncilleştirilmiş Kur’an denemeleri, dinci cemaat başlarının Papa önünde arzı ubudiyet etmeleri, tarîkat şeyhlerinin ABD ve İsrail denetim ve himayesine girmeleri, siyasal İslamcı Cumhuriyet düşmanlarının Haçlılarca desteklenmeleri bu yürütmenin uzantıları oldu. İslam’la laikliğin, devletle dinin, Muhammed ile Mustafa’nın ağır bir kavgaya sokulacağı kesindi. Bu satırların yazarı bunun böyle olacağını çok erken bir zamanda anlamış ve Türkiye’yi de dünyayı da bu konuda uyarmıştır. 'Batı Sömürgeciliği ve İslam Dünyası' ile 'Kur’an verileri Açısından Laiklik' kitapları bu uyarının belgeleridir.

    Uyarının daha emin ve elle tutulur belgesi ise onun, Halkın Yükselişi Partisi (HYP) ni kurmasıdır.

    O bilmekte ve inanmaktadır ki, 11 Eylül sonrası Ortadoğusunda büyüyen acıyı ve çarpıklığı aşmak için bu coğrafyanın onun birikimine, dirayet ve deneyimine ihtiyacı vardır. Bu birikim, İslam’ı ve Atatürk’ü çok iyi bilen, sentezleyen bir birikimdir. Henüz hayata geçmemiştir, sadece mimarının kitaplarında ipuçları vardır. O ipuçlarından hareketle kurtarıcı bir reçete ortaya koymaksa yine o mimarın işi olacaktır. Bu reçete hiçbir vekâletle hazırlanamaz.

    Ortadoğu’ya ve Türkiye’ye bir kez daha seslenmek istiyorum: Atatürk Cumhuriyeti’nin 84. yılını kutlamaya hazırlandığımız şu günlerde, dinle devletin, İslam’la laikliğin, Müslümanla çağdaşlığın kavgası şiddetini artırarak devam ediyor. Bu ülkenin bin yıllık düşmanı olan Haçlı emperyalistler, anılan kavgadan yararlanmak için, siyasetlerinin eksenine, Ilımlı İslam adıyla yozlaştırılmış bir sömürü dini yerleştirerek üstümüze çullanıyorlar. İçerideki din ve Atatürk sömürücülerinin karşılıklı ahmaklık ve aymazlıklarından beslenen karmaşayı ustalıkla kullanarak Türkiye’yi çöküşe, tükenişe götürüyorlar.

    Bütün imanımla bir kez daha söylüyorum ki, HYP kurmayları olarak bizlerden başka hiçbir siyasal parti veya kadro bu karmaşaya son veremez; devletle dini, laiklikle İslam’ı bağdaştırıp barıştıramaz. Çünkü bu barış için gerekli bilgiye, donanıma, dahası iyi niyete sahip değillerdir. Olsalardı, hepsi birbirinden türeme olan bu siyasal kadrolar bu işi bu güne kadar çözüme ulaştırırlardı. Bu ülkeyi 60 yılı aşkın bir süredir bunlar yönetmiştir. Çözümü getiremediklerine göre ya niyetleri bozuktur ya da dirayetleri yetersiz kalmıştır. İki halde de artık milletin yakasından düşmek ve işi bize bırakmak zorundadırlar.

    Halkın Yükselişi Partisi liderliği ve kadroları olarak biz, yalnız ve sadece biz, bu ıstıraba son verebiliriz.

    Halkın Yükselişi Partisi liderliği ve kadroları olarak biz, sadece biz, dinle devleti, laiklikle İslam’ı barıştırabiliriz.

    Evet, Ulu Çınar’ın liderliği ve kadroları olarak biz, sadece biz, Muhammed ile Mustafa’nın ayrık değil, birlik; çelişik değil, barışık iki ölümsüz değerimiz olduğunu gösterebiliriz.

    Bütün İslam dünyası, ama özellikle Müslüman-Türk dünyası bilmelidir ki, mutlu ve onurlu bir insanlık için Muhammed ne istemişse Mustafa da onu istemiştir. Aksi olsaydı, Muhammed’in düşmanları aynı zamanda Mustafa’nın da düşmanı olurlar mıydı?

    Muhammed ile Mustafa’nın kucaklaştığı yeni bir cihan yaratmak için çalışanlara selam olsun!

    Ve o kucaklaşmanın aydınlık günlerine selam olsun!

  • fethullah gülen

    16.04.2007 - 10:53

    Fethullah Hoca cemaatine dese ki;

    1) Orduyu darbeci diye suçlayarak küffarın

    ve AKP’nin oyunlarına alet olmayınız!

    2) Evlerde “Devleti ele geçireceğiz, geçirdik! ” demekten vazgeçin!

    Devlet her şeyi biliyor!

    3) Devlete, Atatürk’e ve Türk Milleti’ne düşman olmayı bırakın!

    4) Hüseyin Gülerce’ye söyleyin saçmalamasın!

    Türkiye’de istismar söz konusu olduğunda

    en son bizim cemaat konuşabilir.

    5) STV’de, Zaman’da yürütülen “sinsi bölücülük”ten vazgeçin!

    6) Biraz istirahat edin; yoksa sonunuz iyi olmayacak!

    Cemaatin bu tür nasihatlere epey ihtiyacı var.

    Hoca Zaman’da yürütülen devlet, millet düşmanlığından AB, ABD, AKP, İsrail ve sair yalakalıklardan haberdar değil herhalde. Son dönemde Zaman okumadığı açıkça belli oluyor!

    Hoca (Fethullah Gülen) ,

    Hüseyin Gülerce gibi

    Ordu’ya, devlet ve Türk Milleti’ne

    açıkça kin kusmuş!

    Hüseyin Gülerce’nin

    “Vicdanınıza sorun! ” yazısına sahip çıkmış

    ve konuştukça batmış.

    AKP’yi desteklemek, demokrasi ve AB taraftarlığı adı altında Türk Devleti’ne ve Türk Milleti’ne düşmanlık yapmak, Ordu’yu karalamak ve STV’ye, Zaman’a ve aynı çizgideki yayınlara sinsi sinsi bölücülük yaptırmak kaosa sürüklemek olmuyor da, beylerin zararlı faaliyetlerini deşifre etmek mi Türkiye’yi kaosa sürüklemek oluyor?

    “Bizi başa çıkamayacağımızı düşündükleri bir güçle (Ordu ile) karşı karşıya getirmek istiyorlar! ” cümlesi ile “Biz TSK ile başa çıkabiliriz! TSK ile başa çıkamayacağımızı düşünenler yanılıyor! Oysa biz TSK’yı yenecek güçteyiz! ” anlamına gelen bu tespiti bir kenara not edelim.

    “Hakkımızda irtica yaygaraları koparıyorlar.

    İnsaf! Sizde hiç vicdan yok mu? ”

    Hem ABD’de yaşayıp hem ABD’nin, İsrail’in ve İngiltere’nin çizgisinde yayın yapıp, faaliyet gösterip sonra da masumum diyeceksiniz öyle mi?

    TSK’nın “irtica”dan kastı, “dış güdümlü sahte İslami hareketler”le “dış destekli bölücülük”tür! Şimdi kalkıp, cemaatin dış destekli, dış güdümlü, sinsi bölücülük yapan bir yanı yok mu diyorsunuz?

    Cemaat mensuplarının toplantılarının ses kayıtlarını yayınlasak; oralarda pişirilen Ordu, Türk Devleti ve Türk Milleti düşmanlığı karşısında ne diyeceksiniz acaba?

    Hüseyin Gülerce’nin, Ekrem Dumanlı’nın ve diğerlerinin TSK, devlet, millet yaklaşımlarını açalım mı?

    Maske düşmüştür!

    Cemaat milyonlarca saf, temiz, inanmış, gerçek Müslüman’ı “Ordu din düşmanı! ” diyerek aldatmıştır! Cemaat açıkça Ordu’ya, Türk Devleti’ne ve Türk Milleti’ne cephe almıştır.

    Cemaat hiçbir zaman “Bizim arkamızda gavurlar var. Onlar cemaati desteklediği için bizi mürteci, yani (din-devlet düşmanı) diyorlar! Biz dış dünyadan, yani Batı’dan, yani Haçlılar ve Siyonistler’den destek aldığımız için irticacı ilan edildik. İrticacı olduğumuz doğrudur! ” diyemedi.

    Kendi durumlarını gizlemek için Ordu’ya ve Devlet’e saldırdılar.

    Tüm her şeyi dökmeyelim. Çünkü tabandaki % 99.9 temiz, saf, gerçek Müslüman Türk Milleti’ni seviyoruz. Onların aldatılmışlıklarını yüzlerine vurarak rencide etmek istemiyoruz. Sahte İslamcılar’ın Vatikan ve Siyonizm beslemesi sahte Müslümanlar’ın dönemi bitiyor.

    Üslup, “Suçüstü yakalandık! ” diyor!

    Biz olsak TV’de canlı yayına çıkar, önce Hüseyin Gülerce’den milletten, başlamak üzere epey kulak çeker, milletten özür dilerdik.

    Oysa Ordu’ya meydan okuyan

    ve üste çıkmaya yeltenen bir zihniyetle karşı karşıyayız!

    Bu kapsamda birkaç can alıcı soru soralım;

    1) Yavuz, Kanuni, Atatürk, Menderes, Yunus Emre, Hacı Bektaşi Veli, Ahmet Yesevi, Mevlana, Behçet Uz, Mehmet Öz, Gazi Yaşargil ve hatta politik ödüllü Orhan Pamuk, Alev Alatlı, Cemil Meriç, İlber Ortaylı, Fethullah Hoca Cemaati’nin okullarından mı mezun oldu?

    2) Bilim Olimpiyatları’nda yüz akı olduğu için gurur duyduğumuz çocukları istismar edip onların çabalarını, ürünlerini, Allah vergisi akıllarını, ailelerinin katkılarını el çabukluğu ile cebe indirip başarıyı toptan sahiplenmek; ahlakla, insanlıkla, İslam ahlakı ile ne kadar bağdaşıyor?

    3) Haraca bağladığınız ve düzenli olarak esnaftan, işadamlarından, çiftçilerden ve ev kadınlarından topladığınız onca para ve kıymetli madeni (Ki, hangi ilde kimden kaç para aldığınızı biliyoruz!) ne yaptığınızı yazsak biraz utanır mısınız? Sakın ha önümüze şişirilmiş, abartılmış yardım listeleri ile gelmeyin! Topladığınızı ve dağıttığınızı biliyoruz! Yaptığınız açıkça istismar ve sömürü değil mi? Üç noktaya hizmet verip üçyüz noktadan haraç devşirmek, insanlıkla ve İslam’la nasıl bağdaşır?

    4) Birçok toplantının bandı var elimizde! Hepsi sizi tekzip ediyor! Sizler de gerçek durumu biliyorsunuz. Neden yürüyüşünüzü, çizginizi değiştirmiyorsunuz?

    5) İslam’a ABD, CIA, MOSSAD, MI6, Vatikan ve Siyonizm açısından niye bakıyorsunuz? Kur’an-ı Kerim’i okusanız açıyı bulacaksınız! Niye Kur’an açısından bakmıyorsunuz? “Bakıyoruz! ” demeyiniz; orada daha da batarsınız!

    6) Vatikan’a veya Siyonizm’e şirin gözükseniz akıbetiniz hayır mı olacak?

    İşte Türklük, bayrak, vatan, millet, Türkçe ve İslam üzerinden yürütülen duygu sömürüsünün ve bu temel üzerine bina edilen “Siyonist Tezgah”ın ipliğini pazara çıkaracak sorulardır bunlar!

    Cevaplar ise hep aynı olacaktır çaresiz…

    Ve konuştukça batmaya devam edeceklerdir,

    o “kendileri bile inanmadıkları yanıtlara sarılan

    sahte Müslümanlar”…

    Saygılar

  • fethullah gülen

    15.03.2007 - 10:00

    fettullah gülen.. bir AMERİKAN planının parçası..
    ılımlı islam adı altında türkiyenin hırıstiyanlaştırılmasının önündeki zevattır.cemeattir.
    fettullahçı Prof. suat yıldırım adında bir ilahiyatçı tarafından BOP projesine bir kutsal kitap yazdırıldı. o öyle bir kitaptı ki kitap Kur'anın içerisine incil, tevrat ve pavlosun mektuplarının doldurulduğu BOP islamının kutsal kitabıydı. fettullahçı Zaman gazetesi ve fettullahçı zavallı müritler bu kitaptan 600.000 adetini türkiyede dağıttılar.. bunları yaparken gerçek islama, kur'ana hizmet adı altında bizim insanımızı gerçek müslümanı bu güne kadar hep aldattıkları gibi Allah ile aldattılar..
    halbuki kur'an hadid ve fatır sürelerinde Allah ile aldatmanın başının şeytan ve onun şürekası olduğunu apacık anlatır. velev ki bunlar sürekli Allah iddeasında olsalar bile..
    varın siz düşünün bu fettulahçıları.....

  • fethullah gülen

    13.03.2007 - 15:47

    Bugünkü dünya şeytanın cenderesinde kıvranıyor. Şeytan, şerrin sembolü. Bu demektir ki, bugünkü dünya şerrin cenderesinde kıvranıyor.

    Bugünkü dünyayı şeytan yönetiyor.

    Sebep, elbette ki insanın tembellikleri, şehvetleri, suçları, gafletleri, dalaletleri, hıyanetleri, nankörlükleridir. Şimdi, Tanrı, insanlığın ne yapıp nasıl bir tavır sergileyeceğine bakıyor. Sergilenecek tavra göre, yarınlar ya daha kahırlı olacak yahut da mutlu. Ama bu şekilde asla devam etmeyecek.

    Evet, yeni milenyum iki ihtimalden birine gebe: Ya daha kahırlı bir dünya, yahut da mutluluk, rahmet ve berekete açılmış bir dünya. Üçüncü ihtimal yok.

    Şeytan, dünyayı kitlelerin başına geçirdiği piyonlarıyla yönetir. Şeytanın dostluğunda ileri derecelerde olmak, Rahman'a ve insana düşmanlıkta yükselmiş olmakla eşanlamlıdır.

    Büyük düşünür Muhammed İkbal, Avrupalı sömürgecilerin oluşturduğu kuvvetler birliğine 'İblisler Parlamentosu' diyordu.

    İkbal, insanlığın kahır kaynaklarından biri olarak 'fî sebîlillah fesat' üreten ikinci bir şeytanî kuvvet odağından da söz etmiştir: Hurafe ve aldatma dininin baronlarınca oluşturulan saltanat. Onun deyimiyle, mollalar saltanatı.

    İşte, dünyayı bugün bu iki şeytanî güç polaritesi (karşı kutuplu güçler
    sistemi) yönetmektedir. Farkları şu: Birisi Haçlı, birisi sarıklı. Ortak yanları da şu: İkisi de şeytanın taşeronu, ikisi de insanın mutluluğuna musallat.

    Bugün bu iki güç odağı, İkbal'in zamanından çok daha kuvvetli durumda. Bunu, İkbal'in günündeki gibi Avrupa ile sınırlamak yanlıştır. Bugün buna, bir kutupta ABD ve peykleri, öteki kutupta ise koca bir Arap-Acem dünyası eklenmiş bulunuyor.

    Bu gücün başını süper etki noktalarında oturan şeytanî kurmaylar çekiyor. Bunlar, tarihin amansız ve büyük zalimleri, şeytanın unutulmaz işbirlikçileridir.

    Bir de bunlara bağlı, bunların piyonu ve hizmetçisi olarak iş gören ikinci, üçüncü, dördüncü sınıf taşeron şeytancılar var. Taşeron şeytancıların en yamanları, İslam coğrafyalarında mekân tutmuş despot riyakârlardır. Bu imansız ve irfansız şeytan yamakları, gücü, parayı, bazen de oyu müslüman kitlelerden almakta, ama hizmet ve sadakatlerini Haçlı kurmaylara arz etmektedirler. Bunlar için İslam, Haçlı kurmayların onayladığı kadarıyla dindir. Bunların dini, Haçlı kurmayların onayı varsa var, yoksa yoktur. Çünkü bunların her türlü eksiklerini (güç, para, eğitim, siyaset, strateji, propaganda, barınma, siperlenme ve gerekirse silah) Haçlı efendileri ikmal etmektedir.

    Bunların din adına en becerikli oldukları şey, İslam'ın, Haçlı kabulleri dışında kalan kısmının 'o kadar da önemli olmadığı' yolunda delil hazırlamaktır.

    Bunlar; müslümanı kandırma döneminde, Haçlı dünyanın temsil ettiği ve ürettiği tüm değerlere saldırmak suretiyle duygusal müslüman kitleleri kandırıp avlamakta, Haçlıların güç ve imkânlarıyla su başlarına geldikten sonra ise müslümanı hor görmekteler.

    Son yıllarda Türkiye, bu taşeron şeytancılar alanına girmekle kalmadı, bu alanın en önde giden coğrafyalarından biri oluverdi. Çünkü Türkiye, son çeyrek yüzyılda, tarihte eşi az görülebilecek bir riya saltanatının kucağına oturtulmuş bulunuyor.

    Türkiye bir riya yurdu haline getirildi. Ekonomiden dine, tarımdan ticarete, diplomasiden medyaya her şey sanal, her şey yalan ve her şey maskeli...

    Türkiye'yi âdeta riya (ikiyüzlülük, namertlik) güdüyor.

    Müslüman kitleler, öz dinleriyle vuruluyor.

    İslam ülkelerinde, o arada Türkiye'de, mâbet, Allah'a ibadetin yeri olmaktan çok, Allah ile aldatmanın dokunulmazlık verilmiş beyin yıkama laboratuvarı gibi iş görmektedir. Haçlılar bunu sağladıkları için, tüm müslüman ülkelerin birer din devleti yapılmasını ölüm-kalım meselesi biliyorlar. Müslümanları mahvetmek için bundan daha ucuz, daha etkili bir silah olamayacağını anlamış bulunuyorlar.

    Tek istisna, Atatürk Cumhuriyetinin Türkiyesi'dir.

    Haçlı Batı, işte bu 'istisna'yı yarattığı için Atatürk'ü asla affetmiyor, ona duyduğu kin ve nefreti bir türlü dizginleyemiyor.

    Dünya, şeytanın cenderesinden çıkabilecek mi?

    Bunun hesabını yapmak bize düşmüyor. Bize düşen şu soruyu sormak:

    Türkiye şeytanın cenderesinden çıkabilecek mi?

    'Bekleyelim ve görelim' diyenler olacaktır. Biz, şöyle diyoruz:

    'Beklemeyim, çocuklarımıza bırakacağımız ülkedeki dışarıdan güdümlü şer tasallutunu aşmak için eylem yapalım.' Eylem bugün için bilgili, dirayetli ve ilkeli siyasettir.

Toplam 53 mesaj bulundu