Mustafa Aykurt Adlı Üyenin Nedir Yazıları - A ...

  • hayreddin karaman

    23.09.2006 - 21:21

    Din tahripçilerinden....Demagoji ustası....Yakında kendi mezhebini ilan ederse kimse şaşırmasın....

  • geleceğin cumhurbaşkanı

    22.09.2006 - 10:13

    Prof.Dr.Necmettin Erbakan....

  • ibni teymiyye

    31.08.2006 - 15:34

    İbn-i Teymiyye’nin bozuk fikirlerinden bâzılarını İbn-i Hacer-i Mekkî, Fetâvâ-i Hadîsiyye kitâbında şöyle bildirmektedir.

    1. Allahü teâlâya oturmak, kalkmak, yürümek, inmek, çıkmak gibi insanlara mahsus sıfatlar izâfe etmektedir. Hâlbuki; Allahü teâlâ, hiçbir bakımdan insanlara(ve diğer mahlûklara) benzemez, zamandan ve mekândan münezzehtir, uzaktır.

    2. Peygamberlerin mâsumiyyetini (günahtan korunmuş olduklarını) reddetmiştir. Hâlbuki, mâsumiyyet peygamberlerin sıfatlarındandır.

    3. Cehennem’in ebedî olmadığını ve kâfirlerin Cehennem’de ebedî kalmayacağını söylemiştir. Hâlbuki Cehennem’in ebedî olduğunu ve kâfirlerin burada ebedî kalacağını Kur’ân-ı kerîm haber vermektedir.

    4. Muhyiddîn-i Arabî, Sadreddîn Konevî gibi bâzı tasavvuf büyüklerini küfürle ithâm etmiş, tasavvufu reddetmiştir. Hâlbuki tasavvuf, Peygamber efendimiz zamânından beri vardı ve tasavvuf büyüklerine hiçbir Ehl-i sünnet âlimi dil uzatmadı.

    5. Başta Peygamber efendimizin kabr-i şerîfleri olmak üzere Eshâb-ı kirâmın, velîlerin, âlimlerin ve sâlih Müslümanların kabirlerinin ziyâret edilmesine karşı çıkmış, bunları şefâate vesîle kılmayı da harâm saymıştır.

    İbn-i Teymiyye bunlar gibi birçok meseleye dâir yanlış ve çirkin sözlerinden dolayı Ehl-i sünnet âlimleri tarafından şiddetli bir şekilde reddedilmiştir. Şifâ-üs-Sikâm fî Ziyâreti-Hayril-Enâm, Şevâhid-ül-Hak, El-Fetâvâ-el-Hadîsiyye, Er-Reddü li-İbn-i Teymiyye, Hidâyet-ül-Hâlik gibi kitaplar onun sapık fikirlerini reddetmek için yazılan kitaplardan bâzılarıdır.

    İbn-i Teymiyye’nin İslâm âlemindeki şöhreti; dindeki büyüklüğünden değil, kendisinden sonra ortaya çıkıp, mezhepsizlik fikrini yaymaya çalışanlar ile, kendi kısa akıllarına göre dinde değişiklik yapmak isteyenlerin sapıklıklarına kaynak olması sebebiyledir. Kendilerine Selefî adını veren mezhepsizlerle, Mısır’da yetişen dinde reformcular ve Vehhâbîler, tuttukları bozuk yoldaki fikirlerine delil olarak yalnızİbn-i Teymiyye ve talebelerinin ileri sürdüğü yanlış görüşleri göstermekte ve ona dayanmaktadırlar. Onun sapık fikirlerini savunanlar, İbn-i Teymiyye’nin kitaplarını, bilhassa Kur’ân-ı kerîme, hadîs-i şerîflere ve icmâ-i ümmete uymayan fikirlerle dolu olan Vâsıta kitabını bastırıp dağıtıyorlar.

    Vâsıta, Kitâb-ül-Arş, Minhâc-üs-Sünne, Es-Siyâset-üş-Şer’iyye, Ziyâret-ül-Kubûr, Fetâvâ, Felsefe-i İbn-i Rüşd İktizâu Sırât-il-Müstekîm, El-Furkân, gibi eserler İbn-i Teymiyye’nin yazdığı kitaplarından bâzılarıdır.

    Sonuç olarak İbn-i teymiyye konusundan çıkaracağımız ders,bir insan ne kadar alim olursa ilim sahibi olursa olsun Allah-ü teala hidayet etmedikçe doğru yoldan ayrılabileceği gerçeğidir.Bunun için rabbimize çokça yalvarmalı,doğru yol olan ehl-i sünnet vel-cemaat yolunda bizi sabit kılması için çok gözyaşı döküp dua etmeliyiz...Measselam.

  • ibni teymiyye

    06.06.2006 - 09:57

    İBN-İ TEYMİYYE

    On üçüncü ve on dördüncü asırlarda yetişen din adamlarından. İsmi Ahmed bin Abdülhalîm bin Abdüsselâm bin Abdullah bin Muhammed bin Teymiyye’dir. İbn-i Teymiyye diye meşhur olmuştur. Künyesi, Ebü’l-Abbâs, lakabı Takıyyüddîn’dir. 1263 (H.661) senesinde Şam civârındaki Harrân’da doğduğu için Harrânî nisbesiyle bilinir. Şam’da, Hanbelî fıkıh ve hadis âlimiydi. Çok kitap yazdı. Şiîleri ve eski Yunan filozoflarını reddetti. Ehl-i sünnete uymayan yazılarından dolayı Mısır’da iki defâ hapsedildi. Şam’daki kalede, hapisteyken hastalanarak 1328 (H. 728) de öldü.

    Moğolların zulmünden kaçan babası, âilesiyle birlikte bugünkü Urfa civârında yerleşti. Harrân’da doğan İbn-i Teymiyye küçük yaşından îtibâren babasından, Zeynüddîn Makdisî gibi zâtlardan Hanbelî fıkhını ve hadis ilmini öğrendi. Tahsilini yirmi yaşındayken tamamladı. 1282’de babasının vefâtı üzerine, yerine müderris oldu. İlminin çokluğuna aldanarak babasının ve hocalarının doğru yolunu bıraktı. Kendi görüşlerini üstün görerek, çeşitli konularda fetvâ ve sözleri ile Ehl-i sünnet îtikâdından ayrıldı. Bozuk fikirleri sebebiyle müderrislik vazîfesinden alınarak Kâhire’ye vâiz tâyin edildi. Yine sapık fikirlerini yaymaya çalışan İbn-i Teymiyye, Kâdıl-kudât Zeynüddîn-i Mâlikî başkanlığındaki Ehl-i sünnet âlimlerinin suâllerine cevap veremeyince, 1305’te hapsedildi. İki sene sonra tövbe edince serbest bırakıldı. Sözünde durmadığı için tekrar hapsedildi. Yine tövbe etti ve tekrar serbest bırakıldı. Bundan sonra Şam’a gelerek orada yerleşti.

    Talâk (boşama) ve Resûlullah’ın kabrini ziyâret husûslarında dört mezhebe de uymayan fetvâlar verdiği ve fetvâsında ısrâr ettiği için, Şam Kalesine hapsedildi. Kısa bir müddet sonra affedilip, serbest bırakıldı. Bozuk fikirlerini ve sapık inanışını yaymaya ve yanlış fetvâlar vermeye devâm ettiği için Şam Kalesinde kendisine bir oda verilerek insanlardan tecrid edildi. Burada bozuk inanışlarını anlatan risâleler yazmaya başladı ise de bundan men edildi. 1328 senesinde yakalandığı hastalıktan kurtulamayıp öldü.

    İyi bir tahsil gören, çok kitap okuyan ve ilim sâhibi olan İbn-i Teymiyye, önceleri Hanbelî mezhebi müderrisliği gibi büyük bir vazîfeyi îfâ etti. Hanbelî mezhebinde olanların sorularına cevap ve fetvâ verdi. Şiîlerin ve Yunan filozoflarının bozuk fikirlerini tenkid etmek için kıymetli kitaplar yazdı. Fakat îtikâdî ve amelî konularda kendi fikirlerini beğenmeye, kendini ve fikirleriniEhl-i sünnet âlimlerinden üstün görmeye başlayınca, Ehl-i sünnet yolundan ayrıldı. Hulefâ-i Râşidîn (dört büyük halîfe) , diğer Eshâb-ı kirâm ve din büyüklerini küfürle ithâm edecek derecede ileri geri sözler sarfetti. İlk Müslümanların, Kur’ân-ı kerîm’e ve hadîs-i şerîflere uyduklarını, sonradan gelen mezheb imâmlarının kendi görüşlerini de işe karıştırdıklarını iddiâ etti. Kendisini zamânının imâmı olarak tanıtmak istedi. Allahü teâlânın ve peygamberlerin sıfatlarını ve tasavvufu inkâr edip, evliyâyı küfürle ithâm etti. Bilhassa İmâm-ı Eş’arî, İmâm-ı Gazâlî ve Muhyiddîn-i Arabî’ye dil uzattı. Kendi düşüncesi hâriç her düşünceyi tenkid etti. Onun bu sapık fikirleri gerek zamânında, gerekse sonra gelen Ehl-i sünnet âlimleri tarafından şiddetle reddedilip, tuttuğu yolun bozukluğunu ispat eden yüzlerce kitap yazıldı. İbn-i Teymiyye’nin fikirlerinin sapıklığını bildiren âlimler arasında, İbn-i Battûta, İbn-i Hacer-i Mekkî, Takiyyüddîn Sübkî, oğlu Tâcüddîn Sübkî, Abdülvehhâb Sübkî, İzzeddîn bin Cemâa, Ebû Hayyân, Zâhid-ül-Kevserî, Yûsuf-i Nebhânî, Muhammed bin Ali Zemlikânî, Abdülvehhâb-ı Şa’rânî, Zeynî Dahlan, İmâm-ı Rabbânî, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, Mustafa Sabri Efendi ve Abdülhakîm Arvâsî gibi sözü senet âlimler zikredilebilir...

  • Dinler Arası Diyalog

    22.05.2006 - 14:54

    ' İnneddine indallah-il islam ' (Allah katında tek din islamdır) ayeti mucibince DİNLER yoktur ki arası olsun...

  • milli gazete

    18.05.2006 - 20:52

    Milli Gazete; onurlu ve olumlu bir kimliktir.
    Milli Gazete; bir simge, bir seviye ve bir mihenktir.
    Milli Gazete; başlı başına bir medresedir, mekteptir.
    Milli Gazete okumak bir ayrıcalıktır, bir Özelliktir.
    Milli Gazete; bir netlik ve mertlik göstergesidir.
    Milli Gazete; birikimdir, bilinçtir, bilgeliktir.
    Milli Gazete; basın bataklığında biten bir güldür, bir güzelliktir.
    Milli Gazete; mağdurların ve tüm mazlumların gözü, kulağı ve dilidir.

    Ey 'entel' geçinen ve 'ene'sine yenilen zavallılar! Sizde safra hastalığı varsa, saf balın günahı nedir?
    Milli Gazete' yi masonlar hazmedemez... Çünkü onların haksızlık ve ahlaksızlık düzenlerini yıkmaya ve sömürü hortumlarını tıkamaya çalışıyor.
    Manukyanlar hazmedemez. Çünkü Milli Gazete, fuhuş mafyasının, genelev patronlarının dünyasını karartıyor.
    Milli Gazete' yi maskaralar içine sindiremez... Çünkü onda sosyete haberleri ve çıplak kadın resimleri bulunmuyor. Tam tersine Bosna Hersek' ten, Filistin'den haber veriyor. Mazlumların feryadını dile getiriyor ve masum insanların uğradıkları vahşetin fotoğraflarım gözler önüne seriyor.
    Milli Gazete' den bir de ucuz kahramanların ödleri patlar, ona sahip çıkamazlar. Zira silik ve kişiliksiz tipler, kimlikleri belirsiz kalsın istiyor. 'İmanda sadece kalp ile tasdik yetmez, dil ile ikrar ve aşikar etmek de: gerekiyor' hikmeti bugün daha iyi anlaşılıyor.
    Peki, size ne oluyor, ey dava adamı geçinen, dertsizler! Ey gayesiz yaşayan gayretsizler! Ey gerçekleri göremeyen bakar körler! Ve de ey 'Milli Gazete' den hoşlanmıyorum' diyen kesimler! Söyleyin, size ne oluyor?
    Hayırlı zatlara hıncı olup ta açığa vuramayanların... Haklı davaya hırsı olup da ortaya çıkamayanların... Fazilet' in yükselişini sindiremeyen ve içine sığdıramayanların... Halkçı geçinip de halkın iktidarına razı olamayanların Milli Gazete' den hoşlanmadıkları anlaşılıyor.
    Ey ayda birkaç milyon liracığına kıyamadığı halde fedakarlık edebiyatı yapanlar! Milli Gazete' den feyzini alan fedakarların sırtından makam sahibi olup ta, Milli Görüş' ün isimsiz kahramanları sayesinde adam sınıfına katılıp ta, şimdi Milli Gazete almaya ve okumaya tenezzül buyurmayanlar. Milli Gazete' ye burun kıvıranlar! ... Ya size ne demeli, size ne etmeli?
    Evet evet, bu bir seviye, bir seciye, bir sicil meselesidir.
    'Madem bu kadar önemli ve özellikli de niye tirajı yükselmiyor? ' diyenlere cevabım ise, önce maalesef bizlerin beyin ve yürek gramajı hala yükselmediği için Milli Gazete'nin tirajı da yükselmiyor, bir. İkincisi ise, bir gazeteye önem ve özellik kazandıran, tirajından ziyade asıl şu hususlardır: 1. O gazetenin neyi temsil ettiği, 2. Ne kadar tesir ettiğidir. Yani bir gazetenin temsil gücü ve tesir gücü (etkinliği) önemlidir.
    İşte Milli Gazete, hem ülkemizde ve yeryüzünde inancımızı iktidara taşıyacak olan muhteşem bir hareketi temsil etmektedir. Hem de her biri binler kıymetindeki insanlara yön vermektedir. Evet, hem etiketi hem de; etkinliği en yüksek gazete; Milli Gazete' dir.
    Ah keşke yeri geldikçe 'hizmet erbabı ve dava adamı' geçinen birilerinin: 'Milli Gazete' den hoşlanmıyorum' gibi talihsiz ve seviyesiz sözlerini duymasaydık. Ve keşke başımıza gelen belaları hak etliğimizi ve kendi kusurlarımızın cezasını çektiğimizi anlasaydık. Evet, bugün millet olarak çektiklerimiz kendi ettiklerimizdir. Anarşi ve terör yüzünden can derdine düşmüşsek, işsizlik, fakirlik ve geçim sıkıntısı içinde kıvranıyor hale gelmişsek; milli menfaatlerimizi ve devlet haysiyetimizi koruyamaz duruma itilmişsek; bütün bunların asıl cevabı Allah'ı unutmamız, Kur'an ahlakını yere atmamız, İslam davasına ve davetine kulak tıkamamızdır.
    Çünkü; 'Bir millet kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez. Allah'la bir kavme (İslam'dan ve insanlıktan uzaklaştıkları için ceza olarak bela ve musibetler gönderip çeşitli) sıkıntı ve kötülükler diledi mi artık onu önleyecek ve geri çevirecek (bir güç) de yoktur.' (Ra'd-11) Öyle ise gerçekten tövbe etmemiz, yeniden durumumuzu düzeltmemiz ve İslam'ın yoluna dönmemiz gerekmektedir. Zira; ' Herkes sadece yaptığının karşılığını görecek, hiç kimseye asla zulmedilmeyecektir.'
    Biz, inandığımız davanın başarıya ulaşması ve insanımızın bugünkü zillet ve rezaletten kurtulması için gerekli gayret ve fedakarlığı gösteremezsek, hele bu mübarek cemaat ve teşkilatı dünyalık makam ve menfaatlere alet edersek, elbette yüzümüz gülmeyecektir. O halde bugün değilse yarın, ama mutlaka sadıklar kazanacaktır. Çünkü: ' Ve'l akibetü lil müttakin ' buyuran ALLAH' tır.

  • alia izzetbegoviç

    10.05.2006 - 15:29

    Begoviç ve ekolü

    Aliya İzzetbegoviç, “Akla göre, zamana göre din” ekolünün temsilcilerindendir. Bu ekolün temsilcileri, aklı ve vahyi aynı derecede mütalaa ederler. Hatta bazan, aklı vahyin önüne çıkartırlar. Bunlara göre, Kur'an belirli bir zamanda ve belirli bir mekanda indi. O zamanın ve mekanın şartlarını veri olarak kullandı. Zamanın ve şartların değişmesi durumunda dini devam ettirmek için yeni hükümler çıkartmak şarttır.

    Nitekim bu ekolün önde gelen temsilcisi Muhammed İkbal, bazı hadislerin tarihsel olduğunu söyler. İkbal’e göre dinin temel amaçları doğrultusunda zamana şartlara göre yeni hükümler konulmalıdır.

    Begoviç'te nakli değil aklı esas alanlardan. Herşeyi kendi aklına, mantığına dayandırmaya çalışıyor: Diyor ki, “Hz. Muhammed mağaradan dönmeye mecburdu. Bu dönüşü olmasaydı Hanif olarak kalacaktı. Fakat döndüğü için İslam'ın resulü olmuştur. Bu, dahili ile harici dünyanın, mistik ile aklın, meditasyon ile eylemin karşılaşmasıydı. İslam mistik olarak başlamıştı, siyasi ve devlet fikri olarak devam etti. Din, gerçekler dünyasına girerek İslam oldu.”

    Görüldüğü gibi hep akıl akıl. Sanki Resulullah efendimiz bütün bunları kendiliğinden yaptı. Sanki vahiy ile yaptırılmadı.

    Begoviç ve diğerleri, kendi akıllarına uygun olarak tasarladıkları sistemi oturtmada, karşılarına yorum yapamayacakları kadar açık bir ayeti kerime engeli çıktığı takdirde, “Tarihsel” yani o gün için geçerli idi; bugün için geçerliliği kalmadı, diyorlar. Nitekim, Begoviç'e göre; Kur'an, evrensel değerlere vurgu yaparak, yeni yorumları zamanın Müslümanlarına bırakmıştır.

    Begoviç’in hayran olduğu Seyyid Kutup ta, tarihsellik ile kafasını bozanlardan. 'Tarihte oluşmuş mezhep ve akımlar bizim için birer veridirler. Gelecek yüzyıllarda yeni mezhep ve akımların oluşması gerekir...' diyor.

    Bu, akla dayalı, felsefi kaynaklı yenilikçilik, reformculuk hareketinin yakın tarihteki belli başlı temsilcileri şunlardır: Mehmet Akif, Sait Halim Paşa, İsmail Hakkı İzmirli, Ömer Rıza Doğrul, Muhammed Abduh, Ali Şeriati, Muhammed İkbal, Fazlur Rahman, Roger Garoudy, Aliya İzzet Begoviç vb. isimler aralarındaki nuanslara rağmen bu çizgiyi temsil etmektedirler.

    Bunlara göre, “İslam'ın emir ve yasakları o zamanın şartlarında o zamanın insanları içindi. Aradan asırlar geçti. Bunun için yeni şartlara göre yeni anlayışlar geliştirmelidir. İslam, her devirde yeni bir dille, kendini yeniden inşa ederek insanların karşısına çıkmalıdır. İslamın her toplumsal ve kültürel ortama uygun bir formu geliştirilmelidir. Bu formu ona verecek olan müslüman ilim adamları, müslüman düşünürler, felsefeciler ve sosyal bilimcilerdir...”

    Bütün bunlar, vahyi, nakli bir tarafa bırakıp, zamana akla dayalı bir din arayışlarını dile getiren sözlerdir. Dikkat ederseniz, Begoviç ve diğerleri hep akıl üzerinde duruyorlar. Vahiyden, nakilden bahsetmiyorlar. Bunun sebebi şu: Çünkü, vahyin bildirdikleri kesin olarak bellidir. Günümüze kadar nakil yolu ile gelmiştir. Bunu yıkmadıkları takdirde, kendi kafalarından yorum getirip dinde reform yapamayacaklardır. Bunun için, hep akıl üzerinde duruyorlar, aklı ön plana çıkartıyorlarlar. İş akla kalınca da, insan sayısı kadan inanış ortaya çıkacağı için, din diye bir şey kalmayacak ortada! .. Varmak istedikleri son nokta da bu zaten! ..

  • aliya izzet begoviç

    10.05.2006 - 15:27

    İZZETBEGOVİÇ’İN DİN ANLAYIŞI

    Vefatının ardından Aliya İzzetbegoviç için günlerce yazıldı. “Kör ölünce badem gözlü olur” ata sözünün ne kadar doğru, isabetli olduğuna bir kere daha şahit oldum. Ayrıca Ehli sünnetin ne kadar garip kaldığını gördüm. Herkes Begoviç’i övme yarışına girdi. Reformistlerin, yenilikçilerin övmelerini anlıyorum. Tabii ki kendi görüşlerinde, düşüncelerinde olan Begoviç’i övecekler. İşin garibi dinde reforma karşı olan kimseler de bu yarışa katıldı. Bu adam kimdi, neler yaptı, neler yapmak istedi? Sorularının cevabı araştırılmadan yazıldı, çizildi...

    Haydi size göre bazı övülecek tarafları vardı diyelim; “Ancak..” kelimesi ile başlayıp, Begoviç’in, reformist fikirlerine, dinin akla, zamana göre yorumlanması düşüncelerine katılmıyorum, denilemez miydi? Önce, “Merd-i kıpti... “ deyimini hatırlatarak hayranları Aliya İzzetbegoviç için ne demişler ona bir bakalım:

    “Begoviç, Muhammed İkbal hayranıydı. Pakistan İslam Cumhuriyeti'nin kurulması genç Begoviç'i çok heyecanlandırmıştı; bu önemli hadiseden sonra Mevdudi'nin kitaplarıyla tanışmış, ondan çok etkilenmişti. Begoviç'i derinden etkileyen bir başka isim Muhammed Hamidullah'tır.”

    Begoviç, yukarıda ismi geçen, çok etkilendiği reformcular gibi kendi aklına göre bir İslamı savunuyordu. Bunun için İslamın zamanımıza göre yeniden yorumlanması, reforma tabi tutulmasında örnek alınacak kitaplar, şahsiyetler arasında Begoviç’in kitapları da bulunuyor. Yandaşlarının bununla ilgili tespitleri:

    “Aliya İzzetbegoviç’in ‘Doğu-Batı Arasında İslam’ adlı eseri, Muhammed İkbal’in İslam Düşüncesinin Yeniden İnşaası, Mevdudi’nin, Ali Şeriati’nin bütün eserleri bu bağlamda anılabilir.”

    “İzzetbegoviç, ‘Doğu ile Batı Arasındaki İslam’ isimli kitabında, kendine mahsus düşünceler ortaya atan ve İslam düşüncesini çağdaş döneme taşıyan bir ‘feylesof’ tur. Örneğin, İslam ile demokrasinin bağdaşabilirliğinin en önemli ip uçları o kitapta mevcuttur. İslam pratiği ile Anglo-Sakson düşünce kalıbı arasındaki çarpıcı benzerlikler, sadece o kitapta ortaya konmuştur.”

    “İzzetbegoviç’in İslam düşüncesine katkısı ile Prof. Fazlurrahman’ın düşünceleri arasında önemli yakınlıklar bulunuyor.” “Pakistanlı Muhammed İkbal Doğu İslamının, İzzetbegoviç Batı İslamının simgesidir'

    'Begoviç, Batı ile Doğu dünyalarının kesişme çizgisinde yaşayan ve her ikisine de aidiyet hisseden, Müslüman bir entelektüeldi, filozoftu... 'Doğu ile Batı Arasında İslam' onun temel konusuydu. Eserlerinde Kuran, İncil ve Tevrat'tan ayetler, Aristo, İbn Rüşd, Milton, Marcel Proust ve totalitarizmin büyük eleştirmeni George Orwell'e kadar çok zengin kaynaklar görürsünüz.”

    Bozacının şahidi şıracıdır, derler ya. Bütün bu övgülerden sonra, Begoviç’in nasıl biri olduğu anlaşıldı herhalde. Burada dikkatinizi bir hususa çekmek istiyorum. Begoviç’in hayranlık duyduğu, rehber edindiği Fazlurrahman, Muhammed İkbal, Mevdudi, Hamidullah gibi kimseler; Batı’nın yetiştirdiği dolayısıyla, Batılı gibi düşünen, İslama müsteşrik gözü ile bakan, Batı’nın yönlendirdiği dolayısıyla onların menfaatleri doğrusunda çalışan reformcu kimselerdir. Begoviç de bu ekiptendi.

    Batı, bu tür adamları önce meşhur eder, kahramanlaştırır. Sonra da sinsi emellerine ulaşmada bunları vasıta yapar. Maksatları, İslamda yenilik, Modernlik adı altında dini bozmak ve siyasi amaçlarına bunları alet etmek. Ayrıca, Bosna- Hersek’te 250 bin Müslüman katledildi. Şimdi Müslümanlar Bosna’da öncekinden daha iyi bir durumda mıdırlar? Ne gezer. Hem 250 bin kişi gitti, hem de önceki ağırlığı kalmadı. O zaman bu nasıl kahramanlık, nasıl “Bilge Krallık! ”

  • imam-ı gazali

    09.05.2006 - 22:40

    İmam-ı Gazali’ye neden düşmanlar?
    Bu sorunun cevabına geçmeden önce, Gazali düşmanlarının bir tahlilini yapmak lazım. Dikkat edilirse bunlar, İslamiyeti kendi kafalarına göre yorumlamak isteyen; kısa akıllarına göre dine ilaveler çıkarmalar yaparak ismi “İslam” olan fakat gençek islamla ilgisi olmayan yeni bir din kurmak isteyenlerdir. Veya alt yapısı müsait olmadığı, dine ait temel bilgilerden yoksun oldukları için bu tür art niyetli kimselerin oyununa gelen kimselerdir.

    İşte, imam-ı Gazali hazretleri bu inançsızlık yolunu kapadığı için ona düşman oldular. İmam-ı Gazali bu tehlikeli yolu öyle sağlam engellerle kapatmış ki on asırdır bu yolu açamak için zorluyorlar. İtiraf edelim ki otoban olarak olmasa da stabilize yol olarak geçiş yapabilecek hale getirdiler. Nihai hedefleri otoban haline getirmek.

    İmam-ı Gazali hazretlerinin savunduğu doğrular neydi, bunun karşısında olan felsefecilerin yanlışları neydi, şimdi de biraz bunun üzerinde duralım:

    İmam-ı Gazali hazretleri bir ehli sünnet âlimi idi. İlimde tek ölçüsü vahye dayalı nakil bilgileri idi.Yani Cenab-ı Hakkın, Muhammed aleyhisselam ile bildirdiği bilgilerdi. Gazaliye göre daha doğrusu dinimize göre, bu bilgiler herşeyin üzerinde idi. Başta akıl olmak üzere diğer bilgi kaynakları buna uygun ise bir değer ifade ederdi; uygun değil ise hiçbir kıymeti yoktu.

    İmam-ı Gazali hazretlerine karşı olan felsefeciler ise aklı esas almışlardı. Başta Kur’an-ı kerim ve Rusulullahın bildirdikleri olmak üzere herşeyi akıl süzgecinden geçiriliyor, akla uygun değil ise kabul görmüyordu. Bunlarla ilgili bir-iki örnek verecek olursak:

    Mesela, Müslümanlara, (yahudilere ve nasârâya ve mecûsîlere) göre, varlıkların maddeleri de, sıfatları da hâdistir. Yani bunlar yok iken sonradan yaratıldı. Sonunda yine yok edileceklerdir. Ezeli ebedi değildirler. Ebedi ve ezeli olan sadece Cenab-ı Haktır.

    Aristoya ve onun yolunda olan Fârâbî, İbni Sînâ felsefeciler bunu akıl ile anlayamadıkları için, cisimlerin maddeleri de, sıfatları da kadîmdir. Yâni ezelîdir, hep vardır dediler. Bu sözün yanlış olduğunu, bugün modern kimya bilgisi kesin olarak bildirmektedir. Böyle bir inanç küfürdür.

    Aklı yaratan Allahü teâlâdır. Yaratanı bırakıp aklı esas almak, aklı ilahlaştırmak en büyük akılsızlıktır. Felsefenin tek dayanağı akıldır. Fakat, gerek zamanla tecrübî bilgilerin değişmesi ve gerekse bir başka insanın aklının bir önceki filozoftan daha farklı bir yapıya sâhib olması sebebiyle kurdukları felsefik sistemler şu veya bu oranda ve bâzan tamâmen değişmiştir.

    Böylece ortaya çıkan çeşitli felsefe okulları birbirini devamlı reddetmişlerdir. Felsefecilerin tek bildiği, hakikati, tekte değil, çokta; nihâyet hakta değil, bâtılda aramanın sanatıdır.Ancak bunlar akılları ile her şeyi çözmeye çalıştıkları için bir sonraki filozof, bir öncekini kötüleyerek yükselmektedir.

    Peygamberlerin, aklın dışında ve üstünde bulunan sözlerini, akla danışmaya kalkışmak, akla aykırı bir iş olur. Gecenin koyu karanlığında bilinmiyen yerlerde, pervâsızca yürümeye ve engin denizde, acemi kaptanın, pusulasız yol almasına benzer ki, her ân uçuruma, girdâba düşebilirler.

    Nitekim, felsefeciler ve tecrübeleri hayâlleri ile îzâha kalkışan maddeciler, akılları dışında bulunan sözlerinin çoğunda yanılmış, bir yandan birçok hakîkatleri meydana çıkarırken, bir taraftan da, insanların saadet-i ebediyyeye kavuşmalarına mani olmuşlardır.

    Yunan, Hind, Fars, Latin felsefelerinden ilhâm alan, İbni Sînâ, Fârâbî, İbni Tufeyl, İbni Rüşt, İbni Bâce gibi filozoflar zuhûr ederek, bazı bilgilerde Kur'an-ı kerimin hak yolundan ayrılmışlardır. Örneğin, İbni Sina, Muad kitabında Kıyamette dirilmeği inkar etmektedir. İbn-i Tufeyl ise öldükten sonra dirilmeye inanmamakla birlikte ilk insanın Âdem aleyhisselâm ile hazret-i Havvâ’dan çoğaldığını kabul etmemektedir.

    Bu ve buna benzer inançlarından dolayı, felsefecilerin bütün fikirlerini incelemiş olan İmam-ı Gazali ve İmam-ı Rabbani gibi İslam büyükleri bunların imanlarını kaybettiklerini küfre düştüklerini bildirmişlerdir

  • Dinler Arası Diyalog

    09.05.2006 - 21:34

    Diyalog ve emri maruf - nehyi münker:

    İslâmiyette, iyilikleri yayıp, kötülüklere mani olmanın önemi büyüktür. İslâmiyeti ayakta tutan budur. Din-i islâmın temeli, imânı, farzları ve haramları öğrenmek ve öğretmektir. Allahü teâlâ, Peygamberleri bunun için göndermiştir. Gençlere bunlar öğretilmediği zaman, islâmiyet yıkılır, yok olur. Allahü teâlâ, müslimânlara “Emr-i ma’rûf” yapmağı emirediyor. Yani, benim emirlerimi bildiriniz, öğretiniz diyor ve “Nehy-i anilmünker”i emrediyor. Yani, yasak ettiğim haramları bildiriniz ve yapılmasına râzı olmayınız, diyor.

    Kur’an-ı kerimde buyuruluyor ki:

    “Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah'a inanırsınız. Ehl-i kitap da inansaydı, elbet bu, kendileri için çok iyi olurdu.” (Ali imran-110)

    “Namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış, başına gelenlere sabret. Doğrusu bunlar, azmedilmeye değer işlerdir.” (Lokman-17)

    Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyuruyor ki.

    “Büyüğünü saymıyan, küçüğüne merhamet etmiyen, emr-i maruf ve nehy-i münkerde bulunmıyanlar bizden değildir.” (Tirmizî)

    “Bütün ibâdetlere verilen sevap, Allah yolunda gazâya verilen sevâba göre, deniz yanında bir damla su gibidir. Gazânın sevâbı da, emr-i ma’rûf ve nehy-i anilmünker sevâbı yanında, denize nazaran bir damla su gibidir”. (Deylemî)

    “Allahü teâlâ, bir meleğe, bir kasabanın altını üstüne getirmesini emreder. O melek, bu kasabada hiç günah işlemiyen bir zatın da olduğunu, o zatı kurtarıp kurtarmıyacağını suâl edince, Cenab-ı Hak, 'Bütün şehir halkı ile onu da alt üst et! Çünkü o zat, bana isyan edenlere karşı yüzünü ekşitmemiştir' buyurdu.” (Beyhekî)

    “Birbirinize müslümânlığı öğretiniz. Emr-i ma’rûfu bırakır iseniz, Allahü teâlâ, en kötünüzü başınıza musallat eder ve düâlarınızı kabûl etmez”. (Bezzar)

    İslamiyet günümüze kadar, emri maruf sebebiyle gelmiştir. Bir din öğretilmezse, öğreten bulunmazsa yok olmaya mahkumdur.

    Vatikan bunun üzerinde çok duruyor. “Diyolag” vasıtasıyla emr-i marufu yok etmek istiyor. İnsan kendi dinini niçin yaymaya çalışır? Kendi dininin doğru, diğerlerinin yanlış olduğuna inandığı için. Diğer dinler de doğru kabul edilirse, o zaman niçin kendi dinini yaymaya çalışsın?

  • incil

    09.05.2006 - 21:21

    İncildeki ilk tahribatı Yahûdî olan Bolüs sinsice yaptı. Daha sonra, Yunancaya ve Lâtinceye çevrilirken Putperest Romalılar ve Yunanlılar kendi inançları doğrultusunda değişiklik yaptılar. İncil’deki tek Allah inancının üçe çıkarılmasında, Yunanlıların Eflâtun felsefesinin büyük etkisi oldu.
    Ayrıca İncil’in en eski şekli olan İbrânice nüshası başka dillere yanlış tercümeler ile aktarıldı. Mesela, İbrânicede “Baba” kelimesi yalnız bir çocuğun kendi babası değil, aynı zamanda “hürmete değer büyük bir şahsiyet” mânâsına gelmesine rağmen, bu mana verilmedi.
    Bunun gibi “Oğul” kelimesi de İbrânicede çok kereler bir şahsın rütbece ve yaşça kendisinden daha küçük olan, fakat kendisine son derece bir sevgi ile bağlı bulunduğu bir şahsı tasvir etmek için kullanılmaktadır. İncildeki, “oğul” kelimesi, “Allah’ın sevgili kulu” mânâsına gelmesine rağmen bu manada kullanılmadı.
    Bütün bunlara rağmen bugünkü İncil’in bile birçok yerlerinde Allah’ın tek olduğu, Îsâ aleyhisselâmın ise bir “Peygamber” olarak gönderildiği yazılıdır. Bunların bir kısmı şöyledir:
    Markus (12:30) : Allahımız tektir. Tesniye (4:25) : Yalnız bir Allah olup, ondan gayrisi yoktur. Îsâ’ya (45:5) : Rab benim, benden gayri ilâh yoktur. Yuhanna (5:3) : Îsâ dedi ki, ben kendiliğimden bir şey edemem, işittiğime (yâni bana verilen vahye) göre hüküm ederim. Kendi irâdemi (bir şeyi yaptırmak arzusu) değil, ancak beni gönderenin (yâni Allah’ın) irâdesini ararım.
    (Matta 27:57) : Îsâ aleyhisselâm onlara; “Peygamber, kendi vatanından ve evinden gayrı yerlerde de îtibârsız değildir.” dedi. (Yuhanna 8: 26-27) : Beni gönderen Allah’tır. Ben dünyâya ancak O’ndan işittiklerimi söylerim.
    Bütün bu cümleler bugün Hıristiyanların elinde bulunan İncil’den alınmıştır. Yâni ne kadar değiştirirlerse değiştirsinler, hâlâ İncil’de muhakkak hakîki İncil’den kalma doğru sözler bulunmaktadır.
    Mızrak çuvala sığmıyor. İnsaf sahibi Batılı ilim adamları da bugünkü İncillerin gerçek İncil ile ilgilerinin olmadığını bildiriyorlar:
    Moody İncil Enstitüsünden Dr. Graham Scroggie, “İncil, Allah Sözü müdür? ” adlı kitabının 17. sahifesinde diyor ki: “Evet, İncil insan eseridir. Bazı kimseler, neden olduğunu anlamadığım sebeplerden ötürü, bunu inkâr etmektedirler. İncil, insanların dimağında teşekkül etmiş, insanlar tarafından insan dili ve insan eli ile yazılmış ve tamamiyle insan karakteri taşıyan bir eserdir.”
    Başka bir din adamı Kenneth Gragg, Hıristiyan olmasına rağmen, şöyle demektedir: İncil’in Ahd-i Cedîd kısmı, Allah sözü değildir. Burada doğrudan doğruya insanların anlattıkları hikâyeler, herhangi bir işin nasıl yapıldığını gören insanların görgü şâhitliği vardır. Sırf insan sözü olan bu kısımlar Kilise tarafından insanlara Allah sözüymüş gibi nakledilmektedir.”
    Teolog Prof. Geyser: “İncil’in tamâmı Allah kelâmı değildir.” demektedir.
    İncil’de yazılı hususlara, bilhassa,“Allah, oğul ve rûhülkudüs” gibi üçlü tanrıya inanmayan papalar bile ortaya çıkmıştır. Bunlardan biri olan Papa Honorius, üçlü tanrıyı katiyetle reddettiği için ölümünden 48 sene sonra İstanbul’da toplanan Sinod (Papazlar Heyeti) tarafından resmen lânetlenmiştir (Sene M. 680) .
    Fransa’da yayınlanan L’Evenement Du Jeudi dergisinin Temmuz-1993 sayısında da bugünkü İncillerin sahte olduğu belirtilerek deniliyor ki: “Gerçek İncil’i artık açıklama zamanı geldi... Ancak, bazı güçler, Hıristiyan ve Yahudi medeniyetlerini kökünden sarsacağı için gerçek İncil’i açıklamıyorlar.” Zaman zaman yapılan bu ve benzeri açıklamalar bugünki mevcut incillerin gerçek incil olmadığının delilleridir.

    İnciller içinde doğruya en yakın olanı, “Barnabas” incilidir

  • Dinler Arası Diyalog

    09.05.2006 - 21:15

    NESL-İ CEDİD lakaplı arkadaşın dikkatine:

    DİNLERARASI DİYALOGTA NİHAİ HEDEF:

    “Dinlerarası diyalog, Kilise'nin bütün insanları Kilise'ye döndürme amaçlı misyonunun bir parçasıdır... Bu misyon aslında Mesih'i ve İncil'i bilmeyenlere ve diğer dinlere mensup olanlara yöneliktir. “

    'Birinci bin yılda Avrupa Hıristiyanlaştırıldı. İkinci bin yılda Amerika ve Afrika Hıristiyanlaştırıldı. Üçüncü bin yılda ise Asya'yı Hıristiyanlaştıralım.' (Papa II. Paul)

    'Diyalogdan söz ettiğimizde, açıktır ki, bu faaliyeti, Kilise şartları çerçevesinde misyoner ve İncil'i öğreten bir cemaat olarak yapıyoruz. Kilise'nin bütün faaliyetleri, üzerinde taşıdığı şeyleri yani Mesih'in sevgisini ve Mesih'in sözlerini nakletmeye yöneliktir. Bu sebeple diyalog, Kilise'nin İncil'i yayma amaçlı misyonunun çerçevesi içinde yer alır.' (Pietro Rossano -Vatikan Konsil sekreteri)

    'Bütün insanlar Hz. İsa’ya döndürülmeli, bütün insanlar vaftiz olarak Kilisede birleşmeli ve onun vücudu olan Kiliseye girmelidir. Yollar, usuller, metotlar değişir; ama hedef hiç değişmez: Bütün insanları Hıristiyanlık dinine sokmaktır nihaî maksadımız'. (Towards a pastoral approach to culture - Vatikan yayını)

    NOT: Dolunay rumuzlu arkadaşa teveccühlerinden dolayı teşekkür ediyorum...

  • Dinler Arası Diyalog

    09.05.2006 - 20:34

    Dinlerarası diyaloğu destekleyen bazı yontulmamış keresteler bu yazıyı ön yargısız olarak akl-ı selim ile insaflı bir biçimde okusunlar...


    SELÂM, hidâyete tâbi’ olanlara olsun! ... Bundan sonra: Hakkımdaki şikâyetleriniz ve sızıltılarınız kulağıma geldi. “Bu adam bizimle niçin uğraşıyor? Biz diyalog ve hoşgörü yapıyorsak onun buna karışmaya hakkı var mı? Herkes kendi yolunda gitsin, o bize karışmasın, biz ona karışmayalım...” şeklinde konuşuyormuşsunuz.
    Derim ki:
    Diyalog ve hoşgörü konusu bir Müslüman olarak beni çok yakından ilgilendirmektedir. Böyle bir konuda susmam mevzuubahis olamaz. Çünkü mesele şahsımla değil dinimle alakalıdır.
    Sizler, yani Diyalogcular ve Hoşgörücüler 14 asır boyunca görülmemiş bir bid’at çıkartmış bulunuyorsunuz.
    Diyalog ve hoşgörü doktrini, ideolojisi veya akımı:
    – Kur’ân’a aykırıdır.
    – Sünnete aykırıdır.
    – Ondört asırlık icmâ-i ümmete aykırıdır.
    – İslâm dininin usûlüne (temellerine, asıllarına, zarurî hüküm ve ilkelerine) aykırıdır.
    – Tevhid’e aykırıdır.
    Benim böyle bir durumda susmam mümkün değildir.
    En uygun şekilde tenkit etmem, uyarmam gerekmektedir.
    Sizler “Âmentüde Ehl-i Kitab ile İttifakımız Var” diyorsunuz. (Bu başlıkla 17 Nisan 2000 tarihinde bir İstanbul gazetesinde çıkan yazı.) Bu iddia temelden yanlıştır, çürüktür.
    Ehl-i Kitab ile Allah’a iman konusunda aramızda çok derin ihtilâf vardır. Tevhid inancı ile Teslis akidesi birbiriyle asla bağdaşmaz. Siz nasıl olur da Allah’a iman konusunda onlarla aramızda ittifak vardır diyebiliyorsunuz? Sadece “Allah’a inanıyorum” demekle iş biter mi? Eski cahiliye Arapları hem Allah’a inanıyorlar, hem de putlara tapıyorlardı. Hindistan’daki Mec’usîlerin on bine yakın put-tanrısı vardır. Onlar da Allah’a inanıyorlar. Allah’a hakkıyla, dosdoğru inanmak ancak ve ancak Muhammed Mustafa aleyhissalâtü vesselâmın getirdiği İslâm dininin itikad hükümlerini kabul etmekle olur.
    “Üzeyr Allah’ın oğludur...”, “İsâ Allah’ın oğludur ve tanrıdır...” diyenlerle kesinlikle ittifakımız olamaz. Böyle iddialar küfürdür.
    Yine diyorsunuz ki, “Onlar da Peygamberlere inanıyor, biz de inanıyoruz. O halde peygamberlik konusunda da onlarla ittifakımız vardır...” Bu iddia da yanlıştır, bâtıldır. Ehl-i Kitab’ın bir kısmı Hazret-i İsa’ya ve Hazret-i Muhammed’e inanmıyor. Bir kısmı ise Hazret-i Muhammed’e inanmıyor. Peki, bu durumda onlarla aramızda nasıl ittifak oluyor.
    Siz şaşırdınız mı ki, “Hazret-i Muhammed’i yalanlayan inkârcılarla ittifak halindeyiz” diyorsunuz?
    Peygamberlere imanın tam ve sahih olması için BÜTÜN Peygamberlere iman etmek gerekir. Böyle bir iman sadece Müslümanlarda vardır. Ehli Kitap en son ve en büyük Peygamberi inkâr etmektedir. Kendi kitaplarında onun geleceğine dair bunca işaret bulunmasına rağmen.
    Siz “Ehl-i Kitab ile ilahî kitaplar konusunda ittifak halindeyiz...” diyorsunuz. İnsanın bu söz karşısında dili tutuluyor. Siz nasıl böyle bir iddia ile ortaya çıkabilirsiniz? Onlar Kur’ân-ı Kerim’i inkâr ediyorlar, “Kur’ân ilahî kitap değildir, uydurmadır” diyorlar ve siz hâlâ ittifaktan bahs ediyorsunuz.
    Mısır’daki Sağır Sultan bile duydu, elbette siz de duymuşsunuzdur. 11 Eylül’de İkiz kulelerin yıkılması hâdisesinden sonra Amerikalı Protestan papazlarının ileri gelenlerinden biri Peygamberimiz için “O bir teröristtir” hakaret ve hezeyanını savurdu. Soruyorum: Siz bu agresif ve Ebû Cehil tabiatlı adamla ittifak halinde misiniz, onun bu sözünü doğru buluyor musunuz?
    Hayır, bin kere hayır! Maalesef Ehl-i Kitab ile aramızda ittifak değil, ihtilaf vardır.
    Biz Müslümanlar BÜTÜN Peygamberlere inanıyoruz.
    Biz Müslümanlar Peygamberler hakkında nezih ve temiz inanışlara sahibiz. Onlar gibi “Hazret-i Lût’un iki kızı babalarını sarhoş ettiler ve onunla yatıp gebe kaldılar” demiyoruz. Biz Hazret-i Süleyman’ın hâşâ âhir ömründe putperest olup putlara taptığını iddia etmiyoruz. Biz Hazret-i Davud’un, karısı ile yatmak için Urya’yı savaşa gönderip öldürttüğü gibi çirkin bir iddia ileri sürmüyoruz.
    Biz Müslümanlar Tevhid inanışına sahibiz. Allah’ın bütün kemâl sıfatlarla sıfatlı olduğunu ve noksan sıfatlardan münezzeh bulunduğuna inanıyoruz.
    Biz Allah’ın Musa ve İsa Peygamberlere (ikisine de selam olsun) Tevrat ve İncil adında iki kutsal kitap göndermiş olduğuna iman ediyoruz.
    Siz nasıl olur da Allah’a oğul isnad edenlerle, Hazret-i Muhammed’i yalanlayanlarla, Kur’ân’a düzmece kitap diyenlerle, İslâm’a uydurma din diyenlerle bir olabiliyorsunuz. Gerekçelerinizi anlatın bize. Kendinizi müdafaa edin. Tabiî edebilirseniz...
    Sizi tenkit etmek, sizi uyarmak, Müslümanları uyarmak bizim için zarurî bir vazifedir. Bırakalım ne yaparlarsa yapsınlar dememize imkân yoktur.
    Sizi tenkid etmek ve uyarmak bir “Emr bi’l-mâruf ve nehy ‘ani’l-münker” vazifesidir. Bunu terk edersek günahkâr oluruz, sorumlu oluruz.
    Hem bu din kumaş, siz makas değilsiniz ki, 14 asırdır olmayan bir bid’ati çıkartacaksınız da biz susacağız.
    Ey Hoşgörü ve Diyalog taraftarları! Sizi bütün milletin dinleyeceği bir açık oturuma dâvet ediyorum.
    Bu açık oturum bîtaraf bir televizyon kanalında yapılacak ve yine bîtaraf ve ciddî bir sunucu tarafından idare edilecektir.
    Açık oturumda üç Ehl-i Sünnet âlimi, üç de Diyalogcu ve Hoşgörücü bulunacaktır. Gündemde şu sorular bulunacaktır.
    1. Allah’a inanç konusunda Ehl-i Kitab ile aramızda ittifak mı vardır, yoksa derin bir ihtilâf ve uçurum mu vardır? Tevhid ile Teslis bağdaşır mı?
    2. Peygamberlere ve Son Peygamber Muhammed aleyhissalatü vesselama iman konusunda onlarla aramızda ittifak mı vardır, yoksa ihtilaf ve uçurum mu vardır?
    3. İlahî kitaplar ve Kur’ân-ı Kerim konusunda onlarla ittifak halinde miyiz, yoksa ihtilaflı mıyız?
    4. Din konusunda aramızda ittifak mı vardır, ihtilaf mı?
    İsmini vermek istemediğim İstanbul gazetesinde o yazının yayınlanmasından bu yana beş sene geçti ve herhangi bir düzeltme yapılmadı. Demek ki, Sizler o yazının içeriğini (muhtevasını) aynen kabul ediyorsunuz.
    İslâm dini kimsenin babasının malı değildir. Hiçbir cemaatin, zümrenin fırkanın, hizbin Kur’ân’a, SÜNNETE, İCMÂ-İ ÜMMETE aykırı bir iddiada bulunmaya hakkı yoktur.
    Biz Müslümanların vazifesi Diyalog ve Hoşgörü yapmak değil, TEBLİĞ VE DÂVET yapmaktır.
    Diyalog ve hoşgörü konusunda çok garip rivayetler gelmektedir kulağımıza:
    * Bu işin Vatikan’dan çıktığı söyleniyor.
    * Bu meselenin arkasında agresif misyonerlerin ve Siyonistlerin olduğu iddia ediliyor.
    * Bunun, Büyük Ortadoğu Projesi’nin bir parçası olduğu hakkında rivayetler var.
    * Bu iş için Haçlıların ve Siyonistlerin büyük paralar harcadığı ve dağıttığı söyleniyor.
    * Hazret-i Peygambere “O bir teröristtir” diyenlerin Müslümanların başına, kendi emellerine hizmet edecek “evcil” bir halife getirmek istedikleri rivayet ediliyor.
    Diyalog ve Hoşgörü faaliyet ve propagandalarına paralel olarak “Ehl-i Kitab da Cennette girecektir...” şeklinde yoğun bir propaganda başlatılmıştır. Bu iddia temelden yanlıştır, bâtıldır. Bir kimseye Hazret-i Muhammed’in risâleti haberi ulaşmış olsa, o kişiye İslâm, Kur’ân, Tevhid anlatılmış olsa ve bu kişi bunları inkâr ve reddetse o kesinlikle cennetlik olamaz.
    Böyle bir iddia Kitabullah’a, Resûlün Sünnetine, İslâm’a aykırıdır.
    Fetret devrinde bir kişi Lâ ilahe illallah derse o kişi muvahhid olur ve cennete girebilir ama Hazret-i Muhammed’in peygamberliğini ve dinini duymuş ve öğrenmiş olan bir kimse bu inancı inkâr ederse cennete giremez.
    Birtakım Diyalogcular, Hoşgörücüler, Reformcular, Dinde Yenilikçiler, Dinde Değişim taraftarları bu inançları ile sanki yeni bir din çıkartmış olmaktadır.
    “Biz Müslümanız” demekle iş bitmiyor. Hindistan’da zuhur eden yalancı PeygamberMirza Gulam Ahmed de Ben Müslümanım diyordu ve O’na tâbi olanlar da Müslüman olduklarını iddia ediyordu. Ama değildiler. Çünkü, İslâm’ın bin zarurî hükmünden 995’ini kabul etmiş olsalar, beşini etmeseler Müslüman sayılmazlar. Onlar Mirza Gulam Ahmed Kadiyanî’nin nebi olduğunu, kendisine çeşitli dillerle ilahî vahiy geldiğini iddia ediyorlar, İngilizlerin menfaatine İslâm’ın cihad farizasının kalktığını söylüyorlardı. Bu yüzden Hindistan ulemasının fetvasıyla Müslüman olmadıklarına dair karar verilmiştir. Namaz kılsalar da, oruç tutsalar da, hacca gitseler de...
    Ey Diyalogcular ve Hoşgörücüler!
    Kendinize güveniyorsanız teklif ettiğim açık oturumu kabul ediniz.


    Mehmet Şevket Eygi

  • tv 5

    09.05.2006 - 12:43

    Bence türk kanallarının içinde en şuurlusu ve en gerçekçisi...

  • saadet partisi

    09.05.2006 - 01:02

    Türkiye'nin tek kurtuluş ümidi....

  • ahmet necdet sezer

    07.05.2006 - 13:41

    Mason olma ihtimali son derece yüksek olan islam düşmanı zat...

  • mevlevilik

    06.05.2006 - 01:28

    Bektaşi nin küfrü ve Mevlevi nin kibri olmasaydı...

  • allah (c.c)

    06.05.2006 - 01:20

    Allaha malik olan neden mahrumdur; Allahtan mahrum olan da neye malik...?

  • hz.isa

    04.05.2006 - 12:11

    Bakın, Hz.İsa'ya peygamberliği zamanında kendisinden sonra son peygamberin geleceği (ki kendisi ile bizim peygamberimiz hz.Muhammed arasında yaklaşık 600 yıllık bir zaman dilimi vardır.) ve bu peygamberin ümmetinin, kendisinin ve diğer peygamberlerin ümmetlerinden çok daha faziletli, çok daha üstün olacağı Allah tarafından bildirilince İsa (a.s) bu ümmetten olmayı çok arzuladı ve Allah'a bu ümmetten olabilmek için dua etti.Allah da onun bu duasını kabul ederek onu, zamanı geldiğinde (yani kıyamete yakın) yeryüzüne göndermek için göğe kaldırdı.

    İşte hz.İsa kıyamete yakın yeryüzüne tekrar geldiği vakit, kendi dini üzere değil peygamberimizin dini üzere yani islam dini üzere ibadet edecek.Dolayısıyla peygamber olmasının yanı sıra hz.Muhammed in ümmetinden biri olma şerefine ve üstünlüğüne erecek.Kendilerini İsa ya bağlı gören basiret sahibi hıristiyanlar kendisinin gerçek hz.İsa olduğunu anladıkları zaman ona uyup tabi olacaklardır.yani hıristiyan olarak kalmıyacaklar müslüman olacaklar demektir bu.Çünkü yukarıda da dediğim gibi İsa (a.s) islam dininin esaslarına göre yaşayıp, ibadet edecek kuvvetli bir rivayete göre de hanefi mezhebinden olacaktır.Daha sonra çeşitli kaynaklarda evleneceği,çocuklarının olacağı, 40 sene yada daha fazla yaşayıp vefat edeceği bildirilmektedir.

    Sonuç olarak hz.İsa nın yeryüzüne tekrara gelişi ile bu anlattıklarımdan dolayı kendisine uyan, tabi olan bir topluluk ortaya çıkmış olacak ve bu topluluk da kıyamete kadar inkar edenlere üstün kılınacaktır.(yine de en doğrusunu Allah bilir)

  • hz.isa

    03.05.2006 - 19:53

    Hz. İsa'nın yeryüzüne ikinci kez geleceği konusu Kuran'da çok açık olarak bildirilmiştir. Kuran'da bildirilen bu deliller şu şekildedir:

    1. Delil

    Hz. İsa'nın ikinci kez yeryüzüne ineceğine dair işaretler taşıyan ayetlerden ilki Al-i İmran Suresi'nin 55. ayetidir:

    Hani Allah, İsa'ya demişti ki: 'Ey İsa, doğrusu seni Ben vefat ettireceğim ve seni Kendime yükselteceğim, seni inkar edenlerden temizleyeceğim ve sana uyanları kıyamete kadar inkara sapanların üstüne geçireceğim. Sonra dönüşünüz yalnızca Banadır, hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyde aranızda Ben hükmedeceğim. (Al-i İmran Suresi, 55)

    Ayetteki 'sana uyanları kıyamete kadar inkara sapanların üstüne geçireceğim' ifadesi dikkat çekicidir. Kuran'da kıyamete kadar inkar edenlere üstün olan ve Hz. İsa'ya gerçekten tabi olan bir grubun varlığından söz edilmektedir. Peki kimdir bu tabi olanlar? Hz. İsa döneminde yaşayan havariler mi, yoksa günümüzde yaşayan Hıristiyanlar mı?

    Hz. İsa Allah Katına yükselmeden önce ona uyanların sayısı çok azdı. Ve onun dünyadan ayrılmasının ardından da hızla dinde bozulma başladı. Ayrıca havariler, ciddi bir baskı altında yaşamak zorundaydılar. Sonraki iki yüzyıl boyunca da, Hz. İsa'ya iman edenler aynı baskılara maruz kaldılar; zira hiçbir siyasi güce sahip değillerdi. Bu durumda geçmişte yaşayan Hıristiyanların, inkar edenlere üstün geldiklerini ve bu ayetin onlara baktığını söyleyemeyiz.

    Daha sonrasına yani şu anda yaşayan Hıristiyanlara baktığımızda ise zaten Hıristiyanlığın özünün bozulduğunu, Hz. İsa'nın anlattığı hak dinden farklı bir din oluştuğunu görürüz. Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğu şeklindeki sapkın inanç benimsenmiş ve teslis inancı (üçleme; Baba, oğul, kutsal Ruh) kabul edilmiştir. (Allah'ı tenzih ederiz.) Bu durumda, dinin aslından iyice uzaklaşmış olan günümüz Hıristiyanlarını da Hz. İsa'ya vahyedilen hak dine uyanlar olarak kabul edemeyiz. Kuran'da teslis inancının sapkın bir inanç olduğu şöyle bildirilmiştir:

    Andolsun, 'Allah üçün üçüncüsüdür' diyenler küfre düşmüştür. Oysa tek bir İlah'tan başka İlah yoktur... (Maide Suresi, 73)

    Bu durumda 'sana uyanları kıyamete kadar inkara sapanların üstüne geçireceğim' ifadesi açık bir işaret taşımaktadır. Hz. İsa'ya uyan ve kıyamete kadar yaşayacak olan bir topluluk olması gerekmektedir. Böyle bir topluluk, kuşkusuz Hz. İsa'nın yeryüzüne tekrar gelişiyle ortaya çıkacaktır. Ve ona tekrar dünyaya gelişi sırasında tabi olanlar, kıyamete kadar inkar edenlere üstün kılınacaktır.

    2. Delil

    Konu ile ilgili olarak ele aldığımız Nisa Suresi'nin 156-158. ayetlerinin arkasından Allah, 159. ayette şöyle buyurmaktadır:

    Andolsun, Kitap Ehlinden, ölmeden önce ona inanmayacak kimse yoktur. Kıyamet günü, o da onların üzerine şahit olacaktır. (Nisa Suresi, 159)

    Yukarıdaki ayette yer alan 'ölmeden önce ona inanmayacak kimse yoktur' ifadesi oldukça dikkat çekicidir. Bu cümlenin Arapça karşılığı şu şekildedir: '... ve in min ehlil kitabi illa leyüminenne bihi kable mevtihi'

    Burada bazı tefsirciler 'o' zamirinin Hz. İsa yerine Kuran'a baktığını düşünmüşler ve ayete Kitap Ehlinin ölmeden Kuran'a iman edeceği şeklinde bir yorum yapmışlardır.

    Oysa bu ayet öncesindeki iki ayette de 'o' zamiri tartışmasız bir biçimde Hz. İsa için kullanılmıştır:

    Nisa Suresi, 157. ayet:

    Ve: 'Biz, Allah'ın Resulü Meryem oğlu Mesih İsa'yı gerçekten öldürdük' demeleri nedeniyle de (onlara böyle bir ceza verdik.) Oysa onu öldürmediler ve onu asmadılar. Ama onlara (onun) benzeri gösterildi. Gerçekten onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şüphe içindedirler. Onların bir zanna uymaktan başka buna ilişkin hiçbir bilgileri yoktur. Onu kesin olarak öldürmediler.

    Nisa Suresi, 158. ayet:

    Hayır; Allah onu Kendine yükseltti. Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.

    Bu ayetlerin hemen arkasından gelen ayette kullanılan 'o' zamirinin Hz. İsa'dan başka bir kişiyi ya da varlığı kastettiğinin hiçbir delili yoktur. Nisa Suresi, 159. ayet:

    Andolsun, Kitap Ehlinden, ölmeden önce ona inanmayacak kimse yoktur. Kıyamet günü, o da onların üzerine şahit olacaktır.

    Diğer taraftan ayetin ikinci cümlesinde yer alan 'Kıyamet günü, o da onların üzerine şahit olacaktır' ifadesi de dikkat çekicidir. Kuran'da kıyamet günü insanın dilinin, ellerinin ve ayaklarının (Nur Suresi, 24, Yasin Suresi, 65) , işitme, görme duyularının ve derilerinin (Fussilet Suresi, 20-23) kendi aleyhlerine şahitlik edecekleri bildirilmektedir. Kuran'ın şahitliği ile ilgili ise hiçbir ayet yoktur. İlk cümle -gramatik olarak veya mantık açısından hiçbir delil bulunmamasına rağmen- Kuran'a bakıyor kabul edilirse, ikinci cümlede yer alan 'o' zamirinin de Kuran'a baktığı iddia edilmiş olur. Oysa bunu söylemek için açık bir ayet gerekir. Bununla birlikte, bir önceki ayette bildirilen '… Allah onu Kendine yükseltti' ifadesi de, bu ayette işaret edilenin Kuran olmadığını bir kez daha göstermektedir. Kuran 1400 yıldır iman edenlere hidayet rehberidir ve Allah Katına yükseltilmemiştir. Allah Katına yükseltilen Hz. İsa'dır. Bu da ayette haber verilen şahtiliğin, Hz. İsa'nın Kitap Ehli için yapacağı şahitlik olduğunu, ayette 'o' zamiri ile Kuran'a işaret edilmediğini gösteren bir başka delildir. (En doğrusunu Allah bilir.)

    Diğer ayetlerde aynı zamirin, Kuran'ı işaret ettiği durumlarda, (Neml Suresi, 77 ve Şuara Suresi, 192-196'da olduğu gibi) ayetin öncesinde ya da sonrasında Kuran'dan bahsedildiğini görürüz. Ayetin öncesinde, sonrasında veya ayetin içinde Kuran'dan bahsedilmiyorsa, bu ayetin Kuran'ı tarif ettiğini söylemek yanlış olur. Ayet çok açık bir biçimde Hz. İsa'ya inanılmasından ve onun inananlara şahit olmasından bahsetmektedir. Bu ayette ise çok açık bir biçimde Hz. İsa'ya inanılmasından ve onun inananlara şahit olmasından bahsedilmektedir.

    Ayetin manası hakkında belirteceğimiz ikinci nokta ise 'ölümünden önce' ifadesinin yorumu ile ilgilidir. Bazıları bu ifadenin 'Kitap Ehlinin kendi ölümlerinden önce' inanması anlamında olduğunu düşünmektedirler. Buna göre Kitap Ehlinden olan her kişi kendisine ölüm gelmeden Hz. İsa'ya mutlaka iman edecektir. Oysa Arapça dilbilgisi, bu iddianın doğru olmadığını göstermektedir. Kuran'da Kitap Ehli ile ilgili tüm ayetlerde, çoğulluğu ifade eden 'hum' eki kullanılmıştır. (Beyyine Suresi, 1 ve 6; Hadid Suresi, 29; Haşr Suresi 2 de olduğu gibi.) Bu ayette ise tekilliği ifade eden 'hu' eki kullanılmıştır. Bu durumda, ayette haber verilen, Hz. İsa'nın ölümünden -yani yeryüzüne ikinci kez gelip biyolojik olarak ölümünden- önce, Kitap Ehli'nin kendisine inanacağıdır. (En doğrusunu Allah bilir.) Ayrıca Hz. İsa döneminde Kitap Ehli tanımlamasına dahil olan Yahudiler ona iman etmemekle kalmamış, onu öldürmek için tuzak kurmuşlardır. Hz. İsa'dan sonra yaşayıp ölen Yahudi ve Hıristiyanların ise Hz. İsa'ya -Kuran'da bildirildiği şekilde- iman etmiş olduklarını iddia etmek mümkün değildir. Sonuç olarak ayeti dikkatle değerlendirdiğimizde, anlamın şu şekilde olduğu sonucuna varmaktayız: 'Hz. İsa ölmeden önce tüm Ehli Kitap ona iman edecektir'.

    Ayet gerçek manasıyla ele alındığında ise çok açık gerçeklerle karşılaşırız: Birincisi, ayette gelecekten bahsedildiği açıktır, çünkü Hz. İsa'nın 'ölümü' söz konusudur. Oysa o ölmemiş Allah Katına yükselmiştir. Hz. İsa dünyaya yeniden gelecek ve her insan gibi yaşayıp ölecektir. İkincisi Hz. İsa'ya tüm Ehli Kitabın iman etmesi söz konusudur. Bu da henüz gerçekleşmemiş ancak kesin olarak gerçekleşeceği bildirilen bir olaydır.

    Dolayısıyla buradaki 'ölümünden önce' denilerek, zamirle bahsedilen kişi Hz. İsa'dır. Kitap Ehli onu görüp bilecek, ona yaşarken itaat edecek ve Hz. İsa da onların durumlarıyla ilgili ahirette şahitlik edecektir. (Doğrusunu en iyi Allah bilir.)

    3. Delil

    Hz. İsa'nın ahir zamanda yeniden yeryüzüne döneceği ile ilgili bir başka ayet de Zuhruf Suresi'nin 61. ayetidir. Bu surenin 57. ayetinden itibaren Hz. İsa'dan bahsedilir:

    Meryem oğlu (İsa) bir örnek olarak verilince, senin kavmin hemen ondan (keyifle söz edip) kahkahalarla gülüyorlar. Dediler ki: 'Bizim ilahlarımız mı daha hayırlı, yoksa o mu? ' Onu yalnızca bir tartışma-konusu olsun diye (örnek) verdiler. Hayır, onlar 'tartışmacı ve düşman' bir kavimdir. O, yalnızca bir kuldur; kendisine nimet verdik ve onu İsrailoğullarına bir örnek kıldık. Eğer Biz dilemiş olsaydık, elbette sizden melekler kılardık; yeryüzünde (size) halef (yerinize geçenler) olurlardı. (Zuhruf Suresi, 57-60)

    Bu ayetlerin hemen arkasından gelen 61. ayette Hz. İsa'nın kıyamet saati için bir ilim olduğu belirtilmektedir:

    Şüphesiz o, kıyamet-saati için bir ilimdir. Öyleyse ondan yana hiçbir kuşkuya kapılmayın ve bana uyun. Dosdoğru yol budur. (Zuhruf Suresi, 61)

    Bu ayette Hz. İsa'nın ahir zamanda yeryüzüne dönüşü haber verilmektedir. Çünkü Hz. İsa, Kuran'ın indirilişinden yaklaşık altı asır önce yaşamıştır. Dolayısıyla bu ilk hayatını 'kıyamet saati için bir bilgi' yani bir kıyamet alameti olarak anlayamayız. Ayetin işaret ettiği anlam, Hz. İsa'nın, ahir zamanda, yeniden yeryüzüne döneceği ve bunun da bir kıyamet alameti olacağıdır. (En doğrusunu Allah bilir.) Bu ayette geçen 'O, kıyamet saati için bir ilimdir' kelimesinin Arapça karşılığı şu şekildedir: 'İnnehu le ilmun lissaati.' Bu ifadede yer alan 'hu' zamirini 'Kuran' olarak yorumlayanlar vardır. Ancak Kuran için 'hu' zamiri kullanıldığında mutlaka ayetin öncesinde veya sonrasında veya ayetin içinde Kuran'ı anlatan başka ifadeler de bulunmaktadır. Başka bir konu içinde 'hu' zamiri ile Kuran'dan bahsedilmez. Ayrıca öncesindeki ayete bakıldığına orada da açıkça Hz. İsa kastedilerek 'o' zamiri kullanıldığı görülecektir:

    'O, yalnızca bir kuldur; kendisine nimet verdik ve onu İsrailoğulları'na bir örnek kıldık.'

    Bu zamirin Kuran'a işaret ettiğini söyleyenler ise ayetin devamında geçen 'Ondan kuşkulanmayın, bana uyun' ifadesini sözde delil olarak gösterirler. Ancak bu ifadenin öncesindeki ayetlerde tamamen Hz. İsa'dan bahsedilmektedir. Bu nedenle 'hu' zamirinin bir önceki ayetlerle ilgili olması ve Hz. İsa'yı anlatması daha uygundur. Nitekim büyük İslam alimleri de bu zamiri gerek ayetlere gerekse sahih hadislere dayanarak Hz. İsa olarak açıklamaktadırlar. Elmalılı Hamdi Yazır'ın tefsirinde şu şekilde açıklanmaktadır:

    Muhakkak ki o saat için bir ilimdir de –saatin geleceğini ölülerin dirilip, kıyam edeceğini bildiren bir delil ve alamettir. Çünkü İsa gerek zuhuru ve gerek emvati ihya (ölüleri diriltme) mucizesi ve gerek emvatın kıyamını (ölülerin kalkışını) haber vermesi itibarıyla kıyametin vaki olacağına bir delil olduğu gibi hadiste varid olduğuna göre eşratı saattendir (kıyamet alametidir) . (http://www.kuranikerim.com/telmalili/zuhruf.htm)

    Çağdaş İslam alimlerinden Seyyid Kutub da tefsirinde, Hz. İsa'nın yeryüzüne yeniden gelecek olmasının önemli delillerinden birinin bu ayet olduğuna dikkat çekmektedir. Kutub'un tefsirinde konu şöyle açıklanmaktadır:

    Hz. İsa'nın kıyametin kopmasından önce yeryüzüne ineceğine ilişkin birçok hadis var dilimizde. Nitekim bu ayet de ona işaret etmektedir: 'O, kıyametin kopacağını gösterir bir ilimdir.' Yani Hz. İsa'nın yeryüzüne inmesi ile kıyametin kopmasının yakın olduğu bilinir. İkinci bir okuyuş tarzında ayet şöyle okunur: 'Ve innehu le alemun lissati'. Yani onun inişi kıyametin belirtisidir, alametidir. Her iki okuyuş tarzı da aynı anlamı ifade etmektedirler. Hz. İsa'nın gökten inişi, doğru sözlü ve güvenilir Peygamberin -salat ve selam üzerine olsun- sözünü ettiği ve yüce Kuran'ın işaret ettiği bir gaybtır. Kıyamet gününe kadar değişmeden kalacak bu iki kaynaktan gelen bilgilerden başka, bu meseleye ilişkin olarak herhangi bir insanın söyleyebileceği bir söz olamaz. (Seyyid Kutub, Fizilali'l Kuran, http://www.sevde.de/Kuran-Tevsiri/Kuran_Tefsiri.htm)

    Kevseri, en eski akaid kitaplarında dahi bu ayetin Hz. İsa'nın ikinci kez yeryüzüne gelişine delil olarak kullanıldığını söylerken, Ömer Nasuhi Bilmen tefsirinde ise bu ayet şu şekilde açıklanmaktadır:

    Ve kıyametin yaklaşmış olması için İsa Aleyhisselam'ın bir alamet olduğunu ve kıyametin vuku bulacağına şüphe edilmeyeceğini haber veriyor... İsa Aleyhisselam'ın yeryüzüne nüzul edeceği de kıyamet şeriatinden sayılmaktadır... (Ömer Nasuhi Bilmen, Kuran-ı Kerim'in Türkçe Meal-i Alisi ve Tefsiri, Cilt VII, 3292)

    Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki, Kuran'da hiçbir peygamberin kıyamet için bir ilim olmasından bahsedilmemektedir. Hz. Muhammed (sav) , Hz., İbrahim, Hz. Nuh, Hz. Musa, Hz. Süleyman, Hz. Yusuf, Hz. Davud, Hz. Yakup ve diğer birçok peygamberin hayatı Kuran'da detaylı olarak anlatılmakta, ancak hiçbiri için bu ifade kullanılmamaktadır. Bu da, Hz. İsa'nın -Allah'ın takdiri olarak- diğer peygamberlerden farklı bir özelliğe sahip olduğuna işaret etmektedir. Bu özellik, Hz. İsa'nın Allah Katına alındıktan sonra yeniden yeryüzüne gönderilecek olmasıdır. (En doğrusunu Allah bilir.)

    4. Delil

    Hz. İsa'nın ikinci gelişine işaret eden başka ayetler de şöyledir:

    Hani Melekler, dediler ki: 'Meryem, doğrusu Allah Kendinden bir kelimeyi sana müjdelemektedir. Onun adı Meryem oğlu İsa Mesih'tir. O, dünyada ve ahirette 'seçkin, onurlu, saygındır' ve (Allah'a) yakın kılınanlardandır. Beşikte de, yetişkinliğinde de insanlarla konuşacaktır. Ve O salihlerdendir. 'Rabbim, bana bir beşer dokunmamışken, nasıl bir çocuğum olabilir? ' dedi. (Fakat) Allah neyi dilerse yaratır. Bir işin olmasına karar verirse, yalnızca ona 'ol' der, o da hemen oluverir. Ona Kitabı, hikmeti, Tevratı ve İncili öğretecek. (Al-i İmran Suresi, 45-48)

    Ayette, Allah'ın Hz. İsa'ya, Tevrat'ı, İncil'i ve bir de 'Kitabı' öğreteceği haber verilmektedir. Aynı ifade Maide Suresi'nin 110. ayetinde de yer almaktadır:

    Allah şöyle diyecek: 'Ey Meryemoğlu İsa, sana ve annene olan nimetimi hatırla. Ben seni Ruhu'l-Kudüs ile destekledim, beşikte iken de, yetişkin iken de insanlarla konuşuyordun. Sana Kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğrettim. İznimle çamurdan kuş biçiminde (bir şeyi) oluşturuyordun...' (Maide Suresi, 110)

    Her iki ayette de geçen 'kitap' ifadesini incelediğimizde, bunun Kuran'a işaret ettiğini görürüz. Ayetlerde Tevrat ve İncil dışında gönderilen son hak kitabın Kuran olduğu bildirilmektedir. (Hz. Davud'a verilen Zebur da Eski Ahit'in içindedir) Bunun yanında, yine Kuran'ın bir başka ayetinde, Al-i İmran Suresi 3. ayette, 'kitap' kelimesi, İncil ve Tevrat'ın yanında Kuran'ı ifade etmek için kullanılmıştır:

    Allah... O'ndan başka İlah yoktur. Diridir, kaimdir. O, sana Kitabı Hak ve kendinden öncekileri doğrulayıcı olarak indirdi. O, Tevrat ve İncil'i de indirmişti. (Al-i İmran Suresi, 2-3)

    Kitap kelimesinin Kuran'a işaret ettiği diğer bazı ayetler de şu şekildedir:

    Allah Katından yanlarında olan (Tevrat) ı doğrulayan bir Kitap geldiği zaman, -ki bundan önce inkar edenlere karşı fetih istiyorlardı- işte bilip-tanıdıkları gelince, onu inkar ettiler. Artık Allah'ın laneti kafirlerin üzerinedir. (Bakara Suresi, 89)

    Öyle ki size, kendinizden, size ayetlerimizi okuyacak, sizi arındıracak, size Kitap ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek bir elçi gönderdik. (Bakara Suresi, 151)

    Bu durumda, Hz. İsa'ya öğretilecek olan üçüncü 'Kitab'ın Kuran olduğu ve bunun da ancak Hz. İsa'nın ahir zamanda dünyaya dönüşünde mümkün olabileceği açıktır. Çünkü Hz. İsa Kuran'ın indirilmesinden yaklaşık 600 sene önce yaşamıştı. Bununla birlikte, Peygamber Efendimiz (sav) 'in hadislerinde Hz. İsa'nın dünyaya ikinci kez gelişinde İncil ile değil Kuran'la hükmedeceği bildirilmiş olması da bunun bir delilidir:

    Kırk (40) yıl Allah'ın Kitab'ı ve benim sünnetimle hükmeder, vefat eder. (Kitab-ul Burhan Fi Alamet-il Mehdiyy il Ahir Zaman, s. 92)

    Bu ifadeden de açık olarak anlaşıldığı gibi Hz. İsa yeniden yeryüzüne geldiğinde, Kuran'da yer alan hükümler ile hükmedecek, Hz. Muhammed (sav) 'in sünnetini devam ettirecektir. Bu da ayetlerdeki manaya tam olarak uygun düşmektedir. (Şüphesiz en doğrusunu Allah bilir.)

    Bu ayetlerde dikkat edilmesi gereken bir başka bilgi de, Hz. İsa için bildirilen söz konusu ifadenin -bir önceki konuda olduğu gibi- başka hiçbir peygamber için bildirilmemiş olmasıdır. Örneğin Hz. Musa'ya Tevrat'ın indirildiği, Hz. İbrahim'e verilen sahifeler olduğu, Hz. Davud'a Zebur'un vahyedilmiş olduğu Kuran'da bildirilir. Ya da peygamberlerin kendi dönemlerinden önce indirilen kitaplar varsa, bu kitapları bildikleri haber verilir. Ancak peygamberlerin hiçbiri için, kendi dönemlerinden sonra indirilecek olan bir kitabın daha onlara öğretildiği haber verilmez. Kendisinden önce indirilen, kendisine vahyedilen ve kendisinden sonra indirilecek olan kitabı bildiği haber verilen tek peygamber Hz. İsa'dır. Bu da, Hz. İsa'nın tekrar yeryüzüne geleceğinin ve ikinci kez geldiğinde kendisinden sonra vahyedilmiş olan kitapla yani Kuran'la hükmedeceğinin işaretlerinden biridir. (En doğrusunu Allah bilir.)

    5. Delil

    Tüm bunların yanında 'Şüphesiz, Allah Katında İsa'nın durumu, Adem'in durumu gibidir...' (Al-i İmran Suresi, 59) ayeti de Hz. İsa'nın dönüşüne işaret ediyor olabilir. Tefsir alimleri genellikle bu ayetin her iki peygamberin de babasız olma özelliğine, Hz. Adem'in Allah'ın 'Ol' emriyle topraktan yaratılması ile Hz. İsa'nın yine 'Ol' emriyle babasız doğmasına işaret ettiğine dikkat çekmişlerdir. Ancak ayetin bir ikinci işareti daha olabilir. Hz. Adem cennetten nasıl yeryüzüne indirildiyse, Hz. İsa da ahir zamanda Allah'ın Katından yeryüzüne indirilecek olabilir. (En doğrusunu Allah bilir.) Görüldüğü gibi Hz. İsa'nın yeryüzüne yeniden döneceğine ilişkin olarak Kuran'da geçen ayetler çok açıktır.

    6. Delil

    Kuran'da Hz. İsa'nın Allah Katına alındığını ifade eden bir diğer ayet ise Meryem Suresi'nde şöyle haber verilmektedir:

    'Selam üzerimedir; doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak yeniden-kaldırılacağım gün de.' (Meryem Suresi, 33)

    Bu ayet Al-i İmran Suresi'nin 55. ayetiyle birlikte incelendiğinde çok önemli bir gerçeğe işaret etmektedir. Al-i İmran Suresi'ndeki ayette Hz. İsa'nın Allah Katına yükseltildiği ifade edilmektedir. Bu ayette ölme ya da öldürülme ile ilgili bir bilgi verilmemektedir. Ancak Meryem Suresi'nin 33. ayetinde Hz. İsa'nın öleceği günden bahsedilmektedir. Bu ikinci ölüm ise ancak Hz. İsa'nın ikinci kez dünyaya gelişi ve bir süre yaşadıktan sonra vefat etmesiyle mümkün olabilir. (En doğrusunu Allah bilir)

    7. Delil

    Hz. İsa'nın tekrar dünyaya geleceği ile ilgili bir başka delil ise Maide Suresi'nin 110. ayetinde ve Al-i İmran Suresi'nin 46. ayetinde geçen 'kehlen' kelimesidir. Ayetlerde şu şekilde buyrulmaktadır:

    Allah şöyle diyecek: 'Ey Meryemoğlu İsa, sana ve annene olan nimetimi hatırla. Ben seni Ruhu'l-Kudüs ile destekledim, beşikte iken de, yetişkin (kehlen) iken de insanlarla konuşuyordun…' (Maide Suresi, 110)

    'Beşikte de, yetişkinliğinde (kehlen) de insanlarla konuşacaktır. Ve O salihlerdendir.' (Al-i İmran Suresi, 46)

    Bu kelime Kuran'da sadece yukarıdaki iki ayette ve sadece Hz. İsa için kullanılmaktadır. Hz. İsa'nın yetişkin halini ifade etmek için kullanılan 'kehlen' kelimesinin anlamı 'otuz ile elli yaşları arasında, gençlik devresini bitirip ihtiyarlığa ayak basan, yaşı kemale ermiş kimse' şeklindedir. Bu kelime İslam alimleri arasında ittifakla '35 yaş sonrası döneme işaret ediyor' şeklinde çevrilmektedir.

    Hz. İsa'nın genç bir yaş olan otuz yaşının başlarında göğe yükseldiğini, yeryüzüne indikten sonra kırk yıl kalacağını ifade eden ve İbni Abbas'tan rivayet edilen hadise dayanan İslam alimleri, Hz. İsa'nın yaşlılık döneminin, tekrar dünyaya gelişinden sonra olacağını, dolayısıyla bu ayetin, Hz. İsa'nın nüzulüne dair bir delil olduğunu söylemektedirler. (Muhammed Halil Herras, Faslu'l-Makal fi Ref'I İsa Hayyen ve Nüzulihi ve Katlihi'd-Deccal, Mektebetü's Sünne, Kahire, 1990, s.20)

    Kuran ayetlerine bakıldığında bu ifadenin, yalnızca Hz. İsa için kullanıldığını görürüz. Tüm peygamberler insanlarla konuşup, onları dine davet etmişlerdir. Hepsi de yetişkin yaşlarında tebliğ görevini yerine getirmişlerdir. Ancak Kuran'da diğer peygamberler için bu şekilde bir ifade kullanılmamaktadır. Bu ifade sadece Hz. İsa için kullanılmıştır ve mucizevi bir durumu ifade etmektedir. Çünkü ayetlerde birbiri ardından gelen 'beşikte' ve 'yetişkin iken' kelimeleri iki büyük mucizevi zamana dikkat çekmektedirler.

    Nitekim İmam Taberi, Taberi Tefsiri isimli eserinde bu ayetlerde geçen ifadeleri şu şekilde açıklamaktadır:

    Bu ifadeler (Maide Suresi, 110) , Hz. İsa'nın ömrünü tamamlayıp yaşlılık döneminde insanlarla konuşabilmesi için gökten ineceğine işaret etmektedir. Çünkü o, genç yaştayken göğe kaldırılmıştı…

    Bu ayette (Al-i İmran Suresi, 46) , Hz. İsa'nın hayatta olduğuna delil vardır ve ehl-i sünnet de bu görüştedir. Çünkü ayette, onun yaşlandığı zamanda da insanlarla konuşacağı ifade edilmektedir. Yaşlanması da ancak, semadan yeryüzüne ineceği zamanda olacaktır. (Taberi Tefsiri, İmam Taberi, cilt 2, s. 528; Cilt 1, s. 247)

    Ancak bazı kişiler 'yetişkin' kelimesini gerçek anlamından uzaklaşarak yorumlamakta ve Kuran'ın genel mantığı içinde değerlendirmemektedirler. Bu kişiler peygamberlerin her dönemde olgun ve kemale ermiş kimseler olduklarını, dolayısıyla bu ifadenin peygamberlerin tüm hayatlarına işaret ettiğini öne sürerler. Elbette peygamberler Allah'ın kemale eriştirdiği, olgun kimselerdir. Ancak Allah Ahkaf Suresi'nde olgunluk yaşının 40 yaş olduğuna işaret etmektedir. Ayette şu şekilde bildirilir:

    Biz insana, 'anne ve babasına' iyilikle davranmasını tavsiye ettik. Annesi onu güçlükle taşıdı ve onu güçlükle doğurdu. Onun (hamilelikte) taşınması ve sütten kesilmesi, otuz aydır. Nihayet güçlü (erginlik) çağına erip kırk yıl (yaşın) a ulaşınca, dedi ki: 'Rabbim, bana, anne ve babama verdiğin nimete şükretmemi ve senin razı olacağın salih bir amelde bulunmamı bana ilham et; benim için soyumda salahı ver. Gerçekten ben tevbe edip Sana yöneldim ve gerçekten ben Müslümanlardanım.' (Ahkaf Suresi, 15)

    'Kehlen' kelimesinin açıklamaları da, Kuran'da yer alan diğer bilgiler gibi, Hz. İsa'nın tekrar yeryüzüne gelişine işaret etmektedir. (Doğrusunu en iyi Allah bilir.)

  • emin çölaşan

    03.05.2006 - 10:39

    islamiyete ve onun kutsallarına karşı son derece agresif, düşman...Sadece 27 Nisan 2006 günkü yazısını okumanız bile yeterli...Okumayan varsa mutlaka ama mutlaka okusunlar.Özellikle o adını söylemekten bile iğrendiğim zatı öven arkadaşlar! ! Önce siz..!

  • cumhuriyet gazetesi

    03.05.2006 - 10:21

    sanki Allaha, islama, peygambere, müslümanlara savaş açmak,saldırmak amacıyla yayın hayatına başlamış gazete...

  • felsefe

    03.05.2006 - 10:11

    Bismillahirrahmanirrahim

    Felsefe'nin kaynağı akıldır. Filozof, çeşitli bilgileri düzene koyarak, madde, hayat, yaratılış, dünya, ruh, ölüm ve sonrası gibi konularda aklına dayanarak cevaplar bulmaya çalışır. Bunu yaparken de bulduğu cevapların Allah-ü teala tarafından gönderilen dinlere uyup uymamasına bakmaz. Bu sebeple doğru yoldan ayrılırlar.

    Felsefecilerin ortaya koyduğu fikirler, gerek fen bilgilerinin değişmesi gerekse sonra gelen filozofların öncekilerden farklı düşünmesi sebebiyle ya kısmen yahut tamamen değişir. Bu itibarla sonra gelenler önce gelenleri daima tenkit etmekle veya onların felsefelerini yıkmakla işe başlarlar.

    Akıl yalnız başına yol gösterici değildir. Dinin rehberliğine muhtaçtır. Yoksa sapıtır. Bundan dolayı din büyükleri itikadın bozulabileceğini bildikleri için felsefe ile uğraşmaktan men etmişlerdir. Nitekim İBN-İ SİNA ve FARABİ gibi zatlar felsefecilerin kitapları ile çok meşgul olduklarından sapıtmışlardır...

  • gavsı sani

    02.05.2006 - 23:31

    Zamanımızın gavsının kim olduğunu, hatta böyle bir zatın var olup olmadığını kimse bilemez.Tamam, herkesin kendi mürşidini diğer mürşidlerden üstün görmesi,bilmesi lazımdır.gereklidir.Fakat derecesini Allahtan ve Allahın bildirdiklerinden başka bilen çıkmaz.Abdülkadir Geylani hz.leri kendi gavslığını manevi bir hal ve emir ile bizzat kendisi ilan ettiğinden dolayı onun gavs olduğunda zaten şüphe yoktur.Bazı arkadaşların Abdulbaki hz.lerini bu şekilde nitelemelerine karşı bir başka kişide çıkıp İstanbul/fatihdeki MAHMUT EFENDİ hz.lerinin bu makamda olduğunu söyleyebilir.Her iki durumda yanlıştır.dediğim gibi üstün görülebilir fakat bir derece isnat edilemez.

Toplam 42 mesaj bulundu